Jump to content

Kısa Hikayeler


ugur4721
 Share

Recommended Posts

Bunu Unutma Sakın..
Zamanın birinde kimsesiz ve yalnız bir kız vardı....
Kendini çok ama çok üzgün hisettiği bir gün çayırda yürürken küçük bir çalıya, bir kelebeğin takıldığını gördü.
Kurtulmak için çabaladıkça çalılar narin bedenini dahada çok hırpalıyordu.
Yetim kız dikkatle kelebeği kurtardı..Kelebek uçup gitmek yerine güzel bir periye dönüşüverdi.
Yetim kız gözlerine inanamadı...
Peri,kıza :"Senin eşsiz, iyi kalpli bu davranışından dolayı sana bir dilek dileme hakkı sunuyorum" dedi...
Kız bir an düşündü ve "Mutlu olmak istiyorum "dedi.
Peri ",peki " dedi.Kızın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı, sonrada ortadan kayboldu...

Kız büyüdüğü sürece ondan daha mutlu kimse yoktu.
Herkes ona bu mutluluğun sırrını sorardı.O ise gülümser:"Sırrım ,küçükken iyi kalpli bir periyi dinlemiş olmamdır "derdi.

Yaşlanıp ölüm döşeğine düştüğünde ,komşuları onun etrafına toplandı.
Sırrının onunla birlikte yok olmasından korkmaktaydılar.
"Lütfen sırrını bizede söyle " diye yalvardılar..."Peri sana ne dedi?"

Sevimli yaşlı kadın gülümseyip... 
"Bana şöyle dedi "

"""Ne kadar güvende ,ne kadar yaşlı yada genç ,zengin ya da fakir olursan ol...Her kesin sana ihtiyacı var.
Çevrendekilerin ,seni sevenlerin sana ihtiyacı var.Bunu Unutma Sakın!"""

Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

Bir  prens tahta çıkacaktı ama yasalara göre, daha önce evlenmesi gerekiyordu.

Uygun bir aday bulmak için bölgedeki genç kızları huzuruna çağırdı.
Saraydaki hizmetçilerden birinin kızı prensi çok seviyordu. O da prensin huzuruna çıkmak istedi. Annesinin uyarılarını dinlemedi, çünkü sevdiği adamı bir kere bile görmek onu mutlu edecekti.

Beklenen gece geldi. Genç ve güzel kızlar en güzel giysilerini giymişler, süslenmişler, kendilerini beğendirmek için her çareye başvurmuşlardı. Prens kızlara birer tohum verdi. Bunu saksılarına dikmelerini, altı ay sonra gelmelerini söyledi.

En güzel çiçeği yetiştiren kızı kendine eş olarak seçecekti. Herkes tohumu alıp heyecanla evlerine geri döndü.

Genç kız da kendisine verilen tohumu alıp saksıya ekti. O kadar bakmasına, özenmesine karşılık toprakta tek bir filiz bile görünmedi. Her şeyi denedi, uzmanlara danıştı ama bir fayda göremedi.
Altı ay dolmuştu ama saksı hâlâ bomboştu. 

Prens sunacağı bir çiçek olmadığı halde gene de belirtilen gün ve saatte boş saksıyla saraya gitti. Oysa diğer kızlar güzel çiçekli saksılarla gelmişlerdi…

Sonunda beklenen an geldi. Prens salona girdi, kızların arasında dolaştı, saksıları birer birer inceledi. Hizmetçinin kızını kendine eş olarak seçtiğini duyurdu.
Herkes şaşırmıştı. Diğer kızlar bu karara tepki gösterdiler, itiraz ettiler. Boş saksıyla gelen kız nasıl eş olarak seçilirdi? Prens durumu şöyle açıkladı:

“Bu genç hanım en değerli çiçeği yetiştirip bana sundu. O çiçeğin adı dürüstlük çiçeğidir. Çünkü sizlere dağıttığım tohumların hepsi sahteydi ve çiçek açmaları olanaksızdı.”

Edited by yineben
  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

  • 4 hafta sonra ...

✔ Köylünün biri, ineklerinin sütünden tereyağı yapardı.Her gün tereyağının bir kilosunu kasabadaki fırıncıya satardı. Aldığı paranın bir kısmıyla fırıncıdan bir ekmek alır, köyüne dönerdi.
Bir gün fırıncı köylüye çıkışmaya başladı :
— Ben, sana güvenerek getirdiğin yağları hiç tartmadan aldım. Müşterilerime sattım. Oysaki sen yağları eksik tartıyormuşsun. Seni şikayet edeceğim.
Köylü, yağları kendisinin tarttığını, hepsinin de bir kilo oldu­ğunu söyledi.
Fırıncı, köylünün o gün getirdiği yağı tarttı, Yağ bir kilodan azdı.
Fırıncı, köylüyü mahkemeye verdi. Fırıncıyı dinleyen kadı köylüye dönerek:
— Sen bu adamı aldatıyormuşsun. Tartıda haksızlık yapıyormuşsun, doğru mu? dedi.

Köylü:
— Sayın kadı! Ben fırıncıya her gün bir kilo yağ veririm, Alacağım paranın bir kısmıyla kendisinden bir ekmek alırım, Köydeki terazimin gramları çoktandır kayıp. Ben, gram olarak fı­rıncının bir kilo diye verdiği ekmeği kullanırım. Eğer fırıncının ek­meği bir kilodan azsa benim yağım da az olur.
Fırıncı birden telaşlandı. Davasından vazgeçmek istedi. Kadı kabul etmedi. Fırına adam gönderdi. Birkaç ekmek ge­tirtip tarttı. Ekmeklerin hepsi bir kilodan azdı.
Köylü davayı kazanmış, fırıncının hilesi ortaya çıkmıştı.

Link to comment
Share on other sites

  • 4 hafta sonra ...

Bir Gerçek Aşk Hikayesi...Derdi Olan Neylesin

 

 

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. Bu sırada kaldığı otağda görevli Mısırlı bir hizmetçi kız vardır ki, Selim Han sabah çıkınca, gelir, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gider… Akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına döner…

Bu kız sultanı görür görmez âşık olur. Lâkin platonik bir aşktır bu!.. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı, diğer tarafta basit bir hizmetçi… Ama gönül ferman dinlemiyor ki… Kızın aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Padişaha açılmaya karar verir. Yalnız aradaki uçurumu düşününce koca sultanın karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamaz. Düşünür, taşınır ve bir yazıyla ilân-ı aşk etmeyi planlar. Bir not yazarak Selim Hanın yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: 

 

“Derdi olan neylesin?”

Akşam gelince notu gören Selim Han, bunun, çadırını süpüren hizmetçi kıza ait olduğunu anlar. Dünyayı sallayan sultan, bu kızcağızın temiz sevgisine saygı duyar ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:


“Derdi neyse söylesin.”

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Kız temizlik için çadıra geldiğinde kaparcasına kâğıdı alıp heyecanla okur. Sultanın cevabından cesaretlenir ve kâğıdı çevirip önceki notunun altına şu cümleyi ekler:
“Korkuyorsa neylesin?”

BÖYLESİ BİR AŞK NASIL SÖYLENİR…

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin!”
Sabah bu cevabı okuyan kız artık kararını vermiştir! Aşkını o akşam halifeye söyleyecektir. O gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip beklemeye başlar…

Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce kız hemen ayağa kalkar. 

Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” deyince, kız bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle “Efendim…” der. “Köleniz…” ve cümlesini tamamlayamadan “!” diye feryad ederek yığılıp kalır ve ruhunu teslim eder. 

Selim Han da çok hislenmiştir. Gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

- Gerçek aşkı şu kızcağızdan öğrenin.
Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür…
Vuslat bilemem ki hangi rüyalarda,
ayrılıktan şimdi üşür durur eller…

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

MÜTHİŞ DERS ALINACAK BİR HİKAYE

Çocukları olmayan evli bir çift, her gün olduğu gibi yine tarlaya çalışmaya gitmişler.
Çalışırlarken bir yılan ile gelinciğin kavgasını izlerler,
Anne Gelincik yavrusunu yemesin diye kendini Yılana yem eder, ve Yılan çekip gider.
Yavru gelincik orada tek başına kalır. Kadın; bey yazıktır evimize götürelim besleyelim der ve eve götürürler.
Aradan zaman geçer bu çiftin çocukları olur ve tabi gelincikte büyümüştür evin bir parçası olmuştur.
Bir gün bu çift acil tarlaya gitmeleri gerekiyor ama bebek evde uyuyor.
Erkek; bir şey olmaz 5 dk'ya geliriz der ve sırtlanırlar küreklerini tarlaya giderler. Geldiklerinde kapıyı bi açarlar bide ne görsünler ? Gelincik ağzı kan revan içinde evin içinde dolaşıyor !
Bunu gören adam kan beynine sıçramış ve elindeki kürekle vura vura gelinciği öldürür.
Sonra bütün odalara bakarak çocuğunu arar ve bi bakarlar ki çocuk odasında mışıl mışıl uyuyor, bebeğin diğer yanına baktıklarında ise ölü bir yılan görürler ve anlaşılır ki gelincik bebeği korumak için yılanı öldürür.
Adam dizleri üzerine çöker Aman Yarabbi ben ne yaptım nasıl böyle bir yanlış yaparım diye yıllarca kendini yer bitirir.
İşte ön yargı böyle bir şeydir.

Lütfen sonucu görmeden yargılama yapmayınız.

Edited by yineben
Link to comment
Share on other sites

Adamın biri çok sevdiği kadına şiirler yazıyordu.Sonra kadın ansızın onu terk etti.adam şiirler yazmaya devam etti.daha çok yazdı.

ve günün birinde çok ünlü şair oldu.Bir şehirde büyük bir şiir dinletisi sundu.dinleti bittiğinde o kadın geldi ve

"merhaba" dedi.adam ona sıradan bir kadına bakar gibi baktı.Kadın:"beni tanımadın mı? dedi Adam:"hayır tanımadım".dedi.

"Nasıl tanımazsın uğruna şiirler yazdığın kadınım ben;seni şair yapan kadın.adam imzaladığı kitaptan başını hafifçe kaldırıp"keramet sizde olsaydı,o kolunuza taktığınız adam da şair olurdu"dedi.

  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

  • 4 hafta sonra ...

[spoiler]12376324_10153954733219463_6059787857184[/spoiler]

 

Birisi hanımı ile hiç geçinemez. Evde her gün basit şeyler yüzünden tartışma olur. Adam bu tartışmalardan bıkıp artık ayrılmak ister. Bunların münakaşaları yüzünden iki tarafın ailelerinin de araları açılır...
 
Bu şahıs bir gün perişan bir hâlde, istişare etmek için tecrübe sahibi, ilim ehli, herkes tarafından sevilen, sözüne güvenilen bir zata gidip durumu anlatır, hanımından boşanmak istediğini söyler.
 
O zat, ona;
“Artık ayrılsan da fark eden bir şey olmaz. Şurada bir ay kadar ömrün kaldı, ne istiyorsan yap!” der... Bu sözü duyan adam şoke olur, rengi atar, yine perişan bir durumda çıkar gider...
 
Rastladığı tanıdıklarıyla helalleşmeye başlar. Eve gider, hanımına ağlamaklı;
"Hatun gel, bunca zamandır seni üzdüm, sana iyi kocalık yapamadım, istediğini alamadım, hakkını gözetemedim, ne olur beni affet, bana hakkını helal et" der.
 
Hanımı;
"Allah Allah, bu adama ne oldu da böyle şeyler yapıyor!" der, acır ona ve "Bey, asıl sen hakkını helal et, ben hep edepsizlik yaptım, seni çok üzdüm" der. İkisi de başlar ağlamaya...
Sonra adam, kavgalı olduğu kayınpederine gider. Onlarla da ağlayarak helalleşir. Adamın hanımı da, kendi kayınvalidesine gidip aynı şekilde helalleşir. Artık evde her gün cennet hayatı yaşarlar ve birbirlerini hiç üzmezler...
 
Ama adam, hanımına, o zatın, öleceğine dair sözünden hiç bahsetmez... Bir ayın dolması için günleri sayar. Günler yaklaştıkça bunun iyiliği artar, geceleri de ibadet eder. Bunun iyiliği artınca hanımının da ve ailelerin de iyiliği artar...
 
Bir ay dolar. Ha bugün öleceğim ha yarın... derken, bir türlü ölmez! "Kesin bir ay denmedi, bir ay kadar dendi, belki birkaç gün daha var" diye düşünür...
 
Birkaç gün daha bekler, yine ölmez. Sonra o zatın yanına gider;
“Efendim ben ölmedim” der. O zat da;
 
“Ne ölmesi?” deyince;
“Efendim siz 'bir ay kadar ömrün kaldı' demiştiniz, o bir ay doldu ama ben ölmedim” der. O zat;
“Kardeşim, ben senin ne zaman öleceğini bilemem, ama şunu biliyorum, ölüm var, bir gün elbette öleceksin. Ölecek adam kavga niza ile hayatını zehir etmez. Şu andaki hayatından memnun musun?” der. Adam
“Evet hiç tartışmamız olmuyor” der. O zat;
 
“Haydi artık böyle devam edin” der... O ailenin iki çocukları olur, gül gibi geçinip giderler...
 
İşte bütün mesele ölümü unutmamak. Ölümü unutunca ne oluyor, unutmayınca ne oluyor bu açık bir örnek. Bütün sıkıntılar ölümü unutmaktan, hak ve hukuka riayet etmemekten yani dinimize uymamaktan ileri gelir...
  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

  • 4 hafta sonra ...

MUHTEŞEM BİR KISSA
Vaktiyle bir padişah kendisine bir vezir bulmaya karar vermiş ve böyle kocaman bir kapı yaptırmış.
Yaptırdığı kapının ortasına onlarca kilit yaptırmış. Kimisi sürgülü, kimisi halka kilit vesaire derken baştan aşağı her tarafa kilit yaptırmış.
Ve sonra vezir adaylarını bir bir buyur etmiş.
İlk giren adama demiş ki:
- "Sen benim vezirim olmak istiyorsun, değil mi?"
O da demiş:
- "Evet efendim."
- "Eğer benim vezirim olmak istiyorsan, şu kapıyı anahtar kullanmadan, levye kullanmadan, hiç bir alet kullanmadan açmanı
istiyorum" demiş.
Vezir adayı şöyle bir dönmüş kapıya, bakmış ve demiş ki:
- "Efendim bu mümkün değil, kaldı ki anahtar bile olsa bu kapıyı açmak saatler sürer."
O da demiş ki:
- "Peki, sen git ötekisi gelsin."
Öteki gelmiş, ona aynısını söylemiş, O demiş: "Efendim mümkün değil anahtar bile olsa..."
Öteki gel, öteki gel falan derken, en son vezir adayı girmiş içeriye.

Padişah demiş ki:
- "Sen vezir olmak istiyorsan, şu kapıyı anahtarsız, levyesiz, hiç bir alet edavat kullanmadan açmanı istiyorum."

Adam şöyle bakmış kapıya, bakmış, dönmüş demiş ki padişaha:

- "Devletli Sultanım! Aslında aklım der ki: 'Bu kapı böyle açmaya açılmaz.' Lakin bize itmek düşer" demiş ve elini uzatıp o kapıyı şöylece ittiğinde kapının açılıverdiğini ve aslında kilitlerin hiç birinin kapalı olmadığını görmüş.

Yani şunu demek istiyoruz;
Cenâb-ı Hakk'ın rızası nerede saklı hiç birimiz bilmiyoruz...

Belki bir vakit namazda saklı...
Belki bir yetimin başını okşayacağız şefkatle...
Belki bir kediye su vereceğiz merhametle...
Belki yanımızdan geçen ve hiç tanımadığımız birine: 'Esselamu aleyküm ve rahmetullah' diyeceğiz,
Ve belki o da mukabele de bulunacak: 'Ve aleyküm selam ve rahmetullah' diyecek...

Bu yüzden Cenab-ı Allah'ın rızası hangi kapıda saklı diye, biz kullara itmek düşer..Yani İnancımızın Gereğini Yapmak Düşer.

  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

  • 3 hafta sonra ...

Doğru Tüccarın Faydası 

Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti ve oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da o bölge halkının aradığı cinstendi. Kendisi kanaat sahibi bir insandı 
tüccarın. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. 
Bir gün geç geldi iş yerine. Ama kasada fazlaca para vardı. Belli ki, tezgâhtar iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu: 
—Hangi kumaşlardan sattın? 
—Şu kumaştan efendim. 
—Metresini kaça verdin? 
—On akçeye. 
—Nasıl olur? dedi tüccar. 
—Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın.
Görsen tanır mısın onu? 
Tezgâhtar gitti, müşteriyi buldu, getirdi. 
Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. 
—Ne demekti hakkını helâl et? 
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. 
Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. 
Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı ve sordu: 
—Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. 
Bunun aslı nedir? 
—Ben, dedi tüccar, Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. 
Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim. Kral: 
—İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. 
Tüccar, birer birer soruları cevapladı. 
Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. 
Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. 
Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu. 
250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik bir kumaş ve hakkaniyete uygun küçük(!) bir davranış idi... Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. 
Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. İnandığı gibi anlatmaktan ziyade inandığı gibi yaşamaktı...

Link to comment
Share on other sites

  • 4 hafta sonra ...

"CEP TELEFONU OLMAK İSTERDİM"

Karı ve koca bir akşam yemeklerini bitirdikten sonra, yorgun argın oturma odasına geçerler. Kadın ilkokul öğretmenidir. Öğrencilerine verdiği ‘ne olmak istersiniz’ başlıklı kompozisyon ödevini notlandırmak için masaya geçer. Kocası da eline cep telefonunu alıp, koltuğuna yerleşir. Nihayet yorgun bir günün ardından dinlenebilecektir.

Kadın, tüm kompozisyonları notlandırıp işinin bittiğini düşünürken, kenarda kalmış bir ödevin gözünden kaçtığını fark eder ve not vermek için okumaya başlar.

Kağıtta yazansa şudur: 
'Benim dileğim, akıllı bir telefona dönüşmektir. Dileğim bu çünkü annem ve babam telefonlarını gerçekten çok seviyorlar. 
Annem ve babam sadece telefonlarına dikkat gösterirler, hatta bazen de beni unuttukları olur.

Annem ve babam işten yorgun döndüklerinde, vakitlerini telefonlarıyla geçirirler, benle değil. Önemli bir işle meşgul olsalar dahi, eğer telefonları çalarsa, anında yanıt verirler. Ama aynısını benim için yapmazlar, ağlasam bile…

Annem ve babam cep telefonlarında oyun oynarlar, benimle değil. Telefonda konuşurken, heyecanla yanlarına gidip bir şey paylaşmak istesem, hemen beni susturup, yanlarından gönderirler. Bu yüzden cep telefonu olmaktır, dileğim. Çünkü belki de ancak o zaman beni telefonları kadar severler.’

Kadın göz yaşları içerisinde kompozisyonu okur. Kocası sorunun ne olduğunu sorar, kadın ödevi kocasına verir. Adam hızlıca okuduktan sonra hangi mutsuz öğrencisinin bu kompozisyonu yazdığını sorar.

Ancak ondan sonra kadın, bu fazladan ödevin nereden çıktığını anlar. Çünkü o fark etmeden araya konmuştur. “Kompozisyonu yazan öğrencilerimden biri değil” diye cevap verir kadın. “Onu yazan oğlumuzmuş”.

Link to comment
Share on other sites

  • 9 ay sonra...

Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş.

Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.

Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.

Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş.

Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş.

Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış.

Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayın pederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş.

Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş.

Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam , bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş.

Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan;

“BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER, BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM ŞİMDİ” DEMİŞ…

Hadis-i Şeriflerde buyurulur ki:

(Öfkelenen, dilediğini yapmaya gücü yettiği halde, yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ da onun kalbini emniyet ve iman ile doldurur.) [İbni Ebid-dünya]

(Öfke, şeytandandır. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Öfkelenince abdest alın!) [Ebu Davud]

(Sinirlenen, ayakta ise otursun. Öfkesi geçmezse yan yatsın.)

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

3 Heykel

Bir zamanlar, iki komşu ülkenin hükümdarı, birbirlerini sürekli imtihan eder, zeka gösterilerinde bulunurlarmış.

Bir gün bu hükümdarlardan birisi, diğer hükümdara yeni bir zeka gösterisinde bulunmak istemiş ve çağırdığı heykeltraşa birbirinin tamamen aynı olan, altından üç tane adam heykeli yaptırmış.

Görünüşte tamamen aynı olan bu üç heykelin arasındaki farkı ise yalnız ikisi biliyorlarmış.

Heykeli yaptıran hükümdar bunu diğer ülkenin hükümdarına hediye olarak yollamış ve şöyle yazmış:

“Bu üç heykel birbirinin tamamen aynısıdır ama, bir tanesi ötekilerden daha değerlidir. Onu bulursan bana haber ver” demiş.

Hediyeyi alan hükümdar, önce heykelleri tarttırmış, gramına kadar aynı olduğunu görmüş. Ülkede bulunan bütün bilginler gelip bakmışlar ama arada hiçbir fark görememişler.

Sonra, zindanda bulunan fakat çevrede zekası ile tanınan bir mahkum bu bilmeceyi çözmeye talip olmuş.

Mahkum önce heykelleri çok iyi incelemiş, sonra çok ince bir tel istemiş.

Teli birinci heykelin kulağından sokmuş, tel ağzından çıkmış,

Aynı şey ikinci heykel içinde olmuş, onun da kulağından giren tel diğer kulağından  çıkmış.

Üçüncü heykelde ile tel kulaktan girmiş ama hiçbir yerden çıkmamış. Bu kulaktan giren tel, heykelin içinde kalbe kadar gitmiş ve orada kalmış.

Hükümdar bunun üzerine şu cevabı yollamış:

“Kulağından gireni ağzından çıkaran insan makbul değildir”.

“Bir kulağından giren öbür kulağından çıkıyorsa, yine makbul değildir”.

“En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır”.

Bu değerli hediye için teşekkür ederim.” demiş.

  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

DERT AĞACI...

Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı...
Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti...
Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu...
Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti...
Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu...
Kapı açıldığında; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti...
Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı...
Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde; ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm hadiseyi sordum...
“O, benim dert ağacım,” dedi, “Elimde olmadan işimde bazı problemler çıkıyor, ama şundan eminim ki o problemler evime, eşime ve çocuklarıma ait değil...
Bunun için bu problemleri her akşam eve girerken o ağaca asıyorum... 
Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz?...
Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum...”
Unutmayın, öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir...

  • Like 2
Link to comment
Share on other sites

YALNIZ SEKİZ DAKİKAN VAR...
Hikâyede anlatılan efsaneye göre bir kadın, bir gün kucağındaki çocuğu ile
birlikte bir mağaranın önünden geçerken içeriden gelen bir ses duyar:
"İçeri gir ve ne istersen al, ama en mühim olanı unutma! Ayrıca:
Sen çıktıktan sonra kapının bir daha asla açılmayacağını da dikkate
al... Ancak bu fırsatı kaçırma, ama yine de en mühim şeyi unutma..."
diyor, durmadan ikaz ediyordu.
Kadın mağaraya girer ve büyük bir servetle karşılaşır. Yığınla altın ve mücevherleri görünce
şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak hemen büyük bir hırsla mücevherleri toplamaya başlar.
Bu sırada o esrarengiz ses yine duyulur:
"Yalnız sekiz dakikan var..."
Sekiz dakika çabuk geçer. Kadın toplamış olduğu kıymetli taşlar
ve altınlarla birlikte mağaranın dışına koşar ve kapı kendiliğinden
kapanır... Bu sırada çocuğunu içerde unutmuş olduğunun farkına varır, ama
iş işten çoktan geçmiştir. Ağlamak, sızlamak, dizini dövmek, saçını-başını yolmak fayda vermez.
Kapı bir kere daha açılmamak üzere kapanmıştır.
Zenginlik uzun sürmez, ama ümitsizlik hep yaşar.
Aynı şey çoğu zaman çoğu insanın başına da gelir.
Bu dünyada yaklaşık 80 senelik ömrümüz vardır ve bir ses daima bize:
"Sakın en mühim şeyi unutma!" der gibidir.
Mühim olan açık, net bir şekilde bellidir, o da: "Ebedi hayatı kazanmak..."tır.
Kaybedilme ve riske sokamayacağımız şeyler:
Manevi değerler, doğru inanç, doğru arkadaş, doğru çevre, doğru aile, hakiki dostlar ve sana ayrılan sınırlı hayattır.
Maalesef biz en mühim şeyleri çoktan unutmuşa benziyoruz...

  • Like 2
Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

Bir bürokrat görevli olarak şehirden kasabaya giderken yolda sulak ama bataklık bir yerde mola vermiş. Nasıl olmuşsa ayağı kayıp bataklığa düşmüş;

-"İmdat, Boğuluyorum. Kurtarın beni!" diye bağırmaya başlamış. O civardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış.

Bürokrat;
-"Bataklığa düştüm. Kurtar beni!" demiş..

Köylü;
-"Geçmiş olsun" demiş. Ama kurtarmak için hiç gayret göstermemiş. Hani nerdeyse dönüp gidecek. Bürokrat paniklemiş ister istemez,

-"Lütfen, bir dal uzat. Kurtar beni!" diye yalvarmış..

Köylü:
-"Olmaz sen şu anda hazine toprakları üzerindesin. Hazine malından bir şey almak suçtur"

-"Sen, dalga mı geçiyorsun. Ölüyorum. Kurtar beni!" diye bağırmış ağzına dolan çamurlarla.

Köylü hiç istifini bozmadan cevap vermiş.
-"Ben Hazine'den mal alıp suçlu duruma düşemem. Fakat, seni böyle bırakacak değilim. Gidip muhtara haber vereceğim. O kaymakama, kaymakam da valiyi arar mutlaka. Malmüdürüne talimat verilir. Şayet, hazine arazisi değilse. İtfaiyeye talimat verir ve seni kurtarırlar..."

Bürokrat:
-"Yahu.. Bunlar oluncaya kadar ben ölürüm."

Köylü gülmüş:
-"Ben ölmezsin demiyorum ki...
Ölsen de mevzuata uygun ölürsün!

  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

BİN AKÇEYE BİR NASİHAT....

(Mesnevi'den)

Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3.000 Akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş.

Yolda yürürken köşe başında birisi "Bir nasihat bin Akçe, bir nasihat bin Akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: 'Nasıl olur, bir nasihati bin Akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3.000 Akçe biriktirdim.' Bu işe pek aklı ermemiş ama merak işte. Duramamış ve adama bin Akçe vererek o nasihati satın almış. Nasihat:

"KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR."

Nasihati alan adam yoluna devam etmiş.

İleride yine köşe başında başka bir adam bağırıyormuş "Bir nasihat bin Akçe" diye. Adam yine dayanamamış, bin Akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihati de satın almış. İkinci nasihat:

"GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR."

Adam, son kalan bin Akçe'si ile de yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam, bir nasihati bin Akçe'ye satıyormuş. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihati satan şahsa, dayanamamış ve kalan son Akçe'siyle de o nasihati satın almış. Son nasihat:

"HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ."

Parasız yoluna devam etmiş.

Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karşılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki : "Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı.

Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye." Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş: "Kaderde ne var ise o çıkar!" Aşağı inmeye karar vermiş. İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş.

Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım." Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve "Söyle bakalım hangisi güzel?" demiş. Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "Gönül kimi severse, güzel odur" demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar, kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Adamı alıp krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.

Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış.

Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; eşi genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş "Hiçbir is aceleye gelmez." Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş besten sonra eşine o genci sormuş. Kadın da: "Bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.

KADERİNİZ ve YOLUNUZ AÇIK OLSUN, HAYAT ACELE ETMEYE GELMEZ !

  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

Ormanda eşekle tilki anlaşmazlığa düşmüşler. Eşek, renk körüymüş ve yediği otun kahverengi olduğunu söylüyormuş. Tilki de ısrarla 'O ot yeşil.' diyormuş. En sonunda kavga etmeye başlamış ve mahkemelik olmuşlar.
Eh, ormanda hakim kim?
Aslan. Ormanlar kıralı onları dinlemiş ve demiş ki:
- Tilki haklı. O ot yeşildir.
Tilki sevinip eşeğe dönmüş.
- Bak, gördün mü?
Aslan tilkiye demiş ki:
- Hemen sevinme. Cezayı sana verdim.
- Nasıl olur efendim? Hani ben haklıydım?
- Haklısın ama cezayı eşekle tartıştığın için verdim. Bir daha eşekle tartışma.

  • Like 2
Link to comment
Share on other sites

3 MAYMUNLAR


 Dünyaya nizam intizam vermeye çalışan bilim adamları, bakmışlar ki, muz cumhuriyetinde nizam intizam yok, öğretmeye karar vermişler, rastgele üç maymun seçmişler, kafese koymuşlar, kafesin tavanına da muz asmışlar... Muzu gören maymunlar tellere tırmanıp uzanmış ki, vermişler tazyikli suyu, nerden geldiğini şaşırmış zavallılar, paldır küldür yere yuvarlanmışlar, kafa göz haşat... Uslu uslu oturmaya başlamışlar, sırılsıklam.

 *

 Bakmışlar ki, bunlar öğrendi, ıslak maymunlardan birini çıkarıp, yerine kuru bi maymun koymuşlar... Kuru maymun tellere hamle yaptığında, tazyikli suya gerek kalmamış, ıslak maymunlar yapışmış kuru maymunun ayağına, vermişler sopayı, başımızı belaya mı sokacaksın diye... Böylece, o da öğrenmiş, oturmuşlar uslu uslu, ikisi yaş, biri kupkuru.

 *

 Sonra, ıslak maymunlardan birini daha çıkarıp, yeni bi kuru maymun koymuşlar kafese, bu sefer, ıslak olanı tazyikli su korkusuyla, kıdemli kuru olanı kanun böyle diye, girişmişler tekme tokat tecrübesiz kuru maymuna... Oturmuşlar uslu uslu, ikisi kuru, biri sırılsıklam.

 *

 Ardından, son ıslak maymunu dışarı alıp, üçüncü kuru maymunu ittirmişler içeri, garibim muza teşebbüs edince, esaslı sopa yemiş öbür kuru maymunlardan, bilhassa ilk kurunun böbreğe böbreğe çalıştığı görülmüş... Netice itibariyle, neden dövdüğünü bilmeyen iki kuruyla, neden dövüldüğünü anlamayan bir kuru maymun elde edilmiş. Oturmuşlar uslu uslu.

 *

 “Sebepsiz kader” deniyor buna... Tek tek öğreniliyor.

 *

 Korkaklıkla ahmaklık birbirine karışınca... İlla kuru’nun yanında yaş’ın da yanmadığını, yaş’ın yanında kuru’nun da yanabildiğini kanıtlıyor.

 *

 Belki ilk kez okudunuz hikâyelerini ama, posterleri bile var, dünyaca meşhurdur muz cumhuriyetinin o üç maymunu... 

 Aslında yürekleri pırpır eder, içleri gider ama, sanki hiç oralı değillermiş gibi, görmedim, duymadım, konuşmadım deyip, otururlar uslu uslu...

  • Like 1
Link to comment
Share on other sites

MESNEVİ’DEN KUŞUN ÜÇ ÖĞÜDÜ
BİR ZAVALLI KUŞ,,hile ile,tuzak ile yakalanmıştı.Kendini yakalayan kişiye dedi ki:
-Ey efendi!sen hayatında pek çok sığır ve koyun yemişsin,ve pek çok deve kurban
etmişsindir.Sen onların etleriyle bile doymamışken,benimle hiç doymazsın!
Beni serbest bırak,sana üç öğüt vereyim.Vereyim de bil bakalım ben aptal mıyım yoksa akıllı mı?
Birinciyi elinde iken,ikinciyi uçup çatının üzerine konduğumda,üçüncüyü de şu
ağacın üzerinde söyleyeceğim.
Öğüdümü dinlersen mesut olursun.
Avcı kuşa inandı,biraz da merakından teklifi kabul etti.
Kuş,elindeyken vereceğim öğüt şudur dedi:
“OLMAYACAK ŞEYLERE KİM SÖYLERSE SÖYLESİN İNANMA”
Avcı onu bıraktı,evin çatısına uçan kuş oradan ikinciyi söyledi :
“GEÇMİŞ GİTMİŞ,ELİNDEN ÇIKMIŞ BİRŞEY İÇİN ÜZÜLME,SENDEN
GİDENİN ARKASINDAN HASRET ÇEKME”
Kuş oradan ağacın üzerine uçtu ve üçüncü öğüdü söylemeden önce :
-İçimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli ve eşi bulunmaz bir inci vardı..O inci seni
de çoluk çocuğunu da servete kavuştururdu.,fakat kısmetin değilmiş ki kaçırdın.Dedi.
Avcı bu sözleri duyunca gebe kadının doğum sırasındaki bağırması gibi bağırıp
dövünmeye başladı.
Kuş,
ben sana,,”sakın elinden kaçan -gelip geçen bir şey için üzülme ,gam çekme
demedim mi”,dedi.
-Madem ki inci gitti,,niye dövünüp duruyorsun?Sana söyledikleri anlamadın mı?
-Ayrıca ilk öğütte, “ olmayacak bir şeye kim söylerse söylesin inanma” dememiş
miydim?
A benim aslanım,ben kendim,üç dirhem gelmez bir kuşken,içimde on dirhemlik inci
ne arar?
Adam biraz kendine gelir gibi oldu.
-peki üçüncüyü söyle o zaman,dedi
KUŞ:
Verdiğim şu iki öğüdü tuttun da üçüncüyü mü istiyorsun?
-UYKUYA DALMIŞ BİR KİŞİYE ÖĞÜT VERMEK,ÇORAK YERE TOHUM
EKMEKTEN FARKSIZDIR, dedi ve uçtu gitti.

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

Bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yasayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.

Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi.
Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176'sinin olağanüstü bir başarı gösterip, avukat, doktor ya da iş adamı olduklarını ortaya çıkardılar.

Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yaşadıkları için, her biriyle buluşma şansı oldu.

"O koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?" sorusuna verdikleri cevap hep aynıydı: "Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde."

Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hâlâ hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hâlâ dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, başarılı birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu.

Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:

"Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim...''

Please register to see this content.

Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş.

Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş.

Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar.

Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler.

Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar.

Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş:
– “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamamış.
– “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış.

Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise!

Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş.
– “Bir hiçtin sen… Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma!

Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!”

Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.
– “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın,

ama şimdi… Kalbimin hazinedarısın.

Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin.” 

  • Like 2
Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

"Eski çağlarda yaşayan bir filozof, daima gerçekleri söylediği için kralı kızdırmıştı. Kral filozofa ölüm cezası verdi ve ölmeden önce filozofun zekasıyla alay etmek için ona şöyle dedi:
– Ölmeden önce son bir cümle söylemene izin vereceğim. Bu söylediğin cümle doğru çıkarsa başın kesilecek; yalan çıkarsa asılacaksın. Filozof, derhal bir cümle söyledi ve her iki ölümden de kurtuldu: 
– Beni asarak öldüreceksiniz.
Şimdi, onu asmaya götürseler, filozof doğruyu söylemiş oluyordu ki o zaman asılması değil, başının kesilmesi lazımdı. Yok eğer başını kesmeye götürseler, o zaman yalan söylemiş oluyordu ki asılması gerekti. Böylece, onu ne asabildiler, ne de başını kesebildiler!"

Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ

Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor, Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli, (!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel gel ! senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli (!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.

Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.

  • Like 2
Link to comment
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

 Share

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...