Jump to content
Son zamanlarda artan kullanıcı hesap hırsızlıkları sebebiyle tüm kullanıcılara şifre sıfırlama maili gönderilmiştir. Lütfen güveli şifreler seçiniz. Mevcut e-mail adresinize erişemiyorsanız, en aşağıdaki destek linkinden bize ulaşınız. ×

Osmanlı Devleti


tarihogretmeni

Recommended Posts

SULTAN I. ABDULMECİD

(1 Temmuz 1839–25 Haziran 1861)

31na1.jpg

Sultan Abdülmecit babası İkinci Mahmud'u verem edip, ölümüne sebep olan kargaşa yaşanırken, artık "Cihan Devleti" diyemediğimiz Osmanlı'nın tahtına oturdu. 17 yaşındaydı. Daha önceki padişahların başlatıp, babasının devam ettirdiği batılılaşma veya modernleşme modasının rüzgârlarıyla büyümüş, yetişmişti. Doğudan çok batıyı tanıyordu. Fransızca biliyor, batı musikisi dinliyordu. Debdebeden hoşlanmıyordu.

Nizip’te Osmanlı ordusunun bozulduğunu, ilk acı haber olarak aldı. Bu, bir büyük devletin, valisine yenilgisi idi. Genç padişahı ne kadar sarsmıştır, Allah bilir.

İkinci önemli acı haberde, müjdelere ihtiyacı olduğu o günlerde geldi. Sultan Mecid Mehmed Emin Rauf Paşa'yı azledip, Koca Husrev Mehmed Paşa'yı sadrâzam tayin etmişti. Kapdan-ı derya Girit'li Ahmed Paşa kendisini bu görev için hazırlamış, gün sayıyordu. Donanma Çanakkale’de hareketsiz beklerken, Sultan Mahmud'un ölümü, Mecid'in tahta çıkışı ve Rauf Paşa'nın sadrâzam oluşu, yaşanıyor. Yeni pâdişâh, Mısırlı Mehmed Ali Paşa ile savaşmak yerine, sulh ile neticeye varmayı, yeğliyor, hakkındaki idam kararını kaldırıp, af ediyor, Kapdan-ı Derya Ahmed Paşa'ya da sefere çıkması emrini gönderiyor.

İsmail Hami Danişmend'in Rum dönmesi dediği, Ahmed Fevzi Paşa, rakibinin sadrâzam olmasını hazmedemiyor, gemileri harekete geçiriyor fakat dümeni İskenderiye'ye çeviriyor. Yani Mehmed Ali Paşa'ya iltica ediyor. "O tarihten itibaren "Hain" ve "Firari" lâkaplarıyla anılan Rum dönmesi Ahmed Fevzi'nin bu şeni ihaneti Mehmed Ali'nin vaziyetini son derece takviye etmiş olduğu için, Mısır'ın elden çıkmasında mühim bir âmil sayılır."

"12 yıl önce Navarinde yakılan donanmanın yerine, Sultan Mahmud'un binbir fedâkârlıkla meydana getirdiği yeni donanma da elden gitmiş, Türk sahilleri açık kalmıştı. Mısır donanması da İngiltereden sonra, dünyanın en kuvvetli deniz gücü olmuştu."

Baba'nın zamanında başlayıp, evladın ilk saltanat günlerinde neticelenen bu kayıpların, kısa zamanda telâfisi mümkün değildi. Devletin önünde uzun yıllar, yapılmayı bekleyen büyük işler sıradaydı. Yine Baba'dan evlada intikâl eden, tamamlanmayı bekleyen yenileşme hareketlerinin önemli merhaleleri vardı. Sultan Mecid'in ileriye bakmak, yarınları kurtarmak için ilk adımı atması yakındı.

Bab-ı Âli'ye Bir Nota

Mısır meselesi birkaç devleti de ilgilendiriyordu. Dünya hiç kimsenin yalnız yaşamasına müsait değil. Bir devletin mutlaka başka bir devletle münasebeti, kâr ya da zarar ilişkileri vardı. Mısır'da türeyen Mehmet Ali Paşa yeni bir problemin adı oldu. Öncelikle Osmanlı Devleti için kara bela sayılan Mehmed Ali tavizlerle durdurulmak istendi. "Mısır senin" dendiği zaman ne kadar sevineceği düşünülen Mehmed Ali Paşa'ya Akif Paşa gönderildi. Nizip'te Osmanlı ordusu bozguna uğratılmış, Mehmed Ali Paşa'nın hisseleri değer kazanmaya başlamıştı. Mısır'ın zaten kendisine ait olduğu fikrinden hareket eden vâliye göre bu teklif abes idi. Kara askeri iflas etmiş, donanması kendisini terk etmiş, başta, 17 yaşının içinde ve de devlet idare etme kabiliyetinden yoksun olduğu iddia edilen bir çocuk varken, çok şeyler alabilmeliydi Kavalalı.

Sultan Mecid'in saltanatının yirmiyedinci günü Avusturya Başvekili Metternich'in teklifiyle bir araya gelen İstanbul'daki büyük devlet elçileri bir nota vermişti. Mehmet Ali Paşa Suriye'yi ve yeni zaptettiği Maraş Paşalığını, bir de hiç sevmediği Hüsrev Paşa'nın sadâretten uzaklaştırılmasını istedi.

Verdikleri notada aracılık teklif eden devletlere Bab-ı Âli "sizin vereceğiniz karara uyacağız" dedi.

Kısmen Yorga Tarihi'nden nakledilen yukarıdaki manzara, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durumu bir nebze de olsa özetliyor. Kara ordusu yok denecek seviyede, donanma Hain Ahmed Paşa tarafından kaçırılıp Mısır'a iltica etmişti, dolayısıyla devlet bu hususta fakir. Askerî yönden böyle iken, baştaki pâdişâh toy bir delikanlı. Muhatap olunanlar ise dünyanın en büyük devletleri.

Yenilenme hareketleri imkânlar nispetinde devam ediyor. Sultan Mecid'in Batı tarzı yeniliklere hayranlığı olduğu belirtilmişti. Şehzadeliği döneminde aldığı kültürle Doğu asilzadesinden daha fazla Garb prenslerine benzediği dikkat çekiyordu. Pâdişâh olarak Doğulu sayılsa da, atacağı adımlar Batı'yı gösteriyor.

Sultan Mecid'in yanında, istediği istikamete yol almasına çalışacak bir isim var; Mustafa Reşid Paşa: El ele Tanzimata doğru gidiyorlar. Pâdişâh için hem şanstır hem şanssızlık; Tanzimat günahıyla ve sevabıyla ikinci isme mal edilecektir. Bu dönem mevzu edilince Sultan Mecid'den daha çok Reşid Paşa hatırlanacak, günahı da sevabı da ona yüklenecek. Daha sonra da, Reşid Paşa'nın talebeleri olduğu söylenen Ali ve Fuad Paşalar Tanzimat Paşaları diye bilineceklerdir. O günlerde, halkın nazarında kimin ne kadar Tanzimatçı sayıldığını bir tarafa bırakırsak, bugün Mustafa Reşid Paşa'nın baba hükmünde kabul edildiğini inkâr mümkün değil.

Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839 Pazar)

Devletin devamlı ileri gittiği seneler, asırlar olmuştu. Pâdişâhın vezirleri bazı devletlerin başkanlarından itibarlı, İmparatorluğun en basit tebaası "Osmanlıyım" demekle gururluydu. Hiç kimsenin hiçbir şeyden şikâyeti yoktu. (Yokluk kapıdan girince aşk bacadan çıkarmış.) Devlete yokluk çökünce; birer birer meydana çıktı, aksayan, bozulan yanlar...

Üçüncü Selim'le Nevşehirli İbrahim Paşa, Birinci Mahmud, Üçüncü Mustafa, Birinci Abdülhâmid bazı adımlar attılar ama bunlar diğer medeniyet bahçesine girebilecek uzunlukta değildi. Belki biraz daha gerilirdi adımlar, fakat arkadan çekenler olmasa!

İkinci Mahmut, memleketin sıkıntılarının kaynağım keşfetmişti. Aslında buna "keşif" demek biraz abartma olur; her şey göz önündeydi ve görmediği taraflar var idiyse onları da Üçüncü Selim söylemişti. Kökü, beş asır gerilere giden bir ulu çınar devrilecekti; çünkü kökü bozulmuş dalları çürümüş etrafa yaydığı hava, devleti de çürütüyordu. Böyle düşünmeyenlerde vardı; ama onların kıymeti harbiyesi yoktu. İkinci Mahmud yapacağını yapıp, oğlunun önüne dikilecek bir "Yapdurmazuk", "İstemezük" diyecek eli silahlı kimse bırakmamıştı.

Burada büyük bir parantez açmak lâzım. (Pâdişâha karşı gelen eli silahlı kimse kalmadı da, düşmana karşı gelen eli silahlı kimse var mı? Olsaydı, Mısır valisinin oğlunun ordusu İmparatorluk ordusunu yenebilir miydi? Şimdi burada, muhterem Ziya Nur'un Osmanlı Tarihi'nden konuyla (Yeniçeriyle) ilgili kısa bir görüş almaya çalışacağız. Parça parça cümlelerde, Ziya Nur'un Yeniçeri Ocağı'nın ilgasına duyduğu öfkenin resmini seyredeceğiz:

Moltke 'nin söylediklerinden "Türk Sultanı, bizzat Türk ordusunu mahvettiği için kendisini bahtiyar addediyordu." Cevdet Paşa'nın: "Erkân-ı saltanat-ı seniye ise vukufsuzlukları cihetiyle, yeniçerilere galebe ettikten sonra, artık her devlete galebe edebilmek zu'muna düşmüşler idi." Bu da müellifin kendi görüşü: "Es'ad Efendi Sultan Mahmud'u "Her yüz senede bir geleceği bazı hadislerle haber verilen bir müceddid" olarak görmüş; bunu ispat için bir hayli gayret sarfetmişti. Maalesef bu "müceddid"in yanlış icraatıyla, din-ü devlet uçurumun tâ kenarına gelmiştir") konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz: Ziya Nur'un dediği gibi devlet perişan, asker gittiği yerde boyun büküyor. Padişaha karşı gelen yok! Pâdişâh da babasının bıraktığı yerden başladı.

Sultan Mahmud'un baş adamlarından birisi hariciye nâzırıdır. Pâdişâh öldüğü zaman yanında bulunamaz Nazır hazretleri, amma, ölüm haberini alır almaz, Londra'dan döner Dersaadete, Birinci Abdülmecid'in sağ kolu olur, Vezir Mustafa Reşit Paşa. Üçüncü Ahmed'in Nevşehirli İbrahim'i gibi önemlidir. Reşit Paşa hatta onu da geçer; "Büyük Reşit Paşa" diye anılır bir zaman sonra.

Pâdişâh, hazırlanan Tanzimat Fermanı'na son şeklini Reşit Paşa'yla beraber çalışarak verir. O gün, bugündür bir tarafın "iyi", bir tarafın "kötü" dediği tanzimata, acaba Reşit Paşa'nın katkısı ne olmuştu?

Mustafa Reşit Paşa Osmanlı Devleti'nin elçisi olarak bulunduğu Paris ve Londra'da Avrupa kültürünün içinde yaşamış, Fransa'nın da İngiltere'nin de tekniğini, medeniyetini yakından müşahede etmişti. Şimdi esas mesele, görgüsünü, bilgisini Türkiye'ye nasıl yansıtacağıdır.

Büyük dedesi Kastamonu'lu olan Reşit Paşa 1800'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta devlet hizmetine giren, kabiliyeti sayesinde kendisini farkettiren Mustafa Reşit yavaş yavaş önemli görevlerin adamı oldu. 28 yaşına geldiğinde orduda kâtiplik yapan Reşit Efendi 32 yaşında iken, Âsi Mehmed Ali Paşa'ya Pâdişâhın fermanını ******üren Halil Rıfat Paşa ile beraberdir ve 34 yaşında orta elçi olarak Paris'e gitti. 36 yaşına geldiğinde Londra Büyükelçisi olarak devletini temsil etti.

"Elçiliklerdeki çalışmaları takdir olunarak, 13 Temmuz 1837 de müşir rütbesi ile ve paşa unvanını kullanmamak şartı ile hariciye nazırlığına tayin edildi." Bir yıl sonra paşa unvanını kullanmaya başladı; İkinci Mahmud'un ölümü üzerine İstanbul'a dönüp, kendisini çok seven merhum pâdişâhın oğlu yeni pâdişâh ile devleti badirelerden kurtarma çalışmasına başladı.

Avrupa medeniyetinin hayranı olan Abdülmecid Han, Avrupa’yı iyi bilen bu paşaya, mutlaka büyük ümitler bağlamıştır. Küçük evde oturanın büyük evde oturana imrenerek bakması durumu malumdur. Reşit Paşa dünya siyâsetini iyi biliyor, günden güne eriyen imparatorluğun âkibetini de hiç hoş görmüyordu. Dünya yeni düzenlerle tanışırken, her devlet neye, kime, nasıl dayanacağım hesap etmek ihtiyacındaydı. Bütün bunları düşünen "Reşit Paşa'nın, Fransa'ya ve İngiltere'ye yanaşması akla yatkındı. Bu ise; Osmanlı devletinin kuvvetlenmesini sağlayacak, devlet kurumlarında onların güvenliğini çekecek bir düzenin kurulmasıyla mümkündü. Mustafa Reşit Paşa, böyle bir düzenin "Tanzimat-ı Hayriye" ile sağlanacağına inanmakta idi." Bu ifadelere bakınca Tanzimatın babası Reşit Paşa gibi geliyor. Zaten daha sonraki münakaşalarda, Tanzimatı övenler Reşit Paşa'yı övdüler, yerenler de Reşit Paşa'yı yerdiler.

Pazar günü Gülhane'de okunan Hattı Hümâyunla Tanzimat Devri başladı. Okunan metne "Gülhane Hattı Hümâyunu" dendi. Yüksekçe bir kürsüye çıkıp okuyan M. Reşit Paşa'dır, dinleyenler pâdişâh, bütün bakanlar, ulema, devletin askerî, sivil büyük memurları, Rum ve Ermeni patrikleri, Yahudi hahamı, esnaf teşkilatı temsilcileri ve elçiler" Büyük halk kalabalığının da dinlediği Hattı Hümâyun bir hayli uzuncadır ve dili ağdalıdır. Enver Ziya Karal'ın sadeleştirerek verdiği belli başlı kısım şöyle:

"Birinci bölümde, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren Kur-an'ın kümlerine ve şerîatin kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli halkın refahlı bir hale geldiği belirtilmektedir."

"İkinci bölümde, yüzelli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle ne şeriate, ne de faydalı kanunlara saygı gösterildiği, bu yüzden de devletin eski kuvve ve refahı yerine zayıflığın ve fakirliğin geçmiş olduğu anlatılmaktadır."

"Üçüncü bölümde, bu itibarla Allah'ın inayeti ve Peygamber'in yardımıyla devletin iyi idaresini sağlamak için bazı yeni kanunların konulması gerektiğine işaret edilmektedir."

"Dördüncü bölümde de, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler gösterilmektedir."

"a) Müslüman ve Hıristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması,

B) Verginin düzenli usûle göre ayarlanması ve toplanması,

c) Askerlik ödevinin düzenli bir usûle bağlanması."

Tanzimat'ın ilânıyla her şey kökünden değişiyordu. Pâdişâh selahiyetlerinin bir kısmından vazgeçiyor, vükelâ ve ulemâ ile beraber "Hırka-i şerif" dairesinde yemin ediyordu. "Sultan Mecid'in "Kasembillah" şekli şöyledir."

"Hatt-ı Hümâyunumda mündemiç olan kavanin-i şer'iyyenin harf be harf icrasına ve mevâdd-ı esâsiyyenin fürûâtına dair ekseriyeti ârâ ile karar verilen şeylere müsâade eyliyeceğime ve hâfî ve celi haricen ve dahilen taraf-ı hümâyunuma ilkaa olunan şeyleri kavaanin-i müesseseye tevfik-u tatbik etmedikçe kimesnenin lehine ve aleyhine bir hukm-i ferman etmiyeceğime ve vaazolunmuş ve olunacak kavâninin tağyirimi tecviz buyurma-yacağıma vallahi"

Tanzimat Fermanı ile gelen her şey çok tartışılmıştır, tartışılıyor ve tartışılacaktır. İ.H.Danişmend ve benzerleri, "Osman Gâzî'nin itibari istikbâl tarihi sayılan 1299'dan tanzimata kadar geçen 540 senede Türklerin hâkim millet olarak görünmediğini, ümmet esasının geçerli olduğu için Türk ırkının millilik vasfını yitirdiğini yalanarak anlatırken; şimdide Müslim-Gayri müslim herkesin eşitliği kozmopolit bir Osmanlılık devri başlatmıştır," derler.

Tanzimat Fermanı'nın gayr-i müslimleri sevindirip, Müslümanları üzdüğü, muhtelif tarihçiler tarafından vurgulanır. Yine bu mevzuda, dünyanın ve Türkiye'nin gidişatı hesap edilerek bu işin lüzumlu olduğu, devletin ömrünün uzatılmasına yaradığı bazı tarihçi ve fikir adamı tarafından savunula gelmiştir.

Yeni moda bir elbiseye alışmanın kolay olmadığı düşünülürse, asırlarca Kuran hükümlerine göre yönetilen bir devletin, insan elinden çıkan kânunlara hemen sarılması, başına tac yapması elbette mümkün değildir.

Haklar alanında Tanzimat başlığı altında, E.Z. Koral diyor ki:

"... Osmanlı Devleti Tanrı hakları sistemine göre kurulmuştu. Bu sistemde din ve devlet birdi. Devletin haklar kaynağı şeriattır. Devletin haklar kaynağı piramidinde en yüksek yargıç Tanrı'dır. Bu sistem kutsal karakteri itibariyle hiçbir değişikliğe uğramadan 1839'a kadar sürdü. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu Tanrı hakları sistemine son vermedi. Fakat batı devletlerince kabul edilmiş olan bazı hak prensiplerini aldı. Bu suretle Osmanlı devletinde Tanrı haklan sistemi yanında, Batının Lâik sistemi değer kazanmaya başladı."

Bazı, inanmış ilim adamlarının söylediğine göre, yanlış adamların yanlış hareketlerinin sorumlusu iyi tespit edilemedi. Batılı milletleri ileri hamlelere taşıyan sistemin, inandıkları dinden kaynaklandığı; yani, Hıristiyan olduklarını unutmadan kanunlar yaptıkları, onu uyguladıklan, böylece başarıya ulaştıkları savunuluyor. Türkiye, kendi üzerine uyacak elbise yerine, Avrupalı elbisesi giyinince beden farkı meydana çıktığından bir türlü rahat edememiştir. Temeli Tanzimatta atılan laikliğin bugün bile, memleketimizde huzuru temin edemediği ortadadır. Fransız kanunları, sonra İsviçre kanunları alınırken keşke daha dikkatli olunsaydı. Benzinli arabaya, daha ekonomiktir diye mazot doldurmanın vereceği netice, keşke bilinseydi!

Tanzimat, Abdülmecid Han'ın en önemli icraatıdır. Sadece devrini değil, sonraki devirleri de alâkadar ettiği için üzerinde fazla duruyoruz. A. Cevat Eren'in İslam Ans. yazdığı Tanzimat maddesi 55 sayfa, ki; orta boy, 250 sayfalık kitap olur.

Yeni düzenin ceza kanunu kısa zamanda tatbike geçirildi. Bugün de sık sık, yetkili ve etkili ağızlarca telaffuz edilen "temiz toplum" özlemi o günler içinde geçerli idi. Bugün toplum bünyesini kemiren rüşvet hastalığı, o günde devlet kademelerini sarmıştı. "Bir aralık sadrazamlıkta bulunmuş olan Hüsrev Paşa, rüşvet suçundan Meclis-i vâlây-ı ahkâm-ı adliye önünde yargılanarak kürek cezası hükmü giydi. Valiliklerde bulunmuş olan Tahir, Akif, Nazif, Hasip Paşa'lar gibi kodamanlar da, Tanzimat kanunlarına aykırı hareketlerinden dolayı yargılanarak cezalara çarptırıldılar."

"İleri" sayılan memleketlerin yaptıkları takliden uygulanınca, elbette kâh iyi, kâh kötü neticeler alınıyordu. Bir hastalığın tedavi şekli bile hastaya göre değişince, devlet idaresinde herkesin kendi insanlarının yapısını iyi hesap etmesi, ona göre uygulamalara gitmesi icâbederdi. Tanzimat'ta galiba bu hesaplar iyi yapılamamış, zira daha ziyâde müslüman tebâ yas'a, hıristiyan teba sevinc'e garkolmuş; bünyede ağrıyan yer değişmiş fakat, daha ağır ağrılarla hastalık devam etmiş.

Bazılarının cahil halk, bazılarının gericiler, dediği kesim, yani dindar kesim bilhassa tanzimattan memnun kalmamış. Onlar inandıkları dinin yüceliği ile kendileri arasında bir bağ kurduğundan hıristiyanlarla eşit duruma gelmeyi hazmedemiyorlardı. Biraz aşağılayıcı bir biçimde, kendilerinden olmayanlara "gâvur" diyorlardı. "Galata'da Voyvoda karakolunda kudemadan bir takım ağası var imiş. Hıristiyan ahali ara sıra bir müslümanı yakalayıp karakola ******ürür ve bana gâvur dedi diye mücazaatini istermiş. Tabur ağası "Ay oğul anlatamadık mı? Şimdi gâvura gâvur denmiyecek. Söyliye söyliye dilimizde tüy bitti" diye kabahatliyi tekdir ve tembih eylemiş."

"İsnâd-ı taassup olunur merd-i gayyur'a; Dinsizlere tevcih-i reviyyet yeni çıktı. İslâm imiş devlete pâbend-i terakki; Evvel yağidi işbu rivayet yeni çıktı. Milliyyeti nisyân ederek her işimizde; Efkâr-ı Frenge teba-iyyet yeni çıkdı." Ziya Paşa'mn o günlere, böyle bir şiirle tarif getirmesi, tanım getirmesi ne kadar muvafık görünüyor!!

Alt tabakada ve bazı yüksek dereceli devlet adamlarında Tanzimat aleyhinde davranışlar almış yürümüştü. Valilerin çoğu yeni kurallara uymakta zorluk çekiyorlardı. Aralarında en bilgini hareketlerinin kanunlarla sınırlandırılmış olduğuna kızarak odasında kılıcını çekip "ah Tanzimat, ah Tanzimat! diye mindere vurmakla hırsını ve hiddetini gidermeye çalıştı." Damat Sait Paşa, Rüştiye okullarında coğrafya derslerinde öğrencilere gösterilen haritaların, kafir âdeti olduğunu, şeriatin buna cevaz vermediğini pâdişâhın önünde şikayet etmekten çekinmedi."

Bu verilen misâller, en hafifleridir. Pâdişâhın dinsizliğini iddia edenler, müslümanlığın elden gittiğine inanarak aleni isyan edenler bile vardı. Bunun yanısıra, bir taraf da göklere çıkarmaktan geri kalmıyordu. Yeni düzenle Avrupalı refah devletleri gibi olunacağı inancı ile hem pâdişâh, hem de Reşit Paşa methü sena ediliyordu.

Mısır Meselesi (15 Temmuz 1840)

Sultan Abdülmecid Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ve ona sığınan Ahmed Fevzi Paşa'ya diş biliyor, çareler düşünüyordu. Hele ikinci şahıs için duyduğu hınç daha fazlaydı. Devlete ait donanmayı alıp İskenderiye'ye kaçması atfedilecek suçlardan değildi. Her devlet, hayatını devam ettirmek ve ileride sıkıntıya düşmemek için politika üretiyordu. Bazı Avrupa devletleri de, Türkiye'yi Rusya'nın himayesine bırakmanın kendileri için sakıncalarını görüp, Mısır meselesine yardımcı olarak iki devletin biribirine fazla yaklaşmasını önlemeye teşebbüs ettiler. "İngiltere'nin tesiriyle, 15 Temmuz 1840'ta, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Andlaşması imza edildi." (Y.Ö.) Bu andlaşmaya göre imza sahibi devletler Mısır meselesinde Türkiye'ye yardımcı olacaklardı. Ve Mehmed Ali Paşa'ya ültimatom verildi. Hain Ahmed Paşa'nın kaçırdığı donanmanın iadesi, Girit, Adana, Suriye, Hicaz ve Lübnan'ın derhal boşaltılması istendi. Eğer kabul ederse Mısır irsi olarak; Güney Suriye ve Akka, ölene kadar Mehmed Ali Paşa'ya bırakılacaktı. Kararını bildirmesi için on gün süre tanınmıştı. Mehmet Ali Paşa kendisine ültimatomu getiren Dış İşleri Bakam Katib-i Sadık Rifat'a niyetini şöyle anlatır. "Vallah billahi tallahi malik olduğum araziden bir karış yer terketmem. Eğer bana ilan-ı harp ederlerse, padişahın memleketlerini alt üst ederek İmparatorluğunun harabeleri altında kendini gömdürürüm."

Mehmed Ali Paşa'nın sözleri ulaştığında İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya elçileri vaziyeti devletlerine bildirdiler. On gün geçtikten sonra tekrar Mehmed Ali Paşa'ya gidildi;

Paşa bu sefer: "Mülkü Allah verir ve tekrar Allah alır; ben Allah'a mütevekkilim" demekle inadını sürdürdü. Ali Paşa ayrıca, harb başlarsa İstanbul'a yürüyeceğini bildirip, elçilere, çekip gitmelerini söyledi.

Yabancıların yanında böyle konuşan ihtiyar kurt, iki gün sonra Sadık Rifat Bey'i yanma çağırıp, meselenin ehl-i İslama âit olduğunu, dostça görüşülmesini ve buna ecnebilerin karıştırılmaması gerektiğini söylemiş, Mısır'ın bil verâse, Berrü-ş Şam'ın ise kayd-ı hayatla uhdesinde kalmasına razı olduğunu belirtmiş

Mehmed Ali Paşa nereden ve nasıl geldiğini unutmuş, bütün gücünün kendisini bulunduğu yere getirenlerdeki zayıflıktan kaynaklandığını hiç aklına getirmiyor, adetâ Kanunî Sultan Süleyman rolü oynuyor. Pâdişâh yahut Bab-ı Âli müşterek hareket edeceği dostlar bulduğu için, Paşa'ya eğilme ihtiyacı ortadan kalktı.

Mehmed Ali Paşa Fransa'ya güvenerek böyle davranıyordu. Oğlu İbrahim Paşa'yı Türk, İngiliz ve Avusturya harp gemilerinden kurulu filoya karşı savaşa sürdü. Mısır gemileri Beyrut önlerinde yakıldı. Fransa'dan, imdada gelen olmadı. Neticede, babadan evlada geçecek şekilde Mısır'ın kendisine bırakılmasına razı olan Mehmed Ali Paşa kendisine hain Ahmed Paşa'nın ******ürdüğü Osmanlı Donanması'nı iadeye de mecbur oldu ve 9 yıllık anlaşma yapıldı. (4 Kasım 1840)

Yapılan anlaşma ile diğer valilerden M. Ali Paşa'nın veya Mısır'ın farkı, vazifenin babadan evlada devridir. Diğer her şey de diğerleri neyse bunlarda odur. Senede 80 bin kese altın devlet hazinesine verilecek ve "Mısır'da tarafı devletten bir defterdar olup varidatı Devlet namına istifa ve asâkir ve sair memurinin maaşlarını namı şahaneye alarak vermek şartları münderic olup, bu defterdar maddesinden Mehmed Ali Paşa pek ziyâde dilgir olmağla fermanın tadili için Reşit Paşa'ya 60 bin kese akçe ikramiye arz etmişken!" anlaşıldığı üzere Mehmed Ali Paşa her şeyden çok, İstanbul'dan gelecek bir hesap uzmanının para işlerini kontrolü ağırına gitmiş, bunu önlemek için rüşvet teklifinden bile çekinmemiş. Cevdet Paşa burada Reşit Paşa'yı gökleri çıkarır, Mehmed Ali'nin de acziyetine sevinir.

Boğazlar Meselesi

Hünkar İskelesi Antlaşması 1833 Temmuz'unda Türkiye ile Rusya arasında yapılmış, sekiz senelik süreyi kapsıyordu. Bu antlaşmaya göre kısmen, Rusya himayesine giren Türkiye, diğer devletleri rahatsız ediyordu.

Sebep: Rusya ile savaşı olan bir devlete boğazlar Türk Devleti tarafından Rusya'nın menfaatine kapatılacak, Rusya ise rahatça giriş-çıkış yapabilecekti.

Mısır meselesinde Türklere yardımcı olan devletlerin amacı, Türk-Rus dostluğunu ortadan kaldırmaya yönelikti. Boğazların önemini idrak hiçbir devlet için zor değil. Avrupa devletleri, sadece kendi menfaatleri açısından Türk-Rus dostluğunu birçok bakımdan tehlikeli görürken, bunun en yakın ve en dikkate değeri elbette Boğazlar idi.

Hünkâr İskelesi Andlaşması'nın sekiz senelik müddeti dolmuştu. Bunun için Boğazlar meselesi yeniden görüşmeye açıldı; Londra'da müzâkerelere başlandı.

Rusya, İngiltere, Avusturya, Prusya ve Fransa ile Osmanlı temsilcilerinin de bulunduğu oturumlarda Boğazlarla ilgili tartışmalar yapıldı. Akdedilen dört maddelik "Boğazlar Mukavelesi'yle meseleye yeni bir boyut kazandırıldı. Sadece Rusya'a ait olan haklar taksim edildi. Bu arada Sultan'ın hükümranlık haklarının ihlâl edilmeyeceği de vurgulandı.

Hükümranlık kuvvetsiz ne ifade eder ki? Bir sene sonra, aynı anlaşmaya imza atmış olan Toskana, Belçika, İsveç, Norveç ve Danimarka Boğazlarda haklar elde ettiler. (1842) Bu durum, Boğazların beynelmilel olmasına doğru atılan adımlardan biriydi.

Tanzimat Fermanı'nın okunmasından sonra Hüsrev Paşa'nın yerine Mehmed Emin Rauf Paşa sadrazamlığa getirildi. Beşinci Murad doğdu. Rauf Paşa gitti. Topal İzzet Paşa sadârete geldi. Mehmed Emin Rauf Paşa 20 Ağustos 1842'de dördüncü defa geldi. 21 Eylül'de İkinci Abdülhâmid doğdu. Sultan Mecid 25 Haziran 1844 Salı günü bir vapurla bazı kaleleri ziyarete çıktı. İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu, Çanakkale, Midilli ve başka kaleleri kontrol edip halkın şikâyetlerini dinledikten sonra İstanbul'a döndü.

"Mes'elei Cebeliyye" (1845)

Mısır meselesinin halli Sultan Mecid'e imkân ve zaman kazandırdı, diğer işlerle ilgisi görünmeye başladı. Tanzimat Fermanı'yla ilan edilen yeniliklerin uygulanmasına hız verildi. Dört sene zarfında ortaya önemli bir aksilik çıkmadı. 1848'de, Lübnan'da Dürzi ve Mârûni Araplar arasında anlaşmazlık başgösterdi. Bu, Fransa'nın ve İngiltere'nin işe karışmasıyla büyüyen eski bir kavgadır. Esas amaç Osmanlı Devleti'nin itibarını sarsmaktan başka bir şey değildir. Bab-ı Âli'nin Dışişleri Bakanı'yla çizmeye çalıştığı meselenin hikâyesi uzun:

Lübnan'da birçok din ve kavimden insanlar çeşitli mezheplere tabî olarak huzur içinde yaşıyorlardı. Osmanlı'nın getirdiği hoşgörü havası herkesi memnun etmekteydi. Kimse kimsenin dinine, diline, ırkına karışmaz, herkes kendi şartlarında düşünür, konuşur ve yaşardı. "Fransa'nın, bu kavimler, dinler ve mezhepler mozayiğini Katolik cemaati haline getirmeye çabasıyla ortalık karıştı. İngilizler ve Ruslar'ın da kendilerine nüfuz elde etme iştahları kabarıp, buralara el atmaları, içinden çıkılmaz bir kargaşa meydana getirdi." Bu anlatılan doğru ama biraz öncesi var. Anılan devletlerin Lübnan Dağı (Ceb'eli Lübnan) sakinlerine el atmadan, onların el atılacak, kışkırtılacak hâle gelme safhası görülmeden mesele anlaşılmaz:

Dürziler -mezheb olarak Sünniliğe hiç uymasalar da- Müslüman Maruniler Hıristiyan'dır. Osmanlı Devleti'nin bir küçük parçası olmayı kabul etmişlerse de, yerli Şahap ailesi tarafından idare olunuyorlardı. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ordusu Lübnan'a girince, nasıl hareket edeceklerini bilemeyip, kâh M. Ali Paşa'dan kâh Osmanlı'dan yana oldular.

Lübnanlıların başı Emir Beşir, Mehmed Ali Paşa gibi kuvvetli bir şahsiyet idi ve bir gün Mısır'da Mehmed Ali'nin yaptığını o da Lübnan'da yapabilirdi. Beşir Bab-ı Âli'yle geçinme derdi de taşımıyordu. İngilizler'e sığındı. Osmanlı Devleti'nin Lübnan'a yeni bir emir atamada tercihi, Beşir'in en iktidarsız oğlu Kasım oldu. Kasım'ın itaatkâr oluşundan istifadeyle Tanzimat kuralları Lübnan'da da uygulanmaya başlandı. Halk bu işten memnun kalmadı. Emir Kasım'dan da memnun değildiler. Bab-ı Âli Kasım'a azledip "Macarlı Ömer Paşa'yı Lübnan'a emir tayin etti. İşte, bu tayinle Lübnanlıların muhtariyeti sona ermiş oluyordu."

İsyanlar bundan sonra başladı ve İngiltere, Fransa, Rusya bundan sonra ağırlık koyma yarışına girdi. Osmanlı Devleti mesele istemiyordu. Fakat, Tanzimat esaslarını arada tatbike kalkışmasının tenkidi nereye konacak? Acaba Tanzimat'la Lübnan'ın hiç alâkası olmasaydı dirlik-düzenlik devam edecek miydi? Tanzimat'a karşı gayet menzi tavrı alan Ziya Nur'un kitabından alıyoruz: "İşte tam bu sırada Bab-ı Âli, Engelhard'ın tabiriyle "Cebel-i Lübnan'da asırlardan beri câri alan usûl yerine, ora halkının âdab ve âdetleriyle asla kaabil-i görünen korsanlık da yapmış ve bundan faydalar sağlamıştır." Osmanlı ülkelerinde vahşi köle ticareti hiçbir zaman için mevzubahs değildi. Bazı köle isimlerine rastlanıyor ki, bunlarda önemli mevkilere gelmiş insanlardı. 1815'de sadrâzam olan Hurşid Ahmet Paşa, 1829'da sadrâzam olan Reşid Mehmed Paşa, 1839'da sadrâzam olan Koca Hüsrev Mehmed Paşa anlatılan zamana yakın üç kişidir ve bunlar köle idiler.

Osmanlı Sarayı'na bakıldığında esirlerin nasıl yaşadığı da görülür. Pâdişâh eşleri, pâdişâh anaları Haremin itibarlı kadınları kimlerdi? Bunlar göz önüne alındığında Osmanlı'ya böyle bir yasağın teklif edilmesi abesle iştigal değil mi? Üstelik bunun köle satmışından para kazanan insanlar -devletler- tarafından. Yine de bu ticaret 1847'de resmen kaldırılmıştır.

Macar Mültecileri

1789 Fransa İhtilâlı bütün dünyada sarsıntılara sebep olmuş, milliyetçilik hareketlerini gündeme getirmiş, 1830 da yine bir ihtilâlle Fransa'da mutlak krallık yıkılıp, meşruti krallık ilan edilmişti. 1848'de Macarlar Avusturya hâkimiyetine karşı ayaklanıp kendilerine Layoş'u Reisicumhur seçtiler. Ruslar'ın sıkıştırmalarına karşı Lehlilerle birleşen Macarlar 200.000 kişilik Rus ordusuyla savaşıp yenildiler. Macar ve Lehli birçok insan Türkiye'ye sığındı. Türkiye artık güçsüz bir devlettir ama onurludur; Rusya'nın ısrarına rağmen sığınmacılar iade edilmedi. Pâdişâh, gösterdiği cesaretle, insaniyetle takdir topladı. Âli Paşa da Hariciye Nazırı olarak, yazışmalarda otoritesini gösterince, "Mülteciler meselesi" Türkiye'nin istediği şekilde neticelendi. Bazıları ihtida edip müslüman olarak yüksek rütbelerle devlet hizmetine başlayan Macarlar, Türkiye'de rahat ettiler. Pâdişâhın onlara, harbi göze olacak kadar sahip çıkması Macarların da aslen Türk olmalarıyla izah edilir. Her ne olursa olsun, yiğitlik gösteren insanlar seviliyor, sayılıyor; bu dünde böyleydi, bugün de böyledir!

Mehmet Ali Paşa'nın Ölümü (1 Ağustos 1849) ve Sadaret Değişiklikleri

Mehmed Ali Paşa Devletin başına belâ olmuş, bir yabancı devlet gibi Türkiye ile savaşmış, maddi manevi büyük zararlara soktuğu devlet tarafından affa uğramıştı. Aklını ömrünün sonuna kadar muhafaza edemeyen Paşa, yarı bunak halde 1 Ağustos 1849'da öldü. Mısır valiliğine bakan oğlu daha önce ölmüş, Tosun Paşa'nın oğlu Abbas Paşa onun yerine getirilmişti. Böylece Mısır'da sıkça vali değişikliği yaşanmış oluyor, Türkiye'de oradan geri kalmıyordu. Mustafa Reşit Paşa'da ikinci sadaretini 3 sene, 5 ay, 15 gün de tamamlayıp, makamı Mehmed Emin Rauf Paşa'ya devretti. Fakat paşa çok ihtiyardır. Bu, beşinci defa sadrazamlığa gelişidir, ancak 3 gün sonra yine devraldığına devrederek emekliğe ayrıldı. Mustafa Reşit Paşa 3. defa sadrâzam oldu. 5 ay sonra tekrar vazifeden uzaklaştırıldı. Yerine gelecek olan zat, çekinir. Pâdişâhın Reşit Paşa'yı sadâretten uzaklaştırmak için haklı sebebi vardı, yerine getireceği Âli Paşa, Reşit Paşa'nın yetiştirmesi idi. Kolay mesele değil hamisinin yerine geçmesi, Âli Paşa istemez, pâdişâh emreder ve Âli Paşa 37,5 yaşında sadrâzam olur. Ne yapacağına, nasıl yapacağına bile karar veremeden 1 ay 28 gün sonra, Dâmad Mehmed Ali Paşa'ya makamım bırakır gider. Varsın olsun, o bundan sonra dört defa daha sadrâzam olacak ve hevesini alacaktır.

Mübarek Makamlar Meselesi (28 Şubat 1853)

1853 senesi 28 Şubat Pazartesi günü Rusya Bahriye nâzırı İstanbul'da. Geliş sebebi "Makaamatı Mubâreke" meselesi.

Kudüs'te bulunan mübarek mahallerin kullanımı katolik ve protestan hıristiyanlar arasında kavgalara sebep oluyordu. Rusya, Ortodoksların haksızlığa uğradığı iddiasıyla Mençikof'u İstanbul'a gönderir ki, bu durumu düzelttire. Mençikof küstahlığıyla meşhurdur; bizim Hariciye nazırımız ise Keçeci zade Fuad Efendi. Fuad Efendi Mençikof'u nezarette, üniformalı olarak ziyaretine beklediği halde, o nezaket kurallarım hiçe sayıp semtine bile uğramayınca, bunu protesto amacıyla Fuad Efendi istifa etmiştir. Bu hadise üzerine Mençikof hiçbir şey yapamadan İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalıp, hatasının ceremesini çekmişti. Bu sene çok dolu geçiyor (1853) Paşa azilleri, yeni tayinler ve Rusya ile başlamak üzere olan savaş...

Rusya dini meseleleri ön plana çıkararak, güya onlar içinmiş gibi ama aslında, göz koyduğu boğazlar için Osmanlı devletiyle savaşa hazırlanmıştı. Bâb-ı Âli de fevkalade meclis kararıyla Rusya'ya harp ilan etti. (4 Ekim 1853)

Kırım Harbi (4 Ekim 1853)

Çar'ın niyetinin, Karadeniz'i hâkimiyeti altına almak olduğu İngiltere ve Fransa tarafından da biliniyordu; buna mani olmak ise kendi menfaatlerine de geliyordu. Onlar da Türkiye ile müttefik olarak bu savaşa girdiler. Hiçbir şeyde devamlılık aranmazken menfaatler devamlı önde gidiyordu. Bundan olacak, bizim paşalardan kimi İngilizci, kimi Fransızcı, kimi Rusçu'dur. Herkes menfaat umduğu tarafı tutuyor. Mesela; "Reşit Paşa ile Fuad Paşa aşırı, Ali Paşa hafif Rus düşmanıdır. Reşit Paşa İngiliz, Ali Paşa Fransız dostu. Fuat Paşa ise her iki Devleti de kullanmak gayretindedir."

Tanzimat Fermanı ile kendisine yeni bir yol çizen Osmanlı Devleti yerleşmeye çalıştığı yörüngede, devamlı olarak yabancı dostlar edinme gayreti güdüyor.

Paşaların sucu bucu görünmesi veya olması umulan menfaatle ilgilidir, bir de o memleketlerin yönetimiyle. İngiliz dostu görünen İngiliz sistemini vatanına getirmeye, dolayısıyla ondan yardım görmeye heves ediyor; diğerini seven de aynı amacı güdüyor. Bütün bu düşünce ve davranışlar da yanlışlık da doğruluk da yok sayılmaz.

Yalnız, bu arada ihmal edilen bir şey dikkat çekiyor. Bu, Tanzimat'la beraber başlayan, dine bigâneliktir. Yerli Müslüman halkın uzun uzadıya mevzu etmediğimiz "din elden gidiyor" çığlıklarım yine anmayacağız. Burada yeni geldiği için Tarihçi N. Yorga'ya biraz kulak verelim istedik. O diyor ki:

"... Tanzimat Türkiyesi, her şeye rağmen yalnız Müslüman bir devlet olabilirdi. Din bakımından büsbütün kayıtsız kalmak, ondan çok uzaktı. Böyle bir şey açıktan açığa ifade olunsa, herhangi bir Osmanlı hükümeti için bir tehlike teşkil ederdi. Fakat son zamanlarda devletin başına geçmiş olan şahsiyetler, Batıda kaldıkları uzun zamanın ve Hıristiyan dünyasıyla olan bağlarının etkisi ile tam bir tasâmuh (müsamaha) göstermeyi gerekli buluyorlardı. Bunun esaslı sebepleri vardı: Evvela bu devletin Rusya'ya karşı hami olarak İngiltere ile Fransa'yı kazanması gerekiyordu; sonra da İmparatorluk içinde yalnız iki milyonu Avrupa'da olmak üzere 19-20 milyon Müslümana karşılık iki milyon Rum, bir buçuk milyon Arnavud, iki milyon dörtyüz bin Ermeni, Sırplarla birlikte altı milyondan fazla İslav yaşıyordu..."

Bu tablo mühimdir. Dinle hiç ilgisi olmayan bir Fransız, İngiliz, Rus vs. Hıristiyanların menfaatini korumayı şeref ve haysiyet meselesi sayıyor, haklıdır da: Bizim Tanzimatçı paşaların bu hususta hassasiyeti yok. Yabancı bir tarihçinin bile hayıflanmasına varacak kadar yok.

Fakirliğin haysiyet düşmanı olduğu malûmdur. El açmak zorunda kaldığın milletin, milletlerin gözüne girmek için toz gibi küçüleceksin; başka türlüsü olmaz, olmuyor. Bizim Paşalar (acaba) iyi Müslüman görünmenin Hıristiyanları inciteceğini mi sanıyorlardı?

Bu, yoksul olduğumuz günlerde yapılan bazı işlere bakınca şaşıp kalıyoruz. "1846 senesinde Sultan Mecid, Karabet Balyan ve oğlu Mikoğas'a Beşiktaş'ta yeni bir saray yapılmasını emretti; bunun için de buradaki eski saray yıkıldı. Yeni saray, Boğaz'ın fetihten sonra doldurulan sığ kıyılarında yapıldığı için Dolmabahçe Sarayı adını aldı."

"1853'te Topkapı bırakılıp Dolmabahçe Sarayı'na geçildi. Saray 800 kadem uzunlukta 285 adalıydı ve dünyanın en ağır avizesine sahipti."

Başka saray ve köşkler, kasırlar da yapıldı. Bugün, elimizde kalanların tadını çıkarıyoruz ama o gün için hoş muydu? Kırım Harbi'ne girerken fakirdik ya, havamıza da diyecek yoktu. Adeta, köşk sahibinden daha gösterişli giyinen uşak gibiydik:

Savaş İlanı

Rusya alttan alta Türkiye'ye savaş tezgâhını kuruyordu. 3 Temmuzda (1853) Memleketeyn'e girdi. Eflâk ve Boğdan'a girmek, biraz önce Çar Nikola bir soruya cevaben "Pâdişâhın tokadının acısını hâlâ yüzümde duyuyorum" diyerek kuvvete başvurmak niyetinde olduğunu açıklamıştı." Hariciye Nâzırı Nesselrade, ne yapmış? Büyük devletlere yani o zamanki söylenişiyle Düveli Muazzama'ya "Memleketeyni işgal ediyoruz, fakat bu Devlet-i Âliye ile harb etmek maksadıyla değildir." Bu nasıl mantık ise, bir Türk eyaletinin işgali Türk'le savaş kastı taşımıyor?

Önce protesto edildi Rusya, aldırmadı. Osmanlı Devleti eyaletinin işgaline son verilmesini isterken Avusturya, Rusların Balkanlara yerleşmesinden endişeliydi. İngilizlerin, Fransızların, Prusyalının huzursuzluğu ziyadeydi.

Türk toprağına saldırının nasıl karşılık bulacağı hususu Türk'e danışılmadan Düveli Muazzama arasında görüşüldü. Aralarında tespit edilen esaslar Bab-ı Âli'ye bildirildi. İki devlet (Türkiye ve Rusya) arasında görüşme ve sulh yolu aransın istiyorlardı; yalnız, sunulan projede ürkütücü bir nokta vardı. Rusya'nın Ortodoks mezhebini himaye için yapacağı müdahalelerden bahsediyor ve buna Türkiye'nin göz yumması isteniyor. Düveli muazzamının notasının, resmen kabul edilmesini söyleyen İngiliz elçisi Stradfard, gizli olarak da katiyen kabul edilmemesi tavsiyesinde bulunuyordu.

Rusya'nın kabul ettiği nota Bab-ı Âli tarafından reddedildi. 4 Ekimde Ruslarla savaş için karar alındı. 14 Ekimde Rumeli Kumandanı Müşir Ömer Paşa, Rus Başkumandanı General Gorçakaf'a işgali 15 gün içinde bitirmeleri hakkında bir ültimatom verdi. Bunlar âdet yerini bulsun diye yapılan işlerdi, reddedildi.

Rumeli komutanı Ömer Paşa'nın elinde 40 bin asker var; aslında Tuna boylarında bulunan 178 bin askerden bahsediliyor, bunlar muhtelif yerlere dağıtılmış da Ömer Paşa'ya 40 bini kalmış, Memleketeyn'de bulunan Rus askeri 128 bin. Ayrıca, Rusların Anadolu cephesinde 160 bin askeri bulunduğu söyleniyor. İngiltere'nin bazı şehirlerinde düzenlenen "mitinglerde Polonya'yla Macaristan'da özgürlük mücadelesinin bastırıldığı dile getirilerek, Çar'ın barbarlığı kınanıyor ve padişaha hemen yardım yetiştirilmesi için çağrılar yapılıyordu.

İngiliz hükümetinin Türkiye'yi desteklemesini halkının bu derece istemesi, onların Türkleri sevmesinden ziyâde Ruslara duydukları öfkeye dayanıyordu. Fransa da Türkiye'nin yanında savaşacak, Ruslar, dindaşları tarafından dayak yiyecekti.

23 Ekimde Tuna filosu Isakçı önlerindeki adada bulunan Türk bataryasından ateşe tutuldu. İlk ateşle savaş başlamış oldu. Karaya oturan Rus vapurlarında 300 kişi öldü.

Ömer Paşa tecrübeli ve zeki bir komutan idi. Rusları tanıyor, nasıl bir yol takip edeceklerini az çok kestiriyordu. Yunanlılarla birleşmek, Sırpları ve Bulgarları Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklandırmak Rusların işine yarardı. Rusların böyle yapmak istediğini bilen Ömer Paşa, Tuna'yı geçerek Vidin'in karşısında Kalafat'ı aldı. Hem buranın hem de Vidin'in tahkimatını süratle yaptı. Tahkimatla uğraşırken, bir yandan da Oltaniça'ya asker geçirdi.

Rumeli yakasında Kalafat'ın Türk ordusunca işgali gecesi (27/28 Ekim 1853) Anadolu yakasında Abdülkerim Nadir Paşa Şeyh Şâmil'le irtibat kurmaya çalışıyordu. Şeyh Şâmil'le temasa geçemedi ama Batum'un yakınındaki Sen Nikola Kalesi'ni Ruslar'dan aldı.

Oltaniça Zaferi (5 Kasım 1853)

Bir hafta önce Kalafattan buraya geçirilen askerler General Donnenberg'in 22 tabur piyade ve 3 alay süvarisi ile beş saat savaştıktan sonra, düşmana müthiş bir bozgun yaşattı.

Ahıska Bozgunu (26 Kasım 1853)

Rumeli cephesi zafer yaşarken Anadolu cephesi bozgun gördü. Abdülkerim Paşa'nın askeri, çok üstün Rus kuvvetine mağlup düştü.

Sinop Baskını (30 Kasım 1853)

Patrona Osman Paşa komutasında 12 gemilik bir filo Batum'daki Türk kuvvetlerine erzak ile mühimmat ******ürecekti. Karadeniz Boğazı'ndan çıkışında fırtınaya yakalandı ve Osman Paşa Sinop'a sığınma emri verdi. Şiddetli fırtınadan dolayı bir hayli güçlükle limana sığınabildiler. Tayfaların takati kalmadığı gibi, gemilerde de hasarlar meydana gelmişti.

Beri yanda Rus filosu kumandanı Amiral Makhimafun kuvveti, takviye alarak limanın ağzına geldi, ani bir baskın hareketine geçti. Ruslar Türklere göre çok üstündü; bu üstünlüğü kendileri için zafer getirdi.

Birkaç saat süren savaşta Türk filosunun kahramanca çarpışması neticeye tesir edemedi. Kuvvet cesareti yendi. Dört bin kişilik mürettebatın yandan fazlası şehit düştü, filo tamamen mahvoldu.

Bu vakayı İstanbul'a duyuran, kaçarak kurtulan, Batum'dan gelip Sinop'a uğrayan Taif vapuru oldu. İstanbul'u acılara boğan olay İngiliz Elçisi Stradfor'a başka duygular yaşattı, o faciayı duyduğu zaman "Tanrı'ya şükürler olsun harp başlıyor" demiştir. Çünkü İngiliz elçisi çoktan beri İngiltere ile Fransa'nın bu savaşa girmesini istiyordu.

İngiltere ve Fransa Osmanlı'nın Yanında

Rusya'nın Sinop Bozgunu işi hızlandırdı. Boğazlar tehdit altında idi, buna İngiltere'nin ve Fransa'nın bigâne kalması düşünülemezdi. Zaten, Çar'ın anlaşmaya yanaşmaması durumunda Osmanlı'nın yanında yer alacağını açıklamış bulunan iki devlet zamanını bekliyordu. O zaman geldi ve pâdişâha karşı bir isyan başlıyormuş da onu önlemek içinmiş gibi iki devletin donanmaları Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul'a geldi. 3 Ocak 1854'te İngiliz ve Fransız donanmaları Karadeniz'e açıldı.

5 Ocak 1854'te Çotana Zaferi kazanıldı. Çotana bir köy. Daha önce takdim edilen Kalafat'ın üst tarafında bir tepede. Ruslar Kalafat'a hücum etmek için buraya asker yığdılar. Rumeli ordusu Erkânı harbiye reisi Ferik Nazır Ahmed Paşa 10 bin askerini üç kola ayırıp düşman üzerine şevketti. Şiddetli bir savaş başladı. İsmail Paşa ile Mustafa Paşa'nın yaralanması ve düşman tarafının bozulması kısa zamana sığdı.

Bu yenilgi Ruslara ağır geldi. 32 bin piyade, 4 alay süvari ve 52 topla güçlenip, beş gün daha uğraştılarsa da devamlı püskürtüldüler.

Silistre Kuşatması (15 Mayıs-25 Haziran 1854)

Namık Kemâl'e "Vatan yahut Silistre" piyesini yazdıran kuşatma. 10.000 Türk askerinin savunduğu kaleye 80.000 Rus askeri saldırdı. 40 gün sonra Rusların 15.000 ölü 20.000 yaralısına mukabil Türk tarafı 2.000 şehitle 3.000 yaralı vermiştir. Rusların 9 generali ölüp 3 generali ağır yaralanırken, Türk tarafı 1 paşa şehid vermiştir. O paşa ki Silistre müdafii müşir Musa Hulusi Paşa'dır. Kendisine müşir rütbesi tevcih edildiği zaman Rütbe-i şehâdeti tercih ederim! demiş. Üç gün sonra namaz kılmak için abdest alırken bir gülle isabetiyle şehid olmuştur.

Yerköyü Zaferi (8 Temmuz 1854)

Fazla önemi olmasa da zafer zaferdir. Ruslar Silistre muhasarasını kaldırmak mecburiyeti karşısında Yerköyü'nde birşeyler kazanmayı ümid etmişlerdi; buradan da altı bin asker kaybıyla çekilmişler... Tabiî zarar vermeden değil, köprüleri yıkarak, depolar yakarak kaçmışlar.

Kırım Seferi'ne Karar Verilmesi (21 Temmuz 1854)

Rusya'ya harb ilan edileli 9 ay, 19 gün oldu. Rumeli ve Anadolu cephelerinde çoğu Türk galibiyetiyle geçen saldırılar, müdafaalarla bugüne gelindi. Hedefi İstanbul olan Ruslar şimdiye kadar umduklarını bulamadılar. Varna'da toplanan harp meclisi Kırım harbi için karar aldı. 6 Ağustos'ta Türk ordusu Bükreş'e girdi. 13 Eylülde Türk, İngiliz ve Fransız kıtaları Kırım'ın güney sahiline vardılar.

14 Eylülde Fransızlar ve İngilizler müttefikimiz olarak Ruslara karşı Kırım'a asker çıkarmaya başladılar ve 20 Eylül'de Alma zaferi, "25 Ekim Balaklava muvaffakiyeti." Bu söz İ.H. Danişmend'in, olay zafer sayılacak gibi değil. Gerçi Rus General Mençikof'a bir mağlubiyet tattırılmıştır amma, müttefiklerimiz İngilizler ve Fransızlar bu başarının sahipleridir. Mençikof, sayıca çok az olan Türk askerinin koruduğu bir kaç siperi aldıktan sonra yeterli sayıdaki Fransız ve İngilizlerle karşılaşmış ve İngilizlere b¬raz zayiat verdirmiş, fakat kendi askerî kaybı daha fazla olmuş.

Eflâk ve Boğdan'ın Ruslar'dan Temizlenmesi (20 Eylül 1854)

Ruslar'ın Eflâk ve Boğdan'a yerleşmesi Avusturya'yı da rahatsız etmiş, bir an evvel eski haline getirilmesi teşebbüsünde bulunulmuştu. Avusturya'yı en fazla kızdıran, Ruslar'ın buralarda Panislavizm propagandası yapmalarıydı. İngiltere, Fransa ve Avusturya'da Osmanlı Devleti politikasını savunarak Eflâk ve Boğdan'ın bir an evvel tahliyesini istediler.

Ruslar mecburen direktiflere uydu. Onların gitmesiyle, savaş sonuna kadar muhafaza etmek kaydıyla Avusturya buralara yerleşti. Osmanlı ordusunun yükü biraz hafifledi.

Rusların Kutsal! Tuzağı

Büyük devletleri karşısına alan Rusya, Yunanistan'ı kazanmak niyetindeydi. Ajanları vasıtasıyla gafil Rumları iğfale başladılar. Güya İstanbul'u, hakkı olan Rumlara kazandırmak için silaha sarılmışlar. Bu propaganda bir senede meyvesini verdi. Rumlar Ayasofya'da yapacakları ayinin hayâline daldılar; bu hayalle Epir, Etalya ve Teselya'da çeteler oluştu. Osmanlı toprağı işgalleri başladı. Neyse ki, Yunanistan'ın eli zayıftı. Yapılan baskılara boyun eğip, uslu durmayı mecburen kabul etti.

Savaş devamınca iç meselelerde eksik olmuyordu. Sadrazam Mustafa Naili Paşa azledildi, iki gün sonra tekrar vazifeye döndü (8 Temmuz azil 10 Temmuz dönüş 1854). 29 Mayıs 1854'te Naili Paşa tam olarak gönderilip, mühür Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'ya verildi. Kırım seferi kararı Mehmed Emin Paşa'mn sadaretinde alındı.

İnkerman Zaferi (5 Kasım Pazar)

Ruslar devamlı yardım alarak savaşa devam etmekte iken, İngilizler'in kuvvetli mukavemetine yetişerek destek olan Türk ve Fransız askerleri kötü giden savaşı lehlerine çevirmişlerdi. 10–11 bin ölü 850 esir veren Ruslar müttefiklere 4680 zayiat verdirmişler, bu kendileri için fena bir yenilgi sayıldığından Prens Mençikof mağlubiyetin acısına dayanamayıp kısa bir zaman sonra ölmüş, yerine generel Gorçakof tayin edilmişti.

Devam eden savaşta Ruslar daha çok kaybediyorlar ve üzüntüye dayanamayan Prens Mençikof'un ölmesinin ardından bu seferde Çar Birinci Nikolas intihar ediyor. (2 Mart 1855)

Tuhaf Bir Alışveriş (Yahut Borçlanma)

İngiltere savaş bölgesine uzak. Savaş kanlı geçiyor ve birçok İngiliz askeri de ölüyordu. Sayıları azalan askeri takviye, kendi memleketinden zor olacağı ve uzun zaman alacağı için Osmanlı Devleti'nden ödünç asker isteyen İngiltere'yle bir mukavele yapılarak borç verildi. Türkiye 15 bini muvazzaf, 5 bini redif olmak üzere 20 bin asker vermeyi taahhüd etti. Türk askerleri İngiliz komutanların emrinde savaşacak, emri ve masraflarını İngilizler verecek, yalnız dinî meselelerde hür olunacak. Savaş bitiminde hayatta kalan Türkler, esas birliklerine iade olunacaklardı.

Pek tuhaf görünen bu İngiliz borçlanması herhalde, bundan sonra akıtılacak kanın tamamen İngilizlere ait olmaması içindi. Başka mantıki izahı zor. (3 Şubat 1855)

Savaşın Son Safhalarına Doğru

5 Mart'ta Osmanlı-Sardunya İttifak anlaşması yapıldı.

24 Mayıs'ta Kerç Boğazı'na asker çıkarıldı. 25 Mayıs'ta Karasu hattı işgal edildi.

7 Haziran'da Yeşiltümsek'le Aktabyalar zaptedildi. Bu zapt işi biraz kanlı geçti. 50-60 müttefiklerin zayiatına karşı Rusların 20 bin asker kaybından bahsediliyor.

18 Haziranda Malakof istihkamlarına yapılan taarruz başarısız sonuçlandı ve 4 bin kadar asker kaybedildi.

İlk Borçlanma

Devlet, daha önce mâlî sıkıntılar yaşamış, bunun aşılmasını, değeri düşük para basımıyla, sarayda bulunan altın-gümüş eşyaların paraya dönüştürülmesiyle sağlamaya çalışmıştı. Çoğu zaman da, kanlı ayaklanmalar olmuştu bu yüzden. Şimdi Kırım harbinin getirdiği ağır masraflar hazineyi yine iflas ettirmiş, çareler aranıyordu.

Savaşta müttefikimiz olan İngiltere ve Fransa bize borç verebilecek durumda idiler. Londra'da yapılan anlaşmayla, bu iki devletten 5 milyon İngiliz altını borç alındı. Borç verenler karşılığında yüzde dört faiz alacakları gibi, ne olur ne olmaz diye bazı garantiler sağladılar. Biz de, yabancı devletlere borçlanmanın ilk adımı böyle -bugün- atıldı. Tütün alışkanlığından betermiş ki, birçok tiryaki sigaradan vazgeçti ama devletimiz 150 senedir borçlanmadan vazgeçemedi.

Traktir Zaferi (16 Ağustos 1855)

Savaşın uzaması bıkkınlık getiriyor. Büyük hücumlar yaşanacağı günler müttefik ordunun heyecanını artırıyor. Sivastopol'ün düşeceği korkusu Rus Başkumandanı Prens Gorçakof'un uykusunu kaçırıyordu. Düşmanım denize dökerek kabustan sıyrılmayı planlayan Gorçakof hazırlığını yaptı. Müttefik orduların bir tarafı Sivastapol tahkinat hattı, bir tarafı 60 bin kişilik Rus ordusu.

Ruslar sabaha karşı, imha kastıyla saldırıya geçti. Müttefik ordular hazırlıklıydı. Başarılı savunma hatta hücum denemesi ve Rusları Traktir Köprüsü'nde perişan etmek zor olmadı. 2 bin ölü, 5 bin yaralı ve 400 esir veren Rusların bir de generalleri öldü. Müttefiklerde kayda değer zayiat görülmüyor.

Sivastapol'un İşgali

4 Eylül 1855'te toplanan Başkumandanlar meclisi Sivastapol'a umumi hücum kararı aldı. Bir gün sonra bütün bataryalar şehri top atışına tuttu. Donanma gemileri de bu atışa iştirak edip ve atışlar fasılasız devam edince, birçok yerde yangın çıktı. Cephaneler patladı. Limanda gemiler battı ve tahkimatta hasarlar meydana geldi. Tam üç gün böyle devam eden bombardıman Gorçakof'a, "bu cehennem ateşi" dedirtti.

Malokof adı verilen Rus istihkâmı zaptedildi. Gorçakof'un "cehennem ateşi"ne mukavemeti fazla sürmedi. Malakof 'un elden gitmesiyle son ümidi de solan Gorçokof, Sivastapol'u müdafaa edemeyeceğini anlayıp tahliyeye karar verdi.

Yapılan cehennem hücumlarda elde edilen başarı birçok can kaybını da beraberinde getirmişti. Rakamlar net olmamakla beraber müttefik ordular 7 bin, Ruslar 14 bine yakın asker kaybettiler.

Müttefikler, amacına ulaşmış olmanın sevinciyle Rusların boşalttığı şehri işgale başladılar. Yangınlar ve arada bir meydana gelen patlamalar, işgalin seri şekilde yapılmasını engelliyordu, ağır ağır ama güvenle yerleştiler.

Prensip edindiğimiz, savaş safahatı vermemeyi Kırım harbiyle biraz bozduk. Amaç, biraz daha hali pür melalim görmekti. En yakın komşumuz Rusya: iyi komşuluk münasebeti kurmanın zorluğu belliydi, bir de şu iyice belli oldu ki yanımıza birçok yabancı kuvveti alan bile, Ruslarla başa çıkabilmiş sayılmayız Hemen soruyoruz "Ne olacak bu memleketin hali?"

Kars!

Rusları muhtelif cephelerde yenen; Türk ve müttefik kuvvetleri Çar'ın intiharına bile sebep olurken, Kars fena hal de kuşatılmıştı. Haziranın ortasında başlayan ufak tefek çarpışmalardan sonra 15 Temmuzda Kars'ı tamamen saran Ruslar, savaşın bütün acısını çıkarmaya yükleniyorlardı. Doğu Bâyezidi almışlardı, Kars kalesini savunan Müşir Mehmet Vasıf Paşa'nın 15.000 askerine karşı General Muravyef'in 40.000 Rus askeri vardı. Türk askerinin yorgunluğu, Ruslar'm, devamlı takviye almalarından dolayı dinçliği vardı. Ve Ruslar'ın silahı iaşesi bol iken, Türkler için bunlarında sıkıntısı çekiliyordu. Her şeye rağmen kahramanca savaşan Türkler yedi saat süren taarruzu püskürtüp, Ruslara 7.000 ölü verdirmeyi başarmıştı. (29 Eylül 1855)

Fakat her zaman olduğu gibi, zor oyunu bozmuştur! Açlıktan ölmemek için ot kökü yiyerek ne kadar ve nasıl savaşabilinirse öyle savaşan Türk askerinin tâkâtı bitmiştir. Vire ile teslim olmaktan başka çare yoktur. Çünkü yiyecek ot kökü bile kalmamış, "4,5 ayda otları dahi bitirmişler. Ruslar büyük zayiatlarına rağmen, savaşı küçük bir başarıyla kapatmak için direniyorlardı. Vasıf Paşa kaleyi teslim etmek üzere müzâkereye girişti

Türk subaylarının kılıçlan alınmayacak.

Sivil halka hiçbir şekilde dokunulmayacak.

Camilere ve evlere kesinlikle tecavüz olmayacak.

Şehir yağma edilmeyecek; Kars, bu şartlarla Ruslara teslim edildi. Kırım harbi denen savaş, Kars'ın teslimiyle fiilen sona erdi. (28 Kasım 1855)

Bundan sonra Rusya'nın barış içinde yaşamasını mecbur kılan sebepler arasında Avusturya ile Prusya'nın dayatmaları da sıralanıyor. Avusturya Rusya'ya, "eğer kısa zamanda barış yapmazsanız biz de, bir kez daha savaşa girmeyi düşünebiliriz" derken, Prusya Kralı II. Aleksandr da şunu demişti: "Bir Avusturya-Rusya savaşı halinde Çar'ın sarayıyla dostça ilişkileri sürdürmek şöyle dursun, tarafsızlığımızı korumak bile zor olur."

Paris Sulhu (30 Mart 1856)

İki buçuk sene süren Kırım harbi, Kars'ın düşmesiyle bitiyordu. Yarısını Türk-Rus Savaşı olarak kabul edersek ki öyledir yeniçerilerden sonra kurulan yeni ordu başarılı imtihan vermiştir. Diğer yarısı İngiltere, Fransa ve Sardunya'nın desteğiyle geçen savaşta herkes üzerine düşeni yapmıştı. 28 Kasım 1855'te biten savaş, fiilen bitmiş görünse de, resmen, 30 Mart 1856 da Paris'te toplanan heyetlerin yaptığı antlaşma ile bitirilmiştir.

İsmail Hami Danişmend'e göre, savaşdan sonra müttefiklerimiz "Kırım muharebesinin bütün şerefini kendilerine hasreden bir propaganda yapmışlar ve en ciddi tarih menbalarında bile Türkiye'yi pek ehemmiyetsiz bir unsur gibi göstermişlerdir. Hâlbuki kendilerinin Kırım'a gidebilmeleri Türkler'in Tuna boylarında Rusya'yı tamamıyla mağlup etmiş olması sayesindedir ve Kırım'da elde edilen büyükçe parlak neticede de Türk ordusu en mühim âmillerdendir."

Paris'te 1 ay 4 gün süren barış konferansına Türkiye adına katılan iki kişiden biri Reşit Paşa'nın oğlu, diğeri sadrazam Âli Paşa'dır. Yapılan antlaşma Türkiye'nin hayli lehine olmasına rağmen daha geniş haklar elde edemeyen Âli Paşa Reşit Paşa tarafından tenkit edilmiştir.

Cevdet Paşa uzun uzun Reşit Paşa'dan ve Âli Paşa'dan bahseder. Bir yerde şöyle diyor.

"Reşit Paşa devlete pek çok âdemlar yetiştirdi. Âli Paşa ise, "âdem yetiştirmek şöyle dursun, yetişecek âdemlerin yollarını uruyor" deyû beyn en nâs mal'ûn idi." Yani, Âli Paşa yetişecek insanlara engel oluyor diye halk arasında ayıplanırmış. Reşit Paşa'nın tenkidi, belki de oğlunun Âli Paşa tarafından ön plâna çıkarılmayışındandır!

Her ne ise; Kırım harbinin bitişiyle Türkiye'ye huzur avdet etmiş oluyordu. İkinci Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırışı, arkasından Tanzimat Fermanı, henüz insanlar her ikisine de tam alışamadan çıkan savaş; çöküntüde görünen devleti ve tebaasını çok huzursuz etmişti. Şimdi fırtına kesilmiş, sular durulmaya başlamıştı. Bakalım bundan sonrası nasıl olacak?

Kırım harbinden sonra, Tanzimat Fermanı'nı tamamlayacak olan bir ferman daha yayımlandı. İkisi arasında geçen zaman, değişen dünya şartları, hele de Rusya'ya karşı müttefiklerle beraber yapılan savaş, bazı yeni meseleler çıkarmıştı. Türkiye, eskisi gibi taklit edilen bir memleket değil, aksine taklit etmek zorunda kalan bir memleket idi. Dünya dengeleri, bir kaç Avrupa devleti ile aynı paralelde görünmemizi gerektiriyordu. En azından, Sadrazam Âli Paşa öyle düşünüyordu.

Link to comment
Share on other sites

  • Replies 76
  • Created
  • Last Reply

Islahat Fermanı

Âli Paşa'nın Islahat Fermanı, 18 Şubat 1856'da yayımlandı. Getirdiği belli başlı yenilikler; Rusya, İngiltere ve Fransa'nın da görüş bildirdiği Islahat Fermanı Tanzimat Fermanı'ndan biraz farklıdır. Birincisi eksisiyle, artışıyla daha millîdir. İkincisine başka devletler de karıştığı için o kadar milli sayılmaz.

Bazı maddeleri Türkleri, bazı maddeleri de diğer unsurları hoşnut edemeyen Islahat Fermanını Reşit Paşa dahi beğenmemiştir. 20 Maddeden meydana gelen fermanın bazı bölümleri şöyle.

Fatihden beri Hıristiyan tebaya bahşedilen imtiyazlar kaldırılmıyor biraz değiştiriliyor. Patrikler ve daha aşağı payedeki ruhaniler aidat toplayamayacaklar; bunlar devletten maaş alacaklar. Hıristiyan teba Müslüman teba ile hukukî yönden eşit olacaklar. Hıristiyan ve Yahudiler çocuklarını Türk mekteplerinde okutabilecekler (dini mektepler hariç) ve bunlarda devlet memuru olabilecekler. Hıristiyanlar istedikleri derecede mektepler açabilecekler. Bu zamana kadar askerlik yapmayan Hıristiyan teba bu¬dan böyle askere alınacak, ancak isteyen bunu paraya çevirebilecek. Böylece Hıristiyanlardan 'Cizye' adiyle alınan vergi kalkacak.

Hastalık hafif iken bir kaç çeşit ilaçla devam edilen tedaviye, ağırlaşan hastalık sebebiyle daha çok ilaç kullanmak gerekmesi gibi, devlet çatırdadıkça taviz çoğalıyordu. Bütün mesele devlete "Ha¬ta Adam" diyen Rusya'yı yalancı çıkarmak.

9 Ocak 1853 Sen Petersburg'da bir saray. Ruslar'ın keyfi yerinde, İngiltere'nin de! Balo da eğlenirlerken, Çar Nikola'nın kanında tilkiler dolaşıyor, beyninde ecinniler cirit atıyor ve kendini tutamayan Çar İngiliz elçisine yaklaşıp birşeyler söylüyor. Elçinin merakı kamçılanıyor ama fazla belli etmiyor. Söz Türkiye'ye gelince kulaklarını iyice Çar'a yaklaştırıp dinliyor. "Türkiye'ye gelince, diyor Çar, bu bambaşka bir problemdir. Bu memleket buhranlı bir durumdadır. Başımıza çok işler çıkarabilir." İngiliz elçisi, Çar'dan Türkiye hakkındaki düşüncelerini açıklamasını rica edince, I.Nikola şöyle devam ediyor:

"Kollarımız arasında hasta bir adam var. Çok hasta. Size açıkça söylemeliyim ki gereken bütün tedbirleri almadan önce onu günün birinde kaybetmemiz büyük felâket olacaktır."

"Türkiye aniden ölebilir. Bu takdirde üzerimizde kalacaktır. Ölüleri diriltemeyiz. Türkiye ölünce, bir daha dirilmemek üzere ölecektir. İşte bunun içindir ki, size soruyorum. Böyle bir olay karşısında kargaşalık, anarşi ve hatta bir Avrupa harbi karşısında kalmaktansa, önceden tedbirler almak daha akıllıca bir hareket olmaz mı?"

Sürer gider Çar'la elçinin hülyalı sohbeti; ama anlaşamazlar. Biraz sonra kopan savaşta da İngiliz askerleri Türklerin yanında, Ruslara karşı savaşırlar. Devletlerarası münasebetler kış günü göğüne benziyor, bir açık bir kapalı, hangi bulutun nereye boşalacağı pek belli olmuyor. Bu sohbetten sonra Ruslar Türkler'le savaşıp, bir hasta adam tokatı yemekten kurtulamamışlar. Gerçi Çar Nikola'nın tespiti pekte yalan değildi amma, biraz fazlaca vicdansızlık var idi. Fatih'i, Yavuz'u, Kanuni'yi, bilenlerin 1853'deki durumu görünce Çar'da uyanan kanaati paylaşması akıl ve mantık dışı sayılmazdı. Perşembenin gelişi belli olmaya başlamıştı.

Osmanlı Devleti hasta da olsa, sağlam da olsa bizimdi. Ölünün başını bekleyenler bile kâh ağlar, kâh güler, aynı acılı hali devamlı yaşayamazlar. Kırım harbi sonrası İstanbulunu, Cevdet Paşa'nın anlattıklarıyla tanımaya çalışırsak, birinci elden olayların şahidini dinlemiş oluruz.

Önce o günlerin ilmiye sınıfıyla ilgili bir fıkrayla Cevded Paşa'ya kulak verelim: Tersanei amirede bir gemi yapıldı; adı da fethiyye kalyonudur. En üst kısmı denizde ikmâl edilmesi lâzımken, ustalar onu da dışarıda tamamladılar. Ağırlığı taşıyamayan direklerden birinin kırılması ile diğer direklerde kırıldı, menzil müsait olduğu için, gemi kayarak denize indi.

"Fakat birkaç kişi mecruh ve birkaç kişi telef olarak gemiye kurban verildiler."

Geminin teknik eksikliklerden denize girdiği malûm; üstelik kaç kişinin de yaralanmasına ve ölmesine sebebiyet verdiği meydanda iken, hadiseyi duyan İstanbul kadısı yanındakilere, gemiyi denize meleklerin indirdiğini söyler. "Zürefadan biri de: "Evet bu kalyonu melekler indirmiş olmak muhtemeldir. Lâkin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki birkaç kişinin helakine bâdî oldu dedi."

"İşte tarik-i ilmiyye kibarının ekseri o zaman böyle gülünç olacak söz söyle¬yip çok yerlerde duçan istihza olurlardı."

"Hülâsa-i Ahvâl-i politikiyye" başlığıyla anlatılan, paşalarımızın bazı hususiyetlerine bakalım.

Kırım harbinden sonra İstanbul'da İngiliz ve Fransız elçileri nüfuz yansına girerler. Reşid Paşa İngiliz politikasında devam ve Âli ve Fuad Paşalar Fransız politikası güderler. Rıza Paşa da Fransız sefaretine hizmet ederdi. "Fuat Paşa âmedci (başkatip) iken Mahmut Nedim Bey mektubcu olup daima geceleri hem bezne-i sohbet olurlardı. Fuad Paşa dirayet-ü malûmatı hasebiyle ilerleyüp Âli Paşa ile atbaşı beraber gitmeğe başladı. Mahmud Nedim Bey de ise o iktidar olmadığından başka, pek mütelevvin bir zat olup hatta Reşit Paşa bir gün amn tavr-u mişvarundan canı sıkılarak, "bizim mektubcu bey, cıvık sabuna benzer, anınla ne el yıkanır, ne de çamaşıra gelür" demiş idi." Ahmed Cevded Paşa Mahmud Nedim Paşa'nın kaabiliyetsizliğini anlatırken gayretini de göz ardı etmez. Yaslanacağı yerleri iyi hesap ederek Sayda valiliğini kazandığını söyler; hem de vezaret alarak bundan sonra, o da Âli ve Fuat Paşalar gibi Paşa olarak anılır. Paşalarımızla, paşalarımızın diğer devletlerin elçileriyle ilgili, daha çok şeyler yazar Ahmed Cevded Paşa, amma Ahvâli Maliyye başlığı ile anlatılanlara geçiyoruz. "Öteden berü Devleti Âliyye iradına göre masraf ederdi. Memurin dahi vaktiyle maaşlarını alup idarelerini ana uydururlardı. O zaman alafıranga hane ve sahilhane tecemmülâtı (süslenmek için kullanılan eşya) yok idi. Saray-ı Hümayun'un idaresi ise pek mazbut bir hâlde idi. Şehzadeler kafes-nişîn-i mahcûriyet oldukları gibi kadınlar dahi bir tarafa çıkmazlardı."

Cevded Paşa saray halkının yaşadığı mazbut hayatı anlatıp, sonra bu mazbutluktan nasıl çıkıldığına sözü getiriyor ve kusuru Mısırlılara yükleyiveriyor.

"Şöyle ki; diyor, Paşa. Bâlâda (yukarıda) îş'âr olunduğu üzere Abbas Paşa valiliğinde Mısır'dan Dersaadet'e pek çok paşalar ve beyler ve hanımlar hicret eylediler. Galî bahâlar ile konaklar ve yalılar aldılar. Alafıranga tecemmülât ile tefriş u tezyin ettiler. Bol bol paralar sarf u israf eylediler. Ebvâb-ı sefahati açtılar. Vükela ve kibarı İstanbul, bu Mısır döküntüleriyle aşık atmağa ve vükelâ haremleri de Mehmed Ali kerimesi Zeynep Hanım'ı taklid ile ısrâf u sefahata kalkışdılar. Bu cihette Âli Paşa'nın dâiresi mesârifi, şehriyye üç dört bin altuna vardı ve Ali nâm car-ebru delikanlısının mesârifi, efendiden bir âdemin hanesini kibârane suretde idare edebilirdü. Bu suretle sadâret ma'âşı vefa etmez oldu."

Herhalde kıskançlıkla olacak, Mısır valisinin himayesindeki insanlar israf içinde yüzerken, pâdişâhın kadınları ve kızları onlardan geri kalmak istemezler. Süslü arabaların içinde modern giyimlerle dolaşan Mısırlı hanımlar sarayın duvarları arasında ömür tüketen kadınları dışarıdaki hürriyete heveslendirirler. İşte kültür değişmesi, böyle bir tazyikle başlar. "Kadın efendiler de hükm-i zemâne icâbınca arabalar ile gezmeğe başladılar ve bi't-tabi' şehrîlere tefevvuk etmek üzere (şehirlilerden üstün görünmek için) israf u sefahata daldılar ve onlarda borçlu oldular ve ahz u i'tâlarma vâsıta olan kahveci ve baltacılar pek acib sui is-timâlâta koyuldular. Meselâ bir tacirden yüzbin guruşluk mal alırlar ise elli bin guruş da nakid alup ikiyüzellibine sened verirlerdi. Bu cihetlerle Saray-ı Hümâyûn'un üç sene zarfında üç milyon kese akçe deyr i zuhur etdi. Bu da kafi olmayıp sultanların ve kadın efendilerin murassa'âtı (kıymetli mücevherleri) Beyoğlu sarrafları ellerinde merhun kaldı. El-hâsıl, Mısır döküntüleri İstanbul ahâlisinin ahlâkını bozmağla devlet-ü millete azim zararları dokundu."

Kırım harbinin açtığı mânevi yaraların esas sebebi, Cevded Paşa'dan anlaşıldığına göre; devletin, milletin fakirliğinden başka bir şey değildi. Devlet-i Âliyye toprak kaybıyla beraber iktisâdi kayıplara da uğraya uğraya küçülmüştü. Bir savaşı zaferle neticelendiren ordu ganimetle zengin oluyor, o zenginliği değişik yollarla diğer insanlara dağıtıyordu. Nicedir ki, böyle bir şey yaşanmıyor, devletle beraber herkes fakir düşmüştü. Devletin eyaleti olan Mısır bile Türkiye'den zengindi. Yine Cevdet Paşa'ya göre "Kırım muharebesinde Fransız ve İngiliz askerleri İstanbul'a geldiklerinde, su gibi altın akıttılar. Bu yüzden İstanbul esnafı, bilhassa kuyumcular fevkalâde istifâde ederek zengin oldular; onlarda Boğaz içinde yalılar tutarak kibarâne yaşamağa başladılar." "O zaman Kadıköy'ü ve Adalar henüz mamur olmamış idi. Kızıl toprağın adı yok idi. Şitaiyye (kışlık) İstanbul ile Beyoğlu'na ve sayfiye Boğaziçine münhasır idi. Büyükdere'de dört odalı bir kira evi bulmak büyük saadet'e nail olmak gibi bir muzafferiyet sayılıyor idi."

Şimdi anlatılacak olayı, o zamanlar "enflasyon" diye bir şeyin olmadığı düşünülerek okuyalım ve aniden kavuşulan bolluğun neler yaptığını daha iyi anlayalım:

"Şeyhülislâm Saadeddin Efendi altı aylığını kırkbin guruşa olmak üzere, Balta limanında bir yalı kiralamış idi ki o yalı, Mısır'lı Halim Paşa uhdesindedir. Tebrik-i nakl içün Sadeddin Efendi'ye bir ihtiyar âdem geldi; "Ben bu yalının falan tarihde kırkbin guruşa satıldığım bilürüm" demekle orada bulunanlara hayret geldi."

O sıralarda para kazanmanın çok kolaylaştığını, bir hayli fazla olan hırsızlığın bittiğini anlatan Cevded Paşa;

"Anlaşıldı ki memleketimizde hırsızlığın çoğalması parasızlıktan imiş" diyor. "Lâle devri" diye anılan zamanı yaşıyanlar, tabiî ki, belirli bir kesimdi. Bebek koyu ile Büyükdere koyunda mehtabı seyretmek bahtiyarlığı herkese nasib olmuyordu. Servilerin aksi, suda gümüş rengi aldığından mı acaba, anılan yerlerde akşamlrın "Gümüş servi" temaşa edilirmiş.

Cevded Paşa, Devlet erkânından bazıla-nnm ahlhakî bozulmalanmda anlatıyor; bunlar Âli Paşa, kâmil Paşa, Fethi Paşa...Ve, bugün lüks arabalarla, kaldınm-lardaki işveli bakışlara işaret eden malûm adamlar gibi "Bâyezid Meyda-nı'nda arabalara (At arabası) işaretlerle ma'âşaka usûlü hayli meydan aldı." diyor C. Paşa.

Avrupa bugünkü durumunu bazı sahalarda o günlerde yaşamaya başlamış olmalı ki, "Melek haslet" olan Abdülmecid Han için Fransa'dan macunlar getirtenler olurmuş. Pâdişâhın kadınlarının çokluğu malumdur. Servetseza Kadın, Tirimujgan Kadın, Şevkefzâ Kadın, Düz-didil Kadın, Perestû Kadın ve daha birçokları... Ve ayrıca ikbâlleri... pâdişâhla ilgili bu konuyu şöyle anlatıyor.

"Sultan Abdülmecid Han hazretleri hakikaten melek-haslet bir pâdişah-ı âli-câh olduğu halde, o da nev'-i beşerden değil mi? Bu rüzgar anı da çarpdı. Âlemin bu inkılâbâtı arasında, o dahî kadınlardan bazılarına muhabbetü rağbet buyurdu. Nas'ın haram olan mu'âmelatına o dahi helâlinden olarak müşareket buyurdu. Buna hiç kimse bir şey demiyordu. Fakat nisvân ile kesret-i musâhabetinden nâşi vücûd-u hümâyunlanna günden güne za'f gelmesi bâdî-i endişe idi.

Zira halk kendisini pek ziyâde sevdiklerinden anın bu hâline müte'essir idiler."

Rüşdi Paşa'nın cinsel ahlâksızlığını gizleyişine de yer verilen maruzatta Fethi Paşa'nın Avrupa’dan kuvvet şurubu getirtip, pâdişâha takdim etmesi kınanarak anlatılır.

Nihayet; maddi manevi buhran kısa zamanda zararını su yüzüne çıkarır. Ahlâki düşüklük içinde olanlar dillere düşer, maddi israfın sahipleri hazineyi müşkül duruma sokarlar. Paşaların konaklan pâdişâhın sarayı ile israfta yarış etmektedir.

Pâdişâh israfın farkındadır ve rahatsızdır. Bir gün Darüssaâde Ağası ile kızı Münire Sultan'a haber gönderir: "Akıllarını başlarına toplasunlar. Artık aşırup taşırdılar. Anları tekdir şöyle dursun, adetâ döğdiririm."

Bir günde; Mehmed Ali Paşa'nın gelini olan Resia Sultanın altmış bin kese borçlanmasından dolayı, paşayı tekdir eden pâdişâh, haberdar olmadığını söyleyen paşaya daha çok kızarak, "Senin yeminlerine de inanılmaz. Mukaddema suhteleri ayaklandıran da sen değil misin? Hain herif, sen din-ü devletine ve pâdişâhına hainsin. Mukaddema seni nefy eden yalnız Reşid Paşa değil idi; ben bu bâbda müttefik idim" dedi. Bâ'dehû Âli Paşa'ya hitaben: "Sen nasıl sadr-ı âzam olacaksın. Böyle şeylere bakmıyorsun. Mührü alırlar da adamı koğuverirler. Mesuliyet altındasın" deyû buyurdu. (C.Paşa)

Ahmed Cevdet Paşa kulakları ile duyduklarını naklediyor. "Bizler kapunun haricinde bu ateşli sözleri istimâ ile lerzân olmakda idik. Bu sırada sair Dâmad Paşalar gelmekle Zat-ı Şâhâne: "Sultanlar gece mehtâblarda gezermiş. Benim gece mehtâbda gezer kızım yokdur. Anları redd edeceğim. Bu heriflerin harekâtı artık namusuma dokunur oldu" diyerek Dâmad paşaları ve bilhassa Ali Galib Paşa'yı tekdir-ü ta'zir buyurdu."

Pâdişâh bağırarak öfkesini alamaz; ertesi gün Dâmad Paşaları memuriyetlerinden azleder. Devletin en büyük sıkıntısı hadsiz hesapsız harcamalardır. Pâdişâhın sarayı ile yarışa çıkan Damatlar ve diğer paşa konakları Abdülmecid Han'ın azarları ile kendilerine çeki düzen vermeye başlarlar. Beyoğlu sarraflarına ödenen faizler devletin itibarını da sarsmaktadır. Hazine borç batağındadır. Fuad Paşa Avrupa'dan 5 milyon lira borç bularak devleti rahatlatmaya çalışır. Bunlar Kanuni zamanını bilen millet için ne kadar acı bir durumdur.

Parasızlığın ne derece kötü olduğuna bir delil olarak Kıbns'lı Mehmed Paşa'nın söylediği söz kâfidir. Pâdişâhın Rusya'ya göndereceyi nişan ve hediyeleri görüşmek üzere huzuruna çağırdığı Kıbns'lı ile Fuad Paşa hediyeleri seyrettikten sonra; Kıbns'lı, gümrüğe dair bahs açılınca: "Merhume Valide Sultan, bundan dahî irtikâb etmiş (rüşvet yemiş) demekle, hünkâr münfa'il ve mütessir olup, Harem-i Hümâyuna girüp: "Bu herif benim ölmüş validemden ne istiyor. Anı irtikab ile itham ediyor" deyû buyurmuş" ertesi gün makamda değişiklik vukuu bulmuş.

Burada, bakışımızı Anadolu'ya çevrip bugünlerdeki durumu görmek istiyoruz. "Ağlamayan çocuğa meme verilmez" gibi bir söz var ya ne kadar doğru. Fakat ağlayan çocuk herhangi bir şeyle tehdit unsuru olamazsa kolayca meme alamayacağı da belli! Az aşağıda, Rumeli'de ağlayıp istediğini alanlar görülecektir. Ya Anadolu'da ağlayanlar? Onları pek bilmiyoruz. Bildiğimiz figanın her taraftan geldiğidir. Bir açlık, bir de devletin zayıf düşmesinden kaynaklanan isteme oburluğu var. Çukurova'da yaşayan Avşarların sıkıntılarını, isyana dönüşen hak isteme teşebbüslerini devletin önlemeye çalıştığı günlerdir. Onlar hakkında çıkan ferman Âşık Dadaloğlu'nun sazında terennüm edilmektedir, hem de kafa tutarak.

Düşmanla baş edemeyen, hane halkına söz geçiremeyen pâdişâh, fermanlarla bazı sesleri kısmaya çabalarken, susmayı bilmeyen, hiçbir şey yapamasa da kafa tutmayı bilen Dadaloğlu şiire vuruyor işi. Şiir güzeldir ama devlete kafa tutanı değil.

Dadaloğlu'nun söylediği isyan şiirleri bazıları tarafından kahramanlık sayılabilir, bazıları da devletine olan bağlılığının zayıflığına yorar.

Belimizde kılıcımız kirmâni

Taşı deler mızrağımız temreni

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman pâdişâhın dağlar bizimdir

Dadaloğlum yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice koçyiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir

Dadaloğlu'nun kime meydan okuduğu belli. Bunu sadece, Anadolu ahvaline dair bir misal olmak üzere naklettiğimizi unutmayalım.

Sultan Mecid'in Zor Günleri

Her iktidarın bir düşmanı, tahtın ayaklarını kemiren kurdu bulunuyor. Abdülmecid Han'ın tahtı da borçlar yüzünden kemirilmektedir. Saray-ı Hümâyundan alacaklı olan Hıristiyan tüccarlar Fransız, İngiliz ve Rus sefaretlerine Devleti Aliye'yi şikayete giderler. Alacaklarını alamadıkları için, onlardan yardım isterler. Daha önce, Osmanlı devleti için söylenen Rus sözünün benzerini Rusya hariciye nazırı söyler. "Delvet-i Osmaniyye bir hastadır. Elimizde ölecek."

Cevded Paşa'nın maruzatı, o günlerin kasvetini olduğu gibi yansıtır ve bir yerde paşa dahi der ki: "Devlet-i Aliye'ye nazar mı isabet eyledi bilmem, müsalaha vukuunda hudûd üzerinde ikiyüzellibin asâkiri nizamiyye ve beş yüz kırk pare top mevcûd olup asâkirin elbisesi ceyyid-ü cedid ve hayvanları tüvâna olduğu hâlde avdet eylediler. Redifler dâhi salimen ve müreffehen memlemetlerine gittiler. Paraca dahi devletin iradı masarifine galib olarak sene başında rûn-ümâ olan fazla ile perakende düyunun tasfiyesine karar verilmişdi. Sonra saray-ı hümâyun'un üç sene zarfında üç milyon kese akçe düyunu zuhur ile Maliyye hazinesine tahmil olundu. Bu cihetle hazine müzayakaya ve devlet muhâtraya düşdü."

Devlet bu durumları yaşarken Rumeli'den şikâyetler gelmekte "güya ki tebea-i gayr-ı mislimeye şöyle zulmediliyormuş, böyle insaniyyete mugayir muameleler icra olunuyormuş." Hıristiyan devlet elçileri dindaşlarının korunması için Devleti Âliyeye baskı kurarlar. Teftiş için bir heyet gidecektir. (Düveli Fahîme böyle istiyor) Düveli Fahîme, itibarlı, kuvvetli, büyük devletler, yani Fransa, İngiltere ve Rusya. Dünyanın efendileri bunlar ve bunlar istiyorlar diye Devleti Âliye Rumeli'ye bir teftiş heyeti gönderiyor. Heyette kimler var, bir bakalım. "Beycikli Arif Bey, Besim Bey, Fatyadı Bey (Ma'hud Fatyadı Paşa) Bulgar milletinden Gavriyet, Ermeni Artin Efendi (sonradan Artin Paşa) Eskidende Ermeni Paşa olabiliyordu amma? Art'ın adıyla, Hı¬-ristiyan diniyle değil, Müslüman olup ismini bile değiştiriyordu! O günler hayâl oldu...

Teftiş heyetinin içinde bulunan, Maruzat yazarı C. Paşa, pâdişâhın son günlerinden bir veda konuşmasını şöyle veriyor. "Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa Hersek'e gitmek üzere uhdesine Rum (eli) ordusu müşirliği tevcih buyurulduğunda veda için Mabeyn-i Hümâyun'a giderek huzûr-ı Hümâyuna dâhil oldukda Sultan Abdulmecid Han hazretleri "Allah selâmet versin. İnşâallah muvaffak olur gelirsin. Lâkin beni bulamıyacaksın. Yakın vakitde gelsende bulamazsın. Beni karılarım ile kızlarım bitürdü deyû buyurmuş Filvaki günden güne zâfı ziyadeleşmekte bulunmuş idi."

Abdülmecid Han devletin yaşadığı sefalet ile kendi yaşadığı sefahattan, mecalsiz kalmıştı. Cevded Paşa, onu Reşid Paşa'nın, politikasıyla rahat ettirdiğini savunur. Bir de Reşit Paşa'nın yetiştirmesi olan Âli ve Fuad Paşa'lann iyi devlet adamı olmaları; amma, öyle bir devir ki, herşey hızla değişiyor, ahlâki değerler yozlaşıyor, pâdişâh hane halkına israfta mâni olamıyor. Zâten nazik yaradılış da olan bünyesi çok erken yıpranıyor Abdülmecid Han'ın. Çöken devletin hazinesi ve pâdişâhın bünyesine rağmen, değişmeyen şeylerde var.

Bir gün, "Abdülaziz Efendi, Beylerbeyi Karakolhânesi önünden geçerken karakola atiyye olmak üzere bir çıkın göndermiş. Karakol zabiti dahi anı serasker bulunan Rüşdi Paşa'ya getürmüş. O dahi Zat-ı Şahâne'ye takdim etmiş. Bundan Zat-ı şâhane'nin canı sıkılıp Abdülaziz Efendi'ye "Askere öyle cüz-i atiyye vermek yakışmaz. Gönderecek olduğu hâlde böyle ziyâdece atiyye göndermeli" deyu büyük bir kese altun gönderüp anı mahcup ettikden sonra Reşid Paşa'yı celb ile: "Ne dersin. Bizim birader askerin celbine kıyam etmiş!" diyerek vuku-ı hâli hikâye etmiş ve Abdülaziz Efendi'yi Trablus garb valisi etmek hususunda reyini sormuş.

Reşid paşa birkaç gün sonra verdiği cevapla pâdişâhı bu fikrinden vazgeçirmiş. Gerekçesi ise; "Abdülaziz Efendi'nin yanına her ne kadar müsteşar kılıklı bir emin zât memur edilmek tabiî ise de, uzak yer; orada herkes veliahd olduğu cihetle Efendi'ye arz-ı halü edicek, kim bilir neler olur. Ahvâli alem acâib, bir şeye tamâmiyle emniyyet olunamaz. Efendim burada sadık kullarınız var. Efendiyi nezâreti Hümâyununuz tahtında tutmak evlâ görünüyor." Reşit Paşa'nın cevabına Pâdişâh "Evet ben de böyle düşündüm" der. Bir günde Sadrazam Mehmed Ali Paşa'ya: "Paşa, ben Efendiden sıkılır oldum" deyince Paşa der ki:

"Efendim, Başmabeynci çabuk ü çevik bir bendenizdir. Benim de bir mutemed âdemim vardır. Anlara tebdil-i câme ettiririz. Efendi, gece çiftlikden gelirken kurşun ile ururlar."

Pâdişâh böylece Mehmed Ali Paşa'nın karakterini anlamış, bundan sonra ona karşı daha dikkatli olmuşdur.

Sultan Abdülmecid'in Ölümü

Abdülmecid Han'ın sağlık durumu iyici bozulunca, devlet erkânı yerine geçecek şehzade arayışına başlar. Rıza Paşa'nın Murad Efendi'yi, Mehmed Ali Paşa'nın Abdülaziz Efendi'yi desteklediği şayiaları ortalarda dolaşır. Pâdişâh can derdindedir.

Dolmabahçe Sarayı'nda bir saat kadar Abdülazif Efendi ile başbaşa kalan pâdişâh: "Birader benden artık hayır yok. Ben muayedeye dahi vükelâ ve sairleri ile veda içün gittim. İşte her şey sana kalacak. İnşâallah muvaffak olursun. Evladlarımı sana emânet eyledim. Anlara zaruret çekdürme" deyû buyurması üzerine, Efendi hazretleri ağlamaya başlamış, kendisi de beraber ağlamış. Ba'dehû bazı vesâyâyı lâzime dahi buyurmuş ise de, tefâsilini öğrenemedik" Cevded Paşa iki kişinin bir saatlik görüşmesinde, pâdişâhın vasiyyetlerinin tafsilâtını öğrenemediğini söyleyip, şunu ilave ediyor: "Şu kadar ki: "bu babda vükelâm bana hıyanet eylediler. Seninle kardeşliğimi bildirmediler" Cevded Paşa'nın öğrendiği son cümle budur. Padişah ahiret yolculuğuna çıkarken, kardeş sevgisini doyasıya yaşayamadığından muzdarip!

Veremin erittiği vücudundan canı çekilirken gözünün önünden evlatları, kardeşleri, kadınları, kızları, devleti mi geçiyordu, acaba? 39 yaşının içinde idi. 21 buçuk senesi padişahlıkla geçen ömür belki bir kaç misli cevr'i yaşamıştı. Devletinin iyi günlerini görmekle mesut, kötü günlerini görmekle mahzun olmuş. Merhameti, dindarlığı, âlicenaplığı ile anılmış, hem sağlığında, hem daha sonra. Hatırlayanlar Sultanselim'deki türbesine gidip Fatiha okurlar. (25 Haziran ölüm 1861)

Abdülmecid bahsi girişinde, Batı kültürüyle yetiştiği söylenmişti. Yaşayışı da bir Batılı gibi oldu. Ölümüne gösterilen sebepte, fazla içmekten düştüğü hastalıktı. Bunlara rağmen o bir Osmanlı Hakanı idi. Devletin binbir türlü sıkıntısına rağmen kimliğinin hakkını verdi. Saraylar, kasırlar bir yana, Küçük Mecidiye Camii, Büyük Mecidiye Camii Teşvikiye, Camii ve birçok çeşme, tekke gibi hayır eserlerinin yapılması onun zamanının ve onun dini yönünün aynasıdır.

Püsküllü Belâ

Abdülmecid Tanzimat pâdişâhıdır. Tanzimat, adeta bir devletin kökden uca değişme teşebbüsüdür. Kılık kıyafet de nasiplenir bu değişimden. Eski başlıklar uçar gider başlardan ve fes gelir oturur, müslim, gayrı müslim, herkesin başına. Bir de püskülü var bu feslerin ve bu "feslerin püskülleri ipekten olduğu için rüzgârdan, yağmurdan ve daha başka şeylerden telleri bozulurdu. Bu sebeple her gün püsküllerin taraktan geçirilmesine ihtiyaç hâsıl olurdu. Hatta püskül taramak için şimdiki kundura boyacıları gibi sokaklarda ve çarşılarda "püsküller tarıyalım" diye ekser yahudi çocukları olarak bir kısım halk bununla geçinirdi. Püskülün bu hâli yüzünden fese püsküllü belâ denmiye başlanmıştı."

Sevipte, kaprislerine katlandığımız insanlara 'başımın püsküllü belâsı' deyişmiş boşa değilmiş.

Link to comment
Share on other sites

SULTAN ABDÜLAZİZ

(25 Haziran 1861–4 Haziran 1876)

32py4.jpg

Sultan İkinci Mahmud'un Pertevniyal Sultandan 8 Şubat 1830'da dünyaya gelen oğlu Sultan Abdülaziz, günlük elbisesini giyer gibi tahta oturmuştu. Hiçbir zorluk görmeden, 15 senesini harcayacağı bu şatafatlı, güngörmüş tahta geçtiğinde 31 yaşında idi. Hayatının sonuna kadar bazı sahneleri yansıtmaya çalışacağımız padişahın geride bıraktığı hiçbir şey ölümü kadar konuşulmamıştır. Aradan bu kadar sene geçtiği halde bugün bile kati cevabını bulamayan, öldürüldü mü? Öldü mü? İntihar mı etti? Yaptığı veya yapmadığı hizmetler gündeme gelmez; ölümüyle ilgili soruların cevabı aranır... daha da aranacağa benziyor...

Bazı ruhiyatçılar ve bazı çok bilenler, onun bir dörtlüğünü inceleyerek intiharına yol bulabilirler, amma, hangi şair böyle sözlerle mısralar yapmamış ki? Bestesi de kendisine ait olan, Abdülaziz Han'ın şu güzel güftesine bir göz atalım.

Bî huzurum nâle-i mürg-i dil-i divâneden

Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş ianeden

Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden

Terk-i can etsem de kurtulsam şu mihnethâneden

Âyâ, 'acaba' demektir. Âyâ Abdülaziz Han ağabeyinin ölümüyle kederlendi mi, tahta kavuşmakla sevindi mi? Ahmed Cevdet Paşa, o günleri teferruatıyla bilmekte, birbirinden değerli kitapları -Tarihi Cevdet, Maruzat ve Tezakir- ile bizleri aydınlatmaktadır.

Abdülmecid vefat eder etmez, "sadrâzam ve serasker ve kapudan paşalar cenaze odasının kapısında Hasip Paşa'yı bırakıp üçü beraber Abdülaziz Efendi hazretlerinin dairesine gittiklerinde kapı kapalı olmağla kapıyı çalmışlar. Mehmed Ali Paşa ise kemâli telaşla "kapıyı kırmız" diyerek bir gösteriş etmiş ve sanki "aman fırsat fevt olmasın" yollu bir tavrı hareket göstermiş ve Efendi hazretlerinin cülusundan sonra ana "sadrâzam ile serasker, Murad Efendi tarafına gidecekler idi. Ben çevirdim" dediği sonradan tahkik olunmuştur. Hâlbuki kapı açıldıkta Efendi hazretleri merdiven başında ve sako (ceket) sırtında hazır bulunmağla sadrazam, "Efendim başınız sağ olsun. Biraderiniz vefat etti. Tahtı saltanat teşrifinize muntazırdır, buyurun" deyicek. "Vah birader vefat etti mi? Ne vakit etti?" deyu ağlamağa başlayıp nutku mecali kalmamış." (Tezakir) İlk heyecan anları geçen Yeni Pâdişâh, yüreğinin bir yanma acısını bir yanına sevincini gömerek, kubbealtında hazırlanan tahta çıkar ve biat merasimi yapılır. Yukarıda isimleri geçen sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Paşa, Kapdanı Derya Mehmed Ali Paşa ve Serasker Rıza Paşa istikbâlleri için telâşe kapılırlarken, bir kadın başka bir şey yaşıyordu. "Aman oğlumu almayınız, bana bırakınız" yalvararak oğlunu isteyen kadın Abdülmecid Han'ın hanımı, Şevkefza Kadındır. Oğlu Murad'ın hayatından endişe ettiği için, coşan yüreğine mani olamaz, "oğlum! oğlum!" diye inlemeye başlar. Ana böyle ağlar iken, oğul Topkapı sarayına getirilmiş, devlet erkânı tarafından bir odaya oturtulmuştur. "Valide hazretleri dayanamayıp geriden Topkapu Sarayı'na gelerek ve o odaya girip nûr-ı dîdesini kendi gözüyle görerek tahsîl-i itmi'nân eylemiştir." (Tezakir)

Şevkefza Hatun oğlunu sağ salim görmekle bahtiyar oldu. "Abdülaziz Efendi Hazretleri câlis-i taht-ı âli baht-ı osmânî" oldu. Sonra da "Hâkân-ı merhumun cenazesi saray avlusuna çıkarılıp serg-i musalla üzerine kondu. Huzzarın derûnu hüzn-ü elem ile doldu. "Er kişi niyyetine" sözü her cenazede örfü adet olup cümlenin me'lûf olduğu ibare ise de yirmi iki sene taht-ı saltanat ve hilâfette bulunmuş bir zât-ı azimü'ş-şan hakkında dahi sair efrad-ı nasdan hiç farkı olmaksızın..." "Abdülmecid Han'ın cenaze namazı ile ilgili sözler Cevded Paşa'nındır. Herhangi bir insan gibi onun için de, "Ey cemaat bu zâtı nasıl bilirdiniz? diyen İmâm Efendinin sualine halkın "pekâlâ biliriz" deyişini, sonra da, cenazenin adetlere uygun diğer işlerinin yapılışım anlatıyor. Tabii, artık o bir fânidir. Saltanat emanet idi, can emanet idi, fani olanlar geride kaldı. Yükler Abdülaziz Han'ın boynuna yüklendi.

İnsanları başkalarından tanımanın güçlüğü malûm. Göz önünde arzı endam eden birinin, bırakın görüntü haricini tasviri, "herkes gördüğünü anlatsın" dense bir görünüş hakkında mutlaka birden fazla tarif çıkar. Bu öyle farktır ki: Biri şişman, diğeri zayıf, biri esmer, diğeri akbeniz, diyebilir.

Sultan Abdülaziz "itinalı bir tahsil görmüştü; edebî ve millî kültürü çok kuvvetliydi. Kitabetinde bulunmuş olan Memduh Paşa onu "Sâhibül-cemâl, melihûl-mekaal, fenni meânîde serîül intikal, azametiyle beraber etvâr-ı güftân nazik bir şehriyân mekânım hisâl idi" diye tanıtır.

İyi yetişmiş, güzel yüzlü, şirin, fen ilimlerini çabuk kavrar, davranışı nazik ve iyi ahlaklı bir pâdişâh olduğuna şahitlik eden kâtipliğini yapan Memduh Paşa'dır. Arapça ve Farsça biliyordu. Arap edebiyatına dair bir risalesi olduğu söylenir. Millî mu******ize bağlı idi. Mûsiki aletlerininn hepsine aşinalığı olduğu halde, Mevlâna'ya olan sevgisi onu ney üflemeye sevketmiştir. İbnülemin Atıf Bey'in hatıratından Ziya Nur İbnülemin'den biz de Ziya Nur'dan aktarıyoruz: "Her söze âşinâ iseler de tarikat-ı mevlevîye muhabbetlerinden nâşi, ney üflemeye meraklan ziyade idi; yaz geceleri harem-i hümâyunda yatak odalarından pencereleri açık olmağla, bazen ney ile hazin hazin taksim eylediklerini dinleyenlerin ruhu avâlim-i ulvîyeye pervâz edecek hale gelir idi; bu hâli herkes bilir. Mükeyyefat (keyif verici içki vb.) ile asla âlûde olmadılar. Hatta müskirat (içki) aleyhine bir makale-i hakimâneleri vardır."

Sultan Aziz'in bir başka gözle görünüşünü de aşağıya alıyorum; çok kısa: "Çocukluğu sarayda kadınlar ve haram ağalan arasında geçmişti. Veliahtlığı sırasında kafes hayatı yaşamaya mecbur edilmemişti. Bununla beraber, sıkı bir nezaret altında bulundurulmuştu. Eğitimi ile ciddî bir şekilde meşgul olunmamıştı. O da kendisini tabii meyillerine terkederek yaşamıştı."

İki tarifin aynı kişi için yapıldığı, birbirine pek benzemediği ortada; bunun sebebi, (okuyucunun da bildiği gibi) kişiler, yaşayış ve duyuş olarak kendilerine yakın olanların her hususta iyi olduğunu görmeye ve göstermeye çalışıyorlar; böyle değilse, bunun yerine zıddı kâim oluyor. Avrupai fikir ve yaşayışa meraklı olanların Sultan Mecid'e gösterdikleri sevgi, biraz daha millî sayılan Sultan Aziz'den esirgenmektedir. Bunu yaşadığı zaman da kendisi gördü; sonunun nerelere vardığı da malûm: Biz de herkes gibi, tarafsız olduğumuzu söyleyip, Sultan Aziz devrini görmeye ve anlamaya çalışacağız.

Sultan Abdülaziz'in en büyük sıkıntısı hazinedir. Ağabeyini verem eden saraylıların ve konaklıların israfı hazineyi müflis esnafların kasasına çevirmiş idi. Bu israf meselesini, canlı şahit Cevdet Paşa kadar güzel anlatan olamaz. ".... Elhasıl bu isrâfâta vükelâ ve me'mûrîn mebde olup sonra saraylılar dahî bu yola sülük ile azıttılar ve pek ileri gittiler. Sonraları Hakanı merhumun vücûduna za'f geldiği gibi ahlâkına dahî za'f ve efkârına fütur gelerek artık saraylıların israfatına asla sedd-i mümana'at olamayıp seccadenin dört ucunu salıverdi. Hâzine tahammül olunamaz mertebe borcu girdi. Vükelâ dahi ne yapacağım şaşırdı. Bununla beraber yekdiğerine galebe için sikak-u nifaktan hâli değiller idi.

Abdülaziz mi, Murat mı pâdişâh olsun tartışmaları, Sultan Abdülaziz'in tahta oturmasıyla son buldu. Yeni pâdişâh devlet erkânı ve halktan kendisini istemeyenlerin olduğunu biliyordu. Herkesin sevgisini ve saygısını kazanmak için çalışacaktı. Bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak nelerin yapılmasına çalışacağını anlattı.

"Devlet-i aliyyemizin bimennihi te'âlâ ikmâl-i sa'âdet-hâl ve bilâ istisna bilcümle teba'ai saltanat-ı seniyyemizin istihsal-i refah ve rahatlan âzami amalimiz olduğunu ve bu emniyye-i hayriyyenin hüsûli ve kâffei sekene-i Memaliki mahrûsamızın temin-i can ve ırz-u malları zımmında te'sis olunmuş olan kaffe-i kavanin-i esâsiyye-i adliye tarafımızdan tamamen te'kid ve te'yid kılındığını cümleye ilân ederim." (Lütfi Tarihi)

Harcamaların kısılacağı, yapılan anlaşmalara uyulacağı, ordu ve donanmaya önem verileceği, teba'nın refahından başka fikir ve emel güdülmediği anlatılıyordu.

Abdülmecid Han da en halis niyetlerle çalışmış ama, bazı meselelerle başa çıkamamıştı. Talihli pâdişâhlar devri kapanalı çok olmuştu. Her yanından sıhhat fışkıran bir delikanlıyı her doktor daha da gürbüzleştirebilir de, yatalak hasta durumundaki bir ihtiyarın tedavisi hangi doktorun harcıdır?

Abdülaziz Han nasıl bir hastaya doktorluk yapacağım biliyordu! Kendisinden öncekinin hatalarını da biliyordu. Serasker Rıza Paşa'ya "Ben birader gibi kan ve oğlanla eğlenemem. Beni işe alıştırın. Ben mühimmat ile ve gemi teçhîziyle ve asker tertibiyle meşgul olmak isterim" diye haber veriyor, ondan müspet cevap alamıyordu. "Abdülaziz güçlü kuvvetli, pehlivanlığa, ciride, ava ve ata meraklı, kahraman yapılı, gösterişli ve heybetli bir şahsiyet olduğu için." Yerinde duramıyordu. Taht ile harem arasında ömür geçirecek padişahlardan değildi. İş görmek istiyordu. Devlet erkânını da iş yaparken görmek istiyordu. Bu yüzden bazılarının rahatının kaçacağı muhakkaktı.

Padişahın donanmaya verdiği önem herkesçe malumdu. Devletin mâli durumu ise, galiba pâdişâhın pek malûmu değil. Saltanatının onbirinci gününde Vezir-i Âzam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'yı sıkıştırdı. Donanmanın takviyesi için tahsisatın artırılmasını istedi. Eskiden olduğu gibi değil; düzen değişti, şartlar değişti. Bilhassa Fransız İhtilali'yle başlayan, sonra da durmak bilmeyen yenilikler devam edip gidiyor: Pâdişâh, "Kullarım!" diyemiyor. Pâdişâhın bu hitabını imtiyaz madalyası yapıp göğsüne takacak insan da kalmadı. Artık insanlar sadece Allah'a kul olduklarım anladılar ama yazık ki pâdişâhın tabir olarak kullanıldığı kulluktan çıkanlar Allah'a da eskisi kadar kulluk yapamıyorlardı. Bu konu ayrıca incelenebilir; biz şimdi vezir-i azama dönüyoruz: Pâdişâha dedi ki:

"Efendimiz, bugün devletimiz kabuksuz bir yumurta halindedir. Bir taraftan bir diken dokunacak olursa, maazallah akıp gidecektir. Evvela ahvali mâliyemizi ıslâh edelim, ba'dehu asker tanzimine ve donanma tehyiesine çalışalım" demiş. Vezir-i âzam'ın bu mülâhazası yerini Ali Paşa'ya kaptırmasına sebep oldu.

Tanzimatın en önemli simalarından Ali Paşa'nın bu dördüncü sadaretidir. Fakat; üç buçuk ay ancak durabilir, o da Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa ile takas olunur. Hariciye nazırlığı ve vezir-i âzamlık ikisi arasında değişilir. Tabii ki pâdişâh onayıyla.

Sultan Abdülaziz'in vezirlerle uyum sağlaması kolay olacağa benzemiyor. Ab-dülmecid zamanı vezirleri şimdi de iş başında olduğu için, alışkanlıklarını yaşamakta zorlanacaklar, çünkü iki pâdişâh arasında muazzam fark var. Önceki kendini içkiye ve kadına vermiş, devlet işleri daha çok vezirler aracılığıyla yürütülürken, şimdiki her şeye hâkim olmak istiyor. Cevded Paşa'nın kaydına göre, diyor Ziya Nur: Sultan Aziz İslâmî emirlere uygun davranışıyla, muhafazakâr halk kiltlelerince ilk Osmanlı padişahlarına benzetildi. "Sultan Abdülaziz Han Hazretleri'nin cülusu, âmmeyi mûcib-i memnuniyet oldu, validesi Sultan Efendi Hazretlerinin dahi kemâl-i salâh ve iffeti başkaca bâdi-i tesiyet oldu."

Yine Ziya Nur'a göre: Zevku safaya dalan grup Sultan Aziz'in gelişinden üzüntü duydu; anlamın istediği şehzade Murat idi. Rumlarla Ermenilerin de şöyle dediğini okuyoruz aynı yerde: "Bizim Pâdişâhımız Abdülmecid idi, bu, Müslümanların pâdişâhıdır."

Tanzimat'tan evvel gevşemeye, Tanzimat'la beraber Batılılık Batıcılık adına unutulmaya başlayan bazı özelliklerin yeni pâdişâhla diriltilme ihtimali, o hayata alışanları tedirgin ediyor. Kendi açılarından haklılar.

İlk bozulmanın fakirlikle başladığı, güçsüzlükle kuvvetlendiği aşikâr. İnsanların kendinden üstün olana benzeme temayülü inkâr edilebilir mi? İşte Abdülaziz, eğer doğruysa, büyük ataları gibi olmaya hevesli, gemiyi beraber yürüteceği insanlar arasında bu konuda birlik fikri yok. Daha önce görülmüştü, paşalarımız bizzat kendileri olmayı saydıkları -yahut saymak zorunda oldukları- için, Rusçu, İngilizci, Fransızcı olmuştular. Yarın bir başka devlet ön plana çıksa mutlaka o da, bizden yâren bulabilir. Gelelim Âli Paşa'nın azline:

Âli Paşa'nın sadâreti bu kadar kısa sürede terketmek zorunda kalışı için çeşitli sebepler ileri sürülür. Bunlardan birisi de Şair Ziya Paşa'nın bu değişiklikte parmağı olduğudur.

Pâdişâh Ziya Bey'e (paşalığı sonradan) ne derece önem verirdi bilinmez, amma Ali Paşa ile ilgili onun bir şeyler yaptığı söylenirmiş. Başmabeynci Hafız Mehmed Bey'den naklediyor, doğru olabilir. Aslında Ziya Paşa-Ati Paşa meselesi roman mevzuudur. Yazılsa heyecanla okunur. Kısaca söyleyelim, Ziya Paşa da, Ali ve Fuad Paşalarla dosttur. Bir süre sonra düşman olurlar. Ziya Paşa sarayda görevli iken Reşit Paşa ölüp Ali Paşa sadrazam olunca işler değişir. Ziya Paşa saraydan gönderilir. Değişik yerlerde değişik vazifelerde bulunur. Amma onda değişmeyen bir şey vardır. Ali Paşa'ya düşmanlık! "Zafername"yi yazar. Ziya Paşa: "Madem ki Ali Paşa devrin sadrâzamıdır, elbette onun da övülecek pek çok yönleri vardır. Ama bu kasidedeki övgüler öylesine ince, öylesine sanatlı olmalıdır ki, büyük düşmanı Ali Paşa göklere çıkacağına, yerin dibine batmalıdır." Ali Paşa için Ziya Paşa'nın beslediği duyguların bir damlası, aşağıda:

Bir hasmı bîmürüvvete dûş etti kim beni

Kalbi haşini bilmez idi rahm ü şefkati

İtfaya bezl-i himmet ederdi hased ile

Her kimde görse füruğ u liyâkati

Yalvardım itiraz ü tazarrular eyledim

Asla tagayyür etmedi kinü husûmeti

(Zafername'den)

Belgrat Vakası

Fuat Paşa'nın sadrazamlığı döneminde Belgrad vakası zuhur etti. Osmanlı Devleti'nin Rumeli ile temasından beri uyumsuzlukları ile gündemden düşmeyen Sırplar, 29 Ağustos 1830'da aldıkları muhtariyeti Rusların teşvikiyle Türkler aleyhine kullanmaya başladılar. Anlaşma gereği Belgrad'da bir Türk mahallesi bulunmaktadır. Fakat Sırplar bunu içlerine sindiremezler; devamlı olay çıkarırlar. "Bu vakaların en mühimi, bir çeşme başında çıkmıştır: Rivayete nazaran, bir Türk askeri kendisinden evvel su alnak isteyen bir Sırpı öldürmüş, bunun üzerine Suplar ayaklanıp şehirdeki Türk karakollarını basmaktan başka müslüman mahallesiyle kaleye bile hücuma kalkışmışlar... Muhafız Aşir Paşa derhâl şehri topa tutmuştur." (15 Haziran) 8 Eyülde İstanbul'da aktedilen konferans neticesi Türkiye mevcut haklarının birçoğundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Konferansın muhatapları Türkiye, İngitere, Fransa, İtalya, Prusya, Rusya. Artık her anlaşmanın mağlubu Türkler olmaktadır.

Sultan Aziz mâlî buhran içerisinde oturduğu tahtta ağabeyinin yaşadığı sıkıntıları devralmış, İkinci Mahmud devrinde, zaruretten dolayı çıkarılan kağıt paralar kullanımda idi. İhtiyaçların gereği Abdülmecid'in son aylarında basılan bir milyar ikiyüz milyon kuruşluk kaime onsekiz senede azar azar piyasadan çekilmesi şartıyla tedavüle çıkarılmış idi. Hiçbir karşılığı olmadığı için devamlı kıymetten düşüyordu. Cevdet Paşa'nın mâruzâtından; o günleri, paranın ve pâdişâhın durumunu öğrenmeye bakalım: "Ka'ime ile yüzlük altun bir günde üçyüz guruşa kadar çıktı. Ferdası üçyüzü geçdi. Müteâkıb dörtyüze varır varmaz kaime hiç geçmez oldu. Hâlbuki nâsın ellerinde hep kaime olduğundan pek çok âdemler aç kaldı."

Sadrâzam Fuad Paşa halkın çektiği sıkıntıları padişahtan daha iyi görmekte, çareler düşünmektedir. İnsanlar ekmek alamaz hale gelip, ellerinde, işe yaramaz bir yığın kağıtla ortada kalmışlar. Esnafın kâğıt paraları gerçek değerine almaları; aksine hareket edenlerin cezalandırılacağı camilerde herkese duyuruldu ise de faide etmedi.

Bu işin çözümü ancak altınla olabilirdi. Mehmet Ali Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa çareler üretmeye çalışırken, pâdişâha acı reçeteyi sunmaya Fuad Paşa'dan başkası yanaşmıyordu.

"Fuad Paşa açıkdan açığa işi meydana koyup hakayıkı ahvâli pek serbest olarak arzu beyan eyledi ve hatıra gelen her dürlü esbaba teşebbüs etdi."

Hatta altın ve gümüş kullanımını yasaklamak ve herkesin elinde bulunanı toplayıp sikke kestirmek için fetvayı şerife dahi aldı. "Sultan Abdülaziz Han Hazretleri buna dair Fuad Paşa ile bahsederken: "Bu iş nasıl olur. Sultanların evanisi nasıl alınır. Meselâ onların seyir yerlerinde su içtikleri gümüş tasları var. Bunlar alınır mı?" dedikte, Fuad Paşa, "Hayhay Efendim, anları da alırız. Allah göstermesin, Devlet-i aliyye'ye bir fenalık gelüp de Efendimiz Konya'ya doğru giderken bizler dahi rikâbmıza düşüp gidecek olduğumuz vakit, Sultan efendiler bu taslarla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler!" dedikten başka: "Efendimiz varis-i saltanatsınız. Lâkin bir medyun Türkiye'ye varis oldunuz."

Acı gerçeklerin itirafı pâdişâha tesir etmiş; Fuad Paşa'nın tekliflerini kabule mecbur olmuştu. "Bunun üzerine ittihâz olunan tasarruf ve idare mesleği enzâr-ı yâr u ağyarda makbul olarak itibâr-ı mâli, oldukça avdet eylemekle Avrupa'da teşebbüs olunmuş olan istikraz işi fi'le geldi ve devlet biraz nefes aldı ve hemen kavâ'imin ilgasına karar verildi."

Maddî sıkıntıların aşılmasında herkes fedakârlık yapmak mecburiyetinde idi. Bunun ilk örneğini Sultan Aziz'de görürüz: "Hazine-i Hassa'nın ayda beşbin, senede altmış bin keselik munzam tahsisatını devlet hazinesine terkettikten başka, hanedan tahsisatlarıyla diğer saray masraflarını da tenkîhat yapmıştır..."

Bugün bizim alışık olduğumuz (kemer sıkma) politikasını o günlerde başlatan Abdülaziz sayesinde hazine nefes almış; sıkıntılar aşılmıştır.

Pâdişâhın, o günlerde adet olmadığı halde; İngiltere veliahdı için verilen bir ziyafette, paşalarıyla beraber bir sofraya oturması da, artık işlerin değiştiğinin bir işareti sayılabilir.

En keskin tedbirlerle mâlî sıkıntıların aşılmasına çare aranırken Karadağ'da isyan patladı. Rusya küçük prens'likten çıkıp, büyük devlet sınıfına girmeye başladığından beri, aleyhimize gelişen her meselenin ya başlatıcısı, yahud devam ettirmeye çalışanı olmuştu. Yine, bu isyanda da Rusya görünüyor. Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa Karadağ'ın payitahtına kadar ilerledi; araya giren Avrupa devletlerinin ısrarıyla İşkodra'da bir sulh anlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Karadağlıların bir mânâda eli ayağı bağlanmış ise de, pek çok defa olduğu gibi bunun hükmü de uzun süre geçerli olamamıştır.

Sırbistan'daki Türk Kaleleri

Kırım Harbi'ne beraber girdiğimiz Fransa, askeriyle askerimizin omuz omuza çarpıştığı Fransa, o dostluğun üstüne menfaat şalım örttü. Gerçi, Kırım Harbi de bir başka türlü menfaatin tezahürüydü ya! Belgrad vak'asında Rusya ile beraber Fransa da Sırbistan lehine Türkiye aleyhine kullanmak istedi. Bunun için, İstanbul'da bir sefirler konferansı toplanmasına -İtalya'nın yardımını da alarak- ön ayak oldu. Fransa'nın böyle bir toplantı yapmak isteyişinin sebebi 1856 Paris Anlaşması'nın 28'inci maddesinden dolayı Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Sırp Prensliğinin Rus himâyesi yerine o anlaşmada imzalan bulunan devletlerin müşterek kefaletleri altına alınmış olmasıdır. Aslında o madde Türkiye aleyhine devamlı ihlâl edilmiştir. Paris anlaşması, Türkiye lehine olan hiçbir maddesinin işlerliği kalmadığı, aleyhine olanların yeri geldikçe kullanıldığı bir anlaşma haline gelmişti.

İstanbul'da toplanan konferansa Türkiye'nin dışında İngiltere, Fransa, İtalya, Prusya ve Rusya katıldı. Burada Fransa sefiri Belgrat Kalesi'nin Sırplara bırakılması için çok gayret sarfetti am, İngiltere ile Avusturya'nın muhalefeti buna mani oldu. 8 Eylül 1862'de toplanan konferansta alınan kararla protokole geçen maddeler şöyle:

1. Türk hâkimiyetinde bulunan Sırp kalelerinden Sakad, Ujitza: Eskice Sırbistana terkedilecekti.

2. Belgrad, Böğürdelen, Semendire ve Feth-ül İslâm Türkiye'ye kalacak.

3. Müslümanlar şehirlerde değil, sadece kalelerde oturabilecek.

4. Belgrad şehrindeki Türk karakolları kapatılacak.

5. Belgrad şehri gibi varoşları da Sırplara bırakılacak.

6. Karma bir komisyonun askerlik bakımından göreceği lüzum üzerine Belgrad Kalesi tamir edilebilecek ve Sırplılarla anlaşmak şartıyla arazi istimlâk edilebilecek.

Türkiye kaybettiğine, Sırplar az kazandığına üzüldüğü için bu protokol iki tarafı da memnun edemedi. Bu meseleye ileride tekrar dönülecek, bizim için acı olan sahneler seyredilecek.

Fuat Paşa'nın İstifası

Fuat Paşa getirdiği tedbirlerle hazineyi iflastan kurtarmış idi. Herhalde bundan dolayı olacak, pâdişâhın askerî masraflar için fazla ödenek ayırmasına bile karşı çıkar; pâdişâh dinlemeyince de sadrazamlıktan istifa eder. Yerine Yusuf Kâmil Paşa geçer. (5 Ocak 1863)

Sultan Abdülaziz'in Mısır Seyahati (3 Nisan 1863)

Fuat Paşa'nın istifasıyla sadrâzam olan Yusuf Kâmil Paşa meşhur Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın damadıdır. Kayınbabasının ahvadının hüküm sürdüğü Mısır'a gitmeye, pâdişâhı teşvik eder. Mısır seyahatine çıkan Sultan Abdülaziz Serasker Fuat Paşa'yı da yanına alarak, ona yaveri ekremlik ünvânı dahi verir. "Yavuz Sultan Selim'den beri Padişâhân-ı Âli Osman'dan hiç biri Mısır'a gitmeyip, bir vakitten beri Mehmed Ali Paşa hanedanının kazanmış olduğu imtiyâzât dahi Mısır ülkesini bir kıta-i müfreze hükmüne koymuş idi."

Sultan Aziz, Mehmed Ali Paşa isyanıyla ne olduğunu unutan Mısır'a gitmekle ne olmadığını hatırlattı. Ayrı bir devlet halini almaya başlamış fakat olamamıştı. Ne devlet gibiydi ne vilâyet (eyâlet) Mısır halkı bir pâdişâhları olduğunu görüp hatırlamakla sevince boğuldu. Amaç, Mısır'ın Türkiye ile olan bağını kuvvetlendirmekti, görüntü olarak amaca ulaşıldı. Vali İsmail Paşa'nın tertiplediği karşılama merasimi çok muhteşemdi. Pâdişâh pek memnun kaldı. Vali daha sonraki eğlencelerle de pâdişâhı hoşnud etti. Onun ilerisi için tasarısı vardı; pâdişâha doğru atılan her adım tasarısının yanına yaklaştırıyordu. İsmail Paşa işi profesyonelce yapmaya, yarın isteyeceği imtiyazın bir bacağından yakalamaya gayret etti. Baş taraflarda Abdülmecid'e benzerliği olmadığını, onun gibi sefahata meyletmediğini söylediğimiz pâdişâh, burada baştan çıkmış gibi görünüyor. İsmail Hami Danişmend'in uzunca bir cümlesiyle, bu hususu şöyle, ihtiyatla naklediyoruz: "Bu seyahat esnasında Mısır Valisi İsmail Paşa'nın pâdişâhı eğlendirip gözüne girmek için tertip ettiği fevkalâde muhteşem eğlence âlemlerinin Sultan Aziz'i sefahat meylettiren âmillerin en mühimlerinden olduğu hakkında bir rivayet vardır."

Pâdişâh Mısır'da karşılanışından, ayrılana kadar gördüğü sevgi, ilgi, hürmet karşısında duyduğu memnuniyeti gizleyemedi. Seyahat dönüşü İzmir'de muhtelif milletlerden kadınlar, kızlar diz çökerek "Vivele sultan" yani, yaşasın pâdişâh diye çağrıştılar.

"Zat-ı şahane bu alkışlardan memun olup hattâ "Mısır ve İzmir'de gördüğümüz eser-i meylü muhabbet-i İstanbul sekenesinden görmedik" deyu buyurmuşlar." Pâdişâhın İstanbul'da karşılanışı da çok muhteşem olup, dükkân sahipleri dükkânlarını gelin odası gibi donatmışlar, bütün esnaf, biraz da Mısır'la yapılacak alışverişlerin getireceği bolluğun sevinciyle bayram yapmış idi. Pâdişâhın Mısır'dan dönüşü İstanbul'da üç gün kutlanır, geçtiği çarşılarda atının ayaklarının altına pullar serpilir. Fener alaylarında yarış o kadar geniş kitlelere sirayet eder ki fener ve kandil sıkıntısı yaşanır. (3 Nisan 1863)

Bu seyahatte kendisini pâdişâha haddinden fazla sevdiren Fuad Paşa Yaver-i ekremlik unvanı almış iken, seraskerliği, sonra da sadrazamlığı dahi haketmiş. Yusuf Kâmil Paşa eski vazifesi olan meclisi vâlâ reisliğine tekrar tayin edilmiş. Böylece, pek çok kişi gibi Fuad Paşa da İkinci sadâret dönemine başlamıştır. (1 Haziran 1843)

Bâb-ı Âli'de sıkça görülen makam-mevki değişikliği herhalde dünya siyasetini takipte zorluklar getiriyordu. Balkanlarda yaşanan değişiklikler Bâb-ı Âli'yi Avrupa devletleriyle devamlı karşı karşıya getiriyor, hemen hemen her seferinde ayrı bir muhatapla karşılaşan Avrupalılar da şaşılıyorlardı.

Memleketeyn Birliği

Eflâk ve Boğdan olarak iki ayrı memleket sayılan Romanya Osmanlı devletinin kurduğu düzenden çıkmış, tek memleket olarak anılmaya başlamış, orada pâdişâhın fazla selâhiyeti kalmamıştı. Fransa'nın baskısı ile, anılan yerlerin tek prenslik yapılması, bunun bir protokola bağlanması ve kendi kaderini tayinde bağımsız hareket etmeye başlaması bazı paşalarımızı isyan ettiriyordu. Bu işin buralara kadar gelmesinin suçunu Hariciye nazırı bulunan Âli Paşa'ya yükleyen Ziya Paşa bir şiir yazarak:

"Etti bir yüzbaşıyı memleketeyn üzre kral" diyor, fakat bu da hiçbir şey ifâde etmiyordu.

Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki şehirleri, memleketleri birer birer bağımsızlığına kavuşup gidiyor. Gitmeyenler de gün sayıyor. Eflâk ve Boğdan İkinci Murat devrinde haraca bağlanmış (1423), Fatih 1476'da Boğdan'ı tamamen fethetmişti. Bir kere ele geçen yerin devamlı kalması çoğu kere mümkün olmadığı gibi Boğdan da elden çıkmış, ikinci Bâyezid'le fetih hareketlerine devam etmiş, Eflâk-Boğdan çokça Türk kanı içmişti. Asırların gücünü emdiği Türk milleti, şimdi oraların kaderini belirleme hakkını başkalarına vermek zorundaydı. Memleketeyn -Eflâk-Boğdan- birliği protokolü İstanbul'da imzalandı. Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya, Prusya ve Rusya'nın iştirakiyle yapılan anlaşma metninde yer alan maddelere göre yine:

1. Birleşik Eflâk ve Boğdan Beyliği bundan sonra da Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kalacak.

2. Osmanlı Devleti'nin yaptığı anlaşmalar Memleketeyn'i de bağlayacak.

3. Eflâk ve Boğdan bir prens, bir millî meclis ve bir ayan meclisi tarafından idare edilecek.

Burası karışık bir yer. Yapılan anlaşmalar kâğıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Bir kere, efendi zayıflamış, köle kuvvetlenmiştir, gerisi boş... Mısır gibi!

Mısır'ın Veraset Meselesi

Osmanlı Devleti'nin gücünün eridiğini herkes görür de, hiç Mısır valisi görmez mi? Balkanlarda yaşanan değişiklikler Mısır valisinin iştahını kabartmaz mı?

"... bir taraftan Memleketeyn = Romanya, Sırbistan ve hatta Karadağ beylikleri Avrupa devletlerinin mütemadi himayeleri sayesinde muhtariyetten istiklâle doğru giderken, bir taraftan da Mehmed Ali sülâlesinden gelen Mısır valilerinin beşincisi olan İsmail Paşa İstanbul'a yağdırdığı altın külçeleriyle muhteşem ve giranbahâ hediyeler sayesinde irsî valiliklerden hükümdarlığa doğru tedricen istihalesini temin edebilecek imtiyazlar koparmakla meşguldür."

Pâdişâhı bile altınlarla avladığı iddia edilen İsmail Paşa'nın yardımcısı Ali Paşa'dır, ama çok da düşman kazanmış Ali Paşa.

Mısır 1841'den beri irsî valilikle idare ediliyor, baştaki ölünce, yerine ailenin en yaşlı erkeği geçiyordu. Buna göre, İsmail Paşa'dan sonra sıra Mustafa Fazıl Paşa'daydı. Bu paşa Türkiye'de maliye nazırıdır. Pâdişâh bir fermanla kuralı değiştirir. Bundan böyle ölen veya herhangi bir sebeple valilikten ayrılanın yerine b¬yük evlat geçecek, aynen padişahlıkta olduğu gibi: Böyle olunca Mustafa Fazıl Paşa Mısır valisi olma şansını kaybeder amma, müthiş bir Ali Paşa düşmanlığı kazanır.

Padişahın Gönlü, Fuat Paşa'nın Azli (5 Haziran 1866)

Tanzimat devrinin üç yıldız isminden biri Fuad Paşa'dır. Sadarette üçüncü senesi dolmuştu ki, çok uzun bir zaman sayılır.

Mısır Hidiv'i İsmail Paşa'nın körpe ve güzel kızı Tevhide Hanım pâdişâha arzı tazimat için geldiğinde, pâdişâh, kızın güzelliğine vurulmuş ve bu kızla evlenmek istemiş. Fuad Paşa, böyle bir evliliğin, Hidiv'e çok imtiyazlar kazandıracağı, devlete zarar vereceği mütealasıyla, olmaması gerektiğini söylemiş, pâdişâhın gönül meselesine karşı çıkmış. Tanzimat'ın getirdiği özelliklerden sayılan kaideye uyan pâdişâh, sadrâzamına kabul ettiremediği işi yapmaktan vazgeçmiş. Amma, Fuad Paşa'yı da affetmemiş. Daha sonra bu güzel ve genç Hatun Prenses Tevhide Kavalalı sülalesinden Ahmed Paşazade Vezir Mansur Paşa ile evlenmiş. (Yılmaz Öztuna)

Fuad Paşa'nın azlini gerektiren sebep olarak yukarıda anlatılanlar Yılmaz Öztuna'nın görüşleriydi. İsmail Hami Danişmend ise başka türlü yazıyor.

Pâdişâh, evlenme arzusunu Başmabeynci Ali Bey vasıtasıyla Fuad Paşa'ya bildirmiş, Paşa küçük bir kâğıda, böyle bir evliliğe rızası olmadığını yazıp Ali Bey'e vermiş. Not Ali Bey'e olmasına rağmen, o küçücük kâğıt parçası padişaha takdim edilmiş. "Küçük kâğıda yazılması ihtirama ademi dikkat" yani görgü kurallarına saygısızlık olarak kabul edilip, Fuad Paşa ikinci defa sadâretten azl edilmiş.

Yerine Mütercim Rüşdi Paşa getirilmiş. Hâlbuki Ali Paşa ile Fuad Paşa'nın hariciye ile sadâreti aralarında değişmeerine alışılmış idi...

Girit İsyanı (2 Eylül 1866)

Rumların "megali-idea"sı adım adım yaklaşıyor. 1830'da istiklâlini kazanan Yunanistan büyük ideâlin peşinde. "Bütün Rumların Yunanistan'a bağlanması, İstanbul'un merkez yapılması yolunda bütün çabalarını harcamaktalar. "Bu küçük milletin en büyük hatası küçüklüğünü anlayamamasıdır." Bir türlü çelmelerinden kurtulamadığımız Rusya, bu Girit İsyanı'nın tertipçisi rolündedir. "Hatta Yunan kralı Yorgi'nin aldığı Rus Prensesine çehiz olarak Girit Adası'nın vadedilmiş olduğu hakkında bile tuhaf bir rivayet vardır! Mahmud Celâleddin Paşa'nın "Mirat-ı Hakikat'inde Hanya'daki Rus konsolosunun tam bir seneden beri Girit Hıristiyanlarını ayaklandırmaya çalıştığından bahsedilmektedir."

Avrupalı devletler Rum milletini her zaman şımartmaktadır. Rusya ise, Türk düşmanlığına bağlı olarak aynı oyunu zevkle oynuyor. Rumların milliyet ateşi kendi dışlarından körüklenmelerin de tesiriyle alevlenmiştir. Müslüman Türklere karşı Hıristiyan Rumların gördüğü destek, aslında yadırganacak cinsten değil! İşin diğer cephesine gelince: Âli Paşa'nın pâdişâha arz ettiği bir lâyihaya göre Girit'te muazzam miktarda borçlanma olmuş. O zaman, Girit için inanılmayacak bir rakam, 150 milyon kuruş borç yapılmış, Türk-Rum bir arada yaşanan Girit'te, borcun üçte ikisi Rumların. Bunun ödenmesi çok zordur. Bu, normal bir borç olmadığı için yetkili imza sahipleri suçludur. Bunlar eldeki belgeleri imha yoluna gidiyor. Biz bu işin aslını Âli Paşa'nın lâyihasından aynen okuyalım: "İhtilâlden evvel Girit'te efrad beyninde (arasında) duyûn ve müsta-razâdan (borç alınan paranın) 150 bin kuruşa baliğ ve bunun takriben sülüsânı (üçte ikisi) ahâlî-i müslimenin alacağı olup ve birtakım ödemeler dahî aşar iltizamından dolayı (mahsul vergisinden) Hazineyi Celile'ye medyun ve müesânın ekseri bu makûleden olup, o makûleler başka bir idareye geçmeyi, borçlarından kurtulmaya yol zannına ve bu tarîk (yol) ile dâyinlerini (alacaklılarını) ızrar ve kendilerini mazhâr-ı yesâr etmek tama's ümidine düşmüşlerdir." Rumların Grek diye anıldığı, Grek'in hırsız demek olduğu hatırlanırsa, bu yazılanlarda abes bir taraf yoktur.

Önce kendi başlarına bir hükümet kurmayı sonra da Yunanistan'a ilhakı düşünen Girit Rumları, oraya sağlam gelmek için dünya kamuoyunu yanlarına almaya çalıştılar. Dünya devletlerinin gücünü arkalarına almak istediler. Bunun yolu pâdişâhtan geçiyordu. Pâdişâha müracaatla vergilerin, gümrük resimlerinin yüksek oluşundan yatkındılar; mahkemelerin kendilerine adil davranmadığından ve vali İsmail Paşa'yı şikâyet ettiler. Bütün şikâyetlerini kaleme almış, Girit'teki yabancı konsoloslara da vermiştiler.

Söyledikleri asılsızdı. İstanbul'dan müşfik nasihatler geldi, aldırmadılar. Geçimde gözleri olmadığı için kavga çıkaracaklar, kavga da haksızlıkları belli olmasın diye çırpınıyorlar, bütün mesele bu: En fazla üzerinde durdukları, yabancıların sempatisiydi ki, o zaten doğuştan var olan bir şey değil mi?

Bu Girit, Türk'ün netamelisidir asırlar boyu. Neler harcadık neler! En namdar, Deli Hüseyin Paşa senelerce ter ve kan dökmüştü burada. Nice paşalar varını yoğunu ortaya koymuştu da bir türlü yaranamamıştı Giritli Rumlara. Acaba, elde kılıç varken hepsinin boynu vurul-saydı yaranılır mıydı?

Hilebaz Rumlar isyana, isyan da netice almaya niyetliydi. Her yolun mubah, kaybetmenin günah olduğuna inanıyorlardı. Hükümete sadık olan kimseleri tespit edip, önce onları katlettiler ve suçu üzerlerine almadılar, hatta bu mezâlimi yapanın Türk hükümeti olduğu yalanını etrafa yaydılar. Yunan gazeteleri Girit Rumlarının yalanını dünyaya duyurma görevini bihakkın yerine getirdi.

Girit'te Rumlar gerilla savaşlarıyla Müslümanları kınıyorlardı. Hem suçlu, hem güçlü pozuna bürünmeyi beceren Rumlar, kendilerine inanmaya teşne bir Avrupa buluyor. "Barbar Türkler-" propagandası ile bugün yaptıkları gibi o gün de dünyayı ayağa kaldırmayı beceriyorlardı. Arka plânda Yunan Albayı, görünürde Hacı Mihal adlı Rum olduğu halde hareketlerini hızlandırdılar.

Bâb-ı Âli 40 000 askerle müdahaleye kalkmasına rağmen, neticede önemli değişiklik sağlanamadı. Çete savaşındaki maharetleri biraz da insani duygulardan uzak davranışlarına uyduğu için, Rumlar başardı oluyorlardı. Nihayet, 2 Eylül Pazar günü Giritli Rumlar Yunanistan'a iltihak kararı aldılar. Osmanlı Devleti rejim değişikliği ile de mevcudu muhafaza edemiyor, tam rejim yapan hastalar gibi günden güne zayıflıyordu. Nereler gitmedi ki? Şimdi de sıra Girit'teydi ve Girit gidiyordu!!!

Girit, Bâb-ı Âli'ye bir sadrâzama mal olmuştu. Mütercim Rüşdi Paşa zor günlere tahammül edemeyip istifasını vermiş; Âli Paşa hariciye Nazırlığından sadrazamlığa (5. defa) Fuad Paşa Hariciye nazırlığına, Rüşdi Paşa da seraskerliğe tayin edilmiştir. (11 Şubat 1867)

"Yeni Osmanlılar"

Tanzimat'a muhalif fikirler yeşermeye başlamıştı bile. Eski düzenin 500 seneden fazla devam etmesine karşılık, yeni düzenin muhalifleri bir insan ömrü kadar bekleyemediler.

1826'da başlayan Tanzimat'a "istemezük" diyenler 41 sene sonra seslerini duyurmaya başladılar. Yeni Osmanlılar cemiyeti adıyla bir araya gelen sekiz on kişi, devletin gidişatından memnuniyet duymadıklarını, bazı değişikliklerin gerektiğini savunuyorlardı.

Yeni Osmanlılar cereyanı niçin başladı sorusu, farklı kişilerden farklı cevaplar bulur. Enver Ziya Karal'ın yorumunun özetine çalışılacak: Yeniçeri Ocağı 1826'ya kadar padişahlar üzerinde etkiliydi. Devlet idaresine tesir ediyordu. İcraatinden hoşlanmadıkları bir sadrâzamı pâdişâha azl ettirebiliyorlardı. (Hatta aralarına alıp parçalıyordular) Pâdişâhın fikir ve çalışmasını beğenmezlerse, tahttan indirebiliyor, daha ileri gidip öldürtüyorlardı.

1826 bu tür işlerin tarihe karıştığı senedir. Gücü sıfıra indirilen yeniçeri bukağısından kurtulan pâdişâh serbest harekete başladı. 1839'da ilân edilen Tanzimat, ulemâ sınıfının otoritesini kaldırdı, pâdişâh öyle bir baskıdan da kurtuldu. İstediği yöne kanat açacak bir pâdişâh, bazıları tarafından mahzurlu görüldü. Bir kısım mesuliyet fikri taşıyan gencin bir araya gelmesiyle "Genç Osmanlılar" adlı cemiyet vücut buldu. Amaçları, hükümetin icraatını kontrole tabî tutacak faaliyetlerde bulunmaktır.

Enver Ziya Karal Genç Osmanlıların gerçekten genç olduklarını söylüyor ve yabancı dil bildiklerini, bazılarının Avrupa'da tahsil gördüğü, Batı'yı iyi bilen gençlerin Türkiye'deki geriliği farkettiğini anlatıyor. Ve çok şeyin yanında, profesör şunu da söylüyor: "Olayları, dinî itikattan gelen his ve heyecan ile değil fakat akla ve mantığa dayanan tenkit ile değerlendiriyorlardı. Bu düşünüş tarzı ve bu çalışma usûlü onlara dinamik bir ruh hali de kazandırmıştı..."

Kim haklı kim haksız suâlinden önce, insanların bilerek yahut bilmeyerek, isteyerek yahut istemeyerek bulundukları yerleri terk ettiklerine dikkat gerekiyor. Düşünen ve bir şey olduğuna inanan insan bir şey yapmaya çalışıyor. Yeni olmak, yenilikçi olmak tatmin aracıdır. Osmanlı İmparatorluğu ağacını içindeki kurtlar kemirmekte; dalları kurumakta, insanları mahsunlaşmakta. Bu gidişatın felaket getireceği korkusu taşıyanlar, bu gidişatı değiştirmek istiyor. Bir araya toplanan gençlerin müşterek fikri değişimdir, başka bir şey değil. Hepsinin istediği aynı türde değişim değil, çeşitlidir.

İstanbul'da kurulup, varlıklı aile çocuktarı tarafından gazete çıkarmaya başladılar. Avrupa gazetelerinden iktibaslar ve kendi fikirleriyle süslenen sayfalar devlet için güzel görünümlü değildi. Eleştiri, eleştiri, o günlerin şartlarında yapılabileceğin fevkinde tenkitler. Tasvir-i Efkâr, Muhbir ve Tercüman-ı Ahvâl gençlerin ruhundaki fırtınayı kasırgaya çevirip İstanbul'da estiriyor. Gazete idarehaneleri siyasî parti binası gibi çalışıyor.

İçlerinde Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suâvi, Agah Efendi gibi şöhretli isimler bulunan cemiyetin kuruluşunda yahut bu kişilerin o cemiyette bulunuşunda farklı sebepler olduğu da söyleniyor. Yeni bir cemiyet kurmak için Ziya Paşa'ya yakıştırılan; devletin en üst basamağına çıkartılmayışıdır. Mesela, Âli Paşa önüne bir engel olarak çıkmasa idi, sadrâzam olması işten bile değildi. Nâmık Kemal ile Ali Suavi kabına sığmayan insanlardı. Dertleri, "devletin daha iyi durumlara gelmesini istemek" olarak söylense nasıl olur bilemiyorum.

Bir ara, icab ederse Ali Paşa'yı ortadan kaldırıp, yerine sadrâzam tayinini bile tartışan kafadarlar, Mahmud Nedim Paşa ile Ahmed Vefik Paşa arasında seçim yapamamışlar. Bunlar böyle karar vermekte gecikince, peşlerine düşen z¬bıtadan rahatsızlıktan başlamış ve Paris'e kaçmışlar. Paris her ne kadar gâvur şehri ise de, orada, heyecanlı ve zengin bir Müslüman emre âmâde beklemektedir. O bekleyenin de hem Âli Paşa'ya hem Fuat Paşa'ya ve hem de Sultan Abdülaziz'e karşı husumeti vardır. Eğer bu zatlar biraz farklı düşüncelere girmeseler, Mısır'ın yönetimindeki yönetim usulünü İsmail Paşa'nın istediği gibi değiştirmeseydiler, İsmail Paşa'nın oğlu değil, kardeşi Mustafa Fazıl Paşa vali olacaktı. Mısır valisi, yeni adıyla hidivi olma şansını elinden alanlara düşman olan herkes Fazıl Paşa'nın dostuydu. Paris'e gelip kendisine sığınanlara, babasından miras kalan "iki buçuk milyon altın tutarındaki serveti cömertçe dağıtmayı zevk edinmişti. Bizim Yeni Osmanlılar da, eski Osmanlılar Türkiye'de kemer sıkarken bolluk içinde Paris'in tadına varmışlardı. (Herhalde!)

"Yeni Osmanlılar'ın istedikleri nedir yahut nelerdir? Avrupa'da neşrettikleri "muhbir", "hürriyet" ve "ulûm gazetesindeki yazılarına göre "Nizâm-ı serbestâne=Demokrasi", "Nizâm-ı esâsiyye= Kanun-u esâsî" ve "Şuray-ı ümmet =Meclis-i Mebusana/Millet meclisi" gibi esaslarda umumiyetle ittifak ettikleri anlaşılmaktadır." Bazı konularda anlaşamamışlar. Bilhassa lâiklik konusunda."... meselâ Ziya Paşa ile Nâmık Kemâl dincidir. "Biz usûl-i meşveret istiyoruz. Meclis-i şûrayı ümmet talebindeyiz " derken, Ali Suavi "ibâdâtı muâmelat-ı dünyeviyyeden ayırup dünyâya müteallik umuru başkaca ve müstakillen tedvin etmeli" diyor. Yani lâiklik istiyor. Mustafa Fazıl Paşa da öyle...

Her biri ayrı şeyler isteyen bir yığın insan, galiba Mısır altınlarını Paris'te yemekten başka bir şey yapamamışlar. İ.H. Danişmend diyor ki:

Yeni Osmanlıların en büyük hatası; meşrutiyeti, dünyanın üç kıtasına yayılmış rengarenk Osmanlı anâsırını birbirine hemen perçinleyecek sihirli bir lehim farzetmiş olmalarında gösterebilir."

Bu konuyu, Ali Paşa'nın hasmı Ziya Paşa'nın birkaç beyiti ile süsleyelim, güzelleştirelim. Ziya Paşa'nın şiirde muhatabının Âli Paşa olduğu unutulmasın:

Pâdişâhın adı vardır yalnız dillerde

Zâtıdır taht-ı hükümette hakiki faal

Mısır'da eyledi tağyiri veraset hükmü

Etti bir yüzbaşıyı memleket üzre kral

Rumdan Ermeni'den yaptı müşir-i bâlâ

Eyledi resmi müsavatı hukuku ikmâl

Tuz, tütün resm'e girip oldu hazine

Lebriz Etti tahvil-i kavâimle nükût istihsâl

Tutalım cümle umurunda hıyanet etmiş

Şu Girit hizmetini var mı inkara mecal?

Böyle iş görmedi ibkâ ise maksad nâmı

Ne reva şöhret için zemzeme olmak bevvâl

Çok az kısmını seçerek aldığımız Ziya Paşa'nın Âli Paşa için söylediği son beyit:

Lütfü ihsanı gibi ömrü ala namâdud

Din-ü imânı kadar kesbede feyz-ü ikbâl.

(Zafername 29.-30. s.)

Belgrad ve Diğer "Kılâ'ı Hâkanıyye"nin Sırbistan'a Terki

Daha önce de demiştik. Devlet rejimde, günden güne zayıflamakta. Yeni Osmanlılar Paris'te hayâl kurarken, üç kuruşluk Sırplar Türk kalelerine kendi bayraklarını çekiyorlar. "Tahliye ve terkedilen kalelerde Sırp bayrağıyla beraber Türk bayrağının da bulundurulması, millî izzetinefsi tatmin içindir. Bunun mânâsı "kalalar kemâkân kıla-ı Hâkaniyyeden (Hakan kalelerinden) olarak" kalıyor ve yalnız muhafaza vazifesi Türk askerinden alınıp Türk hâkimiyyetindeki Sırp askerine veriliyor demektir." Kanuninin fethinden Sultanaziz'in fermanına kadar geçen zaman 345 sene, 7 ay, 3 günden tarhedildiği takdirde Belgrad kalesinin tam 319 sene, 7 ay, 19 gün Türk hâkimiyyetinde kalmış olduğu anlaşılır." (İ.H.D.)

Rumeli Türksüzleşirken kimse so¬rasının nasıl olacağını bilmiyordu. Aradan asırlar geçtikten sonra, o toprakların üzerinde yaşayan insanların pek çoğu Osmanlı idaresinde yaşanan huzuru, huzurlu günlerin hikâyeleriyle tanıyıp efkârlanmışlar ve hâlâ da vicdanlı nesiller o günleri buğulu gözlerle yadetmektedirler...

Sultan Aziz'in Avrupa Seyahati (21 Haziran 1867)

Avrupa Türk hakanlarına yabancı değildi. Fakat hiç de gönlü yoktu onları görmeye. Murad Hüdavendigar gelip Kosova'da dalgalandırmış Türk bayrağını. Kanunî Belgrad'ı fethetmiş... Her gelen padişah bir şeyler koparmış, Hıristiyan batıdan, bir şeyler bırakmış İslâm adına. Ve canlar gitmiş bu seferlerde mallarla beraber. Onun için Avrupa insanı "Türkler geliyor" denince korkar olmuşlar, ürker olmuşlar. Türklerin derdi ne idi ki, böyle yüzlerce, binlerce kilometrelik yolları binbir ezasına cefasına katlanarak, yollarda telafat vererek geliyorlar, savaşıyorlar, yeniyorlar. Sonra da çekip gidiyorlar geldikleri yere. Osman Gazi'nin oğluna bir vasiyeti vardı. "Dava; kuru cihangirlik davası değildir" diyordu. Bu sırra eremeyenler anlayamaz Osmanlı Türkünün fütuhatını!

Neyse, o fetih günleri değil yaşanan ve fatih olma hevesi yok yeni pâdişâhlarda. Düşünülen tek şey mesul olduğu milletini, tebaasını huzurlu yaşatabilmektir; bütün hareketler onun için yapılmaktadır. Fransa'ya da misafir olarak gidilmektedir.

Paris'te açılacak beynelmilel bir sergi münasebetiyle III. Napolyon İstanbul'daki seferi vasıtasıyla Abdülaziz Hanı davet etmiştir. Bu Napolyon'un çok zararını görmüşüz.

Balkanlarda pek çok yerin ve Girit'in elimizden çıkmasında Rusya kadar Fransa'nın da dahli bulunmaktadır. Lâkin, biz öc düşünecek halde değiliz.

Barış içerisinde yaşayıp, mevcudu muhafaza etmek basan hanemize yazılacak kazanç sayılmaktadır artık. Ve artık düşman kazanma zamanı değil, dostluklar kurmaya bakmalıdır.

III. Napolyon'un davetinin peşi sıra İngiltere kraliçesi Viktorya'nın Londra'ya daveti de gelince, Sadrâzam Âli Paşa ile Hariciye Nazın Fuad Paşa pâdişâhı teşvik ederler, pâdişâh da "evet" deyiverir. Böylece, ilk defa bir Türk pâdişâhı ve Halife Sultanı savaşmaya değil, dostluğa, Avrupa'ya gidecekti. "Bu bakımdan Avrupa tarihinde misli görülmemiş bir hâdise demekti" bu seyahat.

Pâdişâh gösterişli merasimlerle çıktığı Avrupa seyahatine kalabalık bir heyetle gidiyordu. Aileden veliaht Murad Efendi, Şehzade Abdülhâmid ve büyük oğul İzzeddin Efendi de beraberinde, ilk defa ülke dışına çıkıyorlardı. Devlet erkânından Hariciye Nazırı Fuad Paşa, Sultan Hocası Akşehirli Hasan Fehmi Efendi, Başmabeynci Hüseyin Cemil Bey, Başkatip Bursalı Mehmed Emin Bey önemli isimlerden bazılarıdır.

Bu seyahatin başlattığı bir yenilik var idi. Devletin tarihinde ilk defa "Nâib-i Saltanat" olarak Sadrâzam Âli Paşa pâdişâha vekâlet edecekti.

Pâdişâhı taşıyan vapur Messina, Napoli ve Toulan'dan sonra 20 Haziran'da Paris'e varır. Uğradığı limanlarda törenlerle karşılanan Sultan Aziz mutludur. Paris'te de şanına yakışan merasimler yapılır. 10 gün kaldığı Paris'te gezilmesi gereken yerleri gezer, sergiden alışveriş yapar, tiyatro temsillerini seyreder. İmparator Üçüncü Napolyon'la sohbet eder. Sohbetin bir yerinde söz dolaşıp Girit'e gelince Napolyon'un Girit'in Yunanistan'a kaça satılacağını sorması üzerine Fuad Paşa o meşhur cevabı verir.

— "Aldığımız fiyata veririz. Haşmetmeab!

Napolyon da anlar ki Girit'in fiyatı en az, dökülen Türk kanlan kadardır! Bunu duyduktan sonra soğuk bir sessizlik olur ve mesele kapanır.

Girit meselesinin Paris'te mevzu edilişi bir başka türlü de anlatılıyor. Pâdişâhla İmparator Avrupa'yı da rahatsız eden Girit'i görüşüyorlardı. İmparator Napolyon, Türkiye'ye hayrı olmayan bu adanın Yunanistan'a bırakılması tavsiyesinde bulundu. "Pâdişâh bu yersiz teklife hiddetlenip, yüzünü başka tarafa çevirerek şu cevabı verdi."

"Girit için Devlet-i Âliyye 27 sene kan dökerek cezire-i mezkûreyi memâliki Osmaniyye'ye ilhak eylemiş ve Girit toprağı Osmanlı kanıyla sulanmıştır." Pâdişâh sözlerini bu mealde devam ettirip şöyle bitiriyor. "Düveli muazzama ittifak ederek Girit'in Yunanistan'a terkini notalarla teklif etseler bile, bu teklifi reddeder, askerimi son neferine kadar cezireye sevkeder ve donanmamdan bir sandal kalıncaya kadar sebat eder ve çaresiz kalınır ise Girit'i öyle terk ederim."

İmparator pâdişâhın hiddeti karşısında "mademki efkârı şahaneleri bu merkezdedir, Girit meselesi bertaraf olmuştur müsterih olunuz" demek zorunda kalmıştır. Bu bilgiyi Sultanın mâbeyncisi Hafız Mehmed Bey'in hatıratından alan Ziya Nur şunu da ekliyor. Pâdişâh kendisini bu seyahate zorlayan Fuad Paşa'ya "Beni bu soytarının karşısına niye getirdiniz" diye kızmıştır.

Sultan Abdülaziz Paris'te kaldığı süre içinde birçok teklif almıştı. Elçiler devletleri adına memleketlerine davet ediyorlardı; hiçbir daveti kabul etmeyen Sultan, yalnız İngiliz Kraliçesi Viktorya'nın çağrısını çevirmedi.

Paris'ten Londra'ya geçen Abdülaziz Han 11 gün kaldığı Londra'da yine lâyıkı veçhile itibar görür. Hele, iki sene önce ölen Başvekil Palmerston'un -Rusya'ya karşı Türkiye'yi tutmasının hatırına- ailesini ziyareti, Londra'da müthiş bir lütufkârlık olarak değerlendirilir...

Londra'dan 23 Temmuz'da hareket eder. Bir gün sonra Brüksel, oradan Combeltz, 28 Temmuz'da Viyana, 31 Temmuz'da Budapeşte. Buralar ecdadının fatihâne dolaştığı yerlerdir. Viyana'da en tatlı ve en acı hatıraları beraber yaşar...

İstanbul'dan ayrılışı ve dönüşü arasında 47 gün geçmiştir. "... bu muhteşem seyahatin iki mühim neticesi vardır. Biri Avrupa'ya nispetle Türkiye'nin ne kadar geri kalmış olduğunu pâdişâhın kendi gözleriyle görmüş olmasıdır. İkincisi: Avrupa memleketlerinde hâsıl ettiği müsait tesirler de gösterilebilir."

Yine Girit Meselesi veya Ali Paşa'nın Başarısı

Girit çok girift bir meseledir tarihimizde. Koca kan yumağı gibi çözmeye çalışıldıkça dolaşmaktadır. Son olarak Yunanlılar'ın lehine gelişen olaylarla bırakmıştık peşini. Yeniden Ali Paşa işin üzerine düştü. Fevkalade selâhiyetle 2 Ekim 1867'de Girit'e hareket etti. Bütün Avrupa'nın aleyhimizde olmasına rağmen, Ali Paşa ıslahatlar yaparak, adli teşkilâtlarda değişiklikler yaparak Rumları da memnun edecek esasları yerleştirip Hıristiyanların galeyanını yatıştırmış, 29 Şubat 1868'de İstanbul'a memnuniyetle dönmüştür.

Ali Paşa'nın Girit meselesini Türkiye lehine düzene sokması, adeta can düşmanı gibi aleyhine çalışan, yazdığı Zafernâme ile onu yerin dibine batıran Ziya Paşa'ya aşağıdaki mısraları söyletmiştir.

Girid'i aldı geri savlet-i seyf-ü kalemi,

Halkına gelmiş iken dâiye-i istiklâl!

Halkın istiklâl arzusunu, kılıç gibi kullandığı kalemi ile yerine getirdi, demek istiyor galiba! Ziya Paşa, kendi aklınca dalga geçiyor bile olabilir amma, İsmail Hami Danişmend:

"Bu bir hakikât değildir de nedir? Girit'i beynelmilel bir rejimden kurtaran yegâne âmil, Avrupa devletlerinden evvel davranan Ali Paşa'nın önleyici tedbirleridir" diyor.

Şûrâ-yı Devlet (Danıştay)

Arayışlar; daha iyi yaşayıp, daha iyi yaşatmak içindir. Buna hangi durumlar sebep olursa olsun; ister Avrupa'ya benzemeye çalışmak, ister Avrupa'nın gözüne girmek arzusu, ister insanlara saygıdan kaynaklanan insanî duygular diyelim... Bir müddetten beri olmayan şeylerin oldurulmaya çalışıldığı malûmdur. Yeniçeriliğin ilgası, Tanzimat Fermanı v.s.den sonra şimdi sıra Şûrayı Devlet'e geldi. Bütün bu hazırlıklar, bilerek veya bilmeyerek demokrasiye giden yolun aranması mı idi acaba? Ve yine bu fikir de meşhur paşalardan birine ait gibi gösterilir. Abdülmecid Han ve Abdülaziz Han zamanı bugüne kadar üç paşanın omuzlarında taşınmış veya tepelenmiş gibi gösteriliyor. Bunlardan birincisi, diğer ikisinin de hocası durumundaki Reşid Paşa idi. Adının başına bir de "Büyük/Koca" ilavesiyle anılarak öldü. Ondan sonra, Âli ve Fuat paşalar. İki önemli makamı aralarında değişe değişe bugünlere geldiler." Biri sadrâzam diğeri Dışişleri Bakanı. Danıştay fikrinin sahibi Âli Paşa'dır.

Şûrayı Devlet'in teşekkülü demokrasi yolunda atılan önemli adımlardan biri sayılır. Merkezî idarenin fonksiyonlarını azaltan ve dolayısıyla mahallî yöneticilerin selahiyyetlerini artıran yeni düzenlemelere geçiliyordu. Daha önce Midhat Paşa'nın eski eyaletlerin yerine kurduğu Tuna Vilâyetleri şimdi devletin diğer bölgelerinde denenecekti. Midhat Paşa’nın büyük başarı sağladığı söylenen şey aynı memnuniyeti verebilecek miydi. "Teşkil-i Vilâyât'ın getirdiği en mühim yenilik, meclislerin teşekkülü oldu. Vilâyet meclisleri, sancak meclisleri ve kaza meclisleri vardı... Meclis üyeleri 2 yıl için seçimle iş başına geliyordu ve üyeler nüfus durumuna göre müslümanlardan ve hıristiyanlardan seçiliyordu.

Lütfi Efendi Tarihi'nde Şûrayı Devlet üyelerinin isimleri şöyle: "Edhem, Emin, Muhlis Paşalar ile Sudûrdan Refet ve Naif Efendi, ricalden Rıza Efendi, Subhi Bey, Kemal Efendi, Arif Efendi..." daha epey Müslüman ismi sayıldıktan sonra Agop Bey, Ohannes Efendi... Adriyan Efendi, Logafet Bey.... Daviçen Efendi, Bedras Efendi ve başkaları. 27 Müslüman, 20 kadar Hıristiyan. Muavinlikte ise aşağı yukarı oran aynı, sayıları daha az. Kuvvetler ayrılığı esasına dayanan yeni düzenlemelerle halk hürriyetle tanışıyor, en mühimi Hıristiyan tebaa Müslümanlarla tamamen eşitleniyordu.

"Âli Paşa'nın 1 Nisan, 1868'de yayınladığı Meclis-i Vâlâ'nın Şûrayı Devlet ve Divân-ı Adliye adlarıyla iki ayrı meclise ayrılması hakkındaki karar, daha mühimdir. Zira bu meclislerden ilki idâri işlere, diğeri kazai işleri bakıyordu." Şûrayı Devlet Reisliği Tuna Vilâyeti Valisi Midhat Paşa'ya ve Divân-ı Ahkâmı Adliyye Reisliği Cevded Paşa'ya verilir. Cevdet Paşa, meşhur "Mecelle"yi bir heyetle hazırlamaya başlar. Ali Paşa Fransız Medenî Kanunu'nu tercüme ettirmekten vazgeçer. Lâikliğin temelinin de o günlerde atıldığı söylenir.

Yabancılara Mülkiyet Hakkı Verilmesi (9 Haziran 1868)

Yabancılar Tanzimat'a kadar Türkiye'de mülkiyet edinemiyordu. 18 Şubat 1856'da okunan Gülhâne Hattı'nın bir maddesi şöyleydi: "Devletlerle yapılacak "Suveri tanzimiyyeden sonra yerli tebeanın tâbi olduğu ahkâma ittiba etmek şartıyla ecnebilere de Türkiye'de "Tasarruf-i emlâk" hakkı verilecektir. Husûsî anlaşmalar çerçevesinde bugünden (9 Haziran 1868) itibaren, mülk edinmede yabancılar da Türkler gibi, daha doğrusu Osmanlı vatandaşları gibi hak sahibi oldular. Yalnız, Hicaz'a niyetlenenlere yasak var. Orası istisnadır.

Tamamen Türk kanunlarına göre mal mülk edinecek yabancılar, önce Bab-ı Âlinin şartlarını kabul etmek zorundadır. Bu şartlar kapitülasyonların tanıdığı bazı dokunulmazlıkları düzenliyor, daha doğrusu kapitülasyonları Türkiye lehine düzene sokuyor. Fransızlarla ilgili bir misal, İsmail Hami Danişmend'ten: "Mesela konsolosluk merkezlerinden en az dokuz saat uzakta bulunan yerlerde bir Fransız'ın ikâmetgâhı aranmak lâzım geldiği takdirde, konsolosluk temsilcisi bulunmasına hacet olmadan arama yapılacağı gibi, mahkemelerde temsilci olmadan muhakeme cereyan edebilecektir."

İlk olarak Fransa'yla imzalanan bu protokol, daha sonra, aynen İsveç, Norveç, Belçika, İngiltere, Avusturya, Danimarka, Prusya, Almanya, İspanya, Yunanistan, Rusya, İtalya vesaire ile de imzalanmıştır."

Yunan'la Geçimin Zorluğu

"Ağrısız başım acısız aşım" demeyi meslek edinen devlet herkesle geçinmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. İzzeti nefs feda edilmeden sarfedilen gayret Yunanistan'ı geçimsiz yapıyor. Girit'in girip de çıkılmaz bir kızgın ocak olduğu nicedir bilinir. Savaşlardan bıkan Osmanlı Devleti, siyasî teşebbüslerle geçinmenin daha faydalı olduğu kanaatindedir. Girit'in Türk milletine ait olduğu dünyaca bilinirken, yine de Osmanlı idaresine başkaldıran Rumlar Dünya devletleri tarafından destekleniyor.

Kısa bir süre önce (Ocak-Şubat 1868) Sadrâzam Ali Paşa Girit'te ıslahat yapmıştı. Hakim unsurun Türk olmasına rağmen, Rumlara da geniş imkanlar verilmişti. Sadece Girit valisi değişmemişti ama iki yardımcısından -yahut müşavirinden- biri onlardan olacaktı. Mutasarrıflar, kaymakamlar yarı yarıya olacak, Müslüman âmirin maiyetinde Hıristiyan, Hıristiyan âmirin maiyetinde Türk muavin bulunacak. Diğer memuriyetler dahi aynı şekilde dizayn edilmişti. Üzüm yemek isteyenler bu duruma memnun kaldığı halde bağcı dövmeye meraklı olanlar iyi geçime aykırı hareket ettiler. Memnuniyet duygusu taşımayanlar Girit'in isyankâr Rumları ile Yunanistan idi. Onlar ne olursa olsun, Girit'in ilhakından başka çözümü benimseyemiyorlar.

Yunanistan amacına silahla ulaşmak için harp hazırlığına başladı, kaçakçılıkla Girit'e yaptığı yardımı artırdı. Atina'daki Giritliler Türk sefareti önünde gösteri yapmaya başladı. Türkiye, yapılan aleyhte hareketleri boykot için Atina'daki elçisi Fatyodi Bey'i geri çağırdı, böylece Türkiye-Yunanistan siyâsi münâsebeti kesildi. Bu durum Dünya devletlerini harekete geçirdi.

Fuad Paşa'nın Ölümü

Daha önce kendisinden çokça bahsedilen Fuat Paşa, 1815 yılında dünyaya gelmişti. Reşid Paşa'nın yetiştirdiği, defalarca sadârette ve hariciye vekâletinde bulunan Paşa, 12 Şubat 1869'da hastalığının tedavisi için gittiği Fransa'da ölmüştür. Sultan Aziz çok hizmetini gördüğü, daha da göreceğini umduğu önemli bir adamını kaybetmiş oluyordu.

Hakkında çok övücü sözler söyleyen bazı tarihçilere rağmen (Cevdet Paşa, İ.H.D. Y.Ö. v.s.) Nâmık Kemâl;

Nasıl âh etmiyelim memleketin hâline kim

Ne zamandır çekiyor sadr-u Fuâd illetini

diyerek dalga geçmekten geri kalmamıştır. Lügatten çıkardığımız mânâ "sadr", sadrâzamın kısaltılmışı olduğuna göre Fuad Paşa'nın illet gibi sadrâzamlığa yapıştığından dolayı nasıl ağlamayalım memleketin haline diyor. Sadr'ın başka türlü anlatıldığı, bu mısraya başka mânâ verildiği de olmuştur.

Tarihî şahsiyetlerin tam anlamıyla tanınamadığına şahit oluyor, okuyucuyu, belli bir karara zorlayacak anlatımlardan uzak olmaya çalışıyorum. Bahsimiz olan Fuad Paşa'yla ilgili iyi ve kötü, söylenenler yan yana konsa, aynı şahıs için söylendiğine inanılmaz. Umûmî kanaat -şu veya bu yönüyle eksiği bulunsa da- büyük sadrazamlardan olduğu yönündedir. Zamanında yaşayanlar hakkında çok konuşmuş, bunlar da siyah-beyaz farkı taşıyor. Her söze dedikodu deyip geçelim, yalnız, bir manzume var Paşa için yazılmış, bunun bazı dörtlüklerini, çeşni olsun diye alıyorum.

Ben defuâd-ı asr idim

Fuss-ı nîgîn-i sadr idim

Nakş-i hümâyun setr idim

Gösterdi çark rûy-i abes

Dilhaste oldum bir zaman

Tedriç ile bitti tûvan

Ucdı nihayet murg-i can

Çünkü harab oldu kafes

Söndü cerâgı afiyet

Zulmette kaldı şeş cihet

Açıldı subh-ı âhiret

Envâr-ı Hak'dan muktebes

Yârab bu abd i rü siyah

İtdimse de yüzbin günah

Dergâhını kıldım penah

Afvindir ancak mültemes.

Bu manzumeyi Abdurrahman Sami Paşa, Fuad Paşa'nın vefatı münâsebetiyle yapmış, söylendiğine göre türbesinde sandukasının yanına konmuş.

Link to comment
Share on other sites

SULTAN ABDÜLAZİZ

(25 Haziran 1861–4 Haziran 1876)

32py4.jpg

Sultan İkinci Mahmud'un Pertevniyal Sultandan 8 Şubat 1830'da dünyaya gelen oğlu Sultan Abdülaziz, günlük elbisesini giyer gibi tahta oturmuştu. Hiçbir zorluk görmeden, 15 senesini harcayacağı bu şatafatlı, güngörmüş tahta geçtiğinde 31 yaşında idi. Hayatının sonuna kadar bazı sahneleri yansıtmaya çalışacağımız padişahın geride bıraktığı hiçbir şey ölümü kadar konuşulmamıştır. Aradan bu kadar sene geçtiği halde bugün bile kati cevabını bulamayan, öldürüldü mü? Öldü mü? İntihar mı etti? Yaptığı veya yapmadığı hizmetler gündeme gelmez; ölümüyle ilgili soruların cevabı aranır... daha da aranacağa benziyor...

Bazı ruhiyatçılar ve bazı çok bilenler, onun bir dörtlüğünü inceleyerek intiharına yol bulabilirler, amma, hangi şair böyle sözlerle mısralar yapmamış ki? Bestesi de kendisine ait olan, Abdülaziz Han'ın şu güzel güftesine bir göz atalım.

Bî huzurum nâle-i mürg-i dil-i divâneden

Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş ianeden

Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden

Terk-i can etsem de kurtulsam şu mihnethâneden

Âyâ, 'acaba' demektir. Âyâ Abdülaziz Han ağabeyinin ölümüyle kederlendi mi, tahta kavuşmakla sevindi mi? Ahmed Cevdet Paşa, o günleri teferruatıyla bilmekte, birbirinden değerli kitapları -Tarihi Cevdet, Maruzat ve Tezakir- ile bizleri aydınlatmaktadır.

Abdülmecid vefat eder etmez, "sadrâzam ve serasker ve kapudan paşalar cenaze odasının kapısında Hasip Paşa'yı bırakıp üçü beraber Abdülaziz Efendi hazretlerinin dairesine gittiklerinde kapı kapalı olmağla kapıyı çalmışlar. Mehmed Ali Paşa ise kemâli telaşla "kapıyı kırmız" diyerek bir gösteriş etmiş ve sanki "aman fırsat fevt olmasın" yollu bir tavrı hareket göstermiş ve Efendi hazretlerinin cülusundan sonra ana "sadrâzam ile serasker, Murad Efendi tarafına gidecekler idi. Ben çevirdim" dediği sonradan tahkik olunmuştur. Hâlbuki kapı açıldıkta Efendi hazretleri merdiven başında ve sako (ceket) sırtında hazır bulunmağla sadrazam, "Efendim başınız sağ olsun. Biraderiniz vefat etti. Tahtı saltanat teşrifinize muntazırdır, buyurun" deyicek. "Vah birader vefat etti mi? Ne vakit etti?" deyu ağlamağa başlayıp nutku mecali kalmamış." (Tezakir) İlk heyecan anları geçen Yeni Pâdişâh, yüreğinin bir yanma acısını bir yanına sevincini gömerek, kubbealtında hazırlanan tahta çıkar ve biat merasimi yapılır. Yukarıda isimleri geçen sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Paşa, Kapdanı Derya Mehmed Ali Paşa ve Serasker Rıza Paşa istikbâlleri için telâşe kapılırlarken, bir kadın başka bir şey yaşıyordu. "Aman oğlumu almayınız, bana bırakınız" yalvararak oğlunu isteyen kadın Abdülmecid Han'ın hanımı, Şevkefza Kadındır. Oğlu Murad'ın hayatından endişe ettiği için, coşan yüreğine mani olamaz, "oğlum! oğlum!" diye inlemeye başlar. Ana böyle ağlar iken, oğul Topkapı sarayına getirilmiş, devlet erkânı tarafından bir odaya oturtulmuştur. "Valide hazretleri dayanamayıp geriden Topkapu Sarayı'na gelerek ve o odaya girip nûr-ı dîdesini kendi gözüyle görerek tahsîl-i itmi'nân eylemiştir." (Tezakir)

Şevkefza Hatun oğlunu sağ salim görmekle bahtiyar oldu. "Abdülaziz Efendi Hazretleri câlis-i taht-ı âli baht-ı osmânî" oldu. Sonra da "Hâkân-ı merhumun cenazesi saray avlusuna çıkarılıp serg-i musalla üzerine kondu. Huzzarın derûnu hüzn-ü elem ile doldu. "Er kişi niyyetine" sözü her cenazede örfü adet olup cümlenin me'lûf olduğu ibare ise de yirmi iki sene taht-ı saltanat ve hilâfette bulunmuş bir zât-ı azimü'ş-şan hakkında dahi sair efrad-ı nasdan hiç farkı olmaksızın..." "Abdülmecid Han'ın cenaze namazı ile ilgili sözler Cevded Paşa'nındır. Herhangi bir insan gibi onun için de, "Ey cemaat bu zâtı nasıl bilirdiniz? diyen İmâm Efendinin sualine halkın "pekâlâ biliriz" deyişini, sonra da, cenazenin adetlere uygun diğer işlerinin yapılışım anlatıyor. Tabii, artık o bir fânidir. Saltanat emanet idi, can emanet idi, fani olanlar geride kaldı. Yükler Abdülaziz Han'ın boynuna yüklendi.

İnsanları başkalarından tanımanın güçlüğü malûm. Göz önünde arzı endam eden birinin, bırakın görüntü haricini tasviri, "herkes gördüğünü anlatsın" dense bir görünüş hakkında mutlaka birden fazla tarif çıkar. Bu öyle farktır ki: Biri şişman, diğeri zayıf, biri esmer, diğeri akbeniz, diyebilir.

Sultan Abdülaziz "itinalı bir tahsil görmüştü; edebî ve millî kültürü çok kuvvetliydi. Kitabetinde bulunmuş olan Memduh Paşa onu "Sâhibül-cemâl, melihûl-mekaal, fenni meânîde serîül intikal, azametiyle beraber etvâr-ı güftân nazik bir şehriyân mekânım hisâl idi" diye tanıtır.

İyi yetişmiş, güzel yüzlü, şirin, fen ilimlerini çabuk kavrar, davranışı nazik ve iyi ahlaklı bir pâdişâh olduğuna şahitlik eden kâtipliğini yapan Memduh Paşa'dır. Arapça ve Farsça biliyordu. Arap edebiyatına dair bir risalesi olduğu söylenir. Millî mu******ize bağlı idi. Mûsiki aletlerininn hepsine aşinalığı olduğu halde, Mevlâna'ya olan sevgisi onu ney üflemeye sevketmiştir. İbnülemin Atıf Bey'in hatıratından Ziya Nur İbnülemin'den biz de Ziya Nur'dan aktarıyoruz: "Her söze âşinâ iseler de tarikat-ı mevlevîye muhabbetlerinden nâşi, ney üflemeye meraklan ziyade idi; yaz geceleri harem-i hümâyunda yatak odalarından pencereleri açık olmağla, bazen ney ile hazin hazin taksim eylediklerini dinleyenlerin ruhu avâlim-i ulvîyeye pervâz edecek hale gelir idi; bu hâli herkes bilir. Mükeyyefat (keyif verici içki vb.) ile asla âlûde olmadılar. Hatta müskirat (içki) aleyhine bir makale-i hakimâneleri vardır."

Sultan Aziz'in bir başka gözle görünüşünü de aşağıya alıyorum; çok kısa: "Çocukluğu sarayda kadınlar ve haram ağalan arasında geçmişti. Veliahtlığı sırasında kafes hayatı yaşamaya mecbur edilmemişti. Bununla beraber, sıkı bir nezaret altında bulundurulmuştu. Eğitimi ile ciddî bir şekilde meşgul olunmamıştı. O da kendisini tabii meyillerine terkederek yaşamıştı."

İki tarifin aynı kişi için yapıldığı, birbirine pek benzemediği ortada; bunun sebebi, (okuyucunun da bildiği gibi) kişiler, yaşayış ve duyuş olarak kendilerine yakın olanların her hususta iyi olduğunu görmeye ve göstermeye çalışıyorlar; böyle değilse, bunun yerine zıddı kâim oluyor. Avrupai fikir ve yaşayışa meraklı olanların Sultan Mecid'e gösterdikleri sevgi, biraz daha millî sayılan Sultan Aziz'den esirgenmektedir. Bunu yaşadığı zaman da kendisi gördü; sonunun nerelere vardığı da malûm: Biz de herkes gibi, tarafsız olduğumuzu söyleyip, Sultan Aziz devrini görmeye ve anlamaya çalışacağız.

Sultan Abdülaziz'in en büyük sıkıntısı hazinedir. Ağabeyini verem eden saraylıların ve konaklıların israfı hazineyi müflis esnafların kasasına çevirmiş idi. Bu israf meselesini, canlı şahit Cevdet Paşa kadar güzel anlatan olamaz. ".... Elhasıl bu isrâfâta vükelâ ve me'mûrîn mebde olup sonra saraylılar dahî bu yola sülük ile azıttılar ve pek ileri gittiler. Sonraları Hakanı merhumun vücûduna za'f geldiği gibi ahlâkına dahî za'f ve efkârına fütur gelerek artık saraylıların israfatına asla sedd-i mümana'at olamayıp seccadenin dört ucunu salıverdi. Hâzine tahammül olunamaz mertebe borcu girdi. Vükelâ dahi ne yapacağım şaşırdı. Bununla beraber yekdiğerine galebe için sikak-u nifaktan hâli değiller idi.

Abdülaziz mi, Murat mı pâdişâh olsun tartışmaları, Sultan Abdülaziz'in tahta oturmasıyla son buldu. Yeni pâdişâh devlet erkânı ve halktan kendisini istemeyenlerin olduğunu biliyordu. Herkesin sevgisini ve saygısını kazanmak için çalışacaktı. Bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak nelerin yapılmasına çalışacağını anlattı.

"Devlet-i aliyyemizin bimennihi te'âlâ ikmâl-i sa'âdet-hâl ve bilâ istisna bilcümle teba'ai saltanat-ı seniyyemizin istihsal-i refah ve rahatlan âzami amalimiz olduğunu ve bu emniyye-i hayriyyenin hüsûli ve kâffei sekene-i Memaliki mahrûsamızın temin-i can ve ırz-u malları zımmında te'sis olunmuş olan kaffe-i kavanin-i esâsiyye-i adliye tarafımızdan tamamen te'kid ve te'yid kılındığını cümleye ilân ederim." (Lütfi Tarihi)

Harcamaların kısılacağı, yapılan anlaşmalara uyulacağı, ordu ve donanmaya önem verileceği, teba'nın refahından başka fikir ve emel güdülmediği anlatılıyordu.

Abdülmecid Han da en halis niyetlerle çalışmış ama, bazı meselelerle başa çıkamamıştı. Talihli pâdişâhlar devri kapanalı çok olmuştu. Her yanından sıhhat fışkıran bir delikanlıyı her doktor daha da gürbüzleştirebilir de, yatalak hasta durumundaki bir ihtiyarın tedavisi hangi doktorun harcıdır?

Abdülaziz Han nasıl bir hastaya doktorluk yapacağım biliyordu! Kendisinden öncekinin hatalarını da biliyordu. Serasker Rıza Paşa'ya "Ben birader gibi kan ve oğlanla eğlenemem. Beni işe alıştırın. Ben mühimmat ile ve gemi teçhîziyle ve asker tertibiyle meşgul olmak isterim" diye haber veriyor, ondan müspet cevap alamıyordu. "Abdülaziz güçlü kuvvetli, pehlivanlığa, ciride, ava ve ata meraklı, kahraman yapılı, gösterişli ve heybetli bir şahsiyet olduğu için." Yerinde duramıyordu. Taht ile harem arasında ömür geçirecek padişahlardan değildi. İş görmek istiyordu. Devlet erkânını da iş yaparken görmek istiyordu. Bu yüzden bazılarının rahatının kaçacağı muhakkaktı.

Padişahın donanmaya verdiği önem herkesçe malumdu. Devletin mâli durumu ise, galiba pâdişâhın pek malûmu değil. Saltanatının onbirinci gününde Vezir-i Âzam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'yı sıkıştırdı. Donanmanın takviyesi için tahsisatın artırılmasını istedi. Eskiden olduğu gibi değil; düzen değişti, şartlar değişti. Bilhassa Fransız İhtilali'yle başlayan, sonra da durmak bilmeyen yenilikler devam edip gidiyor: Pâdişâh, "Kullarım!" diyemiyor. Pâdişâhın bu hitabını imtiyaz madalyası yapıp göğsüne takacak insan da kalmadı. Artık insanlar sadece Allah'a kul olduklarım anladılar ama yazık ki pâdişâhın tabir olarak kullanıldığı kulluktan çıkanlar Allah'a da eskisi kadar kulluk yapamıyorlardı. Bu konu ayrıca incelenebilir; biz şimdi vezir-i azama dönüyoruz: Pâdişâha dedi ki:

"Efendimiz, bugün devletimiz kabuksuz bir yumurta halindedir. Bir taraftan bir diken dokunacak olursa, maazallah akıp gidecektir. Evvela ahvali mâliyemizi ıslâh edelim, ba'dehu asker tanzimine ve donanma tehyiesine çalışalım" demiş. Vezir-i âzam'ın bu mülâhazası yerini Ali Paşa'ya kaptırmasına sebep oldu.

Tanzimatın en önemli simalarından Ali Paşa'nın bu dördüncü sadaretidir. Fakat; üç buçuk ay ancak durabilir, o da Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa ile takas olunur. Hariciye nazırlığı ve vezir-i âzamlık ikisi arasında değişilir. Tabii ki pâdişâh onayıyla.

Sultan Abdülaziz'in vezirlerle uyum sağlaması kolay olacağa benzemiyor. Ab-dülmecid zamanı vezirleri şimdi de iş başında olduğu için, alışkanlıklarını yaşamakta zorlanacaklar, çünkü iki pâdişâh arasında muazzam fark var. Önceki kendini içkiye ve kadına vermiş, devlet işleri daha çok vezirler aracılığıyla yürütülürken, şimdiki her şeye hâkim olmak istiyor. Cevded Paşa'nın kaydına göre, diyor Ziya Nur: Sultan Aziz İslâmî emirlere uygun davranışıyla, muhafazakâr halk kiltlelerince ilk Osmanlı padişahlarına benzetildi. "Sultan Abdülaziz Han Hazretleri'nin cülusu, âmmeyi mûcib-i memnuniyet oldu, validesi Sultan Efendi Hazretlerinin dahi kemâl-i salâh ve iffeti başkaca bâdi-i tesiyet oldu."

Yine Ziya Nur'a göre: Zevku safaya dalan grup Sultan Aziz'in gelişinden üzüntü duydu; anlamın istediği şehzade Murat idi. Rumlarla Ermenilerin de şöyle dediğini okuyoruz aynı yerde: "Bizim Pâdişâhımız Abdülmecid idi, bu, Müslümanların pâdişâhıdır."

Tanzimat'tan evvel gevşemeye, Tanzimat'la beraber Batılılık Batıcılık adına unutulmaya başlayan bazı özelliklerin yeni pâdişâhla diriltilme ihtimali, o hayata alışanları tedirgin ediyor. Kendi açılarından haklılar.

İlk bozulmanın fakirlikle başladığı, güçsüzlükle kuvvetlendiği aşikâr. İnsanların kendinden üstün olana benzeme temayülü inkâr edilebilir mi? İşte Abdülaziz, eğer doğruysa, büyük ataları gibi olmaya hevesli, gemiyi beraber yürüteceği insanlar arasında bu konuda birlik fikri yok. Daha önce görülmüştü, paşalarımız bizzat kendileri olmayı saydıkları -yahut saymak zorunda oldukları- için, Rusçu, İngilizci, Fransızcı olmuştular. Yarın bir başka devlet ön plana çıksa mutlaka o da, bizden yâren bulabilir. Gelelim Âli Paşa'nın azline:

Âli Paşa'nın sadâreti bu kadar kısa sürede terketmek zorunda kalışı için çeşitli sebepler ileri sürülür. Bunlardan birisi de Şair Ziya Paşa'nın bu değişiklikte parmağı olduğudur.

Pâdişâh Ziya Bey'e (paşalığı sonradan) ne derece önem verirdi bilinmez, amma Ali Paşa ile ilgili onun bir şeyler yaptığı söylenirmiş. Başmabeynci Hafız Mehmed Bey'den naklediyor, doğru olabilir. Aslında Ziya Paşa-Ati Paşa meselesi roman mevzuudur. Yazılsa heyecanla okunur. Kısaca söyleyelim, Ziya Paşa da, Ali ve Fuad Paşalarla dosttur. Bir süre sonra düşman olurlar. Ziya Paşa sarayda görevli iken Reşit Paşa ölüp Ali Paşa sadrazam olunca işler değişir. Ziya Paşa saraydan gönderilir. Değişik yerlerde değişik vazifelerde bulunur. Amma onda değişmeyen bir şey vardır. Ali Paşa'ya düşmanlık! "Zafername"yi yazar. Ziya Paşa: "Madem ki Ali Paşa devrin sadrâzamıdır, elbette onun da övülecek pek çok yönleri vardır. Ama bu kasidedeki övgüler öylesine ince, öylesine sanatlı olmalıdır ki, büyük düşmanı Ali Paşa göklere çıkacağına, yerin dibine batmalıdır." Ali Paşa için Ziya Paşa'nın beslediği duyguların bir damlası, aşağıda:

Bir hasmı bîmürüvvete dûş etti kim beni

Kalbi haşini bilmez idi rahm ü şefkati

İtfaya bezl-i himmet ederdi hased ile

Her kimde görse füruğ u liyâkati

Yalvardım itiraz ü tazarrular eyledim

Asla tagayyür etmedi kinü husûmeti

(Zafername'den)

Belgrat Vakası

Fuat Paşa'nın sadrazamlığı döneminde Belgrad vakası zuhur etti. Osmanlı Devleti'nin Rumeli ile temasından beri uyumsuzlukları ile gündemden düşmeyen Sırplar, 29 Ağustos 1830'da aldıkları muhtariyeti Rusların teşvikiyle Türkler aleyhine kullanmaya başladılar. Anlaşma gereği Belgrad'da bir Türk mahallesi bulunmaktadır. Fakat Sırplar bunu içlerine sindiremezler; devamlı olay çıkarırlar. "Bu vakaların en mühimi, bir çeşme başında çıkmıştır: Rivayete nazaran, bir Türk askeri kendisinden evvel su alnak isteyen bir Sırpı öldürmüş, bunun üzerine Suplar ayaklanıp şehirdeki Türk karakollarını basmaktan başka müslüman mahallesiyle kaleye bile hücuma kalkışmışlar... Muhafız Aşir Paşa derhâl şehri topa tutmuştur." (15 Haziran) 8 Eyülde İstanbul'da aktedilen konferans neticesi Türkiye mevcut haklarının birçoğundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Konferansın muhatapları Türkiye, İngitere, Fransa, İtalya, Prusya, Rusya. Artık her anlaşmanın mağlubu Türkler olmaktadır.

Sultan Aziz mâlî buhran içerisinde oturduğu tahtta ağabeyinin yaşadığı sıkıntıları devralmış, İkinci Mahmud devrinde, zaruretten dolayı çıkarılan kağıt paralar kullanımda idi. İhtiyaçların gereği Abdülmecid'in son aylarında basılan bir milyar ikiyüz milyon kuruşluk kaime onsekiz senede azar azar piyasadan çekilmesi şartıyla tedavüle çıkarılmış idi. Hiçbir karşılığı olmadığı için devamlı kıymetten düşüyordu. Cevdet Paşa'nın mâruzâtından; o günleri, paranın ve pâdişâhın durumunu öğrenmeye bakalım: "Ka'ime ile yüzlük altun bir günde üçyüz guruşa kadar çıktı. Ferdası üçyüzü geçdi. Müteâkıb dörtyüze varır varmaz kaime hiç geçmez oldu. Hâlbuki nâsın ellerinde hep kaime olduğundan pek çok âdemler aç kaldı."

Sadrâzam Fuad Paşa halkın çektiği sıkıntıları padişahtan daha iyi görmekte, çareler düşünmektedir. İnsanlar ekmek alamaz hale gelip, ellerinde, işe yaramaz bir yığın kağıtla ortada kalmışlar. Esnafın kâğıt paraları gerçek değerine almaları; aksine hareket edenlerin cezalandırılacağı camilerde herkese duyuruldu ise de faide etmedi.

Bu işin çözümü ancak altınla olabilirdi. Mehmet Ali Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa çareler üretmeye çalışırken, pâdişâha acı reçeteyi sunmaya Fuad Paşa'dan başkası yanaşmıyordu.

"Fuad Paşa açıkdan açığa işi meydana koyup hakayıkı ahvâli pek serbest olarak arzu beyan eyledi ve hatıra gelen her dürlü esbaba teşebbüs etdi."

Hatta altın ve gümüş kullanımını yasaklamak ve herkesin elinde bulunanı toplayıp sikke kestirmek için fetvayı şerife dahi aldı. "Sultan Abdülaziz Han Hazretleri buna dair Fuad Paşa ile bahsederken: "Bu iş nasıl olur. Sultanların evanisi nasıl alınır. Meselâ onların seyir yerlerinde su içtikleri gümüş tasları var. Bunlar alınır mı?" dedikte, Fuad Paşa, "Hayhay Efendim, anları da alırız. Allah göstermesin, Devlet-i aliyye'ye bir fenalık gelüp de Efendimiz Konya'ya doğru giderken bizler dahi rikâbmıza düşüp gidecek olduğumuz vakit, Sultan efendiler bu taslarla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler!" dedikten başka: "Efendimiz varis-i saltanatsınız. Lâkin bir medyun Türkiye'ye varis oldunuz."

Acı gerçeklerin itirafı pâdişâha tesir etmiş; Fuad Paşa'nın tekliflerini kabule mecbur olmuştu. "Bunun üzerine ittihâz olunan tasarruf ve idare mesleği enzâr-ı yâr u ağyarda makbul olarak itibâr-ı mâli, oldukça avdet eylemekle Avrupa'da teşebbüs olunmuş olan istikraz işi fi'le geldi ve devlet biraz nefes aldı ve hemen kavâ'imin ilgasına karar verildi."

Maddî sıkıntıların aşılmasında herkes fedakârlık yapmak mecburiyetinde idi. Bunun ilk örneğini Sultan Aziz'de görürüz: "Hazine-i Hassa'nın ayda beşbin, senede altmış bin keselik munzam tahsisatını devlet hazinesine terkettikten başka, hanedan tahsisatlarıyla diğer saray masraflarını da tenkîhat yapmıştır..."

Bugün bizim alışık olduğumuz (kemer sıkma) politikasını o günlerde başlatan Abdülaziz sayesinde hazine nefes almış; sıkıntılar aşılmıştır.

Pâdişâhın, o günlerde adet olmadığı halde; İngiltere veliahdı için verilen bir ziyafette, paşalarıyla beraber bir sofraya oturması da, artık işlerin değiştiğinin bir işareti sayılabilir.

En keskin tedbirlerle mâlî sıkıntıların aşılmasına çare aranırken Karadağ'da isyan patladı. Rusya küçük prens'likten çıkıp, büyük devlet sınıfına girmeye başladığından beri, aleyhimize gelişen her meselenin ya başlatıcısı, yahud devam ettirmeye çalışanı olmuştu. Yine, bu isyanda da Rusya görünüyor. Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa Karadağ'ın payitahtına kadar ilerledi; araya giren Avrupa devletlerinin ısrarıyla İşkodra'da bir sulh anlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Karadağlıların bir mânâda eli ayağı bağlanmış ise de, pek çok defa olduğu gibi bunun hükmü de uzun süre geçerli olamamıştır.

Sırbistan'daki Türk Kaleleri

Kırım Harbi'ne beraber girdiğimiz Fransa, askeriyle askerimizin omuz omuza çarpıştığı Fransa, o dostluğun üstüne menfaat şalım örttü. Gerçi, Kırım Harbi de bir başka türlü menfaatin tezahürüydü ya! Belgrad vak'asında Rusya ile beraber Fransa da Sırbistan lehine Türkiye aleyhine kullanmak istedi. Bunun için, İstanbul'da bir sefirler konferansı toplanmasına -İtalya'nın yardımını da alarak- ön ayak oldu. Fransa'nın böyle bir toplantı yapmak isteyişinin sebebi 1856 Paris Anlaşması'nın 28'inci maddesinden dolayı Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Sırp Prensliğinin Rus himâyesi yerine o anlaşmada imzalan bulunan devletlerin müşterek kefaletleri altına alınmış olmasıdır. Aslında o madde Türkiye aleyhine devamlı ihlâl edilmiştir. Paris anlaşması, Türkiye lehine olan hiçbir maddesinin işlerliği kalmadığı, aleyhine olanların yeri geldikçe kullanıldığı bir anlaşma haline gelmişti.

İstanbul'da toplanan konferansa Türkiye'nin dışında İngiltere, Fransa, İtalya, Prusya ve Rusya katıldı. Burada Fransa sefiri Belgrat Kalesi'nin Sırplara bırakılması için çok gayret sarfetti am, İngiltere ile Avusturya'nın muhalefeti buna mani oldu. 8 Eylül 1862'de toplanan konferansta alınan kararla protokole geçen maddeler şöyle:

1. Türk hâkimiyetinde bulunan Sırp kalelerinden Sakad, Ujitza: Eskice Sırbistana terkedilecekti.

2. Belgrad, Böğürdelen, Semendire ve Feth-ül İslâm Türkiye'ye kalacak.

3. Müslümanlar şehirlerde değil, sadece kalelerde oturabilecek.

4. Belgrad şehrindeki Türk karakolları kapatılacak.

5. Belgrad şehri gibi varoşları da Sırplara bırakılacak.

6. Karma bir komisyonun askerlik bakımından göreceği lüzum üzerine Belgrad Kalesi tamir edilebilecek ve Sırplılarla anlaşmak şartıyla arazi istimlâk edilebilecek.

Türkiye kaybettiğine, Sırplar az kazandığına üzüldüğü için bu protokol iki tarafı da memnun edemedi. Bu meseleye ileride tekrar dönülecek, bizim için acı olan sahneler seyredilecek.

Fuat Paşa'nın İstifası

Fuat Paşa getirdiği tedbirlerle hazineyi iflastan kurtarmış idi. Herhalde bundan dolayı olacak, pâdişâhın askerî masraflar için fazla ödenek ayırmasına bile karşı çıkar; pâdişâh dinlemeyince de sadrazamlıktan istifa eder. Yerine Yusuf Kâmil Paşa geçer. (5 Ocak 1863)

Sultan Abdülaziz'in Mısır Seyahati (3 Nisan 1863)

Fuat Paşa'nın istifasıyla sadrâzam olan Yusuf Kâmil Paşa meşhur Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın damadıdır. Kayınbabasının ahvadının hüküm sürdüğü Mısır'a gitmeye, pâdişâhı teşvik eder. Mısır seyahatine çıkan Sultan Abdülaziz Serasker Fuat Paşa'yı da yanına alarak, ona yaveri ekremlik ünvânı dahi verir. "Yavuz Sultan Selim'den beri Padişâhân-ı Âli Osman'dan hiç biri Mısır'a gitmeyip, bir vakitten beri Mehmed Ali Paşa hanedanının kazanmış olduğu imtiyâzât dahi Mısır ülkesini bir kıta-i müfreze hükmüne koymuş idi."

Sultan Aziz, Mehmed Ali Paşa isyanıyla ne olduğunu unutan Mısır'a gitmekle ne olmadığını hatırlattı. Ayrı bir devlet halini almaya başlamış fakat olamamıştı. Ne devlet gibiydi ne vilâyet (eyâlet) Mısır halkı bir pâdişâhları olduğunu görüp hatırlamakla sevince boğuldu. Amaç, Mısır'ın Türkiye ile olan bağını kuvvetlendirmekti, görüntü olarak amaca ulaşıldı. Vali İsmail Paşa'nın tertiplediği karşılama merasimi çok muhteşemdi. Pâdişâh pek memnun kaldı. Vali daha sonraki eğlencelerle de pâdişâhı hoşnud etti. Onun ilerisi için tasarısı vardı; pâdişâha doğru atılan her adım tasarısının yanına yaklaştırıyordu. İsmail Paşa işi profesyonelce yapmaya, yarın isteyeceği imtiyazın bir bacağından yakalamaya gayret etti. Baş taraflarda Abdülmecid'e benzerliği olmadığını, onun gibi sefahata meyletmediğini söylediğimiz pâdişâh, burada baştan çıkmış gibi görünüyor. İsmail Hami Danişmend'in uzunca bir cümlesiyle, bu hususu şöyle, ihtiyatla naklediyoruz: "Bu seyahat esnasında Mısır Valisi İsmail Paşa'nın pâdişâhı eğlendirip gözüne girmek için tertip ettiği fevkalâde muhteşem eğlence âlemlerinin Sultan Aziz'i sefahat meylettiren âmillerin en mühimlerinden olduğu hakkında bir rivayet vardır."

Pâdişâh Mısır'da karşılanışından, ayrılana kadar gördüğü sevgi, ilgi, hürmet karşısında duyduğu memnuniyeti gizleyemedi. Seyahat dönüşü İzmir'de muhtelif milletlerden kadınlar, kızlar diz çökerek "Vivele sultan" yani, yaşasın pâdişâh diye çağrıştılar.

"Zat-ı şahane bu alkışlardan memun olup hattâ "Mısır ve İzmir'de gördüğümüz eser-i meylü muhabbet-i İstanbul sekenesinden görmedik" deyu buyurmuşlar." Pâdişâhın İstanbul'da karşılanışı da çok muhteşem olup, dükkân sahipleri dükkânlarını gelin odası gibi donatmışlar, bütün esnaf, biraz da Mısır'la yapılacak alışverişlerin getireceği bolluğun sevinciyle bayram yapmış idi. Pâdişâhın Mısır'dan dönüşü İstanbul'da üç gün kutlanır, geçtiği çarşılarda atının ayaklarının altına pullar serpilir. Fener alaylarında yarış o kadar geniş kitlelere sirayet eder ki fener ve kandil sıkıntısı yaşanır. (3 Nisan 1863)

Bu seyahatte kendisini pâdişâha haddinden fazla sevdiren Fuad Paşa Yaver-i ekremlik unvanı almış iken, seraskerliği, sonra da sadrazamlığı dahi haketmiş. Yusuf Kâmil Paşa eski vazifesi olan meclisi vâlâ reisliğine tekrar tayin edilmiş. Böylece, pek çok kişi gibi Fuad Paşa da İkinci sadâret dönemine başlamıştır. (1 Haziran 1843)

Bâb-ı Âli'de sıkça görülen makam-mevki değişikliği herhalde dünya siyasetini takipte zorluklar getiriyordu. Balkanlarda yaşanan değişiklikler Bâb-ı Âli'yi Avrupa devletleriyle devamlı karşı karşıya getiriyor, hemen hemen her seferinde ayrı bir muhatapla karşılaşan Avrupalılar da şaşılıyorlardı.

Memleketeyn Birliği

Eflâk ve Boğdan olarak iki ayrı memleket sayılan Romanya Osmanlı devletinin kurduğu düzenden çıkmış, tek memleket olarak anılmaya başlamış, orada pâdişâhın fazla selâhiyeti kalmamıştı. Fransa'nın baskısı ile, anılan yerlerin tek prenslik yapılması, bunun bir protokola bağlanması ve kendi kaderini tayinde bağımsız hareket etmeye başlaması bazı paşalarımızı isyan ettiriyordu. Bu işin buralara kadar gelmesinin suçunu Hariciye nazırı bulunan Âli Paşa'ya yükleyen Ziya Paşa bir şiir yazarak:

"Etti bir yüzbaşıyı memleketeyn üzre kral" diyor, fakat bu da hiçbir şey ifâde etmiyordu.

Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki şehirleri, memleketleri birer birer bağımsızlığına kavuşup gidiyor. Gitmeyenler de gün sayıyor. Eflâk ve Boğdan İkinci Murat devrinde haraca bağlanmış (1423), Fatih 1476'da Boğdan'ı tamamen fethetmişti. Bir kere ele geçen yerin devamlı kalması çoğu kere mümkün olmadığı gibi Boğdan da elden çıkmış, ikinci Bâyezid'le fetih hareketlerine devam etmiş, Eflâk-Boğdan çokça Türk kanı içmişti. Asırların gücünü emdiği Türk milleti, şimdi oraların kaderini belirleme hakkını başkalarına vermek zorundaydı. Memleketeyn -Eflâk-Boğdan- birliği protokolü İstanbul'da imzalandı. Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya, Prusya ve Rusya'nın iştirakiyle yapılan anlaşma metninde yer alan maddelere göre yine:

1. Birleşik Eflâk ve Boğdan Beyliği bundan sonra da Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kalacak.

2. Osmanlı Devleti'nin yaptığı anlaşmalar Memleketeyn'i de bağlayacak.

3. Eflâk ve Boğdan bir prens, bir millî meclis ve bir ayan meclisi tarafından idare edilecek.

Burası karışık bir yer. Yapılan anlaşmalar kâğıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Bir kere, efendi zayıflamış, köle kuvvetlenmiştir, gerisi boş... Mısır gibi!

Mısır'ın Veraset Meselesi

Osmanlı Devleti'nin gücünün eridiğini herkes görür de, hiç Mısır valisi görmez mi? Balkanlarda yaşanan değişiklikler Mısır valisinin iştahını kabartmaz mı?

"... bir taraftan Memleketeyn = Romanya, Sırbistan ve hatta Karadağ beylikleri Avrupa devletlerinin mütemadi himayeleri sayesinde muhtariyetten istiklâle doğru giderken, bir taraftan da Mehmed Ali sülâlesinden gelen Mısır valilerinin beşincisi olan İsmail Paşa İstanbul'a yağdırdığı altın külçeleriyle muhteşem ve giranbahâ hediyeler sayesinde irsî valiliklerden hükümdarlığa doğru tedricen istihalesini temin edebilecek imtiyazlar koparmakla meşguldür."

Pâdişâhı bile altınlarla avladığı iddia edilen İsmail Paşa'nın yardımcısı Ali Paşa'dır, ama çok da düşman kazanmış Ali Paşa.

Mısır 1841'den beri irsî valilikle idare ediliyor, baştaki ölünce, yerine ailenin en yaşlı erkeği geçiyordu. Buna göre, İsmail Paşa'dan sonra sıra Mustafa Fazıl Paşa'daydı. Bu paşa Türkiye'de maliye nazırıdır. Pâdişâh bir fermanla kuralı değiştirir. Bundan böyle ölen veya herhangi bir sebeple valilikten ayrılanın yerine b¬yük evlat geçecek, aynen padişahlıkta olduğu gibi: Böyle olunca Mustafa Fazıl Paşa Mısır valisi olma şansını kaybeder amma, müthiş bir Ali Paşa düşmanlığı kazanır.

Padişahın Gönlü, Fuat Paşa'nın Azli (5 Haziran 1866)

Tanzimat devrinin üç yıldız isminden biri Fuad Paşa'dır. Sadarette üçüncü senesi dolmuştu ki, çok uzun bir zaman sayılır.

Mısır Hidiv'i İsmail Paşa'nın körpe ve güzel kızı Tevhide Hanım pâdişâha arzı tazimat için geldiğinde, pâdişâh, kızın güzelliğine vurulmuş ve bu kızla evlenmek istemiş. Fuad Paşa, böyle bir evliliğin, Hidiv'e çok imtiyazlar kazandıracağı, devlete zarar vereceği mütealasıyla, olmaması gerektiğini söylemiş, pâdişâhın gönül meselesine karşı çıkmış. Tanzimat'ın getirdiği özelliklerden sayılan kaideye uyan pâdişâh, sadrâzamına kabul ettiremediği işi yapmaktan vazgeçmiş. Amma, Fuad Paşa'yı da affetmemiş. Daha sonra bu güzel ve genç Hatun Prenses Tevhide Kavalalı sülalesinden Ahmed Paşazade Vezir Mansur Paşa ile evlenmiş. (Yılmaz Öztuna)

Fuad Paşa'nın azlini gerektiren sebep olarak yukarıda anlatılanlar Yılmaz Öztuna'nın görüşleriydi. İsmail Hami Danişmend ise başka türlü yazıyor.

Pâdişâh, evlenme arzusunu Başmabeynci Ali Bey vasıtasıyla Fuad Paşa'ya bildirmiş, Paşa küçük bir kâğıda, böyle bir evliliğe rızası olmadığını yazıp Ali Bey'e vermiş. Not Ali Bey'e olmasına rağmen, o küçücük kâğıt parçası padişaha takdim edilmiş. "Küçük kâğıda yazılması ihtirama ademi dikkat" yani görgü kurallarına saygısızlık olarak kabul edilip, Fuad Paşa ikinci defa sadâretten azl edilmiş.

Yerine Mütercim Rüşdi Paşa getirilmiş. Hâlbuki Ali Paşa ile Fuad Paşa'nın hariciye ile sadâreti aralarında değişmeerine alışılmış idi...

Girit İsyanı (2 Eylül 1866)

Rumların "megali-idea"sı adım adım yaklaşıyor. 1830'da istiklâlini kazanan Yunanistan büyük ideâlin peşinde. "Bütün Rumların Yunanistan'a bağlanması, İstanbul'un merkez yapılması yolunda bütün çabalarını harcamaktalar. "Bu küçük milletin en büyük hatası küçüklüğünü anlayamamasıdır." Bir türlü çelmelerinden kurtulamadığımız Rusya, bu Girit İsyanı'nın tertipçisi rolündedir. "Hatta Yunan kralı Yorgi'nin aldığı Rus Prensesine çehiz olarak Girit Adası'nın vadedilmiş olduğu hakkında bile tuhaf bir rivayet vardır! Mahmud Celâleddin Paşa'nın "Mirat-ı Hakikat'inde Hanya'daki Rus konsolosunun tam bir seneden beri Girit Hıristiyanlarını ayaklandırmaya çalıştığından bahsedilmektedir."

Avrupalı devletler Rum milletini her zaman şımartmaktadır. Rusya ise, Türk düşmanlığına bağlı olarak aynı oyunu zevkle oynuyor. Rumların milliyet ateşi kendi dışlarından körüklenmelerin de tesiriyle alevlenmiştir. Müslüman Türklere karşı Hıristiyan Rumların gördüğü destek, aslında yadırganacak cinsten değil! İşin diğer cephesine gelince: Âli Paşa'nın pâdişâha arz ettiği bir lâyihaya göre Girit'te muazzam miktarda borçlanma olmuş. O zaman, Girit için inanılmayacak bir rakam, 150 milyon kuruş borç yapılmış, Türk-Rum bir arada yaşanan Girit'te, borcun üçte ikisi Rumların. Bunun ödenmesi çok zordur. Bu, normal bir borç olmadığı için yetkili imza sahipleri suçludur. Bunlar eldeki belgeleri imha yoluna gidiyor. Biz bu işin aslını Âli Paşa'nın lâyihasından aynen okuyalım: "İhtilâlden evvel Girit'te efrad beyninde (arasında) duyûn ve müsta-razâdan (borç alınan paranın) 150 bin kuruşa baliğ ve bunun takriben sülüsânı (üçte ikisi) ahâlî-i müslimenin alacağı olup ve birtakım ödemeler dahî aşar iltizamından dolayı (mahsul vergisinden) Hazineyi Celile'ye medyun ve müesânın ekseri bu makûleden olup, o makûleler başka bir idareye geçmeyi, borçlarından kurtulmaya yol zannına ve bu tarîk (yol) ile dâyinlerini (alacaklılarını) ızrar ve kendilerini mazhâr-ı yesâr etmek tama's ümidine düşmüşlerdir." Rumların Grek diye anıldığı, Grek'in hırsız demek olduğu hatırlanırsa, bu yazılanlarda abes bir taraf yoktur.

Önce kendi başlarına bir hükümet kurmayı sonra da Yunanistan'a ilhakı düşünen Girit Rumları, oraya sağlam gelmek için dünya kamuoyunu yanlarına almaya çalıştılar. Dünya devletlerinin gücünü arkalarına almak istediler. Bunun yolu pâdişâhtan geçiyordu. Pâdişâha müracaatla vergilerin, gümrük resimlerinin yüksek oluşundan yatkındılar; mahkemelerin kendilerine adil davranmadığından ve vali İsmail Paşa'yı şikâyet ettiler. Bütün şikâyetlerini kaleme almış, Girit'teki yabancı konsoloslara da vermiştiler.

Söyledikleri asılsızdı. İstanbul'dan müşfik nasihatler geldi, aldırmadılar. Geçimde gözleri olmadığı için kavga çıkaracaklar, kavga da haksızlıkları belli olmasın diye çırpınıyorlar, bütün mesele bu: En fazla üzerinde durdukları, yabancıların sempatisiydi ki, o zaten doğuştan var olan bir şey değil mi?

Bu Girit, Türk'ün netamelisidir asırlar boyu. Neler harcadık neler! En namdar, Deli Hüseyin Paşa senelerce ter ve kan dökmüştü burada. Nice paşalar varını yoğunu ortaya koymuştu da bir türlü yaranamamıştı Giritli Rumlara. Acaba, elde kılıç varken hepsinin boynu vurul-saydı yaranılır mıydı?

Hilebaz Rumlar isyana, isyan da netice almaya niyetliydi. Her yolun mubah, kaybetmenin günah olduğuna inanıyorlardı. Hükümete sadık olan kimseleri tespit edip, önce onları katlettiler ve suçu üzerlerine almadılar, hatta bu mezâlimi yapanın Türk hükümeti olduğu yalanını etrafa yaydılar. Yunan gazeteleri Girit Rumlarının yalanını dünyaya duyurma görevini bihakkın yerine getirdi.

Girit'te Rumlar gerilla savaşlarıyla Müslümanları kınıyorlardı. Hem suçlu, hem güçlü pozuna bürünmeyi beceren Rumlar, kendilerine inanmaya teşne bir Avrupa buluyor. "Barbar Türkler-" propagandası ile bugün yaptıkları gibi o gün de dünyayı ayağa kaldırmayı beceriyorlardı. Arka plânda Yunan Albayı, görünürde Hacı Mihal adlı Rum olduğu halde hareketlerini hızlandırdılar.

Bâb-ı Âli 40 000 askerle müdahaleye kalkmasına rağmen, neticede önemli değişiklik sağlanamadı. Çete savaşındaki maharetleri biraz da insani duygulardan uzak davranışlarına uyduğu için, Rumlar başardı oluyorlardı. Nihayet, 2 Eylül Pazar günü Giritli Rumlar Yunanistan'a iltihak kararı aldılar. Osmanlı Devleti rejim değişikliği ile de mevcudu muhafaza edemiyor, tam rejim yapan hastalar gibi günden güne zayıflıyordu. Nereler gitmedi ki? Şimdi de sıra Girit'teydi ve Girit gidiyordu!!!

Girit, Bâb-ı Âli'ye bir sadrâzama mal olmuştu. Mütercim Rüşdi Paşa zor günlere tahammül edemeyip istifasını vermiş; Âli Paşa hariciye Nazırlığından sadrazamlığa (5. defa) Fuad Paşa Hariciye nazırlığına, Rüşdi Paşa da seraskerliğe tayin edilmiştir. (11 Şubat 1867)

"Yeni Osmanlılar"

Tanzimat'a muhalif fikirler yeşermeye başlamıştı bile. Eski düzenin 500 seneden fazla devam etmesine karşılık, yeni düzenin muhalifleri bir insan ömrü kadar bekleyemediler.

1826'da başlayan Tanzimat'a "istemezük" diyenler 41 sene sonra seslerini duyurmaya başladılar. Yeni Osmanlılar cemiyeti adıyla bir araya gelen sekiz on kişi, devletin gidişatından memnuniyet duymadıklarını, bazı değişikliklerin gerektiğini savunuyorlardı.

Yeni Osmanlılar cereyanı niçin başladı sorusu, farklı kişilerden farklı cevaplar bulur. Enver Ziya Karal'ın yorumunun özetine çalışılacak: Yeniçeri Ocağı 1826'ya kadar padişahlar üzerinde etkiliydi. Devlet idaresine tesir ediyordu. İcraatinden hoşlanmadıkları bir sadrâzamı pâdişâha azl ettirebiliyorlardı. (Hatta aralarına alıp parçalıyordular) Pâdişâhın fikir ve çalışmasını beğenmezlerse, tahttan indirebiliyor, daha ileri gidip öldürtüyorlardı.

1826 bu tür işlerin tarihe karıştığı senedir. Gücü sıfıra indirilen yeniçeri bukağısından kurtulan pâdişâh serbest harekete başladı. 1839'da ilân edilen Tanzimat, ulemâ sınıfının otoritesini kaldırdı, pâdişâh öyle bir baskıdan da kurtuldu. İstediği yöne kanat açacak bir pâdişâh, bazıları tarafından mahzurlu görüldü. Bir kısım mesuliyet fikri taşıyan gencin bir araya gelmesiyle "Genç Osmanlılar" adlı cemiyet vücut buldu. Amaçları, hükümetin icraatını kontrole tabî tutacak faaliyetlerde bulunmaktır.

Enver Ziya Karal Genç Osmanlıların gerçekten genç olduklarını söylüyor ve yabancı dil bildiklerini, bazılarının Avrupa'da tahsil gördüğü, Batı'yı iyi bilen gençlerin Türkiye'deki geriliği farkettiğini anlatıyor. Ve çok şeyin yanında, profesör şunu da söylüyor: "Olayları, dinî itikattan gelen his ve heyecan ile değil fakat akla ve mantığa dayanan tenkit ile değerlendiriyorlardı. Bu düşünüş tarzı ve bu çalışma usûlü onlara dinamik bir ruh hali de kazandırmıştı..."

Kim haklı kim haksız suâlinden önce, insanların bilerek yahut bilmeyerek, isteyerek yahut istemeyerek bulundukları yerleri terk ettiklerine dikkat gerekiyor. Düşünen ve bir şey olduğuna inanan insan bir şey yapmaya çalışıyor. Yeni olmak, yenilikçi olmak tatmin aracıdır. Osmanlı İmparatorluğu ağacını içindeki kurtlar kemirmekte; dalları kurumakta, insanları mahsunlaşmakta. Bu gidişatın felaket getireceği korkusu taşıyanlar, bu gidişatı değiştirmek istiyor. Bir araya toplanan gençlerin müşterek fikri değişimdir, başka bir şey değil. Hepsinin istediği aynı türde değişim değil, çeşitlidir.

İstanbul'da kurulup, varlıklı aile çocuktarı tarafından gazete çıkarmaya başladılar. Avrupa gazetelerinden iktibaslar ve kendi fikirleriyle süslenen sayfalar devlet için güzel görünümlü değildi. Eleştiri, eleştiri, o günlerin şartlarında yapılabileceğin fevkinde tenkitler. Tasvir-i Efkâr, Muhbir ve Tercüman-ı Ahvâl gençlerin ruhundaki fırtınayı kasırgaya çevirip İstanbul'da estiriyor. Gazete idarehaneleri siyasî parti binası gibi çalışıyor.

İçlerinde Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suâvi, Agah Efendi gibi şöhretli isimler bulunan cemiyetin kuruluşunda yahut bu kişilerin o cemiyette bulunuşunda farklı sebepler olduğu da söyleniyor. Yeni bir cemiyet kurmak için Ziya Paşa'ya yakıştırılan; devletin en üst basamağına çıkartılmayışıdır. Mesela, Âli Paşa önüne bir engel olarak çıkmasa idi, sadrâzam olması işten bile değildi. Nâmık Kemal ile Ali Suavi kabına sığmayan insanlardı. Dertleri, "devletin daha iyi durumlara gelmesini istemek" olarak söylense nasıl olur bilemiyorum.

Bir ara, icab ederse Ali Paşa'yı ortadan kaldırıp, yerine sadrâzam tayinini bile tartışan kafadarlar, Mahmud Nedim Paşa ile Ahmed Vefik Paşa arasında seçim yapamamışlar. Bunlar böyle karar vermekte gecikince, peşlerine düşen z¬bıtadan rahatsızlıktan başlamış ve Paris'e kaçmışlar. Paris her ne kadar gâvur şehri ise de, orada, heyecanlı ve zengin bir Müslüman emre âmâde beklemektedir. O bekleyenin de hem Âli Paşa'ya hem Fuat Paşa'ya ve hem de Sultan Abdülaziz'e karşı husumeti vardır. Eğer bu zatlar biraz farklı düşüncelere girmeseler, Mısır'ın yönetimindeki yönetim usulünü İsmail Paşa'nın istediği gibi değiştirmeseydiler, İsmail Paşa'nın oğlu değil, kardeşi Mustafa Fazıl Paşa vali olacaktı. Mısır valisi, yeni adıyla hidivi olma şansını elinden alanlara düşman olan herkes Fazıl Paşa'nın dostuydu. Paris'e gelip kendisine sığınanlara, babasından miras kalan "iki buçuk milyon altın tutarındaki serveti cömertçe dağıtmayı zevk edinmişti. Bizim Yeni Osmanlılar da, eski Osmanlılar Türkiye'de kemer sıkarken bolluk içinde Paris'in tadına varmışlardı. (Herhalde!)

"Yeni Osmanlılar'ın istedikleri nedir yahut nelerdir? Avrupa'da neşrettikleri "muhbir", "hürriyet" ve "ulûm gazetesindeki yazılarına göre "Nizâm-ı serbestâne=Demokrasi", "Nizâm-ı esâsiyye= Kanun-u esâsî" ve "Şuray-ı ümmet =Meclis-i Mebusana/Millet meclisi" gibi esaslarda umumiyetle ittifak ettikleri anlaşılmaktadır." Bazı konularda anlaşamamışlar. Bilhassa lâiklik konusunda."... meselâ Ziya Paşa ile Nâmık Kemâl dincidir. "Biz usûl-i meşveret istiyoruz. Meclis-i şûrayı ümmet talebindeyiz " derken, Ali Suavi "ibâdâtı muâmelat-ı dünyeviyyeden ayırup dünyâya müteallik umuru başkaca ve müstakillen tedvin etmeli" diyor. Yani lâiklik istiyor. Mustafa Fazıl Paşa da öyle...

Her biri ayrı şeyler isteyen bir yığın insan, galiba Mısır altınlarını Paris'te yemekten başka bir şey yapamamışlar. İ.H. Danişmend diyor ki:

Yeni Osmanlıların en büyük hatası; meşrutiyeti, dünyanın üç kıtasına yayılmış rengarenk Osmanlı anâsırını birbirine hemen perçinleyecek sihirli bir lehim farzetmiş olmalarında gösterebilir."

Bu konuyu, Ali Paşa'nın hasmı Ziya Paşa'nın birkaç beyiti ile süsleyelim, güzelleştirelim. Ziya Paşa'nın şiirde muhatabının Âli Paşa olduğu unutulmasın:

Pâdişâhın adı vardır yalnız dillerde

Zâtıdır taht-ı hükümette hakiki faal

Mısır'da eyledi tağyiri veraset hükmü

Etti bir yüzbaşıyı memleket üzre kral

Rumdan Ermeni'den yaptı müşir-i bâlâ

Eyledi resmi müsavatı hukuku ikmâl

Tuz, tütün resm'e girip oldu hazine

Lebriz Etti tahvil-i kavâimle nükût istihsâl

Tutalım cümle umurunda hıyanet etmiş

Şu Girit hizmetini var mı inkara mecal?

Böyle iş görmedi ibkâ ise maksad nâmı

Ne reva şöhret için zemzeme olmak bevvâl

Çok az kısmını seçerek aldığımız Ziya Paşa'nın Âli Paşa için söylediği son beyit:

Lütfü ihsanı gibi ömrü ala namâdud

Din-ü imânı kadar kesbede feyz-ü ikbâl.

(Zafername 29.-30. s.)

Belgrad ve Diğer "Kılâ'ı Hâkanıyye"nin Sırbistan'a Terki

Daha önce de demiştik. Devlet rejimde, günden güne zayıflamakta. Yeni Osmanlılar Paris'te hayâl kurarken, üç kuruşluk Sırplar Türk kalelerine kendi bayraklarını çekiyorlar. "Tahliye ve terkedilen kalelerde Sırp bayrağıyla beraber Türk bayrağının da bulundurulması, millî izzetinefsi tatmin içindir. Bunun mânâsı "kalalar kemâkân kıla-ı Hâkaniyyeden (Hakan kalelerinden) olarak" kalıyor ve yalnız muhafaza vazifesi Türk askerinden alınıp Türk hâkimiyyetindeki Sırp askerine veriliyor demektir." Kanuninin fethinden Sultanaziz'in fermanına kadar geçen zaman 345 sene, 7 ay, 3 günden tarhedildiği takdirde Belgrad kalesinin tam 319 sene, 7 ay, 19 gün Türk hâkimiyyetinde kalmış olduğu anlaşılır." (İ.H.D.)

Rumeli Türksüzleşirken kimse so¬rasının nasıl olacağını bilmiyordu. Aradan asırlar geçtikten sonra, o toprakların üzerinde yaşayan insanların pek çoğu Osmanlı idaresinde yaşanan huzuru, huzurlu günlerin hikâyeleriyle tanıyıp efkârlanmışlar ve hâlâ da vicdanlı nesiller o günleri buğulu gözlerle yadetmektedirler...

Sultan Aziz'in Avrupa Seyahati (21 Haziran 1867)

Avrupa Türk hakanlarına yabancı değildi. Fakat hiç de gönlü yoktu onları görmeye. Murad Hüdavendigar gelip Kosova'da dalgalandırmış Türk bayrağını. Kanunî Belgrad'ı fethetmiş... Her gelen padişah bir şeyler koparmış, Hıristiyan batıdan, bir şeyler bırakmış İslâm adına. Ve canlar gitmiş bu seferlerde mallarla beraber. Onun için Avrupa insanı "Türkler geliyor" denince korkar olmuşlar, ürker olmuşlar. Türklerin derdi ne idi ki, böyle yüzlerce, binlerce kilometrelik yolları binbir ezasına cefasına katlanarak, yollarda telafat vererek geliyorlar, savaşıyorlar, yeniyorlar. Sonra da çekip gidiyorlar geldikleri yere. Osman Gazi'nin oğluna bir vasiyeti vardı. "Dava; kuru cihangirlik davası değildir" diyordu. Bu sırra eremeyenler anlayamaz Osmanlı Türkünün fütuhatını!

Neyse, o fetih günleri değil yaşanan ve fatih olma hevesi yok yeni pâdişâhlarda. Düşünülen tek şey mesul olduğu milletini, tebaasını huzurlu yaşatabilmektir; bütün hareketler onun için yapılmaktadır. Fransa'ya da misafir olarak gidilmektedir.

Paris'te açılacak beynelmilel bir sergi münasebetiyle III. Napolyon İstanbul'daki seferi vasıtasıyla Abdülaziz Hanı davet etmiştir. Bu Napolyon'un çok zararını görmüşüz.

Balkanlarda pek çok yerin ve Girit'in elimizden çıkmasında Rusya kadar Fransa'nın da dahli bulunmaktadır. Lâkin, biz öc düşünecek halde değiliz.

Barış içerisinde yaşayıp, mevcudu muhafaza etmek basan hanemize yazılacak kazanç sayılmaktadır artık. Ve artık düşman kazanma zamanı değil, dostluklar kurmaya bakmalıdır.

III. Napolyon'un davetinin peşi sıra İngiltere kraliçesi Viktorya'nın Londra'ya daveti de gelince, Sadrâzam Âli Paşa ile Hariciye Nazın Fuad Paşa pâdişâhı teşvik ederler, pâdişâh da "evet" deyiverir. Böylece, ilk defa bir Türk pâdişâhı ve Halife Sultanı savaşmaya değil, dostluğa, Avrupa'ya gidecekti. "Bu bakımdan Avrupa tarihinde misli görülmemiş bir hâdise demekti" bu seyahat.

Pâdişâh gösterişli merasimlerle çıktığı Avrupa seyahatine kalabalık bir heyetle gidiyordu. Aileden veliaht Murad Efendi, Şehzade Abdülhâmid ve büyük oğul İzzeddin Efendi de beraberinde, ilk defa ülke dışına çıkıyorlardı. Devlet erkânından Hariciye Nazırı Fuad Paşa, Sultan Hocası Akşehirli Hasan Fehmi Efendi, Başmabeynci Hüseyin Cemil Bey, Başkatip Bursalı Mehmed Emin Bey önemli isimlerden bazılarıdır.

Bu seyahatin başlattığı bir yenilik var idi. Devletin tarihinde ilk defa "Nâib-i Saltanat" olarak Sadrâzam Âli Paşa pâdişâha vekâlet edecekti.

Pâdişâhı taşıyan vapur Messina, Napoli ve Toulan'dan sonra 20 Haziran'da Paris'e varır. Uğradığı limanlarda törenlerle karşılanan Sultan Aziz mutludur. Paris'te de şanına yakışan merasimler yapılır. 10 gün kaldığı Paris'te gezilmesi gereken yerleri gezer, sergiden alışveriş yapar, tiyatro temsillerini seyreder. İmparator Üçüncü Napolyon'la sohbet eder. Sohbetin bir yerinde söz dolaşıp Girit'e gelince Napolyon'un Girit'in Yunanistan'a kaça satılacağını sorması üzerine Fuad Paşa o meşhur cevabı verir.

— "Aldığımız fiyata veririz. Haşmetmeab!

Napolyon da anlar ki Girit'in fiyatı en az, dökülen Türk kanlan kadardır! Bunu duyduktan sonra soğuk bir sessizlik olur ve mesele kapanır.

Girit meselesinin Paris'te mevzu edilişi bir başka türlü de anlatılıyor. Pâdişâhla İmparator Avrupa'yı da rahatsız eden Girit'i görüşüyorlardı. İmparator Napolyon, Türkiye'ye hayrı olmayan bu adanın Yunanistan'a bırakılması tavsiyesinde bulundu. "Pâdişâh bu yersiz teklife hiddetlenip, yüzünü başka tarafa çevirerek şu cevabı verdi."

"Girit için Devlet-i Âliyye 27 sene kan dökerek cezire-i mezkûreyi memâliki Osmaniyye'ye ilhak eylemiş ve Girit toprağı Osmanlı kanıyla sulanmıştır." Pâdişâh sözlerini bu mealde devam ettirip şöyle bitiriyor. "Düveli muazzama ittifak ederek Girit'in Yunanistan'a terkini notalarla teklif etseler bile, bu teklifi reddeder, askerimi son neferine kadar cezireye sevkeder ve donanmamdan bir sandal kalıncaya kadar sebat eder ve çaresiz kalınır ise Girit'i öyle terk ederim."

İmparator pâdişâhın hiddeti karşısında "mademki efkârı şahaneleri bu merkezdedir, Girit meselesi bertaraf olmuştur müsterih olunuz" demek zorunda kalmıştır. Bu bilgiyi Sultanın mâbeyncisi Hafız Mehmed Bey'in hatıratından alan Ziya Nur şunu da ekliyor. Pâdişâh kendisini bu seyahate zorlayan Fuad Paşa'ya "Beni bu soytarının karşısına niye getirdiniz" diye kızmıştır.

Sultan Abdülaziz Paris'te kaldığı süre içinde birçok teklif almıştı. Elçiler devletleri adına memleketlerine davet ediyorlardı; hiçbir daveti kabul etmeyen Sultan, yalnız İngiliz Kraliçesi Viktorya'nın çağrısını çevirmedi.

Paris'ten Londra'ya geçen Abdülaziz Han 11 gün kaldığı Londra'da yine lâyıkı veçhile itibar görür. Hele, iki sene önce ölen Başvekil Palmerston'un -Rusya'ya karşı Türkiye'yi tutmasının hatırına- ailesini ziyareti, Londra'da müthiş bir lütufkârlık olarak değerlendirilir...

Londra'dan 23 Temmuz'da hareket eder. Bir gün sonra Brüksel, oradan Combeltz, 28 Temmuz'da Viyana, 31 Temmuz'da Budapeşte. Buralar ecdadının fatihâne dolaştığı yerlerdir. Viyana'da en tatlı ve en acı hatıraları beraber yaşar...

İstanbul'dan ayrılışı ve dönüşü arasında 47 gün geçmiştir. "... bu muhteşem seyahatin iki mühim neticesi vardır. Biri Avrupa'ya nispetle Türkiye'nin ne kadar geri kalmış olduğunu pâdişâhın kendi gözleriyle görmüş olmasıdır. İkincisi: Avrupa memleketlerinde hâsıl ettiği müsait tesirler de gösterilebilir."

Yine Girit Meselesi veya Ali Paşa'nın Başarısı

Girit çok girift bir meseledir tarihimizde. Koca kan yumağı gibi çözmeye çalışıldıkça dolaşmaktadır. Son olarak Yunanlılar'ın lehine gelişen olaylarla bırakmıştık peşini. Yeniden Ali Paşa işin üzerine düştü. Fevkalade selâhiyetle 2 Ekim 1867'de Girit'e hareket etti. Bütün Avrupa'nın aleyhimizde olmasına rağmen, Ali Paşa ıslahatlar yaparak, adli teşkilâtlarda değişiklikler yaparak Rumları da memnun edecek esasları yerleştirip Hıristiyanların galeyanını yatıştırmış, 29 Şubat 1868'de İstanbul'a memnuniyetle dönmüştür.

Ali Paşa'nın Girit meselesini Türkiye lehine düzene sokması, adeta can düşmanı gibi aleyhine çalışan, yazdığı Zafernâme ile onu yerin dibine batıran Ziya Paşa'ya aşağıdaki mısraları söyletmiştir.

Girid'i aldı geri savlet-i seyf-ü kalemi,

Halkına gelmiş iken dâiye-i istiklâl!

Halkın istiklâl arzusunu, kılıç gibi kullandığı kalemi ile yerine getirdi, demek istiyor galiba! Ziya Paşa, kendi aklınca dalga geçiyor bile olabilir amma, İsmail Hami Danişmend:

"Bu bir hakikât değildir de nedir? Girit'i beynelmilel bir rejimden kurtaran yegâne âmil, Avrupa devletlerinden evvel davranan Ali Paşa'nın önleyici tedbirleridir" diyor.

Şûrâ-yı Devlet (Danıştay)

Arayışlar; daha iyi yaşayıp, daha iyi yaşatmak içindir. Buna hangi durumlar sebep olursa olsun; ister Avrupa'ya benzemeye çalışmak, ister Avrupa'nın gözüne girmek arzusu, ister insanlara saygıdan kaynaklanan insanî duygular diyelim... Bir müddetten beri olmayan şeylerin oldurulmaya çalışıldığı malûmdur. Yeniçeriliğin ilgası, Tanzimat Fermanı v.s.den sonra şimdi sıra Şûrayı Devlet'e geldi. Bütün bu hazırlıklar, bilerek veya bilmeyerek demokrasiye giden yolun aranması mı idi acaba? Ve yine bu fikir de meşhur paşalardan birine ait gibi gösterilir. Abdülmecid Han ve Abdülaziz Han zamanı bugüne kadar üç paşanın omuzlarında taşınmış veya tepelenmiş gibi gösteriliyor. Bunlardan birincisi, diğer ikisinin de hocası durumundaki Reşid Paşa idi. Adının başına bir de "Büyük/Koca" ilavesiyle anılarak öldü. Ondan sonra, Âli ve Fuat paşalar. İki önemli makamı aralarında değişe değişe bugünlere geldiler." Biri sadrâzam diğeri Dışişleri Bakanı. Danıştay fikrinin sahibi Âli Paşa'dır.

Şûrayı Devlet'in teşekkülü demokrasi yolunda atılan önemli adımlardan biri sayılır. Merkezî idarenin fonksiyonlarını azaltan ve dolayısıyla mahallî yöneticilerin selahiyyetlerini artıran yeni düzenlemelere geçiliyordu. Daha önce Midhat Paşa'nın eski eyaletlerin yerine kurduğu Tuna Vilâyetleri şimdi devletin diğer bölgelerinde denenecekti. Midhat Paşa’nın büyük başarı sağladığı söylenen şey aynı memnuniyeti verebilecek miydi. "Teşkil-i Vilâyât'ın getirdiği en mühim yenilik, meclislerin teşekkülü oldu. Vilâyet meclisleri, sancak meclisleri ve kaza meclisleri vardı... Meclis üyeleri 2 yıl için seçimle iş başına geliyordu ve üyeler nüfus durumuna göre müslümanlardan ve hıristiyanlardan seçiliyordu.

Lütfi Efendi Tarihi'nde Şûrayı Devlet üyelerinin isimleri şöyle: "Edhem, Emin, Muhlis Paşalar ile Sudûrdan Refet ve Naif Efendi, ricalden Rıza Efendi, Subhi Bey, Kemal Efendi, Arif Efendi..." daha epey Müslüman ismi sayıldıktan sonra Agop Bey, Ohannes Efendi... Adriyan Efendi, Logafet Bey.... Daviçen Efendi, Bedras Efendi ve başkaları. 27 Müslüman, 20 kadar Hıristiyan. Muavinlikte ise aşağı yukarı oran aynı, sayıları daha az. Kuvvetler ayrılığı esasına dayanan yeni düzenlemelerle halk hürriyetle tanışıyor, en mühimi Hıristiyan tebaa Müslümanlarla tamamen eşitleniyordu.

"Âli Paşa'nın 1 Nisan, 1868'de yayınladığı Meclis-i Vâlâ'nın Şûrayı Devlet ve Divân-ı Adliye adlarıyla iki ayrı meclise ayrılması hakkındaki karar, daha mühimdir. Zira bu meclislerden ilki idâri işlere, diğeri kazai işleri bakıyordu." Şûrayı Devlet Reisliği Tuna Vilâyeti Valisi Midhat Paşa'ya ve Divân-ı Ahkâmı Adliyye Reisliği Cevded Paşa'ya verilir. Cevdet Paşa, meşhur "Mecelle"yi bir heyetle hazırlamaya başlar. Ali Paşa Fransız Medenî Kanunu'nu tercüme ettirmekten vazgeçer. Lâikliğin temelinin de o günlerde atıldığı söylenir.

Yabancılara Mülkiyet Hakkı Verilmesi (9 Haziran 1868)

Yabancılar Tanzimat'a kadar Türkiye'de mülkiyet edinemiyordu. 18 Şubat 1856'da okunan Gülhâne Hattı'nın bir maddesi şöyleydi: "Devletlerle yapılacak "Suveri tanzimiyyeden sonra yerli tebeanın tâbi olduğu ahkâma ittiba etmek şartıyla ecnebilere de Türkiye'de "Tasarruf-i emlâk" hakkı verilecektir. Husûsî anlaşmalar çerçevesinde bugünden (9 Haziran 1868) itibaren, mülk edinmede yabancılar da Türkler gibi, daha doğrusu Osmanlı vatandaşları gibi hak sahibi oldular. Yalnız, Hicaz'a niyetlenenlere yasak var. Orası istisnadır.

Tamamen Türk kanunlarına göre mal mülk edinecek yabancılar, önce Bab-ı Âlinin şartlarını kabul etmek zorundadır. Bu şartlar kapitülasyonların tanıdığı bazı dokunulmazlıkları düzenliyor, daha doğrusu kapitülasyonları Türkiye lehine düzene sokuyor. Fransızlarla ilgili bir misal, İsmail Hami Danişmend'ten: "Mesela konsolosluk merkezlerinden en az dokuz saat uzakta bulunan yerlerde bir Fransız'ın ikâmetgâhı aranmak lâzım geldiği takdirde, konsolosluk temsilcisi bulunmasına hacet olmadan arama yapılacağı gibi, mahkemelerde temsilci olmadan muhakeme cereyan edebilecektir."

İlk olarak Fransa'yla imzalanan bu protokol, daha sonra, aynen İsveç, Norveç, Belçika, İngiltere, Avusturya, Danimarka, Prusya, Almanya, İspanya, Yunanistan, Rusya, İtalya vesaire ile de imzalanmıştır."

Yunan'la Geçimin Zorluğu

"Ağrısız başım acısız aşım" demeyi meslek edinen devlet herkesle geçinmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. İzzeti nefs feda edilmeden sarfedilen gayret Yunanistan'ı geçimsiz yapıyor. Girit'in girip de çıkılmaz bir kızgın ocak olduğu nicedir bilinir. Savaşlardan bıkan Osmanlı Devleti, siyasî teşebbüslerle geçinmenin daha faydalı olduğu kanaatindedir. Girit'in Türk milletine ait olduğu dünyaca bilinirken, yine de Osmanlı idaresine başkaldıran Rumlar Dünya devletleri tarafından destekleniyor.

Kısa bir süre önce (Ocak-Şubat 1868) Sadrâzam Ali Paşa Girit'te ıslahat yapmıştı. Hakim unsurun Türk olmasına rağmen, Rumlara da geniş imkanlar verilmişti. Sadece Girit valisi değişmemişti ama iki yardımcısından -yahut müşavirinden- biri onlardan olacaktı. Mutasarrıflar, kaymakamlar yarı yarıya olacak, Müslüman âmirin maiyetinde Hıristiyan, Hıristiyan âmirin maiyetinde Türk muavin bulunacak. Diğer memuriyetler dahi aynı şekilde dizayn edilmişti. Üzüm yemek isteyenler bu duruma memnun kaldığı halde bağcı dövmeye meraklı olanlar iyi geçime aykırı hareket ettiler. Memnuniyet duygusu taşımayanlar Girit'in isyankâr Rumları ile Yunanistan idi. Onlar ne olursa olsun, Girit'in ilhakından başka çözümü benimseyemiyorlar.

Yunanistan amacına silahla ulaşmak için harp hazırlığına başladı, kaçakçılıkla Girit'e yaptığı yardımı artırdı. Atina'daki Giritliler Türk sefareti önünde gösteri yapmaya başladı. Türkiye, yapılan aleyhte hareketleri boykot için Atina'daki elçisi Fatyodi Bey'i geri çağırdı, böylece Türkiye-Yunanistan siyâsi münâsebeti kesildi. Bu durum Dünya devletlerini harekete geçirdi.

Fuad Paşa'nın Ölümü

Daha önce kendisinden çokça bahsedilen Fuat Paşa, 1815 yılında dünyaya gelmişti. Reşid Paşa'nın yetiştirdiği, defalarca sadârette ve hariciye vekâletinde bulunan Paşa, 12 Şubat 1869'da hastalığının tedavisi için gittiği Fransa'da ölmüştür. Sultan Aziz çok hizmetini gördüğü, daha da göreceğini umduğu önemli bir adamını kaybetmiş oluyordu.

Hakkında çok övücü sözler söyleyen bazı tarihçilere rağmen (Cevdet Paşa, İ.H.D. Y.Ö. v.s.) Nâmık Kemâl;

Nasıl âh etmiyelim memleketin hâline kim

Ne zamandır çekiyor sadr-u Fuâd illetini

diyerek dalga geçmekten geri kalmamıştır. Lügatten çıkardığımız mânâ "sadr", sadrâzamın kısaltılmışı olduğuna göre Fuad Paşa'nın illet gibi sadrâzamlığa yapıştığından dolayı nasıl ağlamayalım memleketin haline diyor. Sadr'ın başka türlü anlatıldığı, bu mısraya başka mânâ verildiği de olmuştur.

Tarihî şahsiyetlerin tam anlamıyla tanınamadığına şahit oluyor, okuyucuyu, belli bir karara zorlayacak anlatımlardan uzak olmaya çalışıyorum. Bahsimiz olan Fuad Paşa'yla ilgili iyi ve kötü, söylenenler yan yana konsa, aynı şahıs için söylendiğine inanılmaz. Umûmî kanaat -şu veya bu yönüyle eksiği bulunsa da- büyük sadrazamlardan olduğu yönündedir. Zamanında yaşayanlar hakkında çok konuşmuş, bunlar da siyah-beyaz farkı taşıyor. Her söze dedikodu deyip geçelim, yalnız, bir manzume var Paşa için yazılmış, bunun bazı dörtlüklerini, çeşni olsun diye alıyorum.

Ben defuâd-ı asr idim

Fuss-ı nîgîn-i sadr idim

Nakş-i hümâyun setr idim

Gösterdi çark rûy-i abes

Dilhaste oldum bir zaman

Tedriç ile bitti tûvan

Ucdı nihayet murg-i can

Çünkü harab oldu kafes

Söndü cerâgı afiyet

Zulmette kaldı şeş cihet

Açıldı subh-ı âhiret

Envâr-ı Hak'dan muktebes

Yârab bu abd i rü siyah

İtdimse de yüzbin günah

Dergâhını kıldım penah

Afvindir ancak mültemes.

Bu manzumeyi Abdurrahman Sami Paşa, Fuad Paşa'nın vefatı münâsebetiyle yapmış, söylendiğine göre türbesinde sandukasının yanına konmuş.

Link to comment
Share on other sites

Bitmeyen Senfoni!

Osmanlı Tarihi anlatılırken, alakası olmadığı halde yukarıdaki başlığın kullanılması münasebetsiz düşmüştür. Hiç bitmeyen mesele yahut doğrudan Girit meselesi denebilirdi. Fakat dünyanın bildiği bir musiki adım meselenin verdiği bıkkınlıktan, inadına kullandım!

18 Şubat 1869. Bugün 41 gün süren müzâkereler sona erdi. Alınan kararda-kararlarda dahli olan ülkeler, başta Türkiye olmak üzere Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya, Prusya ve Rusya'dır. (Burada, bilmeyip de merak edenler, unutanlar için not edelim. Prusya Kuzey Almanya'da bir devlet idi. 1935'e kadar adı geldi, sonra Almanya ile karıştı.)

Türkiye ile Yunanistan'ın harbe sürüklenmeleri dünyanın huzurunu kaçıracağı için, bunun önlenmesi düşünülüyordu. Yukarıda anılan devletler bunun için Paris'te toplandılar. Yunanistan'ın yaptığı barışı bozucu davranışlar, burada cezalanmasını doğurdu. Rey kullanmaması şartıyla ancak konferansa iştirakine müsaade edildi. Yunanistan bunu kabul etmediği için, kendi meselesinin görüşülmesinde bulunmadı.

Alınan kararlar Yunanistan'ı uyarıyordu. Girit isyanına müdâhale etme. Çetelerin dağılması için, kaçakçılıkta kullanılan vapurların silahsızlandırılması. En mühimleri bunlardı ve yalnız kalan Yunanistan uyarıları kabullenmek zorundaydı. Silah yardımı kesilen Girit âsileri bundan sonra, kanlı oyunlarına devam edemediler. Girit'te çetecilik bitince iki komşunun münâsebetleri yeniden başladı.

Süveyş Kanalı'nın Açılması

Yavuz Sultan Selim'in ve II. Selim'in niyetlenip de gerçekleştiremedikleri Kanal, Hidiv İsmail Paşa'nın gayreti, biraz da cüreti ile yapılmış oluyordu. Cüret diyoruz, çünkü: İmparator havasına kapılan Hidiv, yabancı devletlerden aşırı miktarda borç almıştı. Kanal için de, ayrıca borçlanıp, sonra da kanalın hisse senetlerini İngilizlere satınca, sonuçta iş, Mısır'ın işgaline kadar varmıştır. Kanalın yabancı devlet büyüklerinin de iştirakiyle açılış tarihi (19 Kasım 1869). Başlangıç tarihi (24 Nisan 1859).

Lütfi Tarihi'nde Bâb-ı Âli'nin de borç içinde yüzdüğü şöyle anlatılıyor: "... Avrupa'da tediyesi meşrut olan istikrar faizleri içün Mâliye Hazinesi tarafından o esnada onbeş milyon Frank istikraz olunmuştur. İstikraz olunan mebâliğin faizleri içün ayrıca istikraz edilmiştir. Demek ki, ilerisi düşünülmemiş ve düşünmesi vazifesi icâbından olanlar dahî ümidsizlikleri neticesinden olacak, devlet faizsiz yaşayamaz itikadı üzerine yaslanıp kalmışlardır." (Lütfi Tarihi C. XII.sf. 56)

20. Asır sonlarında "Avrupayla Bütünleşme" sözlerine nasıl gelindiğini göstermesi açısından örnek olacak olaylardan biri. Yine, Tarihi Lütfi'den:

"Fransa İmparatoriçesi li-ecli's-sey-yahe, Dersaadet'e geleceği tahakkuk eyledikte, merâsim-i lâzime-i ihtirâm-kâri cümlesinden olmak üzere Beyoğlu'nda Ma'um Tiyatrosunun vaktinden evvel küşâdı içün iki bin lira i'tâ olunmuştur. (Bak, Demiryolları içün alınan paralar ne yollara dökülüyor) Rum ve Ermeni familyalarından birer madama müşârün-ileyha ma'iyyetinde bulundurmak içün tedârik ettirilmiştir."

Zaaflardan Biri - Bulgar Kilisesi'nin İstiklâli

İlkbaharda yağan yağmur tabiatta olağanüstü hareketliliğe yol açar. Bunlardan en dikkate şayan olanı yağmur öncesi normal otuyla, ekiniyle görünen tarlanın küçük, beyaz şemsiyeler gibi mantarla dolmasıdır. Okul zili çalınınca talebelerin bahçeye fırlaması nasılsa, mantarların yağmurla beraber başını yeryüzüne uzatması da öyle.

Hep, Fransız İhtilali'yle canlanan milliyetçilik cereyanlarından bahsedilir; bu nasıl bir sihir ise yavaş yavaş her millete, her ırka, soya, kabileye sirayet ediyor. Osmanlı'ya "baba" diyen Balkan milletleri evlatlıktan uzaklaşmayı yeğlerken, sadece Bulgarlar kalmıştı. Onlar da bir şeyler hissetmeye başladı. Millî duygulan kabardı. Bunda, Rusların Panislavizm propagandasının rolü olması gerekir. Başkaldırı, isyan, uyanış yahut başka ad takılsın farketmez. Bulgarlar, Yunanistan'ın Rum piskoposları, papazları Ortodoks mezhebi adına gayret gösterdikçe rahatsızlanıyorlar. Raporların Bulgarları Rumlaştırma faaliyetleri çekilmez hal aldı.

Balkanlarda aynı dinin müminleri kendilerine göre millî özellik kattıkları mezhepler yüzünden anlaşamıyor. "Tuna boylarında, Makedonya'da, Trakya'da ne kadar zamandır iki unsur arasında birtakım vakalar çıkıyordu."

Bulgar Kilisesi'nin Rum Kilisesi'ne bağlı olması millî gururu zedeliyor. Ayrılık arzusunu daha fazla zaptedemeyen Bulgarlar kendilerini hür kabul edebilmek için kesin karar verdiler. 11 Mart 1870'te o zamana kadar verdikleri mücadelenin semeresini aldılar. Fener Rum Patrikhanesinden ayrılmaları Bab-ı Âli tarafından kabul edildi.

İstanbul Rum Patrikhanesi'nden ayrıldıktan, mezhep işlerinde bağımsız kaldıktan sonra daha rahat harekete başladılar. Bunun diğer aşaması millî istiklâl idi. Bab-ı Âli'nin yayınladığı ferman şöyle:

"Bulgar cemaatine ait bütün mezhep işleri, yeniden kurulan Eksarhane tarafından görülecektir; bu Eksarhane'nin maiyetinde gereği kadar metropolit ve piskopos bulunacaktır. (...) Eksarhane Ortodoks Kilisesi'nin esas kanunlarına uygun olacak, Bulgar rahiplerinin işlerine ve piskoposlarıyla Eksarhın seçimine Rum Patrikhanesi tararından müdahale vukuunda menedecek surette tanzimi mukarrer olan nizamnameye tevilken vazife görecektir. İstanbul Patriği, Ortodoks mezhebi icabınca eksarha tasdikli eminnamesini verecektir. Bulgar Ayini Ruhâniyesinde mezhep kanunlarına saygı gösterilecek ve patriğin ismi zikredilecektir." (E.Z.K. 7. c. 93. s.)

Şimdiye kadar Rum Patrikhanesi'nin nüfuzu altında bulunan Bulgarlar bağımsız kiliselerine kavuştu. Bu onların dinî meselesi gibi görünse de, arkasından gelecek olan milini istiklallerinin verilmesiydi ve bu Osmanlı Devleti'ni ilgilendiriyordu. Artık Bulgar isyanları bağımsızlıklarını alana kadar baş ağrıtacaktır. Daha önceleri sahneye konan oyunlar, bundan sonra tam netice alınması için oynanacak, Osmanlı Devleti bir kere daha üzerindeki yükün ağırlığım farkedecek.

Beyoğlu Yangını (5 Haziran 1870)

Ateş devletin her tarafını sarmış; bundan ne kadar yerin kurtarılacağı hesaplanırken, merkezde çıkan yangın, mal ve can telef etti. Beyoğlu Valide Çeşmesi Sokağı'ndan etrafa yayılan alev evleri, dükkânları kül ederken, bazı mağaza sahipleri kepenk indirerek yangına "kapalıyız" deyince, içeride diri diri yanarak öldüler. Evlerde ve iş yerlerinde bu yangının aldığı can 150 civarında, kül ettiği bina ise 5000 kadardı.

Âli Paşa'nın Ölümü (7 Eylül 1871 Pazar)

Tanzimat paşaları erken sayılacak yaşlarda gidiyorlar. Reşit Paşa 58'e Fuad Paşa 54'e girdiğinde ölmüşlerdi. Âli Paşa da 57 yaşının içinde dünyaya veda ediyor. Üçünün de aleyhinde lehinde söylenenler çok fazla olmuştur. Âli Paşa'ya son zamanlarında öldürüleceğine dair zaptiye raporları gelmeye başlamıştı. Devletin içinde bulunduğu krizlerin nazik bünyesinin tahammülünü aştığı, bu yüzden hasta düştüğü söylenen Âli Paşa üç ay yatmış. Hastalığında dahi devlet işlerini aksatmamaya itinâ göstermiştir.

Hasta iken, pâdişâhla görüşme lüzumu olduğunda Dolmabahçe sarayına kadar gittiği, ama üst kata çıkamadığı için Sultan Aziz'in onun bulunduğu odaya indiği anlatılır.

Asıl adı Mehmed Emin olan Âli Paşa, attar Ali Rıza Efendi'nin oğludur. 1815'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir.

"Tanzimat devrinde yetişen büyük devlet adamlarının sonuncsu olan Âli Paşa'nın ölümü üzerine Osmanlı İmparatorluğu da artık can çekişme devrine girmiştir." Devletin en üst makamlarında geçen ömrü bittiğinde hiçbir serveti olmayan Âli Paşa, ailesine borçtan başka lekesiz, temiz bir isim bırakmıştır.

Devlete ne kadar tutkun olduğu, bu yolda gerektiğinde pâdişâhı bile rahatsız ettiği, hatta bir gün, gıyabında pâdişâhın "Allah şu adamı başımdan kaldırsın!" dediği; bunu duyan Başmabeyncinin "azledin kurtulun" demesi üzerine de, onu azarlayıp "çık dışarı! senin kadar, bunu bilmiyor muyum, yerine kimi getireceğim" dediğini İ.H. Danişmend anlatıyor. Yine Danişmend'in nakline göre:

"Paşa öldükten sonra pâdişâhın saray erkânından birine:

— Şu kanepeyi görüyor musun! Âli bana pek çok gece bunun üzerinde sabahı ettirmiştir."

Şu sözler de pâdişâha aittir. Paşa'nın ölüm haberini alınca: "İşte şimdi serbest oldum! Pâdişâh olduğumu şimdi anlamaya başladım!" Benzeri bir söz de daha önce Kanuni'nin dilinden Piri Paşa için söylenmişti. Piri Mehmed Paşa da hem otoriter bir sadrazam idi, hem de yaşlı. Genç Kanunî onun ağırlığı altında eziliyordu. Azl edip, arkasından, "pâdişâh olduğumu yeni anlamaya başladım" demişti.

Âli Paşa'nın fazileti anlatıladursun, bir de onun sevmeyenleri, ölümünü bayram bilenleri vardır. Bunlardan biri Ziya Paşa'dır. Düşmanlığım, sağlığında bitiremez, ölümünde şöyle söyler:

Nâ'şı murdarını seylâba atın

Sürdürürler köpeği öldürene!

Nâmık Kemâl de Ziya Paşa'dan geri kalmaz. Son vazifesini! yerine getirirken,

Bilmem nedir lüzumu vücûd-i habisinin

Dünyayı boynuzun mu tutar hey öküz teres

diyerek kininin derecesini gösterir. Şu bir gerçek ki; sevenleri sevmeyenlerinden çok fazla idi.

Sultan Aziz'in yukarıda geçen sözleri, Ali Paşa yüzünden kanepe üzerinde sabahladığını söylemesi önemli ipucu olsa gerek. Az sonra özel hayatından kısaca bahsedeceğimiz pâdişâh, bu sözleri unutulmadan değerlendirilirse iyi bir fikir sahibi olunur. Bazıları, kadınlara düşkünlüğünden bahsederken çok aşırı gidiyor, haremini anlatanlar (John Freely-E.Z. Karal'dan) "kadınlarının, haremağalarının ve kölelerinin sayısı kısa sürede iki bin beş yüze ulaştı" diyor ve daha kötü şeyler de söylüyor. Çoğu gecelerini bile devlete ait meselelerin müzakeresiyle geçiren bir pâdişâh bunca insanı neylerdi acaba?

Değişik Konular

Birkaç, hatta birçok yüzü olan hayatın devamlı siyâsî yüzüne baktık. Pâdişâhın neler yaptığı, bunca çalkantılı günlerin ona tesirinin ne olduğunu anmadık. Saltanat senelerinin, anılmayan zamanlarının nasıl geçirdiğini hiç seyretmedik. Kızıl alevleri, sinsi yangınları birazcık kenara bırakıp, Sultan Abdülaziz'in yaşayışından bazı fotoğraflar çekelim diyoruz: Kaynağımız John Freely, onun kaynağı E. Ziya Karal: Sultan Aziz saltanatının ilk yıllarında Sarkis Belyanı Belyan'ı Beylerbeyinde ve Çırağan'da saraylar yapmakla görevlendirdi. Birincisi 1868'te ikincisi 1872'de tamamlandı. Bunlann dışında Kâğıthane'de yazlık saray ve Maslak'ta av konağı, şehir dışında sahilde iki villa yaptırdı. Bu senelerde Aksaray'da annesi Pertevniyal Sultan adına başlattığı cami (1871'de) tamamlandı.

Türk musikisini seven pâdişâh, Batı mimari stiline hayrandı. Napolyon'un davetiyle Fransa'ya gittiğinde, ev sahibi güzel kızlarla eğlenmesine gayret göstermiş ise de pâdişâh ilgiye karşılık vermemişti. John Freely diyor ki: Avrupa gezisinden sonra Sultan'ın kadınlara karşı davranışları birden bire değişti. Tahta çıktığında hayatını bir tek eşle devam ettireceğini söylemişti. Avrupa seyahatinden dönüşünde isteği değişti. Kadınlara düşkünlüğü arttı ve mâli yönden müsrif biri oldu. Kâğıthane, Çekmece ve İzmit'te yazlık saraylar yaptırıp buraları pahalı mobilyalarla doldurdu.

İşte, bu ve benzeri meşgalelerle boş zamanı dolmuş gösteriliyor Sultan Aziz'in. Hem de "Osmanlı Sarayı" adlı kitapta. Devletin mâli sıkıntıları düşünülerek, pâdişâhın yaptırdığı saraylar, kasırlar göze batabilirse de bunu kendi tahsisatından harcadığı paralardan yaptığını unutmayalım. Yani onun da özel bütçesi vardı ve bunun bir kısmım da silaha harcamıştı. Kalan malı mülkü yok. Yapılan saray, köşk, yalı vs. sonraki pâdişâha devroluyor. Yani, Sultan Aziz harcama yönüyle eleştiriye kaynak olamaz gibi görünüyor.

Bir devlet geleneği ve bunun için de mevkiine göre herkesin geliri, ona göre harcama şekli vardı. Eğer, bir sadrâzamın İstanbul'u satın alacak kadar zengin olduğu günlerden geldiğimizi hatırlarsak, bir de Fransa'da Napolyonlar, Luiler, İngiltere'de, Viktoryaları, hatta ve hatta valimiz Mehmed Ali ve ahfadı şöyle bir göz önüne getirilse Sultan Aziz'in bir lokma, bir hırka ya talim ettiğini sanırız.

Sadrâzamlar pâdişâhın talimatıyla iş yaparlarken, ihtiyaç duyulan yeni müesseselerin açılmasına gayret gösterdiler. Devlet şurasının kurulması, vilayetlerinin teşkili Abdülaziz zamanında oldu. Adalet müessesesinde değişiklikler, Nizamiye mahkemeleri aynı senelerde kuruldu. Yeni kanunlar yapıldı; Mecelle hazırlandı. Deniz ve Kara ordularının güçlendirilmesi için yapılan çalışmalar had safhaya vardı. Askeri okulların ıslahı cihetine gidildi.

Eğitim alanında yapılan çalışmalar başlı başına bir büyük meşgale idi. İlköğretimde ıslahat, ortaokullar, liseler açıldı. Galatasaray Sultanisi (lisesi) 1868'de açıldı. Darülfünun (yani üniversite) 1870'de açıldı. Meslek okulları, lisan okulu, tıbbiye, mülkiye, öğretmen okulu (kızlar için) Sultan Aziz döneminin mahsulleriydi. Akla gelebilen her türlü okulun açılması bu devrin önemli hizmetlerinden sayılır.

Posta Pulu

Postanelerin açılması II. Mahmut dönemi hizmetleri arasındaydı. Fakat ücretler paket yahut zarfın üzerine konan işaretlere göre ödeniyor, bu da yolsuzluklara sebebiyet veriyordu. 1862'de posta pulu kullanılmaya başlandı.

Daha çok Avrupa'da görülüp, Türki¬e'ye uyarlanan yeniliklerle, önce bilinmeyen nice şeyler Sultan Aziz'in saltanatında öğrenildi. Birer birer saymakla bitmez.

Mahmut Nedim Paşa'nın Sadareti (8 Eylül 1871)

Mahmut Nedim Paşa 8 Eylül'de Sadâret mührünün sahibi oldu. Gürcü Mahmut Nedim'in ahlâkî zaafları olduğu, iktidara gelmek için ahlâki olmayan usûllerle pâdişâhın gözüne girmeye çalıştığı söyleniyor. Sultan Aziz'i israfa teşvik edişi nasıl lanetlenirse, Rusya'ya yakınlığı da o derece sevilmez. Tanzimat paşalarının devleti ayakta tutabilmek için getirdikleri düzenin bozulması için elinden geleni yapan, Rus sefirinin talimatıyla iş gördüğü iddia edilen paşaya bir de isim takılır "Nedimof". Bu "Nedimof'un kötülüğü sayesindedir ki, Âli Paşa'nın kıymetini anlayan Nâmık Kemâl, "Ali Paşa'nın ruhundan af dilemiştir."

Mahmud Nedim Paşa'nın sadâreti ile pâdişâhın rahata kavuştuğu, padişahlığın tadına vardığı söylenir. En son Âli Paşa'dan devamlı devlet idaresiyle ilgili sıkıştırmalara muhatap olan Sultan Aziz, Nedimof'un "Efendimiz siz bir pâdişâhı müstebitsiniz (istiklâl sahibi mânâsına) her emr i fermanınızı icraya muktedirsiniz" gibi sözleriyle, dağıtılan yetkileri kendi eline alması teşvik edilmiş, bu da padişahın hoşuna gitmiştir.

Âli ve Fuad Paşalar Reşid Paşa'nın yetiştirdiği devlet adamları idiler ve her ikisi de hocalarının yolunda yürümüşlerdi. Adliye Nazırı Şirvanızâde Mehmed Rüşdi ile Serasker Hüseyin Avni Paşa da Âli Paşa'nın yetiştirdikleridir. Nedim Paşa, onların vazifeden uzaklaştırılmasını sağlamış ve memleketlerine sürgün ettirmiştir. İş bunlarla da bitmeyip, devlet erkânından diğer Tanzimatçılar da yerlerinden olmuşlar, Nedimof'un önünde, ayağına takılacak engel kalmamıştır.

"Tabii bu vaziyet bütün bir devrin tasfiyesi ve hükümetin Tanzimata bilfiil nihayet vererek inhitat mutlakiyyetine doğru irticai demektir." "Sultan Aziz iyi vezirler elinde çok iyi bir pâdişâh olduktan sonra şaşılığından dolayı "Kör Mahmud Nedim" ve Rus tarafdarlığından dolayı "Nedimof" isimleriyle de anılan Gürcü Mahmud Nedim gibi değersiz ve haris adamların elinde fena bir istihaleye uğrayıp müstebid kesilmiştir."

"Tanzimat edipleri Âli Paşa'nın hayatında, şair olan Mahmud Nedim Paşa'yı tutuyorlardı. Az zamanda yani sadrâzamın mâhiyeti ortaya çıkınca, bu defa, kendileri bizzat iktidara gelinceye kadar, Midhat Paşa'yı tutmaya karar verdiler."

Tarihçiler ittifakla Mahmud Nedim Paşa'nın yaramazlığından bahis ederlerken Reşid Paşa'nın söylediği şu söz de zevkle tekrarlanıyordu:

"Bizim Mahmud Nedim Bey cıvık sabuna benzer, ne onunla el yıkanır ne de çamaşıra gelir."

Mahmud Nedim Paşa'nın iktidarında "asayiş bozuldu. İrtikâb ve rüşvet görülmemiş bir şekilde aldı yürüdü. Pâdişâha olan itimadı da sarstı, tanzimâtı hayriyyeden beri bu türlü hal görülmemişti."

Devletin yıldızı gittikçe matlaşmakta, sönmeye yüz tutmaktadır. Denenen yolların hiçbiri selamete yaklaşmıyor, devamlı, giden günler aranır oluyordu. Yabancı devletlerin dostluklarından meded umulan yıllar yaşanıyor. Paşa Hazretlerinin kimi İngiltere'ye, kimi Fransa'ya yaslanarak rahat edileceğini düşünüyordu. Nedimof ise Rusya'nın dostluğu ile huzur bulacağımız kanaatinde idi. "Mahmud H.'nin, oğullarına: "Rusya ile katiyen harbe girmeyin. Çarla dost kalın ve barış içinde yaşayın: Çünkü herhangi bir devlet bize ateş ettiği vakit birçok kurşunları isabet etmez. Hâlbuki Rusya ateş edince bütün kurşunlar imparatorluğumuza isabet eder" nasihatine dayandığını iddia ederek "Uzak devletlere dayanmaktan ise, komşu olan bir devlet ile her nasıl olursa olsun uyuşup da hoş geçinmek evlâdır" demekte idi."

Ünlü Ahmed Cevded Paşa da Mahmud Nedim'den şikâyetçi: Mecelle'nin tamamlanmasına çalıştığı sırada sadrazam olan Nedimofla ilgili serzenişi şöyledir:

— "... Mahmud Paşa'ya mümâşaat ve icrâatma mu'avenet ettim ise de pek na'makûl olan efkârına muhalif reyde bulundum. Muvafakat ve muhalefetim gayet halisane ve bîgarazâne ise de Mahmud Paşa bana gücendi ve hakkımda şübühata düştü. O sırada Bağdad valisi Midhat Paşa dahi ma'kûl olmayan evâmininden nâşi istifa ederek Dersaadete gelmek üzere idi. Mahmud Paşa def-ü ihraç etmek kaydında bulunduğundan bizi dahi ber-vech-i bâlâ (Yukarıda söylendiği gibi) Maraş valiliği ile icâleten İstanbul'dan çıkardı." (Tezakiri Cevded)

Önce Mahmud Nedim Paşa'yı, sonra da onun vasıtasıyla Sultan Aziz'i etkisi altına alan Rusya, bütün isteklerini kabul ettirir hâle gelmiş. Elçi İgnatiyef sadrâzama ve pâdişâha akıl hocalığı ile memur tayinlerini bile istediği gibi yaptırır olmuştu. Bu hâl halkın da huzursuzluğunu artırmış, Avrupa bile Türklerden soğumaya başlamıştı. "Bu durum karşısında Abdülaziz istemeye istemeye Mahmud Nedim'i azletti." (31 Temmuz 1872).

Midhat Paşa'nın Sadareti (30–31 Temmuz 1872)

Pâdişâh, Mahmut Nedim'den sonra mührünü, valiliklerde çok başarılı olduğu bilinen ve en son Bağdad valiliğinden istifa ederek İstanbul'a gelen Midhad Paşa'ya verir. Her ne kadar iyi vali deniyor ise de, sicili pek sağlam görünmez Midhat Paşa'nın. Yaptığı icraatlarla kazandığı aferinleri hazmedemeyip serkeşliğe başlamış ve bu yüzden İstanbul'dan uzak tutulmaya çalışılmıştı. İstifa ile İstanbul'a dönüşü de, göz koyduğu sadarete bir yol bulmak içindi; denir. Mahmut Nedim Paşa onu hemen Edirne valiliğine tayin ettirmek ister fakat Midhat Paşa oyunu daha iyi oynar, padişahın gönlünü kendi lehine çeler ve azil ile tayin işi istediği gibi neticelenir.

Midhat Paşa ilk günlerinde Mahmut Nedim'i sevmeyenlerce iyi karşılanırsa da, icraata başlayınca memnuniyetler kaybolur. Hakkında hoş olmayan şeyler söylenir. Bunlardan birisi pâdişâha karşı laubali tavrı; diğeri parayla ilgili dürüst olmayan bir davranışı. Şöyle ki:

Midhat Paşa Avrupa'dan borç alınan paralardan bile istifade yoluna gitmeye başlamıştır. Ve Cevdet Paşa'ya göre işin sonunu düşünmeyen bir zat olan Midhat Paşa nihayet pâdişâhın gözünden düşüp 19 Ekim 1872'de azledilmiştir. Bu Paşa'nın birinci sadâretidir ve 2 ay, 19 gün sürmüştür.

Midhat Paşa valiliklerde başarılıydı. Yapışkan boyalı bir bitki gibi vilâyetlerde dursaydı faydalı işler yapıyordu. Onu oradan koparıp alınca tutanın eline yapıştı, kirini çıkaracak sabun bulunamıyor. Âdeta böyle ama bunu daha çok ikinci sadâretinde göreceğiz. Biz Midhat Paşa hakkında yazılmış olan hicviyeyi, ikinci sadâretini beklemeden takdir etmek istedik. Şiirin yazarı Kaniçeli Kâzım Paşa. Tanzimatçıları sevmeyişi, dolayısıyla onları hicvedişi Paşa'lığından meşhur olmuştur. Şimdi Paşa olarak varlığı bir şey ifade etmeyen Kaniçeli'nin Midhat Paşa için yazdığına bakalım:

Sahavetde giderdi hâmei divâne derlerdi

Görenler derdi işte geldi Ruhî-i menhusun oğlanı

Olup memur sonra Şam'a Kurbî nâm bir kâtib

Tutardı bister-i kurbiyetinde subha dek ani

Kemali ucb ile dermiş teres ayanı yanında

Biraz da âl-i Midhat eylesin halka hükümranı

Şeriat düşmeni, millet mühini, devletin hasmı

Şekûsent nıenbâı bağyin esâsı, mefsedet kâ'nî

Vücûdı hükûm-ı istibdada kaanûn-ı esasidir

Şeyâtin iştirak eylerdi ondan zulm-i udvâni

Hulâsa kasden ihanet eyledi me'lûn

Ne hizmetde bulunmuşsa bât-takdîri

Rabbani Diyâr-ı ecnebide can verip fart-ı mezelletle

Mekân etsin sarây-ı âsûmânî durdukça nirânî

Kâzım Paşa bu kadarla doymamış, devam etmiş.

Oturtup birtakım emelleri insan makamında

Ne varsa onlara tefhim edüp fikr-ü meramında

Sövermiş devlet-i dine mecûsi her kelâmında

Hususa vali-i Bağdad iken selman namında

Bulup kendi gibi bir kel yehüd-i turfa iz'ânî

Usûl-i istihzayı ta'mid etmiş ettirmiş

Mason âyinini tencih-ü tes'id etmiş ettirmiş

Yehûdî ihtiraz ettikçe tehdid etmiş ettirmiş

O kelb-i bî şuûre hazreti mahbûb-ı Yezdânî

İşitmiştik bilenler aslını cingâne derlerdi

Nasıl nâm aldı çikdı ansızın meydâne derlerdi

Sabâvetde giderdi hâme-i divâne derlerdi

Görenler derdi işde geldi Ruhî-i menhusun eğleni

Diriğ etmezdi asla kim olsa vasilna tâlib

Semahatı görürdü cümle-i namusuna gâlib

Biraz müddet ve lâkin olmamıştı kimseler sahib

Olup me'mun sonra Şam'e Kurbî nâm kâtib

Tutardı bister-i kurbiyetinde sübhadek ânî

Karib oldu gehi Kurbî'ye peh Ruhî'ye zîr oldu

Gehi gaybetti zevki kâr-ü kir-i gussa gir oldu

Bu surette taayyün ederek âhir vezir oldu

Rezâletde nala fersah be fersah geçse şeytanî

bulunca kendine benzer mecûs-âyîn bir gümrâh

Beraber zem edermiş resm-i islâmiyeti her gâh

Çıkardı kişver-i İslam'dan âhır Resulullah

Anı tard etti sanman hazret-i Abdülhâmid Hâni

Dozunu kaçırmış Paşa. Pes yani. Bu kadar da olmaz, diyor insan. Gerçekten Midhat Paşa böyle biri miydi? Midhat Paşa iyi olmayabilir ama bu denli kötü de değildi. Son zamanlarında bolca Kur'an okurdu ve hacı olmayı isterdi.

Midhat Paşa'dan sonra, Mütercim Rüşdi Paşa'nın üçüncü sadrazamlığı başlar; ancak, o da fazla duramaz. 3 ay, 27 gün sonra, 15 Şubat 1873'de azledilir. Sıra sıra dizilir sadrazamlar. Mütercimin azil sebebi; Mahmut Paşa'nın bitirdiği itibarı, Bab-ı Âli'ye kazandırmaya çalışması olarak gösterilir. Tezakir’de, Cevdet Paşa; "Rüşdü Paşa'nın vak'u vekaan mabeyn-i hümâyun halkına ağır geldi. Hafi-fü'1-ma'ûne bir sadrâzam arandı" demektedir. Hafifü'l ma'une mi değil mi? Ama Sakızlı biri gelmiş sadârete. Sakızlı Ahmed Esad Paşa da ancak 1 ay, 28 gün kalır. Çok kısa süren sadrazamlığını çekemeyenler var imiş, hem de pâdişâha içten içten tuzak kuranlar, pâdişâhı ikna ederek bu azli gerçekleştirmişler. Bunlar: Hüseyin Avni, Şirvânizâde Rüşdi ve Midhat Paşalar. İleride adları çokça geçecek...

Şirvânizâde Mehmed Rüşdi Paşa devralır mührü ve 9 ay 29 gün hükmünü yürütür. Cevded Paşa diyor ki, "Midhat Paşa ile Avni Paşa yekdiğerinin hasm-ı cam iken bu kerre şir ü şeker gibi imtizaç eylediklerine de bir mânâ veremiyordum ve Avni Paşa mâliye nâzırı Sadık Paşa'dan müteneffir iken ol esnada yekdiğerinin yân gaar ve mahremi esrarı olduklarını görüp te'accüp ediyordum. Meğerki efkâr başka imiş. İş içinde iş var imiş. Bunlar Sultan Abdülaziz Han Hazretlerini hal etmeğe ittifak etmişler ve Şirvânizâde'nin makaam-ı sadârete getirilmesi bunun için olup Sadık Paşa dahî anınla Avni Paşa arasında miyancı imiş. Şirvânizâde ise gayet mütereddit ve mütelevvin bir âdem olduğundan o mukavele ile makaamı sadârete geldikten sonra ol hatarlı işin müzâkeresine giriştiklerinde Avni Paşa tarafından dermiyân olunan teşebbüsâtın her birine bir özür ve bahane bulduğunu ve Kâmil Paşa'nın nabzını yokladıklarında "Ben tâc-u tahta karşı bahse girişemem" demiş olduğuna mebaî mes'ele keşa keşe dönmüş..."

Cevdet Paşa tafsilatıyla verdiği; paşaların birleşip toplantılar yapmaları, padişahı hal için yollar aramaları, Şirvânizâde'nin çekingenliği, diğerlerine uyarak Şehzade Muradı Tahta çıkarmaya taraftar görünmemesi v.s. Hüseyin Avni Paşa'nın padişaha, sadrazamın "Murad Efendiye mütemayil olduğundan, kanun-ı esası taraftarlığından bahsetmesi ve hal'e teşebbüs edeceği" Şirvânizâdenin vâdesinin dolmasına yetmiş.

Hüseyin Avni Paşa'nın Sadâreti (15 Şubat 1874)

15 Şubat 1874'de azledilen Rüşdi Paşa'nın halefi Hüseyin Avni Paşa'dır. Hasmını harcayıp, pâdişâhın da gözüne girmeyi başaran Paşa, pâdişâhın kuyusunu kazmak üzere mührü koynuna yerleştirmişti. "Seraskerlik dahi anın uhdesinde kaldı. Sultan Abdülaziz Han Hazretleri kendisini asıl fesad başı olan Avni Paşa'ya teslim etmiş oldu." (Tezakiri Cevdet)

Cevded Paşa Hüseyin Avni Paşa'yı hiç sevmez. Mizâcen uyuşamamak mı, yoksa paşanın gerçek fesatlığından mı bilemeyiz. Şu sözlerde Cevdet Paşa'nın Tezakiri'nden alınmadır. Kısaltarak veriyoruz.

Sadrâzam Avni Paşa, Cevded Paşa'yı Yanya vilayetine gönderecek. Mevsim kış olduğundan Cevdet Paşa çoluk çocukla bu zahmetli yolculuğu hiç istemez. Çoluk çocuğundan ayrılmayı da arzu etmemektedir. Paşa, Paşa'nın konağına varıp, görüştüğünde, Avni Paşa sorar:

"Çocukları birlikte ******ürecek misin?"

"******ürmek isterim lâkin mevsim müsâid değil."

"Sakın ******ürme. Senin orada me'mûriyetin üç ay kadardır.

Nihayet üç buçuk ay sonra buraya celb olunursun."

"Pek âlâ"

Aralarında geçen bu kısa konuşmaya Cevdet Paşa yorum getirirken "Pek âlâ" dedim amma, diyor. Bu sözüne hiç mânâ veremedim. Meğer Bâbıâlide vücudumuz kendisince mülezem olduğu halde bu kerre Sultan Abdülaziz Han Hazretlerini hal etmeye karar verip bu hususta ise fakire emniyeti olmadığından ve üç ay zarfında rekiz-i zamiri olan cinayetin icrası kendisince mukarrer olduğundan muvakkaten bizi Yanya'ya def etmiş ve muzmir-i zamirini icra ettikten sonra bizi yine İstanbul'a getirecek imiş. Bunların olduğunu Sultan Abdülaziz Han'ın hallinden sonra kendi lisanından işittim."

Sultan Abdülaziz koynunda yılan beslemeye devam edecek; çaresiz, kaderini yaşayacaktı. Lâkin kader saatinin hangi zamana kurulduğunu Hüseyin Avni Paşa da bilmiyordu. Onun dediği gibi üç aylık iş değildi; biraz daha beklenecekti!

Avni Paşa Şirvânizâde'yi önce Halep valiliğine, sonra Hicaz valiliğine gönderdi. "Bununla da yetinmeyerek 23 Eylül 1874'te Taif'te zehirleterek öldürttü." Esad Paşa'yı da İstanbul'dan uzaklaştıran sadrâzam, kendi kanaatinde olan, Midhat Paşa'yı adliye nazırlığına getirerek hedefine biraz daha yaklaşmış oldu:

Hersek'te İsyan (13 Nisan 1875)

Devamlı Bosna'yla beraber anılagelmiştir. "Bosna-Hersek" dendiği zaman, sanki iki isim bir yeri ifade ediyordu. Bosna vilayet, Hersek sancak, coğrafî durum olarak Hersek Bosna'mn güneybatısında. "Bosna - Hersek bir taraftan Sırbistan, diğer taraftan da Karadağ gibi iki İslâv memleketine bitişikti. Avusturya'nın Dalmaçya ve Hırvatistan eyâletlerine de komşu bulunuyordu."

Bu durumdan anlaşılan o ki, hem yakın komşularının hem de Rusya'nın İslav propagandaları için uygundu.

Bosna ve Hersek o zamana göre çok kalabalık sayılan 1.200.000 nüfusa sahipti. Yarıdan fazlası Ortodoks ve Katolik Hıristiyan, daha azı Müslümandı. Daha az nüfusa sahip Müslümanlar, Hıristiyanlara göre zengin sayılırdı. Arazi sahipliğinde geri kalmış olan Hıristiyanlar yarıcılık yapıyorlar, geçim sıkıntısı çekiyorlar, vergilerini veremiyorlardı. İlgililer (mültezimler) "âşâr" denen mahsûl vergisini almaya geldiğinde tatsızlıklar çıkıyordu. Hersek'te isyan ekilmiş, tomurcuk şeklini almış patlayacak olgunluğa yaklaşmıştı.

Avrupa'da Fransız-Alman Savaşı yaşanmış, yorgun düşen Fransa itibardan da düşmüştü. İngiltere özel işlerine kapılmış, dünya siyâsetiyle şimdilik uğraşamıyordu. Meydanda görünen, iddia ve söz sahibi üç ülke var. Rusya, Avusturya ve Almanya. Bunların yöneticileri ki Rusya İmparatoru İkinci Aleksandre, Avusturya İmparatoru Birinci Fransuva ve Almanya İmparatoru Birinci Vilhem'dir. 1875 senesinde bir araya gelen bu zevatın Başvekili, Gorçakof, Andraşi ve Bismark siyâsi ahvali konuşurlarken; Rus Gorçakof'un teklifiyle Şark meselesi görüşüldü. Üzerinde ittifak edilen, konumuzla alakası bulunan mesele şu. Osmanlı tebeası isyana kalkışırsa müdâhale etmeyecekler.

Toprak geliri yüzünden, vergilendirmeden adaletsizliğe uğradıkları iddiasındaki Boşnaklar işi kaba kuvvete ******ürdüler. Ağaların tarlalarına sahip olmaya çalıştılar. Hersekliler Hıristiyan devletlere Müslümanları şikâyet ettiler.

Hersek'te isyanın başlaması 160 kişinin ağnam vergisi vermemek için Kara¬dağ'a sığınmasıyla meydana çıktı. Karadağ Prensi Osmanlı Devleti'yle muhatap olmaya çekindiği için, İstanbul'daki Rus elçisinden sığınmacıların kurtarılmasını rica etti. Rus elçisi sadrâzama rica etti. Neticede, Hersek'te zaptiyeden kaçan insanlar birer kahraman gibi evlerine döndüler. "Osmanlı da bir şey değilmiş, gözümüzde boşa büyütmüşüz" kanaatine varan Hersekliler isyan bayrağım açtılar.

Müsamaha acizlik alâmeti sayıldığı için, şımaran âsiler kasabalarını (Nevesini) ayaklandırdı. İlk hamlede kasaba müdürünü kaçmaya zorladılar. Jandarma buna manî olmaya çalıştı, birkaç tanesi asîlerce vuruldu.

Bosna Valisi Derviş Paşa isyan karşı¬ında nasıl bir yol takip edeceğini bilmiyordu. Bab-ı Âli'ye sordu; oradan gelecek cevabı bekledi; âsiler zaman içinde cesaret ve taraftar topladı.

Sadârette Esad Paşa bulunuyordu. Ürkek davrandı. "Karadağ tahrik edilmesin, Rusya'ya, müdahale imkânı çıkmasın; olay mahallîdir, kuvvet yerine nasihati dene" Bab-ı Âlinin cevabı bu mealdeydi.

Derviş Paşa Sadrâzam Esad Paşa'nın emrine uydu. Asîlere nasihatçileri gönderdi. Devletin veremeyeceği isteklerde bulundular. Şuna inanmıştılar ki devletin vurma niyeti yok. Rusya'nın ve Avusturya'nın kendi yanlarında olacaklarını da düşünüyorlardı. İsyan sahalarını genişletmek, taraftarlarım artırmak için beyannameler neşreden asîler bir paralo icad ettiler

"Devlet bizi vuramayacak!"

Küçük bir kasaba olan Nevesin'de başlayan isyan, Hersek'in bütününe ve Bosna'nın bazı yerlerine sıçradı. Müslümanlar da mallarını ve canlarım korumak için silaha sarıldı. Yangın her tarafı sardıktan sonra itfaiye geldi. Bâb-ı Âli ateş emri verdi.

Arı kovarıma çomak sokmayı göze alamamak, olayların genişlemesine sebep oldu. İstanbul 4200 yedek kuvvetle işi halletmeyi istedi, olmadı. Suç kumandana bulundu, dört defa kumandan değişti. Sonuncusu -bilahare "Gazi" olan-Ahmed Muhtar Paşa idi.

13 Nisan 1875'te baş gösteren isyan, 20 Ağustos 1875'te Fransa'nın araya girmesiyle durduruldu.

İç Meseleler

Coşkun bir hevesle gelmişti fakat Hüseyin Avni Paşa sadârette istediği kadar kalamadı. Hersek'te çıkan isyanı bastıramaması, maliye işlerini iyi idare edememesi, "Sultan Aziz'den nefret etmesi, kabalığı ve zalimliği, Avni Paşa'yı hükümdarın olduğu gibi, halkın da gözünden düşürmüştü." Sadâretten azledilen Avni Paşa Aydın valisi oldu. Sonra da "tedavi maksadıyla Avrupa'ya gitti. Londra'da İngiliz nazırları ile Sultan Aziz'in tahttan indirilmesi meselesini görüşmeye cesaret etti. Türlü entrikalar ve rüşvetler ve Sultan Aziz'in inanılmaz gafleti eseri, üçüncü defa serasker (savunma bakanı) oldu."

Seraskerlik, emeline kavuşması için Avni Paşa'ya verilmiş en büyük imkândı. Çünkü asker kendisine bağlı idi.

Sakızlı Esad Paşa iki sene sonra ikinci defa sadârete geldi. Şartlar karmakarışık hale getirmiştir makamları; kimse geldiği yerde uzun süre duramıyor M. Esad Paşa da Mahmud Nedim Paşa'nın ayak oyunlarıyla devrilir. Oyun şu: Hersek'te isyan devam ediyor, vezir-i âzam çare olamıyor. Nedim Paşa daha önce vezir-i âzam olmuş, başarısızlıkla geçen 2.5 ay sonra azledilmişti. Şûrayı devlet reisliğinde pâdişâha yaranarak, Hersek isyanını bastıracağını iddia eder ve Esad Paşa 4 ay da ikinci turu tamamlamış olur.

Şimdi devir Nedimof'undur. Mühür ondadır. Mahmud Nedim Paşa'nın ikinci sadâretinde görülen en önemli işi "Tenzil i Faiz" kararıdır. Buraya tafsilatını almayacağımız, Y. Öztuna'daki bilgilere göre devletin mâli durumu bugünkü Türkiye'den, şahsî menfaatini düşünen insanlarda bugünkü bazı insanlardan farklı değildi. "Devlet borçlarını 200 milyon altına (bugünkü satın alma gücü aşağı yukarı 80 milyar dolar) yaklaşıyordu." Devletin bu derece borçlu olması, bazılarını istifade etmekten alıkoymuyordu. Faizlerin düşürülmesi oyunu ile servetini artıranlar olmuştu. Midhat Paşa bunlardan biri, bir diğeri Rusya elçisi (Nedim Paşa'nın sakalını kaptırdığı) İgnatiyef'tir.

Faizlerin düşürülmesi bazılarını zengin ederken, vatandaşların büyük bir bölümünü mağdur etmişti. Fransa ve İngiltere alacaklı oldukları için zarar görmüşlerdi. İngilizlerle Fransızlar Türkiye aleyhine nümayiş yapıyorlar. Türkiye'de insanlar homurdanıyor, ortam iyice geriliyor ve "Bosna-Hersek isyanı günden güne alevlenerek devam ediyordu." Bütün bu olumsuzlukların üzerine bir de Bulgar isyanı patlak verince (2 Mayıs) işler Arap saçına döndü. Bulgar isyanı binlerce Türkün ve Bulgarın ölümüyle neticelendi. Bulgar isyanının tertipçisinin Rusya olduğu bilinmesine rağmen bir şey yapılamamasından "efkârı amme bozuldu. Ekseri nâs zât-ı şahane aleyhinde nâ beca tefevvühâta cesaret eder oldu. Midhat Paşa ise el altından talebe-i ulûmu Mahmud Paşa aleyhine tahrik etmekte idi." (Tezakir)

Mahmud Nedim Paşa, Hüseyin Avni Paşa'yı Bursa valiliğine gönderip, Midhat Paşa'yı Adliye Nazırlığı'ndan azledince telâşe başlar. Avni Paşa'nın taraftarları halkı kışkırtmaktan geri kalmazlar. "Rüşdi Paşa dahi gah konağında ve gah yalısında ikamet ile gelip gidenlere hâl-i hazırın ağırlığından bahs ile akıbetin vahim olduğunu tedhîm etmekte, İstanbul'da ihtilâl hadis olacak imiş" yollu erâcif dahi işitilmekte idi."

Pâdişâh ilk senelerdeki tutumunu değiştirdiği, israfa meyi ettiği için; halkın eski sevgisini kaybetmişti. ".... bazı devletliler bu hallere nazarı teessüf ile bakıp dühûn olmakta iseler de ellerinden bir şey gelmezdi. Hüseyin Avni ve Midhat Paşa'nın plânı işliyordu. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun pâdişâhı devirmeyi göze almışlardı. Bunların "iktidara gelmeleri icap ediyordu. Midhat Paşa, "tabebe-i ulûm denen medreselerin yüksek sınıf öğrencilerine para dağıtarak, bunlara Bâb-ı Âli de sadrâzama karşı nümayiş yaptırmaya ve Mahmud Nedim Paşa'yı istifa mecburiyetinde bırakmaya girişti. Dağıtılan paranın Veliahd Murad Efendi'den alınmış olması, çok hazindir."

Yeniçerilerin ihtilâline benzemiyordu. 1000 kadar öğrenci, bir miktar müderris ve biraz da halkın aşağı tabakasından insan katılmıştı gösterilere. Birkaç yere giderek "filanı istemeyiz" "falanı istemeyiz" diye bağrılmış ise de, aslında pek korkunç bir manzara olmadığı anlaşılmaktadır. Cevdet Paşa'nın Tezakirine göre "Mahmud Paşa görevden alınır.

Kunduralarını giymeğe vakit bulamaz. Kendisini idam etmeye gelenlerden kurtulmak için sokak aralarına dalarak izini kaybettirir."

Sultan Aziz ihtilâlcilere boyun büküp, arzularım yerine getirmek vaadinde bulunmuş, iş çığırından çıkmıştı. Kadroların tayini ihtilâlcilere kalınca o işin sonu nereye varır? Bunun hesabının yapılması gerekirdi!

Rüşdi Paşa sadrâzam, Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâm, Hüseyin Avni Paşa yine serasker, Kayserili Ahmed Paşa kapdan-ı derya oldular... "Midhat Paşa'yı meclis-i aliyyeye (devlet bakanlığına) getirdiler."

Sultan Abdülaziz'in parayla tutulup sokağa salınan bir avuç talebe ile ipsiz takımını, gerçekten halkın galeyanı sanarak boyun eğmesini eleştirenler olur. Yeni sadrâzamı huzuruna çağırıp:

"Sizi halk istediğinden memur ettim! demesi de bunun bir işaretidir. Rüşdi Paşa şöyle cevaplar:

"Efendimiz, bizi halk ne bilsin! İntişarı namımız teveccuhâtı şahaneniz semeresidir!

Sonun başlangıcı veya sona bir adım kala her şey hazırlanmıştır. Bu defaki işler, eski devir yeniçeri ayaklanmalarından farklıdır. Ayaklananlar kul kısmının asker takımı değil "Erkân-ı Erbaa" denilen dört kişidir: Bunlar Mütercim Rüşdi Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi. Bu Hayrullah Efendi temsil ettiği makama lâyık olmayan "nankör, seciyesiz ve yobaz"ın biridir. Bununla ilgili pâdişâhın, paşanın tavsiyesiyle şimdi Şeyhülislâm nasbeyledik: Allah vere bir halt etmeseydi" dediği söylenir.

Bazen tedbirsizlik bile mecburiyetten geliyor. Adam kıtlığının yaşandığı bir zamanda etrafına iyi yardımcılar toplayamaması, sadece yöneticinin zaafından değildi. Mevcudun içinden seçeceğine göre, ne yapabilirdi. Senelerce birkaç kişi dama taşı gibi bir burada bir orada görülüyordu. Kaldırıp atılsa yerine konacak adam yoktu! İşte, pâdişâhın "Mütercim Rüşdi Paşa'ya kızdığı bir gün (söylediği söz) "Benim ecdadım bu gibilerin aklıyla hareket etmiş olsaydı, Konya ovasında koyun sürüleriyle çadırda yaşamaktan kurtulamazdık."

"Kinim dinimdir" diyen Hüseyin Avni Paşa da adam kıtlığından çekilmiyor muydu?

Uzunca bir mevzu olan pâdişâhın hâl edilmesi hazırlığı malûm kişilerce yürütülürken, bazı meseleleri farkeden insanların pâdişâha yaklaşıp, vaziyeti anlatamamaları, alınabilecek tedbirlerin alınmasını önlemiş oluyordu.

İhtilâlciler bütün tedbirleri alıp, hal gününü ve saatini kararlaştırmışlar; hal fetvasını da alınca hemen harekete geçilecekti.

"Anadolu kazaskerlerinden fetva emini Kara Halil Efendinin de bulunduğu bir toplantıda "pâdişâhın mülk ve milleti tahrip ve beytilmâli israf ettiği öne sürülerek hali için fetva meselesi görüşüldü. Kara Halil "bu emri hayra çarşaf kadar bir fetva veririm" deyince, işin şer'î tarafı da sağlama bağlanmış oldu."

Hal Gecesi (30 Mayıs 1876)

"Cumâde-1 ûlânın yedinci gecesi Mekteb-i harbiyye şagırdanı silahlandırılarak ve akdemce Dersaadete gelmiş olan Suriye Redif taburları ile diğer miktar asker dahi celb olunarak cümlesi Redif Paşa kumandası altında oldukları hâlde sarayı hümâyunu kuşatmışlar ve Dolmabahçe'de saraya karşı toplar ta'biye etmişler ve donanmayı hümâyundan sandallar tertib ile bahreyn dahi sarâyi hümâyunu abluka etmişler ve mekâtib-i askeriyye nazırı Süleyman Paşa, Murad Efendi dairesine varıp anı saraydan ihraç ile vakti fecr de İstanbul tarafına geçirip Bab-ı Ser askeriye ******ürmüş ve erkenden Namık Paşa ve Şerif Abdülmuttalib Efendi gibi bazı zevad dahi Bab-ı seraskeriye davet olunmuş ve İstanbul'da keyfiyet şâyî olarak herkes Bab-ı seraskeriye gidip icrâyi resmi biate başlamış. Sarayı hümâyun halkı hab-ı gaflete dalmağla bu vukuattan birisinin haberi olmayıp ortalık ağarmaya başlayarak sarayı hümâyunun abluka olduğunu ve Murad Efendi'nin dairesinden ******ürüldüğünü görüp öğrenmekle beraber süfün-i hümâyun donanıp toplar atılmaya başlayıcak artık iş işten geçmiş olduğunu anlamışlar ve Sultan Abdülaziz Han ile daire-i mahsusası halkı leb-beste-i hayret olup kalmışlar." (Tezakir-i Cevdet)

Su uyur düşman uyumazı pâdişâh uyur halciler uyumaz olarak çevirebiliriz. Hüseyin Avni Paşa'nın desisesi Sultan Aziz'i, "deprem" gibi gece sabaha karşı sarsmıştı ve pâdişâh uyandığı zaman kulağına, olmaması gereken geliyordu. Uyku sersemi de olsa anlamıştı. "Bunlar cülus toplarıdır" diyerek bütün ataları gibi kadere rıza gösterdi

Sultan Aziz evladı iyâli ile Topkapı Sarayı'na naklolunurlar. Cevded Paşa'nın ifadesine göre, Abdülaziz Han orada çok sıkıldığını yeni pâdişâha yazdığı tezkire ile bildirmiş ve Çırağan Sarayı'nın üst tarafında karakola muttasıl olan bir daireye naklolunmuş. "Garîbdir! Sultan Abdülaziz Han Hazretleri bu daireyi Sultan Murad için yaptırmış idi ki, sair dairelere nisbetle duvarları ziyâde mürtefi ve kale gibi muhkem idi. Meğer kendisine mahbes yaptırmış."

Ve Ölüm!

Kimine göre intihar, kimine göre cinayet! Aradan yüz küsur sene geçti hâlâ görüşler aynı. Bir taraf cinayet diye birilerini mahkûm etmek isterken, diğer taraf intihar deyip pâdişâhı kötülemeye devam eder. Bir de kötülemeden intihar ettiğini söyleyenler var. Biz bir sürü söylentiyi ve görüşleri bir yana bırakıp Cevded Paşa'ya kulak verelim. Cevded Paşa, önce pâdişâha sitem ediyor. Sarayı abluka eden askere, donanma askerine karşı çıkıp da "Sizi techîz eden benim. Silâhlandıran benim. Birtakım hâinlerin sözüne aldanmayın" deseydi, bu iş buraya gel¬ezdi diyor. Ölümüyle ilgili duyduklarını şöyle anlatır Paşa: Yaşadığı yerin denize nazır ferahlı bir daire olması iyi de, çok fedakarlıkla meydana getirdiği donanmanın ablukası altında yaşamaya tahammül edemiyormuş. Fakat herkes yeni pâdişâha yaranma yarışına girdiği için "Abdülaziz Han'ın dairesine bakılmaz ve hatta desti ve bardak gibi şeyler bile bulunmaz imiş. Bu hâllerden müteessir olarak ölümünü temenni etmeğe başlamış. "Ben bu hakaret altında yaşayamam. Aman bana biraz zehir buluver diye bir cariyeden rica eylemiş. Buna bir çare bulamadığından cumâdel-ûlanın on ikinci günü sabahleyin sanki mutadı üzere sakalını düzeltmek üzere odasında tenha kalmış olduğu halde bir küçük mikrâz ile kollarındaki damarları kesip kanını akıtarak kendisini itlaf ile bu azabı elimden kurtulmuş deyu ilân olundu."

Cevded Paşa; ilân edilen ölüm haberini böyle aktardıktan sonra işte ekser-i nâsın kavlü itikadı bu idi, diyor. Ve tereddütlerini sıralıyor.

"Lâkin mikraz (makas) ile sol kolunun damarlarını kestikten sonra ol mecruh eliyle sağ kolunun damarlarını dahi kesmesi inanılmaz bir keyfiyet olduğundan bazı nâs Sultan Abdülaziz'in cebren ve gadren katlolunmuş idüğine zâhib olmuş idi." (Tezakiri Cevded)

Yılmaz Öztuna intihar olma ihtimâlini çok zayıf bulmakta ve kitabında "Sultan Aziz'in katilleri kimlerdir?" başlığını kullanmaktadır. Öztuna, birinci derecede H. Avni Paşa'yı suçlu bulur. Sonra; daha önce adı geçenleri bazı ilave isimlerle sıralar. Avni Paşa'nın şahsiyetini şöyle anlatır Sayın Öztuna:

"Osmanlı tarihinin tanıdığı en tipik manyaklardan olan Hüseyin Avni Paşa, zeki, kültürlü, dil bilen, askerlikte başarılı, disiplinli, otoriter, fakat kötü bir aileden gelme, kompleksli, ırz düşmanı, kumarbaz, hırsız, merhametsiz, zâlim, görülmemiş derecede kindar bir adamdı." Daha fazlasını söylemeye hacet yok. Bir de Abdülaziz Han için Yılmaz Öztuna ne diyor ona bakalım.

"Sultan Aziz, bestekâr, neyzen, ressam, sportmen, asker, donanma ve silaha ibtilâ derecesinde meraklı, çok mağrur, fakat şahsî muamelelerinde pek nâzik idi. Ancak kızdığı zaman soğukkanlılığını muhafaza edemeyen, dindar, fevkalâde vatansever, heybetli, büyük zekâsının yanında belki gururundan gelen bir saf dillilik taşıyan, ağabeyi (Abdülmecit) gibi müsriflik derecesinde cömert bir hükümdardı." "Müslüman ve Türk geleneklerini savunuyordu."

Sultan Aziz'in servetinin büyük kısmı yağma edilmiş, hatta omzuna aldığı şalın altına mücevher sakladığı vehmiyle Sez'erek Kadınefendinin şalı açılmış, kadınefendi şal açılınca yağmur yemiş ve hastalanmıştır."

Bir ikbâlin sonu böylece gelmiştir. Maalesef bu yol Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.

Sultan Aziz için söylenen bir türkü:

Seni tahttan indirdiler

Üç çifteye bindirdiler

Topkapıya gönderdiler

Uyan Sultan Aziz uyan

Kan ağlıyor bütün cihan

Link to comment
Share on other sites

BEŞİNCİ MURAT

(30 Mayıs 1876 – 31 Ağustos 1876)

33nx8.jpg

Tabiatta boşluk olmaz da tahtta olur mu hiç? Sultan Aziz'in işi bitmeden, Murad Efendi, Beşinci Murad olarak pâdişâh ilân edildi. Sultan Abdülmecid'in Şevk-Efza Kadınefendi'den doğan oğlu, Abdülaziz Han'ın yeğeni oluyordu. Fatih'in koyduğu kural Birinci Ahmed tarafından kaldırılmış olmasaydı bir önceki pâdişâh kendisi olacaktı. Abdülaziz, Hanedanın en büyük erkeği olduğu için tahta geçmişti. Murad Efendi, belki de, daha erken pâdişâh olamadığı için, amcasından gördüğü iyi muameleye rağmen ölmesini beklemek istememiş, ihtilâlcilere maddi destek sağlamıştı. Ve bir seher vakti titreyerek tahta oturdu.

Sakin, sevimli, nazik ve hassas olduğu söylenen Sultan Murad, Gerdankıran Ömer Efendi'den nesir ve nazım dersleri almış, Edhem Paşa ile Kemâl Paşa'dan ve Gardet isimli birinden Fransızca öğrenmiye çalışmış. Yine yabancı hocalardan piyano dersleri almış. İyi piyano çalan, besteler yapan, okumayı seven, zamanında makbul sayılan bilgilerle mücehhez idi.

Babasının Batı hayranlığının büyük oranda tesiri herhalde inkar edilemez. Şehzade Murad Efendi iken iyi bir Türk Şehzadesi olmasından ziyâde, iyi bir Fransız prensi gibi yetişmesine önem verildi.

Murad, aldığı eğitim ve kültüre muvazi çevre yaptı. Fransız, İngiliz, Rus ve belki daha başka millet ve memleket hayranlarının devletin en üst basamaklarında cirit attıkları senelerde büyüyen Murad, onlardan birçok dost kazandı. Kabahat hiç birinci şahıslarda görülmez ya. Şehzade Murad'ın içkiye müptela oluşu, edindiği yaramaz arkadaşları yüzündendir denir. Ayrıca, çok sevgili amcasının devrilmesinde emeği geçenler, Şehzade Murad'ın parasıyla beslenmişti, denir. İçkiyi, bulunduğu mevkiye, mensubu olduğu hanedana yakıştırılamayacak derecede fazla kaçırması da kötü arkadaşlarının suçu sayılır. İkisi de şehzade iken Abdülhâmid küçüktü ve Veliahd Şehzade Murad idi. Boşalacak taht önce Murad'la dolacaktı. O tahta hazırlanması gerekirdi fakat İkinci Bekri olma yolunda gidiyordu. İçki dostlarından memnun olmayan Şehzade Abdülhâmid Efendi, ağabeyi Murad Efendi'yle bu hale getirenlerden şikâyetçiydi. Hatta, bugün sabahlara kadar Murad Efendi'yi beraber olan Kemal Bey'e Abdülhâmid rica ediyor; "kardeşimin manen ölümüne sebep olacaksınız" diyor. Sabahlara kadar süren içkili sohbetlerin mihverinde Sultan Aziz'in hal işi olduğu malûm. Murad Efendi'nin arkadaşlarının Yeni Osmanlılar ağırlıklı olduğu da biliniyor.

Yaşayışı uymadığı gibi, kendisine taht yolunu açanın, ona davranışı da uygunsuzdu. Dünyanın en ağırbaşlı, en kuralcı devletine baş olan insan mevkiine ******üren Hüseyin Avni Paşa, içinde bulunduğu arabadan inmeye lüzum görmeden "buyurun" deyip yanına almıştı. Daha başlangıçta, amcasının iktidarında yaşadığı günleri mumla arayacağı belli olmuştu. "Murad Efendi arabaya binince, bir rivayete göre Hüseyin Avni Paşa kendisine tabancasını verip:

"Eğer hayatınız tehlikede kalırsa bu tabanca ile evvelâ bu kulunuzu öldürünüz! diye bir şey söylemiş." Tabanca meselesi bir başkası tarafından ortaya atılmış gibi de gösterilir. Öyle de, böyle de olsa tahta oturmaya giderken 36 yaşındaki Murad Efendi huzurlu değildi ve asla da huzur içinde olamayacaktı.

Amcası ile beraber 1867'de Avrupa seyahatine çıktığında, oraların kültürüne kendisini kaptırdığı ve bu merakının sonunda Fran-Mason teşkilâtına girdiği iddia edilir. "Murad Efendi Mason'du. Abdülaziz tahta çıkmadan Mason biraderler arasına karışmış bulunuyordu. Çünkü babasının son saltanat yılında yani 1861'de bir numaralı karbonari vantına girmiştir. Ve tabi Karbonari olunca Mason da oluvermişti." (Komitacılar, 412. sf.)

Sultan Murad'ın fazla içki kullandığı için sinirlerinin bozulduğu da söylenir, amma, "Sultan Murad Han sofrada iken kurenasından biri bu vaka-i faciayı (Sultan Aziz'in öldürülmesi) kendisine hikâye ettikte yevmi hal-i cülusun te'siri dehşetiyle dûçân za'fü fütur olan şuuruna birden bire halel gelmiştir." (Tezakir)

İşte böyle, amcasının feci sonuna dayanamayan Sultan Murad "Cinnet buhranına uğramıştır." Hem de çiçeği burnunda pâdişâh iken.

Sultan Beşinci Murad'ın, daha cülus günü yarınları için kesin işaretleri verdiği de anlatılıyor, deniyor ki: Biat merasimi yapılırken, komikliğiyle meşhur Vehbi Molla'yı karşısında görünce, güldürücü bir fıkrayı hatırlamışcasına aşırı tebessüme başladı. Patriklerle öbür ruhanîlerin hareketleri, davranışım büsbütün ciddiyetten uzaklaştırdı, fevri olarak yerinden çekilmek istedi. Merasim boyunca taşıdığı hal, şimdiye kadar yaşanmışlardan değildi. Seyredenler de, saltanatın bununla devam edemeyeceği, Hâmid Efendi'nin hazırlanması fikri doğmuştu. Deli olsa da, pâdişâhtı. Güç ondaydı. İlk gün Ziya Bey'i (sonra paşa) başkatip tayin etti. Namık Kemal başta olmak üzere bütün Jöntürkleri İstanbul'a getirtmek için emir verdi. Emri Sadrâzam Rüşdi Paşa'ya ******üren Ziya Bey tatlı bir azar işitti. "Her işimiz bitti de bu mu kaldı? On gün sonra gelseler kıyamet mi kopar, dünya mı yıkılır?" Bu azar da gıyaben pâdişâh hakkını alıyordu, Ziya Bey ayrıca azarlandı. Bu işin Ziya Bey tarafından önlenebileceğine inanan Rüşdi Paşa, pâdişâhı iknâya çalışmadığı için darıldı. Dargınlıkla iş bitmedi; Ziya Bey'in vazifesine son verildi. Sadullah Bey (Paşa) yerine geldi.

Biat merasiminde Sultan Murad'ın gösterdiği hafiflik, ayyaşlık derecesinde içkiciliği yerilir ve üçüncü biat günü yayınladığı bir Hattı Hümâyundan bahsedilir ki, hiç de anlatılan pâdişâhın olduğu sanılmaz. Güya, Sultan Murad saltanatını; Allah'ın takdiri ve milletin arzusu olarak yorumluyor. Sadrâzam ile diğer erkânı devletin vazifelerine devam edeceğini duyuruyor. Devletin içeride ve dışarıda yaşadığı sıkıntıların halkı huzursuz ettiğini, bunun giderilmesi amacıyla idare usûlünün sağlam bir esasa dayandırılması ve harcamaların kısılması gerektiğini vurguluyor: Yabancı devletlerle iyi geçinmenin, dostane münâsebetleri geliştirmenin şart olduğuna işaret ediyor.

Bu anlatılanları ihtiva eden yazının ne kadar Hattı Hümâyun ne kadar Hattı Erkân-i olduğu düşünülür! En azından, cülusuna halkın arzusu imiş gibi göstermesi, Sultan Aziz'i hal ve kendisini pâdişâh yapanların meşrebine daha çok yakışıyor. Diğer bölümlerde ne kadar Sultan Murad var ne kadar vüzera onu da bilemeyiz.

Görülen ve inanılan şu idi ki Beşinci Murad'ı pâdişâh yapanlar biraz korku ve tedirginlik içindeydiler. Bir pâdişâhı uydurma bahanelerle tahtından indirip, sıradaki şehzadeyi onun yerine geçirenler yaptıkları hatanın belli olmaması için gayret ediyorlardı. Sultan Murad oturduğu yeri doldurabilir, memleket işlerini öncekinden daha iyi yürütürse, olan olmuştur denir. Halciler rahat ederdi. Ne çâre ki bunların hiçbiri istendiği gibi gitmeyecek, zavallı Beşinci Murad kısa zaman sonra Erkânı Devlet tarafından "deli" yaftası yapıştırılmak suretiyle alaşağı edilecek.

Beşinci Murad, geçici de olsa rahatsızdı. İçinde bulunduğu durum rahatsızlığını tedavi etmekten çok artırmaya yarıyordu. Sultan Aziz, hal edildiği gün el yazısıyla bir pusula göndermiş, "Saltanat tahtı Abdülmecid Han ailesine mübarek olsun" demişti. Ertesi gün gönderdiği pusulada "Önce Allah'a sonra kapına sığındım.Elimle silahlandırdığım asker bana karşı ayaklandı. Benim başıma gelen felâketi Rabbim sana göstermesin" diyordu.

Amcasıyla kan bağı vardı. Avrupa'yı beraber dolaşmıştılar, hatıraları vardı. Sultan Murad her şeye rağmen amcasını severdi. Okuduğu pusulaları yazan insan, kısa süre önce, kendi oturduğu yerde oturuyor, memleketi idare ediyordu. Şimdi kendisine kulluk yapmaya çalışanlar ona kul olma yarışındaydılar. Sultan Beşinci Murat biraz rahatsız amma bunları düşünebilecek durumdaydı. Paşalar amcasına reva gördüklerinin daha ağırını kendisine de görebilirlerdi...

Beşinci Murad şarkta yaşıyordu. Amcasının ölüm haberini aldığı zaman çok etkilendi. Ona yapılanların acısı ve korkusu asabi rahatsızlığını artırdı. Muhtemeldir ki, suçluluk duygusu taşıyordu. En fazla da bunun ağırlığı ile sarsıldı. Bu feci olayı duyduğu an şöyle anlatılıyor: Yemek yiyordu ve haberi alır almaz "eyvah gitti" dedi. Çatal elinden düştü. "Bunu halk benden bilir" dediği de söyleniyor. Eğer bunlar doğruysa, vicdanı aklından ağırdı ve bu akıl bu vicdanı taşımadı!

Bundan sonra, tabii hiçbir hali kalmamış, tedavi için yapılan sıcak banyolar, kulaklarının arkasına bir sürü sülükler yapıştırılması büsbütün asabının bozulmasına sebep olmuş. "Hususi hekimi Kopalyon'un cahilane tedavisi" Pâdişâhı deli etmiş ve ters hareketlere başlamış.

"Selâmlıkta cami merdivenlerini çıkarken inmek, inerken çıkmak ve ata ters binmek, huzuruna çıkan vükelâyı öpüp kucaklamak ve nihayet Yıldîz Sarayı'nda kendini havuza atmak gibi gayri tabii hallerinden ve mütemadiyen; "Kan istemem, padişahlık istemem!" deyip durduğundan bahsedilir."

Çerkez Hasan Vak'ası (15 Haziran 1876)

Yılmaz Öztuna diyor ki; "1876 yılı kadar zengin olduğu nispette karışık mühim vakalarla yüklü başka bir yıl göstermek pek de kolay değildir."

Gerçekten de, bu sene çok hüzünlü, acılı, buruk ve zevksiz geçmekte idi. Devletin yabancılarla olan münasebetlerinde lehimize gelişen bir vak'a yok. Kendi aralarında insanlar biribirine ancak menfaat bağı ile yakınlaşıyor. Devletten fazla kendilerini düşünen bir heyet peyda olup, pâdişâhı hal ve sonra da hayatından ediyorlar. Tahta oturtulan yeni Pâdişâh çok kısa zamanda aklını oynatıyor. Tahtından edilen Pâdişâhın eşlerinden biri uğradığı gayri insani bir davranıştan sonra üşüyüp hasta oluyor ve ölüyor. Bu, ölen kadın Pâdişâhın eşidir ve Hasan Beyin ablasıdır. Yüzbaşılıktan hemen binbaşı yapılmış olan Çerkez Hasan Bey, eniştesi Sultan Aziz'in ve ablası Neşerek Kadınefendi'nin ölümlerinden sorumlu tuttuğu Hüseyin Avni Paşa'yı affedemez. İşte bu efkârlı 1876 senesinin en ferahlatıcı hadisesi, Hasan Bey'in kini yüzünden yaşanır.

26 yaşındaki "Çerkez Hasan Bey, delilik derecesinde cesur olup silah kullanmaktaki maharetiyle meşhurdur." Eniştesinin ve ablasının intikamını almaya ahd etmişti. Tayini çıkar amma Bağdat'a gitmez. Bitireceği bir işi vardır. Önce o iş; sonrası, Allah kerim!

Bugün (15 Haziran Cuma gecesi) Bâyezid, Soğanağa mahallesindeki Midhat Paşa'nın konağında vükelâ meclisi toplanmıştı. Sadrazam Rüştü Paşa, Midhat Paşa, H. Avni Paşa, Cevded Paşa, Rıza Paşa, Kayserili Ahmed Paşa, Yusuf Paşa, Halil Paşa, Hüseyin Paşa, Sait Efendi, Mahmud Bey ve Memduh Bey Girit'teki Hıristiyan halkın fesatçı hareketlerini görüşüyorlardı.

Çerkez Hasan Bey bu toplantıyı basar. Bir elinde revolver bir elinde kama olduğu halde "davranmayınız" diye bağırır. Sonra Hüseyin Avni Paşa'nın karnına ateş eder. Kayserili Ahmed Paşa müdahale etmek ister, başarılı olamaz, Hasan Bey'in kamasıyla parmakları kesilir. Yaralı halde sofaya kaçan Avni Paşa da kama ile delik deşik edilir. Ondan sonra Hariciye Nazırı Râşid Paşa'yı öldüren Hasan Bey aşağıdan gelen ayak seslerini duyunca katliama son verir. Gelen askerlere teslim olup merdivenden inerken Kolağası Şükrü Bey işgüzarlık yapıp Hasan Bey'e ağır sözler sarfeder ve çizmeden çıkan küçük tabancanın kurşunuyla Şükrü Bey de ölür.

Cevdet Paşa, Tezâkir'de anlatıyor: "Hariciye teşrifatçısı Kâmil Bey ile vapurda konuşurken "Ah canım ucundan kıyısından bu işde elimiz ve ismimiz yadolunacak kadar cüz-i medhalimiz olsaydı" diyerek, teessüf etti idi. Çerkez Hasan vakasından sonra Kâmil Bey'e tesadüf ettiğimde "Nasıl Beyefendi ucundan kıyısından bir hisse istermisin" dedim. "Aman Allah saklasın, söyleme" dedi.

"Ertesi gün Çerkez Hasan, Bâyezid Meydanı'nda bir ağaca asılarak öldürülür. Milletçe, bir kahraman şeklinde telakki edilen Çerkez Hasan Bey, sonradan, II. Abdülhamit tarafından da takdir kazanır. Ve Abdülhamit Han, Hasan Bey'in mezarını yaptırır, kitabesine "genç yaşında velîyün nimeti uğrunda fedây-ı can etmiş" diye yazdırır.

Bilhassa, Hüseyin Avni Paşa'nın ortadan kalkmış olması milleti memnun etmiş; ayrıca, çoktandır kahraman görmemiş olan insanlar, gerektiğinde birilerinin çıkacağı ümidine kavuşmakla da mutlu olmuşlardır.

Hüseyin Avni Paşa'nın ölümü sadece vatandaşları değil, devlet erkânından çoklarını da rahatlatmıştı. Sadrâzam Mütercim Rüşdi Paşa, Midhat Paşa ile iktidarı paylaştı. Meşrutiyet ilanı için acele eden Midhat Paşa ile acele etmemek gerektiğini savunan Rüşdü Paşa, Pâdişâhın akli muvazenesizliğini halktan saklıyorlardı.

Abdülaziz Han'ın halli ve Beşinci Murad'ın halli, bu iki mesele, aralarında ihtilafsız görülmüş ve görülüyordu. İş devlet bünyesinde bir şeyler yapmaya gelince kafadarların kafası aynı istikamete yatmadı. Hüseyin Avni Paşa'nın ölümünden sonra yaşanan karışıklık geçince Midhat Paşa meşrutiyet çalışmalarım hızlandırdı. "Ziya Bey eğitim müsteşarlığına getirildi, Namık Kemal ve arkadaşları yaptıkları yayınlarla Midhat Paşa'yı desteklediler. İngiliz sefirinin teşvikiyle Hıristiyanları da içine alacak meclis çalışmalarını devam ettirdi."

Balkanlar Kaynıyor

Padişah aklıyla, Mithat Paşa yeni anayasayla bazı paşalar padişahın hallini düşünmekle, vatandaş seyirle vakit geçirirken Sırbistan ve Karadağ isyan sırasının kendilerinde olduğunu fark ettiler.

İslav kavimlerini aralıksız ateşleyen Rusya, şartlarında kendisinden yana oluşuyla istediğini yaptırıyor. Türkiye, isyan tohumunu saçanın, hatta yeşermesi için sulayanın Rusya olduğunu biliyor, bilmez görünmek işine geliyor. Rusya insanlıktan anlamaz, anladığı dil bizde kalmadı.

Bab-ı Âli vaziyetten gafil değil, Sırbistan'ın ve Karadağ'ın hareketini takip ediyor, askeri tedbirler de alınmış ama, "Sadrâzam Rüşdi Paşa Sırbistan Prensi Milan'la Karadağ Prensi Nikita'ya birer telgraf çekerek, seferberliklerinin sebebini sormuş ve bu şiddetli (!) ihtara ilk önce musekkin ve mülayim cevaplar gelmiş, hatta Prens Milan izahat arzı için İstanbul'a bir murahhas göndereceğinden bile bahsetmişse de göndermemiş, bilakis aradan on dört gün geçince 22 Haziran Perşembe günü murahhas yerine ültimatom göndermiştir."

Artık söz dinletecek durumda değil Osmanlı, Sırp Prensi Bosna-Hersek olaylarının kendilerini kötü duruma getirdiğini söylüyor; vaziyetlerini düzeltmek kastıyla hudut tecavüzüne başlıyor. Sırp askerleri Bosna-Hersek'i işgal ederken Karadağ Hersek sancağının bir kısmım istiyor.

Balkanlarda bulunan 100 bin kişilik Türk ordusu serasker Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa'nın kumandasındadır. İstenmediği halde Sırbistan ve Karadağ'la savaşa girişilmiştir. Yorumlara göre bu savaşın başlatıcısı Rusya, Sırpları ve Karadağlıları kobay olarak kullanmakta, daha sonra çıkacak olan harpte (93 Harbi) yıpranmış bir Türk ordusu ile vuruşmayı amaçlamaktadır. Bu savaşta Sırbistan ve Karadağ askerleri yenilmiştir.

Beşinci Murad'ın Hal'i (31 Ağustos 1876)

Devlet işleriyle hiç ilgilenemez hale geldi. Dahili ve harici meseleler çığ gibi büyüyor. Yeni pâdişâhın malûm sebepten dolayı kılıç kuşanma merasimi yapılamamıştı. Cuma selamlığına da çıkamayan pâdişâh, vezirleri müşkül durumda bıraktı. Halk pâdişâhı görmek istiyor; pâdişâh ortaya çıkarılacak gibi değil. Midhat yahut Rüşdi Paşa, ey ahâli pâdişâhımız delidir" deyip Abdülaziz Han'ın yerine çıkardıkları birini rezil edemezler.

Veliahd Abdülhâmid Efendi sırasını kullanmak için acele ediyor. Abdülhâmid'in eniştesi olan Dâmad Ma-mud Celaleddin Paşa kayınbiraderini bir an evvel tahtta görmek istiyor. Aşağıya aldığımız yazılar Damad Paşa'nın "Miratı Hakikat" adlı kitabından:

"... Sultan Murad'ın şuursuz hali herkesin diline düşmüş ve ulemâ arasında onun Cuma namazı kıldırmasının caiz olmayacağına dair dedikodular çoğalmış ve Rüşdi Paşa hakkında, pâdişahsız saltanatı idareden lezzet aldı" diye ayıplama ve kınama belirmişti."

"Şehzade Abdülhâmid Efendi Hazretlerinin tahta çıkışını çabuklaştırmayı, en fazla, kendilerine bağlı olan ticaret nâzırı ve eniştesi Mahmud Paşa arzu ederek, saltanat değişikliğinin lüzumunu sadrâzam nezdinde ispat edecek zevatı elde etmeye başladı..."

Devlet boşlukta, ihtilalle Beşinci Murad'ı pâdişâh yapan paşalardan biri öldü, geride kalanlar ne yapacaklarım bilemiyorlar. Dâhilî ve haricî bir yığın mesele çözüm bekliyordu. Cuma namazına bile çıkamayan Pâdişâha ananevi kılıç kuşanma merasimi yapılamamış, halk Pâdişâhı merak ediyor, görmek istiyordu. "Oturak yerinde çıban çıktı, onun tedavisine uğraşılıyor" diye ortaya bir haber saldılar, böylece milleti bir müddet oyaladılar.

Karadağ ve Sırbistan'da isyanlar başlamış, Türkiye'nin nasıl tavır koyacağı belli değil, paşalar çare arıyorlar. Veliahd Abdülhâmid Efendi aklından, sıranın kendisine geldiğini geçiriyor; Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa büyük kayınbiraderi Abdülhâmid'i tahta çıkarmayı teklif ediyor, kesin bir çare bulamıyorlardı.

Abdülhâmid Efendi eniştesinden gördüğü destekle cesaretlendi. "Mabeyn Başkâtibi Sunullah Bey (Paşa), Ziya Bey (Paşa), Namık Kemâl, Ali Suavi gibi edipler Midhat Paşa'yı kesin şekilde iktidara getirecek bir anayasa üzerinde çalışıyorlardı."

Abdülhâmid Efendi kendisinin tahta geçmesi için Rüşdü Paşa ile Midhat Paşa'nın ikna edilmesi gerektiğini hesabederek, bir gün bu iki paşayı Maslak Köşkü'ne davet etti. İkisinin de zayıf taraflarını biliyordu ve zayıf taraflarından yakalayıp Sultan Murad'ın hal'ine ikna etti. Abdülhâmid'e işin maliyeti sadece bir çift kol düğmesidir. Midhat Paşa'ya hediye edilen bu düğmeler sonradan Avrupa'da 4000 İngiliz altınına satılmıştır (bugünkü satınalma değeri 1.6 milyon dolar).

Abdülhâmid Efendi'ye naib-i saltanattık teklif edilince, "Devlet işleri böyle yürümez" diyerek, kabul etmemiş ve hal işine karar verilmişti.

Müstakbel Sultan tahta hazırlanırken, mevcut sultan için Viyana'dan doktor getirilmiş, ilk muayenesini yapmış ve düzelme ihtimalinden bahsetmiş ise de ikinci muayeneden sonra tedavinin mümkün olmadığını açıklamış, Viyanalı doktor ilmî raporunu verdikten sonra iş dinî rapora kalmıştı.

Vekiller toplanıp konuşurlar, tartışırlar ve aralarında Beşinci Murad'ın hal'i için mutabakata varırlar. Bir de fetva metni hazırlarlar, Hayrullah Efendi'ye okutup mühürletmeye sıra gelir.

Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin en son bastığı mühür kurumamıştı. Bunu da okudu:

"İmâmül müslimin cünûni mutbık ile mecnun olmağla imametten maksud fevtalsa uhdesinden akd-i imamet münhâs olur mu? Beyan buyurula."

"El cevap: Allahu âlem olur."

Fetvadaki anahtar kelime "cünûni mutbık"tır. Yani dâimi cinnet. Başka türlü olsa, şifa aranır, beklenir ama "cünûni mutbık" denince, bu iş bitmiştir; çaresi yoktur, beklenmez. Fetva ile mesele halline taraftar olmasa da fetva ile ilgili görüşünü yazan Enver Ziya Karal'a göre:

"Fetva şeriatın sözü olmakla son sözdü. Ne takdir, ne tahsin ne de tetkik ve tahlil edilemezdi. Bu sebeple dinleyenlerin bir dua karşısında gösterdikleri sükût bir devrin sonu ve yeni bir devrin başlangıcı demekti."

Beşinci Murad yaşının tam 35 sene, 11 ay, 11 gün tuttuğu, yani 36 yaşını ikmâl etmek üzere bulunduğu sırada hal edilmiş demektir. Saltanat müddeti bu senenin 30 Mayıs Salı gününden itibaren 93 gün sürmüştür.

Doksanüçde doksanüç gün Pâdişah-ı dehr olup

Göçdü uzletgâhına Sultan Murad-ı nâ Murad.

İsmail Hami Danişmend diyor ki: "Sultan Murad'ın hastalığı çok sürmemiş, torunlarından Şehzade Osman Fuad Efendi'nin bana anlattığına göre, Çırağan Sarayı'ndaki çilesini şarkılar bestelemek ve torunlarına ders vermekle geçirmiştir."

Link to comment
Share on other sites

SULTAN II. ABDÜLHAMİD

(31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909)

34ii4.jpg

Babası Sultan Abdülmecit, anası Tiri Müjgan Kadın Efendi. Doğumu 21 Eylül 1842. Anasının vefatında 11 yaşında idi, acısını uzun zaman unutamamış, ana sıcaklığını Piristü Kadın Efendiyle yaşamaya çalışmış, Kadın Efendi de ondan bu sıcaklığı esirgememişti. Babası öldüğü zaman (1861) yetişkin delikanlıydı, acılara alışmıştı. Abdülhamit Efendi Sultan Murat hal edilince tahta oturmuş ve 31 yaşım doldurmak üzereydi. Biat merasimi öncesi biraz karışıklık yaşandı. Bunun sebebi Sultan Murat taraftarlarının çıkarabilecekleri düşünülen olaydı. Her ne olursa olsun, bir Osmanoğlu'nun yoluna baş koyacak fedaileri bulunur. Aleni ve suikasta müsait bir yerde yapılacağına, Bâbüssâde içinde Arz Odası denilen eski kâşane de olsa daha iyi olur, dendi. Sadrazam, Osmanlı âdetinin bozulmasına karşıydı; "kesin olarak Bâbüssâde önünde yapılmalıdır" deyince, taht oraya kondu.

Sultan İkinci Abdülhamit Han 31 Ağustos 1876, Perşembe günü tahta oturdu. Biat merasimi eski usûle göre başladı. Evvela Nakibüleşraf ve Reisülulemâ Mustafa İzzet Efendi ve daha sonra bütün ulemâ, mülkî ve askeri rical... Resmî kişiler ve hazır bulunanların tamamı biat merasimini yerine getirdiler. Belirli yerlerden ve donanmadan toplar atılarak cülus ilan olundu. Üç gün üç gece şehir donanması yapıldı.

O günlerin önemli devlet ricalinden olan Mahmud Celâleddin Paşa'nın, önceki iki pâdişâhla ilgili sözleri ilginçtir: "Sultan Aziz'in hal'ine cinnet fetvası alındığı, aslında, böyle bir şeyin olmadığı, akıllı diye getirilen Sultan Murat için de aynı yolun takip edilişi ibret alınacak bir ilâhi adalettir" diyor. Bakalım, Sultan Hâmid'le ilgili de aynı adam aynı fetvayı verecek mi?

Arapça, Acemce ve Fransızca bilen Sultan Abdülhamit, bilinenin veya zannedilenin aksine musiki de Batı müziğini tercih ederdi. Yerli ve yabancı hocalardan dersler alarak belirli bir seviyede kültür sahibi olmuştu. Ne yazık ki, Padişah, düşmanları tarafından cahil olarak tanıtılmaya çalışılmıştır.

Şehzadeliğinde Lütfi Efendi'den Osmanlı Tarihi okuyan Sultan Hâmid, ecdadını kendisine tanıtan hocası hastalanınca aşağıdaki şiiri yazarak, bu vadide de boş olmadığını göstermiştir:

Haber-i inhiraf-ı tabı şerif Oldu gayet teessüre badi

Hak vire afiyetle ömr-i diraz Bâ kemûl-i meserretti şâdi

İlk devir Pâdişahlarına nisbeten sonradan gelenlere talihsiz demek, herhalde yanlış olmaz. Hele de şu son asrın düşünülmesi, Abdülhamit Han'ın ne kadar talihsiz olduğunu anlamaya yeter.

Devlet şifasız dertlerden muzdarip, durmadan ameliyat masalarına yatırılıyor; her kalkışında yaraları azıyor. İler tutar bir yeri kalmadığı bir zamanda Abdülhâmid Han neşteri eline alıyor; etrafındaki ehliyetsizler bırakırsa belki sıhhate kavuşturacak, biraz ömrünü uzatacak.

Abdülhamit Han'ın zekâsı ittifakla kabul edilen hususiyetlerindendir. Devletin dağdağalı günlerinde doğup, büyümüş olması, çekilen mali sıkıntıların ve devamlı toprak kayıplarının gözünün önünde cereyan etmesi onu temkinli olmaya sevk ediyordu. Tarihe merakı bilhassa kendi devletinin tarihini, geçmişini ve bu gününü iyi biliyor olması, mevcut durumdan memnuniyetsizliği, onu çareler aramaya itiyordu. Dünyaya adalet dağıtan şanlı günlerin tekrar elde edilmesi gereğine inanıyordu, lakin etrafında birinci sınıf elemanların kıtlığını da biliyordu.

Sultan Hâmid'in iktidara gelişi (tahta oturuşu) bir takım oyunlarla olmuştu. Sonradan düzelse de, o günlerde akli durumu devletin başında bulunmamasını gerektirdiği için tahttan indirilen Beşinci Murad'ın yerine geçmek için bazı paşaları ikna etmeye uğraşırken, hediye adıyla rüşvet bile vermişti (Midhat Paşa'ya kol düğmeleri). Kendisini pâdişâh yapanların kanun-ı esasi çalışmalarını, istemese de desteklemesi lâzımdı. Avrupa'da faaliyet gösteren Yeni Osmanlılar, yaptıkları neşriyatla Türkiye'de kafaları karıştırıyordu; onlarla mücadele etmesi gerekliydi. Balkanlar kaynıyor, Rusya "hasta adam"ı teneşire yatırmak için kollarını sıvamış, acele ile saldırıyor, bir an evvel mezara gömmek istiyordu.

Yeri geldikçe anlatılacak bir yığın gaile ve imkânsızlıklar içerisinde; üstelik yapayalnız bir adam. Eski bir masaldaki imparator veya pâdişâh gibi. Bütün sulara zehir karışıp da içenlerin delirdiği, sadece Padişahın küplerindeki eski sudan içerek akıllı kaldığı ve diğerlerine benzemeyişinden deli zannedildiği var ya, Sultan Abdülhamit de öyle farklı görülüyordu. Masallardaki padişaha deliler, deli padişah diye arkasından güldükçe "küpleri kırdırmayın bana" dermiş. Sultan Abdülhamit de küpleri kırmamak için olağanüstü mücadele vermiştir.

Onunla ilgili bazı yazıları İ.H.D.'in Kronoloji'sinden aktarıyorum.

"Fevkalâde bir zekâ ile hayret edilecek kuvvetle bir hafızaya malik olduğunda düşmanları bile müttefiktir. İrade kuvveti de zekâ ve hafızasıyla mütenasip gösterilir."

"Sultan Hâmid iffet, haysiyet, vakar ve namus timsalidir."

Eski Dâhiliye Nazırlarından Reşit Bey'in hatıratında onun bu en bariz vasfına: "Kelimenin bütün manasıyla afif idi. Yani kimsenin ırzına ve kesesine göz diktiği görülmemiştir." diye şehâdet edilmektedir."

"Sultan Hâmid'in meçhul cephelerinden biri de Türklük şuurunda gösterilebilir."

"... Karakeçili aşiretinden ikiyüz kişilik bir "söğüt maiyet bölüğü" teşkil etmesi de milliyetine bağlılığındandır. Mabeyn başkâtibi Tahsin Paşa'nın hatıratında bu meseleden bahsedilirken:

"Sultan Hâmid'in bu mızraklı bölüğüne fevkalâde teveccüh ve itimadı vardı." dedikten sonra bunların kumandanı olan Mehmet Bey'in bir arkadaşıyla beraber "Sultan Hâmid'in yatak odası yanında" yattıklarından bahseder. Sarayda bütün ahlâki safvetlerini "kaya gibi" muhafaza etmiş olan "Civanmerd" Karakeçililere karşı Abdülhâmid'in milli rabıtası şöyle izah edilmektedir:

"Sultan Hâmid söğütlü bölüğünden daima memnuniyet ve sitayişle bahseder, onlarla görüştüğü zaman:

- Öz hemşehrilerim! diye hitâb ederdi."

Kızıl Sultan denmesinin sebebi artık herkesçe bilinmektedir. Türk topraklarının parçalanıp bir Ermenistan kurulması faaliyeti, Abdülhamit Han tarafından önlenince, bir Fransızın ortaya attığı bu sıfat diğer düşmanların da hoşuna gitmiş; ne yazık ki, Türklerden bile bunu kabul edenler çıkmıştır.

Kanun-ı esasi ile ilgili düşüncesini Tahsin Paşa'ya anlatmış, o da hatıratında kısaca temas ederken aralannda geçen konuşmada, Sultan Hâmid'in kendisine şöyle söylediğini yazıyor:

"Bir hükümdar için lâzım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanun-ı esasinin ilanında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu, Türk'ün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum."

Bunlar yorum istemeyen, hemen anlaşılan sözlerdir. Abdülhâmid Han'ın milli duygularının derinliği, kanun-ı esasinin içinde Türk milletinin fazla önem taşımadığını sezmesi ile açığa çıkıyor.

Biraz da Yılmaz Öztuna'dan seyredelim Abdülhâmid Han'ı.

"Spor yapar, ata biner, silâh kullanırdı. Bir müddet içmiş, sonra bırakmıştı. İbadetini hiç ihmal etmezdi. Cömertlikten mahrum değildi, fakat muktesiddi. Para işlerine aklı ererdi. İhtiyatlı, sıkı ağızlı idi. Az konuşur çok dinlerdi. İnsanları incelemek ve karakterlerine, zaaflarına nüfuz etmek en büyük merakı idi. Aldatılması müşkil idi. Babası kendisini "kuşkulu ve sükuti oğlum" diye severdi. O da ağabeyi gibi Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne, kurulduğu yıl girmiş, ağabeyi sonuna kadar kaldığı halde o, bir yıl içinde cemiyetin gayesini teşhis etmiş, devlete muzır bulmuş, elini çekmişti."

"İkinci Sultan Hâmid, dindar bir insandı. Bilhassa akşam ezanı okununca başına bir sarık sarar, imamet mevkiine geçerdi. Namaz kıldırmasını pek severdi. Musâhib-i Şehriyarî Lütfi Bey, Evsapçıbaşısı İsmet Bey, Seccadecibaşı, Şamdancıbaşı, Kahvecibaşı ve Bendegândan Hacı Mahmud Bey bu namazda hazır bulunurdu."

Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu'na bir bakalım ne diyor?

"Cennetmekân Sultan İkinci Abdülhâmid Han Hazretleri, Osmanlı devrinin tek ve gerçek siyasi dehası olarak nice ve nice canlı enkaz arasında vekar ve ihtişam ile boy verir..."

Belki abartıyor ama kanaati bu!

Enver Ziya Karal, "Pâdişâhların veliahtlık dönemi, onların halk tarafından tanınmalarına yarardı." diyor. Aslı olmasa da bir takım sözler yaydırmış halk arasına, halk da o sözlerle, istikbalin padişahıyla ilgili yorumlar yaparmış. Sultan Hâmid'in veliahtlık dönemi 93 gün sürdüğü için tanınmasına, hakkında hikâyeler uydurulmasına zaman yetmemişti.

Biat merasimi ve üç gün süren cülus şenlikleri bütün şehirlerde bayram gibi yaşanırken, dördüncü gün bir kızı dünyaya gelir Pâdişâhın ve beşinci günde doğum yıldönümüdür. Kılıç kuşanma töreni altıncı günde yapılır.

Sırbistan ve Karadağ'da harb devam ededursun, Rusyalı hain emelleri için planlar kuradursun, Devlet-i Aliye yeni Pâdişâhı bir haftalık bir bayramla sevindiriyordu. O da, halka ve devlet erkânına sevimli gelecek davranışlardan kaçmıyor, fikren anlaşamadığı insanlara ve meşrutiyetçilere bile şirin görünmeye çalışıyordu.

Kılıç kuşanma merasiminden sonra Topkapı Sarayı'na, oradan Dolmabahçe Sarayı'na geçip, dönüşünde geleneğe uyarak ecdat kabirlerini ziyaret ediyor, fakirlere sadakalar dağıtıyor. Bunlar olağan işlerdir. Seraskerlik binasına gidip subaylarla yemek yemesi farklıdır. Bilâhare "Yıldız Sarayı'nda devlet ve saray erkânı ile yemek yemesi", "bahriye nezaretinde amiraller ve subaylarla karavana yemesi" de farklılıktır. Bunlarla bitmiyordu padişahın yaptıkları. Halkın arasına girip, camilerde namaz kılıyordu.

Abdülhamit Han'ın bu farklı tutumu halkın gönlünü kazanmasına yetiyordu. İdarede bazı değişiklikler de yapmıştı. Bunlardan belki de en mühimi, mütercim Rüşdi Paşa'yı istifa ettirip, yerine şûrayı devlet reisi Midhat Paşa'yı sadrâzam yapmasıydı.

Siyaset ilmini iyi bilen Abdülhâmid Han, Genç Osmanlıların en ateşli üyesi Nâmık Kemâl'i bile kabul etmiş ve ona "Allah için olsun Kemâl Bey, hep birlikte çalışalım; bu devlet ve saltanatı eski halinden âli bir mertebeye getirelim" demek suretiyle onun fikrinde olanlarla da işbirliği yapmak niyetinde olduğunu hissettirmişti."

Balkanlarda Son Durum

Sırbistan ve Karadağ Sultan Murad'ın kısacık saltanatının sonlarında isyana kalkışmış ve Türk ordusunun müdahalesiyle savaşı kaybetme durumuna gelmişti.

Halkın heyecanı son haddinde, malıyla, canıyla bu savaşa destek oluyordu. Fakat hükümet Avrupa devletlerinden çekindiği için, savaşı başlatan taraf olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Balkanlarda daima kendileri için kârlı bir durum yaratma peşinde olan Avusturya ve bilhassa Rusya aralarında bir anlaşma yapmıştılar. "Reichstad"da yapılan anlaşma aynı ismi taşımaktaydı. "Reichstad Anlaşması." Buna göre, harbin sonunu bekleyecekler. Osmanlı Devleti galip gelirse savaş öncesi durumu devam ettirecekler. Şayet Osmanlı Devleti yenilirse? İşte o zaman Sırbistan Karadağ'ı alacak, Avusturya Bosna ve Hersek'i. Rusya daha büyük lokma peşindeydi. Beserabya ve Anadolu'nun doğu kuzeyindeki Batum bölgesi Rusya'nın hakkı olacaktı. Eğer mağlûbiyet geniş çaplı olursa, Osmanlı Devleti'nin felaketi hazır. O zaman Balkanlarda üç yeni devlet, kurulacak: "Arnavudluk, Bulgaristan ve Rumeli, ayrıca Yunanistan'da Tesalya ve Epir'i alacak. İstanbul ise serbest şehir haline getirilecektir. Antlaşmada Balkanlarda büyük bir Slav devletinin kurulmayacağı da tesbit edilmişti."

Ne kadar adil! bir anlaşma ki, Osmanlı Devleti'nin kazanması, sadece kaybolmasını önleyecek; Allah muhafaza kaybederse, görüldüğü gibi!!!

Osmanlı ordusu 100 bin kişilik insan gücüne sahip; Sırbistan gönüllerle beraber 150 bin kişi. Rus General Çernayef dahi Sırplar tarafından bir orduya komuta etmektedir. Karadağ'ın da 40–50 bin kişiyle karşımızda olduğu düşünülürse çok büyük bir orduyla savaşıyoruz demektir. Yalnız Karadağlılar nizami harpten anlamayıp, gerillacılıkta iyi idiler.

Sırplarla birçok saldırı yaşandı. Türk askerinin savaş kabiliyeti Sırplarda görünmüyordu. Çok zayiat veren, yenemeyeceğini, hatta feci bir mağlûbiyet yaşayacağını anlayan Sırplı Prens Milan Belgrad'da bulunan büyük devlet temsilcilerinden ateşkes için aracılık istedi.

Rus milleti, Slavların yenilmesinden büyük üzüntü duyup, devletlerini Osmanlı'yla savaşa teşvik ediyordu. İngiltere'de dinî hisler öne çıkmış, halk, Müslüman Türkiye aleyhine konuşmaya başlamıştı. Bu günlerde İngiltere, Rusya'dan atik davranıp bir mütareke yapılması teklifinde bulundu. Gizli tehdidi de ihmal etmedi. "Aksi halde tarafsızlık diye bir şey kalmayabilir!"

Verilen cevap "istediğimiz şartlarda bir barış için hazırız!" oldu ve savaş durduruldu.

Rusya'da, İngiltere'de kamuoyu baskısı devletini nasıl yönlendiriyorsa Türkiye'de de aynısı mevzubahis idi. Halk daha ziyade heyecanıyla, idareci aklı-mantığıyla hareket ediyor. Türk efkârı umûmiyesi (halk topluluğu) öyle galeyana gelmiş ki, bırakılsa gidip Sırbistan'ı haritadan silecek. Devletin bu gücü varken yapılmamıştı, şimdi ise güç yok. Devlet erkânı oturdu, düşündü ve altı şart ileri sürdü:

1. Sırp Beyi İstanbul'a gelip, padişaha saygılarını sunsun.

2. 1867'de muhafazası Sırp Beyine bırakılan dört kale iade edilsin.

3. Milis askeri terhis edilsin.

4. Asayişin temini için 10 binden fazla nizamî asker bulundurulmasın.

5. İki bataryadan fazla top bulundurulmasın.

6. Miktarı sonra tespit edilecek harp tazminatı verilsin.

İngiltere, Türkiye'nin şartlarını münasip görmedi. Diğer devletlerle görüştükten sonra karşı şartları getirdi: Aşağı yukarı başlandığı yere dönülüyordu. Belki daha kötü: Sırbistan ve Karadağ'a yeni imtiyazlar ve Bosna Hersek'e muhtariyet. Rusya ancak böyle bir şey isteyebilirdi; Devlet şaşırdı.

Bu görüşmeler sürerken Sırbistan Hıristiyan devletler tarafından sevildiğini, korunduğunu fark etti; cesaret kazandı. Zaman içinde askeri noksanını tamamladı. En büyük yardımcısı Rusya idi.

Küçük büyük rütbelerde subaylar ve silahlar geldi Rusya'dan ve Sırbistan 25 Eylül 1876'da tekrar savaşı başlattı.

Savaşın ikinci safhasında Rus general Çernayef mağlup oldu. Sırp komutanı askeri paniğe kapıldı. Türk askerini çok uğraştıran Alesinatz siperleri aşıldı. Belgrad yolu açıldı, Sırbistan işgali bir fiskeye kaldı.

Belgrad'da yaşayan Sırplılar mağlubiyeti hazmedemeyip eli silah tutanlar savunmaya hazırlanırken, Prens Milan gerçekçi hareketi tercih etti. "Hiçbir şey yapamayız" dedi. Acele bir telgraf çekti. Rus Çarı'na dedi ki: "Sırbistan'ın kurtuluşu için Allah'tan sonra size güveniyorum." Rusya zaten hazırdı. İstanbul'daki Rus elçisi -Mahmud Nedim Paşa'nın can dostu- İgnatiyef Osmanlı hükümetine 48 saatlik ültimatom verdi. (31 Ekim 1876) "Eğer Sırbistan ve Karadağ ile şartsız olarak, iki aylık mütareke yapmazsanız, bütün memurlarımla beraber İstanbul'u terk edeceğim ve bunun mesulü siz olacaksınız!" Ölür müsün, öldürür müsün?

Hesap gayet basit. Dünyada yardımına koşacak hiçbir devlet bulunmayan Osmanlı, bütün devletleri de karşısına alarak Rusya ile savaşamaz. İgnatiyef'in dediği yapıldı. (31 Ekim 1876)

İstanbul Konferansı (23 Aralık 1876)

19 Aralık'ta Sadrâzam Rüşdi Paşa istifa etti. Aynı gün Midhat Paşa ikinci defa sadârete getirildi. 23 Aralıkta Balkanlar meselesinin halli için -kimi yerde İstanbul, kimi yerde Tersane Konferansı denen- görüşmelere başlandı, bu konferansın yapılmasını Rusya ve İngiltere ayrı ayrı istediler; iki devlet de kendisi önayak olmayı, birinci rolü kapmış görünmeyi istiyordu. Sırbistan'ın yalvarması sonucu kabul ettirilen ateşkesten sonra 2 Kasım 1876'da Çar II. Aleksandr İngiltere elçisiyle görüşmesinde "Avrupa, Osmanlı hükümetinin devamlı hakaretlerine katlanmaya hazırsa, Rusya böyle bir hale katlanamaz. Böyle bir davranış Rusya'nın şeref ve haysiyeti ile olduğu gibi menfaatleriyle de telif edilemez" demişti. Cesur Çar tek başına Rusya'nın Osmanlı ile uğraşabileceğini de söylemişti.

İngiliz Başvekili de İngiltere'nin muharebeden çekinmediğini, 20 sene bile savaşabileceklerini, İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı'na gönderileceğini söyleyebilmişti. Türkiye, ormanda etrafı çakallarla çevrilmiş bir ceylan gibi. Bu durumda İstanbul Konferansı toplanıyor. Hariciye Nâzırı Saffet Paşa ile Berlin elçisi Ethem Paşa Türk tezini savunacak karşıdaki devletler şöyle: Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya. Rusya'yı İgnatiyef temsil ediyor, İngiltere'yi sömürgeler nazırı Salisbury, Fransa'yı Kont Bourgain, Avusturya'yı Elçi Ziçi, Almanya'yı Elçi Verter ve İtalya'yı Kont Corti...

Temsilciler Bahriye Nezaretinin büyük salonunda toplandılar. Herkes kendisine ayrılan yere oturdu. Konferansta görüşülecek maddeler anlatılırken, bina müthiş bir gümbürtüyle sarsıldı. Herkes peşpeşe atılan topların çıkardığı kulakları uğuldatan sesi hayret içinde -biraz da ürkekçe- dinlerken, Hariciye Nazın Saffet Paşa ayağa kalkarak açıklama yaptı. Uzun uzun meşrûtiyetin ilanını anlattı. Herkesin yüzünde gülümseme bekliyordu. Gördüğü ilgisizlikte, yapılanın hiç de hoş bir şey olmadığı imâsı vardı.

29 gün süren konferans beklenen neticeyi vermedi. Öncelikle, ilan edilmiş bulunan meşruti idarenin, böyle bir konferansın gereğini ortadan kaldırdığı inancı havada kaldı. Sanılıyordu ki, yeni ilan edilen Kanun-ı Esasi Hıristiyanların haklarını gözetmeyi taahhüt ettiği için büyük devletler memnun kalıp, yeni birtakım isteklerden vazgeçecekler. Öyle olmadı. Türk tezi, büyük devletler tarafından, onların tezi de Türk heyeti tarafından reddedildi. Haklılıktan fazla güçlülüğün önemli olduğunun kavranamayışı Türkiye adına talihsizlikti. Türkiye'nin ve Rusya'nın durumunu iyi bilen İngiliz temsilci Lord Salisbury Türkiye adına endişe taşıyordu. Çıkacağından korktuğu savaşı engellemek için çok çaba sarf etti. Rusya'yla başa çıkamayacağını bildiği Türkiye'nin ufak tefek tavizlerden kaçınmamasını istiyordu. Lord'un Türk tarafına yaptığı telkinin ana fikri şu idi. İngiltere'nin yardımı olmadan Türkiye Rusya'yı yenemez ve İngiltere Türkiye'ye yardım edemez. Fakat bunu Mithat Paşa'nın kafasına bir türlü sokamaz.

İngiliz, Midhat Paşa'ya anlatamaz. Rusya ile savaşı "dış siyaset hakkında hiçbir doğru fikri olmayan Sadrazam Midhat Paşa istiyordu. Gafil Serasker Kaymakamı Müşir Redif Paşa ile mabeyn müşiri Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa da onu destekliyordu."

Lord Salisbury önce mektupla, sonra huzura kabul edilerek yüzüne karşı padişaha, Rusya ile savaşın tehlikelerini anlatır. Pâdişâh, savaş taraftarı değildi, zaten. Vükelâyı saraya davet ederek, asker ve mühimmat durumunu sorunca, değişik cevaplar alır. Tatmin olmayınca, kendi aralarında görüşüp, vardıkları neticeyi bildirmelerini ister vekillerden.

Arz edilen netice çok destansıdır. Ancak, "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" denecek zamanlarda verilecek karardır.

"Böyle tekliflerde harbetmek için askerin kuvvetine bakılmaz, bunda istitaat (yardım) aranmaz. Biz Anadolu'ya dört yüz atlı ile geldik, yine dört yüz kişi kalıncaya kadar harbetmek lâzımdır."

"Midyat Paşa kabinesinin böyle bir palavrayı karar diye bildirmesini" İ.H. Danişmend istihza ile anlatır. Daha garibini Cevdet Paşa'nın Tezakiri'nden aktaracağız.

"Elhasıl ol vakit muharebe yoluna gitmek, bizce hiç caiz değil idi. Lâkin akdemce (daha önce) Midhat Paşa efkârı ammeyi tehyîc (heyecanlandırma) ile muharebe yoluna sevk etti. Sanki topu o doldurdu. Redif Paşa ile Mahmud Paşa dahi ateş ettiler. Devleti bir büyük mehlekeye (helak olacak yere) attılar."

Cevded Paşa bunları anlattıktan sonra, Redif Paşa'nın kaleme aldırdığı bir lâyihayı dinlediklerini, layihanın yanlış sınır bilgileriyle dolu olduğunu söyler ve "Bu lâyiha okundukta fevkalâde teessüf ettim ve dedim ki..." der, Paşa:

"Bu beyan buyrulan hüdûd Kırım muharebesinden önceki hudûdumuzdur. Ledel müsâlâha Besarabya kıtası Buğdan'a ilhak olundu. Rusya ile buluşamayız. Muharebemiz ancak Karadaniz'de yâhud Anadolu kıt'asında olmak lâzım gelir." ve devamla:

"Redif Paşa çantasından haritasını çıkardı. Gördük ki; Kırım muharebesinden evvel yapılmış bir haritadır. Lâkin kendisi ana aldanıp bizim sözümüze çerdâr ehemmiyet vermedi. Derhal divan kaleminden hududname getirildi. Görüldü ki ayağı Tuna'ya munsab olan Bel-grad gölü bile Boğdan arazisine ilhak olunmuş. Redif Paşa pek fena bozuldu."

Sultan Abdülhamit bu adamlarla çalışmak zorundaydı ve bu adamların yüzünden Rusya'ya savaş açılıyordu.

"Eğinli Said Paşa'nın hatıratında:

"Vay gidi humk-u belâhet vay! (ahmaklık, budalalık) Rumeli'nin bütün bütün gitmesine sebeb olacaklar." diye yanıp yakılması bile bundandır" diyor İ.H. Danişmend ve ekliyor; "Sadrâzam Midhat Paşa harbciliğin en büyük mürevvicidir (taraflısı) ve Serasker Redif Paşa da kendisiyle hem fikirdir. Saraydaki harp timsali de Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa'dır."

Mahmud Celaleddin Paşa (yukarıda bahsedilen Damad Celaleddin Paşa değil) Lord Salisbury'nin Midhat Paşa'yla diyalogunu, hiç de sevimli anlatmıyor. Osmanlı tezine itibar edilmesi, aslında bir fedakârlık getirmiyordu karşı tarafa.

Osmanlı'dan istenenlere gelince, Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetini sıfıra indirmek gibiydi. Mahmud Celaleddin Paşa'nın deyimiyle: "Bosna ve Hersek adına istenilen idare usulünün şekil ve biçimi, neticede oralarda İslâm hukukunun ve Osmanlı hükümetinin kaldırılmasına delâlet edeceği ve Osmanlı askerinin ikametlerinin kalelere inhisar ettirilmesi, "Millet Askeri" tertibi, aynen Sırbistan Prensliğinin kuruluşunda konulan kaideler gibi, Osmanlı idaresinin temelinden yıkılmasına yol açacağı ve bunlardan başka, vali ve hâkimlerin altı devlet reyleriyle tâyini ıslâhata nezâret için ecnebi komisyon kurulması..."

Uzuyor bu mesele. Birdenbire red edilmediği, uzun müzakereler yapıldığı, karardan önce çok düşünüldüğü anlatılıyor. Ve şu da söyleniyor aynı sayfada: "İngiliz murahhası Lord Salisbury, bir gün Bâb-ı Âli'ye gelerek, Midhat Paşa'yı azarlar tarzda pek çok soğuk sözler sarfetmiş..."

Acaba, Mithat Paşa Salisbury ile zıtlaştığı için, ona inad olsun diye aykırı davranmış olabilir mi? Salisbury'nin Rus temsilcisi General İgnatiyefle aynı ağzı konuştuğundan da bahsediliyor, onun Türk tarafını, Rusya'yı sevdiği için tavize zorladığını varsaymak mümkün ise de, aşağıda okunacak, padişaha sunduğu lâyiha düşündürücüdür. İngiltere başmurahhası Salisbury pâdişâha sunduğu layiha ile konferansta istenenlerin kabulünü şiddetle tavsiye ediyor, lâyiha şu:

"Osmanlı Devleti bugünkü günde gayet tehlikeli bir halde bulunuyor. Zira Rusya'nın ikiyüzelli bin kişilik bir ordusu Eflâk ve Boğdan sınırında, yüz elli bin kişilik ordusu da Anadolu sınırı üzerinde yığınak yaptı. Eğer Rusya, Tuna nehrini geçerse, Avusturya Bosna'ya asker sokmaya mecbur olur. İtalya'da Bulgar hadisesi sebebiyle Osmanlı topraklarına saldırmayı ve istilâ etmeyi tasarladığından Avusturyalıların bu hareketi görülürse İtalya'yı tutmak mümkün değildir. Yunanistan ise, istilacı, haris emellerini ortaya atacak, İran'da doğu sınırlarında topraklarını genişletmek iddialarına başlayacaktır. İşte Osmanlı Devleti bu kadar düşman arasında kalıp, muharebeyi bunlarla yapmaya mecbur olur."

Yerlisiyle yabancısıyla Türkiye hakkında düşünülenler böyle yahut buna yakın. Bizim şanlı paşalarımızın bilgisiz cesareti, buna rağmen harp kararı almaya çekinmedi.

Harbin göze alınması, iki tarafın da merdâne! davranışını ortaya koymuştu. İlanından, iki tarafta uzak durmaya çalışıyor olmalı ki, en ateşli taraftar olan Rus İgnatiyef, emelim, savaşmadan gerçekleştirmeyi deniyor. Almanya'ya gittiğinde Berlin'de Osmanlı Devleti maslahatgüzarı ile görüşüp, diyor ki:

"Devletiniz pek basit bir hareketle savaşın çıkışını önleyebilir. O hareket de, Karadağ'la barış yapmak, taahhüt ettiği ıslahatı gerçekleştirmek ve Rusya ile müzakerelere girişerek, iki devlet arasındaki münasebetleri yeniden kurmak için Petersburg'a liyakatli bir elçi göndermekten ibarettir. Belki Avrupa bunu sizden isteyecektir. İstenilmeden önce kendiliğinizden yapmanız akıllıca bir hareket olur. Yoksa savaş çıkması bence muhakkak görünüyor. Bu savaşta ise Osmanlı Devleti'nin bekası tehlikeye düşer ve tebaasının ileride vuku bulacak istekleri de Rusya açısından ıztırâba yol açar."

Rusya'nın Londra'da bulunan elçisi Kont Suvalov da savaşa karşıydı. Ülkesinin barış içinde yaşamasını istiyordu. Londra'daki Osmanlı elçisi Masurus Paşa'ya tavsiyede bulunurken, biraz da Çar'ın gönlü okşansın istiyordu. Ona göre; Çar'a bir elçi gönderilip, aynı zamanda orduların dağıtılması teklif edilirse, buna uyulurdu. Şark meselesi de belirli bir zaman için değil, dâimi unutulur. Suvalov bunu anlatmaya çalışmıştı fakat, hiçbir ilaç çare değil. Ameliyat lazım! Barış yolu araması istenen Masurus Paşa İngilizlerin Osmanlı'yı destekleyeceği yönünde mektuplar gönderip, savaşı teşvik ediyordu.

İlk Meşrutiyetin İlanı (23 Aralık 1876)

Tersane İstanbul Konferansı devam ederken, uzun zamandır üzerinde çalışılan Meşrûtiyet'in ilanı gerçekleşiyordu. Midhat Paşa'nın ısrarla üzerinde durduğu, ama derin bilgilerle hazırlanmadığı için pek de faydalı ve uzun ömürlü olamayan 1. Meşrutiyet Türklerden çok Hıristiyanları sevindirmişti. Her milletin ve memleketin kendine has durumu olduğu hesaba katılmadan, meselâ bir Türk'le bir İngiliz'in ayrı olmadığı düşünülmeden yapılan kanunların neye yarayacağı Midhat Paşa'nın aklına gelmiyordu. Padişahın yetkilerini kısmak, gayrı müslimlerle Müslümanları aynı kefeye koymak Türkiye'ye ne kazandırırdı?

Kanun-ı Esâsi'nin kurtarıcı olduğuna inanan Midhat Paşa, doğru dürüst bir araştırma yapıp, diğer devletlerin kanunlarını bile incelememiş idi. Belki iyi niyetle ama devlet için felaket sayılabilecek maddeleri bile bulunan Kanun-ı Esâsi'de "her milletin kendi dillerini resmen kullanabilecekleri "ta'lim-ü teallümde" serbest olduğu; Türkçenin resmi dil olduğundan bahsedilmediği" vahim hata olarak görülmüş ve Eğinli Said Paşa'nın direnmesiyle bu madde değiştirilmiş.

Her şeyde olduğu gibi Kanun-ı Esâsi'de de mutlaka faydalı maddeler vardı. Lâkin henüz Türkiye için vakti değildi. Bir de, Mithat Paşa bu işe yabancıları karıştırmaya kalkışmış, neredeyse bu anayasa metnini yabancıların himayesine sokmaya çalışmış ama, bunda başarılı olamamış.

"İşte bundan da anlaşılacağı gibi Midhat Paşa dahili idare şeklini haricî kefalet altına sokan bir devletin istiklâlinden eser kalmıyacağını ve ecnebi teminatı altındaki hürriyetin esaretten bin beter olduğunu takdir edemiyecek kadar şahsi ihtirasâtına kapılmıştır."

Meşrûtiyetin ilânından sonra Midhat Paşa hemen hemen bütün yabancı devletler tarafından takdir edilmiş ve "Paris ve Londra borsalarında Osmanlı tahvillerinin fiyatları birden bire beş Frank yükselmiş."

Ne var ki, Midhat Paşa ilk günden sükutu hayale uğrar. Tersane konferansına iştirak eden devletlerin temsilcilerinden, minnet duygularım ifade edici tavır beklerken, hiç bir tepki göremez. Halbuki Midhat Paşa'nın getirdiği demokrasi idi. Devlet-i Âliye'de Hıristiyanlar ve bütün gayrı müslimler rahata kavuşacaktı. Bâb-ı Âli'de hariciye nazırı Safvet Paşa'yı bekleyen Midhat Paşa hemen sorar, "Ne dediler, ne dediler?" Hariciye nazırının cevabı acı! "Ne diyecekler, 'çocuk oyuncağı' dediler!"

Midhat Paşa, konferansa katılan ülke temsilcilerinin memnun kalacaklanı, dolayısıyla Balkanlar'da Türkiye lehine tavır takınacaklarını hesab etmekle yanıldığını anlamıştı.

Meclisin Toplanması ve Harp Kararı (18 Ocak 1877)

18 Ocak'ta yapılan ilk meclis toplantısına 240 kişilik bir kalabalık katılmış, bunların 180'i Müslüman, 60'ı gayrı müslimdi. Bu toplantıda Mithat Paşa'nın bastırmasıyla Rusya'ya karşı harp kararı çıkmıştır. Sultan Hâmid mecburiyetten bu kararı tasdik etmiş, "Rûmî takvime göre '93 Harbi' denilen kanlı faciaya işte böyle yol açılmış ve nihayet Moskof orduları İstanbul kapılarına dayanıp şimdi 'Yeşilköy' dediğimiz 'Ayestefanos' Rus karargâhı haline gelmiştir. İşte bundan dolayı Eğinli Said Paşa'nın hatıratında şu acı hükme tesadüf edilir:

"Harbin netâyici vahimesinden vükelâ, daha doğrusu bizim Mahmud Paşa ile Midhat Paşa mesul olmaz da bu âlemde acaba daha kim mesul olur?"

Cevdet Paşa, o günleri Tezakiri'nde yana yakıla anlatırken, durumumuzun ne kadar elverişsiz olduğunu şu cümlelerle gözler önüne seriyordu:

"Biz henüz ümerây-i askeriyyemize hududu öğretmek üzere iken Rusyalı Turla nehrini geçti... Asâkiri nizamiyye-mizin kifayet etmiyeceği anlaşılmağla vilâyatta bulunan süvari asâkir-i zabtiyyenin dahi mevaki-i harbiyyeye sevk olunması emr olundu ve icrây-i îcâbı nezâret-i âcizîye havale kılındı... Bu tarihte hudûd-ı hâkaaniye gerek zabtiye ve gerek mu'avine ve aşâir atlısı olarak sevk etmiş olduğum askerin mikdan yüzbini tecavüz etmiştir. Bunların takım takım şevki ve masraflanın tedâriki azîm bir meşguliyet idi." Midhat Paşa beş altıyüz bin askerle Rusyalı üzerine gidileceğinden bahsediyor, tabii ki yanılıyordu.

Mevcud asker sayısı kifayetsiz olduğundan yeni asker toplanmasına karar verilir. "... Yirmi yaşından kırk yaşına kadar olan nüfûs-ı zükûr-ı müslime her kangı rütbe ve me'mûriyette bulunur ise bulunsun vücûdca özürleri almadığı hâlde mevkib-i hümâyun taburlarına kayd olunarak ta'lim-i askerî ile mükellef olacağı..." duyurulur.

Böyle, alel acele asker toplanır, "bir iki ay zarfında tüfeng tutma ve hey'eti muntazama ile hareket etmeğe" alıştırılırlar. Bir yandan da elbiseleri hazırlanır, "âlâ atlar" temin edilir. Sultan Ahmed Camii'nde mevlid-i şerif okutulur.

"Taburlarımız Bab-ı hümâyûn dahilindeki Darbhane meydanına gayet nümayişli bir suretta dizildi. Süvari bölüğü dahi bir tarafa yerleştirildi." Sultan Hâmid askerleri seyrederken "böyle müddet-i kalîle zarfında tenfizinden dolayı fevkalâde mahfuz-u mesrur olarak gözlerinden yaş geldi."

Sultan Abdülhâmid'in gözlerini yaşartan askerin mükemmelliği miydi? Yoksa o da, Edmondo De Amicis gibi eski günlerin azametini göremediği için mi hislenmişti? İtalyan Amicis, 1874'te geldiği İstanbul'da gördüklerini kaleme alırken, bazan da gördüklerini kabul etmeye gönlü razı olmaz, eski günlere, muhayyilesini zenginleştiren zamana gider...Kitabında, "Ordu" başlığıyla anlattıkları aşağıda:

"Gelmeden evvel, eski günlerin fevkalâde ordusuna aid bir iz bulamayacağımı bildiğim halde, İstanbul'a varır varmaz, her zaman büyük bir sevgi beslediğim askerleri merak içinde aradım. Fakat, hey hat! Hakikatin beklediğim kadar olmadığım gördüm. Eski, bol, güzel ve cengâver kıyafetlerinin yerine siyah ve dar üniformaları, kırmızı pantalonları, sıkı ceketleri, sırmalı uşak elbiseleri, mektepli kayışlarını ve Sultan'dan askere kadar herkesin başına giydiği, hele kanlı canlı Müslümanların kafasında adi ve ç¬cuksu durması bir tarafa, birçok göz hastalığının ve baş ağrısının sebebi olan şu acıklı fesi buldum. Türk ordusunda artık bir Türk ordusunun güzelliği almadığı gibi, henüz bir Avrupa ordusunun da güzelliği yok; askerler bana hüzünlü, gamlı ve derbedermiş gibi geldi; cesur olabilirler, ama sevimli değiller."

Amicis, hoşuna gitmeyen bazı sahneler anlattıktan sonra tarihe dalıp, eski, ihtişamlı Türk günlerini, Türk askerlerini tasvire çalışıyor: "Sultan Bâyezid'in, Sultan Süleyman'ın ve Sultan Mehmed'in Davudpaşa Ovası'na dizilmiş muhteşem orduları! İstanbul surlarının üstünden kim sizi bir dakika için tekrar görebilirdi! Zafer görmüş Edirnekapı'sının önünden her geçişimde, bu muhteşem ordular gözümün önüne ışıklı bir hayâl gibi geliyor ve sanki hassa fırkalarının münadisi olan miri miran hemen görünüverecekmiş gibi, durup kapıyı seyrediyordum."

Amicis kendinden geçmek istiyor. Bizim yüreğimizi yakan perişanlığımızla, onun duyduğu hüzün aynı değildir! Fakat o kadar güzel anlatıyor ki, biz de acımızın derinliğini keşfediyoruz. O, muhteşem bir manzaranın seyrinden mahrum kalmanın; biz, muhteşem bir tarihin zavallı mirasçıları olmanın azabını yaşıyorduk.

Sekiz bin Yeniçeri'nin başında bir paşanın, miralayların, erzak ve silah taşıyan hizmetkârların, iç oğlanlarının, mehter takımının, mabeyncilerin, timarların geçişini anlatırken, "Bu daha öncüydü" diyor. Ve "Aralıksız taburların üstünde, rengârenk sancaklar uçuşuyor, tuğlar dalgalanıyor, mızraklar, kılıçlar, yaylar, ok kılıfları, tüfekler biribirine çarpıyor, bunların arasında Kandiya ve İran muharebelerinde güneşten yanmış çehreler görülür gibi oluyordu; davulların, zurnaların, boruların ve nakkarelerin ahenksiz sadaları, Yeniçerilerin yanındaki duahanların sesi, çarpışan zırhların ve zincirlerin gürültüsü, Allah! nidaları, Davudpaşa ordugâhından Haliç’in öteki sahiline kadar yayılan neşeli ve korkunç bir uğultunun içinde biribirine karışıyordu."

Amicis; bunca güzel anlatmasına rağmen doymuyor ve sesleniyor: "Ebediyen yok olmuş bu güzel Şark dünyasını sevdalı bir şekilde inceleyen ressamlar ve şairler, İstanbul'un köhne surlarından III. Mehmed'in harikulade ordusunu çıkarmama yardım ediniz."

Amicis istediği rüyayı görmeye başlıyor ve gördüklerim bizimle paylaşıyor. "Öncü geçti: göz kamaştırıcı başka bir şey ilerliyor. Sultan mı bu? Hayır. Tanrı henüz otağından çıkmadı. Bu ancak birinci vezirin maiyetidir. Kadife zırh örtülü ve gümüş dizginli kırk ata binmiş samur kürklü kırk ağa, onlardan sonra, sırma örtüler giydirilmiş kırk katanayı tutan, kalkanlı, gürzlü ve palalı, debdebe içinde bir sürü içoğlanı ve seyis."

Amicis anlatıyor, anlatıyor, gelen her alayda, Sultan varmış hissini verdikten sonra "hayır henüz Sultan değil bu!" diyor. Bir yerde, heyecanı iyice yükseltip, devam ediyor:

"Başka bir kalabalık ortaya çıkıyor. Seyirciler yerlere kapanıyorlar. İşte Sultan! Hayır, henüz Sultan değil bu. Gördüğümüz şey, ordunun başı değil, kalbidir, etrafında dağlar gibi cesetlerin yükseleceği ve dereler gibi kanların akacağı cesaret ve mukaddes gazabın ocağı, Sancağı Şeriftir. Haz. Peygamberin yeşil renkli sancağı, bayrakların bayrağıdır."

Bu alayla ilgili malûmatlardan sonra, "Bir başka insan ve at dalgası geliyor. Henüz Sultan değil bu." diyor ve tafsilât.

"Göz kamaştıran başka bir renk ve debdebe başka bir alayı haber veriyor. İşte nihayet Sultan!" diyor amma, bilerek yanılmıştır. Okuyucunun heyecanını yükseltiyor Amicis ve yine muhteşem bir tablo seyrettirdikten sonra, bu alayın "Sadrâzam alayı" olduğunu söylüyor.

"Sadrâzam alayı geçti. Birden borular ve davullar ortalığı inletmeye başladı; seyirciler kaçışıyor, toplar gürlüyor, kapıdan palalarını savurarak öncüler fırlıyor ve işte kesif bir mızrak, sorguç, kılıç ve pırıl pırıl yanan bir altın ve gümüş miğfer şaşaasının ortasında, atlas sancaklardan bir bulutun altında, işte sultanlar sultanı, hükümdarlar hükümdarı, dünya prenslerine taç dağıtan, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz'in, Karadeniz'in, Rumeli'nin, Anadolu'nun, Dulkadir, Diyarbekir, Azerbaycan, Acemistan, Siyam, Halep, Mısır, Mekke, Medine, Kudüs eyaletlerinin, bütün Arabistan ve Yemen diyarlarının, şanlı seleflerinin ve şevketli atalarının zaptettiği veya alev alev yanan muzaffer kılıcıyla haşmetli devletinin hükmü altına aldığı bütün öteki eyaletlerin hükümdarı, mutlak hâkimi."

Amicis 'in bundan sonraki tasvirini geçip, son cümlesi ile bu konuyu bitirelim. "Sancak bulutlan, sorguç ormanları, sarık selleri, demir çığları, arkalarında tüten enkazlardan bir çöl ve kesilmiş kellelerden meydana gelmiş dağlar bırakarak Avrupa'nın üstüne atılmaya gidiyorlar."

"Hayali cihan değer", amma nerede o günler?

Sadrâzam Midhat Paşa'nın Azli ve Sürgünü (5 Şubat 1877)

Midhat Paşa'nın sürgün edilmesi de bu günlerdedir.

Rusya ile savaşa asker hazırlanırken, bu savaşın çıkmasına sebep olan Midhat Paşa azlediliyor; İstanbul'dan, hatta Türkiye'den bile çıkarılıyordu. Sebep mi? Pek çok. Sultan Aziz ile Sultan Murad'ın tahttan indirilmelerinde birinci adam. Abdülaziz Han'ın ölümünden sorumluluğu var. Pâdişâhla araları iyi değil. Pâdişâha rağmen ilan ettiği Kanun-ı esâsi'nin en çok sevinen taraftarları "Midhat Paşa köşkünün önünde sevinç gösterileri yaptılar. Türklerden başka, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler kendi dillerinde nutuklar söylediler." "... Hıristiyanların ruhani reisleri Midhat Paşa'yı ziyaret ederek tebrik ve teşekkürde bulundular."

Gayri müslimleri bunca sevindiren bir şeyin Müslümanlan üzeceği kimsenin meçhulü değildir. Midhat Paşa dediğini yapmış olmanın heyecanıyla havalara girmiş, sık sık rakı sofraları kurmaya, bu sofralarda devlet sırlarını ifşa etmeye başlamış. Nâmık Kemâl ile Ziya Bey (Paşa) Midhat Paşa'nın hayallerini dinlemeye alışmışlar. Meşhur sözlerinden biridir: "Âli Osman" olur da "Ali Midhat" olamaz mı? Çok büyük hayaldi bu. Ne Âli Osman'ın bir üyesi bulunan Pâdişâh af edebilirdi bu sözü, ne de Türk milletinin herhangi bir ferdi. Fakat belki de sarhoşlukla ortaya atmıştır böyle bir lafı. Yerin kulağı var ya, hemen halkın diline sakız olmuş.

5 Şubat Pazartesi günü görevden alınan Paşa'nın sürgün yeri italya'dır. Giderken söylediği sözler de muhteşemdir! Kendisini nasıl gördüğünün resmidir.

"Eğer beni buradan tard-u tedib ederseniz alimallah memleket mahvolur."

Ve vapura bindirilir Paşa, artık gidiyor. Onsuz olunamayacağı inancında olmalı ki, "Allah rahmet eylesin bu millete." der. Ve "Teessüf ederim ki, dersaadete avdetimde ne Şevketlü Efendimizi bu saraylarda ve ne de bu mülkü yerinde göremeyeceğimden ve edilen hataların vakt derecesi taayyün eder ise de telâfi-i mâfât (imkâna) mümkün olmayacağından bunların ayniyle ve tamamıyla Huzûr-ı Şahaneye arzını rica ederim." diye hatıratına yazmış olan Midhat Paşa, dönüşünde de her şeyi yerli yerinde bulmuş. Hattâ devletin vilayetlerinde valiliklerde bulunmuştur.

Midhat Paşa'nın pâdişâha söylediği bir sözü daha nakledelim. "Bir yazısında pâdişâha şöyle hitâb etmiştir. "Evvelâ Zât-ı Mülûkânelerine aid olan vazâif-i hükümdârânenizi mutlaka bilmelisiniz; zira bil cümle harekâtınızdan, millet nazarında mes'ûl olacaksınız!" "... Usûl-i meşveretle idare olunan bir millette nizâm nedir, bilir misiniz?.. Binayı devleti tamire çalıştığımız sırada, siz adetâ yıkmak istiyorsunuz."

Midhat Paşa'yı kısaca tanımaya yetecektir bunlar. Şimdi savaş ne haldedir, bir bakalım.

Meclis-i Meb'usan'ın Açılış Merasimi (19 Mart 1877)

Midhat Paşa'nın gayreti, her şeyden fazla meşrûtiyet üzerine yoğunlaşmıştı. Kanûn-ı Esâsî, Meclis-i Mebusan ve Midhat Paşa yan yana anılırlardı; şimdi ayrılar. Midhat Paşa'nın eseri! hayata geçtiği halde kendisi sürgün. Kânun-ı Esası dolayısıyla Midhat Paşa için, "Musul taraflarının meşhur bir şairi olan Şeyh Rızâ-i Talekânî, Tanzimattan beri süregelen ecnebi kânunlar meselesini de tenkid eden bir şiirinde Kânun-ı Esasi tâbirini şöyle hicvetmiştir."

Bîçâre adalet ki yıkılmışdı binası

Birden içine s...dı bu Kanûn-ı Esâsî

Kânun-ı ilâhî varken, yani şeriat

Kanun hezeyandır çi siyâsi, çi esâsî

İyi yahut kötü, bütün yenilikler muarızlanyla beraber doğar; Kanun-ı Esasi'nin de Tanzimat gibi algılandığı, ona düşman olanların buna da düşman olduğundan bellidir. İyi mi kötü mü meselesi de adamına göre değişiyor. Neyse, Meclis-i Mebusan'ın açılışına bakalım.

Daha önce seçilmiş olan Mebuslar ve Ayan-senatörler İstanbul'da toplanmıştı. Bugün Dolmabahçe Sarayı'nın bir salonunda yapılacak merasime iştirak ettiler. "69 müslim 46 gayri müslim" ve pâdişâhın tâyin ettiği 26 âzâ ile beraber ceman 115 kişi idiler. İlk Meclis-i Mebusan reisliğine Ahmed Vefik Bey (Paşa) seçilmişti.

Sultan Abdülhâmid bu açılışta hazır bulundu. Vükela, ulema, askeri ve mülkî erkânın yanı sıra Rum, Ermeni, Katolik patrikleri, Bulgar eksarhı, Protestan vekili, Hahambaşı vs. ile yabancı devlet temsilcileri de merasime katılanlar arasındaydı. Yabancı devletlere şirin görünme uğruna yapılan bu yenilik daha çok onlara gösterilmek isteniyordu. Ne var ki, bu yeniliğin banisi ortalarda yoktu.

Pâdişâhın, tahtının solunda kardeşleri veliahd Reşad ve Şehzade Kemaleddin Efendiler bulunuyordu. Sultan Hâmid, burada okunmak üzere hazırladığı nutku Küçük Said Paşa'ya okuttu. Nutuk, daha ziyâde iyi dileklerle, pâdişâhın Kanûn-ı Esâsi'den memnuniyeti ile Osmanlı Devleti'nin kısa tarihçesinden bahisle, bugünün önemini vurgulayan kelimelerle bezenmişti. Nutukda zikredilenlerle pâdişâhın gönlü aynı şeyleri terennüm ediyor muydu acaba?

Türk-Rus Harbi (24 Nisan 1877)

Türkiye'de Pâdişâh ile bazı devlet erkânı savaş istemiyordu; Rusya'da da durum aynı; II. Aleksandr istemiyor; onun da bazı adamları savaş yanlısıydı. Bizde Midhat Paşa'ya söz geçirilemediği gibi, II. Aleksandr da adamlarına söz geçiremiyor. (1990'lann Jirinovski'si gibi aşırılar o zaman da Rusya'da eksik değildi). "Avrupa devletlerinin de savaşa rızaları yoktu."

Anadolu cephesi Başkumandanı, Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa idi ama bir dağınıklık vardı. Şöyle ki: Müşir Derviş Paşa Batum'da bir kolordunun başında; Erzurum Valisi Kurd İsmail Paşa Van ve Bâyezid taraflarında kuvve-i muavene fırkası toplamakla meşgul ve bunlar müstakil hareket ediyorlardı. Ahmed Muhtar Paşa'nın asker mevcudu 57650, top sayısı 97 ve askeri talimsiz. Rusların kuvveti 125390 asker, 189 top; bir de Rusların takviye alma imkânlarına mukabil, Ahmed Muhtar Paşa'nın o şansı da yoktu.

1877,30 Nisan Pazartesi; Bâyezid, 17 Mayıs Perşembe Ardahan'ın düşüş günleridir. Rusların hedefi Karakilise. General Tergusaf karşısında Ahmed Muhtar Paşa'yı bulacak ve ummadığı bir yenilgiyi tadacaktır. (21 Haziran) Rus Çarı şöyle diyecektir. "Herhalde büyük satranç ustası idi... Onun bu maharetine İstanbul'daki Pâdişâh ve idareciler sahip olsa idiler savaşa gerek kalmazdı." (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)

Ruslar 25 Haziran'da Zivin'e hücum ederler, yine mağlup dönerler; Kars şehri muhasaradan kurtulur. Ermeni asıllı General Loris Melikof' a Petersburg'dan azil emrini bildiren bir telgraf gelir, onun yerine Prens Misel Nikolayeviç tayin edilir. Ferik Fazıl Paşa bir fırka askerle Sohum'a çıkarma yapar ve Rusları müşkül duruma düşürür, Kızıltepe ele geçirilir. Ruslar 6000'den fazla yaralıyla, 3000 ölü bırakarak kaçarlar savaş meydanından.

Bu başarılar İstanbul'a ulaşınca Pâdişah'dan Ahmed Muhtar Paşa'ya bir telgraf gelir; bu Petersburg'dan gelenin tam aksine, kumandanı taltif edicidir. Saygılı Paşamız Pâdişâhın telgrafını ayakta dinler, bir yere gelince gözyaşlarına hakim olamaz. Kendisine gazilik unvanı veriyordu Pâdişâh. Yine de fazla mutlu değildir, çünkü Rusların daha güçlü olduğunun farkında, yarın ne olacağını bilemiyor...

Üç gün sonra Yahniler muharebesiyle bir zafer daha yaşanır, bunun kahramanı Mirliva Kapdan Mehmed Paşa'dır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa onun için şöyle yazar hatıratına:

"Koca herif, kendine mahsus o gümrah sadasiyle sabahtan akşama kadar ayakta ve ortalık yerde envâı kelimat-ı müheyyice ile askerini teşci eder, asker de onu gördükçe gayretini artırır ve cehennemden nümûne-nümâ olan hâli hiçe sayar idi."

Bu muharebede 74 bin Rus askerine karşı 34 bin Türk askeri savaşmış, 8–10 bin Rus ölmüş, 2500 Türk şehid olmuştur.

Ruslar takviye alırlar, Gazi Ahmed Muhtar Paşa alamaz ve hezimet kaçınılmazdır. Asker sayısı çok muvazenesiz, top Ruslarda 254, Türklerde 52. 15 Ekim'de topların mermisi tükenir, Ferik Ömer ve Raşit Paşalar şehit düşerler. Askerler öle öle tükenir. Ümit tükenir ve Kars 41 senelik mateme ve Türk bayrağı hasretine mahkum, Ruslara teslim edilir. Gazi Paşa bir avuç askeriyle Erzurum'un yolunu tutar, fakat Rusları da oldukları yere çiviler. Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın Kars'tan Erzurum'a, bu şanlı çekilişi "sonradan Avrupa harb akademilerinde kurmay namzetlerine ders olarak okutulmuştur."

Muhtar Paşa, Pâdişâh emriyle İstanbul'a çağrılınca, yerine Kurd İsmail Paşa geçmiştir. Rusya'da, Çara gidip kazandığı zaferi tebliğ eden Prens Misel, Çar'dan aldığı cevap karşısında dona kalır.

"Grandük" der, "Zaferi siz mi kazandınız?.. Silahlarınız derseniz evet... Ama oradaki üç Türk Paşası'na mağlûp oldunuz. Galipler orada ve siz buradasınız.." İşte bizim övüncümüz budur..." (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)

Rumeli cephesi:

Büyük bir acının, uzun bir mücadelenin, dünyayı hayran bırakan kahramanlığın ve Türklerin Balkanlar'dan sökülüşünün hikâyesidir. Kimi tarihçilerin Kafkas, kimilerinin Anadolu cephesi dediği Doğu'da Ahmed Muhtar Paşa'yı gazi yapmışız ama, Erzurum'dan ötesini Ruslara bırakmıştık. Aynı tarihlerde Rumeli'de yaşanan savaşlarda neler olduğuna şimdi bakıyoruz. Burada da en büyük askerlerden birini gazi yapıyoruz. Tokatlı Osman Paşa'yı.

Rusya ile savaşa nasıl girildiği daha önce görülmüştü. Böyle bir savaşı kaldırmaya hiç bir imkânımız olmadığı halde, memleketin ve milletin mahvına sebebiyet verecek uğursuz adımı atanlar atmış, Türk evlâdına da ceremesini çekmek kalmıştı. Binlerce evladımızı şehit vermiştik. Devletin Hıristiyan tebeasının eline silâh verilmiyordu.

Rumeli cephesi başlığı ile anlatılan savaşlarda yer adları da şahıs adları da çok. Tabii ki, çok özet olarak belli başlılarını konu edeceğiz. Esas olarak, Plevne kahramanı diye tanıdığımız Gazi Osman Paşa'yı biraz yakından seyretmeye çalışalım.

Tuna ordusu başkomutanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa, karargâhını Şumru'da kurar. Süleyman Paşa Hersek'te, Ali Saip Paşa İşkodra'da, Veli Paşa Bosna'da ve Mehmed Ali Paşa Sırbistan'la Karadağ arasında... Anadolu cephesinde olduğu gibi burada da bir dağınıklık var; bazı kumandanlar bağımsızdırlar. Ahmed Muhtar Paşa'nın ordusu, Rusların ordusuyla sayıca mukayese edilmezken, burada o kadar fark yoktu. 200.000'e 250.000. Rumeli cephesi başkumandanı Abdülkerim Paşa'mn kifayetsizliği önemli zaaflarımızdandır. Rus ordusunun başkumandanı Çar'ın kardeşlerinden Grandük Nikola'dır ve 800 topa sahiptirler. Romanya hürriyet ister Bab-ı Ali'den, "hayır" denir. Rusya fırsatı kaçırmaz. "Bize yardımcı olun, Türkleri buralardan atalım, istediğinizi alırsınız." Mezhep yüzünden biribirini sevmeyen iki millet güzel bir ortak menfaat bulunca anlaşırlar ve Rusya da bu anlaşmadan istifade eder. Hattâ, belki de mağlubiyetimizin sebebi, Rusların Edirne'yi de geçip Yeşilköy'de karargâh kurmalarının mesulü, Romanya'yı Rusların kucağına atanlardır. İlhan Bardakçı "İmparatorluğa Veda" adlı eserinde Romanya'nın başında bulunan Prens Karol'un İstanbul'a gönderdiği elçisinin nasıl ortada kaldığını anlatıyor.

"Dışişleri Bakanı Safvet Paşa ile Sadrâzam Edhem Paşa'nın basiretleri bağlanır.

"Gelen aracı kim? Sıfatı nedir, acaba bizimle eşdeğerde midir?" diye tartışmaya başlarlar. Aradan on gün geçtikten sonra, Avusturya - Macaristan'ın İstanbul Büyükelçisi aracı olur ve Safvet Paşa'ya: "Korkarım ki, der. Ruslara karşı sahip olacağımız en kudretli silahtan daha güçlü bir imkânı kaçıracaksınız. Romanya bu savaşta tarafsız kalmak istiyor. Tarafsız kalırsa, Rusya hiç bir şey yapamaz. Rumenler Slav değildir. Sizi Ruslara tercih edeceklerdir. Savaş da tarafsız kalacak bir Romanya, Rus ordusunun ikmâl yollarını kesecek ülke demektir..."

Bunun gerçekleşmesi için istenen şey, yukarda denmişti. Zaten bağımsız olan Romanya'nın Bâb-ı Âli'ce tanınması, hepsi bu. Amma, kabul edilmez. 50.000 kişilik orduları Rusların öyle bir işine yarar ki, belki de bizim işimizin bitirilmesinin tek sebebi olurlar.

Şıpka kahramanı Süleyman Paşa General Gurko'yu çok uğraştırır ama ateş demiri eritir. General Gurko, Şıpka'ya hakim olur. (17 Temmuz) 20–26 Ağustos arası Süleyman Paşa yapabileceği her şeyi yapar... Paşa'nın yiğitliği ve kahramanlığı Şıpka'yı Ruslardan almaya yetmez. Suçun büyük kısmı Başkumandan Mehmed Ali Paşa'ya yüklenir. Daha önce Abdülkerim Nadir Paşa'dan alman görev kendisine verilmişti, bu yenilgi üzerine Müşir Süleyman Paşa Başkumandanlığa atanır. Mehmed Ali Paşa'nın Hırvat dönmesi olduğunu biliyoruz.

Şimdi; esas anlatacağımız Plevne zaferleridir. Birinci, ikinci ve üçüncü... Kumandam esir düşen zaferimiz!

20 Temmuz 1877 Birinci Plevne Zaferi

Osman Paşa, 19 Temmuz'da Plevne'ye gelen Alman asıllı Rus Generaliyle 20 Temmuz'da karşılaşır. General Şilder 2847 ölü ve birçok ağırlık bırakıp cepheden bozgun halinde kaçar. Yine Alman olan bir general yardımına gelir. Bunun adı Krüdnerdir.

30 Temmuz 1877 İkinci Plevne Zaferi

Osman Paşa'nın emrinde 23000 askeri, 58 adet topu var; Alman asıllı Rus Generallerinin 50000 askeri ve 184 topu. Maddi nispetsizliğe karşılık, Osman Paşa farkı, en önemli faktördür. Rus Çan İkinci Aleksandr da cephede savaşı yakından takip etmektedir. Abdülhâmid Han Dersaadette telgraf başında heyecan içerisinde, duaları Türk askerinin başarısı için.

Bu savaş bir destandır. Osman Paşa destanı. 100 şehit, 400 yaralı verir Türk ordusu ve Rus ordusunun kaybı 7305'dir.

İşte burada, bizim paşaların görüşme talebini on gün ertelediği, aracılar vasıtasıyla yapılan görüşmede, talebini reddettikleri Romanya Prensi Koral çıkar piyasaya.

Çar panik içerisindedir; Petersburg'dan Hassa ve Kazak fırkalarını çağırırken, Romanya Prensi'ne aşağıdaki telgrafı çeker.

"İmdadımıza gel! İstediğin şartlar altında, istediğin yerde, istediğin gibi Tuna'yı geç. Fakat yardımımıza koş! Türkler bizi mahv ediyorlar! Hıristiyanlık davası kaybedilmiştir."

İkinci Plevne zaferinden sonra Rusların yardım beklemeleri zaman alırken, Türk tarafı bu fırsatı değerlendirmez. Aradan 44 gün geçer. Hem Rusya'dan beklenen askerler, hem de Romanya'nın 50.000 askeri Koral komutasında gelir, yetişir.

11 Eylül 1877 Üçüncü Plevne Zaferi

Ruslar bütün güçlerini yığdıkları halde, "Şark, Garp ve Cenup Türk orduları düşmanı imha için elbirliği etmeye maatteessüf muvaffak olamamışlardır."

"Düşman 432 topla geceli gündüzlü Plevne'yi doğuyordu." Çok gayretle mücadele eden Ruslar birşey elde edemiyorlar. "3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15553 ölü" bırakıyorlar savaş alanına. Türk tarafının yaralı ve şehit olarak zayiatı 3500 kişi. Pâdişâh, Osman Paşa'ya gazi unvanı veriyor.

Gazi Osman Paşa destan yazmaya devam ediyor. Fakat kalemde mürekkep tükeniyordu. Rusların Plevne önündeki kayıpları 50.000 kişiyi bulmuştur. Asker kaybı belki morallerini bozuyordu Rusların, amma yerlerine devamlı yenileri geliyordu. "Rusya demek, tükenmez sürüler yetiştiren bir mahşer demektir. Onun için Rus ordusunun üçüncü Plevne muharebesinde yediği müdhiş darbenin yegane neticesi, yeni takviye sürüleri celbinden ibaret kalmıştır."

Ruslar, bu insan sürüleriyle Plevne'yi üç tarafından kuşatırlar. Bir tek yol var cephane ve mühimmat gelebilecek, o yoldan gelenler de Rusların eline geçer. General Gurko tek geçiş yolunu da kapatır. Artık, Gazi Osman Paşa tam bir çember içine girmiştir, cephane ve erzak bitmek üzeredir... Görünen bir selâmet yolu var ise, o da düşman hatlarını yarıp kaçmak!

Deli Fuad Paşa, 4 Aralık'ta Elena meydan muharebesinde Rusları yenerse de, Süleyman Paşa'nın Maçka meydan muharebesinde yenilmesi Plevne'ye imdad gelmesini önlediği için işe yaramaz. Soğuklar başlar, açlık ve hastalık askerde takat bırakmaz. Aslında, Rus Başkumandanı Grandük Nikola da savaşın sürüp gitmesinden yana değil, bu yüzden Osman Paşa'ya gayet nazikçe bir mektup yazarak Plevne'yi teslim etmesini ister... Gazi Osman Paşa "Plevne'den çıkmam diyor!" Nikolay'a red cevabını, kullandığı kelimeleri seçerek, gayet ağırbaşlı bir mektupla bildirir.

10 Aralık 1877 Düşüş

"Tuna nehri akmam diyor

Etrafımı yıkmam diyor

Şanı büyük Osman Paşa

Plevne'den çıkmam diyor"du, amma kararını verdi, gece çekilme yapacak. Bu yarma hareketini denemek zorundaydı; denedi. 2500 şehit, 3500 yaralı verdikten başka, Gazi Osman Paşa bacağından bir kurşunla yaralandı ve atı vurularak öldü. Teslim olmaktan başka çare kalmamıştı.

"Plevne kahramanları, harp talihini değiştiremediler ise de Türk ordusunun askerlik şerefini kurtarmış oldular."

Mirliva Tevfîk Paşa ile, teslim teklifi iletilince, Rusların Generali Strukaf, Tevfik Paşa ile beraber Gazi Osman Paşa'nın bulunduğu kulübeye gelir. Osman Paşa rütbece kendisinden üstündür. General, saygısından oturmaz. Osman Paşa'nın müsaadesine rağmen ayakta durur. Bir başka General gelip kılıcını alır Osman Paşa'nın. Grandük Nikola Rus Başkumandanıdır, duruma üzülür, hemen Osman Paşa'nın yanına gelerek "Böyle bir kılıcı sizden iyi kullanacak kimse olamayacağı için" diyerek, merasimle Osman Paşa'nın kılıcını iade eder.

Bu kılıcın iade edilişini Sayın İlhan Bardakçı'dan dinleyelim:

"Merasim son buldu... Grandük Nikola Osman Paşa'ya: "General kılıcınızı bir hata eseri olarak almış. Çarım İkinci Aleksandr, bu kılıcın hakiki sahibine ve ona şeref veren insana yani size, derhal iade edilmesini emrettiler. İnancımız odur ki, bu kılıcı dünyada, başka hiçbir kumandan sizin kadar liyakat ve şerefle taşıyamaz..."

Rusya, Gazi Osman Paşa'yı şeref misafiri sayıp, şanına uygun davranmaya gayret ediyordu. Paşamız bihalare vatanına dönecek ve Pâdişâha en yakın adamlardan biri olarak ömrünü sürdürecektir...

Rusya'lı Osman Paşa'yı ağırladığı günlerde Rus askerleri Yeşilköy'e kadar ayaklarını sokmuşlardı. İki devlet başkanının da istemediği bu savaş için Cevdet Paşa önceki söylediğinin biraz farklısını, uzununu yazmış tezakire.

"Midhat Paşa anı ilam harbe mecbur etti. Ahâli-i İslâmiyenin efkârını tehyic ile cenge hırslandıran odur. Sanki tüfengi o daldurdu, Dâmad Mahmud Paşa üst tetiğe çıkardı, Redif Paşa ateş etti. Bu üç kişi devletin başını felâkete uğrattı."

4 Şubat 1878, Pazartesi

Ahmed Vefik Paşa, sadarete tayin edilir. Bu renkli sima o makama da renk katar, artık Sadrâzam adı, onun teklifiyle kaldırılır ve A. Vefik Paşa (Başvekil) olarak anılır.

13 Şubat Çarşamba

Çeşitli milletlerden meydana gelen meclis-i mebusan, Pâdişâhla uyum sağlayamadığı, hattâ Pâdişâhı tahkire yeltenenler bile bulunduğu cihetle Pâdişâhın emriyle tatil edilir. Böylece, büyük gürültülerle kurulan Meşrutiyet yönetimi sona erer. Bu, Birinci Meşrutiyet olarak tarihdeki yerini alacak, çok şeyler yazılıp, söylenecek olan bir kısa devredir.

3 Mart 1878 Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması

Birkaç maceraperestin arkamızdan itelediği fırında yandık; pek çok kayıplar verdik; şimdi üstümüzü başımızı örtecek bir şeyler almaya çalışacağız. Bu işin içinde deriyi yüzdürmek de var, kolu kanadı kestirmek de.

Eğer unutmadıysak, İngiliz elçisi yalvarmış, Rus elçisi rica etmişti; "gelin bu savaşa girmeyin, zamanımız çok olur" demişlerdi. Bizim, ne kadar askere sahip olduğunu bilmeyen, haritada meydana gelen değişikliklerden bihaber paşalar cesaret gösterisine kapıldılar. Avludan bir adımlık yol vermeyi içlerine sindiremeyenler şimdi konağın odalarını kurtarmaya yarışacak.

Ruslar, devamlı desteklemekte olduğu Balkanlılardan, Romanya, Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanis¬an'dan aldığı destekle, İstanbul'un dibine Yeşilköy'e gelip oturunca, Osmanlı Devleti yöneticileri "aman" diledi. Devletin tamamen mahvı sözkonusuydu, erkeklik bir tarafa vatan bir tarafa dendi ve ağır basan vatan oldu.

Paris Barışı'ndan imzası bulunan büyük devletler, aracılık için çağrıldığı halde cevap vermedi. Özel olarak, İngiltere'den medet uman hariciyemiz, oradan da beklediğini alamadı. Yine de İngilizler akıl vermeyi ihmal etmeyip, komutanlar arası görüşmenin faydasını anlattı.

Sarfedilen mesâinin tek amacı ateşkesi sağlamaktı, paşalar buna koşturdu bir süre. Akıllarda Rus elçisi General İgnatiyef'in sözleri var, İstanbul'un kulağında Yeşilköy'den gelen Rus ve diğer kavimlerin tüfenk sesleri...

İkinci Abdülhâmid Osmanlı Devleti'nin pâdişâhı ve bilumum Müslümanların halifesi idi, bunalmıştı. Rus Çarı'na telgraf çeken Sultan Hâmid mütareke talebinde bulundu, Çar, Başkomutan Grandük Nikola'ya müracaatını tavsiye etti. Aynısını iki yüz sene önce Osmanlı Devleti Fransa'ya yapmıştı. Fransız elçisi sadrâzamla görüşebilmek için kan terlemişti.

Osmanlı Devleti, kuruluşundan beri bu kadar acı bir tabloda yer almamıştı. Ruslar İstanbul'a asker sokmayı talep ediyorlardı. Sultan Hâmid Başvekile gönderdiği haberde dedi ki:

"Rusya askerinin İstanbul'a duhûlüne (girişine) cevaz gösteremem. Ümerâyı askeriyemiz izhârı cebânet (korkaklık) gösteriyorlar, ben nefsime her fedâkârlıktan çekinmem; Sancağı Şerifi çıkarıp Rus ordusu üzerine gitmeye hazırım."

Silahların susturulması için yapılan müracaatlar geç olsa da netice verdi. Önce Rus Başkomutanı Grandük Nikola'nın talimatıyla Kızanlıkta bir araya gelindi. Burada, Rusya'nın önceden tespit edeceği şartların kabul edilmesi gerektiğini söylediler. Buna göre, daha önce hiçbir konferansta teklif edilemeyen ağır yükler geliyordu:

Ayestefanos yahut Yeşilköy Anlaşması'na gelene kadar barış için verilen mücâdelenin bir kısmım, nasıl bir durumda olduğumuz anlaşılsın diye takdime çalıştık. Şimdi, safahatına girmeden, Yeşilköy'de varılan anlaşmanın bellibaşlı maddelerine bakıyoruz.

Batıda Büyük Bulgaristan Prensliği kurulacak; Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli bu Prensliğe verilecek. Kars, Ardahan ve Batum Rusya'ya verilecek. Karadağ ve Sırbistan'ın bağımsızlıkları kabul edilecek. Rusya'nın savaştaki maddi kaybı da Osmanlı Devleti tarafından tazmin edilecek, yani Rusya'ya 245 milyon Osmanlı altını ödenecek. Türkiye'deki Rus tebeasının menfaatleri ile Aynaroz keşişlerinin hukuku da

Link to comment
Share on other sites

Çırağan Baskını - 20 Mayıs Ali Suavi Vakası

Kahramanı Çankırı'nın bir köyünden, Kâğıtçı Hüseyin Ağa'nın İstanbul'da doğan oğludur. İsmail Hami Danişmend onun için; "Ali Suavi anadan doğma ihtilâlcidir. İhtilâl için yaratılmış, ihtilâl için yaşamış ve ihtilâl için de ölmüştür." der. İhtilâlin gayesi; Sultan Hâmid'i tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad'ı tekrar tahta çıkarmaktır. Ali Suâvi'nin yardımcıları, Rumeli göçmenleri, bazı imkânlar sağlayan da Eğinli Said Paşa'dır. Olayın neticesi 23 ölü, 15 yaralı.

Ali Suâvi Sultan Murad'ın dairesine camları kırarak girmiş, "Aman Efendim, gel bizi Moskoflardan halâs et!" derken başına inen Hasan Paşa'nın sopasıyla yere serilmiş...

Eğinli Said Paşa, Pâdişâhın gözünden düşer, mabeyn müşirliğinden azl edilerek, yerine Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa tayin edilir.

Ali Suâvi ve Çırağan Baskını hakkında birkaç söz etmek lâzım. "Abdülhâmid Han'ın Muhtıraları" adlı kitaba göre: Ali Suâvi Harem dairesinin kapısını kırıp içeri girmiş. Sultan Murad'ı dışarı çıkarıp "Yaşa Sultan Murad" diye bağırmış ve arkadaşlarını alkışlamaya teşvik etmiş. Askerlerin yetişmesiyle, başladığı işi bitirme imkânı kalmamış olan Ali Suâvi başına yediği sopayla orada ölmüş. Diğerlerinden 16 kişi ölüp, 13 kişi yaralanmıştır. Yukarıda verilen 23 ölü, sayısı belki yaralılardan bilahare ölenlerle o rakama ulaşmıştır.

Mahmud Celâleddin Paşa'ya bakılırsa; Yeni Osmanlılar fesat çıkarmasınlar diye birer vazifeye yerleştirilirken "Ali Suâvi denilen sefih kenarda kalmıştı. Bu adam uzun müddet İngiltere'de kalıp evlendiği bir aşüfte kadının güzelliğini sermâye etmek suretiyle Mâbeyn ricalinden bazı beylerin ve o kanalla Mabeyn Feriki ve sonra Mabeyn Müşiri olan İngiliz Said Paşa'nın teveccühünü kazanmış ve en garibi, büyük siyasi meselelerde sarayca görüş ve mütalaasına başvurulmak derecesinde bir mevki tutup, o esnada "Mektebi Sultani" (Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne de getirilmişti..."

Bu yazı uzayıp gidiyor ve Ali Suâvi'yi yerden yere vuruyor. Onun, kılıktan kılığa, işten işe girip çıktığını, her işten kovulduğunu söyleyen, yazan istikrarsız, güvenilmez bir Ali Suâvi seyrettiriyor okuyucuya. Ali Suâvi'nin, kendi yazdığı ile tanınması için Basiret gazetesinden onun bir haberi iktibas edilmiş. Şöyle:

"Herkes ve bütün gazeteler, şimdiki durumun tehlikesinden bahsetmektedirler. Hakkımda gösterilen itimattan dolayı, söyleyeceklerimi herkesin dinleyeceğinden şüphem yoktur. Hâli hazırdaki güçlükler pek büyüktür. Ama çaresi pek kolaydır. Yarınki nüshamızda herkesin müsaadesiyle bu çareyi kısaca açıklayacağım. Bu yazdıklarım, yarın yazacaklarına umumun dikkatini çekmek içindir."

İşte böyle bir Ali Suâvi imiş. Kabına sığmayan bu adam genç yaşında (39) kabre sığmış.

Türkiye-İngiltere ve Kıbrıs

Osmanlı Devleti'nin Rusya karşısında hezimete uğraması sonucu yapılan Ayestefanos Anlaşması İngiltere'yi de rahatsız etmişti. Kurulacak olan Büyük Bulgaristan Adalar Denizi'ne inecek, dolayısıyla Rusya Akdeniz'e yol bulacaktı. Ayrıca, Rusya sayesinde Balkanlarda meydana gelen değişiklikler de Avusturya'yı telaşlandırmıştı.

Avusturya, Bosna-Hersek'i Rus nüfusuna kaptırmaktan, İngiltere Hind yolunun kendisine kapanması bakımından sessiz kalamadılar. İngilizler sessizce Kıbrıs'a asker çıkardılar ki, görünüşte maksad, Ruslar çok ileri giderse Anadolu müdafaasında Türklere yardımcı olmaktı!

Ayestefanos Anlaşması'nın yarattığı bu tedirginlik giderek diğer devletlerarasında bir savaşı da gündeme getiriyordu. İngiliz ve Avusturyalı devlet adamları yeni bir görüşme yapılması için faaliyete geçti.

Kıbrıs, bu arada resmen İngilizlere verildi. Osmanlı Devleti adına Saffed Paşa devir anlaşmasını imzaladı. İngiltere dünyanın en büyük devletiydi. Türkiye himayeye muhtaçtı. Rusya azgın iştahlıydı. Kıbrıs bu üç sebebin kurbanı oldu. (4 Haziran 1878)

Berlin Anlaşması

Çok kısa özetini az önce verdiğimiz sebepler yeni bir toplantıyı gerekli kılıyordu. Bu toplantının gerçekleşmesine giden birden çok yol vardı; ama başka devletler, kendi emellerinin zedelendiği için istiyordu. Burada, Sultan Hâmid'in fevkalâde siyâsî davranıp, İngilizleri dost edinmesi de bizim adımıza övünülecek bir hareket olarak methedilirken, ne kadar doğru yapılıyor, bilemeyiz. İngiltere'ye verilen Kıbrıs'ta pâdişâhın Hukuk-ı Şâhanesi'nin devam edeceği, muvakkata İngilizlere devredilmiş olması, böylece elimize bir İngiliz silahı geçirmiş olmamız, Ruslara karşı gücümüzü artırmıştı, doğru. Amma, sonu nasıl geldi?

Şimdi, biraz da İngiltere sayesinde toplanan Berlin Konferansı'na kısaca bakalım. Toplantıya katılan ülkeler ve temsilcileri şöyle:

Türkiye; Nâfıa Nâzırı Aleksandr Karatodori Paşa, Müşir Mehmed Ali Paşa ve Berlin Sefiri Sadullah Bey.

Almanya: Başvekil Prens Bismark, Hâriciye Nâzın Mösyö dö Bülov ve Prens dö Hohenlohe Şilingsmrst.

Avusturya: Hariciye Nâzırı Kont Andraşi, Berlin Büyükelçisi Kont Karoli, Roma Büyükelçisi Baron dö Haymerle.

Fransa: Hâriciye Nâzın Mösyö Vad-dington, Berlin Büyükelçisi Kont dö Şövalye, Hâriciye Nezâreti'nde Politika Şubesi Müdürü Mösyö Depre.

İngiltere: Başvekil Kont Bikansfild, Hâriciye Nâzırı Marki dö Salisburg, Berlin Büyükelçisi Lord Oda Rassıl.

İtalya: Hâriciye Nâzırı Kont Karti, Berlin Büyükelçisi Kont Larey.

Rusya: Başvekil Kont Gorçakof, Londra Büyükelçisi Kont Suvalof, Berlin Büyükelçisi Mösyö Dubril.

Daha önceki anlaşmalarda temsilci adlarını böyle açıklamamıştık; burada bir garabet olduğu zannı ile isim isim bütün ülke temsilcileri tanıtıldı.

Meselenin ehemmiyetini hisseden devletler birinci sırada Başvekil, sonra Büyükelçiler ile temsil edilirken Osmanlı Devleti'nin durumuna bakın. Baş murahhasımız bir Hıristiyan! Bu kadar değil. İkinci sıradaki temsilcimiz de maalesef bir dönme.

Kongre 13 Haziran 1878'de Alman temsilcisi Bismark'ın yönetiminde başladı. Böylesi toplantılar görüşülecek meselelerin çokluğu ve karmaşıklığı oranında, bir de temsilcilerin çokluğu dolayısıyla çok uzun konuşmalara sahne olur. Naklen yayından kaçınıp, alınan özet kararları buraya aktaracağız.

Ayestefanos da Bulgaristan'a verilen Makedonya Türkiye'ye verildi; fakat bu öyle bir verişti ki hiçbir işe yaramadı. Yalnız Bulgaristan biraz küçülmüş oldu ve ikiye ayrıldı. Kuzeyi Türkiye'ye haraçgüzar olan Bulgaristan'ın güneyi "Rumeli-i Şarki" adıyla bir Hıristiyan Valinin idaresinde bırakıldı. Osmanlı Devleti için Bulgaristan'ın bölünmesi kâr sayılır.

Bosna-Hersek vilâyeti Osmanlı hâkimiyeti altına, ama Avusturya-Macaristan işgal ve idaresine tevdi edilerek; bu vilâyetin de elden çıkması tescil edildi.

Türkiye lehine sayılacak bir karar Bâyezid sancağının Ruslardan alınıp Türkiye'ye iadesi ve serbest liman haline getirilen Batum'un tahkimatının yıkılması kararı oldu.

Berlin muahedesinin geneline bakıldığında, Ayestefanos Anlaşması'nın yüklediği yükün biraz hafiflediği görülmektedir. Bu kadarı bile sevinilecek hâdise sayılmaktadır.

Gönderilen temsilcilerin gücü kuvveti ne olursa olsun, zaten fazla bir insiyatifleri olamayacaktı. Büyük Devletler, bugün ve yarın için kendilerine uygun gördükleri düzeni sağlama peşindeydi. Bunu aşağıdaki sözlerle daha iyi anlayabiliriz: Osmanlı temsilcilerine, Alman Başbakanı ve Kongrenin açılışını yapan Bismark şunları söylemişti:

"Kongrenin Devlet-i Âliyye için içtimâ edildiği zannında bulunarak kendinizi aldatmayınız. Ayestefanos Muahedesi, Avrupa devletlerinin menfaatlerine dokunur bazı maddeleri ihtiva etmeseydi olduğu gibi bırakılırdı. Bunun şiddetini hafifletmek ve yeniden düzenlemek mümkündür. Bu düzenlemeden istifade edersiniz, lâkin ileriye gitmek isterseniz hiçbir şeye muvaffak alamazsınız."

Her şeye rağmen, Ayastefanos'un şartlarını hafiflettiği bilinen Berlin Antlaşması, yine de, Osmanlı'nın Avrupa'dan tavsiyesi mânâsına gelir. "Bizim" diyebildiğimiz Niş Sırbistan'a, Taselya Yunanistan'a, Kars, Artvin ve Ardahan Rusya'ya, Dobruca Romanya'ya geçti -bırakıldı-. Hiçbir dahli olmayan İran bile Kotun arazisini alarak sevindi.

Geldi geçti ama şu Türk-Rus Savaşı'ını çıkaran Paşalar, (Midhat, Redif ve Mahmud Celaleddin) bunca vebalin altından nasıl kalkacaklar acaba?

Sadaret Değişmeleri

Ayestefanos Anlaşması sırasında Ahmed Vefik Paşa "Başvekil" adıyla sadârette idi. Ondan sonra Sadık Paşa geldi (18 Nisan 1878). Mütercim Rüşdi Paşa 28 Mayısta beşinci defa sadâreti devraldı; ama fazla kalmadan, yerini Mehmed Esad Saffet Paşa'ya bıraktı. Daha sonra Tunuslu Hayreddin Paşa geldi. Hayreddin Paşa'nın selefi Ahmed Arifi Paşa. Döne dolaşa sıra geldi Küçük Said Paşa'ya. Sadâretle gidiş-gelişiyle rekor kıracak olan Said Paşa tam, "dokuzuncu" seferinden sonra bir daha gelemeyecek.

Ahmed Vefik Paşa'dan küçük Said Paşa'ya yani, 4 Şubat 1878'den 18 Ekim 1879 kadar, bir sene, sekiz ay 12 günde yedi defa sadaret değişikliği oldu. Sırf bu tablo bile yaşanan zamanın istikrarsızlığını göstermeye kâfidir.

Fransızların Tunus'u İşgali (12 Mayıs 1881)

Osmanlı Devleti Ruslara yenilmekle itibarını kaybetmişti. Yeşilköy ve Berlin anlaşmaları yapıldı. Yeşilköy Anlaşması'ndan, Berlin Anlaşması'na kadar geçen süre İtalya'yı Tunus'a yerleşme hevesine soktu.

Tunus Cezayir ve Trablusgarb "Mağrib Ocakları" adıyla üç ayrı eyâlet iken Osmanlı himayesinde yaşıyordu. Cezayir 1830'da Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Tunus mahalli beyler tarafından idare ediliyordu. En son Tunuslu Hayreddin Paşa Türkiye'den küçük yaşta oraya gidip büyümüş, çok önemli mevkilere gelmişti. Osmanlı Devleti'ne bir savaşta katır vs. yardımı Tunus'tan gelmişti. Hayreddin Paşa Türkiye'ye Abdülhâmid Han'ın davetiyle gelip vezir-i âzam olduktan sonra araya soğukluk girdi.

Berlin görüşmeleri esnasında Osmanlı Devleti'nin Tunus üzerindeki haklarını savunması fazla önemli olmadı. Diğer devletler Berlin'de hisseler kaparken Fransa delegesi kendilerine bir şey verilmeyişine karşı protesto çekti. İşte o zaman, yaman bir politikacı olan Alman Başbakanı Bismark Fransa'yı kazanma yoluna gitti. Fransız Başdelegesi'ne:

"Fransa'nın Tunus'a yerleştiği takdirde, bu harekete karşı Almanya'nın bir itirazda bulunmayacağını" gizli olarak bildirdi. İngiliz Hariciye Nâzırı Salisbury de aynı teminatı İngiltere adına verdi. Bu suretle Osmanlı delegelerini Karadağ'da bir limanın Osmanlı ülkesinde kalmasını sağlamak için ter döktükleri sırada koca Tunus eyâletinin ihalesi Fransa'ya yapılmış oldu."

Osmanlı'nın hakkı gözetilmiyordu. Tunus'u kendi malı gibi gören İtalyanlar tarafından kısmen işgal edilmişti; daha sonra da Fransızlar kendi haklan soymaya başlaşınca, mesele iki devlet arasında kaldı. Osmanlı Devleti'nin gözü önünde İtalya ve Fransa'nın mücadelesi başladı. Daha baskın gelen Fransızlann ufak tefek çarpışmalar sonucu Tunus'a yerleştiler. (12 Mayıs 1881)

Yaralı Osmanlı Devleti bu olayı içine sindiremedi. Eli ayağı bağlı olduğu için yerinden kımıldayamadı. Oturduğu yerden, Tunus'un 1570'den beri kendisine ait olduğunu iddiaya çalışması da bir şeyi değiştirmedi. Tunus Beyi ile Fransa arasında yapılan anlaşma ve atılan imza kabul edilmeyerek, hukukî mücadelenin sürdürülmesi kazanç getirmedi. Kendi güçsüz ve de güçlü olanlar kendisine karşı olunca, hukuk demek de güç demek ise ki öyleydi, Osmanlı Devleti sadece kayıplarının hesabını yapmaya başladı. Balkanlarla beraber İslam beldeleri de ipi kopmuş danalar gibi kaçıp gidiyordu.

Yıldız Mahkemesi'nin İlk Celsesi (27 Haziran 1881)

Bu meşhur mahkeme, Sultan Abdülaziz'in katil veya katillerinin bulunup cezalandırılması için kurulmuştur. Hâdisenin üzerinden 5 sene, 23 gün geçtikten sonra olması niçindir dersek, tafsilatı pek uzun anlatılıyor, girmeyeceğiz. 15 tane maznunu bulunan davanın en meşhuru Midhat Paşa'dır, kısaca ondan bahsedeceğiz. Paşa, yukarıda geçtiği gibi, bir takım yanlışlarından dolayı sürgün edilmiş, sonra aff-ı şahane ile İzmir valiliğine kavuşmuş idi. Mahkemeye gelmesi gerektiği zaman da valilikle İzmir'de bulunuyordu. İstanbul'a çağrılınca, gelmemek için "evinin arka kapısından çıkarak, bir kira arabasıyla Frenk mahallesine gidip, çok çirkin bir harekette bulunarak, ecnebi mümessilliklerinden en yakını olan Fransız konsoloshanesine iltica etmiştir."

İşte kahraman Midhat Paşa bu. Tarihte emsali olmayan bir işi yapmıştır. Midhat Paşa orada fazla kalamamış, vapurla İstanbul'a getirilip diğer maznunlarda mahkemeye çıkartılmıştır. Sonuç: "Rüşdü, Midhat, Mahmud ve Nuri Paşalarla Hasan Hayrullah Efendi, bütün rütbe ve nişanlan alınmak, dâmad olan ikisi zevcelerinden ayrılıp, dâmadlık sıfatlarından da mahrum edilmek suretiyle idama,..." çarptırılmışlar.

Hakkında kitaplar yazılan Yıldız Mahkemesi'ni en kısa biçimiyle vermek istedik. Mahkeme safahatinin sıkıcı geleceği düşüncesi bu yalın tercihin sebebidir. Yukarıda idama mahkum edildiği söylenen kişiler idam olundular mı? Hayır. Pâdişâh ceza verilmesini sevdiği kadar affedici olmaya da bayılıyordu. Bu onun ince siyasetinin tezahürü müydü, vicdanının kanunlardan yumuşak oluşu mu? Bunların tahlilini yapmıyoruz. Mahkemenin cezalandırdığı şahısların, mahkeme sonrası nasıl olmuş, topluca onlara bakıyoruz.

Mahkemenin verdiği idam kararları pâdişâh tarafından değiştirildi, cezalar hafifletildi. Buna göre;

1. Midhat Paşa Taif Kalesi'ne, askerî hapishaneye gönderildi, orada 2 sene, 9 ay yattıktan sonra, boğularak öldü -boğdurularak öldürüldü- (8 Mayıs 1884)

2. Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa, Sultan Aziz'in katillerinden biri sayılmıştı. (Kısa bir hatırlatmada bulunalım. Türk-Rus Harbi mesullerinden biri de bu Paşa idi. O harbin sonu, bilindiği gibi devletin direkleri çelmelenmiş, hatta birkaçı yıkılmıştı) Dâmad Paşa da Midhat Paşa'nın akıbetine uğradı, aynı günde.

3. Dâmad Nuri Paşa'nın suçlanması da cezası da aynı, akıbeti de aynı olabilirdi. Cezayı kendisine lâyık görmeyip vapurda cinnet geçirmeye başlamış, hapishanede 10 sene yattıktan sonra -herhal¬de- eceliyle ölmüştür.

4. Mâbeynci Fahri Bey, 30 yaşlarında bir delikanlıydı. Ona da idam cezası verildi, affı şahane ile canı bağışlandı. Ömrünün 27 senesini hapishanede geçirdi. 1908'de ilan edilen İkinci Meşrûtiyet Fahri Bey'in de af ilanı oldu.

5. İkinci Mâbeynci Seyyid Bey. Herkes verilen cezanın azını çekerken bunda tam tersi oldu. 10 sene kalebentliğe mahkum olmuştu. Zamanı doldurunca arayan soran olmadı. Salıverilmesi için müracaat ettiği halde, nedense, dinlenmedi. Fazladan yedi sene kadar daha yattı; ancak eceliyle, ruhu azad edildi. (15 Mart 1898)

6. Miralay İzzet Bey, hal zamanında yani Sultan Aziz'in hal'inde Talia Tabur kumandanı idi. 10 sene kalabent cezası aldı. Cezası dolduktan sonra da bırakılmadı. -Demek ki, oralardan kanun elini ayağı çekmişti- 1903'te hapis yattığı Taif 'te öldüğünde 61 yaşındaydı.

7. Binbaşı Necip Bey. Tabur komutanı, cezası idam iken 12 seneye indirilmişti. 1893'te ölümle noktalanan ömrü, en az diğerleri kadar acıyla dolmuştur.

8. Binbaşı Ali Bey. İdam cezası almış olsa da Hicaz Valisi Cemal Paşayla kardeş olmaları imdadına çabuk yetişti. Medine'de ikamet şansı buldu, hapis hayatından kurtuldu ve 1908 İkinci Meşrutiyeti, onun da İstanbul'a gelmesini meşrulaştırdı.

9. Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş'un suçu taammüden öldürmek, aldığı ceza idam idi. Taif'te yatarken öldüğünde 61 yaşındaydı.

10. Boyabatlı Hacı Mehmet de idam cezası almıştı ya, 27 sene sonra Meşrutiyet onu da hürriyete kavuşturdu. Memleketine döndüğünde 66 yaşına gelmiş bir ihtiyardı.

11. Cezayirli Mustafa da Boyabatlı'yla aynı şansı paylaşmıştır.

Bu bilgiler "Midhat Paşa'nın Hatıraları" isimli kitaptan alınmıştır.

Yıldız Mahkemesi sanıkları arasında adları olup da burada zikredilmeyen Şevk-efzâ Valide Sultan (Beşinci Murad'ın anası), Arz-ı Niyaz Kalfa, hiçbir cezaya uğramamışlar. Pâdişâh, himayesini onlardan esirgememişti.

Duyûn-ı Umumiyye (20 Aralık 1881)

Silah, asker ve para... Bunların üçü devleti ayakta tutan kuvvetlerden idi. Yapılan son savaşlar silah ve askerimizin kifayetsizliğini gösterdi, cephelerden zavallı halimizle döndük. Barış masalarında, kaybedilen toprakların yanı sıra, bir de tazminat ödemeye mahkûm edildik. Hazine senelerdir hiç almadan vererek tamtakır kaldı. Yabancı devletlere, ödeyemeyeceğimiz kadar borçlandık. Yabancı devletlere faiziyle beraber ödememiz gereken borç 252.801.885 Osmanlı lirasıdır.

Alacaklılarla oturulan masada, vaziyetin acziyeti anlatılarak, borcun yüzde altmışa yakını sildirildi. 106.437.234 Osmanlı lirası borç kaldı. Kalan bu borcu ödeyeceğimize güvenemeyen devletlere teminat olarak bir şeyler gösterilmesi gerekiyordu. "Müskirat, balık, tuz, ipek, tütün ve damga vergileri alacaklılara bırakıldı. Borç bitene kadar, anılan maddelerin gelirleri alacaklılara temin edilerek, biraz nefes alındı. Bu millet İMF gibi müesseseye ta o zamandan alışmaya başlamıştı. Bugünkü alacaklılardan o günkülerin biraz daha anlayışlı olduğu sanılıyor; ama herhalde öyle değil. Şimdikiler verdiklerini istiyor, o zamankiler vermeden istiyorlardı!

Mısır'a Yağan İngiliz Topları (11 Temmuz 1882)

Mısır'ı idare eden Osmanlı valileri değil şimdi. İdare, Kavalalı Mehmed Ali'nin evlatları arasında el değiştiriyor, adlan vali değil, hidiv ve salâhiyetleri daha geniş.

İsmail Paşa, Hidiv'lik unvanını almak için Osmanlı Sarayına bol miktarda altın akıtmıştı, denir. Müstakil bir hükümdar gibi yaşadığı Mısır'da israfıyla hazineyi kurutmuştu. Diğer gaileler fırsat vermediği için Osmanlı Devleti'nin Mısır'a bakabildiği yoktu; baksa da ne yapabilirdi?

İsmail Paşa Napolyon Bonapartıvâri hayallere kapılmış, Mısır'ı fetihlerle büyütmek istiyordu. Kendi hacmini dikkate almadan genişleme siyasetine hazırlık için büyük ordular tesis etti. Fabrikalar, yollar, tiyatrolarla elinde avucunda olanı harcadı.

Öz sermaye bitince Avrupa'ya borçlanmaya başladı. Fransa ve İngiltere borç verirken, paralarının takipçisi olmak istediler. O kadar ölçüsüz bir borç yapmak için insanın deli olması lazım. Mısır'ın 9,5 milyon gelirine mukabil 100 milyon borç, bunun sadece yıllık faizi 7,5 milyon.

Osmanlı Devleti bazı gelirlerini nasıl devrettiyse, Hidiv İsmail Paşa da büyük tavizleri kabullenmek zorunda kaldı. Mısır'ın mâli işlerini kontrol edebilmek isteyen bir İngiliz ve bir de Fransız Nazır tayin edildi. Genişleme mâli hülyasının esiri hidiv, Mısır'ın yönetimine bile yabancı ortakları alma durumuna düştü.

İngiliz ve Fransız Nazırlar harcamaların en aza indirilmesi cihetine giderek yerli memurların birçoğunu işten çıkardılar. Halk da sömürgeleşmeye karşı yoğun tepki oluştu.

İsmail Paşa makamını tehlikede görüyordu. Yabancı düşmanlığı had safhaya varınca yabancılara yol vermeyi kendisi için çıkar yol saydı. Hükümeti tamamen Mısırlılardan meydana getirdi.

Fransa ve İngiltere nazırların kovulmasına rıza göstermediler. Taahhütlerine uymayan Hidiv, Kahire'deki konsoloslar tarafından istifaya davet edildi. "Sen çekil, oğlun gelsin" diyorlardı.

İsmail Paşa bu ültimatomdan sonra kim olduğunu anlayabildi. Osmanlı Devleti'ne çektiği telgrafta, "Mısır Osmanlı'nın mülkü, ben de memuruyum, bize sahip çıkın" dedi. Sadâratte bulunan Tunuslu Hayreddin Paşa, İsmail Paşa'nın İngiliz ve Fransız silahlarıyla çıkarılmadan, azlini teklif etti. Hidiv İsmail Paşa'dan çıkan olanların aksi görüş serdetmesine rağmen pâdişâh, Hayreddin Paşa'nın söylediği istikâmette karar verdi. Bu kararın kolay olmadığı söylenir. Hayreddin Paşa'nın Tunus, Trablusgarp ve Mısır'ı birleşik Arap Devleti haline getirmek istediği yolunda pâdişâhı uyararılar olmuş, Tunuslu Hayreddin Paşa Arap değil, ama ondan huylananlar vardı. İkinci Abdülhâmid, önce Tunuslu Hayreddin Paşa'nın teklifine, kendisine yapılan telkinden ötürü "hayır" dedi. Sadrâzam fikrinde ısrarcı oldu ve Pâdişâh öfkeyle: "Paşam paşam, ben Türküm, Türk olarak kalacağım" dedi. Tunuslu "Ben de Müslimim, Müslim olarak kalacağım" dedi.

Tunuslu Hayreddin Paşa Arap değildi, bu yüzden olacak, pâdişâh kendisine yapılan telkinden kurtuldu. Hidiv azledilerek yerine, oğlu Tevfik Paşa getirildi.

Mehmet Tevfik Bey'in Hidivliği Mısır'da millî heyecanı kuvvetlendirdi, hele de "Miralay Ahmet İrâbî Bey'in idare ettiği hareket büsbütün alevlendi."

Millî heyecanın kıvılcımları İngiltere ve Fransa'ya kadar sıçradı. İki devlet de filolarım Mısır'a gönderdi. Mısır işini iki devletin halli kolayda, sonra kendi aralarında nasıl anlaşacaklar? İngiltere, ezeli rüyası olan Hindistan'a, Süveyş kanalını kullanıp en kısa zamanda varmayı hesap etmekteydi. Bunun için Fransa'yı Süveyş kanalından uzak tutmak lazım. Fransa, İngilizlerin tek başına mirasa konmasını istememekte.

Vaziyetin İngilizler lehine görünmesi, Fransızları İstanbul'da bir konferans toplamaya teşvik etti.

Fransa hem İngilizlerin tutumundan, hem de millî güçlerin davranışından şikayetçiydi. Bunun için İstanbul'da konferans toplandı. Düveli muazzama Bâb-ı âliden Mısır'a üç aylığına asker gönderip asayişi teminini istedi. Sultan Hâmid Mısır'da Mısır milliyetçilerine karşı Türk askerinin kanı dökülmesini istemiyordu. Neticede, Mısır İngilizlerin emellerine hazır hale getirilecek, Sultan Hâmid Hıristiyanlara hizmet etmiş olacak, bunun kabulü mümkün değildi.

Mısır'a Derviş Paşa başkanlığında bir heyet gönderildi. Yerli askerleri İngiliz ve Fransızlara karşı ayaklandıranlar İstanbul'a davet edildiler. Onlar gelmeyi kabul etmedi. İngiliz ve Fransızlar Mısır hükümetini tehdide başladılar. Tam bir kargaşa ortamı hâkim olmuştu. Yerli halk zaptedilemez haldeydi.

"Şehirdeki Avrupalılara taarruz edildi, evleri yağmalandı, birçok kimse öldürüldü. İngiliz, İtalyan, Rus ve Yunan konsoloslarıyla ileri gelen ecnebilerden birçokları yaralandı."

İngilizler tahrikle halkı bu vaziyete getirdiler. Bundan sonra önüne geçilemeyecek bir harp geliyor demekti. İrâbî Paşa İskenderiye'nin etrafını tahkime başladı. İngilizler bu tahkimatın kaldırılması için 24 saatlik süre tamdı. Cevap alamadı ve ondan sonra Amiral Seymour sabahleyin İskenderiye'yi topa tuttu. Altı buçuk saat sonra istihkamlardan beyaz bayraklar çekildi. İrâbî Paşa'nın gücü buraya kadar. İngilizlere silahla karşılık verme imkânından mahrum olan İrâbî Paşa askerini alarak şehirden ayrıldı, 12 Temmuz Çarşamba günü İngilizler karaya çıkmaya başladı. Hidiv Tevfik Paşa Kahire'ye giren İngiliz askerinin geçit resmini 15 Eylül Cuma günü gurursuzca seyretmek mecburiyetinde kaldı.

İrâbî Paşa kaçmıştı, yakalandı ve İngilizler tarafından Seylân adasına sürüldü. Mısır böylece İngiliz işgaline düştü. Bundan sonra Mısır'a bir "İngiliz müstemlekesi" dense yanlış olmayacaktır.

Sultan Abdülhâmid'in boğazını sıkan seneler üzerine devrilen ateş dağları ve tam uyum sağlayamadığı vezir-i âzamlar resmi geçidi. 12 Temmuz 1882'de Küçük Said Paşa üçüncü defa geldiği sadârette 4 ay, 20 gün kaldı, yerini Ahmed Vefik Paşa'nın ikinci sadâretine terketti. 30 Kasım'da gelen Ahmet Vefik Paşa iki gün sonra mührü aldığı kişiye geri verdi. Said Paşa dördüncü sırasını değerlendirme azminde.

Bulgaristan'ın Büyümesi (18 Eylül 1885)

Berlin kongresinde kaderi çizilmişti. (1878) Zaman işledi, günler geçtikçe varılacak yer görünmeye başladı. İstikbal, kendisine ekilen tohumun meyvesini vermek mecburiyetindedir. Yalnız, onun da tıpkı doğumlar gibi bekleyeceği bir zaman dilimi var.

Rusya'nın Balkan siyâseti, öncelikle Osmanlı'nın oralardan kovulmasına dayanıyordu. "Büyük Bulgaristan" dediler, bilâhare bundan vazgeçildi. Biri Türkiye'ye bağlı "Şarkî Rumeli Prensliği" diğeri, kuzeyde bağımsız Bulgaristan Prensliği. Rusya, bağımsız Bulgaristan'ı ordusuyla destekledi; buna karşılık minnet bekledi. "Ancak Bulgarlar her şeyden önce milliyetçiydi, Osmanlı'nın yerine, Rus egemenliğine girmek istemiyorlar, Çar'ın memurlarının üstünlük havası taslamalarından hiç de hoşnut bulunmuyorlardı. Bu yüzden, şaşılacak kadar kısa bir süre içinde, minnet yerini düşmanlık ve kuşkuya bırakarak bölgedeki Rus politikasını zayıflattı."

Bulgarlar birleşme peşindeydi. Uygun ortamın hazırlanmasını beklediler, o an gelince de birleştiler. Osmanlı Devleti'nin görmezden gelmesi mümkün olmadığı gibi, müdahale de sakıncalıydı. Nicedir hareketsiz oturan devlet bedenine felç geldiğine inanıyor, ayaklarını oynatmaya çekiniyordu. Sırbistan ile Bulgarlar arasında bir anlaşmazlık çıktı. O zaman, Sadrâzam Küçük Said Paşa askerî müdâhaleyi gündeme getirdi. Diğer Erkân-ı Devlet ve devletin başı pâdişâh siyâsî çözümü savundu, tabiki ikincilerin dediği yapıldı.

Sultan Hâmid'in siyâsî dehâsı yerli-yabancı bütün tarafsız fikir sahiplerince takdir edilir. Bulgar meselesine yaklaşımı, "Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye" adlı kitapta bakın nasıl anlatılıyor: Abdülhâmid'in "yükümlülüklerini yerine getirmekten hep kaçınan yabancı devletlere güveni kalmamıştı. Bu yüzden Aleksandr'ın Rus Çarı ile kavgasından yararlanıp, Bulgaristan'ı Rusya'dan uzaklaştırma ve böylece Rusların daha fazla yayılmasını önleme çabalarına girişti. Bulgaristan yine pâdişâhın egemenliğini kabul etti. Prens Aleksandr da beş yıl süreyle Doğu Rumeli Valiliğine atandı. İki vilâyet arasında böylece bir birleşme sağlanmış oldu. İstanbul vergi almaya devam etti." Yazarlar, ayrıca, Abdülhâmid'in iyi bir sonuç aldığını belirtiyorlar. Aleksandr'ın valiliğe tayinine mukabil Rupçoz ve Kırcaali nahiyelerinin Türkiye'ye bırakılıp, Edirne'ye bağlanmış olması, bu meselenin siyâseten hallindeki faydayı katmerlemektedir.

İki Ölüm

Çok mühim şahsiyetlerin ebediyete intikalleri, devamlı bahsimizin dışında tutuldu. Farklı tasavvurlarıyla tanınan iki kişinin ölüm haberini vermeden geçmeyelim, dedik. Hayatlarından bahsetmeyeceğiz. Bunlardan birisi Namık Kemal; Yeni Osmanlılar Cemiyetinin bir ferdi idi. Milliyetçiliği -herhalde- birinci vasfıydı.

Biz ol nesl-i kerim-i dü'de-i osmaniyanız kim

Muhammendir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetden

Biz ol âl-i himen erbab-ı cidd-ü içtihadız kim

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretden

Namık Kemal bu şiiri söylemişti. Maceralarla süslü hayatını Midilli Mutasarrıfı olarak noktalamıştır. Vasiyetine uyularak Bolayır'a getirilen cenazesi Süleyman Paşa türbesi yakınına defnedildi. Sultan Hâmid masrafını karşılayıp güzel bir kabir yaptırdı. (2 Aralık 1888)

Diğer ölüm haberi Ahmet Vefik Paşa'nındır. Ahmet Vefik Paşa sadâret adını, başvekalet olarak değiştiren sadrâzamdır. Bursa valiliğinde farklı kişiliğini gösteren, Bursa'ya tiyatroyu getiren insandır. Yeniliklerden hoşlananlar onu sever, aksi olanlar sevmezdi. Şakacıydı. 1 Nisanda ölerek son şakasını yaptı. (1891)

30 Eylül 1895 (Ermeni Patırtısı)

"Anadolu'nun fethiyle Türkiye Devleti'nin kurulmasından itibaren dilini, dinini, mezhebini ve milliyetini Türk adaletinin bahşettiği imtiyazlar sayesinde muhafaza eden, Türk ordusunun müdafaa ettiği topraklarda asırlarca her türlü emniyet ve masuniyet esbabı içinde ticaret ve ziraatle meşgul olan" Devlet hizmetine de girip vezarete kadar yükselen Ermeniler, Türkiye'nin zayıf günlerinde yanlış iş yaptılar. Rusya'ya, İngiltere'ye güvenerek doğuda bir Ermenistan kurulması için faaliyete geçen Ermeniler, altı vilayeti istiyorlardı. Bugünkü 12 vilayetimizle bir ilçemizin bulunduğu toprakların bir Ermeni yurdu olması tabii ki kabul edilemezdi. Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Hakkari, Bitlis, Muş, Siirt, Diyarbakır, Mardin, (Ma'mûret ül Aziz) Elazığ, Malatya, Bingöl, Sivas, Amasya ve Tokat, bir de Şebin Karahisar... istedikleri yerlerimizdi.

Ermenilerin bu isteğine Sultan Abdülhâmid'in cevabı:

"Şarki Anadolu'yu muhtariyete ******ürecek 'Islâhat'ı kabul etmektense ölmeyi tercih ederim!"

Çeşitli isimlerle teşkilâtlar kurup emellerini gerçekleştirmeye çalışan Ermeniler, Türkiye'ye zarar vermişlerdir amma kendileri bir şey kazanamamıştır. Bizim uyum içinde yaşadığınız Ermenileri Rus Ermenilerinin kandırdıklarını İ.H. Danişmend söylüyor ki doğru olması lazım. Türklere kimler tekme vurmaya çalışmadı ki! Bizim, bağrımıza basıp, kendi ırk ve dindaşlarımızdan ayırmadığınız Ermeniler fırsatı niye kaçırsın!

Osmanlı Devleti'nden genişçe bir mıntıkayı isteyen Ermenilerle ilgili bir miktar bilgiyi dindaşlarından olan Stanford Shaw'dan aktarıp, yabancı gözünün onları nasıl gördüğünü anlayalım. İşte bir Hıristiyan Profesörün yazdıkları:

"Ermeniler Osmanlı ticaret ve sanayiinde her zaman önemli bir rol oynamışlar, Ortadoğu geleneklerine göre sarraflık, kuyumculuk, dış ticaret, inşaat, tıp ve tiyatro alanlarında uzmanlaşmışlardı. (...) Yabancı dil bilmeleri, maliye ve ticarette deneyimli olmaları yüzünden, gayet karmaşık olan Tanzimat yönetiminde, özellikle maliye, içişleri, dışişleri, eğitim, adalet ve bayındırlık bakanlıklarında yükselmişlerdi. Ayrıca posta, telefon, sayım ve demiryolu hizmetlerinde de önemli memurluklarda bulunuyorlardı. Bazı Avrupalı gezginlerin padişahın topraklarında iki milyondan fazla Ermeninin yaşadığını ileri sürmelerine karşın, kimlik cüzdanı yoluyla nüfusu izleyen Osmanlı nüfus idaresi, kadın ve erkek olmak üzere Gregoryan milletinin 988.887 Ermeniden oluştuğunu saptamıştır. Ülkedeki 160.166 Katolik ve 36.339 Protestanın Ermeni kökenli olduğu düşünülürse İmparatorlukta 1.125.000 Ermeni olduğu ortaya çıkar ki, toplam 20.475.225 olan nüfusun yalnızca yüzde 5.5'idir."

Ermenilerle ilgili anlatılanlar çok fazla. Hareketlerinin yanlış olduğunu sayfalar dolusu bilgiyle tasdike çalışmayacağız, zaten kâinat biliyor. Bir defa kafalarına bağımsızlık fikri sokulduktan sonra, yaptıklarının yanlışını doğrusundan ayırmaya kendi güçleri de yetmiyor.

Balkanlar'dan Türklüğü sürgün etmeye çalışan Rusya, Anadolu'da yeni bir silahı denemeye kalkıştı. Mesele, ölüsü bile haşmetli olan Osmanlı Devleti'ni kabre gömmektir, acilen...

Birinci ayaklanmalarında elde edemediklerini sineye çekmek istemeyen Ermeniler 10 ay 26 gün sonra tekrar sahneye çıkıp Osmanlı bankasında bomba patlatmaya kalkışırlar (26 Ağustos 1896) İngiltere, Rusya ve Fransa yine (Vilâyât-ı Sitte) ıslahatı isterler. Yani, doğudaki 16 vilayette Ermenilere muhtariyet. Bu seferki olayın elebaşısı ise Ermenilerin din adamları İzmirliyan'dır. Kudüs'e sürülüp Kudüslüyan olur Patrik cenapları!

Ermenileri baştan çıkaran devletlerden biri de İngiltere'ydi. Sultan Abdülhâmid bu yüzden İngiltere'yi Osmanlı Devleti'nin bir numaralı düşmanı sayıyordu. "Bu konuda Prof. Vambery'ye aynen şöyle demişti: "Hele Ermeni sorununda" İngilizlerin gözleri hiçbir şeyi görmez olmuştur; emelleri "Bulgar Mezâlimi" yaygaralarını bir kez de burada tekrarlayarak, tıpkı Bulgarların imparatorluktan ayrılışında olduğu gibi, Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaktır. Benden de sadece üçte biri Hıristiyan ve gerisi Müslüman olan bir bölgeyi elden çıkarmamı bekliyorlar..."

Yunanistan'a Harb İlanı (18 Nisan 1897)

Yunanistan, Berlin anlaşmasında, bedavadan Tesalya ile Narda kazasını almıştı. Osmanlı Devleti'nin budanan dallarından büyük büyük parçalar koparmaya azmetmiş, pusuda bekliyorlar. İlk ağızda düşündükleri Girit adasıyla Epir kıtasının ilhakı. Kurdukları kanlı çeteler bu uğurda faaliyet içerisinde.

Bulgaristan'ın birleşmesi Yunanlılar'a ayrı bir cesaret verdi. Ermeni meselesinin getirdiği meşgale fırsat sayıldı ve "Deli Yani" kabinesi heyecana geldi. Etnik-i Eterya cemiyetinin Yunan umumî efkarondan gördüğü hüsnü kabul, zaten 1890'dan itibaren Girit'teki hareketi artırmıştı. Müslümanlara karşı çete savaşı devam ederken Yunanlı Rumlar, donanma göndermesi yolunda hükümeti tahrike başladılar. İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'nın istememesine aldırmadan Yunanistan Girit'e asker çıkardı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti de Yunanistan'a harb ilan etmek zorunda kaldı. (18 Nisan 1897)

Ve Harb

Aslında büyük bir savaş yaşanmadı. Abartılacak sahneler mevcut değil. Yine de Girit'te girişilen "Rum Harekâtı" üzerine kitaplar yazılacak kadar önemlidir.

Kendisini, çok eski ve o derecede önemli bir medeniyet mirasçısı gösteren, bunda gerçekten başarılı olan Rumlar bütün Avrupa'nın nazlı prensi gibiydi. Girit üzerinde bitmek bilmeyen emeli Rumları her türlü harekete sevk ediyor, Hıristiyan devletlerin teveccühü, cesaretlerini kışkırtıyordu.

Küçük çaplı olsa da bir Türk-Yunan savaşı meydana gelmişti. Bu savaş müddetince Saray'ın yaşadığı sıkıntının şahitlerinden olan Ayşe Osmanoğlu, hem o telaşenin nasıl yaşandığım, hem de babası Sultan Abdülhâmid'in halini anlatıyor.

"Babam Harem'e pek az geliyor, bazen yemeği bile ayakta yiyip hemen Selamlığa çıkıyor, masasının başına geçip şifre kâtiplerini huzuruna getirerek telgraflar çektiriyor, emirler veriyordu. (....) Muzafferiyet haberleri geldikçe hemen secdeye kapanıyor, dua ediyor, musahiplerini, çıkan gazete ilaveleriyle bize gönderiyordu. (....) Babam, İkinci Hazinedar'ı, "Yaralı askerlerime çamaşır yetiştirsinler, dualar etsinler" diye günde iki üç defa gönderiyordu. Eski kalfalar her tarafta şehitlerin ruhuna okuyor, gazilerin ruhuna dualar ediyordu..."

Askerler cephede savaşır, ter akıtır, kan döker, can verirken pâdişâh başta olmak üzere bütün saraylılar üzerine düşeni yapıyordu. Dikiş makineleri hani harıl çalışıyor, cepheden gelen yaralılara hasta gömlekleri dikiliyordu. Ayşe Sultan diyor ki: "Ben dokuz yaşlarında bir çocuk olduğum için büyük bir işe yaramıyordum. Ama makinelerin başında oturuyor, düğme dikmek, bazı küçük işleri yapmak ve sargı sarmakla uğraşıyordum."

Sultan Abdülhâmid'in ünlü marangozhanesi bile vazife değiştirmiş, Revir olarak işe yarıyordu. Pâdişâh testereden, hızardan elini çekmiş, devamlı yaralıları ziyaret edip, onların ihtiyaçlarını tespite çalışıyor, bir an evvel sıhhate kavuşmaları için üzerine düşeni yapıyordu.

Hatıratından istifade ettiğimiz Ayşe Sultan harbin zaferle bittiğini yazıyor. Fakat bu sadece barış idi.

Ne Yunanistan ne de Türkiye kendi başlarına hareket edecek durumda değillerdi. Büyük devletlerin istediği olacaktı. Onlar ise "5 Kasım'da Girit'teki Osmanlı askerî ve mülkî kuvvetlerini zor kullanmak suretiyle adadan çıkardılar. Dört devlet, adayı aralarında taksim edemezdi; çünkü çok küçüktü. İçlerinden birisine veremezlerdi; çünkü çok önemli idi. Yunanistan'a ilhak edemezlerdi; zira Yunanistan için de çok büyüktü. Nihayet karar verdiler. Ada, Osmanlı hâkimiyetinde kalmaya devam edecek, Yunan Prensi Yorgi, umûmi vali tâyin edilip onun tarafından idare edilecektir."

Rus Çarı, Abdülhâmid Han'a bu isteği bildirince, ne çare ki "emir büyük yerden geldi" deyip boyun eğilecektir. Girit'ten Anadolu'ya göçler başlar... Böyle şeylere alıştık nasıl olsa. Balkanlar'dan da, Kafkas'lardan da çook gelenler olmuştu.

1897, 4 Aralık Cumartesi: Türk - Yunan sulhu.

18 Aralık, Girit'in muhtariyeti.

4/5 Nisan 1900. Gazi Osman Paşa'nın ölümü.

5 Kasım 1901 Fransızların Midilli'ye asker çıkarması.

1902, 21 Eylül Pazar: İlk Makedonya ihtilâli. Makedonya ihtilâle çok müsait bir yapıdadır. Nüfusunun yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan ve idaresi Türklerin elindedir. Makedonya'nın "dörtte biri Makedon ve Bulgarlardı" dörtte biri de, Romenler, Sırplar, Yunanlar, Yahudi, Ermeni, Boşnak, Çingene ve Hırvat'tı. Müslüman kesimin ekseriyeti Türk, azı Arnavut idi.

Bulgarlar "Makedonya - Edirne ihtilâlci dâhili teşkilâtı" adında gizli bir cemiyet kurdular... Bunların tek hedefi Türkler değildi; diğer kavimleri de bertaraf ederek, Makedonya'nın hâkimi olmak sevdasındaydılar. "Siyasi dehâ" olduğu ileri sürülen Sultan Abdülhâmid burada dahi kendini gösterdi; diğer Hıristiyan kavimlere de çete kurmaları için yollar açıp, Hıristiyanları biribirine düşürdü.

Bulgarlar, büyük devletlerin aracılığıyla Türkiye'den tavizler koparmaya çalıştılar, fakat Abdülhamit Han hiçbir tavize yanaşmadı ve Bâb-ı Âli'de bir "Rumeli Vilâyâtı Islahat Komisyonu" kurulup, reisliğine de Ferid Paşa getirildi.

Bulgar ihtilâlcilerinin tesiri bizim üçüncü ordumuzun subaylarına iyi gelmeyip "başka bir ruhi halet içine düştüler. Her an bir Bulgar bombasının tehdidi altında yaşadılar. Ruhen ihtilâlci oldular ve 1908'den itibaren Makedonya'da öğrendiklerini bütün Türkiye'de uygulamaya kalkarak, on yıl geçmeden tarihteki son Türk İmparatorluğu'nu temellerine kadar yıktılar."

Bomba Olayı (21 Temmuz 1905)

Sultan Abdülhamit 29 senedir Türkiye tahtında oturmaktadır. Aslında oturmaya çalışmaktadır, demek daha doğru olurdu. Çünkü onu istemeyen düşmanları pek çoktu. Hem içeriden hem dışarıdan kuyusunu kazmaya gayret edenlerle, maharetle uğraşarak bugünlere gelmişti. Adeta kulübeyi ayakta tutan son direk gibiydi. Onu da, bir çele-bilseler bina yıkılacaktı. 63 yaşına değmişti. Yunanistan'ın çıkışlarını başarısız bıraktığından dolayı Rumlar, doğuda Ermenistan'ın kurulmasına izin vermediği için Ermeniler can düşmanı idiler. Müslüman azınlıkların çok sevmelerine karşılık, Yahudi azınlığı da Abdülhamit düşmanlığıyla bilenmişti. Dünya Siyonist teşkilâtı Filistin'e bir miktar Yahudi yerleştirilmesine müsaade almak için Pâdişâha 10 milyon altın teklif ediyorlar; aldıkları cevap, "hayır" oluyor. Para teklifini yapanlardan birisi Theodor Henzl'dir.

Theodor Henzl'in tercüme edilen hatıralarında Abdulhamid Han'ın devlet adamlığını öğen sözler doludur. Filistin meselesine aldıkları cevabın bir cümlesi şu: "Türk imparatorluk toprakları bana değil, Türk milletine aittir..." Pâdişâh 10 bin altını reddettiği günlerde Türkiye'nin maddi sıkıntıları had safhada idi; ama bu sıkıntıyı kesinlikle toprak satarak düzeltmeyi istemeyen Pâdişâh, ne yazık ki kötü neticeyi de hissediyordu. Yahudilerin, ileride emellerine erişeceklerini söylüyordu. Doktor Atıf Hüseyin Bey "Nasıl olur?" deyince de "Para kuvveti her şeyi yapar." demişti.

Abdulhamid'in düşmanları çoktu, en hararetlileri olan Ermeniler canına kasd etmek için çareler arıyorlardı. Müşterek bir plânla mı yoksa sadece Ermenilerin planıyla mıdır, bir öldürme teşebbüsü var. Abdülhâmid Han çok kuvvetli hafiye teşkilâtıyla maalesef bu teşebbüsü öğrenememiş...

Viyana'da yaptırılıp İstanbul'a getirilen çok özel bir arabaya çok kuvvetli patlayıcılar yerleştiren hainler, zamanı da gayet iyi ayarlamışlar. Sultan Hâmid'in Cuma Namazı'ndan çıkıp arabasına binmesi tam bir dakika kırk iki saniye sürüyor. Bütün hesaplar buna göre yapılmış. Pâdişâhın saltanat arabasının yanında duran araba gayet iyi işliyor, Pâdişâhın camiden çıkışı da uygun. Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi bir şey arz etmek için Pâdişâhı bir dakika oyalamasaydı her şey istedikleri gibi gidecekti. Fakat bir dakika bütün plânlan altüst etti.

Bomba, görevini ihmâl etmez. Alacağı kadar can alır. Ve korkutacağı kadar da korkutur. Ölen 26, yaralanan 58 kişidir. Korkan, ödü kopan yüzlerce, belki binlerce insan. Yalnız bunların içinde Sultan Hâmid yoktur. Sultan Hâmid'in o anki halini yanında bulunan Başkâtip Tahsin Paşa şöyle anlatıyor: "Hiç korku ve telâş eseri göstermedi, yalnız benden 'Ne var?' diye sordu."

Korku ve telâşla kaçışanları sakinleştirmeye çalışan da Pâdişâh olmuştu: "Korkmayın, korkmayın."

Son zaman yazarlarından "bazıları" Sultan Hâmid'e bir yığın sıfat yakıştırmışlar; bunlardan birisi de korkaklığıdır. Yukarıdaki olay ve olaydan sonraki tavrı "bazılarını" yalancı çıkarmaya kâfidir. Başarısız suikast, hazırlanışı itibariyle mükemmeldi. Kıl payı, şans eseri yahut Takdir-i İlâhî... Hangisi olursa olsun, bir sebep Sultan Hâmid'i ölümden kurtarmıştı. Hedeflerine varamamanın üzüntüsü Ermenilerde uzun zaman sürecek, varsın üzülsünler, doya doya ağlasınlar, saçlarını başlarını yolsunlar... Ermenilere her türlü üzüntü helâl! Bütün arzulanın önündeki kocaman bir kayayı parçalayacak dinamitleri, kayadan bir kum tanesi alamamıştı. Kendilerini kiliselerinin önünde Rus halatıyla assalar kimse çok görmez...

Yalnız, bizden birinin derin üzüntüsünü Türk milletinin anlaması da mümkün değildir. Ermenilerin suikasdına kurban gitmeyen Pâdişâhı için destanını beklerdik, büyük şair Tevfık Fikret'in. O ise:

Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın

Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!

diye üzüntülerini dile getirdiği manzumesinin bir yerinde de şu sözleri söylemekten bile haya etmez.

Her yerde hiss-i halâsın muharriki

Bu şair, galiba pişmanlık duyduğunu da açıklamamış. Ne hikmetse bu milletin fertlerine, hâlâ bu adam sevdirilmeye çalışılır!!

Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda Tevfik Fikret öğretilir. Büyüklüğü körpe hafızalara işlenir. Bu nasıl millîlikse! Şu "herhalde kelimesini çok kullanıyorum, bütün manasıyla yine kullanacağım. Tevfik Fikret'in Ermeniler için yazdığının benzerini yazan bir şair bir başka ülkede olsa, herhalde buradakinin tam aksi olurdu.

Anarşist Jorris ve Sultan Hâmid

Sultan Hâmid'in fevri davranışları hiç yok gibi. Normal bir insan, başından böyle bir bomba olayı geçtikten sonra, buna sebep olanları en ağır biçimde cezalandırırdı.

İlk yapılan iş bomba hâdisesinin faillerinin ortaya çıkarılması idi. Vazifeliler, hakkıyla yürüttükleri çalışmayı başarıyla neticelendirdi. Suçlular yakalandı. Bunlardan biri Jorris adlı bir Belçikalı. Jorris ne yaptıysa hepsini itiraf ettiği gibi, Belçika sefirinin önünde en ağır cezayı hakkettiğini de itiraftan çekinmedi. Bombayı getiren, fitili ateşleyen kişi olduğunu söyledi. Çıktığı mahkeme, bu Jorris'e idam cezası verdi.

İlginç olan bundan sonrasıdır. Hemen boynuna ip geçirilecek değil ya; önce bir hücreye atoldı. Buradan Darağ-cı'na ******ürülmeyi beklerken, kendisini alanlar doğruca saraya ******ürdü. Sultan İkinci Abdülhâmid Jorris'in bütün suçlarını affetti. Artık hür bir insan olmuştu ve bir iş teklifi aldı Sultan'dan.

Ermeni komiteleri hakkında malûmat toplayıp, pâdişâha bildirmesi karşılığında maaşa bağlandı. "500 altın harcırah ihsan edilerek Sirkeci'den şömendifere bindirildi ve gitti. Sultan Hâmidi ithaf etmek için vazife kabul etmiş olan Jorris çok geçmeden Sultan Hâmid'in hafiyeliğini alarak Avrupa'ya döndü ve bir hayli hizmet etti."

Sultan Hâmid, kötüleriyle uğraşmak mecburiyetinde olduğu Ermenilerin iyilerini çok seviyor. Bir zamanlar Türklerden ayrı görülmeyen iyi Ermeniler -hâlâ da iyileri vardır- ve Sultan Hâmid'in anlattıkları:

"Babam Sultan Mecid zamanında bilirim; kilercilere varıncaya kadar Ermeni idi. Eski bir aile bilirim, validemin terzisi idi. Âdeta Harem Ağaları vazifesi onlara verilmişti. Bütün vüzerâ, Kübera konaklarında Ayvazlar, mutemetler onlardı. Pederim her hafta Gümüş Gerdanlar ailesine gider, orada yemek yerdi. Onlar da gelirler, Harem-i Hümâyunda kalırlar yatarlardı."

Bir Ermeni aile pâdişâhla bu derece yakın dostluk kurabilmiş, pâdişâh o aileyi ailesinden saymış ve sonra nerelere gelinmiş.

Sırf İstanbul'da meydana gelen bir olay değil, başka olaylar da var. Daha önce de olmuştu. Anadolu şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde Ermeni tedhişi devam ediyor ve edecek...

Akabe Meselesi (1906)

Yavuz Sultan Selim'le başlayan İslâm Halifesi sıfatı bütün Osmanlı Pâdişahları tarafından kullanılagelmiştir. İngilizler, Hilâfetin kendilerine zarar verdiğini farkederler, Asya'da, Afrika'da emellerinin aksamasına sebep olan bu meseleyi halletmek isterler. Osmanlı Türk Devleti'nin görünürdeki en büyük dayanağı hilâfettir. Kuvvetli zamanlarda Pâdişâh olanlar bu gücü kullanma ihtiyacı duymamışlardı. Sultan Abdülhâmid, Medine'ye kadar demiryolu döşetip, Arap Yarımadası'na asker şevki için imkân hazırlayınca, ayrıca Hac'a gidiş gelişleri de kolaylaşınca, İslâm âleminde itibarı bir kat daha artmıştı. Bunun yanı sıra Bağdad demiryolu imtiyazını da Almanlara vererek, İngilizlerin gözünden iyice düşmüş oldu. Mısır'ı işgalinde tutan İngiliz hükümeti rahatsızlık duymaya başlamıştı. Kendi varlığının hiç bir ehemmiyeti olmadığı halde, bulunduğu yer itibariyle önem kazanan Akabe, Türk - İngiliz savaşına vesile oluyordu. Bazı çarpışmalar olmakla beraber önemli bir şeyin çıkmasına Abdülhâmid'in kararlı tutumu engel olmuştur. "Ceziret-ül Arab-ı Kuveyt-Akabe-San'â kıskacıyla boğmak isteyen İngiliz emperyalizminin yalnız Kuveyt'te muvaffak olmasına mukabil, diğer iki noktada Hilâfet siyaseti üstün gelmiştir."

İkinci Meşrutiyet'in İlânı

Türkiye'de tutunamayıp, Avrupa'ya kaçan heyecanlı gençlerin meydana getirdiği yeni Osmanlılar, şimdi yeni isimlerle ve yeni bir isimle anılıyordu (İttihat ve Terakki). "Bu cemiyet, 1890 yılında Türk asıllı olmayan bir kısım Harbiye ve Askeri tıbbiye talebesi tarafından, gizlice ve Sultan Hâmid rejimine karşı kurulmuştu."

Paris'te kümelenen, oradan Abdülhâmid aleyhine neşriyatta bulunan, bu neşriyatı Makedonya yoluyla Türkiye'ye de sokan İttihatçıların arasında Türk olmayanlar da bir hayliydi. İttihatçılara destek olan yabancılar ise, sayılamayacak kadar... Ortada, bir irice kurban bulunuyor ve herkes onu, bir tarafı için boğazlamaya çalışıyordu. Kimi derisinden giyecek yapma hayalindeydi, kimi ciğerlerine, kimi butlarına, kimi başka yerine göz koymuştu. Kendi aralarında başka meselelerde hiç anlaşamayacak nice insan, Abdülhamit Han'a düşmanlıkta gayet rahat bir noktaya vurabiliyorlardı.

Doğu Anadolu meselesinden dolayı Ermeniler, Filistin meselesinden dolayı Yahudiler, Hilafet yüzünden İngilizler, Boğazlar yüzünden Rumlar, Yunanlar, Bulgarlar vs. vs... hepsi Abdülhâmid düşmanı idiler.

Abdülhâmid Han'ın karşısında bir hayli tanınmış isim de vardı. Abdullah Cevdet, Midhat Paşa'nın oğlu, Prens Sabahaddin vs. Bu Sabahaddin Efendi, Abdülmecid'in kızdan torunudur. Pâdişâhın eniştesi Mahmud Celaleddin Paşa'nın oğludur ve Abdülhâmid'e yeğen düşer. Şehzade olmak için aranan şartlan haiz değildir. Şehzade olmayana da Prens denemez. İ.H. Danişmend'e göre Sabahaddin 'Prens' olarak anılamaz.

Prens denen Sabahaddin Bey'in babası Sultan Aziz'in katillerindendir, diye yargılanıp suçlu bulunmuştu. İdam cezası alıp, Sultan Hâmid tarafından müebbete çevrilmiş, bütün nişanlarından soyutlanıp, zevcesinden de boşanmış idi. (1881)

Bu Sabahaddin, Abdülhâmid Han'a karşı olanlar tarafından çok takdir edilir. İ.H. Danişmend ve Yılmaz Öztuna gibi tarihçilerden tanıdığımız Sabahaddin pek yaramaz bir adamdır.

"Paris'te 'Prens' Sabahaddin Bey'in riyaset ettiği bir 'Ahrar-ı Osmaniyye Kongresi' toplanmıştır. Bu kongreye Türk, Arap, Kürt, Arnavut vesaire gibi Müslüman unsurlardan başka Rum ve Ermeni murahhasları da dahil olmak üzere yetmiş kadar âzâ iştirak etmiş ve netice olarak Türk tarihinin ebediyyen lanet edeceği bir takım yüz kızartıcı kararlar verilmiştir. Bu masum kararnamenin meşrutiyete ait maddesinden mâdâsı Türk vatanına çevrilmiş birer hançer mahiyetindedir!" (İ.H.D.)

Yılmaz Öztuna'ya göre de "arkasında İngiltere olan bu karektersiz adam" Pâdişâhı, dolayısıyla devleti aleyhine çalışmıştır. İsimlerini saymadıklarımızla beraber yekûnu bir hayli kalabalık olan cemiyet üyeleri aralarında tam görüş birligine sahip olamadıkları için, Osmanlı Devleti aleyhine kararlar alırlarken de çok tartışırlar. Ve cemiyetlerini Paris'ten Selanik'e taşıyıp, Manastıra da şube açarlar.

"1908'de, az mübalağa ile Üçüncü Ordu'nun bütün genç ve küçük rütbeli subaylarının ittihada oldukları söylenebilir. Kur'an, Bayrak ve Silah üzerine yemin edilerek gözleri bağlı olarak cemiyete girebilebiliyordu. Emirleri komite erkânından alıyorlardı. Emirleri yerine getirmek istemiyenler öldürülüyordu. Kendi kumandanlarından değil, komitecilerden emir alan subayların idaresindeki bir Üçüncü Ordu'nun durumu düşünülebilir.."

"Birçok küçük rütbeli subay, Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunu Said Halim Paşa, yine o sülâleden Ömer Tosun Paşa, Talat Efendi, Enver Bey, Niyazi Efendi... Son üç kişi meşhurdur! Ve Erkân-ı Harb Kolağası (kurmay kıdemli yüzbaşı) Mustafa Kemâl Efendi (Atatürk) de cemiyete girmiş, sonradan çıkmıştır."

Mustafa Kemâl niçin çekilmiştir bilmiyoruz. Yalnız, Fethi Okyar hatıratında "Mustafa Kemal rejime karşı tutumundan askeri mahkeme önüne çıkarılmış, Şam'a, devamlı gözaltında bulundurulması kaydıyla gönderilmişti." diye yazıyor, ki, bu tarih de 1908'den evveldir.

İttihad ve Terakki'ciler yabancı konsolosluklardan bile yardım istemişler Meşrutiyetin ilanı için. Zaten Pâdi¬âhın da hazırlık içerisinde olmasına, aslında meclis-i mebusanın kaldırılmış değil tatil edilmiş bulunmasına rağmen, yeniden ilan edilmiştir.

"Meşrutiyet'in ilânı ile 'merkez-i umûmi' denen genel merkezini Selanik'te muhafaza eden İttihad ve Terakki, Fransız İhtilâli'nin prensiplerini taklit ederek ortaya attığı 'hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet' umdelerinin fiyasko verdiğini, az zamanda göstermiş ve bizzat kendisi görmüştür."

İkinci Abdülhâmid'i bazı yönleriyle takdir, bazı yönleriyle tenkid eden Yılmaz Öztuna, İttihad ve Terakki'nin uğraşıp, istediğini elde ettiğini söyler ve der ki, "Ancak bu Türkiye tarihi ve Türklük bakımından pek hayırsız bir zafer olmuştur. İtalya, Balkan ve Cihan savaşları ile milli mücadele, bu uğursuz zaferden hemen sonra, 1911'den 1922'ye kadar Türk milletini onbir yıl nefes almaksızın savaşmak zorunda bırakmış, düşman sürüleri Ankara kapılarına kadar gelmiştir."

İkinci meşrutiyetle ilgili Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa'nın söyledikleri çok önemli olmalı. Birkaç cümleyi "Yıldız Hatıraları" adlı kitaptan aktarıyor, Sultan Hâmid'i, en yakınında bulunan kişinin kaleminden takip ediyoruz:

Yeni bir şeylerin yapılması fikri Sultan Hâmid'in beynine yerleşmişti. Memleketin gidişatı memnuniyet verici değil, lâkin ne yapmalı, nasıl yapmalı? Bu düşüncelerle, Avrupa Kanun-ı esasilerinin birçoklarını getirtip, tercümelerini emreden Abdülhâmid Han memleketin, milletin iyiliğine olanları almaya çalışıyordu. Sadrâzam falan olursa, filan olursa daha iyi şeyler yapılır fikrini ortaya atanlara pâdişâh şöyle cevap veriyordu:

"Neme lâzım benim Ferid Paşa, Sâid Paşa, bunların biri gitmiş ötekisi gelmiş bunun hiç ehemmiyeti yok; bir hükümdar için lâzım olan şey memleketinin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanûn-ı Esasi'nin ilânında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu; Türkün menfaati mahfuz kalır mı, bunu kestiremiyorum."

Memleketin durumu ne kadar fenaya gidiyor ki, Sultan Hâmid gibi bir zekâ bile bunalmış, milletinin selâmeti için tavsiye edilen her ilacın denenmesine rıza gösteriyor. Tam olarak neyin iyi olduğunu anlamakta, çareler içinde seçim yapmakta Sultan Hâmid de zorlanıyor.

Netice itibariyle macera heveslilerinin zoruna boyun eğiyor. Kanûn-ı Esâsi'yi gönülden isteyip istemediğini Tahsin Paşa dahil hiç kimse anlayamamıştır, ama gerçek şu ki Kanûn-ı Esâsiye geçilmiş, yukarıda bahsedildiği gibi, böylece de Osmanlı Devleti'nin ipi hızla çekilmiştir.

İsmail Hami Danişmend'in Meşrûtiyetin ilanıyla ilgili anlatımlarına bakılınca, şartların, pâdişâhı buna mecbur ettiği gayet net anlaşılıyor. Ya iç harbin çıkmasına izin verecekti, ya gemi azıya alan ittihatçıların arzusuna boyun eğecek. Kendisine suikast teşebbüsünde bulunanları bile bağışlayan pâdişâha yakışan ise, bir kişinin burnunun kanamasına izin vermemektir.

Resmeli Niyazi Bey'in durumunu, İstanbul'da nelerin olabileceğine ışık tutması bakımından örnek alırsak, Sultan Hâmid'in haklılığı anlaşılır. Niyazi Bey ittihatçıların önde gelen simalarından biridir. Kurduğu ihtilal çetesine Arnavutlukta Türk hâkimiyetine isyan eden Toska ihtilâl reisi Çirçis'i bile almıştır. Çetesinde "Hayvanat-ı vahşiyye" gibi adamlar bulunduğunu da gene kendisi anlatmaktadır! Takındığı unvan "Resne millî taburu kumandanı" şeklindedir; başındaki külahın üstünde de "Vatan fedaisi" yazılıdır.

31 Mart Vakası (13 Nisan 1909)

Adana olayları devam ederken yaşanan, Abdülhâmid Han için bir yüz kızartıcı olay gibi gösterilen, o yıllarda kullanılan takvime göre (31 Mart 1325) günü cereyan ettiği için 31 Mart vakası diye anılan olayın, bugünkü takvime göre meydana gelişi 13 Nisan Salı günüdür.

31 Mart'ta vuku bulan olaylar, o günden bu güne kadar bazı çevrelere iyi malzeme olmuş, Sultan Hâmid aleyhine irticai bir düzen olarak kullanılmıştır. Akıl, izan, vicdan sahibi yazarlar boğazlarını yırtarcasına, kalemleriyle bağırarak Pâdişâhın bu hadiseden uzak olduğunu, zaten fiili olarak da idarede Pâdişâhın bulunmadığını anlatmışlar, anlatıyorlar...

Yönetim ittihatçıların elinde, getirmeye çalıştıkları hürriyet anarşiye dönüşmüş, herkes istediğini söylüyor ve yazıyor. Derviş Vahdeti adlı biri de Volkan adlı gazetesiyle irticai yayınlar yapıyordu. Gazetelerden kimi ittihatçıların kimi de Pâdişâhın aleyhinde ipe sapa gelmez yazılar neşrediyorlardı. Şimdi adına Provakatör denen şahıs veya şahıslar Pâdişâhı hal etmek için çalışıyorlar.

"... İkinci Abdülhâmid duruma hakim olamadı. Esasen meşruti bir hükümdar anayasaya göre gayri mes'ul olduğu gibi isyanı bastırmak görevi de kendisine ait değildi."

"İsyanı bastırmak için İttihadçılar, Selanik'te kuvvet toplamaya ve trenlerle İstanbul'a sevketmiye başladılar. Bu kuvvet içinde muntazam birlikler küçük bir azınlıktı. Çoğunluğu Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon, Arnavud çetecileriyle, söz de gönüllüler teşkil ediyordu..."

Neticesi Pâdişâhın hal'i olan bu olayda, eski Posta katibi Talât Paşa, hal konusunda tereddüt eden meclis üyelerini tehdid ederek korkutuyordu. "Zira mürteciler asılmaya başlanmıştı."

Sultan Abdülhâmid'in basiretli davranışının daha fazla kan dökülmesine mani olduğunu söyleyenler, şunu da yazmaktan veya anlatmaktan çekinmemişlerdir. İbnül Emin'in Son Sadrâzamlar adlı eserinden İsmail Hami Danişmend anlatıyor:

"Hareket ordusu (Selanik'ten) İstanbul önlerine geldiği sırada sadârette bulunan Tevfik Paşa'ya Sultan Hâmid şöyle bir teklifte bulunmuştur:

"Madem ki beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim; devleti o idare etsin. Fakat bir komisyon mu, meclis mi, ne derseniz deyiniz, teşkil olunup benim bu vakada medhalim olup olmadığını meydana koymalıdır!

Tevfik Paşa bu teklifi Ayan reisi Said Paşa'ya şifaen tebliğ etmişse de evhamıyla meşhur olan Said Paşa bermutad vesveseye kapılıp: "Tebrie ederse sonra bizim hâl-ü mevkiimiz ne olur?" diye resmî tahkikat açılmasını reddetmiştir."

İsmail Hami Danişmend "31 Mart Vakası" adlı bir kitap yazacak kadar, bu konuyu araştırmıştı. Onun tespitlerine göre bu hadise İttihat ve Terakki Cemiyetinin tertibidir. Sultan Hâmid'in bu işte hiçbir dahli yoktur. Sultan Hâmid'i hiç sevmeyen, her fırsatta ona duyduğu öfkeyi ortaya koyan Ahmed Refik Bey bile faillerin İttihatçılar olduğunu söyleyebilmiştir.

Nedendir bilinmez, hâlâ 31 Mart irtica ve Sultan Hâmid bir kısım yazar ve konuşur tarafından imtizaç ettirilmeye çalışılır. Bir insanın düşmanı olmanın tarihî olayları saptırmaya kadar ilerlemesi hayra alamet olmamalı. Tabii ki bu, hayır taraftarları için geçerli bir kuraldır. Senelerce pâdişâhın ekmeğini yiyen Said Paşa bile, inceleme neticesinde kendisinin de suçlu çıkacağı endişesiyle pâdişâhın ısrarına rağmen bu işe yanaşmamıştı.

Adana Vakası (14 Nisan 1909)

İttihadçılar işbaşına geçince, Türk düşmanı "Bulgar, Yunan, Sırp ve Ermeni çetelerinin çoğunu affettiler." Fazla Türk öldürdüğü için öğünen çete reisleriyle sarmaş dolaş fotoğraflar çektirdiler.

"İttihad-ı anâsır" diyerek, diğer milletlerin Türkiye'yi parçalamak isteyenleriyle dostluklar kurdular. Abdülhâmid Han'ın yaptığı her hareketi yanlış bulan ittihadçılar, her şey de onun yaptığının tersini yapmayı marifet biliyorlardı; bunlardan biri ise, Ermenilerin dışarıdan silah getirmelerini önlemek idi, bunun da tersini yaptılar. Ermeniler Taşnak, Hin-çak ve diğer cemiyetleri vasıtasıyla silahlandılar... Abdülhâmid'in değil, artık İttihadçılann dediği oluyordu. Onlarda hangi niyetle olursa olsun Ermenileri hoş görüyorlar, Ermeniler gizli olan cemiyetlerinin tabelalarını binalarına asarak alenen Ermenistan'ı kurma çalışmalarım yürütüyorlardı.

Adana bölgesinin Ermeni Piskoposu Muşeg, Hıristiyan devletlerin yardımım Ermenilerden esirgememeleri için gayret sarfederken, silahlı Ermeniler de Türk evlerine saldırmaya, çocuk, ihtiyar, kadın, erkek ayırımı yapmadan insanlarımızı öldürmeye başladılar. Türklerin de "buyurun, istediğiniz kadar öldürün" demesi beklenemezdi herhalde. Ve Türkler daha çok, daha güçlü, daha haklı olarak mukabelede bulundular. Dört günün sonunda 1850 Türk, 17000 Ermeni'nin ölümüyle hadise bitti. Piskopos canını kurtarmak için Mısır'a kaçtı.

Bu meselenin neticesi akıllara durgunluk verecek derecede vahimdir. İttihadçı Cemâl Bey (sonradan Paşa) Adana valisidir. Ne yapar biliyor musunuz? Kendi hatıratından aktaralım.

"Yalnız Adana'da 30 Müslüman idam ettirdim. Erzin kasabasında da 17 Müslümam idam ettirdim. Bununla beraber yalnız 1 Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanların arasında Adana'nın en eski ve zengin ailelerinden gençler olduğu gibi, Bağçe kazası müftüsü de vardı ki, o havali Türkleri arasında pek büyük nüfuza sahipti."

Namlı Cemâl Paşa böyle öğünürken Dahiliye Vekili Talât Paşa da ondan aşağı kalmaz. Hatıratında der ki:

"Bu idam kararının nazırlar heyetince tasdikini ben temin ettim." İşte Abdülhâmid'i devirenlerin devirdiği çamlar...

Bu iki kişinin kaderinde, şimdi müdafaa ettikleri Ermenileri 1915'in Nisan ayında Anadolu'dan sürmek, gibi bir ibretlik levha var.

İttihadçılann büyük bir kısmı icraatlarına uygun şekilde hayata veda ederler. N.N. Tepedelenlioğlu, Komitacılar adlı kitabında pek güzel anlatır. Birkaç satır alıyoruz.

"Evet... Bâb-ı Ali baskınından iktidar fermanı alanların hemen hepsinin sonu onun encamına benzemiştir."

"Talât Paşa bir Berlin sokağında Ermeni komitacısı tarafından katledildi." (15 Mart 1921)

"Enver Paşa bir Türkistan tepesinde yok oldu.&quot

Link to comment
Share on other sites

27 Nisan 1909 Sultan Abdülhâmid Han'ın Hal'i

Nasıl olursa olsun, bir gerçek var ki, devlete hâkim olanlar İttihatçılardır. Rahat hareket edebilmeleri için devletin başında -bir kenarda oturan da olsa-Pâdişah olarak Sultan Hâmid istenmemektedir. Müslüman olan memleketin Halife Hakan'ı uygun suçlar isnad edilerek tahttan indirilecekti. Küçük Said Paşa'ya niçin küçük denirse densin küçüklük yakışmaktadır! Güc'ün, İttihadcılarda olduğunu görmesiyle İttihada kesilmesi bir olmuş, en kısa yoldan hal işinin gerçekleşmesi için çalışmaya başlamış.

İstanbul ana-baba günlerini yaşıyordu. "25 Nisan'da Mahmud Şevket Paşa örfi idare ilan etmiş, İstanbul'a hakim olmuş, sürüyle insan öldürülmüş ve asılmış. Balkan çetecileri, Yıldız Sarayı'nın emsalsiz zenginliklerini yağmaya başlamışlardı."

600 senelik ecdad mirası Bulgar, Yunan, Sırp çeteciler tarafından yağmalana dursun, acele fetva aranıyordu. Öyle bir fetva olacak ki, duyanlar Abdülhâmid Han'a lanetler yağdıracaklar. 1-31 Mart olayım o çıkarmış, (yalan); 2- Dinî kitapları yaktırmış, denecek (dinli dinsiz herkes İkinci Abdülhâmid'in dindarlığım biliyor) ; 3- Devletin hazinesini israf etmiştir, işte böyle saçma sapan suçlar isnad edilecektir ki, böyle bir fetva, yazıcısı için ne kadar aşağılık bir iftira ise, yazdıranlar için de o derece utanılacak bir ayıptır. Babasının ve amcasının yaptığı borçların dörtte üçünü ödeyerek hazineyi rahatlatmıştır. Bazı sürgünlere bol harçlık vermesinin dışında cimri bile sayılabilir. 4-Kan dökücü olduğu iddiası da çok komiktir; öyle olsaydı, şimdi onu suçlama mevkiinde bulunanlar, herhalde mezarda olurlardı!

Yaptırdığı hayır ve ilim müesseselerini İstanbul'un her tarafında gördüğümüz dindar, akıllı, zeki, tedbirli, vicdanlı Pâdişâhın hal fetvası, fetva emiri Hacı Nuri Efendi tarafından reddedilir amma, Elmalılı Hamdi Efendi imzasını esirgemez. Bu Hamdi Efendi ki, daha sonra hazırladığı 9 ciltlik Kur'an-ı Kerim tefsiri ile büyük şöhrete kavuşmuştur. Bir tarihçinin söylediği "Fetva bir yobaza imzalatılmıştır" sözü bile insanı üzüyor. Niye üzüyor? Hamdi Efendi'ye bu imzalama işini ve hakaret edilmesini yakıştıramadığımızdan.

Fethi Okyar'ın kitabında: "Hacı Nuri Efendi'nin hal fetvasını yazmaya ikna edildiği" yazılıdır. Ayrıca, herkesin hal için el kaldırdığı toplantıda "Feragat etsin, yazıktır, günahtır" diyen bir Rum Senatör Yorgiyadis'in adı geçer.

Bir de hal'in Sultana tebliği var ki, bu işin elebaşlarının sonradan dileyecekleri özürler hatalarım hafifletmeyecektir. Milletin lanetinden kurtulamıyacaklardır. Cenab-ı Allah ne yapar, bilemeyiz! İşte hal'i tebliğe gelenler, 33 senelik Pâdişâh ve İslâm Halifesi II. Abdülhâmid Han'a "inin aşağıya" diyenler şu dört kişidir. Yazarken utanıyorum:

1. Selanik milletvekili Emanuel Karaso;

2. Senatör, Ermeni Aram;

3. Draç milletvekili, Arnavud Esad Toptâni Paşa;

4. Senatör bahriye feriki Gürcü Arif Hikmet Paşa.

Böyle bir seçimin yanlışlıkla, aceleden veya benzeri sebeplerden olması katiyyen mümkün gözükmüyor. Bu olsa olsa kinden yapılır. Pekiy, bu kin, kimedir? Sadece Sultan Hâmid'in incindiğini varsaymak, milyonlarca Muslümam hesaba katmamak mümkün mü? II. Abdülhâmid Türk Osmanlı Devleti'nin Pâdişâhı ve bütün Müslümanların Halifesi idi. Hal tebliğini yapanların ikisi gayr-i müslim, ikisi gayrı Türk; pes doğrusu!

Kahraman! İttihadçılann tebliğcilerinin akıbeti nicedir, bir de bundan sonrasına bakalım. Böyle bir göreve memur olmakla, belki, Abdülhâmid Han'ın duyduğu üzüntü kadar sevinç yaşamışlardır. Amma, bütün milletin nefretle takib ettiği hayatları şöyle devam etmiştir:

"Yahudi Emanuel Karaso, İtalya'dan para alan bir casus olup, Libya'nın İtalyanlar tarafından yutulmasında meş'um bir rolü bulunmuş, sonradan İtalya'ya kaçmış bir vatan hainidir. Jandarma Paşası olan Esad Toptâni bir kaç yıl sonra devlete isyan ederek Arnavud istiklâli için silah çekmiş ve sayısız Türk'ün kanınba girmiş bir adamdır. Aram Efendi'nin Ermeni ihtilâl komiteleri ile yakın ilgisi malûm olup Sultan Hâmid'den Ermenilerin intikamım almak için heyete sokuşturulmuştur. Arif Hikmet Paşa sonraki yıllarda karanlık siyasi hayatı olan bir denizcidir."

Mülkiye, hukuk, fen-edebiyat, güzel sanatlar, mühendislik, yüksek öğretmen, maliye, ticaret ve ziraat mekteplerini kuran Abdülhâmid Han'dır. "Ticaret-i Bahriyye, Orman ve Maadin, Dilsiz ve Â'mâ mektepleriyle Dârül muallimat ve Kız Sanayi mektepleri de onundur. Ve Liseler, Ortaokullar, Rüşdiyyeler, İlkokullar... Müzeler, kütüphaneler, tıp okulları, hastaneler sevap hanesini kabartan önemli icraatlarındandır. Çoğunun parasını Hazine-i Hassa'dan (özel hazine) ödediği hayır eserlerinin arasında Dar'ül aceze ve daha pek çoğu...

Padişahlığı bıraktırılmış Abdülhâmid Han'a, bir tek arzusu vardır güç sahiplerinden "İhtiyar ömrümü vatanımda tamamlayım, Yıldız Sarayı'na yerleşeyim" diyor amma, ne mümkün ki kabul oluna!

Sultan Abdülhâmid, dört kadın Efendisi, oğulları Şehzade Abdurrahim ve Abid Efendiler, kızları Şadiye, Ayşe ve Rabia sultanlarla diğer yalanlan yanında olduğu halde Selânik'e gidecek. Maiyet efradıyla beraber tam 38 kişi (27–28 Nisan gecesi) Sirkeci'den trene bindiler.

28 Nisan Çarşamba akşamı Selânik'e vardılar. İtalyan generali Rabilant Paşa'nın boşalttığı Alâtini Köşkü'nün önünde ilgililer tarafından karşılandılar. Aile halkı köşke çıkarlarken yatsı ezanı okunuyordu. Abdülhâmid Han "Aziz Allah, celle şânuhu" deyip, günlerini marangozluk ve tenekecilikle geçireceği köşke girdi.

Sultan Abdülhâmid'in muhafazasına memur olan Fethi Okyar, Alâtini Köşkü'nde geçen günleri hatıratında anlatırken, Sabık Hakan'ın kızlarıyla nişanlı olan paşazadelerin vefasızlıklarını, nişanları bozmalarını, eski pâdişâhın ızdırapla karşıladığını yazıyor. "Düşenin dostu olmaz" amma bu kadar seviyesizlik de zor bulunur doğrusu!

Sürgün hayatı üç buçuk seneyi doldurmuş, dünya ahvâlin, gazete ve mecmua okuması yasaklanan sabık Hakan takip edemiyordu. Balkan Harbi başlamıştı. Selânik'in de elden çıkacağı ihtimali üzerine Abdülhâmid Han'ı İstanbul'a döndürmek için harekete geçilmiş, yanına bir heyet gönderilmişti. Yanına gelip durumu anlatanlardan savaşı öğrenen eski Pâdişâh hayret eder. Balkanlar da Türkiye'ye karşı bir ittifak meydana gelmiş ve savaş çıkarmışlar. 33 sene nasıl maharetle idare etmişti koca Sultan; nasıl biribirine düşürüp, kendi aralarında dövüştürmüştü! "Kiliseler meselesini hallettiniz mi?" diye sormuş ve halledildiği söylenince ittifakı tabii bulmuş...

Selanik'ten ayrılmayı istememiş, tehlikeden bahsedilince de: "Bende elime bir silah alır askerle beraber savaşırım. Ölürsem şehid olurum; ben zâten ölmüş bir adamım!" demiş ve bir aralık da: "Allah bu hallere sebeb olanları Kahhar ismiyle kadreylesin. Şimdi devlet ne hâle geldi?" diye 33 sene muhafaza ve idare ettiği imparatorluğun üç dört sene içinde uğradığı ve uğratıldığı feci akıbetten şikâyet etmiştir."

Sultan ısrarlar üzerine Selanik'ten ayrılıp İstanbul'a gelir. Beylerbeyi Sarayına yerleşir. "5 sene 3 ay 9 gününü burada geçirir. Hastalanır, ölmek üzeredir. Devletin acıklı haline yanmaktadır. Birinci Cihan Harbi sürüp giderken, malûmatından istifade etmeyi düşünenler çıkar. Bunlar, daha önce ipini çeken İttihadcılardır! İ.H. Danişmend, dinlediği bir hatırayı naklediyor ki, ilginçtir, aynen alıyoruz.

"Talât ve Enver Paşalar İshak Paşa'yı Beylerbeyi Sarayı'na göndermişlerdir. O zamanki tabiriyle 'Hakan-ı Sâbık'ın verdiği cevap aynen şöyledir:

"Bu vaziyette artık benim verebileceğim hiçbir fikir ve tavsiye edebileceğim hiçbir tedbir kalmamıştır. Çünkü bu zavallı devlet harb-i umûmiye sürüklendiği gün mürkarız olmuştur! Sizi bana gönderenler o çılgınlığı irtikab etmeden evvel göndermeliydiler. Bütün dünya denizlerine hâkim olan devletlere karşı Almanya ve Avusturya gibi kara hudutlan içinde mahpus yaşayan iki devletle karadan ateşe atılmak, tarihin kaydettiği en büyük hamakattır."

"Daha başka kimselere de bu mealde sözler söylediğini zeki ve münevver kızı Ayşe Sultan'dan işitmiştim." diyor, İsmail Hami Bey.

Kimi insan yaşarken, kimi de ölünce anlaşılıyor. Sultan Hâmid'le ilgili hatıratlar, sağlığında sevmeyen insanların, onu, öldükten sonra anlayabildiğini gösteriyor. Refî Cevad Ulunay'dan nakledeceğimiz şu tespite dikkat ediniz:

"Eski nazırlardan merhum Dâmad Şerif Paşa'dan dinlediğim şu vakayı anlatıyım" diyor üstad ve anlatıyor...

"İstanbul'da İngiltere sefiri bulunan ve yine İstanbul'da vefat eden Sir Nikola Okonor, bir gün Umumi Teşrifat Nazırı Galib Paşa ile Boğaz'daki Yazlık Sefarethaneye giderken, çatana Beşiktaş'tan geçtiği sırada sefir, Yıldızı göstererek sormuş:

— Paşa burada kim oturuyor? Galib Paşa:

— Aman Ekselans, burada kimin ikâmet buyurduğunu bilmiyor musunuz?

— Rica ederim, söyleyiniz, bunu sizin ağzınızdan işitmek istiyorum.

— Buraya Şevketmaâb efendimiz şeref veriyorlar.

Sir Nikola Okonor:

— "Bu zatın, daha uzun seneler yaşamasını ve hükümdar olarak kalmasını temenni edelim, demiş. Çünkü bu adam olmazsa dünya birbirine girer ve umumi harp olur." Nitekim oldu da.

1918, 10 Şubat Pazar günü vefat eden Abdülhâmid Han'ın muhteşem cenaze töreni, "bizi bırakıp nereye gidiyorsun" diyenlerin gözyaşları arasında Sultan Mahmud türbesine defnedilmiştir.

Birkaç gün sonra açılan özel eşyalarının arasında ehemmiyetsiz bir şey dikkati çekmiş. Bu şey, Sultan Hâmid'in, ömür boyu boynunda taşıdığı üç köşeli gümüş bir muhafaza içindeki muskadır. Muhafaza açılır, içinden mavi bir kâğıt çıkar. Kâğıdın bir yüzünde kırmızı mürekkeple şöyle bir sual yazılıymış:

— İyi adam nasıl olur?

Bu sualin altında iyi adamın bütün klasik tarifleri sıralanmış; mukabil sahifesindeki:

— Fena adam nasıl olur?

Sualinin altında da müthiş bir zâlim tasvir ediliyormuş! Bu iki sahife Sultan Hâmid'in kendi el yazısıyla yazılmış ve hattâ bazı silikler bile varmış. Üfürüklere, büyülere, efsunlara mu'tekıd ve hattâ mübtelâ zannedilen zavallı İkinci Abdülhâmid'in meşhur muskası işte böyle bir muskaymış! -Eğer Fatih, Yavuz ve Kanunî 15'inci ve 16'ncı asırlarda gelmeyip de Sultan Hâmid'in zamanında gelmiş olsalardı, ne yapabilirlerdi? Bu büyük pâdişâhın şahsiyetini tespit etmek isteyenler için böyle bir sualin cevabını çok iyi düşünmek gerektir. Her halde tarih İkinci Abdülhâmid'i daima hürmet ve rahmetle yâd edecektir.

Yılmaz Öztuna, İkinci Abdülhâmid'in servetiyle ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. "Yağmadan kurtulan mücevherlerden 578 parçanın namuslu Türk subaylarının eline geçtiği, bilâhare bankalardaki paralarının ve tahvillerinin alındığı, Sultan Hâmid'e bir şey bırakılmadığı" anlatıldıktan sonra, "Bu suretle hanedanın serveti bir hayli sarsıldı ve çok geçmeden devletin fatihlerinin ve kurucularının torunları olan şehzade ve sultanlar, birer ikişer müşkil durumlarda kalmaya başladılar. Osmanoğulları hiçbir sakıt hanedanın başına gelmediği derecede sıkıntılar çekerek günümüze geldiler."

Fethi Okyar, Selanik'te devamlı Abdülhâmid Han'ın yanında bulunmuştur ve devlet sıkıntıya düştüğünde, servetini orduya bağışlayan Pâdişâhı takdirle anlatmaktadır...

Link to comment
Share on other sites

SULTAN REŞAD

(27 Nisan 1909–1918)

35mp6.jpg

Niçin, diye sormaya lüzum yok. Varlığıyla yokluğu aynı da olsa, hâlâ ortada bir taht var ve ona Osmanlı hanedanından birinin oturması lâzım. Onun için mecburiyetten buyur edildi; padişahlık sırası gelmişti. Sultan Abdülmecid'in üçüncü pâdişâh oğludur Sultan Reşad. Anasının adı Gülcemâl Kadınefendi. Sultan Reşad'a o gün halk Sultan Reşad demişti, bugün de öyle deniyor. Fakat "Senatör Sami Paşa adındaki ukalanın teklifiyle, V. Mehmet unvanıyla tahta geçirilmiştir. Zira Hareket Ordusu denen başıbozuk teşekkülün, İstanbul'u Fatih II. Mehmed'den sonra yeniden fethettiği ileri sürülmüştür. II. Meşrutiyet bir mugalâtalar devresidir."

Bu isim meselesi bir garabet olarak anılırken, bir garabette tahta çıkarılışında görülür. Bu da şöyle olmuştu: Mehmed Reşad büyük evlat olarak rakipsiz tahta çıkma hakkına sahiptir ama sanki reyle iş basma getirilmiş gibi, iki kişi giderek "seçildiniz" diye tebrik ettiler.

Sultan Reşat, uzun süren şehzadelik ile veliahtlık döneminde, bilhassa Şark kültüründe mesafe almış, çokça Mesnevi okumuştu, Batı'yla fazla ilgilenmemiş görünüyor. Şiire de ilgi duymuş ama ortaya konacak bir eseri yoktur.

İrade, bilgi, şahsiyet ve otarite yönünden olağanüstü olmalıydı ki, o dönemde bir şeyler yapabilsin. Sultan Abdülhâmid gibi bir dahiye hayat hakkı tanımayan insanların devlete hâkim olduğu günlerde ve o insanların "güya" ittifakıyla tahta oturan derviş meşrep bir insandan fazla bir şey beklenemezdi. Üstelik Sultan Reşad'ın böyle müşkül bir zamanda iş başına gelmek için hazırlığı da yoktu. O gözlerden uzak, sevdiği kitapları okuyarak, sevdiği bir miktar insanla günlerini geçirirken, "gel, padişahlık sıran geldi" demişlerdi. 66 yaşının içinde, ömrünün son demlerini yaşıyordu.

İsmail Hami Danişmend, Sultan Hâmid'in Esvabcıbaşı İlyas Bey'den dinlemiş. Pâdişâh, İlyas Bey'e demiş ki:

"Ben bizim biraderi halka göstermemekle kendisine çok büyük bir iyilik ediyorum!"

"İnsana latife gibi gelen bu sözün ne kadar ciddi olduğunu hâdisat ispat etmiştir."

Bir başka görgü şahidi olan Halit Ziya sarayda dört sene Mabeyn Başkâtipliği yapmıştı. Devamlı Sultan Reşad'ı yakınndan görme, tanıma imkanı bulmuş, dünya görüşlerinin farklılığından dolayı belki zor sevmiştir, ama yazdıkları faydalıdır. Başkâtip Bey'in ilk dikkatini çeken, padişahın kibarlığıydı:

"Giyinişinde, oturuşunda öyle kibarâne bir hâl vardı, bütün simasının ifadesinden öyle bir iyi hilkat (huy) sahibi olduğuna şahadet (şahitlik) eden mânâlar okunurdu ki onu nazarımda pek sevimli yapmıştı..."

Bu ifadenin iyi olduğu kabul edilirse de, yazarın kendini gördüğü yer, mevki Osmanlı pâdişâhının bulunduğu mevkii de gösteriyor! Meyvesinden gıdalanılan ağaç bakıcısı tarafından ihtimamla, minnetle korunur, verimsiz hale düşüp kurumaya başlayınca, lütfen ilgilenilir ya, işte öyle. Çünkü biz Fatih'i, Yavuz'u, Kânuni'yi yazarak geldik, onları anlatanların tavırlarını gördük, onlar tarafından himaye görmeyi cana minnet sayan insanlardan misallerimiz çok. Tanzimat, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti, biraz da zaman ne kadar değiştirmiş her şeyi?

Halit Ziya, Sultan Reşad hakkında iyi bir şey duymadan, onu şahsen tanımaya başlamış, nispeten, duygulan değişmiş, velinimeti mevkiinde bulunan pâdişâhı sevmişti. Ne olursa olsun, hâlâ Osmanlı Devleti varlığını sürdürüyor, hanedanın, hatta halkın alışkanlıkları kolay değişmiyor, fakat hazine boş. İyi ki israfın düşmanı bir padişah iş başında.

Gerçi bir önceki, adını cimriye çıkaracak kadar tutumluydu ya. Sultan Reşad'ın Başkâtip Bey'e ilk sözleri: "Ben hiç müsrif değilim. Pek azla idare etmeye alışık bir adam olduğum için gene öyle olmakta devam edeceğim..."

Bilenlerin, tanıyanların müşterek fikri Sultan Reşad'ın iyi bir adam olduğu, ama devletin ağır yükünü taşıyacak gücü bulunmadığı yönündedir. Daha cevval pâdişâha ihtiyaç var, fakat o şans mevcut değil. Hiçbir türlü ona imkân yok. Şayet Sultan Reşad'dan farklı biri tahta geçmiş olsaydı, ya üstünden atılırdı yahut fazlalıkları yontulurdu; çünkü ipler başka ellerdeydi. Padişah isteklerini ancak rica yolu ile bildiriyor, saray masraflarının kısılmasını da Başkâtip Bey'den rica ediyor.

Başlangıcı, belki fakir halkın faydalanması düşüncesiyle alakalıydı, fakat sonradan suiistimale alet olmuştu. Saray mutfağının tüketimi o kadar aşırıya varmış ki, lüzumundan birkaç misli fazla pişirilen yemekler etraf mahallelerde oturanlara ucuz fiyatla satılıyor, bundan devlet zarar ederken hak bilmez vazifeliler para kazanıyordu. "Saray ve Ötesi" yapılan israfın, yolsuzluğun, epeyce tasviriyle doludur. Sarayın sefaletini de aynı kitaptan öğreniyoruz. Eskimiş eşyalarla dolu bir saray, kullanınca uygun olmayan biçimiyle sıkıcı manzara hükmünde anlatılıyor. Pâdişâh yarı hapis yaşayışla ömrünün sonuna yaklaşmış, hiç hazırlıklı değilken işbaşı yapmış, idareciler intizamdan mahrum. Yine de Devlet-i Âli Osmaniye ihtişamlı görünmek zorundadır. Yeni padişah ilk Cuma Selâmlığına çıkacak. Geleneklerin devamı için şart olan bu tören bile ne kadar sıkıntılı geçmiş; bunu başkâtipten öğreniyoruz: ".... Nasıl oldu da bu olay tertip edilebildi? İtabl-ı Âmire'den köhne alay arabaları çıkarıldı, Hünkâr'a bir saltanat arabası bulunabildi, arabacılarla seyislere telli pullu, şalvarlı cepkenli elbiseler giydirildi."

Ne acı hâl ki, anlatımın devamını bırakıyoruz. İçinden çıkılacak gibi görünmeyen bütün düzensizlik, yokluk, kudretsizlik ve gözleri fal taşı gibi açılan düşmanlar... bunların üstesinden gelmesi icab eden ise bir pir-i fâni pâdişâh ve ona muhalif İttihatçılar...

Sultan Reşad hükmü olmayan bir hükümdar olarak oturduğu tahtta İttihatçıların her isteğine "evet" demiş, dokuz senelik padişahlık hayatı acı olayları acı acı seyretmekle geçmiştir! "Gerçekte hükümdarlık II. Abdülhâmid'le bitmiştir. Vahidüddin (de) ancak hükümdar gölgesi (idi)."

Sultan Reşad, İttihadçılara daha az zeki görünmeye çalışıyordu; sebebi ise tahttan indirilip hakaretlere maruz kalma korkusudur. Belki haklıdır, çünkü İttihatçıların ne yapacağı hiç belli olmaz. Balkan Savaşı'nı dört tane mahalle gibi devletçiklere karşı kaybedenler onlardı. Türkiye'yi dünya harbine sokanlar da onlardır. Bir gün içinde yarbaylıktan paşalığa yükselip, Harbiye Nazın olan da onlardan biriydi (Enver Paşa). Tabii Pâdişâhın bu terfi ve atamadan hiç haberi yoktu. Aslında İttihatçıların tâbi olduğu kanunlar Pâdişâhın rızasını ve mührünü gerektirirdi.

Tevfik Paşa'nın İstifası

İttihat ve Terakkiciler bütün yetkileri kendi ellerinde toplamak istiyorlardı. Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza Bey ile reis vekili Talât Bey'in ısrarlarına dayanamayan Tevfik Paşa istifa etti.

Tevfik Paşa'nın, istifa öncesi sıkıntılar yaşadığı görülüyor. Bir yanda Ahmet Rıza Bey'in kabineyi istifaya daveti sürüyor, diğer yanda Sultan Reşad'ın "gitme" ısrarı. İkisi arasında bocalayan Paşa vekilleri ile toplantı yapıp, nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini görüştüler. Kimi vekil zâtı şahaneyi tavsiye ediyordu. "Abdurrahman Şeref Efendi "bu adamlar genç ve heveskâr adamlardır, mevkii iktidara gelmek istiyorlar; biz çekilelim onlar gelsinler de heveslerini alsınlar" deyince, Mavkakordato Efendi bunun fikrine iştirak ediyor ve "yerlerimize adam bile hazırlamışlar" diyordu. Ferid Paşa karşıdan atılarak ve elini kalbinin üzerine koyarak "Abdurrahman Efendi, sen bradaki gibi söylemiyorsun, biz çekilelim ama memleketi kimlerin eline bırakacağız?" sözleriyle, endişesini belirtiyor.

Memleketi idare edebilecek ehliyette adamlar olmadığı kanaati işe yarayacak değildi. Mecburen çekildiler.

Çırağan Sarayı Yangını (19 Ocak 1910)

Çırağan Sarayı, İttihat ve Tera-ki'nin emri altındaki herşey gibi kullanılıyordu. Yani, orası normal saray işlevinden uzaklaştırılmıştı. Sultan Reşad hiçbir şeye yetiremediği gücünü buraya da yetirememiş, arzusu hilafına, Çırağan Sarayı elinden çıkmıştı. Bu işin kotancısı Ahmed Rıza Bey'dir. Kendisini tanıyanlar "iyi bir komitacıdır" derler. En bariz vasfı olarak komitacılığı tanınır. Çırağanla ilgili de komitacıvari bir usûl kullanmıştır.

Ahmet Rıza Bey'i bir başka kalem farklı anlatıyor: "... O kadar iyi yürekli idi ki kendisine vukua gelen ricaları reddetmeye kudret bulamazdı, fakat aynı zamanda pek muannit (inatçı) idi. Aynı yazara göre, Ahmet Rıza Bey'in Çırağan Sarayı talebi pâdişâh tarafından memnuniyetle karşılanmış.

Gerçi Abdülhâmidi tahtından indiren insanların devlet içinde güç yetiremeyecekleri bir şey yoktu, bunu da istedikleri şekilde yapabilirlerdi, yapmamışlar. Ahmet Rıza Bey nezâket! gösterip, gazetelere, pâdişâhın Çırağan Sarayını millî meclise bağışladığını yazdırmış. Böylece, emri vâki ile saray alınmış, Ayasofya'daki Ayan ve Mebusan meclisleri buraya taşınmışlar, kısa zamanda yangınla yüzyüze gelmişler.

Adına, şanına lâyık eşyalarla dolu olması hepsinin tarihe karışması kıymetini bilenleri üzmüştür.

Ardavudluk İsyanı (1 Nisan 1910)

Devlet yönetiminin sadece şevkle olacağını sananlar kısa zamanda ve acı acı yanıldıklarını anlıyorlar. Gururları elvermediği için aleni konuşmayanlar içlerinden, "ey tecrübeli bilgi sen ne kadar büyüksün" diye feryad ediyorlar.

Hürriyet, adalet, müsavat türküleri peşlerine epeyce adam da takmıştı. İttihatçılar, yaralı memleketin tedavisine, aç insanların doyurulmasına, hürriyete susamışların bir kuş gibi uçmasına zemin hazırlayacaklardı. Başka şeyler olmaya başladı; ne olduğunu anlayamadılar.

Fatih'in, Yavuz'un Kanûni'nin yaptığını yapmayan pâdişâhlar farkında olmadan padişahlıkta kalite kaybına sebep olmuşlardı. İttihatçılar da, vali atamalarında Sultan Hâmid'i örnek almayıp, hatalarına hata eklediler. Meslekten yetişmiş tecrübeli insan yerine İttihatçı olanı tercih edip büyük valilikleri bunlarla yönetmeye kalktılar. Mazhar Bey komitacı bir zabit iken ittihatçılığını etiket saydılar ve Kosova'ya vali yaptılar. Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan vs. unutulmamış olduğu, her yerde her an volkanların patlaması beklendiği günlerde bu tayin affedilmez hata idi.

Neyi, ne zaman, nasıl yapacağını bilemeyen Mazhar Bey, Üsküp"ün imarına koyuldu. İmparatorluk merkezi mâli yönden ayaklan bukağılı vaziyette olduğundan, masraflarını Üsküp halkından tahsili lazım. Dâhili gümrük vergisi koydu. Ayrıca, yumurta ve sakal vergisi gelecek" diye bir şayia halkın arasında dolaşmaya başladı. Daha başka, muhalif mebus çıkarmamak, derebeylerinin itibarlarını sıfıra indirmeye çalışmak isyankâr ruhlu Arnavudlara yetti. Sultan Hâmid buranın belli başlı adamlarını lütuflarıyla kendine -dolayısıyla- imparatorluğa bağlıyor, onlar da söz geçirdikleri insanları susturuyorlardı. Akıllı ittihatçılar sevmedikleri kişinin hareketinin tersini yaptılar.

Nice senedir Avusturya, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve İtalya, Arnavudları ayaklandırmaya çalışıyordu. İçlerinde hapis edilmiş millî ruhları yeni bir kazma darbesiyle fışkırmaya hazırdı. Vali Mazhar Bey tecrübesiz elleriyle o kazmayı en hassas yerlerine indirdi.

Silahlanan "Arnavudlar meşhur Kaçanik boğazını tutup yukarısına hâkim oldular. İsyan sahası az zamanda İpek ve Yakova havalisinden Priştine, Voçetnin, Ferizovik ve hatta İşkadraya kadar genişlettiler. Buna karşı İttihat ve Terakki komitesi Arnavud mebusların tavsiye ettikleri muslihane tesviye şekillerini (barışçı yollar denenmesi) reddederek tenkit kararını verdi..."

Zorla iş görme alışkanlığı burada iyice su yüzüne çıkan İttihatçılar, Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa'nın 82 piyade taburuyla işi halletmesini yeğledi. Nazır hazretleri de, isyana iştirak edeniyle etmeyeniyle bütün ahalinin silahlarını topladıktan sonra kadınların, kızların önünde sıra dayağına tâbi tuttu. İzzeti nefislerine düşkün olan Arnavudlar bundan sonra Osmanlı'dan tamamen yüz çevirdiler ve son kozlarını da Balkan Harbi'nde oynadılar.

Kiliseler Kanunu ve Balkan İttifakı

Mezhepleri, dinlerinden daha kuvvetli bağ idi. Rum-Ortodoks kilisesinden ayrılmak için Bulgarların gösterdiği çaba önceki sayfalarda geçmişti. Âdeta Yunan boyunduruğunun ağırlığından ayrı kiliseye sahip olarak kurtulan Bulgarlar hürriyeti tatmıştı. Fener Rum Patrikhanesinin Bulgar Eksarhlığını aforoz etmesi bile umurlarında değildi. Aslında bu ayrılık, en fazla Osmanlı Devleti'nin kârınaydı. Sultan Hâmid mevcud durumun ne getirdiğini biliyor, devamını, ince bir siyasetle temine çabalıyordu. Şayet, bu ihtilaf giderilirse, bunun getireceği sonucu da tahmin eden Sultan senelerce ip üstünde oynamıştı. O düştü, düşürüldü, bütün hesaplar, planlar alt üst oldu:

3 Temmuz'da Kiliseler Kanunu çıktı. İttihatçıların en büyük yanlışlarından "hamakatlarından" biridir bu.

Dünya dengeleri devamlı Türkiye aleyhine değişmektedir. Türkiye ancak siyasi maharetle, Abdülhâmid Han'ın dehasıyla ayakta durabiliyordu. İlm-i Siyaseti bilmeyen ittihatçılar bir iş yaptıkları zannıyla önceki kiliseler kanunu üzerinde değişikliğe gittiler. Böylece Sırplar ve Bulgarlar aralarındaki ihtilaftan kurtuldular. Aralarındaki ihtilafın kalkması işbirliğinin, işbirliği de onlara Türkiye'nin yolunu açtı. Edirne'mizin bile Bulgarların eline geçmesini sağlayan, bizim İttihatçıların işte bu kiliseler kanunu üzerinde kalem oynatmalarıdır ve Hıristiyanlar bu kanunu ayakta alkışlasalar yeridir.

Selanik'te, sürgünde bulunan Abdülhâmid Han, İttihatçıların Balkanlıları barıştırdığını, savaşın çıktığını duyunca kederinden perişan olmuş; muhafızı Ali Fethi Okyar hatıratında, sabık Hakan'ın, şunları söylediğini yazıyor:

Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar beraber olabildiler. Aralarındaki derin ihtilaftan halledebildiler ve müştereken üzerimize saldırdılar demek... Rum, yani Yunan kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki ihtilaf baki kalsa idi, bu iki millet arasındaki uçurumu hiçbir şahıs ve tedbir doldurtamazdı. Zaten elden gitmiş olan Girit için Yunan'ı ötekilerin kucağına atmanın manası var mıydı? Sizler tecrübesiz ve genç idiniz. Fakat Makam-ı Sadâreti lâyık gördüğünüz Sait ve Kâmil Paşalar senelerdir takip edilen idare-i maslahat siyasetinin zaruret olduğunu bilmiyorlar mıydı? Onların vebali sizinkilerden büyük... Bu kadar gaflet, bu kadar kısa zamana nasıl sığdı?.."

O zaman binbaşı rütbesinde bulunan Ali Fethi Bey, Sabık Hakan'ın, teessüründe samimi olduğunu da yazıyor ki, zaten, şüphe edilemezdi.

Türkiye'nin başında kara bulutlar küme küme dolaşırken, İstanbul'un başında kızıl dumanlar da eksik olmuyordu. Çırağan Sarayı yangını ile telafi edilemeyecek zararlar görülmüştü. 5 Ocak 1911'de Bâb-ı Âli'de bir yangın çıktı. Burada da çok kıymetli vesikalar kül oldu. Devletin evrakları bile koruma altına alınamıyordu. Şehirde yangın, hudutlarda yangın, yüreklerde yangın... âdeta vatan bir ocak oldu; her şey, herkes yanıyordu.

Padişah'ın Rumeli Seyahati

Sultan Reşad'ın hiçbir işe karışmasını istemeyen İttihatçılar, Rumeli'nde yaşanan kaynaşma için ondan yardım bekliyorlar; çünkü hâlâ Âli Osman hanedanından bir pâdişâhın halk üzerinde tesiri vardır. İçeride ve dışarıda Müslümanlar halife pâdişâha sevgiyle, saygıyla bağlıdırlar. Arnavud isyanı için bile faydalı olacağı umulan bu seyahat, isyandan iki ay sonra düşünülmüştür.

5 Haziran'da Barbaros adlı zırhlıyla yola çıkan Pâdişâh 16 Haziran Cuma günü Kosova'da ve Kosova sahrası tarihi bir gün yaşamaktadır. Sanki Murad Hüdavendigar'ın Meydan Savaşı var! 100 bin Arnavud toplanmış sahraya; Osmanlı hakanıyla beraber Cuma Namazı kılmanın hazzını tadacaklar. Kendilerini Hak din ile tanıştıran, Müslüman olmalarını sağlayan Osmanlıya, Türk'e, Müslüman Arnavud'un minneti fazladır. Sultan Reşad'ın onlarla beraber kıldığı Cuma Namazı Arnavud'ların gönlünü fethetmiştir... amma tesiri çok sürmeyecektir...

Sultan Reşad giderken arkasından "Baba" diye ağlaşan Arnavudlar; ayrılmak istemezler, âdeta sevgileri coşkun ırmaklar gibi çağlar Türk'ün hakanı için...

Ne yazık ki, idare sanatını hiç bilmeyen İttihatçılar Arnavudları da idare edemezler ve isyan bir süre sonra tekrar başlar...

Türkiye - İtalya Savaşı (29 Eylül 1911 -15 Kasım 1912)

İngiltere'nin ve Fransa'nın bir sürü sömürgesi var; yeni sayılsa da Almanya bile sömürge sahibi olmuştu. İtalyan'ın bu devletlerden eksiği mi var? Avrupa'ysa Avrupalı, büyükse büyük!! Artık onun da bir sömüreceği, poz yapacağı bir memleket olmalıydı! Libya, gerçi verimli bir araziye sahip değildi ama 1.759.450 km arelik koskoca bir kara... Osmanlı'nın orayı koruyacak gücü mü var?

İtalyanların bu emeli olgunlaşırken bizim şimdiki sadrazamımız Hakkı Paşa, Roma büyükelçimizdir, bir şeyler sezinlemesi icab ederdi ama edememiş. İşte bu Hakkı Paşa, briç oynarken İtalya'nın notası gelir, bu yazılı kâğıt, İtalya'nın Türkiye'de jandarma ıslahıyla görevli Rabilon Paşası tarafından bizim Sadrâzama verilir. Sadrâzam Paşa, oyuna ara verip de zarfı açmanın sosyete adabına uymayacağı düşüncesiyle bir kenara bırakır; oyun bitince açar, okur. Geç kalınmıştır. Geldiği vakitte okunup gereği yapılsa belki savaş önlenebilirdi. İş işten geçmişti artık, bu savaş yapılacaktı. İttihatçıların ne kadar başarılı oldukları her sahada böyle görülmektedir, görülecektir vatan enkaz olana kadar...

"İtalyanların; birkaç yüz Türk'ün, hattâ subay kıtlığında Türk çavuşlarının idare ettiği birkaç bin yerli ile yıllarca başa çıkamamaları Avrupa'da İtalyan ordusunun prestiji için ağır bir darbe olmuştur."

İtalyanlar Libya'nın tamamını ancak 20 yıl sonra alabilecekler ama bizim 12 adamız İtalyan hışmından kurtulamayacak. Libya Turgut Reis tarafından fethedilmiş, 360 sene Türk hâkimiyetinde kalmıştır. Pekiyi; Libya'yı birkaç saatlik kumar zevkine feda eden Hakkı Paşa ne olmuştur? Hiçbir şey olmamış. İttihatçılar, onun "Eski zamanlarda benim vaziyetime düşen vezirlerin kafasını pâdişâhlar binek taşında kestirirlerdi" itirafında bulunup istifa etmesine rağmen kendi adamları olduğu için kurtarmışlardır. "İttihat ve Terakki" komitesi bir takım parlamento dolapları çevirerek o lekeli mücrimi adalet pençesinden kaçırmış ve "memuriyeti mahsûsa" ile Londra'ya bile göndermiştir!"

Sadâret Değişiklikleri

Her şey kısa ömürlü, hüznün dışında. Sadrâzamlar da çabuk gelip gidiyor. Zorla istifa ettirilen Tevfik Paşa kabinesinden sonra Hüseyin Hilmi Paşa da uzun süre duramadı. Kimi Fatih, kimi İskender edalı ittihatçıların kahrına dayanabilmek zor. Hilmi Paşa sekiz aya yakın durabildi. Sabrının son noktasında istifa etti.

İtalyan Harbinin müsebbibi değil de maznun'u Hakkı Paşa, kendi ihmalini cezalandırıp istifa etti. Hatta boynu vurulacak bir sadrâzam olduğunun itirafından çekinmedi.

29 Eylül 1911'de en kıdemli Sadrâzam Küçük Said Paşa sekizinci defa vazife aldı. Bir türlü olmuyordu. Uzaktan bakarak dağları devireceğini sanan yiğitler küçük tepeleri aşamıyordu. Sultan Hâmid'in yetiştirdiği, sadâret tecrübesi de fazla olan Said Paşa'dan medet ummak zorunda kaldılar. Belki, Abdülhâmid politikasını, gizlice, el altından ona uygulatacaklardı. Birçok eksiği olmakla beraber Said Paşa'nın bilgi fazlasının memleketi tünelden çıkaracak ışık olacağı umuluyordu.

Bir önceki Sadrâzam Hakkı Paşa'nın Trablusgarb'ın kara yazısına mürekkep olduğu düşünülüyor, onun kabinesi de sorumlu bulunuyordu; gereğinin yapılması istendi. Meclisi Mebusandaki Trablusgarb ve Bingâzi mebusları acıyı daha fazla hissediyorlardı. Doğrudan suçlu saydıkları Hakkı Paşa kabinesinin Divanı Âliye verilmesi için imza topladılar. Her zaman görüldüğü gibi bir kere daha, İttihatçının İttihatçıyı ısırmadığına şahit olundu.

Meclisi Mebusan'm fesih hakkı, Kanûn-ı Esasi sevdalısı İttihatçılar tarafından değiştirilmiş, bu yetki pâdişâhtan alınmıştı. Said Paşa, Hakkı Paşa kabinesiyle ilgili suçlamaların görüşülmesini isteyince, İttihatçılar meclisi tatil etti. Said Paşa onlara tatil ve fesih yetkisi veren kanun maddesini değiştirmek yolunu denediyse de, şart olan üçte iki çoğunluğu temin edemedi.

Sadrâzam Said Paşa kendi usulüyle hedefe varmaya uğraştıkça, muhalifler öbür yolu zorladı ve kuvvetli olan (İttihatçılar) savaşı kazandı. Bu mücadele sürerken Said Paşa sekizinci sadâretinden istifa etti. Siyasî bir hesapla yapılan istifanın bir gün sonrasında Paşa dokuzuncu ve sonuncu defa Mührü Hümâyunu aldı. Pâdişâhın da devreye sokulması hiçbir şeye çare olmadı. Hakkı Paşa ve arkadaşlarının yargılanmasına güç yetiremediler. Sorumlu mevkide bulunup da selâhiyetini kullanamayışı Said Paşa'nın istifasına yol açıyordu.

Türk Ocağı'nın Kuruluşu 25 Mart 1912

Said Paşa'nın sadâreti işe yaramasa da devam ediyordu. Türk Milliyetçiliği fikri taşıyan bir grup insan, imparatorlu¬a dahil birçok memleketin, eyaletin bağımsızlığını alması karşısında, yeni tavır belirlemeyi düşündü. Devletin tebâsı sayılan gayri müslim kalmamış gibiydi. Müslüman teba da şöyle ya da böyle bağımsızlığına kavuşuyor, devletin herkese aynı mesafede yaklaşması aslî unsur olan Türke zarar veriyor, bu mülahazalar etrafında bir araya gelen insanlar, kendilerini bir arada tutabilecek programlar hazırladı. Türk Milliyetçiliği işleyen programlarla "Türk Ocağı" adı verilen bir çatı altında toplandılar. Ocağın ilk, en faal iki üyesi Hamdullah Suphi ile Ferit Cansever idi.

İttihatçıların Suyu Kesiliyor (16 Temmuz 1912)

Trablusgarb Harbi devam ediyor. İtalyanların gördüğü direnç ne olursa olsun, Türkiye'nin zebunluğu kendini gizleyemiyor. Düşman fırsatı kaçırmayıp buyandan da 12 adayı işgal etti. İstanbul'un kalbi heyecanla çarparken Çanakkale Boğazı topa tutuldu. İttihatçılar, içeride halkı yıldıran şiddeti artırdı, herkes endişeli yaşayışla yönetime düşman kesildi. Başlamış olan Örfi İdarenin devamı, bir kısım devletlerin kışkırtması Arnavudlukta isyanı körükledi. İttihatçılar düzeni sağlamak amacıyla Arnavudluğa ordu gönderdi.

"Halaskar Zabitan" İttihatçıların hayırsız evladı da denebilecek bu isim yani "Halaskar Zabitan" Arnavudluğa isyan bastırmaya giden ordunun içinden çıktı. Kendilerine bu ismi yakıştıran bir kısım genç subay, kurtarıcı olduklarını göstermek amacıyla dağları yurt edindi. Arnavud isyancıları sindirme yerine İttihatçıları tehdid eden Halaskar Zabitan Pâdişâha yapılanların acısını çıkarıyordu.

"Mahmud Şevket Paşa grubun kampanyasını desteklemek için Harbiye -Bakanlığından- istifa edince bir darbe kaçınılmaz oldu. Böylece, İttihat ve Terakkinin denetiminde olan Meclisten güvenoyu almasına karşın Said Paşa istifa etti." (16 Temmuz 1912)

Said Paşa'nın, sıkışınca istifa etme huyu yeni değil; Sultan Hâmid devrinde de böyle yapıyordu. Hiçbir zoru göğüsleme fedâkârlığına yanaşmaz, en kısa yoldan bir başka sapağa kendini atıverir. Yalnız, bu defaki istifasında şunu da gözönüne almak lazım, İttihatçılarla fikrî yakınlığı yoktu.

Subayların siyâsete karışıyor olması Sultan Reşad tarafından eleştirildi. Emin bir kumandan olduğunu Türk-Rus savaşında ispatlayan Ahmet Muhtar Paşa sevilen insanî yanı ile de önemli şahsiyetti. Pâdişâh, hükümeti kurma görevini, sevilen bu Paşaya verdi. (12 Temmuz 1912) Ahmed Muhtar Paşa yaşlı, tecrübeli, büyük devlet adamlarından biriydi ve kendisi de "ne olduğunu" biliyordu. Arnavudluk isyanıyla ilgili fikri kendine ne derece güvendiğinin delilidir. Sadâret verildiğinde, Arnavudluk meselesini açarak Ali Fuad Türkgeldi'ye söyledikleri:

"Benim niyetim sadâreti Kâmil'e yahut Hüseyin Hilmi'ye terk ile Şûrayı devlete çekilmektir. Nâzım'ı da atarak Harbiye nezaretine Mahmud'u (oğlu) getirip Arnavudluğa göndermektir. Onun üzerine benim adım olduğundan ve Arnavudların bana büyük hürmetleri bulunduğundan o giderse derhal ihtilâli teskine muvaffak olur."

Gazi Ahmed Muhtar Paşa zamanın değiştiğini, Arnavudların da değişen zamana boyun eğdiğini aklına getiremiyordu. Paşa'nın tasavvurları bir kenara, yaptıklarına bakmak lazım. "Büyük kabine" "Baba-oğul kabinesi" gibi isimler takılan Ahmed Muhtar Paşa'nın kurduğu hükümette "Eski Sadrâzamlardan Kâmil, Hüseyin Hilmi ve Avlonyalı Ferid Paşalar" bulunuyor. Bu yüzden "Büyük Kabine" deniyordu. Bahriye Nâzırı olan oğlu Mahmud Muhtar Paşa'dan dolayı da "Baba-oğul Kabinesi" denmişti.

İttihatçı-Halaskâr Çekişmesi

Halaskar Zabitan grubu başkan çıkmış, yeni kurulan Ahmed Muhtar kabinesi İttihatçıları meclise almamıştı. Amma, tam olmamıştı her şey; Halaskar Zabitan amacına yaklaşmıştı. Mecliste bir tane İttihatçının bulunması bile can sıkıcıydı ve bu da mevcut idi. Kanun maddesinde bir değişiklik yapılarak pâdişâha yetki verildi, o da meclisi feshetti.

5 Ağustos 1912'de yeni seçimlere gidildi. Hükümetin kampanya imkanını kısıtladığı İttihat ve Terakki Partisinin şansı kalmadı.

Kaynayan Balkanlar

İtalyanların Trablusgarb'a saldırması Balkan devletlerine şok tesiri yaptı. Bir süre Türkiye'yle ilgili faaliyetlerden el çekmiş bulunan liderler yeniden, yeni planlar yapma ihtiyacı duydular. Makedonya'da süregelen rekabetin terk edilmesindeki menfaatlerini gördüler. Türkiye'nin, başındaki savaşla başa çıkamayacağı, İtalyanlar tarafından hırpalanacağı iyi hesap edilip, bundan kâr sağlamak gerekti. Türkiye'nin Balkanlarda yanacak ateşi söndürmeye nefesinin yetmeyeceği dikkate alınıp, değerlendirilmeliydi. Bunun yolunu aradılar.

İlk önce Sırbistan ile Bulgaristan anlaştı. Bunlar esasen iki devletçik, aslana saldıracak iki tilki mesabesinde idiler amma, aslanda aslanlık kalmış mı ki?

13 Mart 1912'de yapılan Sırp-Bulgar anlaşmasına göre Türkleri yendikleri takdirde Yenipazarla Niş bölgesi Sırbistan'a, Rodop Dağlarının doğusuyla Struma Bulgarlara geçecek. Ayrıca Makedonya'nın özerkliği uygulamada güçlük çıkarırsa Bulgaristan Manastır ile Ohri'yi Sırbistan da Kuzey Makedonya'yı alacak. Komanova ile Üsküp ve geri kalan bölge¬er çarın arabuluculuğuyla iki devlet arasında pay edilecekti.

Sırbistan-Bulgaristan birliği Yunanistan'ı, Karadağ'ı, Arnavudluk'u daha sonra peşine taktı. Osmanlı askeri askerlikten fazla siyâsetle uğraşıyordu. Doğru. "Osmanlıların silâhaltında bulunan 250.000 askeri Balkan ordularının toplamından çok azdı.

Balkan devletleri savaşa, Türkiye onlara karşı tedbir almaya çalışırken devam etmekte olan Arnavud isyanı durdurulmayı bekliyordu. Büyük ordular kullanıp sindirilmeleri yerine, arzularının yerine getirilmesi, olamayacak istekleri yönünde de ikna edilmeleri düşünüldü. Birçok tavizle olsa da, isyan durduruldu. (4 Eylül 1912)

Balkan Harbi'nin Başlaması (8 Ekim 1912)

Anadolu'dan daha fazla, hem de Anadolu’yla mukayese edilemiyecek kadar fazla önem verdiğimiz Rumeli'nin tamamen elimizden çıkmasının savaşıdır bu. Türkiye Türklüğüne bir dizine yanık Türkü kalacak bu savaştan; bir de yanık bağırlı yüz binlerce göçmen... "Esme bre deli rüzigar yolda yolcum var benim" diyerek hisleneceğiz; sonra da, elimizden çıkan Edirne'yi tekrar alabildiğimiz için teselli bulacağız. İlerleyen zaman içerisinde heba edilen camilerin, köprülerin, kervansarayların direkleriyle, sütunlarıyla devamlı yıkılacağız; hele de Mimar Sinan'ın, adına kitaplar yazılan eserlerinin yok oluşuna esef edip duracağız, nesiller boyu...

Türkler bütün dünya tarafından savaşçı bir millet olarak kabul edilirken, Balkanlar'da "dört eski vilayet ve ilçemiz karşısında" yenileceğimiz kimsenin aklından geçmezdi. İşte bir Fransız gazetecinin sözleri. İlhan Bardakçı'dan naklediyoruz:

"Beklenmedik bir fevkalâdelik olmazsa, ne Bulgarlar, ne Yunanlılar ve ne de Sırplarla Karadağlılar Türkleri yenebilirler... Ben daha geçen yıl Libya da 100 bin kişilik modern İtalyan ordusunu 1700, evet mübalağa etmiyorum beyler, sadece 1700 Türk askerinin perişan ettiğini gördüm..."

"Ve Libya'daki 1700 Türk'ü yöneten iki ufak tefek adamdan bahsediyor, aynı gazeteci; "Pâdişâh Libya'ya Enver ve Fethi Bey isminde iki binbaşı göndermişti. Tanıdım kendilerini. ( ) Tam bir yıl o yüz binlik İtalyan ordusu 1700 Türk askerinin karşısında çakıldı kaldı." diyor. Ve bir başka yabancı gazeteci "Türk ordusunu yenmenin imkânı yok. Ama dikkat ediniz Türk ordusu diyorum. Çünkü bugün için Türk ordusu artık mevcud değildir..." (İmparatorluğa Veda)

Ordunun politikaya bulaştığını anlatıyor gazeteci. Bulgar ordusunun disiplinini övüyor. Türkiye'nin yenilmek, küçülmek alın yazısıdır artık. En iyi vezirler de işbaşında olsa bir şey fark etmiyor. İtalya harbi, daha doğrusu İtalya ile Libya harbi çıkmadan önce İtalya'dan gelen Roma sefiri Hakkı Paşa ile Balkan Harbi'nden evvel Bulgaristan'da bulunan, "Asım Bey zavallısı da Bulgaristan'dan geldiği halde, Bulgar ihtirasatından o kadar gafildir. Hattâ son Said Paşa kabinesinin istifasından bir gün evvel Meclis-i Mebusân'da kürsüye çıkıp, "Balkanlar'dan imanım kadar eminim!" demişti.

Acaba imanı mı çürüktü hariciye nazırımızın? Balkanlar'dan emin olununca bu fakir devletin masrafını azaltmak lâzımdı. Asım Bey'den sonra bir başkası hariciye nazırı olur. (sıkça söylediğimiz gibi) Osmanlı'da adamı mı yok; biri gider, biri gelir... Asım Bey'in yerine de biri geldi.

Rusya Türkiye'ye teminat veriyor. Balkanlar'dan korkmayın, diyor; buna bizim hariciye nazırımız hemen inanıveriyor ve 120 taburumuz terhis ediliyor. "Türklere karşı beslediği hisler şüpheli olarak tanınan hariciye nazırımız Gabriel Noradungiyan'dır ve Ermeni'dir bu şahıs, bu şahıs İttihatçıların memurudur!

"21-23 Ekim'de Bulgarlar Edirne ile Kırklareli arasında Süloğlu ile Pınarhisar muharebelerini, 28 Ekim - 2 Kasım'da Lüleburgaz muharebesini kazandılar. Türk ordusu dağıldı, çözüldü ve geriledi. Kırklareli düştü. Düşman Çatalca önlerine geldi."

Pınarhisar, fetihlere giden Pâdişâhların dinlendiği yer idi. Şimdi askerimiz çil yavrusu gibi Bulgarların önünden kaçıyor, Bâb-ı Âli iktidar lotosu oynuyor!!!

Balkan Savaşı'nı kaybedişimiz askerin politikası yüzündendir, deniyor ya, galiba gerçek. İşte bir Talât Paşa, arkadaşları ile arası açılır ve Edirne'de Şükrü Paşa'nın yanında alır soluğu. Şükrü Paşa Edirne'yi savunan kahraman ihtiyarımızdır. Der ki:

"Seni hemen Edirne'nin ortasında idam ettirmemi istemiyorsan, bu günden tezi yok, çekil git buradan Talât Bey oğlum, sen ki sabık dâhiliye nazırısın, sen ki Edirne'ye vatanseverlik göstermek için er rütbesi ile gelmişsin... Ve sen ki, bana yardımcı olmak yerine orduyu ifsad ediyor, askere dövüşmemesini telkine çalışıyorsun... Çek git buradan, İttihat ve Terakki'yi iktidara getirmek için başka yerlerde çalış." (İmparatorluğa Veda)

Şükrü Paşa'ya demişlerdi ki İstanbul'dakiler: "30 gün dayan yeter." Şükrü Paşa tam 155 gün dayanmış, yiyecek bir şey kalmayıp da askerlerin "ekmek... ekmek" diye inlediği günlerde süpürge tohumların bile gıda olarak kullanmışlardı. Hastanede kendine gelen yaralı askerin "İlaç istemem bacı hemşire, bir dilim ekmek ver bana" dediği günler... ve o günlerde bir Osmanlı Paşası, başkumandan vekili Nâzım Paşa, Çatalca hattında tren vagonundan dışarıya boş şampanya şişesi atıyor. Görgü sahibi bu olayı oğluna anlatmış, oğlu da Yılmaz Öztuna'ya, biz de Öztuna'nın kitabından aldık.

26 Mart Çarşamba günü, maddi hiçbir şeyi kalmayan Şükrü Paşa, Bulga-lar'a teslim olur. "General İvanov'un hürmetle karşıladığı büyük Türk kahramanı şanlı kılıcını düşmana teslim eder." Daha sonra Edirne'ye Kral Ferdinand gelir ve Osman Paşa ile Ahmed Muhtar Paşa'ya yapılardan takliden kılıcı Şükrü Paşa'nın beline takar.

Bu talihsiz harbin sonunda Edirne yine bize geçer, ama hepsi bu kadar. Öteler ellerindir, pasaportla gider vize alabilenler... Şükrü Paşa istenenden beş kat fazla mukavemet gösterip yine de yardım alamamış ve her şey bittikten sonra mağlup kahraman olarak İstanbul'a dönünce, halktan, bu yiğit ihtiyarı görmek isteyenler garı doldurur. Fakat itibarları sarsılacak olan İttihadçılardan Cemal Paşa, trenden el çabukluğu ile kapar kahramanı bir arabaya bindirir, kimseye göstermeden kaçırır. Bu olayı Şükrü Paşa İsmail Hami Danişmend'e anlatmış, şöyle:

"Şükrü Paşa diyor ki: "Harbin bidayetinde hükümet benden Edirne'nin bir ay muhafazasını istedi. Elimde bu noktaya aid bir vesika da var; ben her türlü mahrumiyete rağmen taahhüdümün beş misli dayanarak 155 gün mukavemet ettim. İşte buna rağmen esaretten avdetimde İttihat ve Terakki hükümeti beni tekaüde sevkedip menkûp yaşattı."

İttihad ve Terakki ile onlara karşı meydana getirilen Halaskar Zabitan grubunun politik çarpışmaları devletin batmasına sebep aladursun, İstanbul'un elimizde kalmasına sevinecek günleri atlatmıştık. Edirne'yi Bulgarlara bırakmamış olmamızı büyük başarı olarak görmek durumundaydık! O günkü zevat böyle düşünüyordu, her halde. İttihatçılar politikaya bir hayli yatkın olduklarından Halâskârân grubu başkanı Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı bile elde etmeyi başarmışlardı. (Tren vagonundan şampanya şişesi atan paşa).

Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913)

Talât, Enver ve Cemal Beyler İttihatçıların liderleridir; bunlar harbiye nazırını elde edince çok işler plânlamaya başlarlar, pek çok kişi ile pazarlığa girişirler. Balkan Harbi devam etmektedir.

"Tesadüfen Bâb-ı Âli'nin önünden geçerken gördüğüm 8-10 kişi" İsmail Hami Bey bu kadar görmüş, böyle diyor; bazıları bu sayıyı 200'e kadar çıkarıyor. 23 Ocak Cuma günü "Enver Bey kır bir ata binmişti. Diğerleri kamilen yayandı. Ellerinde birer küçük bayrak vardı. ( ) Reşit Bey'in hatıratında söylediği gibi bunlar hakikaten "cemiyeti beşeriyenin en müstekreh tortularındandı." Enver'in bindiği kötü beygirin dizginlerini iki tarafından iki çeteci tutuyor, hepsi birden ve hiç durmadan tuhaf bir külhanbeyi telaffuzuyla: "Yaşşassin Enver Bey, yaşşassin millet!" diye bağırıyorlardı. Bunların içinde Talât Bey yoktu."

Kahramanlar! Bâb-ı Âli'yi basarlar, 2 subayla 8 nöbetçi er şehit edilir. Olayı duyup Bâb-ı Âli'ye gelen Nazım Paşa Enver Paşa'ya "Sen siyasetle uğraşmayacağına dair söz vermemiş miydin? Şahsî ve askerî namusun üzerine bana verdiğin söz bu muydu? Bu Nazım Paşa pek namuslu olarak anlatmasa da, kendisine yapılan namussuzluğa tahammülü yoktur. Hiddetini yenemeyen Nazım Paşa: "Peze…, beni aldattınız!" diye bağırır. Bu ağzından çıkan veya oradakilerin duyduğu son sözleri olur. Bir kurşunla Nâzım Paşa dünyaya veda eder. "Kim vurdu? Enver Bey mi, Yakub Cemil mi? Hâlâ belli değil." diyor Yılmaz Öztuna.

Bu olayla ilgili Yılmaz Öztuna böyle kanaat belirtiyor ama Hüsameddin Ertürk'ün sözleri farklı.

Hüsameddin Bey o sıralarda binbaşıdır; İttihatçılarla içli dışlıdır; baskın öncesi bazı toplantılarına da katılmıştır. Tabanca seslerini duyup dışarıya fırlayanlardan birisi Harbiye Nâzıırı Nâzım Paşa'ydı. "Enver'i görünce şaşırmış: "Bu ne cüret burada ne arıyorsunuz, asî herifler!.." diye bağırmaya başlamıştı. Enver, Paşa'yı askerce selâmlamış: "Vatanı satanlara ordu müsaade etmeyecektir..." demişti. İşte tam bu sırada, yanında duran Yakub Cemil, kolunu paşanın arkasından çevirip, sağ yanağına tabancayı yaklaştırarak onu vurmuş ve yere sermişti. Enver hiddetle: "Eyvah, ne yaptınız, bu cinayete ne lüzum vardı?.." diye bağırınca hâlâ tabancasından duman çıkan Yakub Cemil Nâzım Paşa'ya bir kurşun daha sıkarak: "Bu herife laf anlatılır mı?" diye cevap vermişti."

Enver Bey'in istediği nedir? Sadrâzam Kâmil Paşa'nın istifası. 83 yaşındadır Kâmil Paşa. Fransızca, İngilizce, Yunanca, Arapça ve Parsça bilir. Şöhreti Avrupa'ya yayılmış bir devlet adamı olan Paşa, böyle buhranlı bir zamanda yapılan işin hata olduğunu söyler. Enver Bey için hiç mühim değildir ve Kâmil Paşa sadâretten istifa eder, ama "Makamı Sadâret" başlıklı kâğıtlardan birini alır ve "Asker tarafından vâki talep üzerine istifa ettiğini bildiren satırları yazar. Enver Bey asker tarafından gerekçesine halk kelimesini ilave ettirir."

Bundan sonra Enver Bey, Mahmut Şevket Paşa'yı getirtir sadârete, hüküm artık onundur.

Bütün bu olaylar, Türklere ait topraklar paylaşılırken yaşanır İstanbul'da. Devletin başı olan Pâdişâh Sultan Reşad ne yapıyordu acaba? 500 senelik Türk yurdu elimizden çıkmış, evladı fatihan kovuluyor öz toprağından. Ölenler! Bulgarların iğrenç tecavüzlerine uğrayanlar ve her şeylerini bırakıp İstanbul'un yolunu tutanlar... İstanbul'dan Anadolu'ya dağılanlar... Koyunun kuzudan ayrıldığı bir hercü merc.

Yüzbinlerce göçmen ağıt figan içerisinde barınak bulma çabasıyla yaşamaya çalışırken Pâdişâh ne yapıyordu? Maalesef hiç bir şey! Bir şey yapmasına imkân verilmiyordu ve imkân bulacak meziyetlere de sahip değildi. Sarayında, hayatına dokunulmaması ona yetiyordu. Belki de olan bitenlerden haberi bile yoktu. Belki de Avusturya ateşemiliterinin şu yazdıklarını okumamıştı ve duymamıştı:

"Hayatım, altımdaki atın gücüne bağlı idi. Yıkıldığı an buralarda kalmaktan başka bir şey beklemiyordum. İki gündür üzerimdeki iki parça çikolata ile idare ediyordum. Ama cebimdeki ekmeğe henüz dokunamamıştım. Bir ara durdum. Ekmeği çıkardım. Isıracak ve karnımı doyuracaktım ki, ilerideki derenin kenarında bir şeyin kımıldadığım hissettim. Baktım kanlar içinde bir yaralı. Sesi çıkmıyordu amma, kolları bir şeyler ister gibi bana uzanıyordu. Gözleri elimdeki ekmeğe takılmıştı. Ekmeğim elimden kaydı. Yaralı asker çılgın gibi atıldı. Yarı kan, yarı çamura bulanmış ekmek parçasını cinnet getirmişçesine ısırmağa başladı." (İlhan Bardakçı'nın, İmparatorluğa Veda adlı kitabından).

Pâdişâh, daha önce de söylediğimiz gibi İttihatçıların istedikleri kâğıtları mühürlüyor, istenen tayinleri yapıyordu. Bâb-ı Âli baskınından sonra Enver Bey, yeni tayinler yaptırmış, saraydan dönmüş halka tebliğ ediyor.

O günleri yaşayan, o olayı olay yerinde gören, gördüklerini kitabına aktaran İsmail Hami Danişmend anlatıyor:

"Enver Paşa yeni tayinleri binek taşından, halka anlattıktan sonra, "Pâdişâhım çok yaşa!" dedi ve artık mahşerleşen kalabalık da tekrar etti."

Pâdişâhın adı ara sıra böyle anılıyordu. Yine imzalanacak bir kâğıt sürülmüş önüne, yüreği cızlar Sultan Reşad'm, tereddütle etrafına bakar; "Şimdi ne yapalım?" der. Sultan Abdülmecid'in kızı M-nire Sultan'ın kocası Salih Paşa'nın idam hükmüdür bu imza bekleyen kâğıt. Ve Dâmad Paşa iftiraya uğramıştır. Pâdişâh, yeğeninin kocasını kurtaracak cesaretten mahrumdur.

Cemal Bey (henüz Paşa değil) İstanbul muhafızıdır, der ki:

"Eğer zat-ı şahane Salih Paşa'nın idamına irade vermezse, ben irade olmaksızın asarım, sonra siz beni asınız!"

Yiğit bir Padişaha söylenemezdi bu söz ve terbiyeli bir devlet adamı Padişahına karşı böyle bir davranışı aklından bile geçirmezdi!

Dâmad Paşa asılır, Sultan amcasına beddua eder, "Sakalı kana boyansın" der.

Dâmad Salih Paşa suçsuz olduğu halde idam edilince Sultan Reşad hakiki dostlarından da mahrum kalmıştı.

Şehzadeler ve sultanlar küsmüşler, "baba" diyenler kendisinden yüz çevirmeye başlamıştı.

Babı Âli baskınıyla sadârete getirilen Mahmud Şevket Paşa (23 Ocak 1913) beşinci ayını yarılamıştı. Bir suikaste kurban gitti Paşa.

Mahmud Şevket Paşa günlük tutan bir devlet adamıydı. Ölüm gününe kadar gelen hatıralar -eğer yaşasaydı-, o günü de içine alacaktı. Alışılmış bir düzende yaşayan Paşa, alışılmış vakitte, Bab-ı Âli'ye gitmek üzere Harbiye Nezâretinden çıktı. Bâyezid Meydanını dönmeden evvel karşı sokaktan gelmekte olan bir cenaze arabası gördüler ve cenazeye hürmeten beklediler. "Ne olduysa bu sırada olmuştu." Çapraz ateşe tutulan arabada Mahmud Şevket Paşa ile beraber Bahriye subayı İbrahim Bey ve Paşa'nın ağası da şehid olmuştu."

Suikastla ilgili geniş çaplı tahkikata başlanıp, birçok fail yakalandı. Suçlu olduğu sanılan ama yurt haricinde olduğu için ele geçmeyenler de vardı.

Olayla ilgisi olduğu varsayılan 37 isim tespit edilmiş, bunlardan, ancak onu bulunmuştu; bunlar, Bâyezid Meydanına sıralanan Darağaçlannda sallandırıldı. İşte, az önce yeğeninin "sakalı kana boyansın" diye beddua ettiği, pâdişâhın çaresizlikten idamına onay verdiği Salih Paşa bu idamlıklardan biriydi ve suçsuz olduğu anlaşılmıştı. Diğerleri: Miralay Fuad Bey, Bahriye Yüzbaşılığından istifa eden Şevki Bey, Yüzbaşı Çerkez Kazım Bey, Mühib Bey (Polis Müdüriyeti Siyâsî Müdürü), Topal Tevfik, Çerkez Ziya ve kardeşi Hakkı, Mülazım Mehmed Ah, Abdullah Safa Efendi.

İsmail Hami Danişmend'e göre bir suikasde kurban gitmesi, Mahmud Şevket Paşa'yı yaptığı kötülüklerden temize çıkaramaz. Trablusgarb'ın silahsız bırakılıp, iyi savunma yapamaması, Selanik'in elden çıkması gibi durumların mesulü Mahmud Şevket Paşa'dır.

Bu suikast olayıyla Paşa ölmüştür ama onun taraftan İttihatçılar bir bahane elde etmiş olarak tedhiş hareketine başlamışlar, kendilerine muhalif olan 350 kişiyi tevkif edip yurt dışına göndermişler, böylece Paşa'nın kötülüğü ölümünden sonra da sürmüştür. Az önce idam edilenlerin isimlerini vermiştik. Divan-ı harb-i örfi, Avrupa'ya kaçtıkları için bulamadığı, aşağıda isimleri yazılı kişileri de idama mahkum etmişti. "Prens" denilen Sabahaddin Bey, sabık Dahiliye Nazırı Reşid Bey, eski sefirlerden Kürt Şerif Paşa, eski mebuslardan Gümülcineli İsmail Bey, Kaymakam Zeki Bey, Mütekaid Jandarma Yüzbaşısı Mehmed Efendi ve Kemal Midhat, Pertev Tevflk ve Çerkez Nazmi Beylerle Abdurrahman, Kavaklı Mustafa ve Yüzbaşı Çerkez Kâzım'ın kardeşi Hikmet Efendiler."

Suçlu zannı ile mahkeme edilenlerden sekiz kişi beraat etmiştir. Bu da adil olduklarım gösterme lüzumundan yapılmış olmalıdır.

Balkan Sulhu (21 Temmuz 1913)

Balkan Devletleri kendi aralarında anlaşmazlığa düştü. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ birbiriyle uğraşırken Romanya fırsatı değerlendirmeye başladı. Türkiye Edirne'nin acısıyla kıvranıyordu. Karışıklıktan istifade edip Edirne'yi Bulgaristan'tan alma vaktiydi. Bulgaristan diğer komşularıyla savaşırken Türk Ordusu Edirne'yi sessizce işgal etti. Ortada yapılan anlaşma vardı ve Edirne'nin işgali anlaşmaya aykırıydı. Burada hileyi şeriyeye başvuruldu. "Teşkilât-ı Mahsusa"nın teşkili hemen Yüzbaşı Süleyman Askerî Bey'in başkanlığında yapılıverdi. Süleyman Askerî Bey'in rütbesi, Hüsameddin Ertürk'e göre Erkânı harp binbaşısıdır. Kurulan Teşkilat-ı Mahsûsa gayriresmî idi. Emrindeki "çetelere Ortaköy, Kırcaali kazalarıyla, Dedeağaç ve Gümülcine sancaklarından mürekkep olan Garbî Trakya'yı Muşta nehrine kadar işgal ettirip, ciddi bir şey olmayan bir İslam devletçiliği kurdurdu."

Bundan sonra Osmanlı Devleti'ne iltihak eden bu sözde devlet, Edirne'nin ebediyyen Türk'ün olmasında mühim bir vazife görmüştür. Daha sonra da sıra sulhe gelmiş ve Balkanlar macerası bitmiştir.

Edirne'nin hududumuzun dışında kalmasının verdiği çöküntü o kadar derindi ki, nasıl olursa olsun orayı yeniden sahiplenmek Türk milletinin yüzünü güldürmeye yetti.

Birinci Cihan Harbi (11 Kasım 1914)

Devlet, Balkan harplerinin yaralarını saramadan, yeni bir felâketin ortasında çırpınmaya başladı. Bu felâket Birinci Cihan Harbi'dir. "İtilaf-ı Müselles" denilen İngiltere, Fransa, Rusya devletlerine harp ilan ederek hiçbir lüzum olmadığı halde, Almanya ve Avusturya, Macaristan'ın yanında yer alması Türkiye'nin gerçek felâketi olmuştur.

Bu harp niçin çıkmış? "Büyük Sırbistan" hayalindeki 19 yaşında bir çocuk "Garvilla Princip" Kara El Komitesi mensubudur. Saray-Bosna'ya gelen Avusturya Veliahdı Ferdinand'a suikasd düzenler ve hem veliahdı hem de karısını öldürür... İşte Avrupa devletleri biribirine, bundan sonra savaş açarlar. Rusya ile Japonya da savaşa iştirak eder. Her birinin ayrı bir hesabı vardır. Otuz devletin yer aldığı bu savaşta Türkiye'nin işi ne? Niçin bu harlı ateşin ortasına atılmıştır? Bunu bilen sadece dört kişi; bunlar Sadrâzam Said Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazın Talât ve Meclis-i Meb'usan reisi Halil Bey'dir. O zaman henüz Fransız taraftan olduğu için Bahriye Nazın Cemal Paşa'ya haber bile verilmemiş ve tabii diğer vükeladan da gizli tutulmuştur! "Dünyada misli görülmemiş olan bu feci hakikat hem Talât ve Halil Beylerin hem Cemâl Paşa'nın hatıratıyla sabittir."

İsmail Hami Danişmend'in "İhaneti vataniye" diye nitelediği Birinci Dünya Savaşı'na girişimizi, bakın Enver Paşa nasıl karşılıyor. Bir hile ile iki Alman gemisine sahip çıkılmış, İngilizlerin elinden kurtarılmış, felâketimizin ilk adımı bu operasyon olmuştur. Sonra, Vekiller Meclisi'ne geç gelen Enver Paşa gülerek içeriye girip, "Bir oğlumuz dünyaya geldi" demiştir.

Bu nasıl oğlansa? Uğursuz gelmiş, ebeveynini mahvetmiş. İlân edilen 29 imzalı Cihad-ı Ekber bile hiçbir fayda sağlamamıştır. "Ve hattâ fetvalarla beyannameler kâffe-i aktâr-ı İslâmiyyeye pek tabii olarak dağıtılmamıştır."

Müslümanların lideri Halife Sultan'ın hiçbir şeyden haberi olmadıktan sonra "Cihad-ı Ekber" ne ifade eder ki?

Birinci Cihan Harbi denilen o kanlı dünya boğuşmasının bizi ilgilendiren hiçbir sebebi yok iken, tarihçilerin ifadesinden anlaşılan o ki, birkaç maceraperestin yüzünden balıklama dalıvermişiz. Artık kaynar kazanın içindeyiz. Daha az yanıkla kurtulmamız, nasıl olacak?

Çanakkale'de İngilizler Mesudiye zırhlısını torpillerler.

Irak'da, İngilizler Basra vilayet merkezini işgal ederler.

Sînâ - Filistin - Suriye cephesi: Cemâl Paşa Mısır fethi hülyasıyla Suriye'dedir. Tavırları, muzaffer kralları andırır. Pâdişâhlar gibi hareket eder. Cuma Selâmlığı'na çıkışında alkışçılar dizilir kapının iki yanına ve bağırışırlar:

- Allah cemildir ve cemâli sever!

Şam Araplarına nümayişler yaptırılır. Arapça sloganlarının Türkçesi şöyledir:

"Haydi zafere, haydi zafere! Cemâl Paşa gir Mısır'a!" ve "Ey Şam valisi, ey vali: Bizim ırzımız pahalıdır!"

Bu anlatılanlar, İsmail Hami Danişmend'in şahidi olduğu olayların bir kısmıdır.

Kafkas Cephesi

Kafkas cephesi en netameli savaş yeridir. 33 yaşında iken Harbiye Nazırı olan Enver Paşa'nın başkumandan vekili olarak atıldığı yeni ve büyük bir macera yaşanacak bu cephede. Kendi görgülerine, dinlediği insanların görüşlerine ve Alman Liman Van Sanders'in hatıralanna dayanarak çok kötü not veren İ.H. Danişmend Enver Paşa'yı yerin dibine batırır.

Hattâ "İttihad ve Terakki komitesinin himmetiyle Enver Paşa dâmad da olmuştur. Sultan Mecid'in oğullarından Şehzade Süleylan Efendi'nin kızı Emine Naciye Sultanın kocasıdır" derken öfkelidir.

"Hangi cepheye gitmişse askeri körükörüne hücuma kaldırmaktan başka bir şey yapmamış ve bu yüzden yüz binlerle Türk'ün kanını heder etmiştir."

İşte bu Enver Paşa, Fransız gazetecinin Libya'daki savaşçılığını göklere çıkardığı Binbaşı Enver Bey'dir. Şimdi Enver Paşa, bütün yetkilerle ve hınçla, ihtirasla donanmış olarak Kafkas cephesindedir. Parolası da hoştur Enver Paşa'nın "muvaffakiyetin sırrı taarruzdadır" der.

Enver Paşa'nın çarpıştığı yer, tükürüğün yere düşmeden donduğu Allahuekber Dağları. Karşıda karnı tok, sırtı pek, en mükemmel silahla mücehhez Moskof ordusu. Enver Paşa'nın askerinin sadece inancı var, başka bir şey yok. Evet, Üçüncü Ordu'nun inancı var da sevk ve idare eden kumandanın Almanlara yaranmaktan başka derdi olmadığı söyleniyor.

"İlkbahara ertelense netice lehimize olur, bu kış günü taarruz iyi olmaz" diyen Üçüncü Ordu kumandanını dinlemez ve azleder Enver Paşa.

İsmail Hami Danişmend'in "mecnunane macera" dediği bu savaşta aç, çıplak ve cephanesiz askerlerimiz Allahuekber Dağları'na serilirler!

Yılmaz Öztuna 90500 şehit verdiğimizi yazıyor. Kuru ifadeler yakışmaz bu faciayı anlatmaya, yürekleri galeyana getirmeyi de istemiyoruz, bu işi daha önce yapan İlhan Bardakçı'nın kitabından istifade etmeye çalışalım. O da Rus Kafkas ordusu başkanvekili Dük Aleksandroviç Pietraviç'den bahsederek başlar...

"... Pietroviç, elindeki dürbünü gözlerinden çekemedi, bıraktı adetâ ve bağırdı:

- Delirmiş bu Türkler, delirmiş. Böylesine açık hedef olunur mu? Türkler gibi asker yoktur, doğru ama, bu ne acemilik, bu ne akılsızlık... Mevzilenmeğe ihtiyaç duymadan açık hedef olmuşlar...

( ) Sarıkamış'ı iki gece evvel işgal etmişiz. Kolordunuz erimiş.. Ve karşı saldırı sonucu çekilmişiz. Mustafa Nihad Bey ve emrindeki 79 kahraman dörtyüz metrelik mesafeyi sekiz saatte alırlar. Hedefe vardıkları zaman artık 18 kişidirler. Mevzilenmek isterler, nasip olmaz. Olmamıştır herhalde ki, gece yerini sabah ışıklarına terkettiği zaman Rus Kurmay Başkanı Pietroviç şaşkınlık içinde önce ateş emri verir. Sonra eline almıştır dürbününü. Dünya tarihinin görmediği sahneye işte o zaman şahit olur."

"İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuzlarının çukurlarında yuvalanmış mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Kaput yakaları Allah'ın rahmetini o civan delikanlıların vücuduna akıtmak istercesine, semaye dikilmiş, kaskatı. Hele bıyıkları, hele bıyık ve sakalları. Her biri birer fütuhat oku misilli dimdik. Ve gözleri. Dinmiş olmasına rağmen, kahredici tipinin bile örtüp gizleyip kapatamadığı gözleri... Hepsi açık. Tabiata, başkumandana, karşıdaki düşmana ve 'talihe' isyan eden, ama Allah'ına teslimiyetle bakan gözleri, açık. Vallahi açık, açık..."

"İkinci sırada bir manzara ki, hiçbir heykeltıraş eşini yaratmaya muvaffak olamamış. Başları korkutucu katılıkta semaya dönük, bilekleri üzerinde kümelenen kar'a rağmen, güçlerini dile getiren, Sağrılarındaki fişek sandıklarını debelenip yere atmağa tenezzül etmemiş iki katırın başındaki, altı esatir güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, kâinatı biz o hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilivermişler..."

"Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihad... Ayakta. Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, düşmanı da, kindarı da, melunu da Allah'a sığındıkları günkü çaresizlik içinde yere çökertmiş velvelesi halinde... Belinde fişekliklerinin o kurban olunası çıkıntılarını örtüp yok etmeğe, gece düşen tipi bile razı olmamış. Boynundaki dürbünü sağ eli ile kavramış. Havada kalmış, kale sancağı gibi... Diğer eli, belli ki semaya kalkıp rahmet dilerken öylesine donmuş... Hayrettir, başı açık. Gür kara saçları beyaza bulanmış..."

"( ) Pietroviç'm karargâhına gönderdiği rapor, hıçkırıklı bir ağıt gibidir: "Allahuekber Dağları'ndaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel Allahlarına teslim almışlardı."

24.12.1914

Bütün bunların sebebi Enver Paşa'dır denir. Bir de onun sonuna bakalım. Ayrılmak zorunda kaldığı vatanına, milletine faydalı olmak için çırpman Enver Paşa "Kafkasya'ya geçmeyi düşündüm" diyor. Kırım'dan bir yelkenliye biniyor. Şans bu ya yelkenli batıyor. Tutunduğu bir tahta parçasıyla, günlerce denizde kaldıktan sonra tekrar Kırım'a dönüyor. Amcası Halil Paşa'ya anlattıklarını dinleyelim: "Moskova'ya kadar gitmek zordu, Alman tayyaresi ile Berlin'den Moskova'ya hareket ettim, fakat tayyare yolda arıza yaptı. Kovra'ya inmek zorunda kaldık ve burada tevkif edildim. Kendimi Manastırlı bir eczacı olarak tanıtıyordum, durumdan şüphelendiler, tevkif edildim. Fotoğraflarımı çektiler ve soruşturmaya başladılar. Bu sırada tevkifhanede tanıdığım bir dost vasıtası ile Berlin'e haber gönderdim, ayrı bir kanaldan gelen cevapta belli bir gün ve saatte bir Alman tayyaresinin Kovra hapishanesinin yakınında meydana ineceğini, hiç beklemeden tayyareye binmemi bildiriyorlardı. O gün yanımda silahlı bir nöbetçi olduğu halde meydan civarında dolaşıyordum, tam bildirildiği vakitte tayyare indi. Nöbetçi telaşlanmıştı. Elinden silahını aldım, kendisine doğrulttum ve uçağa attım kendimi. Moskova'ya böylece gelebildim işte."

Ve Enver Paşa, Türkistan bağımsızlığı için savaşırken bir Rus süngüsüyle ş-hid düşer. (4 Ağustos 1922)

Çanakkale savaşına hiç temas etmeyeceğiz; malum 250 bin şehid ve yaralı verdiğimiz ve bir o kadar karşı tarafın zayiatı ile dünyayı hayran bırakan bir zafer kazanmıştık. Avrupalılar yüzlerce kitap yazmış bu savaşla ilgili, bizde de bir miktar yazılmış.

Sadece birkaç ana başlık vereceğim:

25 Nisan 1915 Pazar günü, düşman askeri Çanakkale boğazında karaya çıkmaya başladı. 8–9 Ocak 1916'da düşman askeri yenilmiş olarak Çanakkale'den çekildi, gitti. Denir ki: "Çanakkale geçilmez!" geçilemedi, şayet geçilseydi? Düşmanın ilk hedefi İstanbul'du. Sonra; İngilizlerin ve Fransızların Rusya'ya ulaşmaları kolaylaşacak ve bunlar oradaki iç çalkantıyı önleyecek, Rusya rahatlayacak, Rusya adamakıllı zebun düşen Türkiye'yi ezebildiği kadar ezecekti. Allah'tan ki, yiğitliğin destanını yazarak şehit olan 250 bin askerimiz -ki çok büyük miktarı yedek subaydı- herhalde, hem Türkiye'nin, hem de dünyanın kaderini değiştirdi.

Çanakkale savaşlarında Türkiye'nin ölü ve yaralı sayısı 250 bin kişi olup İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin ölü bıraktılar. Ne İngiliz, ne Fransız, ne de bir başkası Türklerin bu kadar mukavemet göstereceğini bilebilirdi. Balkan Savaşında uyduruk devletçiklerle başa çıkamayan Türklerin Çanakkale'de dünyanın süper güçlerini yere sermesi neyin nesiydi? Bu şanlı neticeyi başkaları da merak etmiş ve bir yabancı gazeteci bu merakın cevabını bulmuş. Çanakkale Zaferinin sırrı o yabancının anladığı gibi, ne yazık ki, sonraki zamanlarda bizler! tarafından tam manasıyla algılanamıyor.

Saldırganların pes etmeyi gururlarına yediremedikleri, ama başka çarelerinin de kalmadığı günler idi. Bir grup Avrupalı gazeteci yerinde inceleme yapmak, gazetelerine havadis toplamak için Çanakkale'ye gelmiştiler. Çok farklı manzaralar görmüş, şaşırmıştılar. Zamanın süper güçlerini dize getiren milletin çocukları en şaşırtıcı manzara olarak görünüyor. Çanakkale'nin karla kaplı daracık sokaklarında, dizlerine kadar batıp çıktıkları karı toplayıp Kardan Adam yapmaya çalışan çocuklar gerçekten çocuk muydu, yoksa hareket eden çuval mı? Gazetecilerden birinin kafası gördüğü sahne ile allak bullak oluyor... Bundan sonrasını "Çanakkale Mahşeri"nden aktarıyorum:

"Aynı zamanda Türkolog olan Mösyö Valentin çocuklara yaklaşıp, konuşmaya başladı:

— Kaç yaşındasın?

— Sekiz.

— Sen?

— Dokuz.

— Sen?

— Ben de dokuz.

Bakışlarım mosmor olmuş yüzlerinde, ellerinde, ayaklarında gezdirdikten sonra ilk soru sorduğuna çevirdi:

— Baban ne iş yapıyor?

— Öldü.

— Nerede öldü?

— Harpte.

— Niçin öldü?

— Din için öldü.

— Din için öldüğünü nereden biliyorsun?

— Caminin imamı söyledi.

Diğer ikisi de sorularına aynı cevabı verdi.

— Size anneleriniz mi bakıyor?

Soruyu ilk yönelttiğine baktığı için, o cevap vermek mecburiyetini hissetti.

— Üçümüzün de annesi öldü. Ebeni-nemiz bize bakıyor.

— Nerede oturuyorsunuz?

Bir eliyle de karşıdaki derme çatma kulübeyi işaret etti.

— Şurada.

Çanakkale Mahşeri adlı kitap, gördükleri ve duyduklan karşısında Mösyö Valentin'in duygulandığını, geçmişe dalıp, Türk kahramanlığı ile dolu tarih sayfalarını hayalinde yaşadığını anlatıyor ve bu konuyu şöyle bağlıyor:

"... Kulübenin kapısı açıldı; bastonuna dayanarak bir koca karı dışarıya çıktı ve çağırmaya başladı.

— Gazanfer! Muzaffer! Mücahit!..

Ha!..

En karanlık gününde çocuklarına bu adları takan millet, bir yerde toprağa gömülse bile, bir başka yerden fışkırır!.."

"Gazanfer" iri aslan, "Muzaffer" girdiği savaşta galip gelen, "Mücahit" din düşmanlarıyla savaşan demektir.

Türkolog gazeteci Valentin bu mânâları biliyordu; Türk zaferinin sırını çözmesi zor olmadı. Konuştuğu çocukların üçü de Osmanlı Devleti can çekişirken dünyaya gelmiş ve taşıdıkları adları almıştılar. Ölüm döşeğinde inleyen bir millet hâlâ Gazanfer, Muzaffer ve Mücahit doğuruyorsa, hayata bakışı sağlamdır. İnanmanın mükâfatı görülmüştür. Yok olduğu sanılan bir millet "varım" di¬ebilmenin semeresini, İstiklal Harbi ile dünyaya da tasdik ettirmiştir.

Çanakkale harpleri ile ilgili bir cümle de İsmail Hami Danişmend'den alıyorum:

"Türk tarihinin muhteşem destanlarından olan Çanakkale menkıbesinin bütün şan ve şerefi "Mehmetçik" denilen eşsiz Türk neferine aittir."

Türk milleti birçok cephede birden savaşıyor, devamlı toprak ve evlat kaybına uğruyor. Din düşmanlarımızdan yediğimiz kurşunların bir kısmına, daha önce, bizim onlara yedirdiğimizin iadesidir diyebilirdik... Lâkin hazmı güç olan bir şey var; Türkiye, din kardeşleri Arapların İngiliz propagandasına yahut sarı İngiliz altınlarına kanması sonucu, bir de arkadan hançerleniyordu. Bu, Araplar için yüz karasıydı. Bu, diğer yaralardan fazla acı çektirdi. Bütün Arapların suçlanması akla, mantığa, vicdana mugayirdir; bu işte başrolü oynayan Mekke Şerifi Hüseyin'di. Şerif Hüseyin'den çok kısa bahsedeceğiz:

Bilindiği gibi, Mekke, Yavuz'un 1517 Mısır fethinde Türk hâkimiyetine girdi. O gün bugündür Osmanlı Devleti'nin tayin ettiği valiler tarafından yönetiliyor. Daha geniş bir ad denirse, emirlik ve idaresine bakan da Emir'dir. Hüseyin Paşa Beni Kulâde sülalesinden bir Arap ve devlet ona paşalık vermiş. Sultan Hâmid zamanında, Mekke'ye Emir atanmak için çırpındığı halde isteğine kavuşamıyor. Pâdişâh onun "haris ve menfaatperest" olduğunu biliyor; öyle bir yere gönderilmesini uygun görmüyor. Şurayı Devlet azalığıyla İstanbul'da istihdam edilen Hüseyin Paşa, meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki'nin gafletiyle 1909'da meramına kavuşuyor. Mekke Emiri olan Hüseyin Paşa Peygamber Efendimizin kızı Hz. Fatma'yla akrabalığını, yani, Hazreti Hüseyin'in soyundan olduğunu kabu

Link to comment
Share on other sites

SULTAN VAHİDUDDİN

(Temmuz 1918 - Kasım 1922)

36ng4.jpg

Adı her ne kadar Sultan olarak anılsa da, ona bu unvanı çok görenler çok fazladır. Tabi bunlar, onun Sultanlığı elinden alındıktan sonra türemişlerdir. Ve bunların büyük bölümü bir yerlere yaranma hesabıyla bu yola düşmüşlerdir. Sultan Hâmid de görüldüğü gibi "ifrat-tefrit" Vahidüddin'de de yaşanmıştır ve yaşanıyor...

Ferid Paşa'nın yaveri Tarık Mümtaz Göztepe Sultan Vahdeddin'in çok yakınındaydı; sürgün hayatını da beraber yaşayıp devamlı yanında bulunan, onu, yazdığı iki kitapla anlatan Göztepe'ye göre Sultan Vahdeddin iyi bir insandır. Vatansever, akıllı, zeki, haysiyetli... Değil vatan hainliği en küçük bir hata isnadı bile yakışmaz. Necip Fazıl Kısakürek'in yazdığı, ama "Mustafa Kemâl Atatürk'ün mânevi hatırasına hakaret edildiği" iddiası ile toplatılan "Vatan haini değil büyük vatan dostu Vahidüddin" adlı kitabı da, adından anlaşıldığı üzere onu yüceltiyor.

Galiba, Sultan Vahdeddin'in en büyük talihsizliği yaşadığı zamandan kaynaklanıyordu. İktidarının son döneminde padişahlığı bile elinden alınıp, sadece Halife olarak, ama devamlı küçültülerek tahtta oturacaktı. Önce Kral, sonra da kralcılar onu kötülemek için akla hayale gelmeyen senaryolar üretip "Vurun abalıya" diyeceklerdi. Türkiye'den ayrılışına 77, ölümüne 75 sene olmasına rağmen, hâlâ arada bir tozu alınması, elbette derin sebeplere dayanıyordur!

Sultan Vahdeddin, Sultan Mecid'in 30 (bir rivayete göre 41) kadar evladının 23'üncüsü, Padişah olan üç oğlundan sonra dördüncü ve sonuncusu idi. Enkaz dönemine denk gelişi, belki de sonuncu oluşundandır! 1860'da doğmuştu, anası Gülistû Hatun'dur. 1861'de Sultan Mecid ölünce Vahdeddin öksüz Gülistû Hatun da dul kalmıştı. Daha bir yaşında iken yakasına yapışan talihsizlik, ömrünün sonuna kadar artan şiddetiyle etmiştir.

Saltanat merakı hiç olmamış herhalde ki, Çengelköy'de Saray'da iken, randevu alıp gelen Talât ve Enver Paşa'nın, ağabeyinin ölümünü bildirip, tahta geçmesi gerektiğini söylediklerinde, hemen kabul etmemiş, biraz müsaade istemiş, gece istihareye yatmıştı; eğer, hanedanın en yaşlı erkeği olmasaydı tahta geçmeye hiç rızası yoktu. Mevcut şartlar onu Pâdişâh olmaya zorluyordu. Kendisi istemiyor; belki de bunca sıkıntılı bir zamanda devleti idare edecek takati kendisinde göremiyordu! Sultan Reşad'ın Eyüp'teki cenaze merasiminden sonra Talât Paşa ve arkadaşlarına verdiği cevabı şöyle bitiriyordu:

"Sizlerin deruhte etmekte olduğunuz mesuliyetlere ve ifası vacip hizmetlere kıyasen bende vatanî bir hizmette bulunabilmek ümidiyle ve Cenab-ı Hakk'ın yardımı ve vekili olduğum şanı yüce Peygamberin ruhani medetiyle işbirliğine karar verdim. Tevfik Allah'dan." (Şahbaba, 79. sf.)

Sultan Vahdeddin zor karar vermişti. Zamanında yaşayıp, yakınında bulunanların ağız birliği ettikleri özelliğinden birincisi: "Oldukça zekî fakat mütereddit idi." Tahta oturmak için zorlanması da bunu isbât ediyordu. Gerçekten de şanssız bir zamandı. Devletin başı olacaksın amma, fazla selâhiyetin olmayacak. İttihadçıların emri dinlenecek; sen mührü basacaksın, sonra da yanlışlıkların mesulü olacaksın. Cehennemi bir savaşın içinde erimekte olan bir vatan, sekiz cephede yaşanan yenilgiler, ekin tarlası gibi biçilen Anadolu evlatları! Gencecik milyonlarca Mehmed. Bütün acıların gelip deva aradığı Dersaadette 57 yaşında bir Pâdişâh!

Sultan Vahdeddin 4 Temmuz'da resmen Osmanlı Devleti'nin Padişahıdır. O günlerde Karlsbad'da tedavi olan bir general var. Bu genç generalle yeni Pâdişâhın isimleri yanyana o kadar çok anılacaktır ki, herkes hayrette kalacak... Bir Avrupa seyahatinde biri Veliahd Şehzade, diğeri yaver idi. Biribirini sevip takdir etmişlerdi. Veliahd, Pâdişâh olunca General rütbesi taşıyan eski yaverinden istifadeyi düşünecekti. Çünkü o zeki bir insandı ve memleketin öyle insanlara ihtiyacı malûmdu. Genç general de iyi bir satranç ustasıydı. Ne zaman hangi taşla hamle yapacağını ve "Şah" diyeceği ânı iyi bilirdi. Şimdilerde küçük bir hamle kâfiydi ve taht değişikliğini duyar duymaz hastaneden bir tebrik telgrafı gönderdi. Böylece Mustafa Kemâl Paşa "beni unutmayın" mesajını vermiş oluyordu. Ve işin devamında acı tatlı günler yaşanacak, hele sonunda ikisi, bir terazinin iki kefesine oturacaklar, biri düştükçe diğeri yükselecekti!!

Sultan Vahdeddin'e zekî diyorlar, doğrudur da, bazen zekâ fazla işe yaramıyor. Onu besleyecek başka unsurlar lâzımdır. İşte, Vahdeddin onlardan yoksundu! Memleketin hali malûm; kaybedileceği bilinen bir savaşın içine girilmiş; her cephe iniltilerle terkediliyor...

Sultan Vahdeddin, Talât Paşa'ya inanır, güvenir amma, başkaları paşanın sadrâzam olacak seviyede yetişmediğini söylerler. Ahmed Rıza Bey'e göre iyi bir çete reisidir Paşa. "Cenab"ın "Peyam-ı Sabah" gazetesinde çıkan bir yazısında, sadârete kadar yükselen bu "Türedi"nin "Yangın kulesine çıkmış bir âmâ"ya benzetildikten sonra mevki hırsının derecesi şöyle tasvir edilir."

"Devlet başkalarının elinde nâil-i refah olacağına kendi elinde ölsün."

"Talât bunu tercih ederdi."

Dâmad Ferid Paşa'dan da iyi bahsetmez İsmail Hami Bey, der ki:

"... Mediha Sultan'ın meşum kocası Arnavud Dâmad Ferid Paşa'dır. Osmanlı inhitatının en mühim sebeplerinden olan mütereddi ve mütefessih devşirme ruhunu her manâsıyla idâme eden bu vatansız ve imansız Balkan serserisinin nasıl olup da Sultan Vahidüddin'e kadar hulul edebilmiş olduğuna hayret etmemek ve bu hâli Altıncı Mehmed'in zekâsıyla telif etmek kabil değildir."

Sultan Vahdeddin'in, eniştesi Ferid Paşa için "melun" dediği, amma, sadârete getirmek mecburiyetinde kaldığı bir gerçektir. Sebebi ise "Mücbir" olarak ifade ediliyor. İfade sahibi Vahdeddin'in kızı Sabiha Sultan'dır.

Talat Paşa 3 Şubat 1917'den beri sadrâzamdı. Onu kötü taraftarıyla anlatanlar var; hele de particilikte müfrit olduğu müşterek kanaattir. Faziletleri de cömertçe söyleniyor. Demokrat yaratılışıydı. Teşrifattan hiç hoşlanmazdı. Riyadan, gösterişten uzaktı. Onun sadâretine kadar adet olan huzura gireceği zaman salonun iki kapısının birden açılmasını yasaklamıştır. Saray hademelerinin sadrâzamın ayaklarına kapanmaları kuralını da Talat Paşa men etmiştir. İnsan onuruyla çelişkili gördüğü ne varsa mani olmaya çalışan, bu mert çizgileri taşıyan insanın devlete menfi izler bırakması karakterinin bir başka yönüyle alâkalı.

Talat Paşa hem Bektaşî idi hem mason. " Bir gün en yakın dostlarından Abdülaziz Mecdî Efendiye: "Hocam demişti. Düşünüyor, bir türlü karar veremiyorum. Sen ne dersin Allah aşkına. Mason mu kalayım, Bektaşî mi olayım?"

Mecdi Efendi: "Paşam, bence bunların ikisine de lüzum yok, amma, mutlaka birini tercih etmek lazım geliyorsa, Bektaşîliği seçin, zira Bektaşîlik bir Türk tarikatıdır!" demişti.

Sultan Vahdeddin saltanata başladığında sadrâzamı Talat Paşa idi. Geleneğin ifası için kılıç alayı düzenlendi; bu son kılıç alayıdır. Eyüb Sultan'a gidildi, adet yerine getirildi. Burada, Ali Fuad Türkgeldi'den kısa bir alıntı geçeceğiz:

"Eyüb'de arabalara binileceği sırada Talat Paşa Boğazdan düşman tayyare filoları geçmiş olduğunu haber vermişse de hünkâr "Onlar mütemeddin adamlardır; böyle dinî merasim esnasında taarruzz etmezler" diyerek eseri telaş göstermedi." Sultan Vahdeddin'in korkak olduğu sıkça telaffuz edildiği için, bu sahnenin naklinde fayda umduk ama doğrusu, hakikati tam olarak anlaşılmıyor. Sultan cesaretinden mi böyle davrandı, yoksa korkağın karanlıkta ıslık çalması mıdır? Ecnebilerin dine saygılı, medenî bir davranışta olduklarının kabulü de pek yakışıklı gelmiyor. Bigünah kadınları, çocukları, ihtiyarları öldürenler onlar değil mi? Asırların mührünü taşıyan yurtlarımızı elimizden alanlar binlerce askerimizin şehadetine sebep olanlar onlar değil mi? Camilerimizi yakıp yıkmadılar mı? İnşallah Sultan Vahdeddin, o sözleri cesaretinden söylemiştir, temennimiz bu.

Tahta geçiş günü 3 Temmuz Perşembe idi. Talat Paşa'nın sadaretten istifası 8 Ekim'dir. Derin hülyalarıyla başbaşa kalan Talat Paşa'dan sonra Yaver-i Ekrem Ahmed İzzet Paşa 14 Ekim'de vazifeye başladı. Türk ordularının mağlubiyeti devam ediyor, cepheler birer birer terkediliyor. Devlet, yanan bağı-bahçesi, avlusu hesabını bırakmış da oturduğu odanın kurtarılması derdine düşmüştü.

Ahmed İzzet Paşa elde kalanın muhafazası için iyi bir mütarekenin yolunu aradı. Yukarıdan beri anlatılmaya çalışılan, askerimizin devamlı yenilgi talimi yaptığı, her geçen günün aleyhimize olduğu gerçeği herkesin malûmuydu. Suriye İngiliz işgalinde İstanbul için bile tehlike sinyalleri alınıyor. Ordumuzun savaşla elde edeceği hiçbir başarı görünmüyor.

Talat Paşa'nın istifası yorumlanırken, Birinci Cihan harbinde beraber savaştığımız dost devletlerin de güçsüz çıkmaları, onlarla beraber müdafaa ettiğimiz cephenin çökmesi birinci sebep olarak takdim edilir. Esas itibarıyla bizim olmayan bu savaşın ortasına dalıvermemizde dahli olan, doğrudan sebep olan Enver Paşa ile beraber Talat Paşa idi. Hayalperest iki paşamızın koskoca bir devleti uçuruma itivermesi affedilir hata değildi.

Paşa mesuliyetini hissettiği savaşta uğranılan kayıplara güç yetiremiyordu. Daha ilerilere taşınacak, büyüyecek kayıpları görmek bile istemiyordu. Her ne olursa olsun, hiç olmazsa onun sadâreti içinde meydana gelmemeliydi, bunun için kendisini itip devirecek zayıf bir tekme arar hale gelmişti. Öz yoldaşları, can dostları İttihat ve Terakkicilerin güvensizlik oyu vermeleri sonucu da kabinesi istilâ mecburiyetinde kalmıştır. "Kendi ellerinde ölen devletin cenazesini gözyaşlarıyla kaldırmaktansa, selâmette kalmayı yeğlediler" denirse İttihatçıların günahı alınır mı acaba? Ahmed İzzet Paşa Enver Paşa'nın başkumandanlık ve Erkânı Harbiye reisliğini de üzerine alarak sadârete başladı. 16 gün sonra Mondros Mütarekesi yapıldı.

Mondros (30 Ekim 1918)

"Niçin Mondros Mütarekesi" diyebilecek halimiz yok. Osmanlı Devleti, zararlı böceklerin kemirdiği yaprak gibi her tarafından bereli. Sadece ortada biraz sağlam yeri kaldı. Birer birer saymak yerine, diyelim ki İç Anadolu'nun harici, bugün sınırlarımız dışındaki topraklarımızla beraber düşman elinde. Yangından birkaç eşyasını kurtarmaya çalışan ev sahibi telaşıyla, sulh kapılarını aramaya başladık. Devlet ne çekiyorsa maceraperestlerden çekiyor. "93 Harbi" denen 1877 Türk-Rus savaşını da birkaç maceraperest çıkarmış, akıllı adamlar ceza çekmiş, sulh yapabilmek için neler feda edilmişti. Şimdi ise, devleti bitiren harbin de bitmesi için çareler aranıyor. Defalarca şahidi olduk; herkes istediği zaman bir savaşı başlatabiliyor, ama savaşın bittiği, bitirildiği kuvvetliler tarafından ilan edilebiliyor. Türkiye, "yeter artık tuş oldum" diyor. Kendi kendine söylenmesi derde deva değil; bunu karşı tarafa duyurması ve kabul ettirmesi lâzım; şimdi duyurma yolunu arıyor. Kut'ul Amare'de esir alınıp İstanbul'a getirilen Towsend adlı bir general vardı, onun aracılığı rica edildi. General, İngilizlerin Akdeniz donanması komutanı Amiral Colharp'e ulaşılmasını sağladı: Amiral, bir toplantı yapılıp, mütareke şartlarının görüşülmesi teklifini kabul etti. Bahriye Nâzın Rauf (Orbay) Bey, Hariciye Müsteşarı Reşad Hikmet ve Erkânı Harb Kaymakamlarından Sadullah Beyler Mütâreke heyetine seçildiler. Pâdişâhın heyetten istediği belli başlı vazgeçilmezleri vardı.

1. Hilâfet, saltanat ve hanedan haklarının korunması

2. bazı eyaletlere verilecek muhtariyetin yalnız idâri olması, siyâsi olmaması.

Sultan Vahdeddin ikinci meselede ağır sıkıntı çekiyordu. "Eğer hiçbir çare bulunamayıp da siyasi olacak ise, istiklaliyet daha ehven olacağı ve eğer siyasî muhtariyeti kabul edecek olursak âlem-i İslâm'a ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim..." diyordu.

Mütareke temsilcileri bu hususları zaten göz önünde tutacaklardı. Pâdişâha, rahatlatıcı sözler söylediler.

Türklerin görüşme talebi İngilizler tarafından kabul edildi. İnce hesapta, derin siyâsette yekta olan İngilizler toplantı zamanını belirlemekte ağır hareket ederek son fırsatı da değerlendirdiler. Aradan geçen iki hafta zarfında, birlikleri Musul ve Haleb'i aldı.

İstanbul'dan 26 Ekim'de çıkan Türk murahhasları Limni adasının Mondros Limanına gittiler. Toplantı orada bir İngiliz gemisinde yapılacaktı. Üç günlük mesaiden sonra şartlar tesbit edildi, taraflar anlaşma metnini imzaladı, 30 Ekim'de Türk heyeti döndü. 25 maddelik anlaşmanın belli başlı birkaçı şöyle:

1. Çanakkale ve Karadeniz boğazlarındaki istihkâmlar müttefikler tarafından işgal edilecek.

2. Sınırların korunmasına, asayişin sağlanmasına yetecek sayıda asker bırakılıp, gerisi terhis edilecek.

3. Güvenlik maksadıyla bulunacak küçük gemiler hariç, Osmanlı donanması müttefiklere teslim edilecek.

4. Müttefiklerin güvenliği tehlikeye düşerse, stratejik noktalan işgal edebilecekler.

5. Hükümet haberleşmeleri hariç, bütün telsiz, telgraf ve kabloların denetimi itilaf devletlerinde olacak.

6. Toros tünelleri yine onlar tarafından işgal edilecek.

7. Kafkas hududunda Türkler,1914'teki sınıra çekilecek.

8. Hicaz, Yemen, Asir Suriye, Irak,Trablus ve Bingazi'de kalan muhafız kıtaları en yakınındaki İtilaf devletleri komutanına teslim olacak.

9. Terhis edilecek ordunun donanım, silah ve cephanesi itilaf devletlerinin emrine göre kullanılacak.

10. Vilâyat-ı sitte-altı vilâyette (Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis) bir karışıklık çıkarsa, itilaf devletleri buraları işgal edebilecek.

11. Türk esirleri itilaf devletlerinin elinde kalacak ama onların ve Ermenilerin esir olanları iade edilecek!

Böyle, Türklüğü şahsiyetinden soyan 14 madde daha var. Bu anlaşma, imzalandıktan sonraki gün öğlen vakti çalışmaya başlayacak. Birçok sulh anlaşmasına şahit olduk; böylesini ilk defa görüyoruz, dışarıdan desteklemekle hiçbir başarı elde ettiremedikleri Ermeniye Mondros Mütarekesiyle! sahip çıkmayı ihmâl etmediler. Ne zaman ki onların kalabalık olduğu yerlerde bir hareket duyuldu, derhal itilaf devletleri orada olacak. Bu demektir ki, "Ey Ermeniler! Biz buradayken ne istiyorsanız yapın; siz adam öldürün, biz Türk'ü katil sayarız..."

O gün için böyle bir anlaşmayı Türkiye imza etmeyebilir miydi? Vaziyete göre, ya olağanüstü siyâsî zekâlar daha hafif şartları kabul ettirebilirdi, yani, biraz, Abdülhâmid aranıyor. Yahut intihar göze alınırdı. Diğer yol ise, yapılmış olandır.

İttihatçıların Kaçışı (2/3 Kasım 1918)

Şiddetli fırtınanın yalpa yaptırdığı geminin dümenine geçtiler. Yol iz bilmiyorlardı, ehliyetsizdiler, sert kayalara toslamaktan kurtulamadılar. Gemi su almaya başlayınca, birer ikişer, tiran selâmet sahili saydılar. İstanbul'dan gitmeleri Makedonya'dan gelişlerinden hızlı ama isteksizdi. Geldiklerinde, vatan kurtaracak kahraman oldukları vehmi ile gururlu ve güçlüydüler... Bir vatan kalmadığı zannına kapılıp kaçarlarken taşıdıkları duygu itibarsız olmalıdır!

İlk gidenlerden biri Cihan harbinde "suiistimallerin timsali olmakla meşhur Harbiye levazım reisi Topal İsmail Hakkı Paşa'dır." Sonra bir başkası. Bugün kaçanlar esas büyük balıklar; Talat, Enver ve Cemal Paşalar. Bunlardan başka yine, önemli ittihatçılardan Doktor Nâzım, Bahaaddin Şâkir.

Burada Talat, Enver ve Cevad Paşalara öfkemiz, Türk milletinin başına gelen felâketin sorumlusu mevkiinde bulunuşlarından ötürüdür. Bu mevkiye de onları millet getirmemiş, kendileri silah zoruyla gelmişlerdi. İçlerinde taşıdıkları duygular çok asil olabilir lâkin, netice niyetin önüne geçmiştir.

Zannolunuyor ki, "Birinci Cihan Harbi" denen ateş çukuruna düşmemiz ihtiyatlı hareketten uzak oluşumuz sonucudur. Bütün vatanı düşmana teslim edilen vatan evlatlarının, bu işte mesut görünenlere acı sözler söyleme hakkı olmalıdır.

İttihat ve Terakki Partisi 1908'den 1918'e kadar -aradan 6 ay, 8 gün muhaliflerin kaldığı zaman çıkarılınca- 9 sene, 8 ay, 12 gün iktidarda kalmıştır. Önceleri yüzde yüz yetki kullanamadılarsa da, sonra doğrudan doğruya, her şeye hükmeder oldular. Devlet en kara günlerini onların yöneticiliğinde gördü. Vatan iken yabancısı durumuna düştüğümüz yerlere bakın. "Harbi umûmîden önce: Girit, Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Rumeli-i Şarkî gibi ecnebi işgaline düşmüş veyahut istiklâle yakın bir muhtariyet kazanmış eyaletler sayılmak şartıyla devlet bünyesinden ayrılan memleketler Trablusgarb, Bingazi, tekmil Rumeli kıtası ve Akdeniz adalarıdır. Harbi Umûmî de, elden çıkan kıtalar da Hicaz, Yemen, Asir, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır ülkeleridir. Harbi Umûmîdeki asker zayiatımızın yekûnu "3.842.580" Üç milyon sekizyüz kırk iki bin beşyüz seksen kişidir."

Verilen rakamın 600 bine yakını şehit, gerisi yaralı, kayıp, esir vs. Ayrıca, harbin, harb dışında kalan insanlara açtığı yaralar; açlık, hastalık ve başka sebeplerden ölümler... Bir de elimizde kaldığını varsaydığımız toprağın hangi şartlarla bizim olduğu Mondros Mütarekesinde görüldü. Bu millet bunları bildikçe, sebep olanlara karşı dostça hisler taşımakta zorlanırsa çok görülmemelidir.

Sadrazam İzzet Paşa'nın İstifası (8 Kasım 1918)

İzzet Paşa'nın kurduğu hükümette İttihatçı Nazırlar bulunuyordu. Cihan Harbi mesulleri olarak görünen bunlar, devamlı gözden düşmekteydi. Mondros Mütarekesinin ağır şartlarının sebebi olarak da İttihatçılar görünüyor, halkın teveccühü kalmadığı gibi, öfkesi de artıyordu. Artık eskisi gibi değil, gazete var ve başka yollar var, buralardan halkın sesi her tarafa ulaşıyor.

Pâdişâh İzzet Paşa'ya Adliye Nâzırı Hayri Efendi'yi, Mâliye Nâzırı Selânikli Cavid Bey'i ve Dâhiliye Nâzırı Fethi Bey'i değiştirmesi yönünde haber gönderdi. Paşa ise cevaben istifaname yazdı.

İzzet Paşa hükümet kurma görevini mecburiyetten kabul ettiğini, dedikodulara aldırmadan vatanın ve milletin hayrına çalıştıklarını, fakat pâdişâhın güvenini kaybedince gitmek gerektiğini anlatıyor. "... berveçhi ma'ruz insilâb-ı emniyyeti hümâyunları zehabı üzerine rüfekayı çâkerânemin yanlarına takdime karar verdik, diyor. Sadeleştirirsek: Yukarıda anlatılan sebeplerden dolayı arkadaşlarla beraber istifademizin gereğine inandık, istifanamemizi yüksek huzurunuza takdim ediyoruz.

11 Kasım, Tevfik Paşa'nın ikinci sadâreti ve son sadâret alayı. Düşman filolarının İstanbul'a gelişi ve vatanımızın işgaline başlanması.

İstanbul Hükümeti aczin pençesinde, İtilaf devletleri küstahlığın zirvesinde, İstanbul düşman çizmesi altında. 13 Kasım Çarşamba günü 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan gemisi İstanbul'a geldi. Derhal karaya asker çıkarıp şehrin bazı yerlerini işgale başladılar. Mondros Mütarekesine göre diğerlerinin hakkı ise de Yunanlıların böyle bir hakkı yoktu. Hükümet, buna karşı çıkma cesaretini bile gösteremedi. Avenof zırhlısından çıkan Yunanlılar İstanbul Rumlarına bir bayram neşesi yaşattı. Zırhlıya Rumlar tarafından Yunan bayrakları taşındı. İstanbul sokakları "zito" sesleriyle inledi.

17 Kasım, İngilizlerin Baku'yu işgali.

21 Kasım, Meclis-i Mebusan'ın feshi.

12 Aralık, Tevfik Paşa'nın istifası ve ertesi gün yeniden sadarete getirilişi.

30 Aralık, İttihatçıların tevkifine başlanması. Bugün, kader ipinin terse sarmasıdır. Başarılı olamayan ihtilâlcilerin başlarına gelmesi muhtemel olan hesap verme günü İttihatçıların yıldızlarının söndüğünün göstergesidir.

"Kara Bir Gün" (8 Kasım 1919)

Dersaadet, saadetten hiç nasibi olmayan günlerini yaşamaktadır. Marmara'da düşman gemileri hain gözlerini Dolmabahçe Sarayı'na dikmiş, yapılacak yanlış bir hareketi cezalandırmayı bekliyor... Bir soytarı Fransız Generali (Franchet d'Esperey) beyaz bir atın üzerinde fatih! gibi şehre giriyor. Atının dizginleri iki askerin elinde, etrafında, yemek yedikleri kazan'a tüküren bir yığın hayâsız Rum, Ermeni, Yahudi döküntüsü... Güya ki, bir zafer alayıdır bu! Ama Allah'ın inayetiyle çok sürmez defolup gitmeleri... Bu kara günü yüreği kavrularak seyreden Türklerden biri de merhum Süleyman Nazif'dir. "Bir Kara Gün" başlıklı bir yazı yazarak neşreder ki, bu yazı bugünlerde bile iştiyakla anlatılır.

İstanbul'a dolan düşman askeri sayısı 35 bin kadardı. "İtilaf" yerine "düşman" kelimesi seçilerek kullanılmıştır. Yapılan hareket, bu hareket sahiplerine ancak düşman dedirtir. İstanbul fiilen işgal edildi. Azınlıklar şımarık bir cesaret rüzgârına kapıldı. Şehirde güvenlik kuvvetlerimizin hükmü, sokaklarda güven kalmadı. Düşman subayları canlarının istediği evleri kendileri yerleşmek üzere boşaltıyor, hiç kimsenin dur! demeye gücü yetmiyor." 19 Ocak 1919'da Fransız askerlerinin karargâhı olmak üzere Ortaköy ve Çırağan'da hanedana mahsus saray ve köşklerin boşaltılmasını istemişler, Sadrâzam Tevfik Paşa da bunların hanedana mensup insanlar tarafından kullanıldığından bahisle Beylerbeyi Sarayı'nın tahsis edilmesini teklif etmişti. Bundan sonrasını Başkâtip Ali Fuad Türkgeldi'den dinleyelim:

"Beylerbeyi Sarayı gibi memleketin mefahirinden olan muhteşem bir sarayın ecnebi askeri tarafından işgali beni müteessir ederek "Aman Efendim! Beylerbeyi Sarayı makamı saltanata mahsus bir saraydır. Bunun terkine müsaade buyurulmasın; bari ona bedel Valide Bağı ile Kâğıthane Kasrı'nın verilmesi teklif edilsin" diyerek huzurda ağlamaya başladım. Çünkü bunu Saltanat-ı Osmaniyye'nin alâimi inkırazından addeyledim. Zât-ı Şâhâne zaten müteheyyiç bir halde bulunduğundan bunun üzerine büsbütün sinirlenerek "canım siz nasıl kafa taşıyorsunuz? Biz hâl-i esâretteyiz. Dolmabahçe Sarayını isterlerse ne yapacağız? Ihlamur, Göksu ve Beykoz köşklerini teklif ettim kabul etmiyorlar."

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in İdamı (8 Nisan Salı)

Mondros Mütarekesi Yar'dan düşmemizi engelledi; İngiliz sicimiyle bağladı, ayağının altına aldı pestilimizi çıkarıyor. Burada, roman yazar gibi tasvire girmek istemiyoruz. Durumun hassasiyetine yöneticilerimizin basiretsizliği de eklenince evlâdını boğan analara dönüyoruz. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in başına gelen suçluluğunun cezası değil, acziyetimizin bir diyetiydi.

"Kemal Bey Dahiliye Nezaretinden şöyle bir şifre almıştı. "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevkedileceği istikamet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi."

Kemal Bey bu şifrenin alındığını telgrafla Nezarete bildirmiş, sonra da Jandarma Kumandanını yanına alarak alâkadarlara, kaza dışına çıkmalarını anlatmıştı. Kemal Bey, bu emri vermekle kalmamış, tahliyenin icrasına bizzat nezaret eylemişti." (...) Bu onlara (Ermenilere) pek acı gelmişti. Ama yapacak bir şey yoktu! Emir büyük yerden, tâ İttihat ve Terakki Fırkasının umûmî merkezinden geliyordu, bunun önüne de hiç kimse geçemezdi." (...) Yalnız bu muhacirler bilselerdi ki başlarına gelen bu felakette, İttihat ve Terakki Fırkasından ziyade gene kendilerinin Taşnak ve Hınçak adlı komitelerinin dahli vardır."

Alıntı yaptığımız kitapta, Ermenilerin bilhassa Doğu vilayetlerimizde işlediği insanlık suçu sergileniyor. Yozgat'tan sürülmelerinin, ceza ise en hafifi olduğu, eğer Türk milleti misliyle karşılık vermeye kalksa, Türkiye'de canlı Ermeni bırakılmamasnıın gerektiği vurgulanıyor. Ermeniler Kemal Bey'den kötülük görmemişler. Onun yaptığı eğer suç ise, bu da kendisine ait değildi.

Devleti adına, aldığı emre uymaktan başka günahı olmayan Kemal Bey mahkeme ediliyor. "Kürt Mustafa Paşa Divanı Harbinde konuşan Kaymakam Kemal Bey şöyle demişti:

"Ben emir aldım. Bir memur aldığı emre itaatle mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanî harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum!"

Divanıharp Reisi Nemrud Mustafa Paşa, oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey'in yüzüne bağırmıştı:

"Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları sürgülemesini de emretmişsin, ne dersin?"

"Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim!"

Nemrud veya Kürd Mustafa Paşa Kemal Bey'i olanca maharetiyle suçladıktan sonra;.... cezası nedir bilir misin? diye sordu. Kemal Bey:

"İdamdır Paşam" dedi. Paşa:

"Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, biz de senin için bu karara varmıştık." dedi.

Hüsamettin Ertürk bir not düşmüş, diyor ki: Daha evvel Divanıharp Reisi Hayret Paşa idi. Fakat günlerce düşünmüş taşınmış bu haksızlığa dayanamamış ve Ferit Paşa ile şiddetli bir münakaşadan sonra istifa etmişti.

Kemal Bey Damad Ferid Paşa'nın sadrazamlığı sırasında kurulan Nemrud Mustafa'nın reis olduğu Divanı harpte idama mahkûm edildi. Ölmeden önce yazdığı son mektupta son cümle:

"Ey Türk yavrusu, bu dünyada kalbim ve öteki dünyada ruhum ebediyyen sana minnettar kalacaktır." Bu mektubu İsmail Hami Danişmend'e Kemal Bey'in babası vermiş.

Ey korku, sen ne alçak şeysin! Avrupa korkusu olmasaydı korkakların sinesinde, Kemâl bey herhalde asılmazdı. Ferit Paşa bu kadar küçülmezdi.

Sultan Vahdeddin dönemi başrol oyuncusu bol olan bir dram tiyatrosudur ve oyuncuların hemen hepsi de üçüncü sınıftır.

Bu tiyatroda herkes sahneyi terkederken yeni bir isim ortaya çıkacak ve bütün roller değişecektir. Nice güçlükler atlatıldıktan sonra esas düğümün çözümü de son iştirakçi tarafından tam manasıyla dramatik bir biçimde gerçekleşecek; perde kapanacak.

19 Nisan 15 Mayıs arası Ermenilerin Kars'ı işgali, Ardahan'ın sükûtu. İtalyanların Antalya'yı işgali. Yunanlıların Fethiye'yi işgali. İtalyanların Kuşadası'm işgali. İzmir faciası ve Yunan işgalinin batıda devamı. Dâmad Ferid Paşa'nın istifası, üç gün sonra Ferid Paşa'nın ikinci sadâreti. Ve...

"Yunan Mezâlimi"

Yunan zulmünü, birkaç siyah fotoğrafın üzerine düşen kırmızı lekeleriyle, ibret için, özetlemeye çalışacağız. Türkiye'nin paylaşılmasının galip devletler tarafından düşünüldüğü günlerdi. Yunanlılar Ege'de kendilerine yurt hazırlama çılgınlığını yaşıyorlar. Bu sıralarda İstanbul Rum Patriği, Türkiye Rumlarının Türk Devletine tâbiiyyet sorumluluğu kalmadığını ilan etti. Mondros Mütarekesinin mimarı amiral Colharp'e Ali Nadir Paşa'ya bir nota çekiyor, diyor ki: "Şehir Yunanlılar tarafından işgal edilecektir."

Şuraya bakın! Allah bir daha böylesini göstermesin. Öyle bir takdim ki, sanki kıymetli bir misafirin gelişini müjdeliyor. İşgali önlemek Ali Nadir Paşa'nın elinde değil. Ancak içinden, bu işgalin İzmir'den taşmaması için duâ ediyor. Çok yazık ki, Paşanın duası kabul olmamıştır. Yunan kopillerinin ayak basmadığı Ege toprağı kalmadı. Türk milletinin aleyhine Yunanlıya, itilaf devletlerinin bahşişi bundan daha büyük olamazdı. Yunan milleti, dünya durdukça temizlenemeyeceği kire, pisliğe batmaya hazırdı. Askerin başında bulunan kumandan Saphirapolis isminde bir hayvan. "O sırada mahut Averof ve Limnos zırhlıları da limandadır. Yunan barbarları karaya çıkar çıkmaz fes giyen veyahut "Zito Venizelos" demeyen masum ve silahsız insanların hepsini öldürmeye başlamışlardır."

Türk subayına, kendilerine "yaş¬yın" dedirtmeye çalışacak kadar aşağılık insanlar! 17. Kolordu subayı Süleyman Fethi Bey'i de "Zito Venezilos" demeye zorladılar. "Ben Türk askeriyim, öyle şey söyleyemem" deyince öldürdüler. Ondan sonra 30 Türk askeri ve halktan birçok insanı da öldürdüler ve yağma hareketine giriştiler. Bu hareketleri, ırza geçmeler dahil, Ege'nin her tarafında devam etti; tâ ki, Ege denizine dökülüşlerine kadar...

19 Mayıs 1919

Bugünün tarihî önemi o kadar büyüktür ki, okuma yazma bilen, bilmeyen, dede-nine küçük-büyük, kadın-erkek herkes bilir. Türkiye'de kime "19 Mayıs nedir?" diye sorulsa, alınacak cevap "Atatürk'ün Samsun'a çıktığı gündür" olur. Tabii, Mayıs gelmeden Nisan var, Mart var; 19 Mayıs o aylarda, günlerde hazırlanır...

O günlerde İstanbul'dan "Taşra Çıkmak" öyle kolay işlerden değildir. İşgal kuvvetlerinden vize alınması lâzım! Biraz maceralı da olsa vizeler alınır; gemiyle Samsun'a ******ürülecek atlar için dahi vize gerektir, alınır. Mustafa Kemâl Paşa'nın bütün müşkül işlerini Avni Paşa ile Mehmed Ali Bey hallederler.

16 Mayıs'ta İstanbul'dan ayrılıp, 19 Mayıs'ta Samsun'a giden M. Kemâl Paşa olağanüstü yetkilerle donanmıştı. Para olarak Vahdeddin, kendi yetiştirdiği bütün atları satarak elde ettiği 30000 liranın tamamını vermiştir. (Şahbaba)

Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, kanlı facialar yaşatıyorlar. İngilizler İstanbul'da Pâdişâhı abluka altında tutuyorlar.

27 Mayıs'ta Bekirağa bölüğünde tutuklu bulunan 67 ittihatçı İngilizler tarafından! Malta'ya sürgüne gönderildiler.

21 Eylül'de, Anadolu'da vatanı kurtarma mücadelesi verilirken, Dâmad Ferid "Jandarma neferliğinden yetişme Çerkez Aznavur kumandasında Kuvay-ı İnzibâtiyye ismiyle bir tenkil kuvveti teşkil etmiş ve bu suretle istilacı düşmanlarla elbirliğine kalkışmış. ( ) Aklınca bu surette galip devletlerin teveccühünü kazanmak istemiştir."

17 Eylül Cumartesi: Samsun'la Merzifon'un İngilizler tarafından tahliyesi.

30 Eylül, 1 Ekim gecesi: Dâmad Ferid Paşa'nın istifası.

2 Ekim, Ferik Ali Rıza Paşa'nın müşir payesiyle sadâreti.

15 Ekim, varlıklarını Türk adaletine medyum olan patriklerin galip devletlerden bütün Türkiye'nin işgalini istemeleri.

Böylece istifalar, tayinler, işgaller, tahliyelerle 1922 senesinin 1 Kasım Çarşamba gününe gelinir. Tabii ki İzmir'de Yunanlıları denize dökmüşüz. Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ni kurmuşuz ve meselâ bir kanunla Saltanatı kaldırmışız. Hilafete dokunulmamış. Vahdeddin şimdilik, hâlâ İslâm âleminin halifesidir.

Daha önce anlatılan padişahların tahtı paylaşmasında yaşanan zorluklan gördükçe, demiştik ki, "Dünyada insanoğlu için en zor şey paylaşmaktır; bir avuç toprak bile olsa..." Şimdi.

Yabancılar vatanı harabeye çevirip, dirlik düzenlik bırakmadılar ise de çoğu çekip gitti... kalanlar da gidecek.

Hem İstanbul'da, hem de Ankara'da hükümet var. İstanbul, bütün dünyanın 600 senedir bildiği bir hanedanın devam ettirdiği saltanatın merkezi, Ankara yeni bir oluşum için çabalamakta ve Ankara çok kuvvetli, İstanbul'a "hadi canın ordan" diyebilir!

1 Kasım 1922, Çarşamba günü, Büyük Millet Meclisi toplantısı yapılır. Meclis reisi Mustafa Kemâl Paşa söz alır ve şöyle söyler:

"Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlar! bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi." Mustafa Kemâl Paşa'nın hiddeti geçmez, daha konuşur, konuşur ve sözlerini şöyle bitirir: "Fakat ihtimal bazı kelleler kesilecektir!"

Sultanlık sıfatı elinden alman "Sultan" Vahdeddin hâlen bütün Müslümanların halifesidir. Vahdeddin hayatının tehlikede olduğu kanaatindedir ve ne önemi kalmışsa, hayatını sevmektedir. Çare olarak Türkiye'den ayrılmayı düşünür. Büyük, büyük, çok büyük dedesi Osman Gazi'nin günlerini de hatırlasa, belki üzüntüsü biraz hafifler; "tarih tekerrürden ibarettir" derdi. Çok az nüfusla yerleştikleri Söğütte Ertuğrul Bey'den devir aldığı beyliği rahat ettirmeye çalışan Osman Gazi Selçuk Sultanı'nın manevi himayesi altında Tekfurlarla savaşıyor, fetihler yapıyordu. Kendi çapında gelişmiş, Kulaca-Karaca-Hisar'ı da almıştı, orada kiliseleri mescit yapmış ve pazar kurulmasını istemişti, pazar kurulmuştu. "Halk toplanıp Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim" dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi. Hallerini ona söylediler. O da gelip Osman Gazi'nin kaynatası Ede Balı'ya söyledi. Daha söz bitmeden Osman Gazi geldi. Sorup isteklerini bildi. "Size ne lazımsa onu yapın" dedi. Dursun Fakı: "Hanım! Sultandan izin gerektir" dedi. Osman Gazi dedi ki: "Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda Sultan'ın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp kâfirlerle uğraştım. Eğer o, ben Selçuk Hanedanındanım derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi."

"Halk razı oldu. Kadılığı ve halifeliği Dursun Fakı'ya verdi. Cuma hutbesi ilk önce Karaca Hisar'da okundu. Bayram namazını orada kıldılar.

Vahdeddin'i bu kararı vermeye iten en önemli sebep olmayabilirse de "bu kararında saltanatın ilgası kadar Büyük Millet Meclisi'nin kendisini ihanetle itham etmek istemesinin de âmil olduğundan bahsedilir. O zaman ki gazeteler taht-ı muhakemeye alınıp ceza göreceği için kaçmış olduğundan bahsetmişlerdir." (İsmail Hami Danişment)

Sultan Vahdeddin vatanından ayrılma kararırını vermiş, nasıl, neyle gideceğini düşünüyordu. Sonu bilinmeyen bir yolculuğa çıkmak isteyişini haklı bulanlar olduğu gibi "Vatan haini, İngilizlere sığındı ve bir İngiliz gemisiyle kaçtı" diyenler de olacaktı. Ama o gidecek, gidişi belki de nahoş hadiselerin çıkmasını önleyecekti. Çünkü güç sahipleri onu aşağılayıcı davranışlara çoktan başlamışlardı. Sonradan bir gazetede neşredilen Refet Paşa'nın sözleri durumu anlamamız için yeter. Ankara'dan İstanbul'a gelip Saray'da Sultan Vahdeddin'le görüşen Paşa, davranışını şöyle, öğünerek anlatıyor:

"Pâdişâhın önünde ayak ayaküstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabucum burnuna değecekti." (Şahbaba) İşte Ankara'nın Pâdişâha verdiği değer budur.

Sultan Vahdeddin'in gurbet senelerinde çok zararını göreceği bir kayınbiraderi Zeki Bey var, bu Zeki Bey'Ie İngiliz General Harington'a bir mektup gönderir:

"İstanbul'daki işgal orduları Başkumandanı General Harington cenaplarına: İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devleti fehimânesine iltica ve biran evvel İstanbul'dan mahalli ahare naklimi talep ederim efendim. 16 Kasım 1922"

"Müslümanların halifesi Mehmed Vahideddin" (Şahbaba)

Osmanlı hanedanının son pâdişâhı bir İngiliz gemisiyle, bir daha dönmemek üzere vatanını terk ediyordu; 20 bin İngiliz Sterlini ve yakınları ile beraber meçhul yolculuğa çıkarken "Yanındaki mücevher kutusunu bile iade etmiş" hanedana ait maddi bir şey almamıştı.

Orta boylu ve 62 yaşındaydı. Tek ciğerle yaşayan bir hasta adamdı. Bembeyaz bıyıklan vardı. Gözlüklüydü. İstanbul'a ata yurduna gözlüklerin arkasından yaşlı gözlerle bakarak çekip gidiyordu. Diyordu ki: "Vekili olduğum şanı yüce Peygamberin yaptığını yaptım, hicret ettim..."

Bu hicretin dönüşü olmayacak, dayanılmaz sıkıntılarla geçen senelerden sonra 15 Mayıs 1926'da gurbette dünyaya veda edecek ve tabutuna bile haciz konacaktı.

İstanbul'dan ayrılışında yanında bulunan parayla uzun süre geçinemeyeceği biliniyordu. "İstanbul'dan çıkmadan evvel, Hazine-i Hümâyundan, makbuz mukabilinde "kıyametnâme" adlı kitabı getirtmiş ve minyatürleri iki milyon değeri olan bu eseri, makbuzunu getirerek yine hazineye iade etmişti.

O zaman yakınları: Pâdişâhım! Hazine-i Hümâyununuzdaki bütün eşyalar ecdadımıza ve hanedanınıza, hükümdarlar tarafından hediye edilen eşyadır, bunlar sizin malınızdır, bahusus iade buyurmak istediğiniz kitabın iki belki de üç milyona alıcısı hazırdır.

Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat alarak nezd-i şahanenizde alıkoymak doğru değil midir?

Sultan Vahdeddin, şu cevabı verdi:

Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef almadığımız şahsî malımızdır, fakat ecdadım bu milletin hükümdarları olmasa idiler, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binaenaleyh bu kıymet biçilmez eşya ve evânide, benim kadar milletinde hakkı vardır. Ben bu ihaneti kabul edemem." (Bu Gözler Neler Gördü-,Refi Cevad Ulunay, Çatı Yayınları.)

Link to comment
Share on other sites

SULTAN VAHİDUDDİN

(Temmuz 1918 - Kasım 1922)

36ng4.jpg

Adı her ne kadar Sultan olarak anılsa da, ona bu unvanı çok görenler çok fazladır. Tabi bunlar, onun Sultanlığı elinden alındıktan sonra türemişlerdir. Ve bunların büyük bölümü bir yerlere yaranma hesabıyla bu yola düşmüşlerdir. Sultan Hâmid de görüldüğü gibi "ifrat-tefrit" Vahidüddin'de de yaşanmıştır ve yaşanıyor...

Ferid Paşa'nın yaveri Tarık Mümtaz Göztepe Sultan Vahdeddin'in çok yakınındaydı; sürgün hayatını da beraber yaşayıp devamlı yanında bulunan, onu, yazdığı iki kitapla anlatan Göztepe'ye göre Sultan Vahdeddin iyi bir insandır. Vatansever, akıllı, zeki, haysiyetli... Değil vatan hainliği en küçük bir hata isnadı bile yakışmaz. Necip Fazıl Kısakürek'in yazdığı, ama "Mustafa Kemâl Atatürk'ün mânevi hatırasına hakaret edildiği" iddiası ile toplatılan "Vatan haini değil büyük vatan dostu Vahidüddin" adlı kitabı da, adından anlaşıldığı üzere onu yüceltiyor.

Galiba, Sultan Vahdeddin'in en büyük talihsizliği yaşadığı zamandan kaynaklanıyordu. İktidarının son döneminde padişahlığı bile elinden alınıp, sadece Halife olarak, ama devamlı küçültülerek tahtta oturacaktı. Önce Kral, sonra da kralcılar onu kötülemek için akla hayale gelmeyen senaryolar üretip "Vurun abalıya" diyeceklerdi. Türkiye'den ayrılışına 77, ölümüne 75 sene olmasına rağmen, hâlâ arada bir tozu alınması, elbette derin sebeplere dayanıyordur!

Sultan Vahdeddin, Sultan Mecid'in 30 (bir rivayete göre 41) kadar evladının 23'üncüsü, Padişah olan üç oğlundan sonra dördüncü ve sonuncusu idi. Enkaz dönemine denk gelişi, belki de sonuncu oluşundandır! 1860'da doğmuştu, anası Gülistû Hatun'dur. 1861'de Sultan Mecid ölünce Vahdeddin öksüz Gülistû Hatun da dul kalmıştı. Daha bir yaşında iken yakasına yapışan talihsizlik, ömrünün sonuna kadar artan şiddetiyle etmiştir.

Saltanat merakı hiç olmamış herhalde ki, Çengelköy'de Saray'da iken, randevu alıp gelen Talât ve Enver Paşa'nın, ağabeyinin ölümünü bildirip, tahta geçmesi gerektiğini söylediklerinde, hemen kabul etmemiş, biraz müsaade istemiş, gece istihareye yatmıştı; eğer, hanedanın en yaşlı erkeği olmasaydı tahta geçmeye hiç rızası yoktu. Mevcut şartlar onu Pâdişâh olmaya zorluyordu. Kendisi istemiyor; belki de bunca sıkıntılı bir zamanda devleti idare edecek takati kendisinde göremiyordu! Sultan Reşad'ın Eyüp'teki cenaze merasiminden sonra Talât Paşa ve arkadaşlarına verdiği cevabı şöyle bitiriyordu:

"Sizlerin deruhte etmekte olduğunuz mesuliyetlere ve ifası vacip hizmetlere kıyasen bende vatanî bir hizmette bulunabilmek ümidiyle ve Cenab-ı Hakk'ın yardımı ve vekili olduğum şanı yüce Peygamberin ruhani medetiyle işbirliğine karar verdim. Tevfik Allah'dan." (Şahbaba, 79. sf.)

Sultan Vahdeddin zor karar vermişti. Zamanında yaşayıp, yakınında bulunanların ağız birliği ettikleri özelliğinden birincisi: "Oldukça zekî fakat mütereddit idi." Tahta oturmak için zorlanması da bunu isbât ediyordu. Gerçekten de şanssız bir zamandı. Devletin başı olacaksın amma, fazla selâhiyetin olmayacak. İttihadçıların emri dinlenecek; sen mührü basacaksın, sonra da yanlışlıkların mesulü olacaksın. Cehennemi bir savaşın içinde erimekte olan bir vatan, sekiz cephede yaşanan yenilgiler, ekin tarlası gibi biçilen Anadolu evlatları! Gencecik milyonlarca Mehmed. Bütün acıların gelip deva aradığı Dersaadette 57 yaşında bir Pâdişâh!

Sultan Vahdeddin 4 Temmuz'da resmen Osmanlı Devleti'nin Padişahıdır. O günlerde Karlsbad'da tedavi olan bir general var. Bu genç generalle yeni Pâdişâhın isimleri yanyana o kadar çok anılacaktır ki, herkes hayrette kalacak... Bir Avrupa seyahatinde biri Veliahd Şehzade, diğeri yaver idi. Biribirini sevip takdir etmişlerdi. Veliahd, Pâdişâh olunca General rütbesi taşıyan eski yaverinden istifadeyi düşünecekti. Çünkü o zeki bir insandı ve memleketin öyle insanlara ihtiyacı malûmdu. Genç general de iyi bir satranç ustasıydı. Ne zaman hangi taşla hamle yapacağını ve "Şah" diyeceği ânı iyi bilirdi. Şimdilerde küçük bir hamle kâfiydi ve taht değişikliğini duyar duymaz hastaneden bir tebrik telgrafı gönderdi. Böylece Mustafa Kemâl Paşa "beni unutmayın" mesajını vermiş oluyordu. Ve işin devamında acı tatlı günler yaşanacak, hele sonunda ikisi, bir terazinin iki kefesine oturacaklar, biri düştükçe diğeri yükselecekti!!

Sultan Vahdeddin'e zekî diyorlar, doğrudur da, bazen zekâ fazla işe yaramıyor. Onu besleyecek başka unsurlar lâzımdır. İşte, Vahdeddin onlardan yoksundu! Memleketin hali malûm; kaybedileceği bilinen bir savaşın içine girilmiş; her cephe iniltilerle terkediliyor...

Sultan Vahdeddin, Talât Paşa'ya inanır, güvenir amma, başkaları paşanın sadrâzam olacak seviyede yetişmediğini söylerler. Ahmed Rıza Bey'e göre iyi bir çete reisidir Paşa. "Cenab"ın "Peyam-ı Sabah" gazetesinde çıkan bir yazısında, sadârete kadar yükselen bu "Türedi"nin "Yangın kulesine çıkmış bir âmâ"ya benzetildikten sonra mevki hırsının derecesi şöyle tasvir edilir."

"Devlet başkalarının elinde nâil-i refah olacağına kendi elinde ölsün."

"Talât bunu tercih ederdi."

Dâmad Ferid Paşa'dan da iyi bahsetmez İsmail Hami Bey, der ki:

"... Mediha Sultan'ın meşum kocası Arnavud Dâmad Ferid Paşa'dır. Osmanlı inhitatının en mühim sebeplerinden olan mütereddi ve mütefessih devşirme ruhunu her manâsıyla idâme eden bu vatansız ve imansız Balkan serserisinin nasıl olup da Sultan Vahidüddin'e kadar hulul edebilmiş olduğuna hayret etmemek ve bu hâli Altıncı Mehmed'in zekâsıyla telif etmek kabil değildir."

Sultan Vahdeddin'in, eniştesi Ferid Paşa için "melun" dediği, amma, sadârete getirmek mecburiyetinde kaldığı bir gerçektir. Sebebi ise "Mücbir" olarak ifade ediliyor. İfade sahibi Vahdeddin'in kızı Sabiha Sultan'dır.

Talat Paşa 3 Şubat 1917'den beri sadrâzamdı. Onu kötü taraftarıyla anlatanlar var; hele de particilikte müfrit olduğu müşterek kanaattir. Faziletleri de cömertçe söyleniyor. Demokrat yaratılışıydı. Teşrifattan hiç hoşlanmazdı. Riyadan, gösterişten uzaktı. Onun sadâretine kadar adet olan huzura gireceği zaman salonun iki kapısının birden açılmasını yasaklamıştır. Saray hademelerinin sadrâzamın ayaklarına kapanmaları kuralını da Talat Paşa men etmiştir. İnsan onuruyla çelişkili gördüğü ne varsa mani olmaya çalışan, bu mert çizgileri taşıyan insanın devlete menfi izler bırakması karakterinin bir başka yönüyle alâkalı.

Talat Paşa hem Bektaşî idi hem mason. " Bir gün en yakın dostlarından Abdülaziz Mecdî Efendiye: "Hocam demişti. Düşünüyor, bir türlü karar veremiyorum. Sen ne dersin Allah aşkına. Mason mu kalayım, Bektaşî mi olayım?"

Mecdi Efendi: "Paşam, bence bunların ikisine de lüzum yok, amma, mutlaka birini tercih etmek lazım geliyorsa, Bektaşîliği seçin, zira Bektaşîlik bir Türk tarikatıdır!" demişti.

Sultan Vahdeddin saltanata başladığında sadrâzamı Talat Paşa idi. Geleneğin ifası için kılıç alayı düzenlendi; bu son kılıç alayıdır. Eyüb Sultan'a gidildi, adet yerine getirildi. Burada, Ali Fuad Türkgeldi'den kısa bir alıntı geçeceğiz:

"Eyüb'de arabalara binileceği sırada Talat Paşa Boğazdan düşman tayyare filoları geçmiş olduğunu haber vermişse de hünkâr "Onlar mütemeddin adamlardır; böyle dinî merasim esnasında taarruzz etmezler" diyerek eseri telaş göstermedi." Sultan Vahdeddin'in korkak olduğu sıkça telaffuz edildiği için, bu sahnenin naklinde fayda umduk ama doğrusu, hakikati tam olarak anlaşılmıyor. Sultan cesaretinden mi böyle davrandı, yoksa korkağın karanlıkta ıslık çalması mıdır? Ecnebilerin dine saygılı, medenî bir davranışta olduklarının kabulü de pek yakışıklı gelmiyor. Bigünah kadınları, çocukları, ihtiyarları öldürenler onlar değil mi? Asırların mührünü taşıyan yurtlarımızı elimizden alanlar binlerce askerimizin şehadetine sebep olanlar onlar değil mi? Camilerimizi yakıp yıkmadılar mı? İnşallah Sultan Vahdeddin, o sözleri cesaretinden söylemiştir, temennimiz bu.

Tahta geçiş günü 3 Temmuz Perşembe idi. Talat Paşa'nın sadaretten istifası 8 Ekim'dir. Derin hülyalarıyla başbaşa kalan Talat Paşa'dan sonra Yaver-i Ekrem Ahmed İzzet Paşa 14 Ekim'de vazifeye başladı. Türk ordularının mağlubiyeti devam ediyor, cepheler birer birer terkediliyor. Devlet, yanan bağı-bahçesi, avlusu hesabını bırakmış da oturduğu odanın kurtarılması derdine düşmüştü.

Ahmed İzzet Paşa elde kalanın muhafazası için iyi bir mütarekenin yolunu aradı. Yukarıdan beri anlatılmaya çalışılan, askerimizin devamlı yenilgi talimi yaptığı, her geçen günün aleyhimize olduğu gerçeği herkesin malûmuydu. Suriye İngiliz işgalinde İstanbul için bile tehlike sinyalleri alınıyor. Ordumuzun savaşla elde edeceği hiçbir başarı görünmüyor.

Talat Paşa'nın istifası yorumlanırken, Birinci Cihan harbinde beraber savaştığımız dost devletlerin de güçsüz çıkmaları, onlarla beraber müdafaa ettiğimiz cephenin çökmesi birinci sebep olarak takdim edilir. Esas itibarıyla bizim olmayan bu savaşın ortasına dalıvermemizde dahli olan, doğrudan sebep olan Enver Paşa ile beraber Talat Paşa idi. Hayalperest iki paşamızın koskoca bir devleti uçuruma itivermesi affedilir hata değildi.

Paşa mesuliyetini hissettiği savaşta uğranılan kayıplara güç yetiremiyordu. Daha ilerilere taşınacak, büyüyecek kayıpları görmek bile istemiyordu. Her ne olursa olsun, hiç olmazsa onun sadâreti içinde meydana gelmemeliydi, bunun için kendisini itip devirecek zayıf bir tekme arar hale gelmişti. Öz yoldaşları, can dostları İttihat ve Terakkicilerin güvensizlik oyu vermeleri sonucu da kabinesi istilâ mecburiyetinde kalmıştır. "Kendi ellerinde ölen devletin cenazesini gözyaşlarıyla kaldırmaktansa, selâmette kalmayı yeğlediler" denirse İttihatçıların günahı alınır mı acaba? Ahmed İzzet Paşa Enver Paşa'nın başkumandanlık ve Erkânı Harbiye reisliğini de üzerine alarak sadârete başladı. 16 gün sonra Mondros Mütarekesi yapıldı.

Mondros (30 Ekim 1918)

"Niçin Mondros Mütarekesi" diyebilecek halimiz yok. Osmanlı Devleti, zararlı böceklerin kemirdiği yaprak gibi her tarafından bereli. Sadece ortada biraz sağlam yeri kaldı. Birer birer saymak yerine, diyelim ki İç Anadolu'nun harici, bugün sınırlarımız dışındaki topraklarımızla beraber düşman elinde. Yangından birkaç eşyasını kurtarmaya çalışan ev sahibi telaşıyla, sulh kapılarını aramaya başladık. Devlet ne çekiyorsa maceraperestlerden çekiyor. "93 Harbi" denen 1877 Türk-Rus savaşını da birkaç maceraperest çıkarmış, akıllı adamlar ceza çekmiş, sulh yapabilmek için neler feda edilmişti. Şimdi ise, devleti bitiren harbin de bitmesi için çareler aranıyor. Defalarca şahidi olduk; herkes istediği zaman bir savaşı başlatabiliyor, ama savaşın bittiği, bitirildiği kuvvetliler tarafından ilan edilebiliyor. Türkiye, "yeter artık tuş oldum" diyor. Kendi kendine söylenmesi derde deva değil; bunu karşı tarafa duyurması ve kabul ettirmesi lâzım; şimdi duyurma yolunu arıyor. Kut'ul Amare'de esir alınıp İstanbul'a getirilen Towsend adlı bir general vardı, onun aracılığı rica edildi. General, İngilizlerin Akdeniz donanması komutanı Amiral Colharp'e ulaşılmasını sağladı: Amiral, bir toplantı yapılıp, mütareke şartlarının görüşülmesi teklifini kabul etti. Bahriye Nâzın Rauf (Orbay) Bey, Hariciye Müsteşarı Reşad Hikmet ve Erkânı Harb Kaymakamlarından Sadullah Beyler Mütâreke heyetine seçildiler. Pâdişâhın heyetten istediği belli başlı vazgeçilmezleri vardı.

1. Hilâfet, saltanat ve hanedan haklarının korunması

2. bazı eyaletlere verilecek muhtariyetin yalnız idâri olması, siyâsi olmaması.

Sultan Vahdeddin ikinci meselede ağır sıkıntı çekiyordu. "Eğer hiçbir çare bulunamayıp da siyasi olacak ise, istiklaliyet daha ehven olacağı ve eğer siyasî muhtariyeti kabul edecek olursak âlem-i İslâm'a ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim..." diyordu.

Mütareke temsilcileri bu hususları zaten göz önünde tutacaklardı. Pâdişâha, rahatlatıcı sözler söylediler.

Türklerin görüşme talebi İngilizler tarafından kabul edildi. İnce hesapta, derin siyâsette yekta olan İngilizler toplantı zamanını belirlemekte ağır hareket ederek son fırsatı da değerlendirdiler. Aradan geçen iki hafta zarfında, birlikleri Musul ve Haleb'i aldı.

İstanbul'dan 26 Ekim'de çıkan Türk murahhasları Limni adasının Mondros Limanına gittiler. Toplantı orada bir İngiliz gemisinde yapılacaktı. Üç günlük mesaiden sonra şartlar tesbit edildi, taraflar anlaşma metnini imzaladı, 30 Ekim'de Türk heyeti döndü. 25 maddelik anlaşmanın belli başlı birkaçı şöyle:

1. Çanakkale ve Karadeniz boğazlarındaki istihkâmlar müttefikler tarafından işgal edilecek.

2. Sınırların korunmasına, asayişin sağlanmasına yetecek sayıda asker bırakılıp, gerisi terhis edilecek.

3. Güvenlik maksadıyla bulunacak küçük gemiler hariç, Osmanlı donanması müttefiklere teslim edilecek.

4. Müttefiklerin güvenliği tehlikeye düşerse, stratejik noktalan işgal edebilecekler.

5. Hükümet haberleşmeleri hariç, bütün telsiz, telgraf ve kabloların denetimi itilaf devletlerinde olacak.

6. Toros tünelleri yine onlar tarafından işgal edilecek.

7. Kafkas hududunda Türkler,1914'teki sınıra çekilecek.

8. Hicaz, Yemen, Asir Suriye, Irak,Trablus ve Bingazi'de kalan muhafız kıtaları en yakınındaki İtilaf devletleri komutanına teslim olacak.

9. Terhis edilecek ordunun donanım, silah ve cephanesi itilaf devletlerinin emrine göre kullanılacak.

10. Vilâyat-ı sitte-altı vilâyette (Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis) bir karışıklık çıkarsa, itilaf devletleri buraları işgal edebilecek.

11. Türk esirleri itilaf devletlerinin elinde kalacak ama onların ve Ermenilerin esir olanları iade edilecek!

Böyle, Türklüğü şahsiyetinden soyan 14 madde daha var. Bu anlaşma, imzalandıktan sonraki gün öğlen vakti çalışmaya başlayacak. Birçok sulh anlaşmasına şahit olduk; böylesini ilk defa görüyoruz, dışarıdan desteklemekle hiçbir başarı elde ettiremedikleri Ermeniye Mondros Mütarekesiyle! sahip çıkmayı ihmâl etmediler. Ne zaman ki onların kalabalık olduğu yerlerde bir hareket duyuldu, derhal itilaf devletleri orada olacak. Bu demektir ki, "Ey Ermeniler! Biz buradayken ne istiyorsanız yapın; siz adam öldürün, biz Türk'ü katil sayarız..."

O gün için böyle bir anlaşmayı Türkiye imza etmeyebilir miydi? Vaziyete göre, ya olağanüstü siyâsî zekâlar daha hafif şartları kabul ettirebilirdi, yani, biraz, Abdülhâmid aranıyor. Yahut intihar göze alınırdı. Diğer yol ise, yapılmış olandır.

İttihatçıların Kaçışı (2/3 Kasım 1918)

Şiddetli fırtınanın yalpa yaptırdığı geminin dümenine geçtiler. Yol iz bilmiyorlardı, ehliyetsizdiler, sert kayalara toslamaktan kurtulamadılar. Gemi su almaya başlayınca, birer ikişer, tiran selâmet sahili saydılar. İstanbul'dan gitmeleri Makedonya'dan gelişlerinden hızlı ama isteksizdi. Geldiklerinde, vatan kurtaracak kahraman oldukları vehmi ile gururlu ve güçlüydüler... Bir vatan kalmadığı zannına kapılıp kaçarlarken taşıdıkları duygu itibarsız olmalıdır!

İlk gidenlerden biri Cihan harbinde "suiistimallerin timsali olmakla meşhur Harbiye levazım reisi Topal İsmail Hakkı Paşa'dır." Sonra bir başkası. Bugün kaçanlar esas büyük balıklar; Talat, Enver ve Cemal Paşalar. Bunlardan başka yine, önemli ittihatçılardan Doktor Nâzım, Bahaaddin Şâkir.

Burada Talat, Enver ve Cevad Paşalara öfkemiz, Türk milletinin başına gelen felâketin sorumlusu mevkiinde bulunuşlarından ötürüdür. Bu mevkiye de onları millet getirmemiş, kendileri silah zoruyla gelmişlerdi. İçlerinde taşıdıkları duygular çok asil olabilir lâkin, netice niyetin önüne geçmiştir.

Zannolunuyor ki, "Birinci Cihan Harbi" denen ateş çukuruna düşmemiz ihtiyatlı hareketten uzak oluşumuz sonucudur. Bütün vatanı düşmana teslim edilen vatan evlatlarının, bu işte mesut görünenlere acı sözler söyleme hakkı olmalıdır.

İttihat ve Terakki Partisi 1908'den 1918'e kadar -aradan 6 ay, 8 gün muhaliflerin kaldığı zaman çıkarılınca- 9 sene, 8 ay, 12 gün iktidarda kalmıştır. Önceleri yüzde yüz yetki kullanamadılarsa da, sonra doğrudan doğruya, her şeye hükmeder oldular. Devlet en kara günlerini onların yöneticiliğinde gördü. Vatan iken yabancısı durumuna düştüğümüz yerlere bakın. "Harbi umûmîden önce: Girit, Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Rumeli-i Şarkî gibi ecnebi işgaline düşmüş veyahut istiklâle yakın bir muhtariyet kazanmış eyaletler sayılmak şartıyla devlet bünyesinden ayrılan memleketler Trablusgarb, Bingazi, tekmil Rumeli kıtası ve Akdeniz adalarıdır. Harbi Umûmî de, elden çıkan kıtalar da Hicaz, Yemen, Asir, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır ülkeleridir. Harbi Umûmîdeki asker zayiatımızın yekûnu "3.842.580" Üç milyon sekizyüz kırk iki bin beşyüz seksen kişidir."

Verilen rakamın 600 bine yakını şehit, gerisi yaralı, kayıp, esir vs. Ayrıca, harbin, harb dışında kalan insanlara açtığı yaralar; açlık, hastalık ve başka sebeplerden ölümler... Bir de elimizde kaldığını varsaydığımız toprağın hangi şartlarla bizim olduğu Mondros Mütarekesinde görüldü. Bu millet bunları bildikçe, sebep olanlara karşı dostça hisler taşımakta zorlanırsa çok görülmemelidir.

Sadrazam İzzet Paşa'nın İstifası (8 Kasım 1918)

İzzet Paşa'nın kurduğu hükümette İttihatçı Nazırlar bulunuyordu. Cihan Harbi mesulleri olarak görünen bunlar, devamlı gözden düşmekteydi. Mondros Mütarekesinin ağır şartlarının sebebi olarak da İttihatçılar görünüyor, halkın teveccühü kalmadığı gibi, öfkesi de artıyordu. Artık eskisi gibi değil, gazete var ve başka yollar var, buralardan halkın sesi her tarafa ulaşıyor.

Pâdişâh İzzet Paşa'ya Adliye Nâzırı Hayri Efendi'yi, Mâliye Nâzırı Selânikli Cavid Bey'i ve Dâhiliye Nâzırı Fethi Bey'i değiştirmesi yönünde haber gönderdi. Paşa ise cevaben istifaname yazdı.

İzzet Paşa hükümet kurma görevini mecburiyetten kabul ettiğini, dedikodulara aldırmadan vatanın ve milletin hayrına çalıştıklarını, fakat pâdişâhın güvenini kaybedince gitmek gerektiğini anlatıyor. "... berveçhi ma'ruz insilâb-ı emniyyeti hümâyunları zehabı üzerine rüfekayı çâkerânemin yanlarına takdime karar verdik, diyor. Sadeleştirirsek: Yukarıda anlatılan sebeplerden dolayı arkadaşlarla beraber istifademizin gereğine inandık, istifanamemizi yüksek huzurunuza takdim ediyoruz.

11 Kasım, Tevfik Paşa'nın ikinci sadâreti ve son sadâret alayı. Düşman filolarının İstanbul'a gelişi ve vatanımızın işgaline başlanması.

İstanbul Hükümeti aczin pençesinde, İtilaf devletleri küstahlığın zirvesinde, İstanbul düşman çizmesi altında. 13 Kasım Çarşamba günü 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan gemisi İstanbul'a geldi. Derhal karaya asker çıkarıp şehrin bazı yerlerini işgale başladılar. Mondros Mütarekesine göre diğerlerinin hakkı ise de Yunanlıların böyle bir hakkı yoktu. Hükümet, buna karşı çıkma cesaretini bile gösteremedi. Avenof zırhlısından çıkan Yunanlılar İstanbul Rumlarına bir bayram neşesi yaşattı. Zırhlıya Rumlar tarafından Yunan bayrakları taşındı. İstanbul sokakları "zito" sesleriyle inledi.

17 Kasım, İngilizlerin Baku'yu işgali.

21 Kasım, Meclis-i Mebusan'ın feshi.

12 Aralık, Tevfik Paşa'nın istifası ve ertesi gün yeniden sadarete getirilişi.

30 Aralık, İttihatçıların tevkifine başlanması. Bugün, kader ipinin terse sarmasıdır. Başarılı olamayan ihtilâlcilerin başlarına gelmesi muhtemel olan hesap verme günü İttihatçıların yıldızlarının söndüğünün göstergesidir.

"Kara Bir Gün" (8 Kasım 1919)

Dersaadet, saadetten hiç nasibi olmayan günlerini yaşamaktadır. Marmara'da düşman gemileri hain gözlerini Dolmabahçe Sarayı'na dikmiş, yapılacak yanlış bir hareketi cezalandırmayı bekliyor... Bir soytarı Fransız Generali (Franchet d'Esperey) beyaz bir atın üzerinde fatih! gibi şehre giriyor. Atının dizginleri iki askerin elinde, etrafında, yemek yedikleri kazan'a tüküren bir yığın hayâsız Rum, Ermeni, Yahudi döküntüsü... Güya ki, bir zafer alayıdır bu! Ama Allah'ın inayetiyle çok sürmez defolup gitmeleri... Bu kara günü yüreği kavrularak seyreden Türklerden biri de merhum Süleyman Nazif'dir. "Bir Kara Gün" başlıklı bir yazı yazarak neşreder ki, bu yazı bugünlerde bile iştiyakla anlatılır.

İstanbul'a dolan düşman askeri sayısı 35 bin kadardı. "İtilaf" yerine "düşman" kelimesi seçilerek kullanılmıştır. Yapılan hareket, bu hareket sahiplerine ancak düşman dedirtir. İstanbul fiilen işgal edildi. Azınlıklar şımarık bir cesaret rüzgârına kapıldı. Şehirde güvenlik kuvvetlerimizin hükmü, sokaklarda güven kalmadı. Düşman subayları canlarının istediği evleri kendileri yerleşmek üzere boşaltıyor, hiç kimsenin dur! demeye gücü yetmiyor." 19 Ocak 1919'da Fransız askerlerinin karargâhı olmak üzere Ortaköy ve Çırağan'da hanedana mahsus saray ve köşklerin boşaltılmasını istemişler, Sadrâzam Tevfik Paşa da bunların hanedana mensup insanlar tarafından kullanıldığından bahisle Beylerbeyi Sarayı'nın tahsis edilmesini teklif etmişti. Bundan sonrasını Başkâtip Ali Fuad Türkgeldi'den dinleyelim:

"Beylerbeyi Sarayı gibi memleketin mefahirinden olan muhteşem bir sarayın ecnebi askeri tarafından işgali beni müteessir ederek "Aman Efendim! Beylerbeyi Sarayı makamı saltanata mahsus bir saraydır. Bunun terkine müsaade buyurulmasın; bari ona bedel Valide Bağı ile Kâğıthane Kasrı'nın verilmesi teklif edilsin" diyerek huzurda ağlamaya başladım. Çünkü bunu Saltanat-ı Osmaniyye'nin alâimi inkırazından addeyledim. Zât-ı Şâhâne zaten müteheyyiç bir halde bulunduğundan bunun üzerine büsbütün sinirlenerek "canım siz nasıl kafa taşıyorsunuz? Biz hâl-i esâretteyiz. Dolmabahçe Sarayını isterlerse ne yapacağız? Ihlamur, Göksu ve Beykoz köşklerini teklif ettim kabul etmiyorlar."

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in İdamı (8 Nisan Salı)

Mondros Mütarekesi Yar'dan düşmemizi engelledi; İngiliz sicimiyle bağladı, ayağının altına aldı pestilimizi çıkarıyor. Burada, roman yazar gibi tasvire girmek istemiyoruz. Durumun hassasiyetine yöneticilerimizin basiretsizliği de eklenince evlâdını boğan analara dönüyoruz. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in başına gelen suçluluğunun cezası değil, acziyetimizin bir diyetiydi.

"Kemal Bey Dahiliye Nezaretinden şöyle bir şifre almıştı. "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevkedileceği istikamet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi."

Kemal Bey bu şifrenin alındığını telgrafla Nezarete bildirmiş, sonra da Jandarma Kumandanını yanına alarak alâkadarlara, kaza dışına çıkmalarını anlatmıştı. Kemal Bey, bu emri vermekle kalmamış, tahliyenin icrasına bizzat nezaret eylemişti." (...) Bu onlara (Ermenilere) pek acı gelmişti. Ama yapacak bir şey yoktu! Emir büyük yerden, tâ İttihat ve Terakki Fırkasının umûmî merkezinden geliyordu, bunun önüne de hiç kimse geçemezdi." (...) Yalnız bu muhacirler bilselerdi ki başlarına gelen bu felakette, İttihat ve Terakki Fırkasından ziyade gene kendilerinin Taşnak ve Hınçak adlı komitelerinin dahli vardır."

Alıntı yaptığımız kitapta, Ermenilerin bilhassa Doğu vilayetlerimizde işlediği insanlık suçu sergileniyor. Yozgat'tan sürülmelerinin, ceza ise en hafifi olduğu, eğer Türk milleti misliyle karşılık vermeye kalksa, Türkiye'de canlı Ermeni bırakılmamasnıın gerektiği vurgulanıyor. Ermeniler Kemal Bey'den kötülük görmemişler. Onun yaptığı eğer suç ise, bu da kendisine ait değildi.

Devleti adına, aldığı emre uymaktan başka günahı olmayan Kemal Bey mahkeme ediliyor. "Kürt Mustafa Paşa Divanı Harbinde konuşan Kaymakam Kemal Bey şöyle demişti:

"Ben emir aldım. Bir memur aldığı emre itaatle mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanî harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum!"

Divanıharp Reisi Nemrud Mustafa Paşa, oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey'in yüzüne bağırmıştı:

"Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları sürgülemesini de emretmişsin, ne dersin?"

"Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim!"

Nemrud veya Kürd Mustafa Paşa Kemal Bey'i olanca maharetiyle suçladıktan sonra;.... cezası nedir bilir misin? diye sordu. Kemal Bey:

"İdamdır Paşam" dedi. Paşa:

"Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, biz de senin için bu karara varmıştık." dedi.

Hüsamettin Ertürk bir not düşmüş, diyor ki: Daha evvel Divanıharp Reisi Hayret Paşa idi. Fakat günlerce düşünmüş taşınmış bu haksızlığa dayanamamış ve Ferit Paşa ile şiddetli bir münakaşadan sonra istifa etmişti.

Kemal Bey Damad Ferid Paşa'nın sadrazamlığı sırasında kurulan Nemrud Mustafa'nın reis olduğu Divanı harpte idama mahkûm edildi. Ölmeden önce yazdığı son mektupta son cümle:

"Ey Türk yavrusu, bu dünyada kalbim ve öteki dünyada ruhum ebediyyen sana minnettar kalacaktır." Bu mektubu İsmail Hami Danişmend'e Kemal Bey'in babası vermiş.

Ey korku, sen ne alçak şeysin! Avrupa korkusu olmasaydı korkakların sinesinde, Kemâl bey herhalde asılmazdı. Ferit Paşa bu kadar küçülmezdi.

Sultan Vahdeddin dönemi başrol oyuncusu bol olan bir dram tiyatrosudur ve oyuncuların hemen hepsi de üçüncü sınıftır.

Bu tiyatroda herkes sahneyi terkederken yeni bir isim ortaya çıkacak ve bütün roller değişecektir. Nice güçlükler atlatıldıktan sonra esas düğümün çözümü de son iştirakçi tarafından tam manasıyla dramatik bir biçimde gerçekleşecek; perde kapanacak.

19 Nisan 15 Mayıs arası Ermenilerin Kars'ı işgali, Ardahan'ın sükûtu. İtalyanların Antalya'yı işgali. Yunanlıların Fethiye'yi işgali. İtalyanların Kuşadası'm işgali. İzmir faciası ve Yunan işgalinin batıda devamı. Dâmad Ferid Paşa'nın istifası, üç gün sonra Ferid Paşa'nın ikinci sadâreti. Ve...

"Yunan Mezâlimi"

Yunan zulmünü, birkaç siyah fotoğrafın üzerine düşen kırmızı lekeleriyle, ibret için, özetlemeye çalışacağız. Türkiye'nin paylaşılmasının galip devletler tarafından düşünüldüğü günlerdi. Yunanlılar Ege'de kendilerine yurt hazırlama çılgınlığını yaşıyorlar. Bu sıralarda İstanbul Rum Patriği, Türkiye Rumlarının Türk Devletine tâbiiyyet sorumluluğu kalmadığını ilan etti. Mondros Mütarekesinin mimarı amiral Colharp'e Ali Nadir Paşa'ya bir nota çekiyor, diyor ki: "Şehir Yunanlılar tarafından işgal edilecektir."

Şuraya bakın! Allah bir daha böylesini göstermesin. Öyle bir takdim ki, sanki kıymetli bir misafirin gelişini müjdeliyor. İşgali önlemek Ali Nadir Paşa'nın elinde değil. Ancak içinden, bu işgalin İzmir'den taşmaması için duâ ediyor. Çok yazık ki, Paşanın duası kabul olmamıştır. Yunan kopillerinin ayak basmadığı Ege toprağı kalmadı. Türk milletinin aleyhine Yunanlıya, itilaf devletlerinin bahşişi bundan daha büyük olamazdı. Yunan milleti, dünya durdukça temizlenemeyeceği kire, pisliğe batmaya hazırdı. Askerin başında bulunan kumandan Saphirapolis isminde bir hayvan. "O sırada mahut Averof ve Limnos zırhlıları da limandadır. Yunan barbarları karaya çıkar çıkmaz fes giyen veyahut "Zito Venizelos" demeyen masum ve silahsız insanların hepsini öldürmeye başlamışlardır."

Türk subayına, kendilerine "yaş¬yın" dedirtmeye çalışacak kadar aşağılık insanlar! 17. Kolordu subayı Süleyman Fethi Bey'i de "Zito Venezilos" demeye zorladılar. "Ben Türk askeriyim, öyle şey söyleyemem" deyince öldürdüler. Ondan sonra 30 Türk askeri ve halktan birçok insanı da öldürdüler ve yağma hareketine giriştiler. Bu hareketleri, ırza geçmeler dahil, Ege'nin her tarafında devam etti; tâ ki, Ege denizine dökülüşlerine kadar...

19 Mayıs 1919

Bugünün tarihî önemi o kadar büyüktür ki, okuma yazma bilen, bilmeyen, dede-nine küçük-büyük, kadın-erkek herkes bilir. Türkiye'de kime "19 Mayıs nedir?" diye sorulsa, alınacak cevap "Atatürk'ün Samsun'a çıktığı gündür" olur. Tabii, Mayıs gelmeden Nisan var, Mart var; 19 Mayıs o aylarda, günlerde hazırlanır...

O günlerde İstanbul'dan "Taşra Çıkmak" öyle kolay işlerden değildir. İşgal kuvvetlerinden vize alınması lâzım! Biraz maceralı da olsa vizeler alınır; gemiyle Samsun'a ******ürülecek atlar için dahi vize gerektir, alınır. Mustafa Kemâl Paşa'nın bütün müşkül işlerini Avni Paşa ile Mehmed Ali Bey hallederler.

16 Mayıs'ta İstanbul'dan ayrılıp, 19 Mayıs'ta Samsun'a giden M. Kemâl Paşa olağanüstü yetkilerle donanmıştı. Para olarak Vahdeddin, kendi yetiştirdiği bütün atları satarak elde ettiği 30000 liranın tamamını vermiştir. (Şahbaba)

Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, kanlı facialar yaşatıyorlar. İngilizler İstanbul'da Pâdişâhı abluka altında tutuyorlar.

27 Mayıs'ta Bekirağa bölüğünde tutuklu bulunan 67 ittihatçı İngilizler tarafından! Malta'ya sürgüne gönderildiler.

21 Eylül'de, Anadolu'da vatanı kurtarma mücadelesi verilirken, Dâmad Ferid "Jandarma neferliğinden yetişme Çerkez Aznavur kumandasında Kuvay-ı İnzibâtiyye ismiyle bir tenkil kuvveti teşkil etmiş ve bu suretle istilacı düşmanlarla elbirliğine kalkışmış. ( ) Aklınca bu surette galip devletlerin teveccühünü kazanmak istemiştir."

17 Eylül Cumartesi: Samsun'la Merzifon'un İngilizler tarafından tahliyesi.

30 Eylül, 1 Ekim gecesi: Dâmad Ferid Paşa'nın istifası.

2 Ekim, Ferik Ali Rıza Paşa'nın müşir payesiyle sadâreti.

15 Ekim, varlıklarını Türk adaletine medyum olan patriklerin galip devletlerden bütün Türkiye'nin işgalini istemeleri.

Böylece istifalar, tayinler, işgaller, tahliyelerle 1922 senesinin 1 Kasım Çarşamba gününe gelinir. Tabii ki İzmir'de Yunanlıları denize dökmüşüz. Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ni kurmuşuz ve meselâ bir kanunla Saltanatı kaldırmışız. Hilafete dokunulmamış. Vahdeddin şimdilik, hâlâ İslâm âleminin halifesidir.

Daha önce anlatılan padişahların tahtı paylaşmasında yaşanan zorluklan gördükçe, demiştik ki, "Dünyada insanoğlu için en zor şey paylaşmaktır; bir avuç toprak bile olsa..." Şimdi.

Yabancılar vatanı harabeye çevirip, dirlik düzenlik bırakmadılar ise de çoğu çekip gitti... kalanlar da gidecek.

Hem İstanbul'da, hem de Ankara'da hükümet var. İstanbul, bütün dünyanın 600 senedir bildiği bir hanedanın devam ettirdiği saltanatın merkezi, Ankara yeni bir oluşum için çabalamakta ve Ankara çok kuvvetli, İstanbul'a "hadi canın ordan" diyebilir!

1 Kasım 1922, Çarşamba günü, Büyük Millet Meclisi toplantısı yapılır. Meclis reisi Mustafa Kemâl Paşa söz alır ve şöyle söyler:

"Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlar! bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi." Mustafa Kemâl Paşa'nın hiddeti geçmez, daha konuşur, konuşur ve sözlerini şöyle bitirir: "Fakat ihtimal bazı kelleler kesilecektir!"

Sultanlık sıfatı elinden alman "Sultan" Vahdeddin hâlen bütün Müslümanların halifesidir. Vahdeddin hayatının tehlikede olduğu kanaatindedir ve ne önemi kalmışsa, hayatını sevmektedir. Çare olarak Türkiye'den ayrılmayı düşünür. Büyük, büyük, çok büyük dedesi Osman Gazi'nin günlerini de hatırlasa, belki üzüntüsü biraz hafifler; "tarih tekerrürden ibarettir" derdi. Çok az nüfusla yerleştikleri Söğütte Ertuğrul Bey'den devir aldığı beyliği rahat ettirmeye çalışan Osman Gazi Selçuk Sultanı'nın manevi himayesi altında Tekfurlarla savaşıyor, fetihler yapıyordu. Kendi çapında gelişmiş, Kulaca-Karaca-Hisar'ı da almıştı, orada kiliseleri mescit yapmış ve pazar kurulmasını istemişti, pazar kurulmuştu. "Halk toplanıp Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim" dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi. Hallerini ona söylediler. O da gelip Osman Gazi'nin kaynatası Ede Balı'ya söyledi. Daha söz bitmeden Osman Gazi geldi. Sorup isteklerini bildi. "Size ne lazımsa onu yapın" dedi. Dursun Fakı: "Hanım! Sultandan izin gerektir" dedi. Osman Gazi dedi ki: "Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda Sultan'ın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp kâfirlerle uğraştım. Eğer o, ben Selçuk Hanedanındanım derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi."

"Halk razı oldu. Kadılığı ve halifeliği Dursun Fakı'ya verdi. Cuma hutbesi ilk önce Karaca Hisar'da okundu. Bayram namazını orada kıldılar.

Vahdeddin'i bu kararı vermeye iten en önemli sebep olmayabilirse de "bu kararında saltanatın ilgası kadar Büyük Millet Meclisi'nin kendisini ihanetle itham etmek istemesinin de âmil olduğundan bahsedilir. O zaman ki gazeteler taht-ı muhakemeye alınıp ceza göreceği için kaçmış olduğundan bahsetmişlerdir." (İsmail Hami Danişment)

Sultan Vahdeddin vatanından ayrılma kararırını vermiş, nasıl, neyle gideceğini düşünüyordu. Sonu bilinmeyen bir yolculuğa çıkmak isteyişini haklı bulanlar olduğu gibi "Vatan haini, İngilizlere sığındı ve bir İngiliz gemisiyle kaçtı" diyenler de olacaktı. Ama o gidecek, gidişi belki de nahoş hadiselerin çıkmasını önleyecekti. Çünkü güç sahipleri onu aşağılayıcı davranışlara çoktan başlamışlardı. Sonradan bir gazetede neşredilen Refet Paşa'nın sözleri durumu anlamamız için yeter. Ankara'dan İstanbul'a gelip Saray'da Sultan Vahdeddin'le görüşen Paşa, davranışını şöyle, öğünerek anlatıyor:

"Pâdişâhın önünde ayak ayaküstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabucum burnuna değecekti." (Şahbaba) İşte Ankara'nın Pâdişâha verdiği değer budur.

Sultan Vahdeddin'in gurbet senelerinde çok zararını göreceği bir kayınbiraderi Zeki Bey var, bu Zeki Bey'Ie İngiliz General Harington'a bir mektup gönderir:

"İstanbul'daki işgal orduları Başkumandanı General Harington cenaplarına: İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devleti fehimânesine iltica ve biran evvel İstanbul'dan mahalli ahare naklimi talep ederim efendim. 16 Kasım 1922"

"Müslümanların halifesi Mehmed Vahideddin" (Şahbaba)

Osmanlı hanedanının son pâdişâhı bir İngiliz gemisiyle, bir daha dönmemek üzere vatanını terk ediyordu; 20 bin İngiliz Sterlini ve yakınları ile beraber meçhul yolculuğa çıkarken "Yanındaki mücevher kutusunu bile iade etmiş" hanedana ait maddi bir şey almamıştı.

Orta boylu ve 62 yaşındaydı. Tek ciğerle yaşayan bir hasta adamdı. Bembeyaz bıyıklan vardı. Gözlüklüydü. İstanbul'a ata yurduna gözlüklerin arkasından yaşlı gözlerle bakarak çekip gidiyordu. Diyordu ki: "Vekili olduğum şanı yüce Peygamberin yaptığını yaptım, hicret ettim..."

Bu hicretin dönüşü olmayacak, dayanılmaz sıkıntılarla geçen senelerden sonra 15 Mayıs 1926'da gurbette dünyaya veda edecek ve tabutuna bile haciz konacaktı.

İstanbul'dan ayrılışında yanında bulunan parayla uzun süre geçinemeyeceği biliniyordu. "İstanbul'dan çıkmadan evvel, Hazine-i Hümâyundan, makbuz mukabilinde "kıyametnâme" adlı kitabı getirtmiş ve minyatürleri iki milyon değeri olan bu eseri, makbuzunu getirerek yine hazineye iade etmişti.

O zaman yakınları: Pâdişâhım! Hazine-i Hümâyununuzdaki bütün eşyalar ecdadımıza ve hanedanınıza, hükümdarlar tarafından hediye edilen eşyadır, bunlar sizin malınızdır, bahusus iade buyurmak istediğiniz kitabın iki belki de üç milyona alıcısı hazırdır.

Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat alarak nezd-i şahanenizde alıkoymak doğru değil midir?

Sultan Vahdeddin, şu cevabı verdi:

Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef almadığımız şahsî malımızdır, fakat ecdadım bu milletin hükümdarları olmasa idiler, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binaenaleyh bu kıymet biçilmez eşya ve evânide, benim kadar milletinde hakkı vardır. Ben bu ihaneti kabul edemem." (Bu Gözler Neler Gördü-,Refi Cevad Ulunay, Çatı Yayınları.)

Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

OSMANLI DEVLET TEŞKİLATI

KLASİK OSMANLI DÖNEMİNDE HÂKİMİYET ANLAYIŞI

Günlük kullanımda devlet, bir milletin hâkimiyetini veya hükümetini ifade eden bir tabirdir. Bu anlayıştan hareket edildiğinde, Devletin bir ülke, bir halk ve bir hükümetten müteşekkil hukukî bir şahsiyet olduğu söylenebilir. O halde devlet, mümkün ve kavranabilen tarihî teşekküllerin birinden başka bir şey değildir; bu tarihî teşekkül sayesinde, siyasî bir topluluk, birliğini müesseseleştirir ve istikbalini tayin eder.

Devletin mahiyeti hakkında anlaşmaya varılamadığından, devlet hakkında yapılan tarifler de teorilere göre değişmektedir. Ancak devleti meydana getiren üç unsur hakkında ittifak edildiği söylenebilir: Halk, ülke, iktidar, insansız devlet hayaldir. Ülkesiz de devlet olmaz. Çünkü bir devletin hâkimiyeti, ancak belli bir ülke üzerinde, kendi ülkesinde tatbik edilebilir. İnsan ve ülkeyi birleştirerek bir devlet meydana getirecek güç ise iktidardır. Hâkimiyetin fiilî ifadesi olan iktidar ortaya çıkmadan, topluluklar devlet olamaz. Devlet ülkesinin sınırları içinde, başka hiçbir otorite ile eşit değildir. En yüksek emir ve kumanda yetkisi ondadır. Bu yetki aslî bir yetkidir. Yani başkasından alınmamıştır. Doğrudan doğruya devletin devlet olmasından doğar.

İktidar hukukla, hukuka başvurarak teşkilatlanır. Hukuk iktidarı teşkilatlandırırken aynı zamanda onu müesseseleştirir. Yani fert olarak yönetenlerin hayatlarını aşan bir devamlılık sağlar ona. Devlette kişilere değil müesseselere itaat edilir. Diğer bir ifadeyle, devlette, ferdî iktidardan müesseseleşmiş iktidara geçiş vardır. Hukukun, (iktidarla ilişkisi açısından) ikinci fonksiyonu ise, ferdin hakları için iktidara karşı teminat unsurları oluşturmasıdır. Bu hukukî ayarlama ve düzenleme sayesinde, devlet, toplumun müşterek ihtiyaçlarını karşılar. Huzur ve güveni sağlar. İçte adaletin, dışa karşı istiklalin teminatı olur. Nitekim bir devletin hukuk bakımından ülke dışında diğer devletlere eşit; ülkenin içinde ise, diğer kuruluşlara üstün bir güce sahip olmasına hâkimiyet (egemenlik) denir. En kısa deyişle, hâkimiyet, bir devletin iktidarını kullanabilmesidir. Şüphesiz bu iktidar, devletin içerdeki siyasî teşkilâtlanması sonucu ortaya çıkan özel şartlarla ve dıştan başka devletlerle yapılan antlaşmaların getirdiği yükümlülüklerle sınırlıdır.

Devlet ve hâkimiyet kavramları hakkındaki bu umumî hatırlatmalardan sonra, şimdi Osmanlı devlet ve hakimiyet anlayışına geçebiliriz. Ancak bundan önce, Osmanlı devletinin oluşmasına bir göz atılması ve bu konuda da bazı hatırlatmalar yapılması uygun olacaktır.

Bilindiği gibi, Osmanlı Türk toplumunun temelini, 1071'den bu yana Türkleşen Anadolu coğrafyası, İslâm dini, Türk örfü ve Anadolu Türk insanı teşkil eder. Moğol baskısı neticesinde Selçuklular'ın zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan Anadolu Türk beyliklerinden birisi de Osmanlı beyliğidir. Birçok imkân ve avantajlara sahip olan bu beylik, bir buçuk yüzyıl içinde İmparatorluk haline gelmiştir.

Aşiret reisi iken, önce bir uc beyi ve daha sonra da bağımsız bir beyliğin lideri olan Osman Bey'in otoritesi, ilk zamanlar yine de, birleşik aşiretlerin askerî lideri rolünün gerektirdiği işlerle sınırlıydı. Her aşiret içişlerinde bağımsızdı. Aralarında anlaşmazlık çıkarsa, Osman Bey, arabulucu olarak ve aşîret gelenek ve yasalarına göre, anlaşmazlığı hallederdi.

Her aşiret Osmanlı ordusunun bir parçası olarak, fethettiği topraklardan ganimet toplama ve sonra da buralarda yaşayan halktan düzenli vergi alma hakkına sahipti. İlk Osmanlı beylerinin, diğer aşiret reisi kumandanlardan farklı tek yanları, liderlik görevi karşılığında savaş ganimetinin beşte birini ayrı bir gelir olarak alabilmeleriydi. Ortak politika aşiretin ihtiyarlar meclisinde kararlaştırılırdı. Söz hakkı sadece beye ait değildi. Bey, Stanford Shaw'un tabiriyle, “bir aşiret demokrasisi”nde eşit haklara sahip aşiret liderlerinin başkanı durumundaydı.

Ancak ülke genişleyip devlet büyüdükçe bir taraftan toplumu idare etmek ve diğer taraftan fetihleri sürdürmek mecburiyetinde kalınması, basit aşiret yapısından düzenli bir devlet yapısına geçişi ve böyle bir devletin mümeyyiz vasfı olan ayrı müesseseler kurup geliştirmeyi zarurî kılıyordu. Bu türlü idarî, askerî, iktisadî ve sosyal zaruret ve ihtiyaçlara cevap vermek üzere, Orhan Bey ve özellikle I. Murad zamanında yeni müesseseler ortaya çıktı . Diğer bir ifadeyle devletleşme sürecine girildi. Ve bu tarihî süreç neticesinde tarihin en büyük ve uzun ömürlü devletlerinden birisi, Osmanlılar'ın kendi ifadesiyle Devlet-i Aliyye-i Osmaniye ortaya çıktı. F. Köprülü, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu hakkındaki muhtelif görüşleri tenkit ve tahlil ettiği ve meselenin siyasî, sosyal ve ekonomik temellerini ortaya koyduğu Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu adlı eserini şu cümlelerle tamamlamaktadır:

“... Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun manasını, Anadolu Türklüğünün tarihî yürüyüşü bakımından, şu şekilde izah edebiliriz: Bu devlet, münkariz Selçuklu Sultanlığı ile ve ona halef olan sair Anadolu Beylikleriyle hiç alakası olmayan yeni bir uzviyet, yeni bir etnik ve siyasî teşekkül değildir; bilakis, yukarıdan beri izah ettiğimiz veçhile, vaktiyle Anadolu Selçuk Devleti'ni, Danişmentlileri, Anadolu beyliklerini de kuran, Anadolu Türklüğünün XIII-XIV'üncü asırlardaki siyasî ve içtimaî tekâmülünden doğan yeni bir synthese, yeni bir tarihî terkip'dir

Bu tarihî terkib'in gerçekleşmesinde Osmanlı hâkimiyet anlayışı ve bunun uygulanışının büyük rolü olmuştur. O halde bu anlayışın nereden kaynaklandığını ve nasıl geliştiğini ortaya koymak yerinde olacaktır. H. İnalcık, bir makalesinde bu konuyla ilgili verileri toplamış ve tahlil etmiştir. Bu incelemede de ortaya konulduğu gibi, Osmanlı literatüründe hâkimiyetin ve hanedanın menşei hakkında çok çeşitli görüşlere rastlanmaktadır. Şüphesiz bu görüşler genellikle, ortaya çıktıkları dönemin sosyal ve siyasî eğilimlerini taşıyan rivayetler halindedir. H. İnalcık'ın söz konusu araştırmasına dayanarak bu rivayetleri şu şekilde sıralamamız mümkündür.

Bu rivayetlerden birine göre, Beylik Osman'a veya babası Ertuğrul'a Selçuk Sultanları tarafından tevcih edilmiştir. Veya Osman Selçuk sultanına halef olarak seçilmiştir. XIV. yüzyıl sonlarına doğru teşekkül eden bu rivayet, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı tarihi ilk defa bir bütün olarak düşünüldüğü ve Anadolu'da Osmanlı yayılışını Timur ve Mısır Memlûklarına karşı meşru göstermek gayreti içine girildiği zamanlardaki Osmanlı iddialarının etkisi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu görüşün temelinde İslâmı hilafet ve velayet müessesesi yatar. Selçuk Sultanı otoritesini halifeden almış sayılmaktaydı. İşte o, bu otoriteyi emaret şeklinde uc beyi Osman'a veya Ertuğrul'a tevcih etmişti. Aynı rivayetin başka versiyonlarına göre, Selçuklu sultanı hakimiyet sembolü olarak Osman'a menşur, bayrak, kılıç, at ve davul göndermiş, o da bu suretle beylik otoritesini üzerine almıştı. Bu arada, Selçuk sultanının Osman'ı veliaht yaptığı iddiası da vardır. İnalcık'a göre, bu rivayet, “merkezde, sarayda ve ulema muhitlerinde doğmuş ve benimsenmiş olmalıdır”. Ayrıca, eskiden Selçuklu sultanlarına verilen Sultanü'r-Rûm yani Anadolu'nun sultanı unvanını, Yıldırım Bayezid'in, yine saray mensupları ve ulemanın tesiriyle ve Anadolu'daki hakimiyet iddialarını meşrulaştırmak gayesiyle Mısır'daki Abbasî halîfesinden istediği bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve gelişme dönemlerinin şartlan içinde teşekkül eden bu anlayış yanında daha sonra, II. Murad'ın saltanat yıllarında, ananevi Türk devlet telakkisine dayalı ikinci bir anlayış daha ortaya çıkmıştır.

Bu anlayışa göre, Osman Gazi'nin, Oğuz Han'ın büyük oğlu Günhan'ın oğlu Kayı Han'dan geldiği, onun Kayı kabilesinin irsî reisi olduğu iddia edilmekte ve bu durum düzenlenen bir şecereyle ispatlanmak istenilmektedir . Bu anlayışa dayalı olarak Osmanlı Beyliği'nin bağımsızlığını ilan ederek devlet haline gelişi hadisesini T. Gökbilgin, kaynaklara dayanarak şu şekilde izah etmektedir: «Selçuklu Devletinin serhat mıntıkalarında teşekkül eden uc beylikleri ve bilhassa garptakiler, İlhanlı Devleti'nin istilasına maruz kalmaktan endişe duyuyorlar, sultanın esir olarak, İlhanlı Devleti ülkesi olan İran'a ******ürülmesinden sonra, Selçuklu Devleti'nin artık sona erdiğine kani bulunuyorlardı. Osman Bey'in reislik yaptığı aşiret ve oymaklar bil durum karşısında hükümdarlığın meşru olarak, Kayı Han evladına düşeceğini binaenaleyh Osman Gazi'nin emaret ve riyasete getirilmeye hak sahibi bulunduğunu iddia ettiler. Nihayet oymak beyleri, Türkmen kabileleri reisleri, Selçuklu Devleti bölgesinden gelen muhacirler toplandı; —'Moğol istilası Selçuklu Devletlerinde karar kılmış ve devam etmektedir; artık Selçuklu Devleti münkarizdir, düşmanları kuvvetlidir, halen Selçuklu sultanlarından hiçbirisi İlhanlı Devleti’nin elinden mülkü geri almaya gelmedi, buna muktedir değillerdir. Bu uc memleketlerinin korunması ve himayesi ise kuvvet ve kudret, iktidar ve liyakat sahibi bir sultanın istiklal ile hareket etmesini zarurî kılıyor, böylece düşmanların ve zalimlerin bu taraflara müdahalesi önlenebilir. Türkmen Bey ve kavimleri arasında hasep ve nesep, iyi ahlak, şecaat ve semahat ile buna layık olan Osman Bey'dir; o hem Kayılar'dandır hem de dindar ve müslümandır'— dediler ve onu başa geçirdiler. Şimdiye kadar istiklal fikri hatırından geçmiş olsun-olmasın, Osman Bey de bu umumî arzuya uydu ve bu kararı kabul etti. Ona tâbiyet ve sadakat merasimi Oğuz Han töresine göre yapıldı: Herkes birer birer Osman Bey'in önünde diz çöktü. Onun verdiği kımızı alarak içti; bu, ona itaatin bir deliliydi. İşte Osmanlı Devleti'nin istiklali bu hadise ile (1299) başladı. Osman Bey fiilen ve hukuken devlet reisi, padişah olmuş ve bu keyfiyet her tarafa duyurulmuş idi”.

Osmanlı hâkimiyetini Oğuz geleneğine bağlayan bu anlayış, Osmanlı hanedanı tarafından benimsendi ve II. Murat ilk defa paraları üzerine Kayı boyunun armasını bastırdı.

Osmanlı hakimiyetinin menşei hakkında böyle bir yoruma gidilmesinin en önemli sebepleri arasında, Timur ve oğullarının iddia ve tehditleri karşısında Osmanlı hanedanının durumunu kuvvetlendirme arzusu sayılabilir. Bilindiği gibi, XV. yüzyılın ilk yarısında Timur, Osmanlılar'ı bir uc beyi gibi görüyor, onlara ancak Selçuklu Devleti'nin ananevi sınırları ötesinde yer alan uc bölgesinde meşru bir hakimiyet tanıyor ve kendisine tâbi olmalarını istiyordu. Yıldırım Bayezid bu iddialara Sultanü'r-Rûm sıfatıyla karşı koymak istediyse de, sonunda rakibine yenildi. Bayezid'in oğulları dahil bütün Anadolu Beyleri Timur'un matbuluğunu tanıdılar. Timur'un oğlu Şahruh bu durumu devam ettirmek istedi. Bu dönemlerde Osmanlı hanedanı Doğu'da yazılmış eserlerde bilinmeyen ve aşağı bir soydan gösteriliyordu. 1436'da, II. Murad, Şahruh'un kendisine gönderdiği hil'ati reddetme cesaretini gösterememiş, ancak, pek ehemmiyet de vermeyerek onu hususî bir mecliste giymişti. İşte bu şartlar altında, Osmanlılar hâkimiyetlerinin temelini Oğuz Han ve Kayı ananesine dayandırıyor ve böylece Osmanlı sultanı kendisini Türk ve Moğol hanedanları seviyesine çıkarmaya çalışıyordu; yani hakimiyetinin meşruluğunu Türk-Moğol devlet ananesine dayandırıyordu. Bu anlayış sayesinde, Osmanlı uçlarındaki Türkmen gazilerinin Anadolu'daki diğer Türkmen muhitlerinin Osmanlı hanedanına bağlılıkları sağlamlaştırılmak isteniyordu

Nihayet, saray muhiti dışında uc mıntıkalarında yaşayan Türkmen-Yörük guruplarına hitap eden eserlerde, mesela anonim Tevârih-i Âl-i Osman ve Âşık Paşazade Tarihinde Türk ve İslâm unsurlarının senteze ulaştırıldığı bir hakimiyet anlayışıyla karşılaşıyoruz. Bu eserlere göre, ideal hükümdar, serveti halkın refahı için kullanmalı, adil olmalı, halkı giydirip doyurmalıdır. Bu eserlerde yer alan ve Orta-Asya destanlarındaki birçok unsurları ihtiva eden menkıbelerden, Osman'ın hâkimiyeti alışına ait olanını, H. İnalcık şöyle özetlemekte ve değerlendirmektedir:

“Osman rüyasında göbeğinden bir ağaç çıkarak bütün dünyayı kapladığını görmüş, sabah yanında misafir kaldığı şeyh bu rüyayı tabir ederek onun soyuna dünya hâkimiyetinin Tanrı tarafından bağışlandığını müjdelemiş. Bu ilâhî atıfetin sebebi, rivayete göre, Osman'ın uykuya varmadan önce Kur'an-ı Kerîm'e gösterdiği hürmettir. Bir gaziler muhiti için tamamile kabili izah olan bu İslâmî motif yanında diğer unsurlar, yani Tanrı'nın muayyen bir remizle dünya hakimiyeti bağışlaması, bu remizli haberi bir din ulusunun tefsiri, rüya ve ağaç gibi motifler tamamıyla Ortaasya menşe efsanelerine irca olunabilir. Filvaki F. Köprülü'nün gösterdiği gibi bu menkıbe daha önce başka Türk-İslâm hanedanları için kullanılmıştır. Fakat bizim için ehemmiyetli olan nokta, Osmanlıların bunu benimsemiş olmalarıdır. İslâm dünyasında, bir İslâm camiası üzerinde hâkimiyet hakkının sultanlara doğrudan doğruya Allah tarafından bağışlandığı ve fiilen elde edilmiş otoritenin te'yid-i ilâhîyi tazammun ettiği görüşü, XIII-XV. asırlarda yerleşmiş ve böylece eski hilâfet görüşü, yani otoritenin halife tarafından delege edildiği nazariyesi hükümden düşmüştü. Bizzat bu gelişmede Türk devlet geleneğinin tesiri de kabul edilmektedir. Her hâlükârda Osmanlı hanedanında hâkimiyetin menşei telâkkisinde Ortaasya Türk geleneği devam etmiştir.

Hükümdarlığın intikali meselesi ise, bu umumî telakkiye bağlı bir meseledir. Başka bir deyimle Osmanlılar hâkimiyetin bir soyda, hükümdar ailesinin bir uzvunda ve nihayet bir halk ve ülke üzerinde takarrürünü (yerleşmesini), beşerî kanun ve tertiplerin değil, Tanrı'nın tayin ettiğine inanıyorlardı.

Orta-Asya Türk ve Moğollarında hükümdarlık için belli bir veraset prensibi yoktu. Han'ın kim olacağı, hanedan üyeleri ile büyük kumandan ve memurların ve tabi prenslerin iştirak ettikleri kurultaylarda belirleniyordu. Osmanlılarda veziriazamların genellikle hükümdarın belirlenmesi hususunda en önemli rolü oynadıklarını görüyoruz. Ancak, fetret devrinde ve I. Mehmet ve II. Murat zamanlarında uc beylerinin tahtın sahibini tayin ettikleri bilinmektedir. Eski Osmanlı rivayetlerinde Osman Gazi'nin bir kabile toplantısında bey seçildiği iddia olunur. Âşıkpaşazâde'ye göre, Orhan ahilerden müteşekkil bir toplantıda bey seçilmiştir. I. Murad ölünce, beyler toplanarak Bayezid'in onun yerine geçmesini uygun görmüşlerdir. I. Murâd ve II. Murad hem babalarının vasiyeti hem de vezirlerin tasvibi neticesinde tahta geçmişlerdir.

Daha sonraki dönemlerde, padişahların tahta geçişleri, Allah'ın yardımına ve rey sahiplerinin uzlaşmasına bağlanmaktadır. Rey sahiplerinin uzlaşması, cülus fermanlarında “İttifak-ı ashab-ı ârâ ve şûra” şeklinde ifade ediliyordu. Şüphesiz bu toplantılarda kuvvet ve menfaat hesapları sonuca etki ediyordu, fakat teorik olarak bu sonucun Tanrı'nın iradesiyle belirlendiği esası kabul ediliyordu.

Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da, eski Türk hâkimiyet anlayışına göre, hakimiyetin belli bir şahsa değil, bütün aileye ait olması anlayışıdır. Buna ülüş sistemi veya ortak hakimiyet anlayışı denilmektedir. Osmanlı öncesi bütün Türk devletlerinde uygulanışına rastladığımız bu anlayışın uzantılarına Osmanlılar'ın ilk dönemlerinde de rastlanmaktadır. Osman Gazi devletini teşkilâtlandırırken, Karacahisar sancağını oğlu Orhan Gazi'ye, subaşılığını ise kardeşi Gündüz'e vermişti. Diğer oğlu Alaeddin Paşa'yı kendi yanında alıkoymuştu. Orhan babasının yerine geçtikten sonra, 1331'de, Bursa'yı oğlu Murad'a verdi ve burayı Bey Sancağı olarak adlandırdı, Karacahisar'ı ise amcası oğlu Gündüz'e verdi. Orhan, Akçakoca ölünce onun uc bölgesini büyük oğlu Süleyman'a, İnönü sancağını ise oğlu Murad Gazi'ye tevcih ediyor. Süleyman İzmit ucunda bazı fetihler yaptıktan sonra, Orhan Karesieli'ni ona mansıp olarak veriyor. Buradan Rumeli fethine girişen Süleyman, Gelibolu ucunun beyi oluyor. I. Murad da benzer uygulamada bulunarak yeni alınan Kütahya uc-sancağını bü¬yük oğlu Bayezid'e, Karesi'yi ikinci oğlu Yakub'a tevcih ediyor. Küçük oğlu Savcı'yı ise 1373'te bir sefere çıkarken merkezde bırakıyor. I. Mehmed, II. Murad ve II. Mehmed'in büyük oğullarını Şark işlerinin bu dönemlerdeki öneminden dolayı Amasya uc beyliğine tayin ettiklerini de biliyoruz. Yukarıda anlatılan bu uygulamalar, özellikle uc bölgesinin büyük oğula tahsisi ve başlangıçta merkezî bölgenin yani bey sancağının küçük oğula verilmesi, ülüş sisteminin yani ortak hakimiyet anlayışının Osmanlılar'ın kuruluş ve gelişme dönemlerinde yaşadığını göstermektedir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Osmanlılar'ın ilk dönemlerinde büyük oğullar babalarının yerine tahta geçmiştir. Bu bir gelenek miydi yoksa tesadüf eseri mi? Yoksa şartlar mı böyle gerektirmişti?

İmparatorluğun kurucusu Osman'ın ölümünden sonra Orhan ile küçük kardeşi Alaeddin arasında geçen ve eski Osmanlı kaynaklarında nakledilen konuşmalardan, ülkenin ve beyliğin aile mirası gibi değerlendirildiği ve iki kardeşin eşit hakka sahip oldukları, Osman'ın sağlığında Ordu kumandanlığını Orhan'a vermiş olmasının ve Orhan'ın büyük kardeş bulunmasının Orhan'ın tahta geçişi için tercih sebebi sayıldığı anlaşılmaktadır. Fetret devrindeki mücadelelerde yaşça büyüklük tahta geçmek için üstünlük sebebi olarak gösterildiği gibi, beyliğin kime ait olacağının Allah'ın takdirine bağlı olduğu da vurgulanmıştır.

Aslında, büyük şehzadeye en önemli uc sancağının verilmesi, ilk devirlerde onlara imtiyazlı bir durum sağlıyordu. Ucda bulunan şehzade, hem devletin en büyük askerî gücünü elinde bulunduruyor hem de diğerlerine nazaran daha fazla tecrübe kazanmış oluyordu. Orhan, I. Murad ve Yıldırım Bayezid bu fiilî durumdan yararlanmışlardır. Yıldırım Bayezid'in ölümünden sonra taht mücadeleleri sadece onun oğulları arasında değil torunları arasında da sürüp gitmiştir, ancak kardeş katli âdetinin yerleşmesi neticesinde Osmanlı tahtı I. Mehmed'in oğulları ve torunları elinde kalmış; daima babanın yerine oğlu geçmiş ve bu durum I. Ahmed (1603-1617)'e kadar devam etmiştir. Çünkü bu döneme kadar tahta geçen sultan herhangi bir şekilde kardeşlerini bertaraf etmiş ve tahtın yolunu sadece kendi oğullarına açık bırakmıştır.

XVI. yüzyıl sonlarında bir istisna yapılmış ve şehzade Mustafa sarayda sağ bırakılmıştı. Mustafa bir entrika neticesinde 1617 yılında tahta geçirildi ve bu hadiseden sonra yeni ortaya çıkan şartların da yardımıyla hanedanın en büyük üyesinin tahta geçmesi teamülü yerleşti.

Orta-Asya Türk geleneklerinin ilk dönem Osmanlı idaresinin hâkimiyet anlayışında etkili olduğu yukarıdaki tahlillerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, söz konusu ortak hâkimiyet anlayışı ve bunun uygulama biçimleri, Osmanlı yönetiminin teşekkülünde ikinci önemli bir unsur olan ve İslâm geleneğinden gelen hâkimiyetin bölünmemesi prensibiyle çatışmıştır. Fatih Sultan Mehmet zamanına kadarki tarihî gelişmeler ve yaşanan tecrübeler, bu ikinci prensibin kökleşmesine yol açmıştır. Nitekim I. Murad'ın Rumeli beylerbeyliğini hanedan üyelerinden birine değil saray kullarından lalası Şahin'e vermesi, yeniçeri ocağını kurmak suretiyle uçlardaki Türkmen kuvvetlerine karşı merkezî iktidarı daha güçlü hale getirmesi, hakimiyetin bütünleşmesi istikametinde atılan ilk adımlardı. Bu temeller üzerinde, saray teşkilatının, idarî ve malî usullerin ve kapıkulu sisteminin gelişmesi Yıldırım Bayezid zamanında hız kazandı. Bilindiği gibi, Timur hadisesi bu gelişmeye bir sekte vurmuştur. Ankara savaşından sonra Timur Osmanlı Devleti'ni Bayezid'in oğullan arasında yurtlara ayırarak tekrar Orta-Asya geleneğine dönülmesine sebep olmuştur. Ancak, Çelebi Mehmed Osmanlı ülkesini yeniden kendi idaresi altında bütünleştirerek, Osmanlılar'ın gelişimini tabii mecrasına sokmuştur. Bu durum karşısında Timur'un oğlu Şahruh'un “Osmanlı töresine göre kardeşlerinden her birini ortadan kaldırmışsın, can kardeşleri arasında bu tarzı hareket Töre-i İlhâniye uygun düşmez” ifadelerini taşıyan ve I. Mehmed'e gönderdiği protesto mektubuna, I. Mehmet, Osmanlı devletinin başlangıcından beri atalarımız müşkülleri tecrübeyle çözmüşlerdir, iki padişah bir memlekette barınamaz şeklinde cevap veriyordu. I. Mehmed'in bu cevabında, Osmanlı hâkimiyet anlayışının teşekkülünde olduğu kadar, diğer bütün Osmanlı müesseselerinin oluşmasında da son derece etkili olan iki unsurun özellikle vurgulandığını görüyoruz.

Bunlardan birisi Osmanlı realizminin temel kaynağı olan tecrübe, ikincisi de İslâmî espridir. Kur'an'da Allah'ın kayıtsız, şartsız birliği inancını anlatmak için, “(Semada ve arzda) birçok ilâhlar olsaydı muhakkak hercü merc olurdu “ denilmektedir. Burada bir tek teşekkülün içinde en yüksek iki şahsiyetin beraber bulunamayacağı, zira bu durumda söz konusu şahsiyetlerin programlarında ayrılık olabileceği ve bunun mücadeleye sebep olacağı vurgulanmak istenmektedir. İşte I. Mehmed iki padişah bir memlekette barınamaz derken kökü Kur'anî esasa dayanan bu espriden hareket ediyordu.

I. Mehmet zamanında amca ve kardeşlere yurtluk verme usulü de terk edilmişti. Sadece şehzadeler, kendilerine yardımcı olarak saray kullarından lalalar verilerek sancağa gönderiliyordu ve bunlar ancak merkezden kendilerine tahsis edilen yıllık ödenek (sâliyâne) ve tımarlara tasarruf edebiliyorlardı. Zamanla bu uygulama da sınırlandırılmış, II. Selim ve III. Murad zamanında yalnız büyük oğullar sancağa gönderilmiş, III. Mehmed ise bu usûlü tamamen ortadan kaldırmıştır.

Hakimiyetin bölünmezliği ve padişahın şahsında toplanması prensibinin tam olarak yerleşmesi yolundaki en önemli olgu, kardeş katlinin kanunlaştırılması hadisesi olmuştur. Çünkü Fatih'ten önceki dönemlerde de, yaptıkları isyanlar veya işledikleri suçlar yüzünden bazı kardeşlerin veya hanedan üyelerinin idam edildiklerini de biliyoruz. Ancak normal şartlar altında, herhangi bir suçu bulunmayan kardeşini idam ettiren ilk pâdişâh Fatih Sultan Mehmed olmuştur. Meseleyi bir kanun hükmüne bağlayan da odur. Bu mesele Kanunnâme'de “ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla âmil olalar” diye ifade edilmiştir. Burada gerekçe olarak gösterilen «nizâm-ı âlem» yani dünyanın düzeninin sağlanması, diğer bir ifadeyle ülkenin emniyet ve asayişinin temini hususu, şüphesiz kardeş kavgalarıyla devletin zayıflayıp parçalanmasını önlemek gayesine matuftu. Bir padişahın ölümü hâlinde hükümdarlığın hangi evlada geçeceğini tayin etmeksizin sadece kendisine saltanat müyesser olan kişiye kardeşlerini katletme izni veren bu madde ile Fatih Sultan Mehmed, kuvvetli şahsiyete sahip kimselerin peşinen saltanatı elde etmeleri için açık kapı bırakmış gibi gözüküyor. Osmanlılarda saltanatta veraseti tayin eden bir kanun ancak 1876'da çıkarılabilmiştir.

Yukarıda daha çok H. İnalcık'ın araştırmalarından hareketle açıklamaya çalıştığımız hususların kısa bir değerlendirmesini yapacak olursak şöyle bir neticeye ulaşmamız mümkündür. Orta-Asya Türk geleneğinde, devlet bütün ailenin müşterek malı addolunduğu, prenslerden her biri kendine ait olan sahada müstakil olarak hüküm sürdüğü halde Osmanlı Devleti'nde bütün kuvvet tek bir hükümdarın elinde toplanmıştı. Burada memleketin bütünlüğünü muhafaza etmek için, “hâkimiyetin bölünmemesi” prensibinin benimsendiği ve uygulandığı, hatta bu prensibin korunması için, kardeş katlinin kanun haline getirilip müesseseleştirildiği bir sistem söz konusudur. Ancak hemen belirtmek icap eder ki, Abbasî ananesinden gelen “hâkimiyetin bölünmemesi” prensibi, Osmanlılar tarafından, geçmişin taklidi biçiminde, kalıp halinde iktibas edilerek uygulanan bir prensip olmamıştır. Zaten eski Türk ülüş sistemiyle çatışmaktadır. Acı ve uzun tecrübeler ve Osmanlı Devleti'nin muazzam inkişafı, yani tarihî gerçeklikler neticesinde, tecrübe edilerek ve yaşanılarak mutlak ve bölünmez bir hakimiyet telâkkisine ulaşılabilmiştir. Fatih tahta çıkar çıkmaz kundaktaki bir çocuk olan kardeşi Ahmed'i boğdurarak (1451), A. Mumcu'nun belirttiği gibi, “Bu iki zıt prensibi ancak böyle bağdaştırabilmek zorunda olduğuna inandığını göstermiştir”.

Osmanlı Devleti'nin büyümesine paralel olarak, onun hükümdarının unvanları da gelişmekteydi. I. Murad'a kadar, Bey ve Gazi olan hükümdarlar, onunla birlikte Melîkü'l-muazzam, Hâkânü'l-mükerrem, Sultan b. Sultan olmuşlardı.

Kayserlerin payitahtını almakla kendisini Roma İmparatorluğu'nun meşru vârisi sayan Fâtih ise, “Her şeyden evvel Gazi Sultan sıfatını benimsemekle beraber, şahsında İslâm, Türk ve Bizans hükümdarlık ananelerini meczederek klasik Osmanlı pâdişâhı tipini” oluşturmuştu.

İran'a karşı mücadele eden, Mekke ve Medine'yi imparatorluğa katan Yavuz Sultan Selimle de padişah isimlerinin basma Emirü'l-mü'minîn ve Hâdimü'l-Harameyn sıfatları eklenecekti. Böylece Osmanlılar'da devlet ve hâkimiyet anlayışı daha İslâmî bir karakter kazanmıştı. Zaten Kanunî Süleyman'dan itibaren artık Osmanlı padişahları için Halîfe-yi rûy-i zemîn ve Halîfe-tü'1-müslimîn yani yeryüzünün ve Müslümanların halifesi unvanları kullanılmaya başlanmıştır. Burada dinî otorite ile siyasî otorite sıkı sıkıya birbirine bağlı gözükmektedir. Ancak II. Abdülhamid döneminde (1876–1909) ve daha sonra, Osmanlı hükümeti “Müslümanların halifesi” sıfatını siyasî maksatlar için kullanmak istemiş ve yeni bir yorumla halife bütün Müslümanların dinî lideri gibi telâkki olunarak siyasî otoriteden tecrit olunmuştur.

Osmanlılar'ın klasik dönemlerinde hükmetme yetkisinin padişahlara kimler tarafından verildiğini göstermek için, IV. Mehmet (1640-1687) 'in cülus fermanındaki bazı ifadeler çok dikkat çekicidir. Bu fermanı H. İnalcık, şu şekilde özetlemektedir: “Tanrı'nın inâyetiyle ve şahsımdaki istidat sayesinde sultan olup vezirlerin, ulemanın ve halkın reyleriyle saltanat tahtına oturtuldum ve camilerde hutbede ve sikke üzerinde ismim zikrolundu, siz valiler ve kadılar bu yazıyı alır almaz derhal şehir ve köylerde halka cülusumu ilan edip hutbeyi adıma okutturasınız”.

Yukarıdan beri anlatılan gelişmelerdeki ve özellikle son ifadelerdeki İslâmî ruhu sezmemek mümkün değildir. Bununla birlikte, padişahların elinde bulunan bu hakimiyetin halk üzerine nasıl yansıdığını anlatmaya geçmeden önce, Kur'an ve Sünnet'teki hakimiyetle ilgili görüşü kısaca hatırlatmak yerinde olacaktır.

İslâm'ın temel inancı, Allah'ın birliğine imandır. Bu iman toplumun bütün temayüllerini bir merkeze yöneltir. İnsan hayatının her bölümünde ikiliğin ortadan kaldırılmasını hedef alır. Bu birlik inancı Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Allah'tan başka tanrıların varlığı sözkonusu olsaydı, âlemin hercümercden kurtulamayacağı vurgulanır. İslâm'a göre insan hayatı bir bütündür, bölünmez. Her şeyde birlik aranır. İnsan ile insan arasında tam bir hukuk eşitliğine ******üren niyette birlik, bir merkeze yönelmede birlik, aynı kanuna riâyetten doğan birlik, İslâm'ın temel prensiplerinden birkaçıdır. İslâm devletinin sosyolojik temeli, yukarıda bahsettiğimiz insanlar arasındaki eşitliğin tabii neticesi olan sözleşmedir. Akabe biatleri, Medineliler ve Muhacirler arasındaki kardeşlik sözleşmesi, Medine'de Müslümanların ve yahudilerin siyasî bir topluluk kurarak Peygamberi en yüksek merci olarak tanımaları, bu siyasî sözleşmelerin ilk örnekleridir. Her şeyin Allah'ın insana bir emaneti olduğu inancı da İslâm devletinin esas prensiplerinden biridir. Mülk Allah'ındır, insan tasarruf ettiği şeylerde sadece intifa hakkına sahiptir. Kur'an'ın birçok yerinde, iktidarın Allah tarafından verildiği, dolayısıyla istediği kişiye iktidarı devredebileceği belirtilmektedir. İnsan yalnız bir hissedardır ve elinde ne tutarsa onu Allah ve hakikatte bütün topluluğun menfaati için tutar. “İslâm akidesine göre hiçbir kimse otokrat (müstebid, mutlak hükümdar) olamaz. Siyasî iktidarın bu manada esası vekâlettir ve şüphe yok ki bu bir mesuliyeti gerektirir. Bundan başka mutlak hâkimiyet veya mülkiyet fikri ister siyasî, ister şahsî mânâsında olsun İslâm'ın ruhuna tamamiyle yabancıdır; zira her şeyin sahibi Allah'dır ve bu itibarla dünyevî mânâsında Topluluk (cemiyet) dur ve onu kullanan şahıs tarafından emanet olarak tutulur. Bu tahdid siyasî iktidarı elinde tutan herkese de şamildir. Emaneti yüklenecek kişilerde aranacak temel şart ehliyet ve liyakattir. İslâm'da siyasî iktidarı elinde bulunduran kişi veya kişiler, Kur'an tarafından beyan edilen umumî prensipleri kabul etmek ve iktidara mukaddes bir emanet gibi bakmak ve iyi fiil ve hareketlerde bulunmak mecburiyetindedirler. Bu çerçeve içinde, yöneticiler, şahsî menfaatleri için değil fakat cemiyetin yararına olmak şartıyla kanunlar yapmakta serbesttirler. Kanunlar adaletin teminatıdır. Sosyal, siyası ve ekonomik hayatın temeli adalettir.

Her şeyden önce bir İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, hâkimiyeti altında bulunan ülkeler üzerinde yaşayan topluluklarla olan münasebetlerini yukarıda özetlemeye çalıştığımız esaslar çerçevesinde düzenlemeyi ana görevi saymaktaydı. Yönetimi altında bulunan insanların şer'î kanunlar çerçevesinde sevk ve idare edilmesi Allah tarafından kendisine emanet edilen Halife-Sultan, bu emaneti tek başına gerçekleştiremeyeceğinden her seviyede yetenekli yardımcılar bulmak zorundaydı, diğer bir ifadeyle devlet görevlerini kabiliyetli ve ehliyetli kişilere tevdi etmek mecburiyetindeydi. Emaneti ehline teslim etmek nazariyede kalmamış, Osmanlı Devleti gelişmesinin doruk noktasına çıktığı dönemlerde bu nazariye uygulamada da kendisini göstermişti, daha doğrusu o, bu uygulama sayesinde sağlam bir idarî sistem kurabilmişti. Bu duruma yabancı yazarlar bile tanıklık etmektedir. XVI. asır ortalarında Avusturya İmparatorunun elçisi Busbecq şöyle yazmaktadır:

“Biz huzurda iken büyük bir kalabalık vardı. Vilâyet beylerbeylerinden birçoğu hediyeleriyle gelmişlerdi. Bütün hassa süvarisi, sipahiler, gurebalar, ulûfeciler burada bulunuyordu. Birçok da yeniçeri vardı. Bu koca mecliste hiçbir adam yoktur ki, haiz olduğu mevkii ve rütbeyi kendi şahsî liyakat ve cesaretine borçlu bulunmasın. Hiç kimse sırf filanın neslinden gelmiş olmak dolayısıyla diğerlerinden mümtaz bir mevkie çıkmaz. Her adama uhdesindeki vazife ve memuriyete göre hürmet edilir. Bundan dolayı, burada merasimde tefevvuk kavgası yoktur. Herkesin ifa ettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii vardır. Herkese bizzat sultan vazife ve memuriyetlerini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğe ehemmiyet verir, ne boş rica ve dualara. Bir namzedin haiz olabileceği nüfuz ve şöhreti hiç düşünmez. Yalnız liyakate bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidadı düşünür. İşte bu suretle her adam istihkakına göre mükâfat görüyor. Memuriyetlerin başında o vazifeleri görmeye hadim, kimseler bulunuyor. Türkiye'de herkes kendi mevkii ve ikbalinin banisidir. Sultanın hükmü altında en yüksek mevkilere çıkmış olanlar çok kere çobanlıktan yetişmişlerdir. Bunlar böyle küçük mevkiden doğmuş olmaktan utanmak şöyle dursun, bilâkis bunu bir iftihar vesilesi telâkki ederler. Ecdatlarına ne kadar az borçlu bulunurlarsa kendilerini müftehir olmakta o kadar haklı görürler. Türkler insanlarda meziyetin irs tarikiyle intikal ettiğine, bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Bunu kısmen Allah'ın bir ihsanı, kısmen de çalışmanın, zahmetin ve gayretin mükâfatı diye telâkki ederler. Nasıl güzel sanatlara, musikiye yahut riyaziye ve hendeseye istidat ırsî bir şey değilse, bir oğul nasıl mutlaka babasına benzemek lâzım gelmezse seciyesinin de irsi olmadığına, bir oğlun babaya benzemek lâzım gelmediğine, meziyetleri kendisine Cenab-ı Hak tarafından bahsedildiğine kanidirler. İşte bu suretle, Türklerde şeref ve makam, idarî mevkiler liyakat ve maharetin mükâfatıdırlar. Namussuz, tembel ve atıl olanlar hiçbir zaman yükselmezler, ehemmiyetsiz ve hakir bir halde kalırlar. Türklerin neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının, hâkim bir ırk haline gelmelerinin ve her gün hükümetlerinin hudutlarım genişletmelerinin hikmeti bundadır”.

Busbecq'in bu ifadeleri, Osmanlılar'ın İslâm'daki emaneti ehline verme prensibine ne derece riayet ettiklerini açık bir şekilde göstermektedir. Diğer taraftan, emaneti elinde bulunduran, yani yönetimde herhangi bir göreve tayin olan kişilerin mutlaka adaletle hareket etmeleri de İslâm geleneğinden Osmanlılara devrolunan ve hâkimiyetin uygulanmasında temel kavram niteliği taşıyan en önemli unsurlardan birisidir. Burada ehemmiyetle belirtmek gerekir ki, Osmanlı öncesi İslâm devletlerinde olduğu kadar Osmanlılar'da ve hatta Türkiye dahil bugün bütün İslâm dünyasında da, her hafta bütün camilerde okunan hutbeler şu âyet-i kerîme ile tamamlanmaktadır: “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, (aklın, örfün ve şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her çeşit zulmü ve (haksız) tecavüzü meneder. Dinleyip anlay asınız diye size öğüt verir”. Sürekli olarak tekrarlanan böyle bir uyarının sosyolojik açıdan her seviyedeki halk üzerinde yapacağı tesirin ne derece büyük olacağını tahmin etmek güç değildir. İşte bu ve benzeri hükümler tarihî süreç içinde gelişerek Türk hâkimiyet felsefesinin temel unsurlarından birini oluşturmuştur. Orta Asya'da Kaşgar Türk-İslâm kültür ortamında kaleme alınmış olan Kutadgu Bilig'de yer alan, İran'da, diğer İslâm ülkelerinde ve Osmanlılarda sık sık rastlanan adaletle idare etme anlayışı, “dâire-i adliye” yani adalet dairesi veya hakkaniyet çemberi denen bir formülle izah edilmiştir. Bu formüle göre,

1. Devlet ve mülk, yani ülke ve insanı birleştirerek devlet kuracak iktidara sahip olmak, diğer bir ifadeyle hâkimiyeti elde bulundurmak, sağlam bir orduyu gerektirir,

2. Ordunun teşkili ve bakımı hükümdarın servet sahibi, devletin zengin olmasına bağlıdır,

3. Devletin zengin olması için, halkın zengin ve müreffeh olması şarttır.

4. Halkın refahı ve zengin olması da kanunların adil olmasına bağlıdır,

5. Devlet ve mülk olmadan adaleti sağlamak da mümkün değildir.

Bunlardan biri yok oldu mu, herşey yok olur, ne devlet kalır ne de mülk yani hâkimiyet .

Daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, Devlet, bir milletin siyasî, askerî, hukukî, vs... müesseselerinin bütünüdür. İşte bu “adalet dairesi” veya “hakkaniyet çemberi”nde, Osmanlılar'a göre, bu müesseselerin varoluş gerekçelerini ve birbirleriyle olan ilişkiler ağını görmekteyiz. Bu ilişkilerde temel rolü adalet kavramı ve müesseseleri oynamaktadır. Gaye ise halkın mutlu kılınması, refah içinde yaşatılmasıdır. Diğer müesseseler ise, bu gayeye ulaşılabilmesi için adaletin gerçekleştirilmesine yardımcı olacak müesseselerdir. Bu müesseseler halkasının kilit noktasını Osmanlı anlayışına göre, adaletin teşkil ettiğini gösteren en büyük delil, halkaya adalet dairesi veya hakkaniyet çemberi denilmesidir. Nitekim bu teorik anlayışın uygulamaya da yansıdığını görmekteyiz.

Her şeyden önce, Osmanlı Devleti'nin bir hukuk devleti olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Şer'î hukuku devletin temeli olarak kabul eden Osmanlı yöneticileri, kendi örf ve adetlerinden hareketle bu hukuku geliştirmiş ve yeni kanunlar ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, Fatih ve bilhassa Kanunî tarafından yapılan ve toprak rejimi, İmparatorluğun umumî emniyeti ve cezaî müeyyidelerle ilgili olan kanunlar, Osmanlı tarihinde meşhurdur. Sultan Süleyman, Kanunî lâkabını kanun yapıcılığından almıştır. Örften hareketle kanun yapılmasını gerekçe göstererek Osmanlı hukukunu, şer'î hukuk ve örfî hukuk diye ikiye ayırmak, kanaatimize göre, sunî bir ayırımdır. Zira bizzat örf, İslâm hukukunun kaynakları arasında bulunmaktadır . Hatırdan çıkartmamak gerekir ki, Osmanlı hukukçularına göre de, örfe dayalı kanun yapılabilmesi için, İslâm hukukunun diğer kaynaklarının dışında kalmış bir durumun ortaya çıkması, bu konuda Müslümanlar arasında yaygın bir tutum ve anlayışın yaşamakta olması, padişahın iradesinin bu istikamette bulunması, ortaya konulacak hükmün İslâm toplumunun hayrına ve adalete uygun olması gerekiyordu. Böyle bir kanunlaştırma hareketi, zamanla gelişen ve değişen şartlar içinde ortaya çıkan yeni meselelerin İslâm hukuku esprisi içinde, İslâm hukukunun kaynaklarından biri olan örfe dayanarak çözümlenmesi ve İslâm hukukunun geliştirilmesi demekti. Nitekim, H. İnalcık da, Osmanlı Devletinin kuruluşundan iki yüz yıl sonra şer'î hukukun devletin her türlü çalışmasına egemen olduğunu savunmakta ve delil olarak da şeyhülislâmların her tür devlet fermanı için fetva vermeleri olgusunu ileri sürmektedir.

Bu konuda E. Kuran, “Yakın Doğu memleketleri XV, XVI ve XVII. asırlarda, Osmanlı Türkleri'nin idaresi altında, Avrupalı tarihçilerin «Pax ottomana» adını verdikleri uzun bir barış dönemi yaşamışlardır. Bu geniş topraklarda meritokrasi esasları tatbik ediliyor, adalet hüküm sürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu pek tabiî ki, bir İslâm devletiydi ve şeriat hükümlerine tâbiydi. Ancak, Osmanlı padişahları pratik mülahazalarla devleti örfî kanunlarla idare ediyorlar, Ebussuud Efendi gibi, devlet menfaatini gözönünde bulunduran şeyhülislâmlar, verdikleri fetvalarla sözkonusu kanunları serileştiriyorlardı” demektedir ki, şüphesiz, padişahların “pratik mülahazalarla” örfî kanunlara başvurması, şeyhülislâmların devletin, daha doğrusu kamunun menfaatini ön planda tutması ve fetvalarıyla örfî kanunları serileştirmeleri, yine İslâm hukukunun temel esasları çerçevesinde ve bu hukukun kendilerine verdiği yetkilerle gerçekleşiyordu.

Tanınmış bir İslâm hukuku araştırıcısı olan J. Schacht, bir araştırmasında, Osmanlı vakıasının İslâm hukuk tarihinde çok önemli bir olay olduğunu, Türkler'in İslâm'ı diğer milletlerden daha ciddiye aldıklarını, İmparatorluğun başlangıçta zıt eğilimlere sahne olmasına rağmen “onaltıncı yüzyılın başlarında; İslâm bilginlerini ve özellikle İslâm hukuku uzmanlarını teşkil eden ulema tarafından temsil olunan Sünnî İslâm'ın zafere ulaştığını; Osmanlı sultanlarının İslâm hukukunu cemiyet üzerindeki nüfuzu bakımından en yüksek derecesine ulaştırdıklarını; onların, adaletin tevziini tamamıyla şeriata dayandırdıklarını, hatta sivil idarenin en küçük birimini kadının selâhiyeti altında bulunan kaza olarak kabul ettiklerini; Ebussuud'un Osmanlı İmparatorluğu'nun idarî hukukunu teşkil eden kanunu şeriatla uzlaştırmayı” başardığını vurgulamakta ve şöyle devam etmektedir:

“Osmanlı Sultanları, yalnız kutsal hukuka bağlılıkları ile değil, aynı zamanda kendi teşri'î faaliyetleri ile de temayüz etmişlerdir. ... Osmanlı sultanları büyük bir samimiyetle gerçek kanunları teşkil eden kanun ve kanunnâmeleri koymuşlar, bu şekilde yapmakla hukuku ihlâl etmediklerine veya ona zıt bir davranışta bulunmadıklarına, fakat onu dini bakımdan hiçbir farkı olmayan yasalarla tamamladıklarına inanmışlardır. Gerçekte bu Osmanlı kanunnâmelerinin en eskisi olan Mehmed II (1451-1481 )'nin kanunnâmesi, sık sık İslâm hukukuna başvurur ve onun kavramlarını şerbetçe kullanır”.

J. Schacht'ın şu değerlendirmesi de son derece dikkat çekicidir: “Osmanlı İmparatorluğunda XVI. yüzyılda hukuk nizamı, sadece birlik arz etmesi bakımından bile, çağdaş Avrupa'da hâkim olan hukuk düzeninden çok üstündü; fakat sonraları imparatorluğun gerilemesi, ona mutlak bir surette ters bir etkide bulundu. Mahmud II (1808-1839)'nin güçlü bir şekilde başlatmış olduğu ıslahat teşebbüsleri, zarurî olarak şeriatla çatışmaya yol açtı. Mahmud'un halefi olan Abdülmecid (1839-1861) tarafından çıkarılan Gülhâne hatt-ı hümâyununda (1839 yılı nihâyetinde) Müslüman ve Müslüman olmayanlar ilk defa birlikte “tebe'a” adını almışlardır. Bunu takip eden yıllarda, Avrupa'daki örneklerine uygun olarak Tanzimat hareketi başlamıştır. Bu hareketin önemli ilk işi ticaret kanunnamesinin ilanı olmuş ve hukuk konularının biri diğerini takip ederek, İslâm hukuku çerçevesinden çıkmıştır”.

Bu mütalaalar göz önünde bulundurulduğu zaman, klasik dönem Osmanlı hukukunu şer'î ye örfî hukuk diye ikiye ayırmanın doğru olmadığını, bunun Türk örfünü de özümleyen bir Türk-İslâm hukuk sentezinden ibaret bir bütün teşkil ettiğini vurgulamak gerekmektedir. İşte bu hukukun uygulanması için, bütün Osmanlı ülkesi, aslında adlî bir birim olan ve kaza denen kadılıklara ayrılmıştı. Burada da “hakkaniyet çemberi” felsefesinin, idarî teşkilâtlanma ve müesseseleşme üzerindeki, diğer bir ifadeyle hâkimiyetin halka yansımasındaki tesirini görmekteyiz.

Bilindiği gibi, kaza, kadının yargı alanına giren bölge manasına gelmektedir. Her kazanın başında bir kadı bulunmaktaydı. Osmanlı kadısı, hem hâkim, hem mülkî âmir hem de belediye reisi görevleriyle yükümlü bir kişiydi. Gerçekten kadı, her şeyden önce, şer-i şerif de denen mahkemenin başkanıydı. Bu mahkeme halk arasındaki her türlü hukukî ve cezaî ihtilafları halletmeye yetkiliydi. Noterlik işleri de burada yapılmaktaydı. Kadı, adlî işleri yürütebilmek için, naipler, kâtipler, hademeler, muhzırbaşı ve muhzırlar gibi geniş bir yardımcılar kadrosuna sahipti. Osmanlı mahkemesinin en dikkat çekici unsurlarından birisi, muhakemenin yapılış tarzını gözlemekle yükümlü olup, şühûdü'l-hâl adını taşıyan ve müderrisler, ayan, eşraf gibi şehrin ileri gelenleri arasından seçilen beş altı kişilik bir gruptur. Kadı davaya baktığı sırada bu kişilerle müşaverede bulunabilmekteydi. Bilhassa bunlar, hukukun örfî yönleri ve mahallî âdetler konusunda kadıya yardımcı olmaktaydılar.

Mahkemenin kararları hakkında, müftülükten veya şeyhülislâmlıktan görüş istenebilir veya dâva Divan'da gördürülebilirdi. Bu müesseseler, bir bakıma, birinci, ikinci ve üçüncü derecede temyiz müessesesi fonksiyonunu icra etmekteydiler.

Osmanlılar'ın bu adalet sistemi, “hakkaniyet çemberi” dedikleri devlet anlayışlarına da uygun olarak, gerçekten, İmparatorluğun kuruluş ve yükselişinde, XV. ve XVI. asırlarda halkın refah içinde yaşamasında son derece müessir olmuştur. Hattâ S. Shaw kadıları, Osmanlılar'ın çöküşünü geciktiren faktörler arasında saymakta ve bu konuda şöyle demektedir:

“... Şaşırtıcı olan şey, çöküş döneminde imparatorlukta salgın halini alan karışıklıklar ve başkaldırılar değil, imparatorluğun daha üçyüz yıl bütünlüğünü koruyabilmesi ve zaman zaman kaybettiği itibarı ele geçirerek modern çağların başlangıcına kadar Avrupa'nın büyük bir gücü olarak kalabilmesidir”. Bu karışıklıklar ve isyanlar karşısında, Osmanlı toplumunun “temel yapısı, anarşinin en kötü etkilerine karşı halk kitlelerinin dayanmasını sağlayabilmişti. Pek çok yerde kadılar ve dinî liderler, mahallî idarecilerin başlıca yardımcıları olarak mühim vazifeler ifa etmişlerdir”.

Osmanlı adliye teşkilâtı hakkındaki bu kısa açıklamalar, Osmanlı hâkimiyet anlayışının teorik bir unsurunu teşkil eden hakkaniyet çemberinin, uygulamadaki etkisi hakkında bize bir fikir verecek niteliktedir. Ancak konunun çok daha geniş boyutlar içinde tahlil edilmesi gerekir. Özellikle; bir taraftan, siyasetnamelerden ahlâk kitaplarına kadar, devlet ve hâkimiyet ile ilgili bilgi ihtiva eden ve Osmanlılardan bize kalan bütün teorik kitaplar sistemli bir şekilde tahlil edilerek, Osmanlıların teorik devlet ve hâkimiyet anlayışları ortaya konulurken, diğer taraftan da, Tahrir Defterlerinden Şer'iye Sicillerine kadar uzanan vesikalar külliyatı da tahlil edilerek, Osmanlı devlet. ve hâkimiyet anlayışının uygulanış biçimleri de açık seçik gün ışığına çıkarılmalı, ve teori ile uygulama arasında mukayeseler yapılmalıdır. Bu tür çalışmalar, burada bir kaçını sıralayacağımız başka soruların ortaya çıkmasına da zemin hazırlayacaktır: Teorik anlayış ve uygulama arasında imparatorluğun başlangıcından sonuna kadar uyum sağlanabilmiş midir? Özellikle adalet, devletin teşekkülünde rol oynayan diğer faktörler arasındaki önceliğini ne zamanlar ve ne ölçüde koruyabilmiştir? Bunlar arasında rol değişikliği olmuşsa, meselâ ordunun güçlendirilmesi veya servet biriktirilmesi, adaletin gerçekleştirilmesinin ve halkı mutlu kılmanın vasıtaları olmaktan çıkıp başlı basma gayeler haline gelmişse, bunun sebebi nedir?

Ortaya koymaya çalıştığımız kontekst içinde, bunlara benzer yüzlerce soru birbirini takip edebilir. Ancak, bu soruların çözümünü uzun vadeli çalışmalarda ele almak üzere bir yana bırakarak, şimdi burada klasik dönemde Osmanlı hâkimiyetini ayakta tutan devlet teşkilâtının bir panoramasını çizmek yerinde olacaktır.

Link to comment
Share on other sites

II. OSMANLI DEVLET TEŞKİLATI

A)OSMANLI SALTANATI

Osmanlılar Oğuzların Kayı boyuna mensuptular. Kayılar, Avşar, Beydili ve Yıva boylan ile birlikte hükümdar çıkaran boylardandı. Dolayısıyla başlangıçtan itibaren saltanatta eski Türk âdet ve gelenekleri tatbik edilmiştir. Ailenin reisi olan ve “Ulu Bey” ismini taşıyan kişi aynı zamanda memleketin de idarecisi olmuştur. Bu şekil Osmanlı Beyliği'nin ilk zamanlarında görülmekle beraber, asıl olan, saltanatın hükümdar bulunan kimsenin oğullarına geçmesi şeklidir. Ancak bir veliaht tayini görülmez. Devlet adamları ve askerlerce sevilen ve takdir edilen şehzade hükümdar olur, diğerleri bir isyan hadisesinin önüne geçilmek için öldürülürdü (Kardeş katli Yıldırım Bayezid zamanından beri tatbik edilmekle beraber Fatih Kanunnamesiyle yazılı hale getirilmiştir. Bu Kanunnamede: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, Karındaşlarını nizâm-ı âlem içun kati etmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar” şeklindeki kayıtla memleketin selâmeti için kardeş katline izin verilmiştir).

Kuruluşta, ilk devirlerde Ahî teşkilâtının da hükümdar seçiminde rolü görülmüştür. Ayrıca çok nadir olmak üzere, padişahların yerlerine geçecek şehzadeyi devlet ileri gelenlerine vasiyet ettikleri olmuştur. Meselâ Çelebi Mehmet, yeni bir kardeş kavgasının önüne geçmek için, oğlu Murad'ın hükümdar olmasını istemişti. Bu şekliyle Osmanlı saltanat usulü, Orta Asya Türk devletleri geleneğinden ayrılarak, hâkimiyetin bölünmezliği ilkesine dayalı İslâm hukukunu benimsemiştir.

Padişah töreye göre memleketin sahibi sayılırdı. Bu sebeple tebaasının canı ve malı üzerinde tasarruf hakkı vardı; vasıtalı veya vasıtasız bunu kullanırdı. Her türlü kuvvet padişahın elindeydi. Fakat bunu keyfî olarak değil, kanun, nizam ve ananelere dayanarak ve muamelâtın icaplarına göre yürütürdü. Devlet işlerinde kesin bir karar vermeden önce, işler divanda incelenir ve bundan sonra son karar hükümdarın olurdu. Hükümdarın herhangi bir mesele hakkında verdiği karar ve kat'î olarak beyan ettiği fikir kanundu. Bununla birlikte Padişah devlet işleriyle ilgili meselelerde, şer’i ve hukukî konularda gerekli kimselerle görüşüp fikir alırdı. Bu durumdan anlaşılacağı üzere, zahiren geniş ve hudutsuz yetkiye sahip görünen padişah, aslında bir takım kanunlara bağlıydı. Osmanlı hükümdarlarının ilk ve en kudretli zamanlarında bile divan kararlarına uydukları ve bunun haricine çıkmadıkları görülmüştür.

XVI. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı padişahları şehzadeliklerinde, sancakbeyciliği ve savaşlarda ordu kollarında kumandanlık ederek memleket idaresinde ve muharebe usullerinde tecrübe kazanırdı. Bu sebeple başlangıçta hükümdarlar teşkilâtçı özelliğe sahip birer idareci idiler. Bundan dolayı da kıymetli devlet adamlarını çevrelerine toplamışlardı.

Osmanlı hükümdarları ordularının bizzat başkumandanı idiler; büyük ve mühim seferlere kendileri giderler, küçük seferlere ise salâhiyetli bir kumandan tayin ederlerdi. Padişahların seferleri terk ettikleri andan itibaren ise başkumandanlık Serdar-ı Ekrem unvanıyla ve kendi yetkilerini haiz veziriazam tarafından yürütülürdü.

Fatih zamanına kadar devlet idaresinde hüküm ve nüfuz Türk vezir ve beylerinin ellerinde iken, II. Murad zamanından itibaren devşirmeden yetişen devlet adamları onların yerini almıştır. Nitekim 1444'de, II. Mehmed'in birinci defaki hükümdarlığında, Rum asıllı Zağanos Mehmed Paşa'nın fazla itibar görmesi, Veziriazam Çandarlızâde Halil Paşa ile diğer devlet erkânının anlaşarak II. Murad'ı Varna savaşına getirip daha sonra tekrar hükümdar ilân etmelerine yol açmıştır. İstanbul'un fethini müteakip Halil Paşa öldürülüp diğer Türk devlet adamları işbaşından uzaklaştırılınca meydan devşirmeden yetişmiş olanlara kalmış ve bundan sonra tam manisiyle Osmanlı saltanatı başlamıştır.

II. Murad da dâhil olmak üzere 1451 senesine kadar gelen Osmanlı hükümdarları daimî surette halkla temas ederler, divanda bizzat dava dinleyip devlet işlerini görürler ve savaş meydanlarında askerlerine silah arkadaşı olurlardı. Fatih Sultan Mehmed saltanat usulünü kabul ile divan müzakerelerini terk ederek başkanlığı veziriazama bırakmıştır.

Böylece hükümdarla reaya arasındaki görüşme ancak cuma namazlarına münhasır kalmıştır. Bununla birlikte bayramlarda padişahlar Alay meydanında taht kurarak halkla bayramlaşmalardır (Bu hususta Fatih Kanunnamesi’nde “Ve bayramlarda meydan-ı Divan’a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur” şeklinde kayıt bulunmaktadır).

Ayrıca Fâtih, müftiye, vüzerâya, kadıaskerlere, başdefterdara, nişancıya ve padişah hocalarına ayağa kalkmak usulünü kabul etmiştir

B)OSMANLI ŞEHZADELERİ

XIV. asrın sonlarıyla XV. asırda diğer Anadolu Beylikleri'nde de görüldüğü gibi Çelebi unvanıyla da anılan Osmanlı padişah çocuklarına şehzade ismi verilmekteydi.

Şehzadeler babalarının sağlığında yüksek bir sancağın idaresine (sancağa çıkma) tayin edilirler ve bu suretle bütün askerî ve idarî işlerde yetiştirilirlerdi. Takriben on-onbeş yaşlarında gönderildikleri sancaklarda kendilerine yardımcı olmak ve yetiştirmek üzere lala ismi verilen tecrübeli bir devlet adamı maiyetinde bulunurdu. Sancaktaki şehzadelere Çelebi Sultan denilirdi. Şehzadelerden sancakbeyi olanların yanlarında nişancı, defterdar, reisülküttap v.s. kalem heyetiyle mîriâlem, mirahur, kapı ağası ve diğer bazı saray erkânı yer alırdı. Çelebi Sultanlar eğer yaşları müsaitse bizzat divan kurarlar ve kendi sancaklarına ait işleri görürlerdi. Yaşları küçük olanların bu işlerine lalaları bakardı. Sancağın bütün işlerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimat edilen vezirlerden tayin edilirdi.

Şehzadeler kendi sancaklarında zeamet ve tımar tevcih edebilirler, berat ve hüküm verip bunlara isimlerini havi tuğra çekebilirlerdi. Ancak yapacakları bu tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asıl deftere kaydettirmek mecburiyeti vardı.

XV.yüzyıl ortalarına kadar duruma göre İzmit, Bursa, Eskişehir, Aydın, Kütahya, Balıkesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi şehirler başlıca şehzade sancakları olmuştur. Şehzadelere Rumeli'de sancak verilmemiştir.

Osmanlı şehzadeleri, ya babalarıyla veya yalnız olarak sefere giderlerdi. Babalarıyla sefere katıldıkları zamanlarda ordunun yanlarında, bazen gerisindeki kuvvetlere kumanda ederdi. Her Osmanlı şehzadesi, veliaht tayini usulü olmadığı için hükümdar olma hakkına sahipti. Bu sebeple hükümdar olana karşı, diğer kardeşlerin zaman zaman saltanat iddiasıyla ortaya çıktıkları görüldüğü gibi, babasına karşı hükümdarlık mücadelesine girenler de mevcuttu.

Link to comment
Share on other sites

OSMANLI MERKEZ TEŞKİLÂTI

A)DEVLET YÖNETİMİ

Osmanlı Devleti'nde kuruluş döneminde, eski Türk töresine uygun olarak yönetimde aşiret usulleri tatbik edilmiştir. Yani memleket ailenin müşterek malı sayılmakta olup, Ulu Bey tayin edilen kişi aynı zamanda memleketin hâkimi olmuştur. Bu usul I. Murat zamanından itibaren bazı değişikliklere uğramış ve idareye yalnız hükümdar bulunanın evlatları getirilmeye başlanmıştır. Bununla beraber hükümdar olan önemli meselelerde tek başına karar vermeyerek bir kısım devlet adamının fikrine de müracaat etmiştir. Bu fonksiyon daha sonra Dîvân adı verilen meclis tarafından yerine getirilmiştir.

Yönetimde veziriazam (daha sonra sadrazam) ve vezirler hükümdarın birinci derece yardımcılarıydı. Her şey belli nizam ve kanunlar çerçevesinde yürütülürdü. Fatih’e kadar örfe dayalı olan bu şekil, Fatih’le birlikte yazılı kanun haline getirilmiştir. Devletin genel kanunları dışında, her kaza ve sancağın özelliklerine göre kanunları vardı. Kanunlar şer’i hukuka göre olmakla birlikte, bazı hususlarda örfe de riayet edilirdi.

İdarede bütün yetki padişahın ve onu temsilen divanın elinde toplanmıştı. Bu durum mutlak bir merkezî otoriteyi getirmiş, bütün tayin ve aziller merkezin bilgisi altında yapılmıştır. Birinci derecedeki işler dışında kalan idarî ve kazaî meseleler ise veziriazam ve kadıaser divanlarına bırakılmıştır.

I —Divan-ı Hümayun

Bizzat padişahın başkanlığında birinci derecede devlet işlerini görüşmek üzere toplanan divana Divan-ı hümayun ismi verilmiştir. Bu Osmanlı divanı Selçuklu, İlhanlı ve diğer Türk devletleri örnek alınarak meydana getirilmiştir. Nitekim Selçuklularda Divan-ı âlî, İlhanlılarda Divan-ı kebir, Memluklarda ise Divan-ı Sultan adlarını taşıyan divanlar mevcuttu.

Osmanlı Devleti'nde Sultan Orhan zamanından itibaren divanın bulunduğu görülür. Divana katılan beyler burma dülbent giyerler, giymeyenler ayıplanırdı (“Divana geldin,kanı burma dülbendin derler idi.” Aşıkpaşazade).

Divan toplantıları Sultan I. Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmiştir (Bu hükümdarlar döneminde divan toplantılarının Edirne sarayında Kubbealtı’na benzer divan yeri denilen bir yerde yapıldığı araştırmalarda yer almaktadır). Meselâ Yıldırım Bâyezid, halkın şikâyetlerini yüksek bir yere çıkarak dinler ve haksızlığa uğrayanların davalarını çözümlerdi.

Dîvân Orhan Bey zamanından itibaren Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanırdı. Divan toplantıları sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. XVI. yüzyıldan itibaren ise divan toplantıları haftada dört güne inmiş, bunun iki günü de arz günü olarak kabul edilmiştir. Divan toplantıları XVII. asır ortalarında haftada ikiye, XVIII. yüzyıl başlarında III. Ahmet zamanında bire indirilmiş, hatta daha sonra bir ara kaldırılmış ise de görülen lüzum üzerine yeniden tertip edilerek önce haftada bir salı günleri, bir müddet sonra da altı haftada bir toplanması kararlaştırılmıştır. Bunun yerine devlet işlerinin çoğu veziriazam divanlarına bırakılmıştır.

Hükümdar nerede bulunursa divan orada kurulurdu. Fâtih'e kadar dîvâna hükümdarlar başkanlık etmiştir. Bundan sonra veziriazamlar divana reislik yapmış ve Mühr-i Hümâyun da kendisine verilmiştir (Fatih divana başkanlığı terk ettikten sonra Kanunnamesinde “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerifim pes-i perdede oturup, haftada dört gün vüzeram ve kadı askerlerim ve defterdarlarım rikâb-ı hümayunuma arza girsünler” şeklinde koyduğu hükümle divan toplantılarını terketmiştir).

Dîvân toplantıları Kanunî zamanına kadar bugünkü Kubbealtı denilen binanın bulunduğu yerin arkasındaki Divanhane’de yapılmaktaydı. Kanuni devrinde veziriazam Damat İbrahim Paşa bugünkü binayı yaptırarak, divan toplantıları ondan sonra burada yapılmıştır.

a)Divan’da Görülen İşler

Dîvân-ı hümâyun toplantısı ilk ve orta devirlerde çok önemli olup birinci ve ikinci derecedeki siyasi, idarî, askerî, örfî, şer’i, adlî ve malî işler, şikâyet ve davalar görüşülüp karara bağlanırdı. Divan hangi din ve millete mensup olursa olsun, hangi meslek ve tabakadan bulunursa bulunsun kadın erkek herkese açıktı. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, valilerden, askerî sınıflardan şikâyeti bulunanlar, vakıf mensuplarının haksız muamelelerine uğrayanlar için divan açıktı.

Divanda idarî, örfî işler veziriazam, arazi işleri nişancı, şer'î ve hukukî işler kadıaskerler, malî işler de defterdarlar tarafından görülürdü. Divânda alınan kararlar ve görülen işler Mühimme, Ahkâm, Tahvil, Ruûs, Nâme ve Ahidnâme gibi defterlere kaydedilmekte olup padişahın veziriazamdaki mührüyle mühürlenen “Defterhâne”de muhafaza edilirdi.

Divan toplantısı sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. Divan-ı hümâyun müzakeresi o günkü rûznâmeye (gündem) göre bittikten ve Maliye hazinesiyle Defterhane veziriazamın mührüyle mühürlenip kapandıktan sonra çavuş başı elindeki asasını yere vurarak divanın sona erdiğini bildirir ve divan dağılırdı. Divandan sonra yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alır, onun arkasından kadıaskerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arz ederler, bundan sonra da veziriazam ile vezirler ve defterdar kabul olunurlardı. Bundan sonra padişahlar veziriazam ve vezirlerle beraber yemek yerdi. Ancak bu usul Fatih zamanında kaldırılmış ve kanunla veziriazam, baş defterdar, vezirler, defterdarlar ve nişancının birlikte yemek yemeleri şekli getirilmiştir. Divan erkânından başka işleri dolayısıyla divana gelmiş bulunan halka da din ve millet farkı gözetilmeksizin yemek verilirdi.

b)Divan Üyeleri

Divan toplantılarına veziriazam, vezirler, kadıaserler, defterdarlar, nişancı aslî üye olarak katılırdı. Bunlardan başka reisülküttap, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı da divan toplantılarına iştirak ederdi (Bazı araştırmalarda 1536 senesinden itibaren Rumeli Beylerbeyinin de divan üyelerinden olduğu belirtiliyor). Ancak bu sonuncular divan hizmetkârı sayıldığından oturmazlar ayakta dururlardı. Padişahın divan toplantılarını terk etmesinden sonra veziriazam divanın başkanı olarak, Kasr-ı adi denilen hükümdarın toplantıları dinlediği pencerenin altında bir sedirde oturur, onun sağ tarafında rütbelerine göre kubbe vezirleri yer alırdı. Sol tarafında ise sırasıyla Rumeli ve Anadolu kadıaskerleri ve defterdarlar, sağ yanda da nişancı bulunurdu. Eğer beylerbeyiler İstanbul'da iseler divana katılırlardı (3).

1)Veziriazam ve vezirler

Kanunnameye göre veziriazam vezirlerle diğer devlet ileri gelenlerinin başı ve hepsinin ulusu, padişahın da mutlak vekili idi. Bu vekâlete işaret olmak üzere kendisine beyzi ve yüzük şeklinde altından padişahın ismini taşıyan bir mühür (Mühr-i Hümâyun) verilirdi. Veziriazamlar bunu bir kese içinde koyunlarında taşırlar, makamlarından azillerinde bu mühür kendilerinden alınarak yeni veziriazama verilirdi.

Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluş yıllarında vezir Memlûkler'de ve İlhanlılar'da olduğu gibi ilmiye sınıfından yetişenlerden tayin edilmiştir. Meselâ Orhan Bey zamanında Alâeddin Paşa, Ahmet Paşa b. Mahmud, Hacı Paşa ve Sinaneddin Yusuf Paşa ilmiye sınıfından vezirliğe getirilmiştir. Aynı şekilde Çandarlı Kara Halil ile oğullan da kadıaskerlikten vezir olmuşlardı.

İlk zamanlarda bir vezir bulunmaktaydı; I. Murad döneminden itibaren ise vezir sayısı artmış ve bu sebeple birinci vezire veziriazam ismi verilmiştir. Tarihlerde belirtildiğine göre ilk veziriazam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa'dır. XV. asır sonlarına kadar vezir adedi üçü geçmemiştir. Vezirler Dîvân-ı hümâyun'da Kubbealtı'nda toplanıp kendilerine verilen işlere baktıkları için Kubbe veziri veya Kubbenişîn adını almışlardı. Vezirlerin üç tuğları vardı. Mîrimîran da denilen beylerbeyi rütbesini taşıyan eyaletlerdeki valiler, eyaletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra ancak vezirliğe geçebilirdi. Bu sebeple ilk dönemlerde vezir sayısı sınırlıydı. Bunlar devlet hizmetinde yetişmiş tecrübeli kişiler olduklarından fikirlerinden istifade edilirdi. Fâtih devrine kadar önemli eyaletlere de vezirlerin vali olarak tayin edildikleri görülmektedir. XVI. asrın ikinci yarısından itibaren vezir adedinin yediye kadar çıktığı bilinmektedir. Vezirliğe sonraları gelişigüzel kişiler tayin edildiği için bu makam eski önemini kaybetmiş, nitekim Köprülü Mehmed Paşa zamanında sayıları azaltılmıştır. XVIII. asrın başlarında iki ile üç arasında bir sayıda olan Kubbe vezirleri, 1731'den sonra tamamen kaldırılmıştır. Vezirler Divan-ı Hümayun’da veziriazamın sağ tarafında otururlardı.

Kanunnameye göre veziriazam padişahın mutlak vekili olduğundan devlet idaresinde büyük yetki sahibiydi. Padişahlara yapıldığı gibi bayram tebriki merasimleri düzenlenirdi. Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi'nde belirtildiği gibi veziriazam ilmiye tevcihleri de olmak üzere bütün tayin ve aziller, terfiler onun yetkisindeydi. Ayrıca Fatih Kanunnamesi’nde 5999 akçeye kadar olan timarı padişaha sormadan verebilirdi (3). Sefer harici zamanlarda vezir, kadıasker ve şeyhülislâm gibi yüksek devlet adamlarının tayin ve azillerinde padişahın iznini alırdı. Fakat seferde aynı hükümdar gibi herkes için idam hükmü verebilirdi.

Veziriazamlar sefer esnasında padişahın maiyyetinde bulunurlardı. Padişahların seferi terk etmeleri üzerine ise onlara vekâleten ordu başkomutan vekili olarak savaşa gitmeye başladılar. Bu gibi durumlarda veziriazamlar serdâr-ı ekrem unvanını alırlardı. Serdâr-ı ekrem olan veziriazamların seferde yapacakları masraflardan dolayı kendilerine hesap sorulmaz, her türlü, tayin, azil ve idam kararlarmı kendileri verirdi. Diğer bir deyimle padişahın sahip olduğu her türlü yetkiye sahip olurdu, onun emri ferman demekti.

Veziriazamlar seferde bulundukları zaman, merkezdeki işlerin yürümesini sağlamak için yerlerine bir vekil bırakırlardı. Buna Sadaret Kaymakamı veya Kaymakam-ı Rikâb-ı Hümâyûn adı verilirdi. Sadaret kaymakamları tamamen veziriazamın yetkilerini haiz olup, defteri kendisine bırakılmış olan bütün devlet işlerini kanun çerçevesinde ferman göndererek yapar, divan toplardı. Alâmet olmak üzere veziriazamın mührünü taşırdı.

Veziriazamların padişahlara gönderdikleri maruzatlarına telhis veya takrir denirdi. Erdel, Eflâk-Boğdan voyvodalarıyla diğer yabancı devlet yöneticilerine yazdıkları mektupların ise sağ kenarından başlayarak alt tarafına kadar uzanan bölümüne kendi isimlerini taşıyan pençe denilen alâmetlerini çekerlerdi. Veziriazamların hükümdarla görüşmeleri XVII. yüzyıldan itibaren gittikçe azalmaya başlamıştır. Bu sebeple özellikle bu asırdan itibaren devlet işlerini telhis ve takrir adlı yazıyla gerekli ekleriyle birlikte hükümdara arz etmeye başlamıştır. Böylece kanun, nizam, usul ve âdete uygun olarak hazırlanmış hususlar padişahın fikrine sunulurdu.

Veziriazamın azlinde veya ölümü halinde Mühr-i Hümâyun ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i Hümâyun ya dîvâna gönderilmek veya veziriazam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi sureti ile verilirdi. Veziriazama Fâtih devri sonuna kadar yıllık bir milyon iki yüz bin akçalık has maaş olarak verilirdi. Bunun yanı sıra Fâtih Kanunnâmesinde belirtildiği üzere padişaha yıllık gelen haraç, pişkeş ve âdet-i ağnam gelirinden de hisse verilirdi.

Veziriazama yazılacak çeşitli resmî yazılarda ise “Düstûr-ı ekrem müşir-i efhâm nizâmi'l-âlem nâzımu manâzımı'l-umem enîsu'd-devleti'l-kahire celîsû saltanatı'z-zâhire müdebbirû umûrul-cumhûr bi'r-re'yi's-sâib mûtemmimu mehâmmi'l-enûm bi'l-fikri's-sâkıb müessisû bunyâni'd-devleti ve'l-ikbâl muhassısu erkâni's-saltanati ve'l-iclâl el-mahfûfu bisunufi'l-avâtıfı'l-me-liki'l a'lâ veziriazam edâmallahu iclâlehu” şeklinde elkab konulması kanundu. Diğer taraftan veziriazam tekaütlük ister ise senede yüzelli bin akça ile tekaüd edilirdi.

Veziriazamlar ilk zamanlar Dîvân-ı hümayun’da bir netice elde edilemeyen meseleleri kendi konaklarında Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri ikindi ezanından sonra topladıkları divanda görüşürlerdi ki buna İkindi Divanı adı verilirdi. Bu divanda tercüman da bulundurulur, Türkçe bilmeyenlerin dilekleri bu tercümanlar aracılığıyla dinlenirdi. Görüşülen davalar veziriazamın o anda halledeceği bir işse hemen yapılır, padişaha arz edilmeğe muhtaçsa Dîvân-ı hümâyun'a havale edilirdi. Dava eğer şer'î ve hukukî ise kadı-askerlere ve İstanbul kadısına bırakılırdı. Veziriazamın bundan başka Cuma günleri sabah namazından sonra kadıaskerlerinde iştirakiyle teşkil ettikleri Cuma Divanı ile her Çarşamba günü İstanbul, Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılarının katıldığı Çarşamba Divanı da vardı.

2)Kadıaskerler

Osmanlı Devleti'nde askerî sınıfa ait şer’i ve hukukî işlerin görüldüğü kadıaskerlik, bazı kaynaklarda 1360 senesinde Orhan Gazi tarafından kurulmuş ve ilk kadıaskerliğe de Bursa kadısı Çandarlı Halil getirilmiştir. Bazı kaynaklarda ise kadıaskerliğin 1362 senesinde I. Murad zamanında ihdas edildiği bildirilmektedir. Kadıasker sayısı 1480 yılına kadar bir tane iken bu tarihten sonra görülen lüzum üzerine ikiye çıkarıldı ve Rumeli kadıaskerliği o sırada kadıasker olan Muslihiddin-i Kastalanî'ye, Anadolu kadıaskerliği de İstanbul kadısı Balıkesirli Hacı Hasanzâde'ye verilmiştir. Nitekim Fatih Kanunnamesi’nde “kadıaskerlerim” tâbiri kullanılmıştır. Kadıaskerlerden Rumeli kadıaskeri derece ve paye itibarı ile Anadolu kadıaskerinden daha önce gelirdi ve geliri de daha çoktu.

Kadıaskerler teşrifatta vezirlerin hemen arkasında yer almaktaydı. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde “Ve bir cem'iyyet-i âlî ve bir mec-ma'-ı ahâlî olsa ehl-i dîvâna ahardan âdem karışmasun. Evvelâ vüzerâ, anlardan sonra kadıaskerler sonra defterdarlar...” şeklinde kaydedilmiştir. Kadıaskerliğe mevleviyet denilen beşyüz akçelik kadılıklardan (İstanbul, Edirne) gelinirdi. Ayrıca Anadolu kadıaskeri payenlerinden tayin edilirdi. Kanunnamede kadıaskerlerin günde beş yüz akçe alacağı kayıtlıdır. Vazife müddetleri ise XVII. yüzyıla kadar iki yıl olup, daha sonra müddetleri bir yıla indirilmiştir. Müddetini dolduran kadıasker mazul olarak yerine başkası tayin edilirdi. XVII. asır başlarından itibaren ehemmiyetleri azalan kadıaskerlerin azil ve tayinleri şeyhülislâm tarafından yapılırdı.

Dîvân üyelerinden olan kadıaskerler, veziriazamın sol tarafında oturmaktaydılar. Ayrıca İkindi divanlarına da katılırlar ve bunlardan Rumeli kadıaskeri dava dinlerdi. İşin çok olması halinde ise veziriazamın izni ile Anadolu kadıaskeri de davalara bakardı. Kadıaskerler divan toplantılarından sonra yeniçeri ağasının huzurdan çıkmasından sonra padişaha arza girerler, tayin edilecek müderris ve kadılarla ilgili mütalaalarda bulunurlardı.

Kadıaskerler salı ve çarşamba günleri hariç diğer günler kendi konaklarında divan kurarak kendilerini alâkadar eden şer'î ve hukukî meselelere bakardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, ruznâmçeci, matlabcı, tatbikci, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı vardı. Ayrıca her birinin davalı ve davacıyı divana getiren yirmişer muhzırı bulunmaktaydı.

Kadıaskerler padişahın sefere çıkması halinde onunla birlikte giderler, padişahın gitmemesi durumunda ise onlar da gitmeyerek yerlerine “Ordu kadısı” tayin edilirdi.

3)Defterdar

Osmanlı Devleti'nde defterdar tabiri daha ondördüncü asrın sonlarından itibaren görülmektedir. Defterdar padişahın malının mutlak vekili ve onun temsilcisi durumundaydı. Bu durum Fatih kanunnamesiyle de teyit edilmektedir. Nitekim aynı kanunnameden öğrendiğimize göre Defterhane ve hazinenin açılması defterdarın vazifeleri arasında gösterilmiştir. Dîvân'ın aslî üyelerinden olan defterdar, sadece salı günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesiyle ilgili bilgiler verirdi. Ancak padişahın huzurunda okuyacağı telhis hakkında daha önce veziriazamla görüşür ve onun olurunu alırdı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkarlardı.

Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra yeni yerlerin fethedilmesi ve doğan ihtiyaca istinaden sayıları arttırıldı. Bunlar II. Bayezid dönemine kadar, Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdarı veya baş defterdar ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdarı olmak üzere iki tane idi. Fâtih kanunnamesinde mal defterdarı ve baş defterdar tabirlerinin geçmesi bu şekildeki ayırımın muhtemelen bu padişahtan önce de var olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Yine aynı kanunnamede kaydedildiğine göre defterdar olabileceklerin payeleri de şöyle belirtilmiştir: “Evvelâ defter emini ve şerh emini defterdar olmak kanunumdur. Ve üçyüz akçe kadı dahi defterdar olmak kanunumdur. Ve reisülküttab dahi ri'âyet olunursa defterdar olmak kanunumdur”. Daha sorara defterdar sayısı artınca başdefterdarlığa Anadolu defterdarının geçmesi usulü getirildi. Diğer taraftan Fâtih kanunnâmesiyle başdefterdarın derecesi Rumeli beylerbeyi düzeyine yükseltildi. Yine aynı kanunnâmeyle divandaki yeri kadıaskerlerin alt tarafı olarak belirlendi. Verilecek hassın gelirinin ise 600.000 akça olması, emekliye ayrılması halinde de baş defterdara 90.000, mal defterdarlarına 80.000 akça verilmesi hükmü kondu(3).

4)Divana katılan diğer üyeler

Nişancı, Tevkiî veya Tuğraî denilen memurlar ise Dîvân-ı hümâyun azasından olup yeri veziriazamın sağında ve vezirlerin alt tarafında idi. Divan üyelerinden olmalarına rağmen vezir rütbesine sahip olmadıkça arz günleri kanun üzere padişahın huzuruna kabul edilmezlerdi.

Nişancılar XVI. yüzyılın başlarına kadar ilmiye sınıfı arasında kalemi kuvvetli olanlar arasından seçilirdi. Fâtih kanunnâmesi'ne göre nişancıların dâhil ve sahn müderrisleri arasından seçilmeleri kanundu. Tuğrakeş-i ahkâm veya muvakkî de denen Nişancı padişah adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere hükümdarın imzası demek olan tuğrasını çekerdi. Divanda tuğrası çekilecek iş çoksa veziriazamın emriyle kubbe vezirlerinden en kıdemsiz olanı kendisine yardım ederdi. Nişancıların en önemli vazifelerinden biri de devlet arazi kayıtlarını ihtiva eden Tahrîr Defterleri'ndeki düzeltmeler ve değiştirmelerin yapılmasıydı. Nişancıdan başka hiç kimse bu işe kalem karıştıramazdı. Bu düzeltme ve değiştirmeler dîvân heyeti huzurunda yapılır, orada vezirlerden kim varsa ismi defterin kenarına yazılırdı. Padişah mektuplarının yazımı işi XVI. yüzyıldan itibaren reisülküttablara devredilince, nişancılar sadece tuğra çekmekle meşgul oldular. XVIII. asırdan itibaren ise eski ehemmiyetlerini kaybetmişler ve bu vazife hâcegân sınıfının ikinci derecedeki memurlarına verilmeye başlanmıştır.

XVII. yüzyıl sonlarına kadar Dîvân-ı hümâyun kâtiplerinin ve kalemlerinin şefi olan reisülküttâblar ise divanın aslî üyelerinden değiller ise de tecrübeleri ve yazılacak yazıların kaleme alınması açısından önemleri büyüktü. İlk devirlerden XVII. asrın sonlarına kadar nişancının maiyyetinde bulunmuşlardır. Reisülküttâbların vazifeleri kanunnâmelerden kaydedildiğine göre, verilen hükümleri ve kararları düzelttikten sonra tamamlamak; fermana uygun olarak emirleri yazmak; hükümdara ve veziriazama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevaplar hazırlamak ve dîvânda tezkerecinin bulunmadığı zamanlarda onun vazifesini yerine getirmekti. Hâce makamında olan reisülküttâb kanunnâmede belirtildiğine göre divâna “uzun yenli üst kaftan” ile gelirlerdi. Bunlara bağlı olan kâtiblerin azli ve tayini de defterdarlara bırakılmıştı.

Divan erkânından Kapıcılar Kethüdası saray teşrifatçısı olup, padişahla divan arasındaki haberleşmeyi sağlardı. Padişaha arzolunacak şeyler bunun vasıtasıyla yapılırdı. Divanda elinde gümüş bir asa ile hizmet ederdi.

Çavuşbaşı da Divan hizmetlilerindendi. Divan’daki çavuşlar bunun emrinde olup üçyüz kadardı. Çavuşbaşı zabıta vazifesini yerine getirir, tevkifi emredilen şahısları bulup hapsederdi. Kapıcılar Küthüdası gibi elinde gümüş bir âsâ ile bulunur ve kapıcıların saraya aldıkları davacıyı alıp divâna getirirdi. Divân-ı hümûyun çavuşlarının hükümetin emirlerini vilâyetlere ******ürmek, sürgün kararı verilenleri sürgün yerlerine nakletmek, hakkında ölüm emri verilmiş olanları kati için mübaşirlik etmek gibi vazifeleri de vardı. Bu son üç memuriyet, Fâtih kanunnâmesi'nde belirtildiği üzere dîvânın aslî üyeleri olmayıp hizmetlileri olarak gösterilmiştir. Bunlar dîvânda oturmazlar, ayakta dururlardı.

Dîvân-ı hümâyun'da ve Paşa Kapısı'ndaki kalemlerin şefleri, maliye, kapıkulu ocakları kâtipleri, tersane emini, şehremini, arpa, matbah, darphâne eminleri, teşrifatçı, tophane, baruthane v.s. hizmetlerin müdür, nazır ve eminleri ise Dîvân-ı hümâyun Hocaları adı altında toplanmıştır. İlk devirlerde bu unvan sadece Dîvân-ı hümâyun daireleri şeflerine verilirken, sonraları bir rütbe olarak bunun dışındaki bazı hizmet sahiplerine de verilmiştir. Ayrıca divânda görüşmeler esnasında Türkçe bilmeyen yabancıların davasını anlatmak için bir de tercüman bulundurulurdu. Bunlara Dîvân-ı hümâyun Tercümanları denirdi. Bunlar yabancı devlet elçilerinin veziriazam veya padişahla görüşmelerinde de hizmet ederlerdi.

c)Dîvân-ı Hümâyun Kalemleri

Divan-ı hümayun’daki işler reisülküttap ve onun idaresinde bulunan beylikçi'nin nezaretinde görülürdü. Dolayısıyla bunlara bağlı çeşitli kalemler vardı ki, bunlara kısaca Divan kalemleri adı verilirdi. Bunlar Beylik (Divan), Tahvil (kese veya nişan), Ruûs, Âmedî kalemleri ile Teşrifatçılık, Vak'anüvislik, Dîvân-ı Hümâyûn Hocaları, Dîvân-ı Hümâyûn Tercümanları, Hazine-i Evrak (Arşiv) gibi bölümlerden müteşekkildi. Ayrıca bütün bu kalemlerin defterlerinin muhafaza edildiği Defterhane bulunmaktadır.

1)Beylikçi veya Divan Kalemi

Bu bölümün reisi olan Beylikçi Efendi, Dîvân-ı hümâyun kalemlerine nezaret eder, yabancı devletlerle yapılan anlaşmaları saklar ve tatbik edilmesini sağlar, ferman ve beratları yazdırarak arkasına kendi alâmetini koyardı. Beylikçi kaleminde ayrıca büyük divanın kararları tutulur, divanda müzakere edilen evraklar gerekli yerlere havale edilir, divandan çıkan emir ve hüküm suretlerin defterlere kaydı yapılırdı. Bu defterlere Mühimme Defterleri, yazanlara da mühimmenüvisan denirdi.

2)Tahvil Kalemi

Bu kalem nişan veya kese kalemi olarak da adlandırılmıştır. Burada mevâlî denen vilâyet kadılarının, vezir, beylerbeyi, sancakbeyleri beratlarıyla, zeamet ve umarların kayıtları bulunurdu. Bir kimseye zeamet ve tımar verildiği zaman kayıtlar Defterhane’de derkenar olarak işlenip Tahvil kalemine gönderilirdi. Devletçe yazılan bütün beratlar tahvil ve beylik kâtiplerince yazılıp, berat mümeyyizince düzeltildikten sonra Âmedci tarafından kontrol edilerek gönderilirdi. Tahvil kaleminin şefine Tahvil Kesedarı denirdi.

3)Ruûs Kalemi

Buna Ruûs-ı Hümayun Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi ve tımar sahipleri hariç olmak üzere, Osmanlı memleketlerindeki bütün dairelerin reis ve mümeyyizleriyle kapıcıbaşılar, kale ağalıkları, dizdarlar, kethüdalıklar, müderris, vaiz, devirhan, imam, hatip ve mütevellilerle, hazine ve evkaftan maaş ve tahsisat alanların malî işlerine burası bakar ve bütün muamele buradan sorulurdu.

Ruûs kalemi efradı oldukça kalabalık olup kâtip, şagird ve şerhli isimleriyle anılan, mülâzım kayıtlılar, XVIII. asrın son yarısında yüzelli kadardı.

Ruûs kalemi'nde üç çeşit ruûs vardı:

1 - Ruûs kalemi'nden verilen ruûslar

2 - Savaş dolayısıyla ordu cephede iken ordudan verilen ruûslar

3 - Rikâb-ı hümûyun ruûsları, yani veziriazam cephede iken hükümdarın emri ile İstanbul'da verilen ruûslar.

Bunun haricinde ruûs defterleri komutan (serdar) olarak bir yere tayin edilen vezirlere de verilirdi. Serdarlar Ruûs buyuruldusu denilen bu defterlere, kendilerine verilen geniş salâhiyet dolayısıyla, hükümdar adına tevcih ettikleri valilik, sancakbeyliği, zeamet, tımar v.s. tayin hülâsası ve hüküm suretlerini kaydederlerdi. Ayrıca veziriazamların kendi dairelerinde topladıkları İkindi Divanı’nda yaptıkları tevcihlerin kaydedildiği “İkindi Ruûsu” denilen tevcih defterleri de vardı.

4)Âmedî Kalemi

Âmedî kaleminin reisine Âmedî-i Divân-ı hümâyan veya Âmedî veyahut sadece Âmedci denirdi. Âmedci efendi, reisülküttabın birinci derecede maiyeti, yani özel kalem müdürü idi. Padişaha, veziriazam tarafından yazılacak takrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılan ahitname ve anlaşma suretleri, ayrıca yabancı devlet başkanlarına veziriazam tarafından gönderilen mektup müsveddeleri, protokoller, elçi, tercüman ve tüccarlarına yazılan yazılar ve evraklar hep burada kaleme alınırdı. Bu bakımdan buraya alınacak memurların gayet dürüst ve iyi ahlâklı olmalarına, yabancı lisan bilmelerine dikkat edilirdi. Mevcutları ilk zamanlar beş-altı kadardı.

Âmedî Kalemi, Bâb-ı Âlî'nin XVIII. Asrın son yarısında devlet işlerini tamamen eline almasından sonra gözle görünür derecede ileri bir daire halini almıştır. 1839'da Tanzimat'ı müteakip Meclis-i Vükelâ teşekkül ettikten sonra meclisin zabıt kâtibliği de Âmedcilere verilmiştir. 1908 yılına kadar (Meşrutiyet) âmedciler sarayla haberleşmeye dair arzları yazmak, sadaret değişmesi dolayısıyla Bâb-ı Âlî'ye gelen hatt-ı hümâyûnları okumak, kararları yazıp mazbata şekline sokmak, saraydan gelen iradeleri kaydetmek ve veziriazamın saraya yazacağı arzları kaleme almak gibi işleri yapmaktaydılar.

5)Teşrifatçılık

Dîvân-ı Hümayun’daki en önemli vazifelerden biri de teşrifatçılık idi. Hammer bu memuriyetin Kanunî Sultan Süleyman tarafından kurulduğunu belirtiyor.

Teşrifatçının, saray adabını ve bütün merasimleri bilmesi şarttı. Divanda maaş verilmesi ziyafetler, elçilerin gelmesi, Mısır hazinesinin teslimi, padişahın cülusunda veya bayramlarda sarayda yapılan törenler ve tebrikler, donanmanın denize çıkması bir geminin denize indirilmesi, hükümdara pişkeş çekilmesi, hilat giydirilmesi, senelik tevcîhat, veziriazam dairesindeki merasim dolayısıyla yapılan işler hep teşrifatçıya aitti. Ayrıca beylerbeyi, vezir ve devlet erkânına ait olan resim ve harçların defterini tutmakla da vazifeliydi.

Teşrif atçının emri altında bir teşrifat kalemi vardı. Kalem şefi olan teşrifatçıdan başka derece sırasıyla teşrifat kesedarı, teşrifat halifesi, kaftancıbaşı ve teşrifat kesedarı yamağı gelirdi. Bunlardan teşrifat halifesi saray ve devlet merasiminin bütün sicillerini muhafaza etmekle mükellefti. Kaftancıbaşı ise padişah ve veziriazamın huzuruna kabul edilecek olanlara giydirilecek hil'atları muhafaza ederlerdi. Bu şekilde yapılan bütün teşrifatlara dair hususlar defterlere kaydedilirdi. Bunlara yevmi, mufassal ve müteferrik defterler denirdi. Defterlerin çok eskileri hazinede saklanırdı. Yevmî defterlere teşrifat yevmiye defterleri ismi de verilmiştir. Yevmî defterler gün ve tarih sırasıyla tutulmuş, mufassallara ise bir teşrifata ait merasimler inceden inceye kaydedilmiştir. Teşrifatçıların teşrifat merasimini bir yanlışlık yapmadan yerine getirmeleri gerekirdi.

6)Vak'anüvislik

Devletçe kendisine verilen çeşitli işlere dair evrakları kaydeden vak'anüvis, XVIII. asırdan itibaren Dîvân-ı hümâyûn dairesinde görülmektedir. Vak'anüvisler bütün vesikaları görmeyip, gizli olanları ancak ağızdan duyarak kaydederlerdi. XVIII. asırdan önce vak'anüvislik yerine şeyhnâmenüvislik denen bir memuriyet bulunmaktaydı. Genel olarak devletin resmî tarihçisi hüviyetinde bulunan vak'anüvislerin ilki Halepli Mustafa Nâima Efendi'dir (Eseri Nâima Tarihi, VI cilt).

7)Dîvân-ı Hümâyûn Hocaları

Hâcegân-ı dîvân-ı hümâyûn olarak da adlandırılmakta olup, gerek Dîvân-ı hümâyûn ve gerek Paşakapısı'ndaki kalemlerin şefleriyle, maliye, kapıkulu ocakları kâtipleri, tersane emini, şehremini, arpa, matbah, darphane eminleri, teşrifatçı, tophane, baruthane vesair hizmetlerin müdürü, nazır ve eminleri bu isim altında toplanmıştır. İlk devirlerde bu unvan sadece Dîvân-ı hümâyûn daireleri şeflerine verilirken, sonradan bir rütbe halinde bunun dışında kalan bazı hizmet sahiplerine de verilmiş, XVIII. asırdan itibaren ise taşradaki bazı hizmet sahipleriyle vezirlerin maiyetindeki divan efendileri de bu adla anılmıştır. XVIII. yüzyılda dört sınıf halinde tertip edilmiş olup, birinci sınıf hâcegan üç defterdar ile nişancı, reisülküttâb ve defter emininden meydana gelir ve bir yıl için tayin edilirlerdi. İkinci sınıf hâcegânı, maliye dairesinden büyük rüznâmeci, başmuhasebeci ve Anadolu muhasebecisi oluşturmuştur. Üçüncü sınıfı tersane emîni (daha sonra Bahriye nazırı) ile sarayın Bîrun ağalarından olan şehremini, darphâne emîni, arpa emîni ve masraf-ı şehriyârî kâtibi meydana getirmekteydi. Dördüncü sınıf hâcegân ise otuzsekiz kişi olup, bunlardan yirmi ikisi maliye kalem âmirlerinden teşekkül etmekteydi.

8)Divân-ı Hümâyûn Tercümanları

Divan’da görüşmeler esnasında Türkçe bilmeyen bir yabancının davasını anlatmak için bir tercüman bulundurulması kanundu. Bundan başka divan tercümanı, yabancı devlet elçilerinin veziriazamla veya padişahla görüşmelerinde hizmet edip, mektupları da tercüme ederdi. Tercümanlar divanda kendilerine ayrılan yerde ayakta dururlar ve öylece hizmet görürlerdi.

XVIII. yüzyıldan itibaren reisülküttabın yabancı devlet elçileriyle görüşmelerinde önemli rol oynayan tercümanların ehemmiyetleri daha da artmıştır. Bir elçi ile yapılan görüşmede elçinin tercümanı Türkçe hitab etse bile, reisülküttap tercüman vasıtasıyla konuşmayı sürdürürdü.

Tercümanların hemen hepsi XVI. ve XVII. asırlarda müslümanlardan olup kendilerine maaş olarak tımar verilmişti. XVIII. yüzyıldan itibaren XLX. asrın ilk yarılarına kadar divan tercümanlığı tamamen Fenerli Rumlar'ın elinde kalmıştır. Bundan dolayı devlet sırlarına vakıf olan bazılarının casusluk ettikleri bilinmektedir. Bu sebeple bu tarihten sonra dönme kişilerden tercüman tayin edilmeye başlanmıştır. Öte yandan Türkler'e yabancı dil öğretilmek için Babıâli'de bir Tercüme Odası açılmıştır (Türk Tercümanlar yetiştirilmesine ilk olarak Mustafa Reşit Paşa tarafından teşebbüs edilmiş ve Tercüme Odasına hep Türkler alınmıştır. Ancak âli Paşa sadrazam olunca bu daire Ermeni tercümanlara açılmış ve onlar da kendi fikirlerinde olmayan Ermenileri bile odadan attırarak, hep kendi fikirlerinde olan vatandaşlarını almışlardır. A. Cevdet Paşa, Ma'rûzât, 1-2, yay. Yusuf Halaçoğlu, İstanbul 1980).

9)Hazine-i Evrak (Arşiv)

Dîvân-ı Hümâyûn ve Bâb-ı Âlî'deki evrak ve vesikaların çoğu parça halinde (yani Kâğıt) ve bir kısmı ciltli halde defter şeklinde idi. Bu defterler muntazam olarak, tasnif edilmiş bir vaziyette evrak hazinelerinde saklanırdı. Muameleleri biten evraklar takımıyla muhafaza olunurdu. Her dairede günün evrakı bir tomarı ve her ayın tomarları bir torbayı, her yılın torbaları ise bir sandığı meydana getirirdi. Her sandığın üzerinde o sandığın ihtiva ettiği vesikaları gösteren etiketler konmuştu. Bu sandıklar saraydaki evrak mahzenine konur, ihtiyaç halinde buradan izinle alınarak incelenir ve eski yerine bırakılırdı. Padişahların veziriazamlara yazdıkları fermanlar ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Padişah istediği zaman, bunlar da buradan alınarak verilir, sonra tekrar eski yerine konurdu. Arşivlerdeki keselerin hemen hepsi kırmızı atlas keselerden oluşmuştur. Torbalar ise hem bez, hem atlastan olurdu.

Bugün Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu devrine ait arşiv malzemesi ihtiva eden birçok arşiv ve müessese bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi, Deniz Arşivi, Harp Tarihi Dairesi Arşivi, Cumhuriyet Arşivi ve Başbakanlık Osmanlı Dairesi Arşivi'dir. Ayrıca bazı kütüphane ve müzelerde arşiv belgeleri ile şer'iyye sicilleri denilen mahkeme kayıtları da yer almaktadır.

10)Divan-ı Hümayun’un Başlıca Defterleri

Dîvân-ı Hümâyûn'da muhtelif işler hakkında çeşitli defterler tutulmuştur. Bunlar toplam olarak otuz altı çeşit olup içlerinde en önemlileri: Mühimme, ahkâm, ruûs, tahvil, nâme, ahidnâme ve şikâyet defterleridir. Ayrıca Bâb-ı Âsâfî'ye ait Buyruldu ve İlm u haber defterleri, İrade Kayıt Defterleri, Ayniyat Defterleri ve Gelen-giden defterler vardır. Yine Defterhâne'ye ait Tapu-Tahrir Defterleri de bulunmaktadır.

11)Defterhane

Osmanlı Devleti'nde Divan-ı Hümayun’da her divandan sonra padişahın veziriazamdaki mührüyle mühürlenen ve toplantı günlerinde açılan üç hazineden biri idi. Defterhane’ye bu kadar önem verilmesinin sebebi, devletin muhtelif bölgelerini hâvî toprak işleri, reaya ile ilgili meseleler, tımarlı asker teşkilâtı ve toprak hizmet erbabı ile ilgili hususların burada yer alması idi.

Defterhâne bazı kalem şubelerine ayrılmakta olup, bir daire halindeydi. Buradaki işleri idare eden müdüre Defter Emini denilirdi. Defterhane icmal, mufassal ve ruznamçe olarak üç kalemden meydana gelirdi.

İcmal Kalemi vilâyetlerin sınır taksimatını, toprağın miri, has, zeamet ve tımar olduğunu ve topyekûn hâsılatını gösteren defterleri tutardı.

Mufassal Kalemi, arazi tahririne ait defterleri tutardı. Mufassal defterlerde her sancak ve kazadaki vergiler ve mükellefleri mahalle mahalle, köy köy kaydedilirdi. Yani kasaba ve köylerdeki vergi ile mükellef halk ile vergiden muaf olanların isimleri ve köyün arazisi kimin dirliği, mülkü, mukataası veya vakfı olduğu senelik hâsılatının neler olup, ne kadar vergi alındığı, kasaba ve şehirlerdeki gümrük, baç, transit resimleri, hülâsa hiçbir şey eksik kalmamak üzere deftere yazılırdı. Eğer herhangi bir köy kısmen veya tamamen vergiden muaf ise bunun sebebi, vakıf ise nerenin, mülk ise kimin olduğu gösterilirdi. Mufassal defterlerin baş kısımlarında ait olduğu sancağın kanunnâmesi yer alırdı. İki aded olan mufassal defterlerin bir de icmalleri bulunurdu.

Rûznamçe kalemi ise her gün tevcih edilen has, zeamet ve tımarların berat kayıtlarını ve intikal muamelelerini tutardı.

Bu üç esas defterden başka Defterhane'de, bölge bölge tutulan has, zeamet, tımar, yaya, müsellem, yörük, akıncı, evlâd-ı fatihan, kâtib defterleri ve tımar yoklama defterleri gibi teşkilâta ait müteferrik defterler de vardı. Bugün Tahrir defterleri denilen arazi defterlerinin en eskileri İstanbul'da Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunmaktadır.

Link to comment
Share on other sites

II — Saray Teşkilâtı

Osmanlı Devleti geliştikçe, büyümesiyle orantılı olarak padişahların oturduğu saraylar da büyümüş ve ihtişamı artmıştı. Bursa'daki mütevazı Osmanlı sarayına mukabil Edirne'de daha teferruatlı saraylar yapılmıştı. Fâtih'in İstanbul'u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezid'de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu sahada bir saray yaptırılıp, daha sonra beğenilmeyen bu sarayın yerine Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı yaptırılmıştır. Yeni Saray adı verilen Topkapı Sarayı padişahın ailesine mahsus daireler (Harem), Enderun ve dış hizmetlerle alâkalı Bîrun adı verilen üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Sarayın Bâb-ı hümayun adı verilen Ayasofya Camii tarafından girilen dış kapısıyla içerdeki orta kapı arasına Birinci yer; Ortakapı ile Babüssaâde veya Akağalar kapısı arasındaki yere İkinci yer veya Alay meydanı; Bâbüssaâde'den içerideki Üçüncü yer'e de Enderun veya Harem-i hümâyun denilirdi. Alay meydanı'nın solunda “Kubbealtı” denilen Dîvân-ı hümayun'un toplandığı bina ile hazine ve maliye kayıtlarının muhafaza edildiği mahaller bulunmaktaydı.

Sarayın ilk avlusunda Bîrun erkânı denilen saraya mensup vazife sahiplerinin daireleri bulunurdu. Üçüncü avluda ise divan heyetinin ve elçilerin kabul edildiği Arz Odası ile mukaddes emanetleri havi Hırka-i Saadet ve padişah ailelerine mahsus dairelerle Enderun halkına mahsus odalar bulunmaktaydı. Bâb-ı hümayun ile Orta kapı, kapıcılar kethüdasının emrindeki kapıcılar tarafından, Üçüncü kapı da hadım Ak ağaları tarafından muhafaza edilirdi.

a)Enderun ve İçoğlanlar

Sarayın enderun halkını devşirme denilen bazı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getirmekteydi. Bunlar devşirme kanununa göre sekiz ilâ onsekiz yaşları arasında toplanıp önce Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda tahsil ettirilip Türk-İslâm adet ve geleneklerine göre yetiştirilir, bundan sonra Enderun'daki ihtiyaca göre büyük ve küçük odalar verilerek orada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânını öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarına, zamanları gelince de kapıkulu süvarisi olarak dışarıya çıkarılırlardı. Bu odaların en ilerisi Hasoda idi ki, asıl Enderun ağaları bunlardı .

b)Ak ve Kara Hadım Ağaları

Osmanlı sarayının Bâbüssaade denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. yüzyılın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Bâbüssaade veya Kapı ağası idi. Bunların emrindeki Ak hadımlar sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarındaydı.

Kara hadım ağaları ise kadınlarla meskûn olan harem kısmında vazifeliydiler. Kara hadımların en büyük âmirine Dârüssaade ağası veya Kızlar ağası denirdi. Harem kısmında bulundukları için Harem ağası de denmekteydi. XVI. yüzyıl sonlarına kadar Kapı ağasına bağlı idiler.

c)Bîrun Erkânı

Osmanlı sarayının dış hizmetine bakan ve sarayda yatıp-kalkmak mecburiyetinde olmayıp dışarıda evleri bulunan padişah hocası, hekimbaşı, cerrahbaşı, göz hekimi, hünkâr imamı gibi ulemâ smıfından olanlarla şehremini, darphâne ve arpa eminleri gibi sivil vazife sahiplerinden müteşekkildi. Bunlardan başka ayrıca sarayın Enderun dışındaki hizmet erbâbından olup emîr-i âlem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mirahur, bostancı ve bunların maiyyetinde bulunanlar da bîrun erkânı içinde yer almaktaydı.

Link to comment
Share on other sites

III — Elçi Kabulü

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren münasebette olduğu bir kısım beylikler ve devletlere karşılıklı geçici elçiler göndermişti. Bunlar arasında Memlûk, Bizans, Germiyan, Karaman, Candar Oğulları, Timurlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlular ilk sırada yer almaktadır.

Osmanlı Devleti'nin Anadolu ve Rumeli'de geniş topraklar elde etmesi, bu bölgelerde ticarî çıkarları bulunan Ceneviz ve Venedikliler'i telaşlandırmıştı. Diğer taraftan bu cumhuriyetlere rakip olan Milano hükümeti, ticarî çıkarlarını korumak maksadıyla daha XV. asırda Edirne'ye Benedikto isimli elçisini göndermişti. İstanbul'un fethini müteakip ise, özellikle Karadeniz ve Ege Denizi'nin Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra Cenevizlilerle Venedikliler, ticarî çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti'yle münasebete girdiler. Bunlardan Ceneviz, para karşılığı Osmanlılara bir takım hizmetlerde bulunduğundan, daha avantajlı bir statüye sahip olmuştu. Venedik ise Osmanlı Devleti'ne karşı hasım devletlerle işbirliği yapmış ve düşmanca bir tavır takınmıştı. Fakat İstanbul'un fethinden sonra Venedik Fatih'ten bir takım ticarî imtiyazlar elde etmiş ve bu arada İstanbul'da devamlı elçi bulundurma hakkını da kazanmıştır. Balyos adı verilen Venedik elçilerinden ilki Bartolommeo Marcello idi. Sonraki padişahlar döneminde diğer devletlerden Fransa, Avusturya, Rusya, Lehistan, İngiltere, Portekiz, İspanya v.s.leri de Osmanlı Devleti nezdine daimî elçi göndermiştir.

Osmanlı Devleti nezdine gönderilen bir elçi, sınırlardan içeri girdiği andan itibaren misafir muamelesi görür, kendisini İstanbul'a getirmek için bir mihmandar görevlendirilirdi. Elçilik heyetinin bütün yol ve yiyecek masrafları o andan itibaren devlet tarafından karşılanırdı. Bu hususta çeşitli kaynaklarda bilgiler bulunduğu gibi, II. Bâyezid döneminde İran'dan gelen bir elçilik heyetinin de Erzurum'dan Geyve'ye kadar yol masrafları bir defter halinde tutulmuştu.

Gerek müslüman olsun, gerekse Hıristiyan olsun, elçilerin İstanbul'a gelişleri ve padişah ve veziriazamın huzurlarına kabulleri merasime tabi idi. Bu hususta teşrifata çok önem verilirdi. Elçinin büyük veya orta elçi oluşuna göre kabul merasimi değişirdi. Huzura kabul edilen elçi, hükümdarının gönderdiği mektubu takdim eder, padişah da bunu bizzat alarak açar ve Türkçeye tercüme etmesi için baştercümana verirdi. Bu merasimi müteakip elçi maiyetindekilerle birlikte el öperler ve geri geri çekilirlerdi. Bunun üzerine padişah çekilip gider ve elçiyi yalnız bırakırdı.

Osmanlı Devleti'nde başlangıçtan itibaren elçilerin padişah huzuruna kabulleri belli kaideler çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Genellikle elçilerin huzura kabulleri Galebe dîvânı denilen Ulufe dîvânı'na tesadüf ettirilir, böylece Osmanlı ihtişamı ve teşrifatı gösterilirdi. Meselâ XV. yüzyılın ilk yarısında İstanbul'a gelen Bertrandon de la Brocquiere, Milan elçisi ile II. Murad'ın huzuruna çıkışlarını uzun uzun anlatmaktadır. Ulufe dîvânından başka bir güne rastlayan elçi kabullerine ise resm-i âdî denirdi. Bununla birlikte bazı elçilerin huzura çıkışlarında teşrifata uygun davranmamaları yüzünden reddedildikleri ve kabul edilmedikleri de görülmektedir.

Osmanlı Devleti'ne gelen elçilerin bir kısmı daimî, bir kısmı ise geçici olup, bazı büyük devletler de (Avusturya ve Rusya gibi) devlet merkezinde “Kapı Kethüdası” adı altında maslahatgüzar bulundurmuşlardır. Buna mukabil Osmanlı Devleti'nin, bütün siyasî mihverin kendisine bağlı olması dolayısıyla Avrupa'da elçi bulundurmadığı görülmektedir. Bununla beraber gerek İslâm devletlerine, gerekse ilişkilerin iyi olarak devam ettiği Hıristiyan devletlere elçi gönderildiği görülmekteyse de, bunlar geçici bir heyet tarzında olup, ya padişahın tahta çıkışını veya bir kralı tebrik maksadını taşımaktaydı. Ayrıca bir savaşın arkasından anlaşma yapmak için âdet olduğu üzere padişahının mektubu ile hediyeleri ******ürmek için de geçici olarak elçi gönderilirdi. Bu sebeple siyasî bakımdan hayli yoğun olan XVIII. asırdan itibaren Avrupa'daki hadiseler Eflâk voyvodalarının yabancı gazetelerden tercüme ettirip gönderdikleri bilgilerden öğrenilmekteydi. Avrupa devletlerinin vaziyetleri hakkında bilgi edinmek üzere daimî elçi gönderilmesine 1720 senesinden itibaren Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın sadareti döneminden başlanarak ilk elçi sıfatıyla Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Fransa'ya gönderilmiştir. Nihayet III. Selim zamanında büyük devletlere üçer sene kalmak üzere birer elçi gönderilmesi kararı alınarak, İngiltere'ye Penah Efendizâde Yusuf Agâh Efendi, Avusturya'ya Sadaret Kethüdası Kâtibi İbrahim Afif Efendi ve Prusya'ya da Dîvân-ı hümâyûn hocalarından Ali Aziz Efendi tayin olundu. Bir müddet sonra Fransa'ya da Defterdar kesedarı es-Seyyid Ali Efendi gönderildi.

XVIII. yüzyıldan itibaren, kanun ve kaideye göre daimî elçi olarak İstanbul'a gönderilen ve sefarethaneye inen her yeni elçi, geldiği gün veya bir gün sonra, kendi sır kâtibini Paşakapısı'na gönderip geldiğini resmen haber verirdi. Sır kâtibinin gelmesi için reisülküttâb ahırdan at gönderir ve bu şekilde Paşakapısı'na gelen sır kâtibini reis efendi kabul eder, kendisine kahve, şerbet v.s. ikram edilir ve sonra da sadrazam tarafından kabul olunurdu. Elçi dönüşte sadrazam kethüdasının odasına uğrar, orada da ikramda bulunulduktan sonra dönerdi. Bu suretle bir elçinin geldiği hükümetçe resmen öğrenilmiş olurdu. Sır kâtibinin gelişinin ertesi günü kanun üzere yeni elçiye umumiyetle divan tercümanı vasıtasıyla sadrazam tarafından yemiş ve çiçekler gönderilerek, hükümet adına kendisine hoş geldiniz denilir, aynı zamanda muhafazasına yeniçeri tahsis edilirdi.

İran, Buhara, Hindistan taraflarından gelen daimî olmayan elçiler ise önce Üsküdar'dan alınarak kendilerine tahsis edilen İstanbul tarafındaki konağa misafir edilirler ve sonra münasip bir günde alayla (törenle) Paşakapısı'na getirilip sadrazam tarafından kabul olunurlardı. Burada kendilerine kahve, tatlı ikram edilir, İran elçisine nargile verilerek, buna karşılık sadrazam da çubuk içerdi. Eğer elçi hristiyansa, merasimle sefarethaneden alınıp Tophane'ye ve oradan da çavuşbaşı kayığı ile Bahçekapısı ve Sirkeci iskelesine gelir, oradan alayla Paşakapısı'na getirilirdi. Paşakapısı'na gelen elçi attan iner, kendisini karşılayan iki sıra dizilmiş Paşakapısı erkânı arasından geçerek Arzodası'na girerdi. Bu sırada sadrazam başında mücevveze (daha sonraları selimi veya kallavî) denilen kavuk, arkasında merasim kürkü ve önünde kethüda bey, reisülküttab ve tezkereciler olduğu halde Arzodası'na girip makamına otururken çavuşlar alkışta bulunurlar, elçi de sadrazamın karşısındaki iskemleye otururdu. Eğer beraberinde yüksek rütbeli maiyeti varsa onlar için de bir-iki iskemle konurdu.

Sadrazam güler yüzle ve tercüman vasıtasıyla elçiye iltifat ederek hatırını sorar, kahve tatlı ikram ederdi. Bu sırada elçi itimatnamesini ve mektuplarını sunar, reis efendi elinden alıp sadrıazamın yanındaki yastığın üzerine koyar, görüşme bittikten sonra ise seraser kaplı kürk giydirilirdi. Elçinin getirdiği itikadnâme, dîvân-ı hümâyûn tercümanı tarafından tercüme olunur ve elçi âdet üzere kapukulu efradına ulufe verilecek olan bir salı günü (Ulufe dîvânı) merasimle saraya getirilerek yemekten sonra padişah tarafından kabul olunurdu.

Yerine başka bir elçi gönderilen yabancı devlet sefirleri, memleketlerine gitmeden önce Osmanlı Devleti’nin iznini alırdı. Bundan dolayı elçi dönüşünden önce Paşakapısı'na müracaat ederek memleketine gidiş için müsaade ister, durum padişaha arzedilerek izin alınır ve bundan sonra resmî veya gayr-ı resmî olarak padişahın huzuruna çıkarılan elçiye nâme-i hümayun verilirdi.

Link to comment
Share on other sites

IV - Bâb-ı Âlî'nin Teşekkülü

XVIII. yüzyılın son yarısından itibaren üç ayda bire inen ve eski ehemmiyetini yitiren Divan-ı hümayun, yerini veziriazamın ikindi divanına bırakmış, çok önemli görüşmeler ise çeşitli yerlerde toplanan Şura’ya bırakılmıştır. Bu suretle Kubbealtı toplantıları ve kubbe vezirleri usulü kalkmış, bir vekiller heyeti teşekkül ettirilmiştir.

Kaptan paşalar İstanbul'da bulundukları zaman Bâb-ı Âlî'de toplanan vekiller heyetine katıldıkları gibi, şeyhülislâmların da Bâb-ı Âlî dışında, çoğu defa kendi konaklarında yapılan toplantılara katılmaları âdet olmuş, bu durum şeyhülislâmların sonradan vekiller heyetine girmelerini sağlamıştır.

Bu suretle veziriazamın İkindi divanı bütün devlet işlerinin görüldüğü bir meclis haline gelerek, dîvân-ı hümâyunda bulunan kalemler, defterler, kayıtlar Bâb-ı Âlî'ye nakledilerek reisülküttab ile divan kalemleri, çavuşbaşı dairesi ile maiyeti ve teşrifatçı Paşakapısı idarsine girerek, veziriazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte “Hademe-i Bâb-i Âlî” ismini almıştır.

Bâb-ı Âlî toplantılarının günü ve toplantıya iştirak eden kişilerin sayısı ilk devirlerde kesin olarak belirlenmemişti. Gizli toplantılarda, veziriazam devlet erkânından kimlerin bulunmasını isterse onlar bulunurdu. Islahat ve askerî meselelere ait toplantılara ise yeniçeri ağası ile diğer ileri gelen ocak ağaları, kadıaskerler ve bunların mazulleri, İstanbul kadısı ile bir kısım ulema iştirak ederdi. Basit müzakerelere hemen her zaman sadrazam kethüdası, reisülküttab, defterdar, çavuşbaşı, nişancı ve tezkireciler katılırlardı. Toplantı günleri ise belirlenmemiş olup, vaziyete göre toplantı yapılırdı. Ancak II. Sultan Mahmut zamanında toplantılar pazartesi ve perşembe günleri yapılmaya başlanmış, bunlardan birinin Bâb-ı Âlî'de, diğerinin de şeyhülislâm konağında yapılması kararlaştırılmıştır.

Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra (Vak'a-i Hayriye) vekiller heyetinde bulanacak olanlar yavaş yavaş tayin yoluyla belirlenmeye başlanarak, üyelerin padişah tarafından tayin ve azli usulü getirilmiş, böylece kadrolu bir vekiller heyeti teşkil edilmiştir. Daha sonra da sadrazam, Bahriye, nazırı ismini alan Kaptan-ı derya, Mülkiye ve Dâhiliye nazırı ismini alan eski adıyla Kethüdâ-yı Sadr-ı Alî, Hariciye nazırı ismini alan reisülküttab, Maliye nazırı ismini alan- defterdar, Serasker veya Deâvî nazırı (sonradan Adliye nazırı) ismini alan çavuşbaşı vekiller heyetini meydana getirmiştir. Daha sonra şeyhülislâm da bu heyete dâhil olmuştur. Bu şekilde padişahın arzusuna göre kabine teşekkülü Meşrutiyet'in ilânına kadar devam etmiştir.

Link to comment
Share on other sites

B)ASKERÎ TEŞKİLÂT

I — İlk Osmanlı Askeri Teşkilâtı

Osmanlı askerî teşkilâtı Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Memlûk askerî teşkilâtlarına benzer özellikler göstermektedir. Genel mânâsiyle merkeze bağlı her bey kendisine bağlı aşiret kuvvetleriyle savaşa iştirak etmiştir. Kuruluşta bu sebeple ilk fetihler, beyliğe tâbi aşiret kuvvetleri ile yapılmıştır. Bu birlikler atlı olmaları sebebiyle kale muhasaralarında fazla tesirli olamamıştır ve dolayısıyla fetihlerde gecikmeler olmuştur. Bu sebeple devamlı savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin teşkili zarureti doğmuştur. Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine yaya ve atlı askerine müsellem adı verilmiştir. İlk teşkilât fikrini ortaya atan Çandarlı Halil Paşa ile Alâeddin Paşa tarafından yapılarak, savaşabilecek güçlü-kuvvetli il eri olan Türk gençlerinden atlı ve yaya olarak önce biner kişilik birlikler kuruldu. Bunlara savaş zamanında önce birer, daha sonra ikişer akça gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda ise ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi ve vergiden muaf tutuldu.

Yaya askerler onar ve yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı; on kişilik guruplar onbaşı, yüz kişilik guruplar yüzbaşı, bin kişilik birlikler ise binbaşı ismiyle subayların kumandasına verildi. Müsellem denilen atlı askerlerden ise her otuz neferi bir ocak itibar olundu. Bu askerî birlik Kapıkulu ocaklarının kuruluşuna kadar bizzat savaşlarda kullanıldı; bu ocağın teşkilinden sonra ise Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlar'ın da katılmasıyla Osmanlı Devleti'nin geri hizmet sınıfını oluşturdu. Bu sınıf köprü yapımı, yol inşaatı, kale tamiri ve yapımı, hendek kazımı gibi işlerde kullanılmıştır.

II - Kapıkulu Askerleri

Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca daimî bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç doğmuş, bu da savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocuklarının kısa bir müddet Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirilmesiyle karşılanmıştır. İşte bu teşkilât Kapıkulu ocağının çekirdeğini teşkil etmiştir. Acemi Ocağı ile yeniçeri ocağı teşkilâtları I. Sultan Murat zamanında Kadı asker Çandarlı Halil ile Konyalı Rüstem'in tavsiyeleriyle kurulmuştur. Neşrî'de kaydedildiğine göre Çandarlı Hayreddin Paşa, savaşta elde edilen esirlerden “bunları Türk'e virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getürelüm Yiniçeri olsunlar” diyerek bu teşkilâtın kurulmasında önemli ölçüde rol oynamıştır. Kapıkulu ocağı merkez askerî teşkilât içinde yer almakta olup, altı kısımdan müteşekkildi.

1- Acemi Ocağı

Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kurulmuş bulunan Acemi ocağı kadıasker Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Molla Rüstem'in çalışmaları sonucu ilk olarak Gelibolu'da vücuda getirilmiştir. Daha Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında, bizzat kendisi tarafından savaşta esir alınan Hıristiyan çocuklarının kısa bir eğitimden geçtikten sonra iki akçe yevmiye ile Yeniçeri olarak savaşa gönderildikleri görülmektedir. Ancak onun ölümünden sonra bu usul savaş esirlerinin önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde birer akçe gündelik ile beş-on yıl çalıştıktan sonra yeniçeri olmaları şekline dönüşmüştür.

Donanma hizmetinde kullanılan bu esirlerden başka bir kısmı da Anadolu'da Türk çiftçilerinin yanına verilip Türkleştirilerek yeniçeri yapıldı. Böylece Gelibolu'da kurulan bu ilk Acemi Ocağı genişletildi. Bu ocağın en büyük subayı Gelibolu Ağası olarak adlandırıldı.

Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Bunlardan biri savaşlarda elde edilen erkek esirlerin beşte birinden (pençik), diğeri ise Osmanlı tebaası Hıristiyan çocuklarından. Bunlardan savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alınmasıyla ilgili Pençik kanunu tertip edilmişti. Bu sebeple alınan esir oğlanlara Pençik oğlanı adı verilmiştir. Pençik oğlanlarının önemli bir kısmı akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akın sonucu elde edilirdi. Bu elde edilen esirler Pençikçi denilen memur tarafından tespit edilir bunlardan on ilâ onyedi yaşları arasında erkek esirlerden vücutça kusursuz ve sağlam olanlar devletçe üçyüz akça karşılığı satın alınırdı. Onsekiz yaşındakiler ve hatta daha büyüklerinden münasip olanlar da alınabilirdi. Böylece Acemi ocağına ilk efrat Pençik kanunu ile toplanmıştır. Bu usulün tesisinde önemli yeri olan Kara Rüstem ise Gelibolu'da Pençik resmini toplamakla vazifelendirildi.

Pençik kanunu daha sonra daha teferruatlı şekle getirildi. Acemiliğe alınmayanlar şirhor (meme emen), beççe (3 yaşından sekiz yaşma kadar, yavru), gulâmçe (sekizden oniki yaşına kadar küçük çocuk), gulâm (bulûğa ermiş çocuk), sakallı (traşı gelmiş olanlar) ve pir (ihtiyar) gibi isimler altında bir takım sınıflara ayrıldı ve buna göre vergi alındı. Başlangıçta Acemi ocağına alınan esirlerin yaşlarına dikkat edilmezken daha sonra on ile yirmi yaşları arasındaki çocukların alınması kanun oldu. Diğer taraftan Pençik oğlanlarının Anadolu'ya gönderilerek az bir bedel karşılığında Türk çiftçilerinin hizmetlerine verilmesi kararlaştırıldı. Böylece Türk-İslâm terbiyesi alıp, Türkçeyi öğrenmeleri sağlanmış oldu ve daha emniyetli şekilde hizmet edeceği düşünüldü. Aynı usul daha sonra devşirmelere de tatbik olunmuştur

Pençik oğlanlarının Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanına verilmesi onların aradaki deniz dolayısıyla kaçamayacaklarının düşünülmüş olmasından ileri gelmiştir. Bununla beraber zaman zaman yine Avrupa'ya esir çocukların kaçtıkları görülmüştür. Türk çiftçisine esir verilmesi kanununun Sırpsındığı savaşından sonra konulduğu kaynaklarda yer almaktadır. Bununla birlikte Kavânîn-i Yeniçeriyân'da bu usulün İstanbul'un fethinden sonra olduğu belirtilmektedir.

Türk çiftçileri yanında yetiştirilen pençik oğlanları birer akça yevmiye ile Acemi Ocağı'na, Gelibolu'daki gemi hizmetine v.s. verildikten sonra buradan “kapuya çıkma” veya “bedergâh” ismiyle Yeniçeri Ocağı'na kaydedilirlerdi. Esir ve devşirmeler XV. asır ortalarından itibaren Rumeli'deki çiftçilerin yanına da verilmeye başlanmıştır. Bunlardan Anadolu'dakilerin kontrolü Anadolu Ağası Rumeli'dekilerin de Rumeli Ağası denilen bir çeşit zabıta memurlarına verilmişti.

Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonra ihtiyaç nispetinde genişletildi. Fetih hareketlerinin genişlemesi dolayısıyla askere duyulan ihtiyaç ve bazı siyasî olaylar Pençik oğlanından başka Devşirme ismiyle Rumeli tarafından ocağa çocuk toplanmasını gerekli kıldı, özellikle Ankara savaşından sonra iç karışıklıklar ve fetihlerin durması sonucu esir elde edilememesi üzerine, daha önce Türk-İslâm devletlerinde tatbik edilmemiş olan bir usulle Hıristiyan tebaa çocuklarından sadece bir tanesinin alınması kararlaştırıldı. Bunun için bir Devşirme Kanunu çıkarıldı. Bu kanun çerçevesinde lüzum ve ihtiyaca göre üç-beş senede ve bazen daha da uzun bir müddette Hıristiyanlardan sekiz ilâ duruma göre yirmi yaş arasında sıhhatli ve kuvvetlilerinden Acemi oğlanı alınmaya başlandı. İlk önceleri Rumeli tarafında Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan daha sonra ise Sırbistan, Bosna- Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandı. Bu durum XV. asır sonları ve XVI. asır başlarından itibaren Anadolu'ya da şamil olmuş, XVII. asırda ise bütün imparatorluğu içine almıştır.

Devşirme işinden birinci derecede Yeniçeri Ağası sorumluydu. Devşirilenlerin bütün işleri ağa tarafından kontrol edildikten başka, Acemi Ocağı'na alınacak çocukların miktarı da onun tezkeresiyle olurdu. Devşirmeye gidecek ocak ağalarını da o seçer, devşirme yapılacak bölgelere memurlar sevk edilerek, sancakbeyleri, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla devşirme gerçekleştirilirdi.

Devşirme memuru vazifesinde tamamen serbestti. Kendisi itimat edilir kişilerden seçilirdi. Elinde bulunan ferman çerçevesinde kazalara göre tespit edilmiş miktarda çocuk devşirirdi. Her kırk hanede bir oğlan devşirmek kanundu. Devşirme yapılacak yerde bütün görevliler ile o bölgenin papazları ve çocukların babaları hazır bulunur, herhangi bir suiistimal olmaması için vaftiz defterlerindeki kayıtlara bakılarak karar verilirdi. Devşirme olarak alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının isimleri, doğum tarihi, eşkâli bir deftere yazılırdı. Bir aileden bir çocuk alınır, tek çocuğu olanlardan ise devşirme alınmazdı. Ticaretle meşgul olduklarından Yahudilerden devşirme alınmazdı. Buna mukabil asil ailelerin çocuğunun alınmasına dikkat edilirdi. İyi terbiye göremeyeceği gerekçesiyle anası ve babası ölmüş çocuklarla, şımarık olur düşüncesiyle köy kethüdasının oğlu devşirilmezdi. Ayrıca Türkçe bilenler, çoban çocukları, kel, uzun ve kısa boylu olanların alınmaması kanundu. Poturoğulları denilen Bosna Müslümanlarından ise devşirme alınmasına müsaade edilmişti. Devşirilen çocuklara kırmızı yırtmaçlı muvahhidi aba ve başlarına da kırmızı keçeden külah giydirilirdi.

Devşirilen çocuklar “sürü” denilen yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla kişilik kafileler halinde “sürücü” denilen devşirme memurlarının ve muhafızların nezaretinde hükümet merkezine sevk edilirdi. İstanbul'a getirilen devşirme çocuklar ancak muayene edildikten sonra kendilerine Acemi oğlanı ismi verilirdi.

İstanbul'a gelen sürüler iki-üç gün istirahatten sonra sağ ellerinin şahadet parmağı kaldırılarak kelime-i şahadet getirtilip Müslüman olurlardı. Daha sonra Yeniçeri ağasının huzurunda kontrolden geçen devşirmeler Eşkâl Defterlerine kaydedilir ve sünnet edilirdi. Bundan sonra ise bir kısmı saraya, bir kısmı Bostancı ocağına verilir, kalanlar da Anadolu ve Rumeli ağalan vasıtasıyla geçici bir zaman için Türk köylülerine satılırdı. Bunların toplandıkları bölge dışına verilmeleri âdetti. Bu sebeple Rumeli'den devşirilenler Anadolu'ya, Anadolu'dan devşirilenler ise Rumeli'ye verilirlerdi. Böylece aradaki deniz dolayısıyla kaçmalarına mani olunmaya çalışılırdı.

Türk köylülerinin yanında en az üç, en fazla sekiz sene gerekli ölçüde eğitilen acemi oğlanları, Gelibolu ve İstanbul'daki Acemi Ocaklarına sevk edilirlerdi. Acemi oğlanlara sivri uçlu serpuş adı verilen şapka giydirilmesi kabul edilmişti. Ocağa önceleri Acemi Ocağı Ağası ismi verilen 25 akça ulufe ile biri kumandan olarak tayin edilmişti. İstanbul'un fethinden sonra ise ocağın burada kurulması üzerine Gelibolu Ağası denilen bir başağa ve emrine sekiz çorbacı, yani bölük kumandanı verildi. Bunların oda denilen kışlaları Şehzadebaşı ile Vezneciler arasında bulunmakta idi. Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört-beşyüz kadarken, İstanbul'daki ocağının mevcudu Fatih dönemi ortalarında üçbin kadardı.

Acemi Ocağı efradına ulufe denilen maaş verilirdi. Bunların maaş işleri Yeniçeriler gibi Piyade mukabelecisi tarafından görülürdü. Acemilere bir, iki veya iki buçuk akçe yevmiye verilirdi. Bunun haricinde âdet-i zerpul adıyla pabuç akçesi alırlardı. Acemi oğlanlara bundan başka senede iki kat elbise ile Fâtih devrinden itibaren kıdemlilerine kaputluk, yağmurluk ve şalvarlık çuha ile sarı veya kırmızı renkte iki adet gömlek tahsis edilirdi.

Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin Yeniçeri Ocağına kayıt ve kabullerine Çıkma veya Kapıya Çıkma (bedergâh) adı verilirdi. Bunların kapıya çıkmaları her zaman uyulmamakla birlikte sekiz yıldı. Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve Yeniçeri ağasına sunulurdu. Acemiler kapıya çıkarlarken ikişer akçe ulufe ile defterlere kaydedilirlerdi. Kapıya yeni çıkmış olanlara ise düzen akçesi ismiyle ikişer altın verilmesi kanundu. Acemi Ocağından Yeniçeri Ocağına geçenler odalara ayrılır, bir kısmı Bostancı ocağına ve diğer hizmetlere verilirdi.

2 - Yeniçeri Ocağı

Bizzat padişahın hizmetine ait yaya kuvvetlerinden olan Yeniçeri Ocağı'nın I. Murat zamanında 1362'de kurulduğu kuvvetle muhtemeldir. Ocağın tertibinde Selçuklu ve Memlûklar örnek alınmıştır. Kavânîn-i Yeniçeriyân'da belirtildiği üzere Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa tarafından savaşta elde edilen esirlerden devlete verilen beşte biri, bir müddet eğitildikten sonra ihtiyaç çerçevesinde iki akçe yevmiye ile yeniçeri yapılmaktaydı. Ancak bu usûlün mahzurlu bulunması üzerine daha sonra Gelibolu Acemi Ocağı'nda yetiştirilen efrat Yeniçeri Ocağı'na alınmaya başlanmıştır. Bu ocağın da kurulmasında Çandarlı Kara Halil ile Kara Rüstem'in büyük rolü olmuştur.

Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin kadar yeniçeri alınmış ve bunların her yüz kişisine kumandan olarak Türkler'den meydana getirilen yaya askeri usulüne uygun olarak bir Yayabaşı tayin edilmiştir. Ocak XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken, Fâtih Sultan Mehmet zamanından itibaren sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf haline gelmiştir. XVI. asır başlarında ise Ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha teşekkül etmiştir. Bütün yeniçeri bölüklerinin mevcutları XV. yüzyıl ortalarına kadar aşağı yukarı onbin kadardı.

Yeniçeriler başlarına börk ismi verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih Kanunnamesi’nde yeniçeri taifesine her yıl beşer zira' lacivert çuka ve otuz iki akçe “yaka akçesi” ile her birine başına sarmağa altışar zira' astar verilmesi hükmü konmuştur.

Yeniçeri Ocağı'nın en büyük kumandanı Yeniçeri Ağası olup bundan sonra sırasıyla Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zağarcibaşı, Seksoncubaşı, Turnacıbaşı, Başçavuş ve Muhzır Ağa ocağın en büyük ağalarıydı. Bunlardan Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan 1451 senesine kadar ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte bu kanun daha sonra değiştirilmiş ve tamamen ocak dışından kişiler ağa tayin olunmaya başlanmıştır.

Yeniçeri Ağası Yeniçeri Ocağı'yla Acemi Ocağı işlerinden sorumlu bulunmaktaydı. Ayrıca İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir, beraberinde bulunan bir heyetle kol dolaşıp asayişi temin ederdi. Bu bakımdan hükümdarlar bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına itina göstermişlerdir.

Kanunnamelere göre Yeniçeri Ağası'na önceleri dört yüz elli akçe yevmiye tahsis edilmişken, daha sonra bu beş yüz akçeye çıkarılmıştır. Ayrıca her yıl Koyun Emini'nden sekizbin kuruş geliri vardı. Bunun haricinde arpalık olarak Tuna yalısında ellibin akçelik bir de serbest zeamet bağlanmıştı. Yeniçeri hazinesinin üçte biri de ağanın gelirleri arasındaydı. Öte yandan üç senede bir padişahın has ahırından bir at verilmesi kanundu. Eğer Yeniçeri Ağası sancağa çıkacak olursa dörtyüzotuzbin akçe ile verilmesi hükmü konmuştu.

Yeniçeri Ağası padişahın cuma namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle beraber selâmlıkta bulunurlardı. Sefer sırasında da padişahın koruyucusu ve has askeriydiler. Sefere ağalığa ait iki tuğ ile beyaz bir sancakla iştirak ederdi. Kendisi seferdeyken yerine sekbanbaşı bakardı. Bununla birlikte bazen ağalardan biri de vekâlet edebilirdi.

Yeniçeri Ağası ocakla ilgili işleri görmek üzere Ağa divanı adı verilen bir divan kurar ve ocakla ilgili davaları dinlerdi. Yeniçeri Ağaları ayrıca Yeniçeri kâtibi hariç diğer bütün ocak ağalarının azil ve tayinleri kendisinin sadrazama arzıyla olurdu. Yeniçeri ağalarının terfileri halinde onaltıncı asır sonlarına kadar genellikle Beylerbeyi veya Kaptan-ı derya olurlardı. Ağalar derece itibariyle sancakbeyi düzeyindeydiler, azledikleri vakit maaşları karşılığı haslarla sancakbeyliğine tayin edilirlerdi. Yeni ağa tayin edilen kişi eğer vezir payesine sahipse padişahın huzurunda kendisine hilat giydirilirdi. Ağaların tayin ve azilleri XVI. yüzyılın sonlarına kadar hükümdara ait olup bundan sonra bu yetki veziriazama bırakılmıştır.

Yeniçerilerin XV. yüzyıl ortalarına kadar mevcutları onbin, Kanuni'nin vefatı sırasında da oniki bin dolaylarında idi. Hâlbuki bu sayı XVI. yüzyılın sonlarında yirmi yedi bine, XVII. yüzyıl başlarında da otuz yedi bine çıkmış, asrın ortalarında kırkaltıbini geçmiştir. Hatta bir ara asrın ortalarında seksen bini geçmiş, Karlofça Antlaşması sırasında da yetmişbin civarında olmuştur.

Yeniçeri ocağı XVI. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı ordusunun talimli, mükemmel bir yaya kuvveti iken, bu tarihten itibaren bozulmaya başlamıştır. Yeniçeri ocağının bozulmaya başlaması III. Murat devrinde başlayıp, bu hükümdar zamanında devşirme kanununa aykırı olarak ocağa yabancı kişiler kaydedilmiştir. Böylece talimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilât, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almış ve bu sebeple II. Mahmut devrinde 15 Haziran 1826'da kaldırılmıştır. Osmanlı tarihlerinde bu hadise Vak'a-Hayriye olarak adlandırılır.

3 - Cebeci Ocağı

Yeniçerilere ait ok, yay, kılıç, tüfek, kazma, kürek, barut, kurşun, zırh, tolga, harbe ve bunun gibi savaş aletlerini tedarik etmekle vazifeli idiler. Bunlar savaş zamanlarında silahlan yeniçerilere dağıtır ve savaş sonunda toplayarak bozukları tamir eder ve noksanlarını tamamlayarak saklardı. Orta denilen çeşitli bölüklere ayrılmış bulunan Cebeci Ocağı'nın en büyük kumandanı Cebecibaşı olup bundan sonra kıdem itibariyle ocak kethüdası gelirdi. Cebecilerin elli akçe yevmiyeleri vardı. Cebeci Ocağı içerisinde ayrıca Humbaracı ve Lâğımcı bölükleri de yer almakta idi ki, bunlar, genellikle kale kuşatmalarında önemli bir yere sahipti. XVI. yüzyıl ortalarında mevcutları beş yüz kadar olup, efradı Acemi Ocağı'ndan tedarik edilirdi.

4 -Topçu Ocağı

Top dökmek, top mermisi yapmak ve top atmak için teşkil edilmiş olan bu ocak, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandır. Osmanlı ordusunda ilk top I. Murat zamanında 1389'da Kosova'da kullanılmıştır. Yıldırım Bâyezid tarafından da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kuşatmasında top kullanılmıştır. Buna rağmen, ocak bilhassa Fatih Sultan Mehmet devrinde gelişmiştir. Toplar sadece devlet merkezinde dökülmez, kuşatılan kalenin hemen yanında da dökülürdü.

Topçu ocağının en büyük idarecisi Topçubaşı olup, bundan sonra kethüda ve dökücübaşı gelirdi. Efradı Acemi ocağından karşılanan bu ocağın XVI. yüzyıl başlarında mevcudu 1204 civarında idi. Topçubaşı'nın elli akçe yevmiyesi vardı.

5 - Top Arabacıları Ocağı

Osmanlılar'ın ilk devirlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. XV. yüzyıldan sonra topçuluğun önemli ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük toplar dökülmesinden sonra yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa ******ürmeye başladılar. Böylece bir top arabacıları ocağı kuruldu. Topların nakli için gerekli top arabaları topların ağırlıklarına ve şekline göre yapılırdı. En büyük zabiti “arabacıbaşı” idi. Top Arabacıları Ocağı'na da gerekli eleman Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Ocağa ait kışlanın Tophane, Ahırkapı veya Şehremini taraflarında olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.

6- Kapıkulu Süvarileri

Bunlar sarayın Enderun kısmıyla dış saraylardaki içoğlanları ve Yeniçeri Ocağı'ndan terfi edenlerden teşkil edilmişti. Yeniçeri Ocağı'ndan ocağa alınanlar için “bölüğe çıkmak” tabiri kullanılırdı. Bu ocak, Türk olan tımarlı süvariden ayırdedilrnek için Kapıkulu süvarisi veya “Bölük halkı” olarak adlandırıldığı gibi sadece “Sipah” şeklinde de anılmıştır.

Kapıkulu süvarileri ocağının en itibarlısı Sipah Bölüğü (kırmızı bayrak) idi. İlk zamanlarda buraya nüfuzlu devlet adamlarının ve kumandanların çocukları alınırdı . Kanunnâmeye göre bu ocak Timurtaş Paşa'nın tavsiyesiyle I. Murat zamanında sipah ve silahdar isimleriyle iki bölük olarak teşkil edilmiş, daha sonra bu iki bölüğe sağ ve sol ulûfeci (Ulûfeciyân-ı yemin ve Ulûfeciyân-ı yesar) ile sağ ve sol garibler (Gurabâ-i yemin ve Gurabâ-i yesar) ismi verilen dört bölük daha ilâve olunmuştur . Silahdar Bölüğü (sarı bayrak) ise önceleri Harem-i Hümâyun'dan çıkan iç oğlanlarından teşekkül etmekteydi. Sonraları bu bölüğe Galatasarayı, İbrahim Paşa ve Edirne Sarayı'ndan çıkanlar ile “Veledeş” denilen süvari çocuklarından da alındı. Savaş zamanında sipah padişahın sağında, silahtarlar solunda; sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarın solunda da sol ulûfeciler yürüyüp, bunların sağında sağ garipler, solunda sol garipler yer alırdı.

Sipah ve silahdarlar savaş esnasında padişahın çadırını, ulûfeciler gerek savaş ve gerekse konak yerlerinde saltanat sancaklarını, garipler ise ordu ağırlıklarını ve hazineyi muhafaza ederlerdi. Sipah bölüklerinin sefer sırasında vazifelerinden biri de ordunun geçeceği yerlere “sancak tepesi” denilen tepeler tespit ederek güzergâhı göstermek, ayrıca cephede siper kazdırmak idi. Ocak efradının silahları ise ok, yay, kalkan, harbe veya mızrak, balta, pala ile eğere takılmış bozdoğan ismi verilen ağaç bir topuz ve “gaddare” denilen geniş yüzlü kısa bir tür kılıçtı.

Her bölüğün ayrı ağası bulunan Kapıkulu süvarilerinin mevcudu XV. yüzyıl ortalarında sekizbin kadardı. Daha sonra sayıları artmışsa da Kaptan-ı derya Kara Murat Paşa zamanında mevcutları onbeşbine indirilmiştir.

Kapıkulu süvarilerinin tamamı atları ve maiyetleri sebebiyle İstanbul'da bulunmazlar, Edirne, Bursa ve havalisinde oturup, sefer esnasında orduya katılırlardı. İstanbul'dakiler Süleymaniye ve Çemberlitaş taraflarında oturmaktaydılar.

III — Eyalet Askerî Teşkilâtı

Osmanlı Devleti'nin eyalet kuvvetleri ilk zamanlarda timarlı sipahi, azab ve akıncılardan ibaret olup, bunların XV. yüzyıl ortalarıyla XVI. yüzyıl ortalarına kadar tımarlı sipahi, yaya, müsellem, cerahor, canbaz, tatarlar, akıncılar, yörükler, deliler, azablar, gönüllü ve beşliler olarak teşkilatlandırılmışlardı.

1 — Tımarlı Sipahiler

Osmanlı Devleti'nin en önemli askerî kuvveti olan ve imparatorluk haline gelmesinde başlıca rolü oynayan topraklı veya tımarlı süvari teşkilâtı, daha önceki Türk-İslâm devletlerinde de kurulmuş olup, Osmanlılar bunu daha da geliştirmişler, dirlik sahipleri kendilerine bırakılmış olan toprak mukabili devletin muhafazasını üzerlerine almışlardır. Nitekim devletin asker ihtiyacı kendilerine timar vermek vaadiyle halk arasından karşılanmıştır. Böyle bir durum II. Bayezid zamanında Kili ve Akkerman seferleri sırasında görülmektedir. 1484 yılında çıkarılan bir emirde: “Gazadan ve cihaddan sefâlu ve yarar yoldaş olup yoldaşlığı ile timar almak isteyenlerden âlât-ı harbleriyle gelüp” bu sefere katılmaları ve bunların türlü şekilde mükâfatlandırılacağı, “tımara talip olanlara tımardan ve dirlikten himmet ve inayet” edileceği ilân olunmuştu. Bu hizmeti karşılığı Timarlı sipahinin veya süvarinin reayadan almış olduğu öşür ve resme, “dirlik», sipahinin kendisine de «Sâhib-i arz» denilirdi.

Timarlı sipahilerin senelik gelirleri 1.000 ilâ 19.999 akça arasında olurdu. Bundan yukarı timar olmazdı. Timar sahipleri kendilerine tahsis edilen dirliğin geliri karşılığında askerî vazife görürler ve sefere giderlerdi. Yani devlet, reaya denilen halktan her sene alacağı öşrü bizzat kendisi tahsil etmeyerek, onu askerî hizmet mukabili timarlı sipahiye tahsis etmişti. Timarlı sipahi aldığı bu resim ve öşür karşılığında savaş zamanında Umarının azlığı veya çokluğuna göre, ya yalnız veya “cebelü” denilen tam techizatlı bir veyahut birkaç silahlı ve zırhlı süvari ile savaşa gitmekteydi. Bu miktar timar topraklarda her üçbin akça için, zeamet ve has topraklarda ise her beşbin akça için bir cebelü ******ürülmesi şeklindeydi. Timar topraklarda ilk üçbin akça timar sahibi için ayrılır, buna da kılıç tabir olunurdu.

Cebelüler genellikle Anadolu gençlerinden teşkil edilmekle beraber, o sipahinin para ile aldığı veya savaşlarda esir etmiş olduğu kimselerden de olurdu. Cebelünün bütün masrafı sahib-i arz'a aitti. Mazeretsiz savaşa gitmeyenlerin toprakları ellerinden alınır, başarı gösterenlere ise zam yapılırdı. Sipahi kendi bölgesinde veya bağlı bulunduğu sancak dâhilinde oturmak mecburiyetindeydi.

Timarlı sipahiler her sancakta bir kısım bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün “subaşı” denilen çeribaşıları ile bayrakdar ve çavuşları vardı. Timarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin kumandası altında bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileriyle beraber kendi sancakbeylerinin, onlar da eyâlet valisi olan beylerbeyilerinin kumandası altında sefere giderlerdi. Timarlı sipahilerin iyi atları, kılıçları, kargı, kalkan ve oklarıyla başlarında miğfer ve üstlerinde zırhları bulunurdu. Savaş esnasında ordunun sağ ve solunda kanatlan teşkil ederek hilâl şeklinde merkezi yandan gelecek saldırılara karşı muhafaza ederlerdi. Savaşta ölen sipahinin çocukları devlet tarafından himaye edilir ve çocuklarından birine dört bin ikincisine üçbin akçe timar bağlanırdı. Evinde ölen sipahinin çocuklarına ise üç ilâ ikibin akçelik timar verilirdi.

Timarlı sipahi sayısı hakkında yapılan araştırmalardan anlaşıldığına göre II. Bâyezid devrinde (1481–1512) sadece 17 sancaklık Anadolu Eyâleti'nde 103'ü zeamet, 7.500'u sipahi olmak üzere toplam 7.603 timar sahibi bulunmakta idi. Bunların emrinde ise 5.372 cebelü vardı. Dolayısıyla bir savaş esnasında Anadolu Beylerbeyisinin emrinde mevcutları 12.975'e varan bir askerî kuvvet teşkil edilmekteydi. Bu sayı XVI. yüzyılın sonlarında kırkbinin üzerine çıkmıştır.

Bu atlı askerler Kanunî Sultan Süleyman'ın son zamanlarına kadar devletin en önde gelen askerî kuvvetini oluştururken, bilhassa XVI. yüzyılın sonlarından itibaren, bu ocağın içine de gerek rüşvetle, gerekse kanuna aykırı olarak yabancıların sokulması bozulmasına sebep olmuştur. Ayrıca, babaları ölen yetimlerin timarlarının başkalarına verilmesi, hile ile berat tevcih ettirilmesi, boş kalan timarların asıl sahipleri olan askerlere verilmeyerek saray cüceleri, soytarı ve dilsizlerine verilmesi de etkili olmuştur. Nitekim bu sebepten, yalnız Rumeli'de mükemmel teçhiz edilmiş kırkbin atlı çıkaran timarlı sipahiler, ancak sekizbin süvari çıkarır hale gelmiştir.

XVII. asır ortalarından itibaren hizmet bölüklerinin kaldırılması üzerine timarlı sipahiler geri hizmetlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu da ocağın yıkılışında ikinci darbe olmuştur. Timarlı sipahi askerinin azalması neticesinde ise valiler kapılarında besledikleri derme-çatma levent, sarıca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalışmışlardır. Bu ise devletin başına büyük gaileler açan celâli denilen eşkıyalar gurubunun ortaya çıkması ile neticelenmiştir.

2 - Geri Hizmet Kıtaları

Osmanlı askerî teşkilâtında ilk muntazam askerler olarak teşkil edilen yayalar ve müsellemler XV. yüzyıl ortalarına doğru savaştan çekilerek geri hizmetinde kullanılmışlardır. Yayalar önceleri Anadolu'nun tespit edilen bazı sancaklarından toplanmakta ve piyade olarak kullanılmaktaydı ki, Rumeli'de bunlar yörük olarak adlandırılmıştır. Yayalar savaş zamanlarında yol açmak, hendek ve siper kazmak, top çekmek, gülle, ağırlık ve zahire nakletmek gibi vazifeler yaparlardı. Barış zamanlarında da ihtiyaca göre kale tamiri, maden ve tersane hizmeti gibi işlerde kullanılırlardı. XVI. yüzyıl sonlarında yörük ocakları 1294 ve müsellem ocakları ise 1019 kadardı. Anadolu'da yaya ve müsellem ocakları bu yüzyılın sonunda kaldırılarak çiftlikleri timar ve zeamet haline getirilmiştir.

Geri hizmet kıt'aları içinde ayrıca Osman Gazi döneminden hemen sonra kurulan ve yol yapımı, kale tamiri, maden işleri v.s. de kullanılan cerahorlar, ordunun ve ileri gelen devlet adamlarının atlarına bakan canbazlar ve Tatarlar da bulunmakta idi. Bunların onda biri sefere giderdi. XVI. yüzyıl sonlarında bu teşkilâtlar da kaldırılmış, çiftlikleri zeamet ve timara verilmiştir.

3 - Öncü Kuvvetleri

Öncü kuvveti genellikle süvari olup bunlar, Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler ocaklarından teşekkül etmekteydi.

Akıncılar Osmanlı Devleti'nin hafif süvari kuvveti olup, uçlarda bulunurlardı. Türklerden teşkil edilmiş, bu ocak mükemmel bir teşkilâta sahipti. Bunlar muhtelif bölgelerde bulunup, her birinin bir akıncı kumandanı vardı. Düşman ülkelerine yapılan akın, ancak bu akıncı kumandanının emrinde yapılabilirdi. Akıncı kumandanların en meşhurlarından Arnavutluk ve Dalmaçya taraflarında Evranos Oğulları, Bosna, Semendire ve Sırbistan ile daha sonra Macaristan'da Mihal Oğulları, Silistre taraflarında Malkoç Oğulları ve Mora bölgesinde ise Turahan Oğulları bulunmaktaydılar.

Akıncıların başlıca vazifeleri ordunun keşif hizmetini görmek, düşman sınırlarındaki araziyi keşfederek yol açmak ve düşmanın gözünü korkutup asıl orduya kolaylık sağlamak, ordunun geçeceği yerlerdeki tarım ürünlerini emniyet altına almak, elde edilen esirlerden düşmanın vaziyetini öğrenmek, nehirlerin geçitlerini tayin ile köprü kurmaktı. Akıncılar bu görevleriyle beşinci kol kuvvetinin vazifesini yerine getirmekte, ayrıca düşman memleketlerine yaptıkları akınlarda düşmanın yiyecek ve içeceğini tahrib ve talan ederek düşmanın moral bakımından çökmesini sağlamaktaydı. Bunlar hafif süvari kuvveti oldukları için düşman memleketlerinin ta içlerine kadar girerler ve etrafa dehşet verirlerdi. Nitekim Fâtih devrinde Venedik’le yapılan savaş sırasında, Kripoli akını olarak bilinen akında Venedik şehri önlerinde göründüler.

Akıncıların silahları bir zırhlı göğüslük ile yaka ve mıkrak, kalkan ve atlarının eğerine takılı başı topuzlu bir bozdoğandan müteşekkildi. Yiyecekleri de kendileri gibi hafif olup, çoğu zaman pirinç, kavurma veya koyun pastırması gibi şeylerden ibaretti. Mevcutları ise devirlere göre değişmiş, 1532 Alman seferinde sayıları ellibine ulaşmıştır. Ocak XVI. yüzyılın sonlarında Eflâk beyi Mihal'in isyanında (1595), veziriazam Sinan Paşa'nın tedbirsiz hareketi sonucu imha edilircesine zayiata uğramış ve bir daha da toparlanamamıştır. Bu sebeple bundan sonra bu ocağın görevi kısmen Akkerman, Dobruca ve Bucak tatarlarıyla Kırım kuvvetleri tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır.

Deliler de Akıncılar gibi hafif süvari tarzında, hemen aynı silahlara sahip bir teşkilâttı. Sınır ve sınıra yakın yerlerde bulunurlardı. Bunlar iri yarı, şecaat ve cesaretleriyle meşhur olup düşmana korkusuzca saldırmaları ve gözlerini budaktan esirgememeleri dolayısıyla deli olarak adlandırılmışlardı. Genellikle sancakbeyi ve beylerbeyi emrinde olup, çoğu Türkler'den teşekkül etmişti. Ayrıca müslüman Boşnak, Hırvat ve Sırplar'dan da alınırdı. Delilerin başlarında benekli sırtlan derisinden yapılmış ve üzerine kartal kanatları takılmış bir başlık ile kurt veya ayı derisinden yapılmış tüyleri dışarda olan şalvarları vardı. XVI. yüzyılda teşkil edilmiş olan ocağın mevcudu hakkında kesin bir kayıt olmamakla birlikte, Bosna sancakbeyi Gazi Husrev Bey'in kumandasında onbin kadar Deli kuvveti bulunmakta idi.

Serhadkulu süvarilerinden olan Gönüllüler teşkilâtı ise XV. asırda kurulmuş olup sınır şehir ve kasabalarını muhafaza etmekle vazifeliydiler. Sağ ve sol gönüllüleri olarak iki kısma ayrılan gönüllüler, hudut ahalisinden teşkil edilmişti.

Yine serhad-kulu süvarilerinden olan Beşliler, her beş haneden bir kişi alındığı için bu adı almış olup yerli ahaliden meydana getirilmiş hafif süvari kuvvetlerindendi. Sınırdaki palangaları ve kaleleri korumakla vazifeli olan Beşliler, gerektiğinde akında da bulunurlardı.

4 - Kale Kuvvetleri

Serhad-kulu atlı sınıfından olan Fârisanlar ile yerli olarak topçu, cebeci, lâğımcı ve martalos gibi kuvvetler olup, bunlardan başka yerli kulu yaya sınıfından olan azablar da sınırdaki kalelerde muhafızlık etmekteydiler. Azablar XVI. yüzyıla kadar yeniçerilerin önünde bulunup ilk hücumu karşılamaktaydılar. Bundan sonra kale azabları da teşkil edilerek kale muhafazasında kullanılmıştır. Azab bekâr manâsında olup, özellikle Anadolu'dan güçlü kuvvetli gençlerden teşkil edilirdi. İlk zamanlar mevcutları onbeşbin civarında olup, daha sonra sayıları arttırılmıştır. Ayrıca azabların donanma hizmetinde olanları da vardı ki, kalyon devrine kadar Osmanlı donanmasının esasını teşkil etmiştir.

Yine kale kuvvetlerinden olan Fârisanlar atlı sınıftandı. Bunlar önemlerine göre Fârisân-ı evvel, Fârisân-ı sâni ve Fârisân-ı salis olarak üç ortaya ayrılmıştı. Bunlar birinci ve ikinci ağa ismi verilen iki ağaya tabi idiler. Bu ağalar sancak merkezinde otururlar, fârisanlar da sancaktaki kalelerde hizmet ederlerdi.

IV- Osmanlı Donanması

Osmanlı Beyliği gelişip denizden kıyı sahibi olduğu zaman, komşu Türk beyliklerinden Karesi Beyliği gemilerinden faydalanmıştır. Nitekim Rumeli'ye bu beyliğin gemileriyle geçmiştir. Bununla birlikte Osmanlılar'ın ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve İzmit'te tersane kurdukları tespit edilmektedir. Gelibolu'nun alınmasından sonra ise (1390) burada bir tersane kurarak denizcilik yolunda ilk adım atılmıştır. Ayrıca denizde kıyısı olup donanması bulunan ve Osmanlı idaresine alman Türk Beyliklerinin, meselâ Saruhan, Aydın, Menteşe beyliklerinin tersanelerinden istifade edilmiş, böylece ilk devirlerden itibaren, ileride kurulacak büyük imparatorluğun donanmasının temelleri atılmıştır. Bunun yanı sıra, önceki tarihlerde Türklerin Ege sahillerine yerleşmeleri, Türkler arasında da korsanlığın yayılmasına ve Latinler gibi Akdeniz'de korsanlık yapmalarına zemin hazırlamıştır. Daha sonraları ise bu Türk korsanları Osmanlı donanması hizmetine alınmışlardır, özellikle Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı donanması büyük bir gelişme göstermiş ve Sakız, Eğriboz adalarıyla Yunanistan'ın doğusuna akın düzenlenmiştir. Bu sebeple Venedikliler Ceneviz gemileriyle de birleşerek Çanakkale Boğazı'ndan içeriye girmiş, fakat Saruca Paşa kumandasındaki onsekiz parça Osmanlı donanmasına mağlup olmuştur. Buna karşılık Rodos şövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanlı donanmasını mağlup ettikleri gibi onları yakmışlardı.

Osmanlı donanmasının ikinci ciddi çatışması Çelebi Mehmed zamanında meydana gelerek Çalı Bey kumandasında Ege'de Naksos dukasına ait adaların vurulmasından sonra meydana geldi. Bu hadise üzerine Venediklilerle 1415'de meydana gelen savaşta Çalı Bey şehit olmuş, donanma da yok olurcasına mağlup olmuştu. Bu mağlubiyetler Osmanlı denizciliğinin gelişmesini yavaşlatmışsa da, devletin gelişmesinde donanmaya olan ihtiyacı göstermiş ve bu husustaki çalışmaları hızlandırmıştır. Nitekim donanma, II. Murat zamanında Karadeniz'de Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu tehdit edecek bir duruma ulaşmıştır. Aynı donanma Fatih zamanında İstanbul'un fethi sırasında Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasında önemli roller oynamış, ancak, henüz Venedik donanmasıyla boy ölçüşecek bir noktaya varamamıştır. Bu sebeple İstanbul'un fethini müteakip donanmanın daha da gelişmesi için çalışmalar yapıldığı ve hatta Fatih'in Trabzon seferi sırasında Osmanlı ordusuna denizden büyük destek sağladığı görülmektedir.

Fâtih İstanbul'un fethinden sonra Çanakkale Boğazı'nı tahkim ettirip, Ege'deki bazı stratejik adaları zabtederek sahilleri ve tersaneleri emniyet altına almış, bu sayede donanma da gelişme imkânı bulmuştur. Bu sebeple donanma Rodos muhasarasında daha faal rol oynamıştır, özellikle II. Bâyezid devrinde Akdeniz'de korsanlık yapan Kemal Reis'in Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra donanmaya yeni bir canlılık gelmiş ve Türk gemileri İspanya sahillerinde görünmüştür. Hatta II. Bâyezid döneminde donanma Memlûk savaşlarında önemli hizmetler vermiştir. Bu devirde Kemal, Burak ve Kara Hasan Reisler gibi meşhur Türk denizcilerinin komutasındaki Osmanlı donanmasının İnebahtı civarında Fransızların desteklediği Venedik donanmasıyla yaptığı deniz savaşında başa baş mücadele vermesi, artık Osmanlı donanmasının Akdeniz'de önemli bir güce eriştiğini göstermiştir.

Yavuz Sultan Selim ise özellikle Mısır seferi sırasında yakın desteğini gördüğü donanmanın önemini daha iyi anlayarak, daha İstanbul'a dönmeden donanmanın geliştirilmesi için yeni tersaneler kurulmasını emretmiştir. Nitekim onun zamanında Gemlik tersanesinden başka Haliç'te de bir tersane kurulmuş ve gemiler yapılmıştır. Ancak Yavuz'un ölümü, bu büyük Türk padişahının denizlerde Osmanlı Devleti'nin ulaşmasını istediği yere gelmesini önledi. Buna karşılık özellikle Barbaros'un Osmanlı hizmetine girmesiyle de Türk denizciliği en yüksek noktasına ulaştı. Barbaros tersaneleri ıslah edip genişlettiği gibi, korsanlıktan kazandığı tecrübelere de dayanarak, o sırada Avrupa'nın en büyük amirali Andrea Dorya'yı emrinde bulunan Haçlı donanmasına rağmen Preveze'de mağlup ederek (1538) Akdeniz'de kesin Türk üstünlüğünü sağladı. Bu sebepledir ki kendisine Tulon limanı üst olarak verilen Türk donanması Şarlken'e karşı Fransa'yı destekleyerek karada olduğu gibi denizde de Avrupa devletleri üzerinde siyasi bir üstünlük sağladı. Öte yandan Coğrafî Keşifler neticesinde Ümit Burnu'nu bularak Doğu ticaretine hâkim olmaya çalışan Portekiz'e karşı da Hint denizlerinde mücadele verildi.

Osmanlı donanması Gelibolu ve Haliç'ten başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz gemi tezgâhlarında da yapılmaktaydı. Karadeniz'de Sinop, Çayağzı, Kefken Adası, Varna, Burgaz, Ahyolu ve Rusçuk. Marmara'da İzmit, Gemlik, Edincik, Karabiga ve Akdeniz ile Ege Denizi'nde Edremit, Ayasuluk ( = Selçuk), Milas, Bodrum, Antalya, Alâiye (= Alanya) ve Rodos adası tersanelerin bulunduğu yerlerdi. Gemi levazımı olan halat, yelken, zift, kürek, tel ve gemi demiri gibi ihtiyaçlar da, ocaklık şeklinde kurulan teşkilâtlar vasıtasıyla temin edilmekteydi. Bu sebeple Kıbrıs'ın fethinden hemen sonra uğranılan İnebahtı felâketine (1571) rağmen, devlet altı ay gibi kısa bir süre içinde 250 parça donanmayı denize indirebilmişti. Bununla beraber donanmanın esasını teşkil eden leventlerin büyük zayiata uğraması ve tecrübeli denizcilerin ortadan kalkması, Osmanlı denizciliği' için daha sonraki felâketlerin başlangıcı oldu.

Nitekim donanma dünyadaki diğer hususlardaki gelişmelere de ayak uyduramayarak gittikçe geriledi ve XVII. asrın başlarından itibaren eski ehemmiyet ve gücünü kaybetti. Bu bakımdan Venediklilerle yapılan Girit savaşları sırasında Çanakkale Boğazı dışına çıkamayacak dereceye düşerek, bundan sonraki dönemlerde ise sadece kıyıları müdafaa etme durumuna düştü.

Osmanlıların kuruluştan itibaren XVI. yüzyıl sonlarına kadar kullandıkları gemilerin esasını çekdiri sınıfından gemiler teşkil etmekteydi. Kürekle hareket eden gemiler umumiyetle çekdiri sınıfındandı. Bunlar içinde en önemlileri kadırga, firkate, karamürsel, kütük, kalite, mavna ve baştarde idi. Bunlardan baştarde kaptanın bindiği otuz altı oturaklı (kürekli) en büyük savaş gemisiydi ki, her oturağında beş ilâ yedi kürekçi bulunurdu. Gemi mevcudu kürekçi, savaşçı, topçu v.s. ile birlikte sekiz yüz kadardı. Kadırgalar kırk iki metre boyunda yirmi dört oturaklı idi. Her oturağında dört kürekçisi vardı. Yüz kadar savaşçısı ile birlikte gemide üçyüz otuz kişi yer alırdı. Onüç ilâ ondört topa sahipti. Mavna türü gemiler ise kadırgadan büyük olup her küreğini yedişer kişi çekerdi. Yüzelli savaşçısı ile yirmidört topu bulunurdu.

Link to comment
Share on other sites

C)OSMANLI MALİYESİ

Osmanlı Devleti daha beylik döneminden itibaren sistemli bir mali teşkilâta sahip olmuştur. Bu, Fatih’in daha kanunnâmesinin hemen başında yer alan “Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur” dediği kanunnamesinde yer alan “Ve yılda bir kerte rikâb-ı Hümâyunuma defterdarlarım îrâd ve masrafım okuyala” ve “Ve hazineme dâhil ve hâriç olan akçe defterdarlarım emriyle dâhil-hâriç olsun” hükümlerinden anlaşılmaktadır.

Nitekim kaynaklarda Osmanlı Devleti'nde ilk maliye teşkilâtının I. Murad zamanında Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüstem tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Sınırların genişlemesi üzerine devletin gelir ve giderlerinde ve bunların çeşitlerinde artış görülmektedir.

Osmanlı Devleti'nde vergiler, şer’i ve örfi olarak iki kısım altında toplanmıştır. Zekât, öşür, haraç ve cizye ile bunların kısımları olarak seksene yakın vergi şer’i vergiler içerisinde yer almaktaydı.

Tekâlif-i örfiyye ise olağanüstü zamanlarda toplanan bir vergi olarak görülmektedir. Bu vergi içerisine cürm ü cinayet resmi, bâd-ı hevâ türünden vergiler v.s. girmekteydi ki, devletin savaş sırasında mâlî zoluklar içerisinde bulunduğu zaman tahsil ettiği avarız vergisi de bunların en önemlilerindendi.

Cizye fert başına alınan şahsî bir mükellefiyettir. İslâm hukukunda zimmet üzerine konulan himaye ve güvenlik vergisinin adıdır. Aynı hukuka göre müşriklerin (Allah'a eş koşanlar) öldürülmeleri caizdi. Ancak kitap ehli olanlar cizye vermek suretiyle gerek şahıslarını, gerekse mallarını himaye edebilirdi. Bunlar arasında reşit olan, bedenen ve zihnen sağlam olan erkeklerden vergi alınırdı. İlk İslâm fütuhatı zamanında cizye, fethedilen memleket üzerinden alınan vergi manasına gelmekteydi. Müslümanlar fethettikleri yerde idarî sistemi değiştirmeyip olduğu gibi bırakıp, o devletin vergi gelirlerini de, onların cizyeleri sayıyordu. Bu bakımdan yine ilk zamanlarda cizye ile haraç birlikte görülmüş, sonraları ise, haraç mülk vergisi, cizye de şahsî vergi olarak birbirinden ayrılmıştır.

İslâm hukukunda cizye cihad ile ilgilidir. Cihad, bir araya getirilen maddî ve manevî bütün kuvvetlerin yüksek bir gayeye ulaşmak için iyi niyet ile Allah yolunda kullanılması olarak telâkki edilmiştir. Kelimenin kökü Arapçada meşakkat, zahmet, takat manasına gelen cehd'dir. İslâm hukukçularınca Cihad üç devrede ele alınmıştır.

a)Birinci devre

Yüksek bir gayeye ulaşmak için bizzat Peygamber tarafından ve sahabe denilen Onun etrafındaki arkadaşlarının yardımıyla yapılan manevi cihad ki buna Cihad-ı Kebir adı verilmiştir.

:pİkinci devre

Manevî cihad ile varılan yüksek gayenin savunulması için İlk ümmet devrinde yapılan savaşların ifadesi olan Cihad-ı Sağir (Küçük cihad) 'dir. Bu da bir takım adab ve şartlar dâhilinde yürütülmüştür.

c)Üçüncü devre

Peygamberin ölümünden sonra olan cihaddır. Bu devirdeki cihad ilk zamanlardaki hamlenin hızı ile ve İslâm'ın ilk asırlarında her iki cephesi itibariyle çok yüksek bir tekâmüle ermiştir. Birinci cephesi, büyük manevî cihad adı altında Kur'an'ın emirlerine göre yavaş yavaş iftâ'(fetva verme), ictihâd (büyük din âlimlerinin Kur'an ve hadislere göre verdiği hüküm), fıkıh ve nihayet ilim unvanları altında ayrı birer şube meydana getirmiştir. İkinci yönü savaş biçiminde gelişmiş ve cihad adı altında bütün Müslümanların katılabileceği ve bir ordu halinde birleşebileceği sosyal bir ibadet halini almıştır. Gerek İslâm fütuhatında, gerek bu dini kabul etmiş Müslüman Türk fütuhatı sonunda, sınırlar genişleyince çeşitli merkezler daimi ordugâhlar kurulmuş ve böylece cihad kelimesi sadece savaş mânâsına kullanılmaya başlamıştır.

İslâm âlimlerine göre cihad ve neticeleri dolayısıyla meydana gelen hükümler beş kısımda ele alınmıştır:

1- Müslümanlara göre cihad, bedenî ve malî olmak üzere sosyal bir ibadet sayılmıştır. Saldırgan kâfirlere ve mürtetlere karşı yapılır. Müslümanların Müslümanlaşa silâh çekmesi en ağır günahlardan sayılmıştır.

Cihad ilân ve idaresi ümmeti temsil eden reislerin istişare yoluyla verecekleri karara bağlıdır. Meşru olarak ilân olunan cihad bütün müslümanlar üzerine farz-ı kifâye'dir. Bu dinî vazife tamamen ihmal edilirse bütün herkes günahkâr addolunur.

Fakîhlere göre cihaddaki iyilik, düşmanın kötülüğünü defederek Müslümanlığa yükselme vesilesi olmasından ileri gelmektedir. Bu münâsebetle farz-ı kifâye olarak telâkki edilen cihadın bazı müslümanlar tarafından yerine getirilmesi yeterlidir. Ancak düşman tehlikesi bir istilâ şeklinde görülürse, o zaman cihad istisnasız olarak, erkek veya kadın bütün müslümanlar için ayrı ayrı farz-ı ayn olur. Hattâ aceza denilen zayıflar ve kudretsizler de kendi imkânları nisbetinde müdafaaya iştirak etmek mecburiyetindedir.

Haçlılara karşı mücadelelerde Selçuklu ve Osmanlılar'ın yaptıkları savaşların hemen hepsinde, dinî ve hattâ millî bir savunma hedeflenmekle beraber, bir cihad hali görülür. Yine Osmanlı İmparatorluğu'nun son sultanlarından olan Mehmed Reşad, o devrin iktidarı tarafından iştirakine karar verilen I. Dünya Savaşı'nda bütün müslümanların katılmasını temin için 30 Ekim 1914'de cihad-ı ekber beyannamesi neşretmiştir. Ancak bu çağrıya Osmanlı Devleti'ne çok uzak olan Müslüman topluluklar katılmadığı gibi, Araplar da, batılı devletlerin söz ve vaatlerine aldanarak beyannameye ehemmiyet vermemişlerdi.

2- Savaş meydanına yaklaşıldığı veya aleyhine savaş açılan bir düşman memleketi muhasara edildiği zaman, önce düşman tevhide (Allah'ın birliği) davet edilir, kabul edilmezse itaat ve cizye teklif olunurdu. Bu şartlar yerine getirilmeden savaş yapılmazdı. Şartlar yerine getirildikten sonra işe hücuma başlanır, yakıp-yıkmak dahil, mücadeleyi kazanmak için her yola başvurulabilirdi.

Cihad farz-ı ayn olmadığı zaman, kadınların savaşa iştiraki, ancak kocalarının izniyle olurdu. Ayrıca düşman tarafındaki kadın, çocuk, ihtiyar, sakat v.s. gibi savaşa iktidarı olmayanlara dokunulmazdı.

3- İrtidâd(dinden dönme), aradaki ahdin bozulması demek olup, tekrar dine dön çağrısı yapılır (ihtida), kabul edilmezse, eğer kişi ise öldürülür, bir topluluk ise cihad ilân edilerek nizama sokulurdu.

4- Zimmîlerin verecekleri cizye miktarı, dinî vaziyetleri, müslümanlar ile ticaretleri, seyahatleri v.s. gibi hükümler ve prensiplerdir.

5- Aman dilemek (istîmân), anlaşmalar, bunların sebep ve şartları bu şartların ne gibi durumlarda bozulabileceği, esirlerin değiştirilmesi, ahidnamelerin nasıl yazılacağı, tazminat meselesi ve darulharbde ele geçen mallar (ganimetler) de beşinci kısmı meydana getirmiştir.

GANÂİM

Ganâim mücahit veya diğer bir deyimle, savaşçıların savaş esnasında düşmanların elinden aldıkları mallara verilen isimdir. Bunlar emlâk, arazi, esir, hayvan, silah, para, yiyecek gibi taşınır-taşınmaz şeylerdir.

Şer'î hukuk hükümlerine göre ganâim hazine mallarındandır. Çalmak suretiyle ele geçirilen mal ganimetten sayılmaz. Mutlaka bir galibiyet neticesinde alınan mala dayandığından, miktarı ne olursa olsun beşte biri (humsu) yetimlerin, ihtiyarların ve miskinlerin iaşesi için ve ayrıca cami ve mescitlerin imarına sarf edilmek için ayrılırdı. Beşte dördü ise savaşa katılan gazilere taksim olunurdu.

Batı dünyasında ortaçağ boyunca savaşta elde edilen mallar ganimet olarak sayılmış, fakat yeniçağdan zamanımıza doğru geldikçe değişikliğe uğrayarak, bir yağma ( = gâret) telakki edilip, makbul sayılmayarak kaldırılmıştır. Ancak bunun yerine müsadere (=zabt etme, el koyma) usulü benimsenmiştir. Fakat bu da zamanla kötüye kullanılan bir şekil olduğundan terk edilerek tazminat kabul edilmiştir. Tazminin lügat manası ödemek, kefil olmak demek olup, kelime anlamı daha da genişletilmiş, savaşın devamı esnasında, gerek bütün millet ve devletin, gerekse ferd ve tüccarların uğradıkları zararların telâfisi düşüncesiyle mağlubun galibe vermekle mecbur tutulduğu bir meblağ anlamına getirilmiştir.

Devlet, gerek ganimetten ve gerekse çeşitli vergilerden gelen gelirleri hazinede toplamakta ve buradan sarf etmekteydi. Osmanlılarda hazine, mirî veya dış hazine, iç hazine ve enderun hazinesi olmak üzere üç kısımdı. Bunlardan dış hazine devletin asıl hazinesi olup umumi gelir burada toplanırdı. Diğer iki hazine padişaha aitti. Padişah sefere giderken para ve mâliye defterlerini ihtiva eden ordu hazinesi ismi verilen hazine de beraber ******ürülürdü. Padişah seferdeyken başdefterdar da beraberinde bulunurdu.

Hazine iktisat dilinde bütçe ile ilgili olup, gelirlerin toplanması ve tanzim edilmesi ile alâkalı bir müessesedir. İslâm hukukunda ise Beytülmal veya Beytü'l-mâli'l-müslimîn'dir. Bütçe ve hazinenin kuruluş gayesi, kamu hizmetlerine ait işleri başarmak ve amme vazifelerini görmektir. Hazine ile ilgili devlet hizmetleri kanunnamelerde ele alınmıştır. Bu kanunnamelerin büyük kısmı devlet ile reâyâ münasebetlerini, reayanın mükellefiyetini, dolayısıyla devlet tarafından kendisine empoze edilen vergi ve resimleri açıklamaktadır.

Osmanlı Devleti'nde bu işleri düzenleyen müesseseye Defterdarlık adı verilmekteydi.

a)Defterdarlık (Bâb-ı Defteri)

Osmanlı Devleti'nde defterdarlık tabirinin hangi devirden itibaren kullanıldığı bilinmemektedir. Bununla beraber I. Murat döneminden itibaren bütçe tanzimine başlandığına ve hazine kavramının yine bu dönemde teşekkül ettiğine göre defterdar ve defterdarlığın da bu sıralarda kullanıldığı tahmin edilebilir. Ancak açık olarak defterdar tabirine II. Murat zamanında rastlanmaktadır. Fatih kanunnâmesi'nde ise defterdar padişahın malının mutlak vekili olarak ifade edilmektedir. Ayrıca bu kanunnâmede başdefterdar ve defterdar tabiri geçmesi, devletin genişlemesiyle bağlantılı olarak sayılarının arttırıldığı ve iş bölümüne gidildiğini göstermektedir. Başdefterdarlığa XV. yüzyılın son yarısında mal defterdarları, defter emini, şehremini ve üçyüz akçe alan kadılar tayin olunmuştur. Kanunnâmeye göre reisülküttab da defterdar olabilmekteydi. Başdefterdarın derecesi ise Rumeli Beylerbeyi derecesindeydi.

Defterdarlığa ait kayıtlar, defterler, senetler, gelir ve gider cetvelleri maliye hazinesinde saklanmaktaydı. Maliye hazinesi önceleri Divân-ı hümâyun'un yanında iken daha sonra Bâb-ı hümâyunun sağ tarafına nakledilmiştir. Eyâletlerden gelen hesaplar da sıra ile ve ayrı ayrı dolaplara konarak burada muhafaza edilirdi. Fâtih Kanunnâmesi'nde Defterhâne'nin idaresinin defterdarlara verildiği beyan edilmektedir. Hazineye para gireceği zaman da bunların kalp olup olmadıkları “vezzan” denilen memurlar tarafından kontrol edilirdi.

Defterdar kanunnamede belirtildiğine göre Dîvân-ı hümâyun'da veziriazamın sofrasında yemek yemek, hazine ile alâkalı işler için hüküm yazmak, hizmet eden kimselere çavuşluk, sipahilik, kâtiplik ve hattâ sancak ve zeamet arzetmek, hükümdara sormadan iki akçaya kadar zam yapabilmek, sefer esnasında hükümdara yanaşıp konuşabilmek gibi imtiyazlara sahip idi. Aynı kanunnâmede defterdara has verilecek olursa 600.000 akçalık ve hazineden maaş verilecekse 150.000'den 240.000'e kadar verilmesi hükmü yer almaktadır. Ayrıca defterdarlar, mâliyece iltizam veya emânet suretiyle ihale edilen haslar kaç yük ise, her yük başına imza hakkı olarak bin akça, hazineye para tesliminde ise bin akçada yirmi akça “kesr-i munzam” ismiyle aidat alırlardı. Padişaha her nereden pişkeş gelse, vezirlerle beraber defterdarlar da hisse aldıkları gibi, haraç ve âdet-i ağnamdan da pay alırlardı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlerde olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı.

İlk zamanlarda bir defterdar varken, memleketin genişlemesi üzerine sayılan artmıştır. Rumeli'de havass-ı hümâyûna ait olan malî işlere bakan kimseye Rumeli Defterdarı (=Şıkk-i evvel defterdarı) veya Başdefterdar denilmiştir. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde başdefterdar ve defterdarlar tabiri geçmektedir. Başdefterdardan sonra Anadolu malî işlerini görmek üzere Anadolu defterdarlığı ihdas edilmiştir. Bu şekil Kanunî zamanında da aynen korunmuştur. Ancak Yavuz Sultan Selim'in Doğu Anadolu ile Suriye'yi alması üzerine oraların malî işlerine bakmak için bir defterdarlık daha kuruldu. Bu defterdar Haleb'de otururdu. XVI. yüzyıl ortalarında da Rumeli ve Anadolu defterdarlıklarına ait yalılar (= kıyılar) ayrılarak İstanbul mukataaları ile birlikte şıkk-ı sânî unvanı ile bir defterdarlık daha teşkil edildi. Bu suretle merkezde derece sırasıyla başdef terdar, Anadolu defterdarı ve şıkk-ı sânî defterdarı isimleriyle işlerinde müstakil üç defterdarlık vücuda getirilmiştir. Yine XVI. asrın sonlarında III. Mehmet zamanında Tuna sahillerindeki haslar için senelik 120.000 akçe maaşlı şıkk-i sâlis ismi verilen dördüncü bir defterdarlık daha kurulmuş ise de çabucak kaldırılmıştır.

Yavuz Sultan Selim zamanında kurulup merkezi Halep olan Arap ve Acem defterdarlıkları XVI. yüzyıl sonlarında beş bölüme ayrılmış (Diyarbekir, Şam, Erzurum, Trablusşam ve Halep) 1584'de de Anadolu defterdarlığından Sivas ve Karaman eyaletleri ayrılarak ayrı birer defterdarlık haline teşkilatlandırılmıştır. İşte bu şekilde ayrılıp yeni teşkilâtlanan defterdarlıklara “Kenar defterdarlıklar” veya timar defterdarlıklarından ayırmak için “Hazine defterdarlıkları” adı verilmiştir.

Defterdarlar mâlî işlerdeki şikâyetler için Defterdarkapısı'nda divan kurarlar ve lüzumu halinde tuğralı ahkâm verirlerdi. Bunun dışında defterdarlar divan günleri divana katılır, salı günleri malî konularda padişaha izahatta bulunurlardı.

XVIII. yüzyıl başlarından itibaren Rumeli defterdarına şıkk-ı evvel, Anadolu defterdarına şıkk-ı sânî ve üçüncü defterdara da şıkk-ı sâlis ismi verilmiştir. III. Selim zamanında Nizâm-ı cedîd'in kurulmasından sonra bu teşkilâta ayrılan vergileri toplamak ve sarfetmek üzere şıkk-ı râbi' ismiyle dördüncü bir defterdarlık daha teşkil edilmiş, ancak Nizâm-ı cedid'in kaldırılması ile birlikte o da kaldırılmıştır.

Başdefterdarın icraat ve tahsilâtta maiyetinde beş memuru bulunmaktaydı.

Bunlardan ilki “Baş-Bâkikulu” denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memuru idi. Defterdarlıkta bunun bir dairesi olup Bakikulu ismiyle altmış kadar mübaşiri vardı. Bunlar hazineye borcu olup da vermeyenleri takip eder, hapis veya tehdid yoluyla tahsilât yaparlardı. Bundan dolayı maliyeye borcu olanlar baş-bâkikulu hapishanesinde tutulurlardı. Borçlular Bakaya defterlerine kaydedilirlerdi.

Maliyenin ikinci icra memuru Cizye Baş-Bâkikulu idi. Bu da cizye borcu olanları takip ve iltizama verilen cizyelerin mültezimlerinden borcunu yatırmamış olanlarını da tesbit ederdi.

Defterdarın üçüncü memuru tahsilât ve te'diyâta nezaret eden Veznedarbaşı'dır. Bunun emrinde dört veznedar bulunmaktaydı. Vazifeleri paranın ayarını muayene etmek altın ve gümüşleri tartmaktı.

Başdefterdarın maiyetindeki memurlardan dördüncüsü sergi nâzırı beşincisi ise sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelelerinin defterini tutardı.

b)Osmanlı Bütçeleri

Osmanlı Devleti'nde malî teşkilâtın I. Murat zamanında yapılmaya başlanması, bu tarihlerden itibaren bütçe tanzim edildiği fikrini akla getirmektedir. Bununla beraber bugünkü mânâda bir devlet bütçesinin mevcut olduğu da söylenemez. Bununla beraber Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki Masraf defterleri ile gelirlere ait kayıtlardan Osmanlı maliyesiyle ilgili oldukça bilgi edinilmektedir. Nitekim bunlardan 933-934 hicrî yılında ait (miladî 1526-1527) bütçe ile 954-955 hicrî (milâdî 1547-1548) yılına ait bütçe Ö. Lütfi Barkan tarafından yayınlanmıştır).

Osmanlıların Kanunî'ye kadar olan dönemlerinde bütçe gelir ve gider yönünden oldukça istikrarlı bir durumda idi. Her ne kadar I. Selim'in cülusunda ihtiyaç olan para tüccardan borç olarak alınmışsa da, daha sonra devletin gelirleri düzene girmiştir. Nitekim Hammer, Selim'in İstanbul'a en az bin deve yükü altın ve gümüşten meydana gelen bir ganimetle döndüğünü ifade etmektedir. Kanunî zamanında ise hazinenin geliri ile gideri arasında fazla fark bulunmamakla beraber gider biraz fazlalık göstermekte idi. Nitekim 1564 yılında nakit olarak hazinenin geliri 1830 yük (4), yani 183.000.000 akçe, giderleri ise 1896 yük, yani 189.600.000 akçe idi. Bütçe açığı da 6.600.000 akçe dolaylarında bulunuyordu. Buna karşılık 1592'de gelir 2934 yük, gider ise 3600 yüke, 1597'de gelir 3000 yüke, gider de 9000 yüke ulaşmış, böylece bütçe açığı büyük boyutlara ulaşmıştır.

1652 yılında Veziriazamlığa getirilen Tarhuncu Ahmet Paşa'nın bir takım malî ıslahatta bulunması, Osmanlı hazinesinin oldukça rahatlamasına yol açmıştır. Bununla beraber onun zamanında bile bütçe 1543 yük açıkla kapanmıştır. Aynı şekilde Köprülü Mehmed Paşa zamanında da bütçede iyileşme görülmüş, 1660 yılında gelir 5812 yük, gider de 5936 yükle bağlanmıştır.

Bütçenin bu derecede açık vermesinin sebebi, uzun ve sık yapılan savaşlar ve bu savaşlar dolayısıyla halkın yerlerini terk ederek ziraat sahalarını boş bırakmaları, eldeki bazı toprakların yavaş yavaş elden çıkması gibi sebeplerdir.

Osmanlı Devleti'nde gelirler Süleyman Sudî'nin Defter-i Muktesid adlı eserinde belirtildiği üzere 6 kısımda mütalaa edilmektedir. Buna göre:

1 - Tekâlif-i bilâ vâsıta: Yani vasıtasız vergiler ki, bunlar arasında arazi, emlâk v.s. vergiler yer almaktadır.

2 - Vasıtalı vergiler: Bunlar resim adı altında anılmıştır. Bu tür vergiler içinde hayvanlardan alınan vergiler, ziraatle ilgili resimler (öşür), gümrük ve damga resimleri v.s. bulunmaktadır.

3 - İnhisarlar (Tekel): Yed-i vahid denilen vergiler içinde tuz, tütün, barut vergileri başta gelmektedir.

4 - Emlâk-i Emiriyye: Devlet mülkleridir. Bunlar çiftlikler, meralar (otlaklar), madenler, pazar ve panayırlar, liman ve iskeleler, yollar varsa fabrikalardır.

5 - Çeşitli vergiler olarak her türlü harçlar, ruhsatiyeler, kayıt ücretleri v.s.dir.

6 - Maktu vergilerle gelir fazlası olarak hazineye alınan paralar bu gurubu meydana getirmektedir.

Bunlar haricinde Tanzimat'a kadar fevkalâde hallerde ve bilhassa savaş masraflarını karşılamak üzere hükümdarın emriyle halkın doğrudan doğruya vermeğe mecbur olduğu ve her türlü hizmet, eşya ve para şeklinde bir örfî vergi olarak alınan Tekâlif-i divaniyye veya Avarız-ı divaniyye veyahut sadece Avarız vergisi de bulunmaktaydı.

Bütçenin gelirleri arasında yer alan yukarıda adı geçen öşür, sevâim (koyun, keçi, sığır, deve v.s.) gümrük resimleri, haraç, cizye, hums-ı ganâim gibi vergilerden elde edilen gelir ise yine aynı müellifin eserinde belirtildiğine göre şu yerlere sarf edilmekteydi.

a- Fukara ve mesâkîn denilen yoksullara verilen paralar

b-Askerler, memurlar, kadılar, gazi ve malûller, garib ve çaresizler için yapılan harcamalar

c-Müftüler, muallimler, müteallim denilen medrese talebeleri, sınır boylarındaki ve geçit yerlerindeki muhafızlar, sosyal tesisler, bayındırlık hizmetleri, yollar ve benzerleri için yapılan harcamalar

d- Hastaneler, hasta ve muhtaç kimselerin ilaçları, kimsesiz kadınların nafakaları ve genel olarak, modern devletlerde işsizlere verilen ücret karşılığı herhangi bir geliri bulunmayanların (kâr u kisbden mahrum olanlar) iaşelerini temin için sarfedilmekteydi.

İşte bütün bu hususlar Defterdarlık bünyesinde çeşitli daireler vasıtasıyla yürütülmüştür.

c)Osmanlı Maliyesi Daireleri

Osmanlı maliyesi daireleri (Bâb-ı defterî veya Defterdar-kapısı) teşkilâtı Mâliye Nezareti'nin kurulmasına kadar çeşitli düzeltmeler ve safhalardan geçmiştir. Erken döneme ait tespit edilebilen maliye daireleri XVI. asır ortalarına aittir. Buna göre:

1 - Ruznamçe-i evvel ve sanî kalemleri

Bu kalem mukataalar, mevkufat ve cizye gelirlerini hergün deftere kaydetmekle mükellefti. Müteferrikalar, çaşnigirler ve erbâb-ı kalem denilen ulûfeli kâtiplerin maaşları rûznâmeciler tarafından verilirdi. Hazineye giren para, kumaş ve hazineden çıkan altın, gümüş, kürk, kumaş v.s. mutlaka ruznamçecilerin onayından geçerdi. Bunların kalem müdürlerine Rûznâmce-i Evvel (Birinci rûznâmeci) ve Rûznâmçe-i sânî (ikinci rûznâmeci) denirdi. Bunlardan ikinci rûznâmeciye küçük rûznâmeci de denirdi.

2 - Rumeli Muhasebesi Kalemi

Bu kalem, İstanbul ve Rumeli'de olan padişah ve vezir evkafı mütevellilerinin hesaplarını ve bütün cizye defterlerini tetkik ve kaydeder, bunları daha önceki hesaplarla karşılaştırarak, gerekli kayıtları yaptıktan sonra ruzname kalemine gönderirdi. Kalemin müdürüne Rumeli muhasebecisi denirdi.

3 - Anadolu Muhasebesi Kalemi

Rumeli Muhasebe Kalemi'nin aksine Anadolu'da padişah ve vezirlere ait bulunan vakıf hesaplarını tetkik ederdi. Tımar tezkerelerini araştırır, Anadolu kalelerinin maaş ve beratları bu muhasebede görülürdü. Kalemin müdürüne Anadolu muhasebecisi denirdi.

4 - Mukabele Kalemi

Kapıkulu efradının, matbah-ı âmire, hasahîr v.s.nin maaş defterlerini hazırlar, bunu hazinedeki esas defterle karşılaştırarak hazineden ulufe için çıkacak akçe miktarını tespit ederdi. Hazırladığı defter suretini rüznâmecilere verirdi.

5 - Mukataacı-i Evvel Kalemi

Başdefterdara bağlı kalemlerdendi. Bu kalem İbrail, Isakçı, Tulça, Maçin, Ahyolu ve bütün Tuna nehri kenarındaki iskelelerin işlerine ve gümrük muamelelerine bakardı. Rumeli defterinde kayıtlı eminlerin v.s. hizmet sahiplerinin beratları, hükümleri ve tezkereleri buradaki ahkâm kâtipleri tarafından yazılırdı.

6 - Mukataacı-i Sâni Kalemi

Bu kalemde madenlere ait işlere bakılırdı. Bunlarla ilgili berat ve hükümler buradan çıkardı.

Bunların haricinde ayrıca Tezkireci, Mevkuf atçı, Varidatçı, Kıla tezkirecisi, Mevcudatçı, Teslimatçı ve Divitdar gibi memuriyetler ve kalemleri vardı. XVIII. asırda mâliye kalemleri daha da gelişerek çoğalmıştır . Bu kalemlerden her birinin kendi dairesine ait defterleri bulunurdu.

D)MALİYE NEZARETİ'NİN TEŞKİLİ

II. Sultan Mahmut zamanında Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra bir dizi halinde yapılan ıslahat zinciri arasında maliye teşkilâtı da bulunmakta idi. Nitekim şıkk-ı evvel defterdarının idaresinde olmak üzere Hazine-i âmire ve ayrı bir defterdarlık idaresinde Asâkir-i mansure masraflarına karşılık Mansûre hazinesi ve bir nazır idaresinde Darphâne hazinesi olarak dış hazine üç ayrı guruba ayrılmıştır. Ayrı ayrı idare edilen bu üç hazineden Hazine-i Âmire defterdarı ile Darphâne Nâzırı arasında devamlı ihtilâf çıkmıştır. Bu bakımdan 1835'de Hazine-i Âmire defterdarlığı kaldırılarak (Bu arada şıkk-ı sâni ve şıkk-ı sâlis de kaldırılmıştır) Darphâne nezareti ile birlikte Darphâne-i Âmire Defterdarlığı adıyla yeni bir nazırlık kurulmuş ve ilk nazır olarak da Ali Rıza Bey tayin olmuştur. Bununla beraber istenilen neticenin elde edilememesi yüzünden 1838 yılında Mansure defterdarlığı ile de birleştirilerek bütün mâlî işlerin tek elden yürütülmesi kararı alındı. Kurulan bu teşkilâta Mâliye Nezâreti ismi verildi; ilk maliye nazırlığına ise Mansure defterdarı Nafiz Efendi tayin edildi. Bununla birlikte 1839'da Abdülmecid'in cülusunda nazırlık kaldırılmışsa da (- ki Hazine-i âmire defterdarlığı ve hazine mukataat defterdarlığı olarak ikiye ayrılmıştı) kısa bir müddet sonra (1841) tekrar ihdas edildi. 1867 de mülkiye teşkilâtının yapılması esnasında eyaletler vilâyet, sancaklar ve kaymakamlıklar mutasarrıflık olurken, vilâyet muhasebecilikleri de defterdarlık ismini almış ve bugünkü teşkilâtın temelleri atılmıştır.

Link to comment
Share on other sites

çalışmalarından dolayı tebrik ederim arkadaş hakkaten emeğin boşa gitmemiş Osmanlı gibi koca bi çınarı ne kadar anlatsak azdır ama niyeyse bazıları Osmanlı yı ata kabul etmiyor ve bu cahiller utanmadan bunu tnc de dile getiriyor,soyu soysuz olanın sütü bozuktur değil mi gardaş...

Link to comment
Share on other sites

OSMANLI DEVLETİ'NDE TAŞRA TEŞKİLÂTI

1-İDARÎ TAKSİMAT

a)Eyalet Teşkilâtı

Osmanlı Devleti'nde taşra idaresi, aşağıdan yukarıya köy, nahiye, kaza, sancak ( = liva) ve eyalet şeklinde teşkilâtlanmıştı. Kendisine bağlı köylerle birlikte nahiyelerin birleşmesiyle kazalar meydana gelmişti. Kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden ise eyaletler ortaya çıkmıştı. Ancak şurası belirtilmelidir ki, Osmanlı Devleti'nin ilk zamanlarında eyalet, vilâyet, liva, kaza ve nahiye tabirlerinin birbirinin yerine kullanıldıkları görülmektedir (Nitekim beylerbeyilik olmayan çok küçük yerler eyalet adı ile belirtildiği gibi, nahiye kelimesinin de berlerbeyilik karşılığı kullanıldığı bilinmektedir). İdarî teşkilâtta en fazla yere sahip birimler kaza ve sancaklardı. Kazalarda yönetici sınıf olarak kadı, alaybeyi ve subaşılar bulunurdu. Bunlardan kadılar askerî olmayan şer'î ve hukukî hususlardan sorumluydu. Bunlar ayrıca kazanın iaşesinin temini, belediye, adliye işleri, hükümet tarafından merkezden istenilen şeylerin temin ve tedariki ile de vazifeliydiler. Subaşılar ise kazanın asayişini sağlamakla yükümlüydü; askerî meseleler de alaybeyinin yetkisinde idi. Beylerbeyine bağlı kazalarda ise inzibat ve askerî idare timar subaşısına aitti. Kazaların birleşmesiyle teşekkül eden sancaklar (Osmanlı Devleti'nden önce Türk-İslâm geleneğinde sancak, hutbe ve sikkelerde hükümdarın adının geçmesiyle beraber bağımsız bir siyasî otorite sembolü olarak kullanılmıştır), sancakbeyi ismi verilen bir kişi tarafından kanun ve nizamlar çerçevesinde idare edilirdi. Sancak kelimesinin XIV. yüzyılda Osmanlı idarî teşkilâtında yer aldığı hakkında şüpheli bilgilere sahip bulunulmaktadır. Bununla birlikte kelime XV. yüzyılda artık yaygın biçimde kullanılmıştır. Özellikle XVI. yüzyılda idarî bir birim olarak sancağın Osmanlı kanunnamelerinde yer aldığı ve hazırlanan Tahrir Defterlerinde her birinin ayrı ayrı kanunnâmeleri bulunduğu görülmektedir.

Sancakbeyinin sancağın en büyük idarecisi olması dolayısıyla bazı yükümlülük ve hakları vardı. Meselâ, bir savaş esnasında sancağında bulunan timarlı sipahilerle birlikte bağlı bulunduğu beylerbeyinin komutası altında savaşa iştirak etmek, sancakta asayişi ve emniyeti temin etmek, kalpazanlıkla mücadele etmek, özel görev için gelen devlet memurlarına yardımcı olmak ve görevlerinde kolaylık sağlamak gibi vazifeleri vardı. Ayrıca sınır bölgesinde bulunan sancakbeyleri, yabancı devletlerle ilişkilerin anlaşmalara uygun olarak yürütülmesi ile de görevli idiler. Sancakta suçluların cezalandırılma işi de sancakbeylerine verilmişti. Buna karşılık sancakbeyleri, idarelerinde bulunan sancakta işlenen cürmlerin vergilerinin hepsini veya yarısını alırdı. Bazı sancaklarda da çift resmi (toprak vergisi) 'nden ve resm-i arûsane (evlenme vergisi)'nden payları vardı.

Sancakbeylerinin dereceleri sahip oldukları has gelirine göre tayin edilirdi. Bunlara kanunnamelerde belirtildiği üzere dörtyüzbin akçaya kadar has verilebilmekteydi. Oğullarına ise otuzbin akçelik zeamet bağlanırdı. Sancakbeyleri protokolde bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler. Eğer vazifeden ayrılır ve emekli olurlarsa kendisine altmış bin akçe maaş bağlanırdı.

Osmanlı idarî teşkilâtında sancakların birleşmesiyle Eyâletler (Beylerbeyilik) teşekkül ederdi (XV. yüzyılda beylerbeyi görev bölgesi olarak beylerbeyilik veya vilâyet kullanılırken, XVI. yüzyıl sonlarında eyalet kelimesi kullanılmaya başlanmıştır). Eyaletler beylerbeyiler veya buna eşit değerde mîr-i mîranlar (Mir-i miran kelimesi “Emir-i Emîrân”ın elifleri kaldırılarak hafifletilmiş şeklidir) tarafından idare edilirdi. XIV. yüzyıl boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerinin kumandanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumundaydı. Bu dönemde beylerbeyiler belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu işlerinden sorumlu bir kimse hüviyetindeydi. Beylerbeyi, fetihlerin Rumeli'de devam ettiği zamanlarda ve hükümdarın Anadolu'da bulunduğu esnada Rumeli beylerinin âmiri durumuna geçerek Rumeli Beylerbeyi haline gelmişti. Nitekim Orhan Bey'in ordu kumandanı oğlu Süleyman Paşa bir beylerbeyi idi. Ondan sonra ise bu vazife Lala Şahin Paşa'ya verilmişti. Ancak Rumeli'de fethedilen yerlerin artmasıyla Anadolu ve Rumeli'nin tek kumandan ile idaresi mahzurlu görülerek beylerbeyilik Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliği olarak ikiye çıkarıldı. XV. yüzyılda bu iki beylerbeyiliğe Rum (Sivas-Amasya) ve Karaman beylerbeyilikleri de eklendi böylece beylerbeyilik dörde çıktı.

Beylerbeyiler kendi bölgesinde bütün “umur-ı siyâsette” hükümdarın temsilcisi olmak, beylerbeyi divanında askerî hususlara dair meseleleri halletmek, bölgesinde güvenliği sağlamak, timar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifeyle mükellefti. Beylerbeyiler ayrıca kendi bölgelerindeki sancakbeyleriyle tımarlı sipahileri maiyetine alarak emredilen yerde orduya katılmak zorundaydı. Beylerbeyi sefere memur olduğu zaman yerine vekil olarak mütesellim denilen bir kişi bırakırdı. XVI. yüzyıldaki yetkileri, her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadılar ve diğer görevlilerle halk nazarında “hâkim ve vali” olarak tayin edilmişse de, özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftişten öte gitmemiştir. Eyalet içerisinde yalnız kendi sancağının idaresinden mesul tutulmuştur.

Beylerbeyiler vilâyet merkezinde otururlardı. Anadolu beylerbeyiliğinin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyiliğininki ise Manastır şehri idi. Beylerbeyilerin kalabalık bir maiyetleri vardı. Adlî ve hukukî işler vilâyet merkezindeki kadı tarafından görülürdü. Vilâyetle ilgili işler kendi başkanlığında toplanan bir divanda görüşülürdü. Hazineye ait işler mal defterdarınca, zeamet işleri timar kethüdası, timar işleri timar defterdarınca yerine getirildi. Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Mal defterdarları, beğlik ile nişancı olanlar, beş yüz akçalık kadılar ve dörtyüzbin akça hassı olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirdi. Yine kanunnâmede beylerbeyilere en az sekizyüzbin akçe, en fazla birmilyonikiyüzbin akçe has verileceği eğer emekli olurlarsa yüz bin akçe ile emekli olacakları kaydedilmiştir. Beylerbeyilerden Rumeli beylerbeyi terfi ederse küçük vezir, yani Dîvân-ı hümûyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi ise terfi ettiği takdirde Rumeli beylerbeyiliğine getirilirdi. Daha sonraları eyaletlerin sayısı arttıkça beylerbeyi adedi de çoğalmıştır.

XVI. yüzyıl ortalarına doğru istikrarlı bir şekil alan Osmanlı eyâletleri sâlyânesiz (=yıllıksız) ve sâlyâneli (—yıllıklı) olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.

Sâlyânesiz eyâletler daha çok olup, Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Halep, Şam, Trablusşam eyaletleri bu kabildendi. Bunların, mahsulâtı has, zeamet ve timara ayrılmış olup, hazineden ve defterhâneden idare edilmekteydiler.

Sâlyâneli eyâletler ise Mısır, Habeş, Bağdad, Basra, Yemen ve Kaptanpaşa eyaletlerindeki bazı sancaklar ile Trablusgarp, Tunus ve Cezayir eyaletleri idi. Bunların mahsulâtı has, zeamet ve timara ayrılmayarak doğrudan hazine tarafından yıllık olarak beylerbeyi, sancakbeyi, asker vesairesin maaşları ayrıldıktan sonra tahsil edilirdi.

Bunlardan başka serbest mîr-i mîranlıklar ve Yurtluk-Ocaklık sancaklar da bulunup, mîr-i mîranlıklar, Osmanlı Devleti tarafından mülkiyetleri sahiplerine ait olarak kabul edilmiş olan ve buna karşılık devletin yüksek hâkimiyetini tanıyan sancaklardı. Bunlar her sene belirli bir vergi verirler ve gerektiğinde askerleriyle savaşa katılırlardı. Büyük-küçük bazı yerler ise yerli beylere sancak itibariyle verilmiş olup, bu sancaklar, boş kalınca dışarıdan kimseye verilmeyerek o sancakbeyinin oğullarına, kardeşlerine v.s.ye verilmekteydi ki bunlara Yurtluk-ocaklık sancaklar denirdi. Bu sancakbeyleri hangi eyalete tabi iseler o eyaletin beylerbeyileri ile savaşa giderlerdi.

:angry:İmtiyazlı Hükümetler

Osmanlı İmparatorluğu idarî teşkilâtında eyâlet teşkilâtı dışında kalan bir bakıma iç işlerinde serbest sayılan, ancak devletin yüksek hâkimiyetini kabul etmiş özel statülü hükümetler de bulunmaktaydı. Bunların kralları veya beyleri kendi asilzadeleri arasından Osmanlı Devleti tarafından seçilmekteydi. Bu hükümetler, gördükleri himayeye karşılık belirli miktarda vergi vermekteydiler. Ancak Kırım Hanlığı ile Mekke-i Mükerreme Emirliği bu statü dışında tutulmuştur.

Bunlardan Kırım Hanlığı Osmanlı himayesini kabul ettikten sonra iç işlerinde serbest bırakılmış, hutbelerde önce padişahın daha sonra da hanın adı okunmuştur. Buna mukabil hanlar kendi adlarına para bastırmıştır. Kırım hanları XVII. asra kadar mirzalar tarafından seçilmiş, bu dönemden itibaren ise tayin ve azilleri Osmanlı hükümetince yapılmıştır. Hükümet merkezi Bahçesaray olan Kırım Hanlığı savaş zamanında bütün kuvvetiyle orduya katılırdı.

Mekke-i Mükerreme emirliği ise Yavuz Sultan Selim'in Mısır'da bulunduğu sırada Osmanlı hâkimiyetini kabul etmiştir. Osmanlı Devleti bu emirliğin inzibat ve asayişini sağlamak üzere her sene değiştirilmek suretiyle askerî kuvvet göndermiştir. Mekke emirlerinin gerek Mısır hazinesinden ve gerekse Cidde gümrüğü gelirinden tahsisatı vardı. Mısır'dan gönderilen paraya atiyye-i hümâyûn denirdi, ayrıca surre-i hümâyûn ile de altın yollanırdı.

Bunlardan başka Rumeli'de voyvodaları Osmanlı Devleti tarafından tayin edilmek üzere iç işlerinde serbest olan, muayyen bir vergi verdikten başka savaşta Osmanlılar yanında yer alan Erdel, Eflak ve Boğdan voyvodalarıyla Raguza ve Sakız cumhuriyetleri de bu gibi imtiyazlı hükümetlerdendi.

Link to comment
Share on other sites

II — TOPRAK İDARESİ

Arazi Taksimatı

Arazi ile ilgili, İslâm hukukunda ve siyaset kitaplarında çeşitli tanımlar, türlü taksim ve tasnifler yapılmıştır. İslâm hukukuna göre arazi üç kısma ayrılmıştır. Bunlardan birincisi arz-ı öşrî veya arazi-i öşriyye, ikincisi arz-ı haracı veya arazi-i haraciyye, üçüncüsü de arz-ı taz'if veya arz-ı emiriyye yani mîriyye'dir. Toprağın bu şekilde ayrılması yeri veya ürünleri bakımından olmayıp, sahipleri bakımındandır. Nitekim toprak sahipleri bu ayrıma bağlı olarak üçe ayrılmıştır. Birinciler müslim, ikinciler zimmî, üçüncüler tagallubî, yani fetihle ele geçirilerek idare edilen toprakların sahipleridir.

Osmanlı Devleti de gelişip fethettikleri topraklar artınca, kendilerinden önceki Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Beylikler gibi toprağı taksim ve idare etmişlerdir. Bu sebeple Anadolu beyliklerinden aldıkları yerlerde nizamı aynen bırakırlarken, Rumeli'de fethettikleri toprakları devlete bağlı arazi olarak tapulamışlar, sadece kilise, manastır ve dinî vakıfları serbest bırakmışlardı. Bunun yanı sıra bazı yerleri de sahipleri üzerinde bırakarak mülk topraklar statüsüne koymuşlardır ki bu tür topraklar Mülk Timar olarak adlandırılmıştır

Osmanlı kanunnamelerinde toprak beş kısım olarak ele alınmıştır.

1-Arâzi-i Memlûke

Bu tür toprakların tasarruf hakkı bütünüyle sahiplerine ait idi. Diğer bütün malları ve eşyaları gibi miras bırakabilirler, satabilirler, hibe edebilirler, rehin bırakabilirler veya vakfedebilirlerdi.

Arazi-i memlûke toprakları dört kısma ayrılırdı:

a)Köy ve kasabalar içinde veya kenarlarında kısmen iskân bölgesi sayılan yarım dönüm büyüklüğünde bulunan yerler,

b)Aslen arazi-i emiriyyeden iken sonradan arazi-i memlûkeye dâhil olan yerler,

c)Arazi-i öşriye,

d)Arazi-i haraciyye.

Bunlardan öşrî topraklar ya fethedildiği zaman müslümanlara verilmiş veya daha önce müslümanların elinde bulunan topraklardı. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup, yaptıkları ziraate karşılık elde ettikleri ürünün onda birinden (öşrü) beşte birine kadar vergi olarak devlete vermekle yükümlü idiler. Haracî topraklar ise hristiyanların elinde mülkleri olan topraklardı. Bunlar da öşrî toprak sahipleri gibi elde ettikleri ürünün onda birinden beşte birine kadar harac-ı mukaseme adıyla öşür ve bundan ayrı olarak harac-ı muvazzafa adıyla çift akçası (arazi vergisi) vermekle mükelleftiler. Gerek müslümanlar, gerekse gayr-ı müslimlerin üşür vergilerinin onda birden beşte bire kadar değişik oranlarda alınması, doğrudan toprağın sulanmasına veya sulanmamasına, dolayısiyle verimine bağlı bir husus idi. Zira Osmanlı kanunnamelerinde bu verginin değişik sancaklarda farklı oranlarda alındığı görülüyor. Meselâ 1518 tarihli Mardin livası kanununda şehirli ve köylünün bağ, bostan ve pamuk mahsullerinden yedide bir, ziraatlarından beşte bir öşür alınacağı kaydedilmektedir

Yine Çemişkezek kanununda bu oran müslüman ve gayr-ı müslimlerin ziraatlerinden beşte bir, müslümanların pamuk, yağ ve meyvelerinden yedide bir gayr-ı müslimlerin aynı mallarından beşde bir olarak belirtilmiştir.

2-Arâzi-i Mevkûfe

Vakıf arazilerdir. Bu gibi toprakların vergileri dinî, ilmî ve sosyal müesseselere tahsis edilmişti. Vakıf reayası, arazisi hangi vakfa bağlanmışsa, öşür ve resmini o vakfın mütevellisine verir ve o da vakıfnamesi gereğince bunu gerekli yerlere sarfederdi.

3- Arâzi-i Metruke

Terkedilmiş topraklardı. Mîrî arazi içinde mütalaa edilmektedir.

4-Arâzi-i Mevat

Hiçbir işe yaramayan arazilerdir. Bu da mîrî topraklar içinde telâkki olunmaktadır.

5-Arâzi-i Emiriyye

Bu tür toprakların mülkiyeti devlete ait bulunmakta idi. Bunlar vergisinin büyüklüğüne ve hizmete göre çeşitli parçalara bölünmüştü. Bu gibi topraklar üzerinde yaşayan kişilere ait olmayıp, bunlar bir kiracı durumundaydılar. Toprak fethedildikten sonra ekilmek, boş bırakılmamak şartlarıyla eski sahipleri üzerinde bırakılmış ve yaptıkları ziraat karşılığı ödemekle mükellef tutuldukları vergilerini hazine yerine, o yerin geliri hizmet karşılığı kime bağlanmışsa ona vermişlerdir. Kendileri öldükleri zaman ise toprakları ekip-biçmek şartıyla çocuklarına bırakılmıştır. Genel olarak Rumeli toprakları mîrî topraklardan sayılmıştır.

Mîrî arazi yirmi beş kısma ayrılmıştır. Bunlardan padişaha gelir olarak ayrılana havass-ı hümâyûn denirdi. Bunlar mukataa ve iltizam (toprağın idaresini kendi adına birinin üzerine verme) suretiyle idare olunurdu. İkinci bir kısmı, derecelerine göre gelirleri vezirlere, beylerbeyilerine, sancakbeylerine v.s. büyük devlet memurlarına ait olan has ismi verilen topraklardı. Üçüncüsü, padişah kızlarına ve ailelerine bağlanmış yerlerdi ki paşmaklık olarak adlandırılmıştır. Dördüncüsü, devlet adamlarına hizmetleri dolayısıyla mülk olarak verilen topraklardır; bunlara da malikâne denmiştir. Bir kısım topraklar ise fetih esnasında bazı kumandanlara hizmetlerine mukabil verilen, ölümlerinde evlatlarına ve akrabalarına intikal eden yurtluk-ocaklık yerlerdir. Ayrıca müsellem, yörük, yaya, çingene müsellemi gibi geri hizmet erbabıyla, akıncı beyleri ve akıncıların çeribaşı olan toycalara da mîrî toprak tahsis edilirdi. Bunlardan başka saray hizmetinde ve yolların emniyeti için derbentlerde bulunanlara da bir kısım toprak verilmiştir.

Mîrî toprakların en önemli bölümü savaşlarda yararlığı görülen kişilere verilen zeamet ve timarlardır. Dirlik ismi verilen ve Osmanlı arazi teşkilâtında umumi adıyla timar olarak bilinen bu tür topraklar çoktan aza doğru üç gurup altında toplanmıştır:

a)Has

Senelik geliri yüz bin ve daha fazla olan toprağa denirdi. Kelime manası geçim yolu, geçim vasıtası demek olup, padişaha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Buna timarda ve zeamette olduğu gibi sâhib-i arz yerine padişah dirliği de denirdi. Haslar padişahtan başka hanedana mensup kişilere, sultanlara, vezirlere, beylerbeyilerine, sancakbeylerine v.s. verilirdi. Padişah ve hanedana mensup kişilere verilen haslar dışındakiler, vazifede bulundukları süre içinde kendilerine aitti. Azillerinde veya ölümleri halinde bu dirliği kaybederlerdi.

Devlet ricali içinde en fazla senelik geliri olan veziriazam hassı idi ki kanunnamede belirtildiğine göre bir milyon ikiyüzbin akça idi. Beylerbeyilere ise bir milyon ilâ birmilyonikiyüzbin akça arasında has verileceği belirtilmiştir. Bunlarda en düşük has sekizyüzbin olarak sınırlandırılmıştır. Kanunnamede, eğer defterdarlara has verilecek olursa altıyüzbin akçelik has verilmesi gerektiği yer almaktadır.

Haslar voyvoda denilen kimseler vasıtasıyla idare edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sahibine ait olup, köylü ziraat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sahibi gelirlerinin her beşbin akçası için, devlete bir cebelû adı verilen silahlı ve zırhlı bir asker beslemek zorundaydı. Nitekim XV. yüzyılda Anadolu Eyaleti’nde başta padişah hasları olmak üzere, diğer bazı devlet adamlarına ait hasların geliri toplam 41.052.010 akça idi ki, 8210 cebelu beslenmekteydi. Aynı şekilde Rum Eyaleti’ndeki haslardan da 1125 cebelu çıkmaktaydı.

b)Zeamet

Senelik geliri yirmibin akçadan yüz bin akçaya kadar olan dirliğe denirdi. Zeametler eyalet merkezlerinde bulunan hazine ve timar defterdarlarına, zeamet kethüdalarına, sancaklardaki alay beylerine, kale dizdarlarına, kapucubaşılarına, divan kâtiplerine, defterhane ve hazine-i amire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca timar sahipleri terakki (zam) alarak zeamet sahibi olabilirdi. Pek büyük bir suç işlemedikçe zeametleri alınmazdı, yani hayatta bulundukları müddetçe tasarruf ederlerdi. Zaîm adı verilen zeamet sahipleri de tıpkı haslarda olduğu gibi ilk beşbin akçası hariç sonraki her beşbin akça için bir cebelu beslemek mecburiyetindeydiler. Zeametlerin ellibin akçadan yukarı olanlarına ağır zeamet adı verilirdi.

Bir kişiye verilen zeamet o kişi öldüğü zaman yani zeamet boş kaldığı zaman, tekrar başka bir kişiye zeamet olarak verilir ve o yer bölünmezdi. Meselâ 25.000 akçalık bir zeamet yine aynı miktarda olmak üzere başkasına verilirdi. Bu tür zeametlere tezkereli zeamet adı verilirdi. Bunun dışında, aslında timarken alınan terakkilerle zeamet olan yerler, sahibi olduğu zaman başkalarına toprak geliri bölünerek timar olarak verilirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda 1520–1535 tarihleri arasında Anadolu eyaletinde 195, Rumeli eyaletinde ise 384 zeamet vardı.

Zeamet sahipleri zeametlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdahale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelûleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı anda ise kimseye bağlı olmazlar, hatta toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı.

Zeamet bazen müşterek olarak verilebilirdi. Bu tür tevcihlerde iki hususiyet göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, bazan bir köyün iki kişiye birden “ber-vech-i iştirak” yani eşit olarak verilmesi şekli idi. İkinci bir hususiyet ise bir bölgenin gelirinin taraflardan birine az diğerine daha fazla hisse kaydedilmesi şeklidir.

c)Tımar

Senelik geliri bin akçadan başlayarak 19.999 akçaya kadar olan dirliğe timar ismi verilmiştir. Kuruluş devrinde, kuvvetli bir merkeziyetçi idarenin kurulması ve bazı siyasî şartların ortaya çıkardığı Osmanlı timar sistemi, memleketin askerî gücünü olduğu gibi, iktisadî ve sosyal durumunu da doğrudan etkilemiştir. İmparatorlukta geçimlerini veya hizmetlerine mukabil masraflarını karşılamak için bir kısım asker ve memurlara çeşitli bölgelerin gelirinin tahsis edildiği timar sistemi, devletin en kudretli süvari kuvvetini meydana getirmiştir.

Osmanlı timar sistemi çeşitli kaynaklarda ve araştırmalarda belirtildiğine göre, Halifeler devri, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve daha sonra kurulan Türk beyliklerinin ikta sisteminin bir devamı şeklindedir. Buna ek olarak Bizanslılar'ın pronoia ismi verilen timar tarzındaki toprak usûlünden de alındığı iddia edilmektedir. Bununla birlikte, şurası muhakkak ki, Osmanlı Devleti daha başlangıçtan itibaren, tıpkı Anadolu Beyliklerinde olduğu gibi, yeni fethedilen yerleri bir kısım asker ve kumandanlara mülk olarak tahsis etmiştir. Bu ise zamanla timar şekline dönüşmüştür. Nitekim tımarla ilgili ilk kayda I. Murat devrinde rastlamaktayız. Kaynaklarda belirtildiğine göre Gelibolu'nun fethini müteakip (1376–1377) timar tevcihleri yapılmıştır. Daha sonraki padişahlardan gerek I. Bayezid, gerekse Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerinde de, timar tevcihleri yapıldığı görülüyor. Nitekim 1431 yılında Arnavutluk'ta mevcut 335 adet timardan yüz kadarı Saruhan'dan, Canik'den, Bolu'dan ve Engürü'den sürülüp getirilmiş Türklere verilmişti. Yine 1454'te Tasalya'da Tırhala sancağında bulunan 182 timardan 146'sı müslümanlara, 36'sı gayr-ı müslimlere tevcih edilmişti.

Timar tevcihi çeşitli usullerle kanunlarla belirlenmişti. Meselâ veziriazamlar 5.999 akçaya kadar olan timarları kimseye danışmadan verebilirdi. Ayrıca küçük timarların dağıtılmasında beylerbeyilerin yetkileri büyüktü. Belli bir miktara kadar beylerbeyiler timarlı sipahilere kendi tuğralarını taşıyan beratlarla doğrudan doğruya timar verebiliyordu. Bu tür timarlara “Tezkeresiz Timar” adı verilmekteydi. Daha büyük timarlarda ise beylerbeyiler timara hak kazanmış kişinin eline bir tezkere vererek tayinini merkeze teklif eder ve tayin beratı İstanbul'dan verilirdi. Bu tür timarlara da “Tezkereli Timar” denirdi .

Osmanlılar'da timar, hukukî ve mâlî bakımdan da kısımlara ayrılmıştır. Bunlardan padişah hasları ve vezir vakıfları, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nişancı, defterdar, divan kâtipleri, çavuşlar, çeribaşılar, subaşılar, dizdarlar gibi yüksek devlet memurlarının sahip oldukları has ve zeametler, idarî ve mâlî bir takım imtiyazlara sahip oldukları için Serbest tımarlar olarak adlandırılmıştır. Bu tür timarlarda rusûm-ı serbestiye denilen niyabet ve bâd-ı hevâ gibi örfî vergiler tamamıyla timar sahibine bırakılmıştır. Buna karşılık benzeri vergileri bağlı bulundukları sancakbeyi ve subaşısı ile paylaşmak durumunda kalan timarlar Serbest olmayan timarlar olarak telâkki edilmiştir. Bunlar bulundukları sancağın özelliğine göre bâd-ı hevâ türünden cürm ü cinayet, gerdek, otlak ve kışlak resimleri ile tapu bedeli gibi vergileri sancakbeyi veya subaşı ile paylaşırlardı.

Timarlar verildikleri kişilerin hizmetlerine göre de isimlendirilmişlerdir. Bunlardan birincisi Hizmet tımarı adıyla anılan ve bazı camilerin imamet ve hitabetleriyle saray hizmetlilerinde bulunanlara mahsustu. Bu tür timarlar bazı araştırmacılar tarafından “Sivil Timar” olarak da vasıflandırılmıştır. Nitekim bunlar içerisinde Asesbaşı, mirahur, muhtesib, kadı, imam, hatip gibi askerî olmayan kimseler yer almaktaydı. İkinci gurup timar Müstahfız tımarı denen ve mensup oldukları kaleyi korumaları karşılığı kendilerine tahsis edilen timara denirdi. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür timarlar kale komutanlarına ve kalede görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi. Üçüncü tür timar ise Eşkinci tımarı olup, en fazla timar bu türdendi. Timarlı sipahi olarak adlandırılan timar sahipleri, alaybeylerinin kumandası altında sefere giderlerdi.

Timar sahihlerine Osmanlı tarih terminolojisinde Sâhib-i Arz adı verilmekteydi. Sâhib-i arz öldüğü veya timarı herhangi bir sebeple boş kaldığı takdirde, timarı bir başkasına veya eli silah tutabilecek oğlu varsa ona verilirdi. Timar sahibi kendisine verilen yeri herhangi bir sebeple hiç kimseye bırakamazdı. Bu hususta kanunnamelere kesin hükümler konmuştur.

Herhangi bir sebeple toprağını terk eden köylü, timar sahibi tarafından yakalanır ve eski yerine yerleştirilirdi. Bu husus iskân kanununda kesin şekilde hükme bağlanmıştır. Sipahi yerini terk eden reayadan on yılı geçirmemiş olanlarını yerleştikleri yerden kaldırarak eski yerlerine iskân ederdi. Buna karşılık arazilerini boş bıraktıkları için kendilerinden Çiftbozan (Çiftini bozmak) ismiyle bir vergi alırdı. Buna benzer olmak üzere, büyük bir ihtimalle daha önce de var olduğu tahmin edilen Kanunî dönemine ait Niğbolu kanunnamesinde, başka bir timar toprağına giden reâyânın gittiği timar sahibi tarafından eski yerine bildirilmesi, bildirmediği takdirde azledileceği hususu yer almaktadır. Bununla beraber sipahi ile köylü arasındaki münasebetler sadece sipahi lehine değildi, ancak kanunlar çerçevesinde hareket edebilirlerdi. Meselâ Bozok kanunnâmesi'nde haksız yere sipahiye el kaldıran raiyyetden on altın alınması, buna karşılık raiyyeti inciten sipahi dövülürse reayadan ceza alınmaması ve bir sipahinin emir almadan köylüden ulak beygiri isteyerek davar boğazlatması sonucu dövülmesi halinde dövenin suçlu sayılmaması gibi hükümlerin yer alması, aradaki ilişkileri göstermektedir.

Timar sahipleri kendilerine tahsis edilen timarın gelirine göre savaşa asker ******ürürlerdi. Hasıllarının ilk üçbin akçası Kılıç tabir olunur ve bu miktar kendilerinin ihtiyaçlarına ayrılırdı. Bundan sonraki her üçbin akça için ise bir cebelü beslerlerdi. Meselâ, 9000 akçalık geliri olan bir timar sahibi ilk 3000 akçayı kendisi için ayırır, kalan 5000 akça için iki cebelüyü savaşa ******ürürdü. Bir savaş esnasında o memleketteki bütün eşkinci, zuemâ ve erbâb-ı timarı bağlı oldukları seraskerin maiyetine girerek savaş katılırlardı. Ancak işleri yürütmek ve bölgeyi korumak için onda biri yerlerinde kalırdı.

Timar sistemi devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bozulmaya başlamış ve eski hüviyetini yitirmiştir. Zira timar dağıtımında uyulması gereken nizam ve kanunların aksine timar ehli kişilere verilmeyerek, rüşvetle askerlikle ilgisi olmayan haksız kimselere verilmiş, bu durum teşkilâtın bozulmasına yol açmıştır. Nitekim XVII. yüzyılın başlarında, 22 sancaktan meydana gelen Rumeli Eyâleti'nde cebelüleriyle beraber 33.000 timarlı sipahi çıkarılırken, bu sayı ikibinin altına düşmüş, aynı şekilde 18.700 askeri bulunan Anadolu Eyâleti'nde de timarlı sipahi adedi bine inmiştir. Keza Kitâb-ı Müstetâb'da ikiyüzbin olan timarlı sipahi sayısının onda bire indiği belirtilmektedir. Bu sebeple Koçi Bey başta olmak üzere pek çok Osmanlı müellifi eser ve risalelerinde timar teşkilâtının bozulma nedenlerini açıklarlarken, ıslahı için de çeşitli yollar teklif etmişlerdir. Meselâ bunlardan müellifi bilinmeyen bir eser olan Kitâb-ı Müstetâb'da teşkilâtın, devlet ileri gelenlerinin kanunlar hilâfına rüşvetle timar sahiplerini rastgele tayin etmeleri ve timarlarını ellerinden almaları sebebiyle bozulduğunu ve bu bozulmanın III. Murad devrinde başladığı bildirilmektedir. Koçi Bey de, eski usûl ve nizamların terk edilerek, dirliklerin nüfuzlu devlet adamlarının hizmetkâr ve köleleri ile iş adamlarının eline geçtiğini, rüşvetin bu hususta büyük rol oynadığını yazmaktadır. Timarın bu şekilde bozulması ve eski fonksiyonunu kaybetmesi, devletin her fırsatta timar gelirini hazineye aktarmasına yol açmıştır. Buna rağmen I. Abdülhamit ve III. Selim zamanında yapılan bazı ıslah teşebbüslerinin yetersiz kalması dolayısiyle bu teşkilât, 1844 yılından itibaren zaptiye (jandarma) ve başka hizmetlerde kullanılmak suretiyle eski fonksiyonunu kaybetmiş ve sessiz sedasız yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.

Link to comment
Share on other sites

OSMANLI CEMİYETİ VE HUKUK

A) OSMANLI CEMİYETİ

Osmanlı Devleti'nde cemiyet iki ana gurup altında ele alınabilir. Bunlardan birincisi Askerî adı altında toplanan ve görevleri icabı vergilerden muaf olan kısım; ikincisi ise şehirliler, köylüler ve göçebe aşiretlerin meydana getirdiği Reâyâ denilen vergi mükellefi guruptu. Bunlara aslında reayadan olup, padişah beratıyla bir kısım vergilerden muaf tutulan ve askerî ile raiyyet arasında muaf ve müsellem reâyâ adıyla anılan bir bakıma serbest bir zümreyi de eklemek gerekir. Osmanlı toplumundaki bu sınıflaşma tâbi oldukları görevleri dolayısıyla olup, bütün kanun ve nizamlar, sınıfların hukukî yapısına paralel bir biçimde ele alınmıştır. Osmanlı toplumu Avrupa'dan farklı olarak sınıflar arasında aşılmaz duvarlarla birbirinden ayrılmamış, padişah beratiyle askerî sınıftan bir kişi reayaya dâhil olurken, reayadan herhangi bir kimse de beratla askerî statüsü kazanmıştır.

a)Askerî Sınıf

Osmanlı Devleti'nde idarî sisteme bağlı olarak bugünkü manada hem askerlik hizmeti yapanlar; hem de memur statüsünde bulunanlar bu sınıfı teşkil etmekteydiler. Bunlardan gerçek anlamda askerlik hizmeti yapanlar, bu hizmetleri karşılığı, devletten yıllık olarak bir yerin veya köyün gelirini kendileri adına toplama yetkisini almışlardı. Bu türden ücret alanlar dirlik (yaygın deyimiyle timar) erbabı olarak bilinen tımarlı sipahiler, sancakbeyleri, beylerbeyileri, vezirler ve Enderun ağaları gibi yüksek devlet memurlarıydı. Osmanlı tarih terminolojisinde Ümera adı verilen dirlik erbabı, ancak vazifede bulundukları süre içinde askerî sıfatınıı taşırlardı. İş hayatına girmeleriyle bu sıfatları kalkar ve raiyyet sınıfına dâhil olurlardı.

Memur sınıfı ise, hizmetleri karşılığı devlet hazinesinden gündelik alanlarla, yine hazineden veya vakıflardan gündelik alanlar olmak üzere iki kısımda mütalâa edilmiştir. Bunlardan birinciler “Ulufe” adıyla gündelik alırlardı ki, Kapıkulu askerleri, Enderun hizmetlileri, kale koruyucuları, subaşılar, asesbaşılar ve benzeri görevliler (Ulufe erbabı) bu sınıf içinde telâkki olunmakta idi. İkinci guruba dahil olanlar ise kadılar, müderrisler, medrese talebeleri ve mezunları ile bunların yanında çalışanlar ve akrabaları olup, ilmiye ismi altında vergilerden muaf tutulmaktaydılar. Bunlar, vazife veya cihet adı altında aldıkları ücretin özelliği dolayısiyle ehl-i cihet olarak da isimlendirilmişlerdir.

b)Reâyâ

Vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçer tabir edilen göçebe aşiretler bu guruba dâhil idiler. Reâyâ olarak sınıflandırılmalarına rağmen bu gurupların iktisadî bakımdan birbirinden farklı yapı ve özelliklere sahip olmaları, her birini ayrı ayrı ele almayı gerektirmektedir.

1-Şehirliler

Osmanlılar'da reâyâ Raiyyet rüsumu adı verilen çift resmi, bennâk, mücerred resimleri, Hıristiyan unsurlardan alınan ispençe, zaman zaman devletin olağanüstü bir durum karşısında yüklediği avârız-ı divaniyye ve öşür gibi vergileri vermek durumundaydı. Buna karşılık Osmanlı şehir ve kasabalarında yaşayan halk, ziraatle meşgul olmadıkları ve şehirlerin büyük bir iktisadî ve sosyal birliğin merkezi olması dolayısıyla, devlet tarafından daha farklı biçimde vergilendirilmiştir. Şehir ahalisi genellikle ticaret, endüstri ve benzeri işler yapan, geçimini ve kazancını bu gibi işlerden sağlayan kimselerden teşekkül etmekteydi. Genelde esnaf olarak adlandırılan bu gibiler, devlet ekonomisine, pazarlarda sattıkları mallar dolayısiyle verdikleri vergilerle katkıda bulunmuşlar, buna bağlı olarak da meydana getirdikleri teşkilâtlar sayesinde idarede söz sahibi olmuşlardır. Özellikle şehirlerdeki esnaf teşkilâtları tarafından mal standardının temini ve tüketiciyi koruma düşüncesi, iktisadî hayatın canlanmasına ve toplum düzenin teminine yardımcı olmuştur.

Osmanlılarda şehirlilerin teşekkülü ve gelişmesi, bir kısım sosyal tesislerin inşası ile yakından alâkalı görülmektedir. Nitekim şehirlerde tesis edilen imaretler, ihtiyaç sahibi her inanç ve milletten kimselerin buralara akın etmesine yol açmıştır. İmaretlerin yanı sıra dinî eserler (cami, mescit, tekke, türbe, zaviye), medrese, han, hamam, hastane, çarşı, fırın, boyahane, salhane, suyolları ve kanalizasyon gibi bir şehrin teşekkülünde rol oynayacak tesislerin yapılmasıyla bu akın artmıştır. Ayrıca şehirlerin, dağ ve ova köylerinin arasında bir pazar ve değişim noktası olması özelliği de bu hususta tesirli olmuştur.

XV. yüzyıl sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında bazı Osmanlı şehirlerinin nüfuslarına gelince: Haleb'in 1519'da yaklaşık 56.000, Selânik'in 1478'de 9.500, Kayseri'nin 1500'de 9.300, Tokat'ın 1455'de 14.400, Sivas'ın 1455'de 2.800, Serez'in 1465'de 4.900 idi.

Osmanlı şehirleri, varlıklarını ve gelişmelerini kuruluş yerlerinin iyi seçilmiş olmasına borçlu idiler. Özellikle yol üzerinde ve ticaret sahalarına (pazar yerleri, iskeleler) yakın alanlarda kurulması nüfuslarının artmasına sebep olmuştur.

2-Köylüler

Şehir halkından ayrı olarak diğer bir üretici sınıf da köylüler yani çiftçilerdi. İmparatorluğun ekonomik yapısı ziraata dayandığından, bu işle meşgul köylülerin devlet açısından ne kadar önemli olduğu aşikârdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemindeki genel yapısı, Osmanlı toplumunun diğer bir unsuru olan konar-göçerleri ziraat sahalarında (mezra) küçük çapta tarımla uğraşmaya zorlarken, bir yandan da onların köyler kurarak yerleşik vaziyete geçmelerine zemin hazırlamıştır. Zira Rumeli'de fütuhatın genişlemesiyle, Anadolu'da büyük bir nüfus potansiyeline sahip konar-göçerler, devlet tarafından güvenlik açısından yeni fethedilen yerlere nakledilmişler ve buralarda köyler tesis ederek yerleşik hale geçmişlerdir. Anadolu'da ise daha Anadolu Selçukları zamanından itibaren köyler teşkil edildiği görülüyor. Beylikler döneminde de toprak Selçuklularda olduğu gibi timar, vakıf, mülk, yurt olarak ayrılmış, bu topraklar üzerinde ziraat yapan köylüler, elde ettikleri mahsulün vergisini vermek suretiyle mükellefiyetlerini yerine getirmişlerdir. Osmanlılar, Anadolu Beyliklerinden aldıkları topraklar üzerinde geçerli olan bu nizamı ilk zamanlarda değiştirmeyerek, olduğu gibi kabul etmişlerdi. Nitekim Osmanlılar'in XVI. yüzyıl başlarında ele geçirdikleri Güneydoğu Anadolu ile Çukurova'da, eskiden beri devam eden kanunları birkaç istisnasiyle aynen aldıkları görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı reayası da bu devlet ve beyliklerde olduğu gibi fetihten sonra devlete ait sayılan topraklar üzerinde ziraat yapmak ve buna karşılık elde ettiği ürünün öşrünü vermekle mükellefti. Ancak köylü, ektiği toprağın, diktiği meyveli ağacın, bağın ve kovanın öşür ve resmini doğrudan doğruya devlet hazinesine vermeyerek, devletin bir hizmet mukabili bu toprakları terk ettiği sâhib-i arza veya vakıf ise vakfa, birine temlik edilmişse o mülk sahibine vermek durumundaydı. Bununla birlikte şurası da belirtilmelidir ki, Osmanlı idaresi, bir müddet geçtikten sonra önceden var olan hükümleri, bazı ihtilâfa ve hoşnutsuzluğa sebebiyet verdiği için kendi kanunlarına göre tadil ederek bu gibi yerlerde Osmanlı kanunlarını geçerli hale getirmiştir. Nitekim Sis (= Kozan)'in Osmanlı topraklarına katılmasından sonra yapılan 1519 tarihli ilk tahririnde Memlûk kanunları aynen bırakılırken, bundan yaklaşık beş yıl sonra yapılan (1523–1524) tahrirde Memluk ve Osmanlı kanunlarının birlikte geçerli kılındığı, 1536–1537 yılına ait tahrirde yer alan kanunnâmede ise tamamen Osmanlı kanunlarının câri olduğu görülüyor. Keza yine 1519 tarihli Behisni (= Besni) kanunnamesindeki kayıttan, reayanın, sancaklarında Osmanlı kanunlarının geçerli olmasını istedikleri ve devletin bunu kabul ettiği anlaşılmaktadır.

Osmanlı Devleti'nde Müslüman reayadan tekâlif-i örfiyyeden olarak bir çiftlik yere (Bir çiftlik yer arazinin verimine ve sancağına göre değişmekteydi. Meselâ Aydın Sancağı'nda verimli ve sulak arazide altmış dönüm, orta halli arazide seksen dönüm ve az verimli arazide yüzotuz ilâ yüzelli dönüm bir çiftlik sayılmaktaydı. Karaman'da bu miktar iyi yerden altmış, orta yerden seksen veya doksan, verimsiz olduğu takdirde de yüz veya yüz yirmi dönüm bir çiftlik yer olarak kabul edilmişti. Diyarbekir'de ise iyi yerde seksen, orta yerde yüz ve verimsiz yerde yüzelli dönüm bir çiftlik itibar olunmuştur. Osmanlı dönümü normal adımla kırk adım kareden meydana gelmekteydi) olduğundan şer'î vergilerden telâkki edilmektedir. Bir çiftlikten az yeri olup, yarım çift(nîm çift) yere ziraat yapan reayadan ise çift resminin yarısı alınırdı. Eğer sipahi çiftliğin fazla olduğundan şüphelenir ve yerin hakiki yüzölçümünü bilmek isterse ölçer ve fazlası için dönümüne dönüm resmi adı altında muayyen bir vergi alırdı. Defterde çiftlik olarak kayıtlı bir toprak sahipsiz kalırsa, çeşitli kişiler arasında bölünebilirdi. Bu takdirde bu çiftliğin eski haline getirilmesine ve vergilerini ödemeğe istekli bir köylü çıkarsa, kadı kanalıyla bu çiftliğe ait arazi kimin elinde olursa olsun alınır ve o kişiye verilebilirdi. Bir çiftlik en çok nîm çift olarak bölünebilirdi. Bununla birlikte tahrir esnasında (Tahrîr Defterleri Osmanlı idarî teşkilâtının en önemli birimlerinden olan sancaklarda, vergi veren-vermeyen, hâne veya bekâr, dul veya evli, sakat, âmâ, yaşlı her türlü insanın kaydedildiği vergi defterleridir. Bunlarda ayrıca meslekler, mahalle, köy, mezra ve meralar, üretilen ürünler ve buna karşılık ödenen vergiler, sahip olunan hayvanlar, cami, han, hamam, çarşı, zaviye, tekke manastır, kilise ve kervansaraylar, vergi mükellefi ve vergiden muaf tutulanlar, askerî guruplar v.s. yer alırdı.) deftere çift olarak kaydedilmeyenler, sonradan bir çiftlik yere sahip oldukları takdirde çift resmi ödemekle mükelleftiler. Bu kişilerin bennâk, mücerred, dul veya askerî sınıftan olması, hatta sakat ve hastalık gibi özrü bulunması bu hükmü değiştirmezdi. Zira kanunnamede belirtildiği üzere “Resm-i çift arza bağlanmıştım prensibi geçerli idi.”. Verginin tahsil zamanı ise XV. asırda harmandan sonra, XVI. asırdan itibaren ise genellikle Mart ayı olarak kabul edilmiştir. Toprağını ekmeyerek boş bırakan veya başka bir sipahinin toprağına giderek ziraat yapan köylü sipahisine Çift-bozan resmi adı altında bir vergi vermek durumundaydı. Bu vergi, devleri o yılki oradan alacağı öşürden mahrum bırakma karşılığı, tazminat olarak alınırdı ki 75 akça idi.

Reayanın yetişkin bekâr oğlanları mücerret olarak isimlendirilip, ziraat edecek herhangi bir yere sahip olmadıkları takdirde mücerred resmi adı altında 6 akça vergi verirlerdi; bazı bölgelerde ise vergiden muaf tutulurlardı. Mücerred evlenince bennâk adı altında vergi mükellefi olurdu. Bunların ziraat için hiç yerleri olmaz veya yarım çiftlikten daha az yerleri bulunurdu. Kanunnâmelerde, defterde mücerred kaydedilen kimselerin evlendikleri veya bir iş sahibi oldukları anda bennâk resmi vermekle mükellef oldukları yer almaktadır.

Bennâkler, ekinlü (= çiftlü) bennâk ve caba bennâk olarak iki kısma ayrılırdı. Yarım çiftten az yeri olana ekinli bennâk, çifti ve hiç yeri olmayana caba bennâk denirdi. Birincilerden 12 akça, ikincilerden ise 9 akça vergi alınırdı. Caba bennâkler, tapu ile tasarruf edecekleri yerleri olmadığı için mücerretler gibi başkalarının topraklarında işçi olarak çalışabilirlerdi. Ayrıca bağlı bulundukları sipahiden tapusuz, yani bir nevi kiralık toprak alarak işleyebilirler ve bunun için dönüm resmi öderlerdi.

Bennâkler, ekinli olsun caba olsun tahrir esnasında deftere yazılırlar, yani bir sipahiye raiyyet kaydolunurlardı. Bunlar çift sahibi kimselerin aksine başka bir sipahinin toprağına gidip çalışabilirler, ancak raiyyet resmini yazıldıkları sipahiye öderlerdi. Bu takdirde bennâk sipahiye hem işlediği arazinin vergisini, hem de bennâk resmini vermek durumundaydı.

Reâyâ bu vergiler haricinde duruma ve şartlara göre duhan resmi adı altında bir vergi daha öderdi ki, umumiyetle bir sipahinin arazisine geçici bir zaman için gelen, yerleşen fakat ziraat yapmayanlara mahsustu.

3-Konar-göçerler

Aslında reayadan sayılan, fakat hayat tarzları bakımından şehirli ve köylülerden ayrılan konar-göçerler, dolayısıyla yerleşik halkın vermekle mükellef tutuldukları vergileri vermez, buna karşılık kendilerine mahsus bir nizam içinde telâkki olunurlardı.

Kuruluş devrinde bir iskân unsuru olarak yeni fethedilen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılan konar-göçerler, yerleşik halka nazaran daha disiplinli ve daha savaşçı bir yapıya sahip idiler. Bununla beraber 1357'den itibaren Rumeli'ye geçirilip, I. Bayezid döneminde gittikçe artan bir şekilde devam eden bu nakiller, Rumeli'de önemli miktarda yerleşik bir Türk nüfusu meydana getirmiştir. Nitekim Fatih devrinde yapılmış tahrir defterlerinden Rumeli'ye sevk edilmiş bu aşiretlerin çoktan yerleşmiş ve toprağa bağlanarak köyler kurmuş oldukları anlaşılmaktadır. Öte yandan Anadolu'da da daha Selçuklu Devleti zamanından başlayarak beylikler zamanında da devam eden bir konar-göçer yerleşmesi olduğu kaynaklarda belirtiliyor. Bu durum Osmanlı Devleti tarafından da sürdürülmüştür. Nitekim son yapılan araştırmalarda tahrîr defterlerine göre 24 Oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğu görülmektedir. Bunlardan Kayı ismini taşıyan 94, Afşar 86, Kınık 81, Eymir 71, Karkın 62, Bayındır 52, Salur 51, Yüreğir 44, Çepni 43, İğdır 43, Bayat 42, Alayuntlu 29, Kızık 28, Yazır 24, Dodurga 24, Begdili 23, Büğdüz 22, Çavuldur 21, Yıva 19, Döger 19, Karaevli 8 ve Peçenek 4 aded idi. Bunun yanı sıra cemaat kethüdalarının ismini taşıyan oldukça önemli sayılara ulaşan bir köy topluluğunun da var olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Osmanlılar'da ilk kanun metinlerinde yörük veya konar-göçerlerden bahsedilmezken, XV. yüzyıla ait olanlarında onlarla ilgili bazı hükümlere rastlanmaktadır. Kanunî devrinde ise yörük nizamlarını, idarî ve malî mükellefiyetlerini ortaya koyan mufassal yörük kanunnâmeleri ortaya çıkmıştır. Anadolu'da yörük kelimesi ile etnik bir mefhum ifade edilirken, Rumeli'de ordu hizmetinde kullanılan askerî bir teşkilât düşünülmüştür. Yörükler'in Rumeli'de yerleşme ve yayılışlarından bahseden 1456–1467 yıllarına ait Dimetoka, Gümülcine, Firecik, İpsala, Keşan ve Yanbolu havalisine ait emlâk, evkaf ve timarları ihtiva eden tahrîr defterleri bu hususta daha aydınlatıcı olmuştur. XIV. asrın ortalarından itibaren Rumeli'de batı ve kuzey yönlerinde yayılan yörükler, gittikleri yerlerde bir timar, has veya evkaf toprağında raiyyet olarak mükellefiyet altına girmişler veya yağcı, küreci v.s. gibi teşekküllere katılarak ayrı bir hukukî nizama dâhil olmuşlardır. Önceleri cemaat reislerinin isimleriyle anılırlarken, sonradan kesif olarak bulundukları yerlere göre Selanik, Vize, Ofçabolu yörükleri v.s. gibi adlandırılmışlardır.

Konar-göçerler kendi aralarında il veya ulus adı altında gruplandırılmışlardır. Bu da kendi arasında boy, aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Her boyun başında da Bey (Boybeyi) ismi verilen ve boyun idarî işlerini yürüten bir kişi bulunurdu. Konar-göçerler yaşayış tarzlarının bir gereği olarak yaylak-kışlak hareketine bağlı idiler. Onların bu hayat tarzı biraz da hayvanlarına otlak bulmak düşüncesinden doğmuştur. Bununla beraber kısmî de olsa küçük çapta ziraatla meşgul oldukları da görülmektedir. Nitekim bu yüzden, raiyyet oldukları halde yerleşik olanlarla aralarında bazı hukukî ve iktisadî farkların ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Kanunnâmelere göre konar-göçerler, hayat tarzları sebebiyle kimseye raiyyet kaydedilmemiş olup, mükellefleri bennâk, mücerred ve kendi kendine yeten haneden ibarettir. Bunun haricinde konar-göçerlerden alınan ve kanunnâmelerde resm-i meraı, bazılarında resm-i ağnam ve resm-i ganem olarak geçen koyun resmi yerliden, yörükten, eşkinciden ve yüzdeciden olmak üzere birkaç çeşittir. Meselâ 1487 tarihli Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi'nde “yürükde ve yerlide resm-i ganem iki koyuna bir akçedir” hükmüyle tespit edilmiştir. Ağnam resminin hesaplanmasında kuzulu koyun kuzusuyla, oğlaklı keçi oğlağıyla beraber sayılırdı. Koyunların sayısı 300 olduğu zaman bir sürü tabir olunur ve 5 akça ağıl resmi alınırdı. Buna karşılık XVI. asırda sürülerin bir tımar sahibinin toprağında otlatılması karşılığı alınan yaylak ve kışlak resimleri, ilk devirlerde alınmamaktaydı. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde bu husus, “Koyunlu yerlü ve yürük yayla ve kışla hakkın virmeye” şeklinde tespit edilmiştir.

Konar-göçerlerden bu vergilerden başka resm-i arus (Gerdek resmi) , yave akçası(Sahipsiz tutulan hayvanlara karşılık alınan bir vergi olup “Kaçkun” da tabir edilirdi.) ve bâd-ı hevâ(Bir kimsenin mal ve mülküne, davarına zarar veren kimseden alınan vergidir.) gibi vergi ve rüsumlar da vardı. Bunun dışında savaş malzemesi üreten bazı oymaklar ise, vergileri yerine imal ettikleri ok ve yay gibi silahları devlete vermek gibi bir mükellefiyete sahiptiler.

Konar-göçer ahali bir sipahiden toprak alarak ziraat yaparsa, diğer reâyâ gibi öşür ve sâlârlık (ağalık, kumandanlık) verdikten başka resm-i boyunduruk adı altında 12 akça resim verirdi. Bununla birlikte konar-göçerlerin asıl meşguliyetleri hayvancılık idi. Bu sebeple imparatorluğun et, süt, yağ, peynir, deri gibi ihtiyacını karşılamakta ve yerleşik halkla ekonomik bir bütünlük sağlamakta idiler.

4- Muaf ve Müsellem Reâyâ

Bu grub içerisinde yayalar, yürükler, müsellemler, Cerahorlar, Canbaz ve Tatarlar yer almakta idi. Bunlardan yayalar ve müsellemler Osmanlı Devleti'nin ilk muntazam askerlerini meydana getirmekte olup, yeniçeri ocağının teşkilinden sonra yavaş yavaş geri hizmete alınmışlardır. Yayalar Anadolu eyaletinin çeşitli sancaklarında bulunup, her ocağın bir yayabeyi vardı. Bunlar savaş zamanlarında yol açmak, hendek veya siper kazmak, top çekmek, gülle ve ağırlık nakletmek, askere zahire taşımak gibi hizmetlerde bulunurlardı. Barış zamanlarında ise ihtiyaca göre kale tamiri, madende çalışma, tersane hizmeti gibi işlerde kullanılırlardı. Rumeli'de aynı hizmeti görenlere yörük denirdi.

Yörükler, Tanrıdağı yörükleri, Kocacık yörükleri, Vize yörükleri, Naldöken yörükleri ve Ofcabolu yörükleri gibi bulundukları yerin ismiyle anılırlardı. Savaş Anadolu'da ise yayalar, Avrupa tarafında ise yörükler sefere giderlerdi. Yayalarla yörüklerin sefere giden nöbetlilerine ellişer akça harçlık verilirdi ki, bunlara ellici denirdi.

Müsellemler ise savaş sırasında ordudan bir-iki gün öncesinden ileri gönderilerek yol, köprü ve ormanlıkları açarlardı.

Sınır boylarındaki ahaliden teşkil edilen ve yol açmak, kale yapmak, ordunun geçmesine engel teşkil eden ormanlıkları kesmek, bataklıkları temizlemek, siper kazmak, ordu ağırlıklarını nakletmek gibi işler yapan Cerahorlar da geri hizmet erbabı olarak yer almaktaydı.

Bunlar gibi aynı gaye ile kullanılan Canbaz ve Tatarlar ise ordunun geri hizmetinde çalışan amele grubundandı. Yaptıkları hizmete mukabil avarız vergisinden muaf tutulmuşlardı.

Link to comment
Share on other sites

  • 4 hafta sonra ...

OSMANLI HUKUKUNUN GENEL YAPISI

A) OSMANLI HUKUKUNUN ŞER'Î VE ÖRFÎ KARAKTERİ

Osmanlı hukukuyla ilgilenen araştırıcılar arasında en fazla tartışılan konuların başında bu hukukun genel yapısı ve şer’i örfî karakteri gelir. Bu konuda Osmanlı hukukunun tam anlamıyla İslâm hukukunun bir uygulaması olduğundan tutun da İslâm hukukundan çok sınırlı ölçüde istifade etmiş tamamen orijinal ve farklı bir hukuk teşkil ettiğine kadar birbirinden çok farklı iddialar ileri sürülmüştür. Araştırıcılar tarafından bu kadar farklı sonuçlara varılmış olması mevcut tarihî ve hukukî belgelerin farklı bilgiler vermesinden ziyade bunların farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Şurası bir gerçek ki Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla birlikte yeni ve orijinal bir hukuk sistemi başlamış değildir. Bu devleti kuranlar birçok şeyin yanı sıra o zamana kadar Türk ve İslâm devletlerinde işlemekte olan ve büyük ölçüde müştereklik arz eden bir hukukî yapıyı da tevarüs etmişlerdi. Ancak Osmanlıların almış oldukları bu hukukî mirası hiç değişikliğe uğratmadan uyguladıklarını düşünmek mümkün değildir. Altı asırlık bir süreç içinde ihtiyaç duyuldukça bu hukukî yapıda gerekli değişiklikler ve ilâveler yapılmıştır. Bu değişikliklerin sonrasında bile Osmanlı hukukuyla daha önce tarih sahnesinde yer alan veya çağdaşı olan İslâm ve Türk devletlerinin hukukları arasında büyük ölçüde bir paralellik daima var olmuştur. O halde Osmanlı hukuku denince İslâm hukuku, Roma hukuku, Anglosakson hukuku gibi bütün esasları ve kurumlarıyla kendine has bir hukuk anlaşılmamalıdır. Diğer İslâm ve Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti'nde de hukuk esas itibariyle İslâm hukukundan oluşmaktadır. Bu, İslâm dininin sadece bir inanç ve ibadet esaslarından oluşmayıp hukuku da içine almak üzere hayatın bütün yönlerini düzenleyen bir sistem olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple İslâmiyet'i kabul eden milletler bu kabulün bir gereği olarak İslâm hukukunu da benimsemişlerdir. Bu dinî ve hukukî realite Osmanlılar için de geçerlidir. Ancak Osmanlılar İslâm hukukunu uygularken zamanın gerektiği düzenlemeleri ve ilâveleri yapmaktan geri durmamışlardır.

Bunu yaparken İslâm hukukunun devlet başkanına tanıdığı geniş takdir ve düzenleme yetkisinden yararlanmışlardır. Osmanlı padişahlarının münferit ferman ve kanunlarıyla yapılan bu düzenlemeler zaman içerisinde önemli bir yekûna ulaşınca oluş biçimine bakılarak kendi içinde bir bütün olarak değerlendirilmiş ve ayrı bir isimle anılmaya başlanmıştır. Klasik fıkıh kitapları içinde yer alan ve geçmiş dönemlerde devletin müdahalesinden bağımsız olarak oluşan hukuka şer’i hukuk, padişahların emir ve fermanlarıyla oluşan hukuka da örfi hukuk adı verilmiştir. İşte Osmanlı hukuku esas itibariyle şer’i hukuk ile bunun yanında zaman içerisinde oluşan örfî hukuktan ibarettir.

Tarihî kaynaklarda örfî hukuk terimine İlk defa Fatih döneminde rastlanmaktadır. Bu dönemin tarihçisi Tursun Bey şer’i hukukun yanı sıra örfî hukukun varlığından da söz etmektedir. Aynı döneme ait başka kaynaklarda da bu ayırımdan bahsedilir. XV. asırda Osmanlı idaresindeki Mısır'da yaşamış olan bir haham Osmanlılarda şer'î ve örfî olmak üzere iki çeşit hukuk sisteminin var olduğunu belirtmektedir. İlk örfî verginin bir pazar vergisi (bâc) olarak Osman Gazi zamanında konulduğu göz önüne alınırsa örfî hukukun devletin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmaya başladığını söylemek yanlış olmaz.

Örfî hukukun sadece Osmanlı Devletine has olmayıp diğer İslâm devletlerinde de mevcut olduğu ve ortaya çıkışının çok daha öncelere gittiği anlaşılmaktadır. XIV. yüzyılda yazıldığı anlaşılan bir İlhanlı fermanı suçluların ber vech-i şeriat ve yasa cezalandırılmalarından söz etmektedir. Yine Bağdat Mercâniye Medresesi'ndeki 758 (1357) tarihli bir kitabede yer alan "Dîvân li-fasli'1-kadâya'ş-şer'iyye ve'1-yarguciyye" ifadesi şer'î ve örfî davaların görüldüğü bir mahkemenin varlığını haber vermektedir. Yargu Moğolca'da "hüküm ve yasa(yasağ)", yargucu da bunu uygulayan kimsedir. Aynı şekilde Memlükler'de, İran'da ve Hindistan'daki İslâm devletlerinde farklı isimler taşısa da bir örfî hukukun varlığı bilinmektedir. Muhtemelen Osmanlılarda örfi hukuku doğuran sebepler diğer İslâm devletlerinde de şekil ve muhtevaları farklı bile olsa benzer düzenlemeleri gerekli kılmıştır.

Tursun Bey şer'î hukuku anlattıktan sonra örfî hukuku "Yani bu tedbir ol mertebe olmazsa belki mücerred tavr-ı akl üzere nizâm-ı âlem-i zahir için meselâ tavr-ı Cengiz Han gibi olursa sebebine izafe ederler siyâset-i sultanî ve yasâğ-ı pâdişâhî derler ki örfümüzce ona örf derler" diye tarif etmektedir. Bu tarif ışığında örfî hukuku şer'î hukukun yanı sıra padişah irade ve fermanlarıyla oluşan hukuk diye tanımlayabiliriz. Buna "örf-i pâdişâhî", "örf-i münîf-i sultanî" de denmektedir. Mahkeme kayıtlarından ibaret olan sakkın da bu ikili ayırıma parelel olarak şer'î ve kanunî(adî) sak diye ayrıldığı görülmektedir. Aynı ayırım tekâlîf-i şer'iyye tekâlîf-i örfîyye ve rüsûm-ı örfiyye şeklinde Osmanlı vergi hukukunda da vardır.

Örfi hukuk denince ilk bakışta isminin hatıra getirdiği gibi bir örf ve âdet hukuku anlaşılmamalıdır. Gerçi örfî hukuk normları konurken en azından hukukun belli alanları bakımından yerleşmiş örf ve âdetlerin, hukukî teamüllerin dikkate alındığı olmuştur. Osmanlılar fethettikleri ülkelerin hukukî yapılarını birden bire değiştirip yerleşik halkı tamamen yabancısı oldukları bir hukuk sistemiyle baş başa bırakmak yerine, mevcut hukukî örf ve âdetleri belli süre içinde yürürlükte bırakıp zaman içerisinde Osmanlı hukukuyla bütünleştirmeyi hukuk realitesi açısından daha elverişli görmüşlerdir. Ancak bütün bu hukukî esasları mahkemelerde mecburen uygulanan normlar haline getiren bunların örf ve âdete dayanmış olmaları değil, padişahların irade ve fermanlarına dayanmalarıdır. O halde örfî hukuk bir kanun hukukudur.

:)ÖRFÎ HUKUK VE KANUN

Örfî hukukun teşekkül tarzı yukarıda verilen tariften de anlaşılacağı özere şer'î hukukunkinden farklıdır. Bilindiği gibi şer'î hukuk müctehid hukukçuların İslâm hukukunun kaynaklarına dayanarak fıkıh usulü ilmindeki esaslar çerçevesinde yapmış oldukları ictihadlara dayanmaktadır. Bu hukukun oluşma sürecinde dört halife (Hulefâ-yi Râşidîn) dönemi hariç devletin bir müdahalesi veya katkısı söz konusu olmamıştır. Bu tarz bir oluşumun İslam hukukunun teşekkül dönemine ait siyasî ve hukukî sebepleri ve yine bu hukukun muhteva ve uygulamasına yönelik önemli sonuçları olmuştur. Örfî hukuk ise hukukçuların ilmî ictihadlarıyla değil, padişahların koydukları kanunlarla teşekkül etmiştir. Kanun koyma sadece Osmanlılar'a has bir uygulama da değildir. Osmanlılar'ın dışında Türk-Moğol siyasî ve idarî geleneklerinin hâkim olduğu Irak, İran ve Hindistan'daki İslâm devletlerinde de benzer uygulamalara rastlanmaktadır. Cengiz yasası, Timur tüzükatı, Uzun Hasan ve Alâüddevle Bey kanunları ile Alemgîr tarafından kabul edilen ceza kanunnâmesi buna örnektir. Alemgîr (1658-1707) tarafından kabul edilen ceza kanunnâmesi geç dönemde yapılan bir tedvin olmakla birlikte Hindistan gibi uzak bir bölgede kabul edilmiş olmasına rağmen Osmanlı kanunnâmeleriyle paralellik göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu durum İslâm öncesinde Türkler'de ve Moğollar'da var olan töre ve yasak geleneğinin etkisini düşündürmektedir.

Osmanlı Devleti'nde örfî kanunların hazırlanmasında devletin en üst kademelerinde yıllarca tecrübe kazanmış devlet adamlarından oluşan Dîvân-ı Hümâyun'un ve özellikle örfi hukuktan sorumlu bulunan nişancıların önemli rolleri vardır. Divanda yapılan görüşmeler ve nişancıların faaliyetleri sonucu şekillenen hukukî esaslar padişahların tasdikleriyle kanun haline gelmekte ve uygulamaya girmektedir. Padişahlar tarafından konan kanunların yürürlük süreleri de esas itibariyle bunların hayatlarıyla sınırlıdır. Bu sebeple her padişah değişikliğinde yürürlükte kalması istenen kanun ve imtiyazların yenilenmesi gerekmektedir.

Örfî hukukun bir anda değil uzun bir süreç içinde ihtiyaca göre yavaş yavaş şekillendiği bilinmektedir. Bu teşekkül sırasında özellikle arazi ve vergi hukuku alanlarında mevcut örf ve âdetler ve mahallî şartlar göz önüne alınarak bütün ülkeye şamil tek bir kanun yerine, her bölgenin şartlarına uygun liva (sancak) kanunları hazırlanması yoluna gidilmiş ve bu kanunlar o bölgenin tahrir defterinin başına dercedilmiştir. Ayrıca zaman içerisinde oluşan bu esaslar çeşitli padişahlar döneminde genel kanunlar halinde bir araya getirilmiştir. Hükümdarlar tarafından konulan hukukî esasların genel kanunnâmeler halinde bir araya getirilmesi bilindiği kadarıyla ilk defa Osmanlılar döneminde görülmektedir, öte yandan belirli konulardaki hukukî esaslar, Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, Ayni Ali Efendiye ait Kavânîn-i Âl-i Osman Der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvân, Hezârfen Hüseyin Efendice ait TeUûsü'l-beyân fi kavânvn-i Âl-i Osman adlı eserlerde olduğu gibi özel tedvinlere de konu olmuştur. Gerek resmî ve gerekse özel tedvinler şeklinde ortaya çıkan bu kanunnamelerin Osmanlı hukukunun düzenli uygulanmasında önemli rolleri olmuştur. Özel tedvinlerin mevcudiyeti ve Osmanlı hukukunun işleyişinde müsbet bir rol oynamaları ilk bakışta yadırganabilirse de bunların belli bir konuda çeşitli şekiller altında resmen ısdar edilen kanunları bir araya topladığı göz önüne alınırsa, resmî nüshalardan çok farklı olmadığı ve kadılara önemli uygulama kolaylıkları sağladığı kabul edilir. Esasen daha sonra göreceğimiz üzere şer'î hukuk sahasında da başvurulacak resmî bir kaynak mevcut değildir. Kadılar hükümlerini Hanefî mezhebindeki muteber kitaplara dayanarak vermektedirler. Bu noktada şer'î hukuk ile örfî hukuk arasında bir paralelliğin bulunduğu söylenebilir. Ancak kanunnâmelerin tamamen veya büyük çoğunlukla özel çalışmaların mahsulü olduğu iddiasını bugün artık savunmak mümkün değildir. Fâtih, II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde resmen kanunnâmeler tedvin edildiği bilinmektedir. Leyszâde tarafından kaleme alınan Fâtih'e ait Teşkilât Kanunnâmesi'nin bizzat padişahın "fermân-ı celîlleri üzere nazm u inşâ" edildiği mukaddimede beyan edildiği gibi, kanunnâmenin resmî karakteri "sûret-i hatt-ı hümâyun" şeklindeki başlıktan da anlaşılmaktadır. XVI. asra ait bir adaletnâmede de Kanunî tarafından tanzim edilen kanunnamenin her şehirdeki mahkemelere gönderildiğinden ve kadıların bunu uyguladıklarından bahsedilmektedir. Ayrıca Manisa İl Kütüphanesi'nde bulunan bir kanunnâmenin mukaddimesinde yer alan hükümde kanunnâmenin onun hükümlerinden haberdar olmak isteyen kadıların talebi üzerine Anadolu'daki muhtelif vilâyetlere gönderildiği belirtilmektedir. Bütün bunlar Osmanlı Devletinde özel tedvinlerin yanı sıra resmen de kanunnâme tedvin edildiğini ve bu uygulamanın yaygın olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki II. Bayezid ve Kanunî dönemi kanunnâmelerinin resmî nüshaları günümüze kadar da gelmiştir.

Padişahlar tarafından kanun konmaya ve bunların genel kanunnâmeler halinde toplanmasına neden ihtiyaç duyulduğuna gelince; bu konudaki esas sebebin ehl-i örf denilen askerî ve idarî yetkililerin keyfî cezalar vermesi, dilediği gibi vergi koyması ve para cezası(cerîme) toplamasına ve benzeri davranışlara engel olma, yani kanun hâkimiyetini sağlama ihtiyacı olduğu söylenebilir. Bir kanunnâme nüshasının haşiyesinde kanunnamelerin hedefinin halkı idarecilerin zulmünden kurtarmak olduğunun belirtilmesi dikkat çekicidir. Çeşitli kanunnâme metinlerinde de kadıların ve ehl-i örfün kanuna aykırı iş yapmamaları konusu ısrarla ernredilmektedir. 947 (1540) tarihli Malatya livası kanununda bundan sonra "ehl-i örf olanlar bu kanundan tecavüz eylemeyeler" denilmektedir. Yine aynı kanunda suçlulardan alınacak para cezaları konusunda kanuna müracaat edilip burada belirtilenden fazla alınmamasından bahsedilmektedir. Benzer bir hüküm Boz-ulus kanunnâmesinde de vardır. Yine 978 (1570) tarihli Halep livası kanunnâmesinde işlenen suçlar konusunda "Kanûn-ı Osmânî'ye müracaat edilmesi, siyaset cezasına müstahak olanlardan bu cezaya mukabil para cezası(bedel-i siyâset) alınmaması emredilmektedir. Ayrıca kanun hâkimiyetinin sağlanması için bunların halka duyurulmasına da özen gösterilmiş ve kanunnamelerin bir suretinin maktu bir fiyat mukabilinde halka intikal ettirilmesi imkânı getirilmiştir. Zaman zaman kanunnamelerde bu yolda hükümlere rastlanmaktadır. Yavuz tarafından Manisa'daki Şehzade Süleyman'a gönderilen siyasetnâmede mezkûr kanunnâmenin münâdîler vasıtasıyla halka bildirilmesi ve tanıtılması ernredilmektedir. Bir başka kanunnâmede bunun Bağdat'ta halka duyurulması istenmektedir. Adaletnâmelerde de benzer hükümlere rastlanmaktadır. Bütün bunların Osmanlı Devleti'nde hukukun hâkimiyetini güçlendirdiği inkâr edilemez.

Osmanlı Devleti'nde yerleşmiş bu kanunnâme geleneğine rağmen Tanzimat dönemine kadar bir hukuk dalının bütünü içine alan bir kanunlaştırma veya tedvin faaliyetine rastlanmaz. Bu durum örfî hukuk alanının her padişaha ve ortaya çıkan yeni hukukî ve sosyal şartlara göre devamlı değişikliğe açık bulunması, keza zaman zaman yapılan kısmî tedvinler sebebiyle böyle kapsamlı bir kanunlaştırmaya acil bir ihtiyacın duyulmamış olmasıyla izah edilebilir. Ayrıca XV. asırdan sonra, böyle bir tedvini gerçekleştirmede birinci derecede rol oynayacak olan hukukçuların çok fazla yetişmemiş olması da tedvin faaliyetinin ortaya çıkmasını engellemiştir denilebilir.

C) ÖRFÎ HUKUKUN DOĞUŞ SEBEPLERİ

Osmanlı Devleti'nde İslâm hukukunun yanı sıra bir de örfi hukukun ortaya çıkışının İslâm hukukunun teşekkül biçimi ve Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu siyasî, idarî ve hukukî şartlarla yakın ilişkisi vardır.

Her şeyden önce Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra Emevîler'in hilâfet idaresini saltanata çevirmeleri ve böylece kamu ve özellikle anayasa hukuku alanında fiilî (de facto) bir durum yaratmaları İslâm hukukçularının bu sahadaki ilmî ictihadlannının uygulanma şansını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Onlar da fıkhî mesailerini uygulama şansı bulunan diğer alanlara çevirmişlerdir. Bunun sonucu olarak İslâm hukuku daha çok özel hukuk ile kamu hukukunun bazı alanlarında gelişmiş, devletin esas teşkilâtı ve idarî yapısı gibi alanlarda aym seviyede gelişememiştir. Bu durumu klasik fıkıh kitaplarında müşahede etmemiz mümkündür. Evlenme, boşanma, miras, her türlü hukukî işlemler, zekât öşür gibi şer'î vergiler, had ve kısas suçları konusunda çok geniş bölümler ihtiva eden bu eserler devletin siyasî ve idarî yapısı ve işleyişi konusunda çok sınırlı bilgiler vermektedir. Bunda belirtilen alanlarda Kitap ve Sünnet'te bağlayıcı ve teferruata inen esaslardan ziyade tavsiye niteliğindeki emirlerin ve genel prensiplerin mevcut oluşunun da etkisi olsa gerektir. Ayrıca sahip oldukları siyasî ve idarî tecrübe ve bilgileriyle kendilerini bu alanı düzenlemede daha yetkili kabul eden devlet adamlarının hukukçuların kendilerini sınırlayacak veya fazla teorik kalabilecek çözümlerini arzu etmemiş ve bu sebeple de İslâm hukukçularını bu alana sokmayı istememiş olmaları da mümkündür. Öte yandan Osmarihlar'ın daha önceki Türk devletlerinden gelen zengin bir devlet kurma ve idare etme geleneğini devralmış olmaları da kamu hukukunun şekillenmesinde belirli ölçüde rol oynamıştır. İşte sayılan bütün bu âmiller bu alanın hükümdarın doğrudan söz sahibi olduğu örfi hukuk kaideleriyle düzenlenmesi sonucunu doğurmuştur. Bunu yaparken Osmanlılar Selçuklu, İlhanlı ve Abbasî Devleti'nin siyasî ve idarî mirasından da büyük ölçüde yararlanmışlardır.

İslâm hukukunun teşekkül dönemlerinde fakihlerin çok dikkate değer bir ilmî mesai ortaya koydukları bilinmektedir. Özellik rey ekolünde (ehlü'r-re'y) bulunan mezheplerin farazi problemler üreterek bunlara uygun çözümler ortaya koymaları İslâm hukukuna ayrı bir zenginlik vermiştir. Bunun sonucu olarak belli bir süre yeni ictihadlara ihtiyaç duyulmamıştır. Gerek bu hukukî vakıa ve gerekse sonraki dönemlerde öncekiler kadar büyük hukukçuların yetişmemiş olması artık yeni ictihadlara gerek ve imkân olmadığı şeklinde bir anlayışı ortaya çıkarmış ve ictihad kapısının kapandığı yaygın bir kanaat olarak kabul edilmiştir. Bu durum İslâm hukukunda belli bir durgunluğa yol açmış ve yeni ictihadlara ihtiyaç duyulduğu dönemlerde de hukukçuların bundan uzak durdukları ve çekimser davrandıkları görülmüştür. Bunun sonucu olarak bu boşluğu doldurmak maksadıyla örf ve âdete veya devlet adamlarının siyasî ve idarî maslahatı göz önüne alarak verdikleri emir ve iradelerine dayanan bir hukuk ortaya çıkmaya başlamıştır.

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu malî, askerî ve idarî şartlar devletin bu şartlara uygun hukukî düzenlemeler yapmasını gerekli kılmıştır. Tekâlîf-i şer'iyye denilen zekât, öşür, haraç, cizye gibi şer'î vergilerin devletin giderlerini karşılamaması üzerine çeşitli isimler altında örfi vergilerin (tekâlîf-i örfiyye) konması buna örnektir. Keza tarım arazüerinin güçlü toprak saMplerinin ortaya çıkmasına yol açacak şekilde tek elde toplanmasını veya vergüerinin tahsilini güçlendirecek biçimde küçük parçalara bölünmesini önleyecek bir tarzda çiftçilere dağıtılması ve bunun zaman içerisinde aynı şekilde sonraki nesillere intikalini sağlama ihtiyacı, bu toprakların mîrî arazi olarak devletin mülkiyetinde bırakılması, sadece tasarruf hakkının kullananlara devredilmesi ve bu tasarruf haklanın başkalarına devir (ferağ) ve mirasçılarına intikaUerinin belirtilen hedeflere ulaşacak şekilde düzenlenmesi mecburiyetini doğurmuştur. Geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan devlette sükûn ve asayişin zaman zaman zorlukla temin edilmesi ağır bir ceza politikasını, devletin malî darlık içinde bulunduğu dönemlerde para cezalarının, donanmada kürekçiye ihtiyaç bulunduğu dönemlerde de kürek cezalarının ağırlık kazanmasını gerekli kılmış, devlet de ihtiyaca uygun bu düzenlemeleri yapmaktan geri kalmamıştır.

İslâm hukukunun özellikle Kitap ve Sünnet tarafından teferruatlı olarak düzenlenmemiş alanlarda devlet başkanına belirli bir takdir hakkını tanımış olması Osmanlı padişahlarının uzun asırlar boyunca özellikle ceza hukuku ve malî hukuk alanında yaptıkları düzenlemelere müsait bir zemin hazırlamıştır. Bilindiği gibi had ve kısas suçlarının aksine ta'zîr suçları denen çok geniş bir suç kategorisinin düzenlenmesi İslâm hukukunca devlet başkanına bırakılmıştır. Hangi fiillerin suç sayılacağı ve ne gibi cezalara çarptırılacağı belli esaslar dâhilinde devlet başkanı tarafından belirlenir. Keza şer'î vergiler dışında yeni vergilerin konulmasında da devlet başkanının takdir yetkisi vardır. İşte Osmanlı padişahları her iki alanda kendilerine tanınan yetkiyi düzenli bir biçimde kullanmışlardır. Osmanlı kanunnâmelerinin önemli bir bölümünün cezaî ve malî düzenlemelere ayrılmış olması da bunu göstermektedir. Bunlar, padişahların irade ve fermanlarıyla oluşum şekilleri göz önüne alınarak örfî hukuk içinde mütalaa edilmişlerdir.

D) ŞER'Î VE ÖRFÎ HUKUKUN BİRBİRİYLE İLİŞKİSİ

Osmanlı Devleti'nin esas itibariyle İslâm hukukuna dayandığı, örfî hukukun yukarıda belirtilen birtakım siyasî, hukukî ve idarî şartlar sonucu zaman içerisinde ortaya çıktığı göz önüne alınınca bu hukukun şer'î hukukla çatışmamasına itina gösterilmesini makul bir düzenleme şekli olarak kabul etmek gerekir. Aksi bir çözüm hukukî hayatta çekişmelere ve ikiliklere yol açardı. Bu sebeple şer'î ve örfî hukukun birbiriyle çatışma veya rekabet içinde belli bir uyum içinde bulundukları görülmektedir. Her şeyden önce örfî hukuk şer'î hukukun birtakım hükümlerini ortadan kaldırmak veya değiştirmek iddiasıyla ortaya çıkmış değildir. Bilakis şer’i hukukun tanıdığı yetki çerçevesinde veya bu hukukun düzenlememiş bulunduğu alanlarda hüküm koyması söz konusudur.

Osmanlı padişahları şer’i hukukun ayrıntılı olarak düzenlemiş bulunduğu alanlarda kanun koymamaya, diğer alanlarda kanun kayarken de bu hukukun genel prensiplerine ters düşmemeye belli bir itina göstermişlerdir. İlk örfî vergi olan pazar vergisinin (bâc) konması sırasında Osman Gazinin Allah'ın emri değil diye böyle bir vergiye karşı çıktığı, ancak şer'î esaslara aykırı olmadığını anladıktan sonra bunu kabul ettiği tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Kanunnâmelerin şer'î hukuka uygunluğunun şeyhülislâm tarafından kontrol edildiği yolunda var olan bazı tarihî rivayetler, bir kısım araştırıcılar tarafından reddedilmesine rağmen tamamen ihtimal dışı değildir. Çok sonraki bir dönemde hazırlanmış olmasına rağmen Arazi Kanunnâme sinin padişahın iradesine iktiran etmeden önce incelenmek üzere bir kere de şeyhülislâmlığa gönderildiği bilinmektedir. Arazi Kanunnâmesini hazırlayan heyetin mazbatasından anlaşıldığı kadarıyla kanunnâmenin "Bâb-ı fetvâpenâhî ile bi'1-muhâbere iktizâ-yı şer'îsine dahi tatbik olunarak" hazırlanması bir tarafa, Meclis-i Tanzimat'ın mazbatasından anlaşıldığı üzere bununla da yetinmeyerek incelenmek üzere şeyhülislâmlığa gönderilmiştir. "Arazi Kanunnâmesi'nin ahkâmı mesâil-i şer'iyyeye tatbik ve kâffe-i ta'bîrâtı mustalahât-ı şer'iyyeye tevfik lâzım geleceği cihetle evvel emirde bir kere heyetle dahi manzûr-ı hazret-i şeyhülislâmî olmak lâzımeden olmağın kanunnâme-i mezkûr taraf-ı müşârun ileyhe gönderilmişti. Ba'del-mütâlaa zam ve ilâvesi münâsib görülen bazı mevâddı hâvî bir kıta müzekkire ile iade buyurulmuş olmağın mevâdd-ı mezkûre dahi ber mûceb-i müzekkire zam ve ilâve kılınmış olmasıyla...". Aynı uygulama Mecelle için de söz konusu olmuştur. Mecelle cemiyetince tanzim olunan mazbatada Mecelle'nin mukaddimesiyle ilk kitabının hazırlanmasından sonra bir nüshasının şeyhülislâmlığa gönderildiği ve yapılan "ihtârât" doğrultusunda "ta'dilât-ı lâzıme"nin yapıldığından bahsedilmektedir. Mecelle'nin İslâm hukuku alanında hazırlanan bir kanun olduğu ve şeyhülislâmlığa gönderilmesinin normal bir uygulama sayılabileceği ileri sürülse bile, tamamen örfî hukuk alanında bir düzenleme sayılması lâzım gelen Arazi Kanunnâmesi için bu prosedürün uygulanmasının izahı güçtür. Bu uygulama örfî hukuk için ilk dönemlerde de böyle bir geleneğin bulunabileceğini düşündürmektedir.

Bu yönde müstakar bir uygulama bulunmasa bile örfî hukuk normlarının konması sırasında bunların şer'î hukuka uygunluğunun göz önünde bulundurulduğunu düşündürecek örnekler vardır. Topkapı Sarayı ve Başbakanlık arşivlerinde bulunan ve muhtemelen padişah veya sadrazam tarafından istenmiş bulunan birçok fetvada hukukî problemlere uygulanacak İslâm hukuku esasları öğrenilmek istenmektedir. Öte yandan 978 (1570) tarihli Halep livası kanununda Halep'teki vakıf ve mülk arazilerde farklı öşür uygulamalarını çözmek için Halep Hüsrev Paşa Medresesi müderrisi Dede Halife'den fetva alınıp ona göre ferman sâdır olduğunun eski defterde kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Bu örnek kanunların hazırlanma merhalesinde fetvalardan istifade edildiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bazı hukukî meselelerde şeyhülislâmlığın görüşünün alınmasının gerekli olduğunu belirten hatt-ı hümâyunlar da vardır. Keza Şeyhüislamlann görüşlerinin alındığının başka örneklerine de rastlanmaktadır. Bütün bunlar Osmanlı padişahlarında İslâm hukukuna uyma yönünde belli bir titizliğin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.

Örfî hukuk normlarının konmasında önemli rolleri bulunan ve bu sebeple kendilerine "müftî-i kanun" denen nişancıların daima medrese menşeli olan ve İslâm hukuku öğrenimi görmüş bulunan ulemadan seçilmesi, keza örfi hukukun oluşmasında önemli bir role sahip bulunduğu anlaşılan Dîvân-ı Hümâyun'da şer'î hukukun iki önemli temsilcisi Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin yer alması, örfî hukukun daha hazırlık merhalesinde şer'î hukukla uyumuna dikkat edildiğini düşündürmektedir. Nişancı ve kazaskerlerin Divan'daki rollerinin yanı sıra ehl-i şer'i oluşturan başta şeyhülislâm olmak üzere, kadı ve müftülerin örfî hukuk esaslarının şer'î hukuk prensiplerine uygun olması konusunda önemli rollerinin bulunduğunu da unutmamak gerekir. Özellikle şeyhülislâmların padişahların şer'î hukuka aykırı kanun ve uygulamalarına zaman zaman karşı çıktıkları olmuştur. Meselâ kapitülasyonlarla Osmanlı tebaası olmayan gayri müslimlerin (müste'men) şehadetierinin kabul edilmesine Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi "Nâ meşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz" diyerek açıkça karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışların hemen olmasa bile belli bir süre içinde tesirli olduğu ve şer'î hukuka aykırı uygulama ve kanunların değiştirildiği görülmektedir. Esasen Osmanlı Devleti'nde her iki hukukun aynı kaza mercii tarafından uygulanması, bir diğer ifadeyle örfî hukuk için ayrı mahkemeler kurulmayıp şer'iyye mahkemelerince tatbik edilmesi bu iki hukukun belli bir bütünlük içerisinde yürütülmesinde müsbet bir rol oynamıştır.

Şer'î ve örfi hukukun bu bütünlüğü elimizde mevcut bulunan XVI. asra ait kanunnâme ferman ve hükümlerde şer' ve kanunun daima birlikte zikredilmesinde de müşahede edilmektedir. 977 (1569) tarihli Eğriboz livası kanunu "Livâ-ı Eğriboz'da şer'-i kavîm ve kanûn-ı kadîme muhalif ve mugayir olmağla def ve ref olunan envâ-ı hâdise ve bideât-ı mütehaddiseyi beyân ve ayan ider" başlığını taşımaktadır. Yine aynı kanunda, adı geçen livanın "şer'-i şerif ve kanûn-ı münîfe riâyet" olunarak vergilendirilmesinden bahsedilmektedir. 952 (1545) tarihli Serim livası kanununda "muktezâ-yı şer' ve kanun üzere" çiftliklerine mutasarrıf olan kimselere "hilâf-ı şer'-i şerif ve mugâyir-i kanûn-ı münîf' kimsenin müdahale etmemesi emredilmektedir. Aynı şekilde 991 (1583) tarihli Yeni İl livası kanununda da Yörük taifesiyle ilgili olarak "hilâf-ı şer' ve mugâyir-i kanun" olan işlerin yasaklanmasından söz edilmektedir. 10 Rebîülevvel 967 (10 Aralık 1559) tarihli Milan ve Göl kadılarına yazılan bir hükümde bir arazi tecavüzü davasının "şer' ve kanun ile" fasledilmesi, Evâhir-i Şa'bân 953 (1546) tarihli bir fermanda ise "muktezâ-yı şer' ve kanun üzere" hükme bağlanan davanın tekrar görülmesi sırasında "şer'-i kavime muhalif ve kanûn-ı kadîme mu-gâyir" iş yapılmaması emredilmektedir.

XVII. asra ait teşkilât kanunlarında da şer'î ve örfi hukuk daima beraberce zikredilmektedir. Nitekim Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesinin muhtelif yerlerinde şer'î hukukla birlikte daima örfi hukuk da bahse konu olmuştur. Meselâ veziriazamların yetkilerinden bahsedilirken "cemî-i kazâyâ-yı şer'iyye ve örfiyyenin istimâ' ve icrası içün bizzat cenâb-ı pâdişâhîden vekü-i mutlak" olduğu belirtilmektedir. Keza veziriazamın Dîvân-ı Hümâyun'da "muktezâ-yı şer'-i şerif ve kanun üzere mesâlih-i ibadullahı" görmesinden, aynı işi ikindi divanlarında yapmasından, çarşamba ve cuma divanlarında "şer' ve kanun üzere fasl-ı husûmet ve kat'-ı niza" etmesinden, sair vezirlerin bir yere giderken yolda "dava dinleyüp def-i mezâlim için şer'-i şerif ve kanun üzere buyruldu" vermelerinden söz edilmektedir. Bütün bu belgelerde yer alan kanundan maksat anlaşılacağı üzere örfi hukuk esaslarının bütünüdür. Bu örnekler bu iki hukukun birbirine paralel mütalaa edildiklerini ortaya koymaktadır. Kemalpaşazâde de bir fetvasında "şer'an caiz değildir ve hem men' olunmuştur cânib-i sultandan" diyerek bu paralelliği vurgulamaktadır.

Ancak bütün bunlar şer'î ve örfi hukukun tam bir uyum içinde olduğu, diğer bir ifadeyle örfi hukuk esaslarının tam anlamıyla şer'î hukuka uygun olarak konduğu anlamına da gelmemelidir. Bilakis zaman zaman bu esasların şer'î hukuka aykırı olarak konduğu da varittir. Bu kaideler konurken bazan fetva almak bazan da İslâm hukukunun tanıdığı bir yetki kullanılıyormuş gibi gösterilmek suretiyle zahiren İslâm hukukuna riayet edilmiştir. Ancak aynı riayetin gerçekten yapıldığını söylemek zordur. Örnek olarak ceza hukuku verilebilir. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartların etkisiyle örfi cezaların İslâm hukukunun tasvip etmeyeceği şekilde arttırıldığı görülmektedir. II. Bayezid ve Kanunî dönemi ceza kanunlarında yer alan ırza geçen kimsenin tenasül uzvunun (içmek, içmik, emcik ?) kesilmesi, keza zina eden kadının kadınlık organının dağlanması, bazı suçluların kazığa vurulması, beytülmâlden mal çalmaya teşebbüs ederken yakalanan kimsenin "gayra ibret için" katline, keza adam öldüren katile maktulün yakınlarının kısas talebinde bulunup bulunmayacakları beklenmeden sâî bi'1-fesâd diye ölümüne hükmedilmesine fetva verilmesi buna örnektir. Bilindiği gibi zina suçu sabit olursa iki şekilde cezalandırılmaktadır; recm ve dayak. Burada zorla ırza geçme sebebiyle cezanın ağırlaştırılmak istendiği ve ta'zîren bu cezanın verildiği anlaşılmaktadır. Ancak doğuracağı sonuçlar ve İslâm hukukunda her zaman gözetilen suç ve ceza dengesi göz önüne alındığında böyle ağır bir cezanın İslâm hukukuna uygunluğu tartışılabilir. Aynı mülâhazalar çok sık rastlanmamakla birlikte ölüm cezasının bir türü olarak uygulanan kazığa vurma cezası için de söylenebilir. Beytülmâlden yapılan hırsızlığa gelince, bu tür hırsızlıkta Hanefilerce mülk şüphesi var diye el kesme ile cezalandırılmaması bir tarafa, bu suç tamamlansaydı verilecek ceza çok daha hafifti. Tamamlanmamış bir suça tamamlanmış bir suç için öngörülenden daha ağır bir cezanın verilmesi İslâm hukuku bakımından savunulamaz. Sarayda adam öldüren kimsenin kısası için maktulün yakınlarının kısas talepleri beklenmeden saraydan kaçabileceği var sayımıyla katline hükmedilmesi de İslâm hukukuna zoraki bir şeklî uygunluk sağlamaktadır. Esasen özellikle XVI. yüzyıldan sonra, ehl-i şer'in faaliyetinin artmasıyla bazı kanunname maddelerinin şer'î hukuka uygun olmadığı gerekçesiyle değiştirilmesi, zaman zaman aykırılıkların meydana geldiğini ortaya koymaktadır.

Osmanlı tarihi boyunca devamlı bir mücadele içinde bulundukları müşahede edilen ehl-i şer' ile ehl-i örfün bu noktada da bir çekişme içerisinde oldukları ve bu mücadelede XVI. asırdan itibaren ehl-i şer'in daha ağır basmaya başladığı görülmektedir. Nitekim Evâil-i Zilka'de 1107 tarihli bir hükümde ehl-i şer'in etkisiyle bundan böyle hükümlerin önceden olduğu gibi şer' ve kanuna uygun olarak değil, sadece şer'a uygun olarak verilmesi ve hükümlerde böylece belirtilmesi istenmektedir. Ancak hemen belirtelim ki ehl-i şer' ile ehl-i örf arasındaki bu mücadele iki hukuk sistemi arasında olmaktan daha çok, yürütme ile yargı güçleri arasındadır ve hâkimiyet alanlarını genişletmeye yöneliktir. Osmanlı Devletinde ehl-i örf hemen daima hem yürütme ve hem de yargı alanında dilediği gibi hareket etme, özellikle asayişi sağlamak için suçlu saydığı kimselere ağır örfî cezalar verme arzusunda olmuştur. Buna mukabil ehl-i şer' de ehl-i örfün icraatını hukuk çizgisine çekmek istemiştir. Şöyle ki, ehl-i örf suçluluğu kadı tarafından sabit olmadıkça hiçbir kimseyi cezalandıramayacağı için istedikleri hücceti vermeleri için kadılara baskı yapmışlar, onlar da güçleri yettiği sürece buna direnmişlerdir. Bu da her iki grup arasında bütün Osmanlı tarihi boyunca süregelen bir mücadeleyi doğurmuştur. Ebussuûd Efendi'nin bir fetvasında "Eğer örfî kazâyâ ise ehl-i şer'in ana alâkası olamaz" diğerinde "Ehl-i örf ile ittifak eden âdil olmaz" demesi bazan gizli bazan açıkça süregelen bu mücadelenin izlerini taşımaktadır.

E) ŞER'Î VE ÖRFÎ HUKUKUN SAHALARI

Şer'î ve örfî hukukun sahaları denince bundan iki hukukun kesin çizgilerle birbirinden ayrıldıkları ve hukuk sahalarını paylaştıkları anlaşılmamalıdır. Osmanlı hukukunun bütünlüğü içerisinde hemen her sahada şer'î ve örfî hukuk esaslarının yan yana bulunduğu görülür. Ancak şer'î hukukun daha çok hususi hukuk sahasını ayrıntılı bir biçimde düzenlediği, kamu hukuku alanının özellikle esas teşkilât hukuku sahasının hususi hukuk kadar teferruatlı düzenlenmediği bir gerçektir. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti'nde şahıs, aile, miras, eşya, borçlar, ticaret hukuku gibi İslâm hukukunca ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş hususi hukuk alanlarında şer'î hukuk esasları hâkim olmuştur. Şu kadar var ki, zaman içerisinde ve ihtiyaç duyuldukça bu alanlarda da örfî düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir. Nikâhların mahkemelerce veya kadıların verdiği izinle din adamlarınca kıyılması örneğinde olduğu gibi aile hukuku, icâreteynli ve mukataalı vakıfların tasarruf ve intikaliyle ilgili düzenlemelerde olduğu gibi vakıf hukuku, mîrî arazinin devletin mülkiyetinde olan topraklar olmasından istifade edilerek mutasarrıfların mirasçılarına intikalinin ferâiz esaslarından farklı olarak düzenlemesinde olduğu gibi miras hukuku, keza mîrî arazinin tasarruf ve başkalarına devrine ait esasları belirlemesinde görüldüğü gibi eşya ve toprak hukuku alanlarında sayıları hiç de az olmayan örfî düzenlemelere rastlanmaktadır.

Esas teşkilât, idare, ceza, vergi hukuku gibi kamu hukuku alanlarında da şer'î ve örfî hukukun yan yana bulunması söz konusudur. Ancak kabul etmek gerekir ki bu alanlarda örfi hukukun payı hususi hukuktaki payına nispetle daha fazladır. Osmanlı devlet adamları devletin temel siyasî çatısını, merkez ve taşra yapısını oluştururken bir taraftan eski Türk devletlerinden tevarüs ettikleri geleneklerle, diğer taraftan Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Memlüklerden gelen İslâmî mirasın kendi zamanlarına ve şartlarına uygun bir sentezini ortaya koymayı başarmışlardır. Aynı şekilde ceza hukuku alamda bir taraftan şer'î had ve kısas cezalarını uygularken, diğer taraftan devlet başkanlarına tanınan ta'zîr yetkisi çerçevesinde örfî bir ceza hukuku ortaya koymaya da muvaffak olmuşlardır. Aynı durum vergi hukuku alanında da söz konusudur. Sayıları sınırlı şer'î vergiler (tekâlîf-i şer'iyye) alınmaya devam ederken yeni malî kaynaklara duyulan ihtiyaç sebebiyle birçok örfî vergi de (tekâlîf-i örfiyye) konmuş ve tahsil edilmiştir.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.


×
×
  • Create New...