Jump to content
Son zamanlarda artan kullanıcı hesap hırsızlıkları sebebiyle tüm kullanıcılara şifre sıfırlama maili gönderilmiştir. Lütfen güveli şifreler seçiniz. Mevcut e-mail adresinize erişemiyorsanız, en aşağıdaki destek linkinden bize ulaşınız. ×

Ibretlik Osmanli Hikayeleri!


zamaneberduşu
 Share

Recommended Posts

[img]http://www.akademikozgurluk.com/wp-content/uploads/2011/03/osmanli-padisahlari.jpg[/img]

[b][color="#A0522D"]Siz bu orduyu yenemezsiniz[/color][/b]

[spoiler][b]Kanuni Sultan Süleyman Han, haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcak olduğundan asker susuzluktan kıvranıyordu.
Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti.

Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni’nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu:
- Nedir bu hâlin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler sana zarar mı verdi?
- Ben şikayet için değil memnuniyetimi bildirmek için geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrik etmemek insafsızlık olur.

- Askerlerim sizi memnun edecek ne yapmışlar?
- Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir kese gördüm. İçini açtığımda para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez.

Kanuni, derhal o askerin bulunmasını emretti. Hıristiyan köylü, bu askere ne gibi mükafat verecek diye merakla beklemeye başladı. Nihayet asker bulunup, Padişahın huzuruna getirildi. Kanuni, (Niçin izinsiz iş yaparsın? Parası verilmiş olsa bile, sahibinden habersiz mal almanın caiz olmadığını bilmiyor musun?) diye askeri azarladı. Sonra da, (Bu asker derhal ordudan uzaklaştırılsın) diye emir verdi.

Hıristiyan köylü heyecanla Kanuni’ye sordu:
- Ben bu askerin mükafatlandırılması için gelmiştim, siz onu niye cezalandırdınız?
- Kursağında, haram lokma bulunan bir askerle zafer kazanılmaz. Bunun için ordudan attım. Eğer aldığı üzümün parasını bırakmamış olsaydı, zalimlerden olurdu. İşte o zaman kellesini bile zor kurtarırdı...

Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında çeşme bulup, ihtiyaçlarını giderirken, rahip, birkaç rahibeyi iyice süsleyip, çeşmenin başına gönderdi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, süslü kadınlara yan gözle bile bakmadılar.

Bu durumu uzaktan ibretle seyreden rahip, hemen Haçlı kumandanına şunları yazdı: “Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini feda ederek, Allah yolunda savaşıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Siz onlardaki bu özellikleri ortadan kaldırmadan, onlarla savaşırsanız, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrum kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!”


alıntı[/b][/spoiler]
[b]
[color="#A0522D"]Keşişin Fatih’e söylediği[/color][/b]

[spoiler][b]Kritovulos, 15. yüzyılda yaşamış Bizanslı bir tarihçidir. İstanbul’un fethini ve diğer önemli olayları, savaşları yazıp Fatih Sultan Mehmed’e takdim etmiştir. Ve Fatih’in takdirini kazanmıştır. tarih-i sultan mehmethan-ı sani. yazarı: kritovulos yıl: 1328 fatih sultan mehmet bu tarihi yazan kritovulos u imroz adasına kral yaparak ödüllendirmiştir.
Kritovulos’un Fatih dönemindeki on yedi yıllık olayları yazdığı, İstanbul’un Fethi adlı kitabında İstanbul’un nasıl elden çıkacağını bir falcının gözünden anlatmakta ve sanki bu günlere nazire yapmakta.

Fatih, İstanbul’a girip Ayasofya önüne geldiği zaman, derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği yöne bir adam gönderdi. Sakalları uzamış, perişan durumda bir keşiş bulup getirdiler. Huzura çıkardılar. Korktu, teskin ettiler. Neden zindana atıldığını sordular.
Keşiş, Türklerin kuşatma hazırlıkları sırasında Kostantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp alamayacağını bildirmek için remil açmasını söylediğini; remilde İstanbul’un Türklerin eline geçtiğini bildirmesi üzerine, Kostantin’in kızarak kendisini zindana attırdığını anlattı. Keşiş sonra, “demek remilim doğru imiş” diye ekledi.
Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil açmasını ve doğruyu söylerse armağanlar vereceğini bildirdi. Keşiş yeniden, bu defa Fatih için remil açtı. Ve remili şöyle yorumladı:
– İstanbul, Türklerin elinden savaş ile çıkmayacak. Lakin öyle bir zaman gelecek ki ellerindeki emlak ve toprak azalacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak.
Bu falın bildirdiği sonuçtan ileri derecede meteessir olan Fatih, ellerini gökyüzüne kaldırarak: “İstanbul’da edindiği yerleri yabancılara satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar” diye beddua etti.




alıntı[/b][/spoiler]

[color="#A0522D"][b]Yavuz Sultan Selim'in Molası[/b][/color]
[spoiler][b]Mısır seferine giderken Gebze’de mola verilir ve askerler çadır kurarlar. Etraf bağlık ve bahçeliktir. Yavuz’u korkuyla karışık bir korku alır. Derhal Yeniçeri Ağasını çağırır ve emreder; “Ağa bütün askerlerin heybesini yokla, heybesinden meyve çıkan askeri bize getir.” der.
Yeniçeri Ağası aratır fakat bir şey bulamaz. Yavuz ellerini açarak “Allah’ım şükürler olsun. Bana


haram yemeyen bir ordu nasip ettin. Eğer askerlerimin içinden birisi sahibinden izinsiz bir tek elma yeseydi ve ben bunu haber alsaydım bu seferden vazgeçerdim. Çünkü haram yiyen orduyla beldeler feth edilmez”


alıntı[/b][/spoiler]

[b][color="#A0522D"]Casusa İstediği Her Şeyi Gösterin[/color]!..[/b]

[spoiler][b]Alman İmparatoru Şarklen'in Türkiye'deki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanımlanan Türk Ordusu, Birinci Viyana kuşatmasından önce Budapeşte önüne gelmiş, şehri kuşatmıştı.

Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir İbrahim Paşa'nın huzuruna çıkardılar.

İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:

"- Sen kimsin?"

"- Kral Ferdinand'ın subayyım efendimiz!"

"- Demek casusluk niyetiyle geldin... Peki, ne öğrenmek istersin?"

"- Görevim, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"

"- Anlaşıldı... Şimdi var, istediğin bilgileri topla!.."

İbrahim Paşa, sonra da ilgililere dönüp emir verdi:

"- Bu casusa istediği herşey gösterilsin, sorduğu herşeye doğru cevap verilsin!"

Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı.

Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca İbrahim Paşa'ya da durumu anlattı. İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onu yolcu etti:

"- Haydi git, gördüklerini kralına anlat!.."

Osmanlıların kendi güçlerinden ne kadar emin olduklarını gösteren güzel bir örnek, değil mi?

Öyle bir örnek ki, dünyada eşi ve benzeri ne görüldü, ne de görülecek!

İşte büyük ordu, işte büyük devlet ve işte büyük devlet adamları!..
alıntı[/b][/spoiler]

[b][color="#A0522D"]Fatih, Medresesine İmtihanla Girdi[/color][/b]

[spoiler][b]Hazreti Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra, hemen kendi ismiyle anılan bir cami ve etrafına da büyük bir medrese yaptırdı. Bugünün üniversitesi sayılan medresede, Fatih de, bir oda almak istiyordu. Fakat Fatih'in bu isteğini medresenin ilim neyeti:
— Siz ne talebesiniz, ne de hacegân sınıfındansınız. Bu durumda medresede bir odaya sahip olmanız mümkün değil, dediler.

Hazreti Fatih, aldığı bu cevaba kızmadığı gibi: ,

— Medresede bir odaya sahip olabilmem için, ne yapmam lâzım? dedi.

— İmtihan olmanız lâzım, dediler.

Fatih, aynı talebe imiş gibi imtihana girdi ve imtihanı kazanarak kendi yaptırdığı medresede bir odaya sahip oldu.


alıntı[/b][/spoiler] Edited by zamaneberduşu
Link to comment
Share on other sites

[b][color="#A0522D"]Olay Osmanli döneminde geçiyor[/color].[/b]

[spoiler][b]Sultan Murad Han o gün bir hostur. Telaseli görünür. Sanki bir seyler söylemek ister sonra vazgeçer.Neseli deseniz degil, üzüntülü deseniz hiç degil. Veziriazam Siyavus Pasa sorar: -Hayrola efendim, caninizi sıkan bir sey mi var? -Aksam garip bir rüya gördüm. -Hayırdır insallah?.. -Hayır mı ser mi ögrenecegiz. -Nasil yani? -Hazirlan, disari çikiyoruz. Ve iki molla kılıginda çikarlar yola. Görünen o ki, padisah hâlâ gördügü rüyanin tesirindedir ve gidecegi yeri iyi bilir. Seri, kararli adimlarla Beyazit'a çikar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten asagilara sallanir. Unkapani civarinda soluklanir. Etrafina daha bir dikkatle bakinir. Iste tam o sirada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; -Kimdir bu? Ahali: -Aman hocam hiç bulasma, derler.Ayyasin meyhusun biri iste!.. -Nerden biliyorsunuz? -Müsaade et de bilelim yani. Kirk yillik komsumuz... Bir baskasi lafa girer; -Biliyor musunuz, der. Aslinda iyi sanatkârdir.Azaplar çarsisi'nda çalisir. Nalinin hasini yapar...Ancak kazandiklarini içkiye, fuhusa harcar.Hem ªise ªise sarap tasir evine, hem de nerde namli mimli kadin varsa takar pesine.. Hele yaslinin biri çok öfkelidir. -Isterseniz komsulara sorun, der. Sorun bakalim onu bir cemaatte gören olmus mu?..Hasili, mahalleli döner ardini gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalirlar mi ortada!.. Tam vezir de toparlaniyordur ki, padisah keser yolunu : -Nereye? -Bilmem, bu adamdan uzak durmayi yeglersiniz sanirim. -Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz,söyle veya böyle tebamizdir. Defini tamamlamak gerek. -Iyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. -Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha. -Peki ne yapmami emir buyurursunuz? -Mollaliga devam... Naasi kaldirmaliyiz en azindan. -Aman efendim, nasil kaldiririz? -Basbayagi kaldiririz iste. -Yapmayin, etmeyin sultanim, bunun yikanmasi, paklanmasi var. Tekfini,telkini... -Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmaliyiz. -Surada bir mahalle mescidi var ama... -Olmaz, vefat eden sen olsaydin nereden kalkmak isterdin? -Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azindan Fatih Camii'nden... -Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkani çoktur. Taninmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir saga sola kosturur, kefen tabut bulur. Padisah bakir kazanlari vurur ocaga... Usulü erkaninca bir güzel yikarlar ki, naas; ayan beyan güzellesir sanki. Bir nurdur, aydinlanir alninda. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâli bir tebessüm okunur dudaklarinda. Padisahin kani isinmistir bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalinciyi kefenler, tabutlar, musalla tasina yatirirlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardir daha...Bir ara vezir sikintili sikintili yaklasir. -Sultanim, der. Yanlis yapiyoruz galiba... -Nasil yani?.. -Heyecana kapildik, sorup sorusturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanimi vardir, belki yetimleri?.. -Dogru, öyle ya, neyse... Sen basini bekle, ben mahalleyi dolanip geleyim.Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padisah garip maceranin basladigi noktaya kosar.Nitekim sorar sorusturur. Nalincinin evini bulur. Kapiyi yasli bir kadin açar.Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefati bekler gibidir. -Hakkini helal et evladim, der. Belli ki çok yorulmussun. Sonra esige çöker, ellerini yumruk yapar, sakaklarina dayar... Aglar mi? Hayir. Ama gözleri kisilir, hatiralara dalar belki. Neden sonra silkinip çikar hayal dünyasindan... -Biliyor musun oglum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Aksamlara kadar nalin yapar... Ama birinin elinde sarap sisesi görmesin; elindekini avucundakini verir satin alirdi. Sonra getirip dökerdi helaya!.. -Niye? -Ümmeti Muhammed içmesin diye... -Hayret... -Sonra, malum kadinlarin ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamaninizi satin aldim mi? Aldim, derdi. Öyleyse simdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatirdim onlara... Mizrakli ilmihal. Hücceti islam okurdum... -Bak sen! Millet ne saniyor halbuki... -Milletin ne sandigi umrunda degildi. Hos, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamin arkasinda durmali ki, derdi. Tekbir alirken Kabe'yi görmeli... -Öyle imam kaç tane kaldi simdi? -iste bu yüzden Nisanci'ya, Sofular'a uzanirdi ya... Hatta bir gün; Bakasin efendi, dedim. Sen böyle böyle yapiyorsun ama komsular kötü belleyecek. Inan cenazen kalacak ortada...Dogru, öyle ya? Kimseye zahmetim olmasin deyip, mezarini kendi kazdi bahçeye. Ama ben üsteledim. is mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yikasin, kim kaldirsin? -Peki o ne dedi? -Önce uzun uzun güldü, sonra; -Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padisahin isi ne?

alıntı[/b][/spoiler]

Edited by zamaneberduşu
Link to comment
Share on other sites

[color="#8B0000"][b]Bağdat kapısını açan Genç Osman[/b][/color]

[spoiler]Adı kahramanlık türkülerine konu olan Genç Osman 1630 yılında Padişah 4. Murad tarafından düzenlenen ikinci Bağdat seferinde yer alan 17 yaşında bir delikanlıydı. Genç Osman’ın tavsiyesiyle dökülen toplarla Bağdat ele geçirilir. Genç Osman savaşta iki eli kesilmesine rağmen sancağı düşürmez ve ordunun en önünde gider. Bir adamın onu görüp hayret etmesi üzerine bayrak yere düşer ve Genç Osman şehit olur.

1914 ile 1917 yılları arasında Bağdat uğruna canını veren 187 askerle şehrin kapılarını ilk açan Genç Osman Bağdat’taki şehitlikte yan yana yatıyor.

Mehteran takımlarının cenk öncesinde çaldığı hemen her kulağın aşina olduğu şu sözler kazınmış Genç Osman Şehitliği’ndeki mozoleye: “İptida Bağdat’a sefer olanda Atladı hendeği geçti Genç Osman. Vuruldu sancaktar kaptı sancağı; iletti burca dikti Genç Osman. Bağdat’ın kapısını Genç Osman açtı Gören düşmanların tedbiri şaştı. Allah Allah deyip geçti Genç Osman...”

Irak’ta Bağdat Şehitliği Osmanlı Şehitliği ve Kut–el Amare Şehitliği olmak üzere üç Türk şehitliği bulunuyor. Buralarda binlerce şehit yatıyor.

Genç Osman tarih sayfalarına 1630 yılında Padişah 4. Murad’ın Bağdat seferi öncesinde geçti. Kahramanlığı dilden dile anlatılarak efsaneleşti. Tarihçi Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün ‘Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman’ adlı eserinde Genç Osman’ı özetle şöyle hikaye eder: “Bağdat seferine çıkacak olan Padişah tellalları çağırtıp bıyığına tarak batabilecek yaşta olgun kimselerin orduya katılmasını ister.

Ordudaki kumandanlardan birinin genç yaşta bir oğlu vardır. Sultan’ın huzuruna çıkarılan bu çocuğa padişah “Bıyığına tarak batmayanın orduya katılmamasını aksini yapanların öldürüleceğini bilmiyor musun?” diye sorar. Delikanlı sakalının içinde olduğunu söyleyerek tarağı dudağına saplar. Bu durum da sultanın hoşuna gider ama Genç Osman ilk Bağdat seferine götürülmez ve şehir ilk saldırıda alınamaz.

Abdulkadir Geylani Hazretleri Genç Osman’ın rüyalarına girerek top konusunda öğütler verir. Barut yerine toprak gülle yerine taş koymalarını öğütler. Genç Osman’ın Sultan’la beraber sefere çıkması ve Abdulkadir Geylani’nin tavsiyeleri üzerine hareket edilmesi sonucu kale surlarında gedik açılır. Ve şehir ele geçirilir. Genç Osman iki eli kesilmesine rağmen sancaktar olduğu için sancağı düşürmez ordunun önünde gider. Bir adamın onu görüp hayret etmesi üzerine ise bayrak yere düşer Genç Osman şehit olur.”
[/spoiler]

[color="#8B0000"][b]Orhan Gazi ve Kesik Baş[/b][/color]

[spoiler]Orhan Gazi 33 yaşında Osmanlıların başına geçti. Tahta çıkar çıkmaz baba dostlarını davet etti. Onlarla dertleşecek nasihat ve dualarını alacaktı. Hepsi bir araya geldiler. Can sohbeti yapıyorlardı. Osman Gazi'nin ruhu da mutlaka onlarla beraberdi. Padişah en yaşlısına sordu:

- Akça Kocam... Seni epeydir göremeyiz nerelerdesin?
- Ferman buyur Orhanım...
- Baba dostlarına ferman işler mi Koca Ağam?.. İrşat ve nasihat dileriz. Bilirsin ya bizler de atalarımız gibi derviş gâzileriz.
- Cümlemizin Sultânısın beyim... sen hemen emreyle...
- Bazı küffâr beldelerini ıslah dileriz. Fikriniz nedir?
- Karar senindir ve pek yerindedir Sultanım.
- İzmit tekfuresi prenses Balakonya ile aranız iyi imiş derler!
- Öyledir Beyim.

Orhan Gazi gülümsedi.

- Samandra tekfurunu esir eyledikten sonra hakikaten bu prensese sattınız mı?
- Bir şeyler oldu Sultanım.
- Bari yüklüce bir bedel alabildiniz mi?
- Ne gezer beyim! Bu kefereler bizi dünya pazarlığında hep aldatırlar.
- Aldatan olacağımıza aldanan olalım.
- Doğru dersin Orhan Gazi... Zaten bizim hesabımız gayrı öbür dünya iledir. Hemen Cenab-ı Hak size kuvvet bizlere de âhiret için hayırlı bir yolculuk nasib ede...
- Acele etme Akca Ağam... Daha görülecek işlerimiz durur. Sen bu Osmanlı milletinin direği babamız ve dedemiz cennetmekanların has dostusun. Bizden isteğin her ne olursa can baş üstüne.
- Hak canını esirgesin.. Destur verirsen şu tekfuresi belli İzmit taraflarına sefer dileriz!...
- Destur senindir Koca Ağam. Sultan Konur Alp'a döndü: - Sen ne dersin atam yoldaşı?
- Pek münasiptir Beyim. Bizi dahi Koca karındaşımdan fazla ayırmazsın İNŞALLAH Gerede taraflarını da bize bağışla.
- Sizler gibi çalışana helal olsun.
- Hizmetimiz ve dualarımız Osmanlı içindir. Akbaş Mahmut daha arzuluydu.
- Bize de Yalova'yı vermez misin Sultanım?
- Verdim gitti.

Akça Koca izin istedi söz aldı:

- Bilirsin Beyim... Bizler at sırtından inmedik... Güzel Allahımız ruhsat verdikçe de inmeyiz. Hak kelâmını yüceltmek için kâfire kılıç sallarız. Müminlere yeni yurtlar açarız.
- Doğru dersin ihtiyar.
- Lâkin fetih diyarları kılıçla ayakta tutulmaz.
- Belli... Belli... - Bizler kılıç kanununu iyi biliriz de âdâletin inceliklerine vukufumuz azdır.
- Evet. Adalet mülkün direğidir.
- Alââddin Paşadan bahsederim. Sultanım. İlmi hepimizden ziyadedir.
- Haklısın Akca Ağam.. Sen hemen şu İzmit derdini halle çalış. Alââddin Paşayı da ötesini de ondan sonra düşünürüz.

Divanda bulundular. Orhan Gazi'yi diz yere vurarak selamladılar. Helallaştılar ve görev yerlerine rüzgar gibi uçarak yollandılar...

- Akça Kocamız sizlere ömür Sultanım!...
- Sen ne dersin Ulak?...

Orhan Gazi beyninden vurulmuşa dönmüştü. Haberci ağlıyordu:

- Ayaklarım kırılsaydı da size bu haberi getirmeseydim... Velakin üzerimde bir emanet vardır...
- Ne emaneti?
- Akça Kocamın bir vasiyeti efendim...
- Tiz söyle...
- " İzmit'i biz fethedemedik... Canab-ı Hak Orhan Gazi Beyimize nasib etsin. Şayet bu kaleyi alırsa cümle haklarımız kendisine helal olur"... deyip ruhunu teslim etti Sultanım.

Orhan Gazi derhal sefer hazırlıklarına başladı. Ordusu ile bütün beyleri paşaları süvarileri piyadeleri; İzmit'in fethine gidiyordu.
Yarı yolda Konur Alp'in da vefat haberi gelmez mi?... Koca Osmanlı Padişahı ikinci defa sarsıldı... Artık o da yaralı bir kartal gibi acele ediyordu. Sevdiklerine kavuşmak için cennete gider gibi savaşa gidiyordu.
İzmit'in kadın tekfuresi Balakonya Bizans imparatorunun akrabasıydı. Bu sebeple İstanbuldan her türlü silah ve asker yardımı alıyordu. Kılayon isimli erkek kardeşi de yakınlardaki (Koyun Hisar) kalesinin tekfuru idi. Pek mağrur ve şımarıktı. Fırsat buldukça Osmanlı obalarına saldırır koyun ve keçi sürülerini çalardı.
Orhan Beyin askerleri nihayet İzmit kalesini sardılar. Dışarıdan içeriye veya kaleden dışarıya kuş uçurtulmuyordu. Sultan Orhan pek üzgün ve kızgındı. Buna rağmen İslâm-Türk civanmertliğini gösterdi. Tekfureye haber saldı:

- Boş yere kan dökülmesin. Gönül hoşluğu ile kaleyi teslim edin. İsteyenler serbestçe dilediği yere gidebilirler. Kalede kalanlara ise İslâm âdâleti yetişir. Cenk yolunu seçerseniz gayrı encamımızı yüce Allah bilir.

Bu teklife kibirli prenses küstahça cevap verdi:

- Haşmetlu Bizans Kayseri akrabamdır. Çok yakında yetişeceğini bildirdi. Aklınız varsa sizler kaçıp canlarınızı kurtarmaya bakın.

Orhan Bey güldü.
Aykut Alp ve Kara Ali adlı gazileri bir miktar süvari ile Koyun Hisar kalesine gönderdi. Olur da Kılayon ablasına yardıma gelirse; Osmanlı askerini meşgul edebilirdi.
Aykut Alp ve arkadaşları Koyun Hisar önüne varınca şaşaladılar. Kılayon kafiri bütün silahları takınmış bütün zırhlarını kuşanmıştı. Kalenin baş mazgalında onları gözlüyordu. Etrafında bir sürü şövalye ve subay vardı. Kendilerini görünce ellerini kollarını sallamaya başladı. Bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kara Ali dillerini bilirdi. Fakat uzak olduğu için hiç bir şey anlaşılmıyordu. Biraz daha yaklaşınca:

- Gelin gelin... Ölümünüze geldiniz!... Sizden sonra Orhan Beyinizi de geberteceğim. Ablamı onun elinden kurtaracağım... dediğini anladı. Duyduklarını Aykut Alp'e tercüme etti. İkisi de kas kas güldüler.

İşte bu sırada Kara Ali kara yayını sonuna kadar gerdi ve:
- Ya Allah... Bismillah. Deyip okunu fırlattı.

Tekfurun her tarafı zırhla kaplı idi. Yalnız göz delikleri; açıktı.
Kara Ali'nin dualı ve isabetli oku Kılayon'un sol gözünü delip beynine saplandı. Şımarık tekfur zırhlı bir kuş gibi kaleden aşağı düştü... Osmanlı fedaileri koşup onun Aykut Alp'i önüne getirdiler.
- Kesin kellesini.

Buyruk yerine getirildi.
- Kara Alim tiz bu kelleyi Orhan Beyimize yetiştir. Ola ki bir diyeceği vardır! Biz de hemen şu kaleyi teslim almaya bakalım.

Orhan Gazi kesik kelleyi bir mızrağa saplattı. İzmit kalesinin kapısı önüne diktirdi.
Mağrur Balakonya kardeşinin kesik başını görünce dehşete kapıldı. Telaş içinde sulh elçileri gönderdi:
- Acaba Sultanımız Orhan Gazi Beyimiz eski sözlerinde durular mı?... Bize merhamet ederler mi?.. Acaba kaleden gitmemize izin verirler mi?... Karşılığında ne emrederlerse ödemeye hazırız... diye (aman) diledi.

Müslüman- Türklerde (aman) diyen düşmana kılıç kalmazdı. Gene öyle oldu...
Sultan Orhan ve bütün gaziler şanla şerefle İzmit'e girdiler. Büyük kilisedeki putları kırdılar. Hep birlikte Namaz kıldılar. Bu zaferi kendilerine nasib eden Yüce Allah'a şükrettiler.
Bu sırada bir ulak Bilecikte Alââddin Paşayı buldu... Alââdin Paşa Huzura ulaştığı an bütün beyler divandaydı.

- Gazânız mübarek olsun Sultanım.
- Berhudar ol Alââddin Paşam... Seni buralara kadar yormamızın sebebi şudur ki; Din ve devlete hizmet için gün bu gündür.
- Emir buyur Devletlûm...
- Sen ki bizim âlim bir büyüğümüzsün. Takdir edersin ki fetih yurtlarında âdâlet ve güzel idare şart ola. İçimizde bu işleri senden ziyade başaracak kimse bulunmaz. Gayri bizim Başvezirimiz olmanı dileriz.
- Ferman senindir sultanım. Allah yolunda cihâd ettikçe cümlemiz senin emrindeyiz.

Orhan Gazi ferahladı. Gözleri çok uzaklarda:
- Vasiyetin yerine geldi Akça Kocam... diye fısıldadı.
[/spoiler]

[color="#8B0000"][b]ÇÖKÜŞ BAŞLAYINCA... III. MUSTAFA HAN[/b][/color]

[spoiler]III. Mustafa Han gayretli ve çalışkan bir sultandır dedeleri Fatih Yavuz ve Kanuni gibi olmayı çok arzular. Bunun yolu yeni bir hamleden geçer ki öncelikle mâlîyeyi ve orduyu ıslah etse iyi yapar.

O yıllarda Avrupa’da “Yedi Yıl Harpleri” (1756-1763) patlar. Bir yanda İngiltere-Rusya öbür yanda Prusya-Fransa... İki taraf da Osmanlı Devletini yanına çekmek ister ittifaka karşılık pembe vaadlerde bulunurlar. Mustafa Han ne “evet” ne “hayır” der Avrupalıları maharetle oyalar. Bu arada ordunun donanmasına donanmanın techizine hız katar.

Baron de Tott adlı bir uzman eliyle Tophâneyi elden geçirtir İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına uzun menzilli silahlar koyar. Yüzen köprüler çaktırır top arabaları yaptırır tüfeklere süngü takar. Mühendishâne-i Bahr-i Hümâyûn (Deniz Harb Okulu) ve Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûnu (Teknik Üniversite) açar. Ancak ordu geleneğimizi de göz ardı etmez körü körüne taklitçilik yapmaz.

Mustafa Han’a göre en önemli iş adaleti sağlamaktır ona göre “bir memleketin hukukçusu cıvıtırsa orada dirlik düzen kalmaz.” Sultan iktisada çok önem verir israftan hiç hoşlanmaz. Zengin beylerden ‘imdadiye’ toplar zahmetsiz kârlar peşinde koşan tefecilere (bunlar genellikle Yahudi olurlar) nefes aldırmaz. Paranın ayarını düzeltir devlet hazinesini lebalep altınla doldurur ki istese Edirnekapı’dan Ruscuk’a kadar altın yayar.

Polonezler Uğruna

Neyse “Yedi Yıl Harpleri” de biter Ruslarla Prusyalılar (Alman-Avusturya) düşmanlıklarını çabuk unutur el ele verip Lehistan’ı paylaşırlar. Sıkışan Leh milliyetçileri de (Polonezler) Osmanlı hudûduna sığınırlar. Ruslar sınır mınır tanımaz Polonyalılarla berâber Osmanlı ahâlisini de kırar ortalığı kana boyarlar. Yöre halkı Türklerle Rusları yan yana koyunca seçimi net yapar “Türk atları Vistül’de sulanmadıkça bize rahat yok” demeye başlarlar.

Mustafa Han önce diplomasi yolunu dener ancak Çariçe Katerina ve zalim komutanı Kont Stanislaw Doniatowski geri adım atmaz. Hatta Rusya’da bulunan Osmanlı ticâret heyetini içeri alırlar. Osmanlılar da İstanbul’daki Rus sefiri Obreskoff’u Yedikule zindanına tıkar Kırım Hanı Giray’a “var bildiğin gibi yap” buyururlar! Kırım Tatarları bir anda Güney Rusya’ya girer ortalığı dağıtırlar. Yüz binden ziyade esir alarak çanlarına ot tıkarlar.

Ah O Rumlar!...

Ama Çariçe Katerina az hin değildir Bağçesaray’da hekimlik yapan bir Rum vâsıtası ile Giray Hanı zehirletmeyi başarır. İş başa düşünce Serdar-ı ekrem Yağlıkçızâde Mehmed Emin Paşa yöreye varır ve Hotin Zaferine imza atar. (1769)
Gelgelelim Yeniçeriler kırk defa sökülmüş kumaş gibidirler artık dikiş tutmazlar. Komutanlar bunlarla uğraşmaktan dert sahibi olurlar. İngilizler ve Fransızlar her zamanki gibi ikili oynar Ruslara malzeme yağdırırlar. Rumlar “fırsat bu fırsat” deyip ayaklanır Koron Modon Navarin Patras Tripoliçe Kalamota ve Isparta’da görülmemiş katliamlar yaparlar. Ancak Mora Serdarlığına tâyin edilen Kaptan-ı Deryâ Mandalzâde Hüsâmeddîn Paşa âsileri sindirir Slavların hamisi kesilen Rusları Balkanlar’dan kovar.

İran Başa Belâ

Henüz bu dert savuşturulmadan Mısır’da Kölemenli Cin Ali Beyin isyan edeceği tutar ayaklanma Suriye Filistin ve Arabistan’a da sıçrar. Neyse bunlar da 1773’te kazanılan Sâlihiyye Zaferiyle terbiye olunurlar. Diyeceksiniz ki “Peki İran n’apar?” Osmanlı birileri ile boğuşsun da onlar yerlerinde otursunlar!.. Olacak iş mi hemen hançerlerini biler sırtımızdan vururlar. Cepheler çoğaldıkça detaylar dikkatten kaçar. Nitekim Ruslar (İngilizlerin yardımıyla) Baltık Denizini dolanır Cebelitarık’tan geçip Ege’ye girer ve “Çeşme Baskını” ile donanmamızı yakarlar.

Her ne kadar Cezayirli Hasan Paşa bu baskının öcünü alırsa da teknoloji yarışında geri kalan Osmanlılar artık “süpergüç” sayılmazlar. Nitekim Kont Romanzov komutasındaki Rus askerleri Boğdan’ın Kartal (Larga) mevkiinde kendilerinden üç misli kalabalık (180 bin) Yeniçeriyi yenmekte zorlanmazlar. Ancak bir başka ordumuz Rusları (Ahıska’da) perişan eder çocuklarımız Özi (Kırım) Yerköy Silistre ve Varna’da parlak zaferler kazanırlar.

Kasa Boşalınca

Savaş zor zenaattır vesselam harbin hitamında Mustafa Hanın tepeleme altınla doldurduğu hazine tamtakır kalır üç kuruşa muhtaç olurlar. Hal böyle olunca Mustafa Han hanımından (III Selim’in annesi Mihrişah Valde Sultan’dan 237 kese) ve kızından (Şah Sultan’dan da 340 kese altın) borç alır. Karşılığında senet yazıp mühür basar.

Ama ne yazık ki devletin bu borcu ödeyecek kadar parası hiç olmaz. “Ödemezse ödemesin el mi?” dediğinizi duyar gibiyim. İyi de borcunu ödeyemeyen de sarı çizmeli filan ağa değildir ki üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun hükümdarıdır. Gel de kahrolma!

III. Mustafa Han gibi şair ruhlu bir sultan bu acıları kaldıramaz teessüründen yatağa düşer ve gözlerini hayata yumar.
Onun vefatından sonra çok bilmiş hariciyecilerimiz Ruslarla akıllara ziyan bir anlaşma (Küçük Kaynarca) imzalar. Meydanda kazandıklarımızı masada dağıtırlar. Ne yazık ki I. Abdülhamid’e bu teessür yeter hele “Özi Katliamı”nı duyunca inme iner onu da toprağa bırakırlar.

III. Selim annesinin alacağını tahsil etmek bir yana kadıncağızın para eden nesi varsa derler toparlar Nizam-ı Cedid’i kurmak için harcar. Nitekim Yeniçeriler ona da kıyarlar.

Zor yıllardır vesselam... Ne III. Mustafa ne I. Abdülhamid ne de III. Selim dedelerinden daha az kahraman daha az bilgili daha az becerikli değillerdir ama olmaz...
Olmayınca olmaz...

[/spoiler]

[color="#8B0000"][b]İSTANBUL’UN FETHİNE YARDIM EDEN EVLİYA[/b][/color]
[spoiler]Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir:

"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir gün öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;

"Siz burada durunuz!" buyurdu.

Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:

"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;

"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih) kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:

"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân bana babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve;

"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân bana şöyle anlattı:

Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi:

"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada harbin en şiddetli bir ânında Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;

"Korkma!" buyurdu.

Ben de;

"Nasıl endişelenmeyeyim küffâr çok." dedim.

Ben böyle söyleyince elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım büyük bir ordu gördüm.

"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu.

Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."

[/spoiler]

Link to comment
Share on other sites

[b][color="#A0522D"]Fransız’lar korkak adamlardır[/color][/b]

[spoiler][b]19. yüzyılda Almanya’nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Alman’lar, öbür yakasında da Fransız’lar oturuyordu.

Fransız’lar, her sene nehrin karşı kıyısına geçiyor, Alman’lara âit topraklardaki mahsûlün tümünü toplayıp götürüyorlardı.

O sıralarda, birliğini henüz te’mîn edememiş olan güçsüz Alman’lar ise buna fazlaca ses çıkaramıyorlardı.

Ancak bu durum her yıl tekrarlanmayı sürdürünce, Alman’lar çâreyi Osmanlı sultanına durumu yazıp, imdât istemekte bulurlar ve sultâna bir mektup gönderirler.

Mektupta şöyle denilmektedir:

“Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsûlümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyâya adâlet dağıtan bir imparatorluğun sultânı, İslâmiyet’in de halîfesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkânı sağlayın.”

Osmanlı’nın gerileme yıllarına girdiği bir zamâna denk gelen bu yardım isteğini inceleyen pâdişâh asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbîsesi göndermeyi kâfî bulur. Yardım isteğini bildiren mektuba cevâbî bir mektup yazılır. Bu mektupla birlikte içi asker elbîsesi dolu üç çuval da Alman’lara yollanır.

Şaşkına dönen Alman’lar, çuvalları alıp mektubu okurlar: Mektupta şunlar yazmaktadır:

“Fransız’lar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfîdir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbîselerini adamlarınıza giydirin. Bu adamları mahsûl zamânı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfîdir.”

Bağ bahçe sâhipleri hemen Osmanlı askerinin kıyâfetlerini kapışırlar. Hasat vakti geldiğinde giydikleri bu yeniçeri kıyâfetleriyle ve büyük bir heyecanla, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.

Ertesi gün, nehrin karşı yakasından gelen haber, Alman’ların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: “Alman’lara Osmanlı’lardan imdât geldiğini zanneden Fransız’lar, korkudan, köylerini de terk ederek iç kısımlara doğru kaçmaktadırlar. Mahsûlünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir.”

Bu olay, Mülhaym’lıların gönüllerinde taht kurar.
Giydikleri yeniçeri kıyâfetlerini, daha sonra Mülhaym’a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyârete açarlar. Şehrin en yüksek binâsına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, hâlen olayın yıldönümünde şehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsîlen kutlarlar.

Bu olay, Osmanlı’nın sâdece birkaç yeniçeri kıyâfetiyle Alman’ları Fransız’ların elinden ve talanından nasıl kurtardığını anlatan, mâziden kalma, pırlantalarla resmedilmiş bir tablo gibidir.[/b][/spoiler]

[b][color="#A0522D"]Kanuni Sultan Süleyman’ın nâşı ile birlikte gömülen kutu[/color] [/b]

[spoiler][b]Kanunî Sultan Süleyman (ö.1566) son seferi olan Zigetvar seferine çıkarken, ecel vakî olursa nâşı ile birlikte gömülmek üzere veziri Sokollu Mehmed Paşa’ya bir paket verir. Kanunî vefat edince Sokollu bu emaneti Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye (ö.1573) verir ve vasiyeti bildirir. Şeyhülislam kabre, kefenli naaş dışında bir eşyanın gömülemeyeceğini bildirir.


Ceylan derisi bohçanın ibret için açıldığında içinden Kanunî’nin tahta çıktığı günden son seferine kadar icraatının, önemli savaş ve uygulamalarının meşru ve İslam’a uygun olduğunu bildiren fetvalar çıkmıştır. fetvaların çoğunda kendi imzasını gören koca Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin ağlayarak: ‘Süleyman! Süleyman! Sen kendini bu fetvalara dayanarak kurtardın, fakat bizleri kim kurtaracak’ dediği nakledilmiştir.

(Selanikli Mustafa Efendi Tarihi)”
[/b][/spoiler]

Edited by zamaneberduşu
Link to comment
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

 Share

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...