Jump to content

tarihogretmeni

Emekli
  • Posts

    656
  • Joined

  • Last visited

About tarihogretmeni

Profile Information

  • Male

Recent Profile Visitors

2704 profile views

tarihogretmeni's Achievements

Newbie

Newbie (1/14)

  • Week One Done Rare
  • One Month Later Rare
  • One Year In Rare

Recent Badges

1

Reputation

  1. [b]Osmanlı Devleti'nde Harem[/b] Harem hayatı Osmanlı sarayında kuruluştan itibaren mevcut olmakla birlikte teşkilâtlandırılması Fâtih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşmiş ve bu teşkilât, devlet yapısındaki genel eğilime uygun biçimde devşirme sistemiyle geliştirilmiştir. Burada, en alt kademe olan cariyelikten son mertebe olan ustalığa (hasekilik ve valide sultanlık hariç) yükselme birçok bakımdan Enderun teşkilatındaki terfi sistemine benzemektedir. Esasen Osmanlı saray teşkilâtında Harem-i Hümâyun tabiri hem haremi hem de Enderun'u içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem İse kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim kurumu idi. İstanbul'un fethinden önceki Edirne sarayının haremiyle ilgili elde bilgi bulunmadığı gibi fetihten hemen sonra bugünkü Beyazıt'ta inşa edilen Eski Saray'ın haremi hakkında da fazla bir şey bilinmemekte, ancak kaynaklardan, daha sonra padişahların Topkapı Sarayı'ndan zaman zaman Eski Saray'a gidip buradaki harem mensuplarını ziyaret ettikleri öğrenilmektedir. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saray haremiyle ilgili bilgiler kısmen çoğalmakta ve bu dönemin kroniklerinde de saraydaki hayat hakkında bazı ayrıntılara rastlanmaktadır. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman'ın hasekisi Hürrem Sultan ve kızı Mihrimah Sultan'la başlayan, Valide Nurbânû Sultan ve Valide Safiye Sultan'la devam eden entrikalar ve bazı harem mensuplarının iktisadî ve içtimaî faaliyetleri bu kurumdan sık sık bahsedilmesine yol açmıştır. Harem münasebetiyle isminden en çok bahsedilen padişah III. Murad'dır. Onun zamanında sarayın harem kısmına birçok yeni bina ilâve edilmiş, buranın sakinlerinin ve görevlilerinin sayısı artmıştı (Peirce, s. 122). Haseki Safiye Sultan'ı kıskanan ve onun nüfuzunu kırmak için oğluna birbirinden güzel cariyeler sunan Valide Nurbânû ile kızı İsmihan sultanların gayretleri sonunda padişah, başlangıçta yakından ilgilendiği devlet işlerini ihmal ederek hareme kapanmış, bir yandan soytarı ve musâhiblerle vakit geçirirken bir yandan da Özellikle Mimar Sinan'a yaptırdığı birbirinden güzel yeni sofa ve odalarla burayı daha cazip bir hale getirmişti. III. Murad'ın, dışarıda halkla birlikte kılması gereken cuma namazlarını dahi, etrafındakilerin saraydan çıkarsa bir daha geri dönemeyeceği ve askerin kendisini hal'edebileceği yolundaki sözleri sebebiyle, zaman zaman ihmal edecek kadar kendini hareme kapattığını Selânikî kaydeder (Târih, s. 445). XVI. yüzyıldan sonra Osmanlı siyasî ve idari tarihinde olduğu gibi harem hayatı ve teşkilâtında da bozulma ve yozlaşma meydana geldiği genellikle kabul edilir. Bu durum, 1. Ahmed'den başlayarak hemen bütün XVII. yüzyıl padişahlarının çocuk denecek yaşta tahta çıkmalarına ve uzun süre idareye hâkim olamamalarına bağlanır. Böylece valide sultanların ve ocak ağalarının, benzerine daha önce rastlanmamış şekilde sarayda nüfuzlarını arttırdıkları belirtilir ve hatta 1566'dan 16S6'ya kadarki dönem "valide sultanlar çağı" adıyla anılır. Bu dönemdeki en etkili valide sultanların başında Kösem Sultan gelmektedir. XVII. yüzyılın ilk yansında önce hasekiliğe, ardından valide sultanlığa yükselen Kösem Sultan, IV. Mehmed'in ilk yıllarında geleneklere aykırı biçimde Eski Saray'a taşınmayıp "vâlide-i muazzama" sıfatıyla idarede etkili oldu. Onun yaklaşık elli yıl süren etkinliği sırasındaki keyfî davranışları haremi çok yıpratmış, bu arada nüfuzunu sürdürebilmek için devamlı şekilde Sultan İbrahim'e sunduğu cariyelerle haseki ve gözdelerin sayısını çoğaltarak padişahın davranış bozukluğuna uğramasına yol açmıştır. Söz konusu dönemde III. Mehmed tarafından şehzadelerin sancağa çıkma geleneğine son verilmesi de geleceğin padişahlarının haremde âdeta mahpus hayatı yaşamalarına, dolayısıyla giderek dış dünyadan kopmalarına sebep olmuş ve bu husus, ileride devlet açısından menfi gelişmelerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Özellikle I. Abdülhamid kırk dokuz yaşında tahta çıkıncaya kadar haremde kafes hayatı yaşamış, padişah olunca da hareme geniş zaman ayırmıştır. Başkadın efendisi Ruhşah'a yazdığı duygusal mektuplar, haremde geçirdiği uzun yılların onun hassas yapısı üzerinde ne derece etkili olduğunun bir göstergesidir. XIX. yüzyılda II. Mahmud döneminin sonlarından itibaren harem dışa açılmaya, harem kadınları ferace ve çarşaf giyerek bazı mesire yerlerine gitmeye ve kendilerine ayrılan mekânlarda gezintiler yapmaya başlamışlardır. İstisnaî olarak Sultan Mehmed Reşad da Bulgar kral ve kraliçesine verdiği ziyafet dolayısıyla başkadın efendisini törende bulundurmuştu (Uluçay, Harem II, s. XV). II. Abdülhamid'in hareme karşı tavrı konusunda ise çeşitli abartmalı yazılar kaleme alınmış olmasına rağmen Ayşe ve Şâdiye Osmanoğlu'nun yazdıklarından onun harem mensupları ile gayet ölçülü bir yakınlık içinde olduğu anlaşılmaktadır. Gerek bu dönemin gerekse daha öncesinin haremi için Batılı yazarlar pek çok hayalî tasvir üretmişlerdir. Ancak Batı saraylarında yaşananlara göre Osmanlı saray hayatının çok daha mazbut olduğu bilinmektedir. Harem halkını harem hizmetlileri ve sakinleri şeklinde iki grupta değerlendirmek mümkündür. En yetkili görevli aslında bir hadım ağası olan harem ağasıdır. Osmanlı sarayında ve hareminde istihdam edilen hadım ağalarının sayılan bazan çok artmış ve zaman zaman azaltılmasına çalışılmıştır. Hadım ağası reisleri arasında dereceler vardı; Rycaut bunu kızlar ağası, valide ağası, şehzadeler ağası, valide sultan haznedar ağası, kiler ağası. Büyük Oda ağası, Küçük Oda ağası şeklinde sıralamaktadır (Rycaut, s. 37). Harem ağasının başlıca görevleri haremi korumak, yeni cariyeler sağlamak, harem halkının terfileri, yerine göre cezalandırılmalarda ilgili hususları padişaha arzetmek, sultanların evlenmesinde vekilliklerini yapmak, kendine bağlı personeli idare etmekti (Uluçay, Harem II, s. 120). Sultan Mehmed Reşad'ın 1909'da tahta çıktıktan sonra harem ağasına gönderdiği fermanda onun görevleri arasında. Harem-i Hümâyun'da bulunan kadınların kıyafetlerine dikkat etmek, âdaba aykırı giyinenleri uyarmak veya menetmek, saray kadınlarının dışarıya çıkmaları halinde yanlarında bir hadım ağası bulundurmak, akşam namazından sonra hadım ağalarını haremde tutmamak, akşamdan sonra olağan dışı bir durum meydana gelirse kızlar ağasını haberdar etmek, harem mensuplarının yakınları hariç bohçacı, işçi, satıcı vb. yabancı kadınların içeri girmesine izin vermemek gibi hususlar zikredilmektedir (Abdurrahman Şeref, I [ !329|, s. 465-475). Tanzimat sonrasında harem ağalarının yetki ve nüfuzları giderek azalmıştır. XIX. yüzyıl sonlarına ait Harem-i Hümâyun ağalarıyla ilgili bir istatistikte 218 hadım ağasının ismi, bunların giriş tarihleri, tahminî yaşları, kimin tarafından takdim edildikleri, hangi sarayda ve kimin hizmetinde oldukları ayrı ayrı belirtilmektedir. Haremin, üzerinde en çok konuşulan ve çeşitli sanat eserlerine konu teşkil eden mensuplarının başında cariyeler gelir. Cariyelik pek çok yönden yanlış değerlendirilmiştir. Hukuken kadın köle statüsünde olan cariyelerin esas kaynağı savaşlarda alınan esirlerdir . Ancak bir süre sonra bu kaynağın yetersiz kalması sebebiyle İstanbul gümrük eminine satın aldırmak suretiyle câriye temini yoluna gidilmiştir. Ayrıca çeşitli devlet ricali tarafından saraya ve padişaha hediye edilenler de yekûn tutuyordu. Cariyelerin temini, seçimi, çeşitli zamanlardaki sayıları, satın alınmaları, ücretleri konularında Topkapı Sarayı Arşivi'nde bol malzeme bulunmaktadır. Bu cariyeler müslüman âdâb ve erkânı üzere yetiştirilir, kendilerine okuma yazma, dinî bilgiler öğretilir, yeteneklerine göre mûsiki, biçki dikiş, nakış dersleri verilir, ayrıca sofra hizmetleri öğretilirdi; acemilik denilen bu ilk dönemden sonra ilerleme gösterenler kalfa, usta seviyelerine yükselirdi. Haremde yüzlerce câriye olmakla birlikte bunların büyük bir kısmı hizmetçi idi; padişah cariyelerin içinden sadece birkaç tanesiyle ilgilenir, diğerlerini ne bilir ne de görürdü. Harem hususunda yapılan araştırmalar, bu konudaki Osmanlı uygulamasının genel olarak İslâm hukukunun belirlediği sınırlar içinde cereyan ettiğini göstermektedir. Nitekim haremde hizmetçi statüsünde bulunan cariyelerin büyük çoğunluğu teşkil ettiği, eş statüsündeki cariyelerle padişahların onları azat ettikten sonra veya etmeden nikâh akdi yaptıkları, evlendikleri hür hanımlarla bunlar arasında herhangi bir hukukî fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır (Akgündüz, s. 260-262). Kabiliyet ve güzellikleriyle kendilerini gösteren kıdemli cariyeler haremde kalfalığa yükselir ve padişah, valide sultan, kadınefendi veya ikballerden birinin dairesine yollanırdı. Genellikle hanende ve sazendelerin de aralarında bulunduğu kalfalar kıdemlerine göre küçük, orta ve büyük olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Kıdemli kalfaların hepsi yeterince tahsil görmüş olur ve bunlar çeşitli törenlere kendilerine has kıyafetleriyle katılırdı. Saltanat değişikliklerinde kalfaların önde gelenleri Eski Saray'a gönderilir veya haremden çerağ edilip evlendirilirdi. Harem teşkilâtında cariyelerin ulaşabileceği en yüksek mertebe ustalıktı. Güzel, zeki, kabiliyetli cariyeler derece derece yükselerek usta olurlar ve doğrudan padişahın hizmetinde bulunurlardı. Bunlar valide ve haseki sultanlardan sonra haremin en yetkili kadınları idiler. İçlerinde padişahın kendisinin seçtiği haznedar denilen nüfuzlu kadınların sayısı on beş yirmi civarındaydı. En yetkilileri ise haznedar usta idi. Bütün cariyeler ve kalfalar ondan emir alırlar, bazan valide sultan ve hasekiler dahi ondan fikir sorarlardı. Ustaların başlıca görevleri padişahın hizmetini görmekti ve yanına teklifsizce girebilirlerdi; maiyetindeki kalfalar da padişah dairesinin önünde nöbet tutarlardı. Haznedar ustalar haremdeki bütün hazinelerin anahtarlarını taşırlar, törenlerde yoğun görevler üstlenirlerdi. Bunlar bir anlamda padişahların sırdaşı olduklarından saltanat değişikliğinde yerlerini yeni padişahın güvendiği başka haznedar ustalara bırakırlardı. Topkapı Sarayı'ndaki Haznedar Usta Dairesi valide sultan dairesinin üst katında bulunurdu. Haznedar ustalardan başka çaşnigîr usta, çamaşırcı usta, İbrikdar usta, berber usta, kahveci usta, kilerci usta, kutucu usta, külhancı usta, vekil usta, saray ustası (kethüda kadın), kâtibe usta, hastalar ustası gibi değişik ustalar vardı (Uluçay, Harem II, s. 132-138). Ayrıca haremde hamilelik, doğum ve çocuk düşürme gibi olaylarla uğraşan ebeler, padişah kızlarıyla şehzadeleri emziren dâyeler (sütnine) ve bakımlarını üstlenen dadılar mevcuttu. Haremin en itibarlı hanımı padişahın annesi olan valide sultandı. Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan unvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu unvanı alamamıştır. Tahta çıkan şehzadenin annesi valide alayı denilen bir merasimle Eski Saray'dan Topkapı Sarayı'na taşınır ve oğlunun saltanatı boyunca haremin en yetkili kişisi olurdu. Haremin ikinci derecede nüfuzlu sakinleri padişah hanımı olan haseki ve gözdelerdi; bunlara daha sonraları kadınefendi denilmiştir. Cariyelikten gelen, güzellik ve yetenekleriyle padişahın gözüne giren bu hanımlar, XVII. yüzyıla kadar genellikle Avrupalı savaş esiri cariyeler arasından çıkarken daha sonra Kafkaslar'dan gelenlerden seçilmeye başlanmıştır. Sultan denilen padişah kızlarının hayatlarında dönüm noktası teşkil eden bazı olayların, bu arada doğumlarının, beşik alaylarının, özellikle çok ihtişamlı olan nikâh ve düğünlerinin harem hayatını fazlasıyla etkilediği söylenebilir. Sultanların gelin oluncaya kadarki hayatı haremde geçer, hizmetlerinde birçok câriye bulunurdu. Bir sultan okuma çağına geldiğinde "bed'-i besmele" töreniyle tanınmış hocalardan ders almaya başlar, derslere bazan padişah da katılırdı: kendisine başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere dinî bilgiler, hat, tarih, coğrafya dersleri verilirdi. Topkapı Sarayı Arşivi'nde bulunan sultanlara ait çeşitli mektupların imlâ ve ifadesinden bu hanımların, cariyelikten gelen haseki ve valide sultanlara göre çok daha iyi tahsil gördükleri anlaşılmaktadır; ancak mevcut örneklerin çoğu XVIII. yüzyıldan sonraya aittir. Padişahların haseki, ikbal ve cariyelerinden doğan erkek çocuklarına şehzade (II. Murad devrine kadar daha çok çelebi) denilirdi. Bebeklik çağında bir şehzadenin hizmetine birkaç câriye tayin edilir, dört beş yaşına geldiğinde de Has Oda'ya mensup lala denilen kimseler görevlendirilirdi. Tahsil çağına gelince devrin en tanınmış hocalarından çeşitli dersler aldırılır, saray muhitinde usul, erkân ve âdâb öğrenmesine dikkat edilirdi; daha sonra tahta çıkabilen şehzade hocalarından birini kendine "hâce-i sultanî" seçerdi. Şehzadelerin sünnet düğünleri muhteşem olurdu. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman, III. Murad, IV Mehmed ve III. Ahmed'in yaptırdığı tantanalı sünnet şenlikleri haftalarca sürmüş ve harem de bu sıralarda çok hareketli günler yaşamıştır; bunu düğünleri anlatan minyatürlü surnamelerden öğrenmek mümkün olmaktadır. Harem sakinlerinin, özellikle valide sultanların dışarıdaki ve içerideki işlerini takip eden, sunulan hediyeleri kendilerine ulaştıran erkek ve kadın birçok görevli vardı. Dış hizmetlerin ifasında baltacılardan da istifade edilirdi. Haremde çıkan yangınların söndürülmesi Özellikle zülüflü baltacıların sorumluluğundaydı: bunlar hadım ağalarına okuma yazma da öğretirlerdi. Sarây-ı Âmire için tutulmuş "masraf-ı şehriyârî" ve "harc-ı hâssa" defterlerinde ayrı bir bölüm halinde harem mensuplarına yapılan harcamalar da kaydedilmiştir. Harem teşkilâtı ve oradaki günlük hayat hakkında yeterli bilgi bulunmadığından özellikle erken dönemler için bazı genellemelere gidilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Günlük hayata dair bilgiler daha çok XIX. yüzyıla, yani Batı tesirinin saraya ve hareme nüfuz ettiği döneme aittir. Her hareketin kurala bağlandığı sıkı bir disiplin uygulanan haremde eğlenceler büyük özlemle beklenen rahatlık ve serbestlik günleri olarak kabul edilirdi. Bu eğlencelerin başında, haremde yaşayan hanımların has bahçede serbestçe dolaştıkları ve eğlendikleri halvet gelirdi. Padişah bir hatt-ı hümâyunla halvet yapılacağını bildirir, bunun üzerine yoğun bir hazırlık başlardı. Has bahçede iplere gerilen halvet bezleriyle sokaklar, dolaşma yerleri yapılır, namaz kılmak ve oturmak için süslü yastıklar, minderlerle döşenmiş çadırlar kurulurdu. III. Selim zamanında Topkapı Sarayı'nın has bahçesinde (bir kısmı halen Gülhane Parkı) rengârenk bezlerden 189 halvet sokağı, dört adet on altı, bir adet on iki gözlü çadır, sekiz adet on iki hazneli çadır, yedi adet on sekiz gözlü çerge bir mutfak, on iki beyaz çadır ve daha pek çok teferruatı ihtiva eden büyük bir hazırlığın yapıldığı bilinmektedir (Uluçay, Harem II, s. 148). Çirağan,Yıldız, Beşiktaş gibi sarayların has bahçelerinde de halvetler gerçekleştirilirdi; bu gelenek imparatorluğun sonuna kadar devam etmiştir. Fransa'ya ilk dâimi büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Ali Efendi, nevruz münasebetiyle Paris dışındaki korulukların birinde haremiyle birlikte bir halvet düzenlemiş, o zamana kadar böyle bir tantana görmemiş olan başşehir halkı saatlerce bunu uzaktan takip etmiştir. Mevsimin elverişli olduğu zamanlarda saray bahçelerinin dışındaki mesire yerlerine arabalarla beylik geziler tertip edilirdi. Osmanlı toplumunda araba belirli kurallar çerçevesinde özellikle hareme mensup kadınlar için kullanılırdı; padişah da dahil erkeklerin arabaya binmesi âdet değildi. XIX. yüzyılda Abdülmecid zamanında harem kadınlarının araba ile şehirde gezmesi yaygınlaşmıştır. Bu yüzden padişahın emriyle Serasker Rızâ Paşa'nın saray arabalarını zincirle birbirine bağlatmış olduğu rivayet edilir. Bu tür geziler harem halkını çok sevindirir, geziye katılan sultanların arkasından ustalar, kalfalar ve cariyeler arabalarına binerek yola çıkarlardı; kafilenin önünde ve arabaların yanlarında hadım ağaları bulunurdu. Gidilecek mesire yerine önceden gerekli malzeme gönderilir, kafile bütün hazırlık tamamlandıktan sonra hareket ederdi. Meselâ 1798'de Sâdâbâd'a eğlenceye gidilmeden önce Mehterhâne'den bir mükemmel oba,üç takım çerge, elli adet karışık halvet-i hümâyun sokağı, çadırları döşemek İçin kırk yedi yastık, otuz dokuz minder, yirmi beş perde, on bir "oda ve murakka'" gönderilmişti. Çadırları birbirine bağlayan halvet sokakları hanımların rahatça gezinti yapabilmeleri içindi. Haremde bayramlarda, kandil gecelerinde ve nevruzda bayramlaşmalar, merasimler ve şenlikler yapılırdı; ramazanın on beşinde hırka-i saadetin ziyareti de önemli idi. Ayrıca çeşitli eğlencelerin düzenlendiği, oyunların oynandığı, bunun için dışarıdan tanınmış oyuncuların çağrıldığı bilinmekte, son devir hatırat ve kaynaklarında bunlarla ilgili epeyce bilgi bulunmaktadır. XIX. yüzyılda sultanların kendi saraylarında da bu nevi eğlence ve oyunlara yer verilirdi. Ancak çok neşeli düğün ve şenliklerin yanında hüzünlü, sıkıntılı zamanlar da olurdu. Padişahların ölümü, özellikle öldürülmeleri, halledilmeleri harem halkını günlerce yasa boğardı. 1648'de Valide Kösem Sultan'ın da yer aldığı bir tertiple Sultan İbrahim'in ve daha sonra sevilen padişah III. Selim'in 1808'de öldürülmesi uzun süre unutulmamıştı. Haremde mûsiki, daha önceki Türk devletlerinin, özellikle Selçukluların saray haremlerindeki geleneğin bir devamı olarak başlangıçtan beri önemli bir yer tutmuştur. Sesi güzel, kabiliyetli cariyelere devrin tanınmış üstatları ders verir, ayrıca sarayda cariyelerden meydana gelen bir sazende ve hanende heyeti bulunurdu. Sazendeler genellikle kalfalık rütbesine kadar yükselirdi. Çeşitli kayıtlardan bilhassa XVI. yüzyılda bu konuya önem verildiği anlaşılmaktadır. Sarayda ud, kanun, kopuz, kemence, ney, tambur, def gibi aletlerin çalındığı bilinmektedir (TSMA, nr. D 7843; Uluçay, Harem II, s. 152). Haremde dersler meşkhânede verilir, bazan da cariyeler tanınmış bestekârların evine gönderilirdi. Bu arada meşk sırasında cariyelerle hoca arasında duygusal İlişkilerin yaşandığı olur ve çok defa câriye çerağ edilerek hocası İle evlendirilirdi. XIX. yüzyılda Batılılaşma ile birlikte sarayda mandolin ve özellikle piyano çalma moda haline gelmiş, sultanlar, şehzadeler, hatta kadınefendiler piyano dersleri almaya başlamışlardır. Aynı dönemde geleneksel mehterhane de yerini bandoya bırakmıştır. Yerli ve yabancı müellifler tarafından hakkında çok şey söylenmiş ve yazılmış olan Osmanlı hareminin altı yüzyılı kapsayan bir dönemde İslâm-Türk geleneğine uygun bir müessese olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Harem ayrıca Enderun gibi uygulamalı bir mektep oluşturmuş ve başlıca bilgi, görgü, usul, erkân, düzgün konuşma, güzel iş yapabilme esasları çerçevesinde çok disiplinli bir eğitim vermiştir.
  2. [size="2"][font="Tahoma"][b]HAREM Ev, konak ve saraylarda kadınlara ayrılan bölüm.[/b] Aslı Akkadca "örtmek, gizlemek, başkalarından esirgemek: ayırmak, tecrit etmek" manalarındaki haramu(m) olan (Soden, I, 323) harem kelimesi Arapça'da "korunan, mukaddes ve muhterem olan şey veya yer" anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri bölümlere harem adı verilir. Saygısız davranışların menedildiği, daha çok İbadet amacıyla gidilen Mekke, Medine, Kudüs ve Halîl şehirleriyle buralardaki kutsal mekânlara da harem denilir; kelime aynı zamanda "zevce" anlamını da taşımaktadır. [b] İslâm Öncesi Dönemde Harem[/b] Evlerde kadınlara mahsus bir kısmın bulunması eski bir gelenektir. Antik Batı'da, evlerin arka tarafında erkeklerin dairesinden ayrı olarak Greklerin gynaikeion, Romalıların gynaeceum (kadınlara ait) dedikleri bir bölüm bulunuyordu. Eski Ahid'deki bazı ifadeler de hanım ve cariyelere ayrı bölüm veya çadırların tahsis edildiğini göstermektedir (Tekvîn, 18/10; 31/ 33). Gerek Kitâb-ı Mukaddes'te gerekse Kur'an'da çirkin bakışlar hoş görülmemiştir. Tevrat'ın on emrinden biri komşunun karısına ve cariyesine tamah etmemekle ilgilidir (Çıkış, 20/17). Yeni Ahid'de. kendisiyle nikâh akdi bulunmayan bir kadına şehvetle bakma, onunla gönülde zina etme şeklinde tanımlanır ve böyle bir günahı işlemektense gözlerin çıkarılıp atılması yeğ tutulur (Matta, 5/27-30). Hükümdarların resmî görevleri yanında günlük hayatlarını sürdürdükleri saraylarda da kadınlara mahsus kısımlar bulunuyordu. Bir Sümer tabletinde geçen, kısır kadının gönderildiği "kadınlar evi" muhtemelen bir haremi ifade etmektedir (Kramer, s. 91). İnanna- İştar kültünün hâkim olduğu Sumerler'de "kutsal fahişelerin kaldığı bir haremden de söz edilir (a.g.e., s. 254). Yeni Assur dönemi saraylarında ise hükümdar dairesinin bir kısmını, "şaresi" denilen hadım ağasının sorumluluğundaki harem dairesi oluşturuyordu. Hz. Süleyman'ın sarayında da son derece büyük bir harem dairesinin olması gerekir. Zira Eski Ahid'e göre onun, her biri kral kızı olan yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı (I. Krallar, 11/3}. Eski Ahid'de Hz. Süleyman'ın, yapımı on üç yıl süren sarayında, kendi oturacağı evin benzerini eş olarak aldığı Firavun'un kızı İçin de inşa ettirdiği nakledilmektedir {I. Krallar, II 1,. [b]Arkeolojik çalışmalar.[/b] Aha meniler'in Persepolis'teki (Parsa) krallık sarayında bir harem dairesi bulunduğunu göstermektedir. Yine Eski Ahid'de Yahudi kızı Ester'İn hikâyesinde verilen bilgilerden de İran sarayının harem teşkilâtı hakkında birtakım fikirler edinmek mümkün olmaktadır. Hikâyeye göre hükümdar Ahaşveroş(Xerxes) kızdığı Kraliçe Vaşti’nin yerine yeni bir kraliçe bulmak için bütün ülkede güzel bakireler aratır. Kadınlar evine getirilen kızlar arasında Ester de vardır. Genç kızlar burada bir yıl kadar mür yağı ve güzel kokularla güzelleştirilir ve saray âdabı ile terbiye edilir. Ardından sırası gelen kız geceyi kralın yanında geçirir, ertesi sabah "kadınların İkinci evine (haremin cariyeler dairesi) giderek kızlar ağası Şaaşgazın yönetimine döner ve kral kendisinden hoşlandığını belli edip çağırtmadıkça bir daha yanına giremezdi (Ester, 2/12-14). Ester bir müddet sonra kralın dikkatini çeker ve kraliçelik tacını giyer; artık nedimeleri vardır ve harem ağaları da emrindedir (Ester, 4/4). Bir süre sonra saraydaki nüfuzu ve hükümdarın kendisine duyduğu sevgi sayesinde yahudileri bir katliamdan kurtarır. [b]İslâm Devletlerinde Harem.[/b] Araplar'da yerleşik hayat sürenler (ehl-i meder,hadarî) olsun, göçebe ve bedeviler (ehl-i veber), olsun evlerde kadın ve çocukların bulunduğu kısımla erkeğin misafirleriyle oturduğu kısım ayrıydı. Çadırlarda ve tek odadan oluşan evlerde mekânı bölen perdeye "hıdr" denildiği için Hz. Peygamber kadınlara hitap ederken zaman zaman "yâ zevâte'l-hudûr" (ey perde ehli) İfadesini kullanmıştır (Buhârî, "Şalât", 2, "Hayız", 23; "Ideyn", 12, 15, 20; Müslim, "îdeyn", 10, 12). Resûl-i Ekrem'in evlerinde de bu şekilde perde bulunmaktaydı. Kur'an'da, "Ey iman edenler! ... Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman hicâb arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz hem onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır" (el-Ah-zâb 33/53) mealindeki âyette yer alan "hicâb" kelimesiyle içteki hıdr ve dış kapıdaki perde kastedilmiştir. Âyet, evlerdeki harem bölümünün var oluş sebebini de ortaya koymaktadır. Kur'an'da inanan erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları, ırz ve namuslarını korumaları istenir. Ayrıca kadınların "ziynet" olarak nitelenen saç, boyun, kulak, gerdan gibi fizikî güzelliklerini veya buralara taktıkları süs eşyasını herkese göstermemeleri emredilir (en-Nür 24/30-31). Hz. Peygamber'in hadislerinde de aile mahremiyetine büyük önem verildiği görülür; Resûluilah'ın, gizlice aile sırlarına muttali olmak isteyen kimselere karşı kullandığı ifadeler çok serttir (bk. Wensinck, el-Mu'cem, "tlea" md.). Buna bağlı olarak hadislerde ve sahabe tatbikatında, kadınların mahremi olmayan erkeklerle bir arada bulunup görüşmesi veya kadınların cemaatle namaza iştiraki konusunda getirilen bazı ölçü ve düzenlemelerin yanı sıra, daha sonraki dönemlerde fetihler ve nüfus hareketlerinin İslâm şehirlerini daha karmaşık ve gayri mütecanis hale getirmesi müslümanlar arasında haremlik-selâmlık denilen kadın ve erkeklerin ayrı mekânlarda bir araya gelmesi usulünün yaygınlaşmasının ve kökleşmesinin de ana sebebini teşkil etmiştir. Ancak bu usul, toplumun geniş kesimlerinde dinî nitelikli bir görgü kuralı mahiyetinde iken büyük konaklarda ve saraylarda diğer bazı sebeplerin de etkisiyle kurumsal bir yapı kazanmıştır. Hz. Peygamber, aynı zamanda devlet başkanı olduğu halde eski ve çağdaşı hükümdarlar gibi saltanat sürmemiş, son derece mütevazi bir hayat yaşamıştır. Onun, siyasî otoritenin de merkezi durumunda bulunan mescidinin doğu duvarı boyunca yer alan odalar hanımlarına tahsis edilmişti: bunlar çok sade bir yapıya sahipti. Mısır mukavkısı tarafından kendisine hediye edilen câriye Mâriye ise ayrı bir evde oturuyordu. Resûl-i Ekrem'in hanımlarının ayrı birer odasının bulunması ve kendileriyle ancak perde arkasından görüşülmesine müsaade edilmesi, İslâm'ın tesettür emri ve nâmahrem kadınlarla erkeklerin birbirlerine bakmaları yasağıyla ilgilidir; dolayısıyla Resûluilah'ın hükümdar saraylarındakine benzer bir hareminden söz etmek mümkün değildir. Huzâî ve Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber dönemindeki devlet tekilâtına dair eserlerinde "harem emini" diye bir başlığa yer vermekte iseler de burada haremden kastedilen belli bir mekân değil Resûl-i Ekrem'in eşleridir. Nitekim zikredilen rivayetlerde, Hz. Ömer zamanında Resûluilah'ın bazı eşleri hacca gittiklerinde Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf'm onları koruyup gözetmekle görevlendirilmelerinden söz edilmektedir (Tahrîcü'd-delâlâti's-serrfiyye, s. 447; et-Terâtîbü'l-idariyye, II, 115-116). Hulefâ-yi Râşidîn bir yönetim binasına (dârü'l-hilâfe, saray) sahip olmadığı için hanımları kendi evlerinde kalıyorlardı; bu sebeple söz konusu devirde bir müessese olarak haremden bahsedilemez. Genellikle İslâm tarihinde saray hareminin ilk defa Emevîler devrinde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Sarayın harem kısmında hadım hizmetkâr kullanımı I. Muâviye ile başlamıştır. Tarihçi Mes'ûdî, Muâviye'nin bir gün genç bir hadımla birlikte hareme girdiğini ve o sırada başı açık durumda bulunan karısı Fâhite'nin hemen örtünüp kocasına, hadımlar dahil genç erkeklerin hareme girmesinin caiz olmadığını söylediğini ve Muâviye'nin o günden sonra yaşlı hadımlar hariç hiçbir erkeğin içeri girmesine izin vermediğini kaydeder {Mürûcü'z-zeheb, VIII, 148-149). Abbasîler döneminde saray teşkilâtı hiç şüphesiz daha fazla gelişmiş ve buna paralel olarak "harîmü dâri'l-hilâfe" adıyla anılan harem de kurumlaşmıştır. Milliyetleri farketmeksizin kadınların daima halife ve hükümdarlar üzerinde etkili oldukları bilinmektedir. Abbâsîler'de de bu durum ilk devirlerden itibaren hissedilmiştir. Halifeler üzerinde büyük nüfuza sahip ilk kadın, Hadi-İlelhak ile Hârûnür-reşîd'in annesi Hayzürân'dır. Hayzürân,hem kocası Mehdî-Billâh hem de oğulları üzerinde etkili olmuş, halifeler onun istemediği birini vezir veya hâcib tayin edememişlerdir. Hâdî, annesinin tahakkümünden ve sonu gelmez isteklerinden bıkıp usanınca ona sert tepki göstermiş ve emirlerin Hayzürân'ın kapısına gitmelerini yasaklamıştır. Ancak Hayzürân oğlunun bu davranışına çok kızmış ve intikam duygulan ile onun öldürülmesinde rol oynamıştır. Hârûnürreşîd'in halife olmasından sonra da iktidarı tekrar ele geçirmiş ve büyük bir servet toplamıştır. Muktedir-Billâh'ın halifeliği sırasında annesi Seyyide ile Hâle ve Ümmü Mûsâ el-Hâşimiyye adlı cariyeler devlet yönetiminde büyük nüfuz sahibi olmuşlardı. İbn Tiktakâ, Muktedir devrinde haremin nüfuzunun zirveye ulaştığını, devletin kadınlar ve hadımlar tarafından idare edildiğini söyler [el-Fahrl, s. 191, 262). O dönemde saraydaki siyah ve beyaz hadımların sayısı 11,000'e çıkmıştı. Halifeler etnik menşelerine bakmaksızın sevdikleri cariyelerle evlenirler, bu durum sarayda ve üst kademede bazı karışıklıklara sebep olurdu. Çünkü bu hanımlar dost ve akrabalarını kayırır ve onları önemli görevlere getirirlerdi. En meşhur örneklerden biri Gıtrif b. Atâ'dır. Halife Mehdî-Billâh, Cüreş âmiline mektup yazarak karısı Hayzürân'ın kardeşi Gıtrîf b. Atâ'nın merkeze gönderilmesini istedi ve daha sonra kendisini Yemen valiliğine tayin etti. Halife Muktedir'in de Garîb adlı Rum asıllı bir dayısı vardı ve büyük nüfuza sahip olduğu için kendisine emîr diye hitap edilirdi. Saraydaki pek çok entrika ve çekişmenin kaynağı haremdi. Özellikle halifelerin anneleri devlet yönetimine çok fazla müdahale ettikleri için annesi hayatta olmayan hanedan mensuplarının halifeliğe getirilmesi istenirdi. 300 (912-13) yılında haremdeki kadınlardan sorumlu iki cariyenin bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Halife Muktedir- Billâh'ın, diğeri de annesi Seyyide'nin câriyesiydi. Meşhur mahkûm ve tutuklular zaman zaman sarayda hapsedilir ve halifenin cariyesinin gözetimi altında rahat bir hapis hayatı geçirmeleri sağlanırdı. Bunlar arasında İbnü'l-Furât, Emîr Hüseyin b. Hamdan ve Ali b. îsâ sayılabilir. Haremin Fatımî Devleti'nde de büyük bir nüfuz ve önemi vardı. Haremdeki kadınların bir bölümü devlet işlerine yaptıkları müdahalelerle tanınırken bir kısmı da servetleriyle meşhur olmuşlardı. Meselâ Muiz-Lidînillâh'ın iki kızı Reşîde ve Abde'nin çok miktardaki para, mücevherat ve kıymetli elbiseleri dillerde dolaşıyordu. Azîz-Billâh'ın Rum asıllı karısı Seyyide devlette büyük nüfuz sahibi idi ve iki kardeşini önemli görevlere tayin ettirmişti. Azîz-Billâh'ın kızı ve Hâkim-Biem-rillâh'ın kardeşi Sittülmülk'ün muazzam bir serveti, 800 cariyesi ve yıllık 50.000 dinar tahsisatı vardı. Bu hanım zekâsı ve cömertliğiyle ünlüdür; ayrıca Hâkim -Bi-emrillâh'ın öldürülmesi olayına da adı karışmıştır. Zahir-Lii'zâzidînillâh'ın karısı ve Müstansır-Billâh'ın annesi Sudanlı idi ve onun gayret ve himayesi sayesinde ordudaki Sudanlılar'ın sayısı 50.000'e ulaşmıştı. Mervânîler'den Nasrüddevle'nin hareminde 500 odalığı vardı ve burada 500 hadım görev yapıyordu. Zengîler'den 11. Seyfeddin Gazi küçük yaştaki hadımlar hariç diğerlerinin hareme girmesine izin vermezdi. Muvahhidler'in kurucusu Abdülmü'min el-Kûmî. Endülüs'e sevkettiği 20.000 süvarinin eşlerini hadımların nezâretinde onların peşinden göndermişti (Ibnü'l-Esîr, X, 17; XI, 63, 156). Selçuklularda hükümdarın "hatun" veya "terken hatun" denilen nikâhlı eşleriyle cariyelerinin yaşadığı haremin kendine has bir teşkilâtı olduğu bilinmekte, ancak elde yeterli belge bulunmamaktadır. Hatunlar sarayda ve devlet yönetiminde etkiliydiler. Sultan Alparslan'ın karısı Mirdâsî Emîri Mahmud'un öldürülmesini engellemiş. Ümmü Kıfçak adlı diğer bir karısı da Vezir Amîdülmülk Kündürî'nin öldürülmemesi için şefaatçi olmuştu. Sultan Melikşah'ın karısı Terken Hatun kocasının ölümünden sonra devlet idaresini ele geçirmiş ve çocuk yaştaki oğlu Mahmud'u sultan ilân ettirmiştir. Selçuklu sultanlarının haremi hatunlarını, odalıklarını, onların hizmetçi ve cariyelerini içine alırdı. Hatunların kendilerine has divanları, şahsî iktâları ve emlâki vardı. Bunlar bazan veraset yoluyla evlâdına intikal ederdi. Meselâ Tuğrul Bey'in hanımı Altuncan Hatun'un Irak'ta mülkü bulunuyordu. Alparslan, Kavurd Bey'in her kızına 100.000 dinar verdi ve bazı yerleri onlara iktâ etti. Sümeyrem şehri de Muhammed Tapar'ın karısı Gevher Hatun'un iktâları arasında yer alıyordu. Saray teşkilâtı içerisinde hatunların şahsî hizmetini gören çoğu kadın birtakım görevliler vardı. Nizâmülmülk eserinde saraylı kadınların, özellikle hatunların devlet işlerine karışmamaları tezini savunurken onların kadın hâcib ve hizmetçilerinin sözlerine göre hareket edeceklerinden endişelenir (Siyâsetnâme, s. 235-236). Sultanlar sefere çıktıklarında, bir ülkeye gittiklerinde veya herhangi bir maksatla başşehirden ayrıldıklarında Hz. Peygamber'in sünnetine uygun olarak haremlerini tamamen veya kısmen yanlarında götürürlerdi. Alparslan, 1071'de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes üzerine yürüyünce haremini Tebriz'e geri göndermişti. Sultan Sencer'in karısı Katvân Savaşı sırasında yanında buluyordu ve Karahitaylar tarafından esir alınmıştı. Anadolu Selçuklulan'nda da sultanın bir haremi bulunuyordu. Hatunların kendilerine ait sarayı ve hıristiyan kadınlardan oluşan halayık ve câriye kadroları, ayrıca bir kadın hazinedar idaresinde bulunan hazinesi vardı. Sultanların kızları haremde eğitilirdi. Burada da hatunun ve haremdeki diğer kadınların devlet işlerine müdahaleleri olurdu; meselâ 1. Kılıçarslan'ın karısı Ayşe Hatun kocasının ölümünden sonra Malatya'yı idare etmişti. Hârizmşah Alâeddin Tekiş'in karısı ve Alâeddin Muhammed b. Tekiş'in annesi Terken Hatun devlet işlerine yaptığı müdahaleleriyle tanınmıştır. Çok nüfuzlu bir kadın olan Terken Hatun'un ayrı bir sarayı, kendine bağlı devlet erkânı, özel emlâk ve akarı vardır; sözü sultanlar ve yakınları tarafından dinlenir ve devlet hazinesini dilediği gibi harcardı. Hârizmşahlar'da da hatunların iktâları vardı. Celâleddin Hârizmşah Tuğrul b. Arslan'ın kızıyla evlenince onun iktâlarını arttırmış. Selemâs ve Urmiye'yi de ona vermişti. Memlûk sultanlarının Kahire yakınlarındaki Kal'atü'l-cebel'de harem halkının kaldığı bir sarayı vardı. Harem işlerine tablhâne ümerâsı arasından seçilen zimamdarın emrindeki tavâşîler bakardı. Bâbürlü saray teşkilâtında "mahal, şebistân-ı hâs ve şebistân-ı ikbâl" adı verilen harem, Büyük Selçuklu geleneğine uygun biçimde gelişmişti. Harem irili ufaklı birçok bina, koğuş ve daireden oluşuyordu; her köşk ve dairenin kendine has yol ve geçitleri, çeşmeleri, depoları ve bahçeleri vardı ve bu mekânlar en mükemmel şekilde tefriş edilmişti. Sâkinlerinin mevkilerine göre yerleştirildiği köşk ve daireler, zamanlarının büyük bir kısmını burada hanımları ve câriyeleriyle birlikte geçiren hükümdarların zevk ve tercihlerine göre planlanmıştı. Şehzadelerin köşkleri nispeten küçük olmakla birlikte ihtişamları diğerlerinden geri kalmazdı. Haremin özellikle Cihangir ve Şah Cihan zamanlarındaki görüntüsü üzerine birçok tasvir yapılmıştır. Agra sarayında Cihangir'in annesiyle karısı Nurcihan Be-güm'ün kaldığı haremler çok meşhurdu. Bâbürlü hareminde kadınlar ve hadımlarla erkek hizmetkârlar olmak üzere iki çeşit görevli vardı. Haremin dahilî İşlerini ve nizamını kadınlar ve hadımlar, haricî işlerini ise erkek görevliler yürütürdü. Hizmetli sayısının Ekber ve Evrengzîb dönemlerinde 2000'i geçtiği, haremde hizmet eden hanımların seçiminde belirli prensiblerin konulduğu ve bu iş için akıllı, tecrübeli, yetenekli kadınların seçildiği bilinmektedir. XVII. yüzyılda Keşmirli kadınlar haremin kapısında bekçi olarak görevlendirilmiştir; peçe kullanmayan bu kadınların görevi içeriyle dışarı arasında irtibatı kurmak ve haberleşmeyi sağlamaktı. Haremlerde her türlü davranış ve eğlencenin disiplin çerçevesinde olmasına büyük dikkat gösterilirdi. Harem binaları özellikle geceleri çok iyi korunurdu; içeride güçlü, cesur, silâh kullanmakta maharetli kadınlar güvenliği sağlarken dışarıda hadımlar kapıları beklerdi. Bâbürlü hükümdarları sarayda devamlı kalmazlar, seferler ve başka maksatlarla başşehrin dışında uzun zaman geçirirlerdi. Bundan dolayı haremin merkezî sarayda ve ordugâh veya taşrada iki ayrı konumu, teşkilâtı ve günlük hayatı vardı. Ordugâhlarda merkezî bir yerde hükümdarın çadırı bulunur, burada kendine has saltanat haremi yer alırdı. Haremdeki hanımların kıyafet ve günlük hayatlarıyla ilgili özel prensipler tesbit edilmişti. Temel kurallardan biri, bütün kadınların disipline riayet etmesi ve ortalıkta dolaşmaktan kaçınması idi. Hükümdar hanımları ve kızları nadiren dışarı çıkar, genellikle zamanlarını kendi köşklerinde geçirirlerdi. Harem sakinlerinin gezileri şehir içi ve şehir dışı olmak üzere iki şekilde olurdu. Şehir dışı gezilerde hadımlar ve bazı kadın görevliler onlara refakat ederdi. Seyahatlerde genellikle filler kullanılır, fillerin üzerinde sâyebanlar ve mahfeler yer alırdı.[/font][/size]
  3. Cevat Rıfat Atilhan kitaplarını tekrar paylaşabilirsen sevinirim sana zahmet pm ile haber verirsen çok mrmnun olurum.

  4. tarih ile ilgili sorunuz varsaa ÖM atabilirsiniz :D

  5. Tarihöğretmenim. :D

  6. "Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir." M. Kemal ATATÜRK
  7. “İnsanın işi öğrenmektir. Deve insandan daha güçlüdür; fil daha iri, aslan daha yiğittir. Sığır insandan daha çok yer, kuşların erkekliği daha fazladır. İnsanın işi ise öğrenmek, öğrenmektir bu âlemde....”
  8. "Sıçrayıp ufuk değiştirmek bile ancak bir zemine basarak mümkündür. Bu zemin geçmişimizdir; onunla kuracağımız sağlıklı ilişki geleceğimizi belirleyecektir."
  9. http://diyanet7.diyanet.gov.tr/turkish/vakithes_imsakiye.asp burada imsakiye şablonları yok ama, dünyanın her yerinin imsakiye bilgilerine ulaşabilirsiniz
  10. 1- tabela da kim ki ? 2- Kaçınız evli ki memleketini söyleyip duruyor ? Hele bi evlenin de göreyim sizi....
  11. "Kuvvetine güvenenler, korkutma küçüklüğünde bulunmazlar." II. Abdülhamit
  12. Linkleri bi kontrol etseniz... Çünkü diyor....
×
×
  • Create New...