Jump to content
Son zamanlarda artan kullanıcı hesap hırsızlıkları sebebiyle tüm kullanıcılara şifre sıfırlama maili gönderilmiştir. Lütfen güveli şifreler seçiniz. Mevcut e-mail adresinize erişemiyorsanız, en aşağıdaki destek linkinden bize ulaşınız. ×

Osmanlı Devleti


tarihogretmeni

Recommended Posts

padisahlarla3.jpg

GİRİŞ

Osmanlı Söğüt'e gelmeden önce Anadolu'nun durumu şöyledir; 1071 tarihinden sonra Türkler Anadolu'yu yurt edinmeye başlamıştır. Saltuklu Beyliği Erzurum ve çevresinde, Mengücek Beyliği Erzincan havalisinde yerleştiler. Onları takiben Danişmendliler, Artuklular, Sakmenliler, Anadolu'yu Türk vatanı haline getirdiler. Bu arada diğer bölgelere de Türkler yerleşmeye devam ediyor, İzmir'de Çaka Bey devletini kuruyordu.

Bu arada birçok Türk beyliğine ağabeylik yapan Selçuklu Devleti'nin temelleri Konya'da atılıyordu.

Konumuz olan Osmanlı'nın nereden geldiğine bakalım. Beylikler ve devletler genelde kurucularının adıyla anılır ve mutlaka Oğuz Han'a dayanan bir şecereye sahip olunur.

"Oğuz Han'ın en büyük oğlu Gün Han, bunun oğullarından birinin adı da Kayı'dır. Kayı 20 yıl hükümdarlık etmiş ve nesli de uzun zaman bu makamda kalmıştır. İşte, Kayı'lara 24 boy arasında en şerefli mevkiin verilmesi buradan gelmektedir."

"İlk defa Ceyhun'u geçerek, Merv ve Serahs hudutlarında yaşamaya başlayan mühim bir Oğuz kütlesine Kayı boyundan Korkut Bey öncülük ediyordu. Tuğrul Bey bu Korkut'un avcıbaşısı olup, kazandığı bazı muvaffakiyetler ile 40.000' e yakın atlı çıkaran bu Oğuz kütlesini başına toplayarak, Selçuklu Devleti'ni kurmuştur."

Söğüt'e gelişin kısa hikâyesi;

Moğol zulmünden kaçan Kayı, Süleyman Şah'ın öncülüğünde Erzincan-Ahlat civarına yerleşirler. Cengiz Han'ın ölümünden sonra (1227) vatanlarına dönmek istediler. Nüfusları 50.000'e yakındı ve vatan hasreti ile yanıyorlardı. Yollara düştüler önlerine Fırat Nehri çıktı. Süleyman Şah bu suda can verdi, (bir rivayete göre de atı yardan düştü) Süleyman Şah'ın cesedi sudan çıkarılıp Caber Kalesi'nin önüne defnedildi. İşte burası bundan sonra Türk Mezarı olarak anılmıştır.

Süleyman Şah'ın ölümü fikirlerin parçalanıp değişmesine yol açtı. Kayı'nın bir kısmı Suriye'de kaldı. Süleyman Şah'ın oğullarından Sungur Tekin ve Gündoğdu Bey kendilerini takip edenlerle beraber Horasan'a gitti. Ertuğrul ve Dündar Bey ise Anadolu'ya geçmek istediler.

Burada o meşhur hikâyeye geliyor sıra. Ertuğrul Bey süvarileri ile dolaşırken savaşan iki ordu görür. Adalet duygusu zayıf olanı korumasını emreder ve o da zayıf tarafa yardım eder. Netice, Selçuk ordusunun Bizans ordusunu yenmesidir.

Sultan Alaaddin, ordusuna yardım eden bu yiğit insanların liderlerine hediyeler verir. Ermeni Dağlan ile Domaniç'i yaylak, Söğüt ve yanındaki ovayı kışlak olarak Ertuğrul Bey'e armağan eder. Böylece Kayı'nın bir kolu Anadolu Selçuklu Devleti'nin bir uç beyliği olarak Anadolu'da faaliyete başlar.

Söğüt'ün etrafı ateş çemberidir. En yakın komşuları Bizans tekfurları. Mümkün olduğunca barış içinde yıllar gelip geçer.

1258 yılına gelindiğinde Ertuğrul Bey'in üçüncü oğlu Osman dünyaya geldi. Otlar yeşerdi soldu, atlar kulunladı defalarca, keçiler koyunlar kuzuladı tekrar tekrar Osman delikanlı oldu. "Osmancık" dediler, "Kara Osman" dediler hep sevdiler. Kabına sığamayan yerinde duramayan Osman sık sık gezintiye çıkıyordu. Bu gezilerinden birinde Şeyh Edebali'nin kızı Mal Hatun'u görüp vuruldu. Şeyh'in evinde gördüğü rüyayı evsahibine anlattı ve o da yorumunu yaptı. Şeyh, Osman'ın kızıyla evlenip evlatlar yetiştireceğini ve nesillerinin bir cihan devleti kuracağını müjdeledi.

Aradan yıllar geçip Ertuğrul Bey yaşlandı ve görevini oğullarından birine devretmeye karar verdi. Silah arkadaşları ile beraber konuşup kendi isteği olan Osman üzerinde karar kıldılar. Bu karardan Osman'ın ağabeyleri Gündüz ve Savcı beylerde memnun oldular.

Böylelikle küçük beylik, kardeşlerin en küçüğü Osman Bey'e devredildi...

OSMAN GAZİ

(1299–1326)

01zh4.jpg

Gazi'lik sıfatı sonradan verilmiş olsa da, milletimiz onu böyle bilir diğer hitap şekilleri iğreti kalır, onun için daha ziyade Osman Gazi demeye çalışılacak. Osman Gazi’nin fizikî özelliklerini anlatanlar "Uzuna yakın orta boylu, geniş göğüslü, yuvarlak çehreli, değirmi sakallı, bedenî yapısı ata binmeye elverişli, kolları uzun"du diyorlar. Daha da uzayan bu tarifte Peygamber Efendimize benzetilme merakı görülüyor.

Babası gibi Osman Gazi de Selçuklu Sultanı'na bağlılıkta kusur göstermedi. Diğer Beylikler zaman zaman Selçuk Sultanı'na müşkilat çıkartırken, o sadece Tekfurlarla ve Bizansla uğraşmayı yeğledi. Babası Ertuğrul Bey 1281'de öldü; aynı sene Orhan Gazi dünyaya geldi. Ve Osman Gazi babasının emanetçisi gibi yürüttüğü Beyliğin asıl sahibi oldu.

Ertuğrul Bey'in oğluna bıraktığı miras, bilinen yayla ve kışlık mekânlar ve emsalsiz silah arkadaşlarıdır. Bunlardan bazıları Konur Alp, Aykut Alp, Samsa Çavuş, Akça Koca, Gazi Abdurrahman gibi hâlâ hafızalarda yaşayan kahramanlardır.

Osman Gazi, arkadaşlarıyla beraber etrafa güven saçıyordu. Etraf ve beyliklerine yayılan iyi namı, oralardan küme küme inşaların Söğüt'e akmasını sağladı. Gelenler de Kayı Boyu mensuplarıydı. Değişik bölgelere yerleştirilmişlerdi. Şimdi birlik temin ediliyordu. Bundan sonra Osman Gazî'nin nâmı yayılacak, insanların geçim seviyesi yükselecek, sıkıntı içinde çırpınan nice cengâver ve ailesi koşup gelecek...

Olur olmaz kavga yapılacak diye bir-şey yok. Asıl amaç etraf tekfurlarıyla da iyi münasebetler içinde yaşamaktır. Osman Gazi'ye şu sözü söylerken hedefini çizmiştir. "Davamız kuru cihangirlik davası değildir." Bu söze uygun hareket düsturudur. Osman Gazi’nin, görelim hâline bırakılacak mı?

İnegöl Tekfuru İle İlk Kavga

Ertuğrul Gazi zamanında başlatılan ve mecburen sürdürülen bir gelenek vardı. Her yaz yaylaya çıkılır, orada yağ, peynir, bal, reçel yani bütün yiyecekler hazırlanır. Çadırların hepsi boşaldığı için küçük yurtları korumasız kalırdı. Ellerindeki eşyaları yaylaya kadar ******ürmek zahmetli, olduğu yerde bırakmak tehlikeli idi. Bilecik Tekfuru'yla anlaşmışlar, eşyaları öküz arabalarına yüklenip, kadınlar tarafından kaleye gönderilirdi. Aylarca Bilecik Kalesi'nde muhafaza edilen eşyaların hatırına, dönüşte, yaylada hazırlanan kışlık nevalelerden hediyeler getirilirdi. Böylece iki taraf da durumdan kârlı çıkmış sayılırdı.

Fakat bu yayla yolculuklarında İnegöl Tekfuru'yla vuruşmalar oluyordu. İki tarafın da zararına olan geçimsizliğin çaresi bulunamıyordu. Osman Gazi aşiretini yaşatmak zorunda olduğu için vazifesini yapıyor, Tekfur yarınların korkusuyla, şimdiden tedbirli olmak istiyordu. O anlamış ki bu işin sonu kendisi için hayra alâmet değil. Hırçınlığı ondan.

Ermeni Derbendi Savaşı

İnegöl Tekfuru Aya Nikola komşu Tekfurları yanma çağırdı, "Şu Türkler'in hayatına bir son verelim; sana yardımcı olur; eğer bunlar böyle gelişirse bizim sonumuz yalandır" dedi. Hepsi anlaştılar Osman Gazi ve adamları tuzağa düşürülecekti. Bilecik Tekfuru Osman Gazi'nin mertliğini, yiğitliğini, dürüstlüğünü takdir ederdi, böyle bir hileye getirilmesine gönlü razı olmadı. Vaziyeti bildirmeyi vazife sayan Tekfur Söğüd'e kadar gelip tuzağı anlattı.

Osman Gazi için İnegöl Hisan'nı zaptetmek şart oldu fakat bu sefer de Tekfur vaziyetten haberdar edilmişti. Kurulan plandan vazgeçildi. Ermenibeli denilen yerde iki tarafın karşılaşması, orada savaşılması kaderde varmış. Çarpışma kanlı geçti. Osman Gazi'nin yeğeni Bay Koca da şehitler arasmdaydı. Onun ölümüne çok fazla üzüldü. İntikam duygusuna kapıldı.

Kulaca Hisarın Fethi (1285)

Osman Gazi birkaç gün aradan sonra Kulaca Hisarı basarak ahalisini testi aldı. Maiyetinde 300 kişi bulunuyordu. İlk fetih sayılan bu hareket bütün Tekfurlar'ın korkusuna sebep oldu.

İkizce Zaferi (1286)

Osman Bey'e karşı tedbir al Tekfurlar için bir görev olmuştu, Bilecik’le İnegöl arasında bulunan İl mevkiinde yapılan vuruşmada müttefik Tekfur orduları kumandanı öldürüldü fakat, burada da Savcı Bey şehit verildi. Kazanılan zafer yine matemli oldu.

Karaca Hisar'ın Fethi (1288)

Yapılan savaş bir başka savaşır tohumunu atıyordu. Sırada Karaca Hisar var. "Burada gayet büyük bir savaş oldu. Osman Gazi önceki çarpışmalarda, önce yeğenini sonra da ağabeyini kaybetmişti. Karaca Hisar'da Kumandan Kalanoz kâfirinin öldürüldüğünü söylediler; o "O itin karnım yarın, bir yeri eşin it gömün" dedi. Her ne dediyse yaptılar yerin adı İteşeni kaldı."

Osman Gazi zamanını, en yakın tarih kitaplarından okurken gerçekliği tartışılan vak'alara rastlanıyor. Bize hikaye gibi gelen bazı olaylar, daha çok klasik tarihçiler tarafından nakledilmekte Aşıkpaşaoğlu, Solakzâde ve Cihannüma en garip olaylarla doludur. Şimdi nakl çalışacağımız hikâyenin yazan Mehn Neşrî'dir. Kitabını yazdığı tarih 1492. Şöyle diyor Cihannüma yazan Neşri:

"Osman Gazi, Eskişehir’de Ilıca yöresinde pazar kurdurup, etrafın kafiri hafta pazarına gelip ihtiyaçlarını görürlerdi. Germiyan halkından dahi kimesneler gelürdü. Bir defasında Bilecikten pazara kâfirler gelüp yükle bardak getürmüşlerdi. Ve hem Germiyanlı dahi gelmişti. Ve bu Gerrniyanlının birisi bunların bardagun alup hakkın virmeyüb, ol kafir dahi gelüp Osman'a şikayet itti. Osman Gazi ol Germiyan Türküni getürdüb muhkem laf idüb kafirlerim hakkını alıvirdi. Ve dahi yasak idüb çağırtdı kim, kimesne Bilecik keferesine zulm itmiye, şol kadar adi gösterdi ki, hatta Bilecik keferesinin avretleri dahi pazara gelüb pazarlığın kendüler idüb giderdi."

Germiyan Oğullan Beyliği, Merkezi Kütahya'da olan, Bizans ile zaman za¬man savaşan kuvvetli bir Türk birliği idi. Osman Gazi'nin aşiretinden çok kuvvet¬liydi. Devlet teşkilâtı Osman Gazi'den daha önce gelişmişti.

Yine, bir pazardı. Germiyandan bir kişi Osman Gazi'ye gelip "Pazarın bacını bana satın" diyor. Osman Gazi, "Bac ne olur" diye sorunca, cevap: "pazara her kim yük getürse, andan akça alayım"dır. Neşri Tarihi'nden aynen aktarıyorum.

"Osman Gazi eytdi: bire kişi, bu pazara gelenlerde alımun mı var ki bunlardan akça alursun"

Ol kişi eytdi: bu âdetdür. Her vilayette vardır ki, pâdişâh içün her yükden akça alurlar."

Osman eytdi: "bu Tanrı buyruğumudur ve peygamber kavlimidür, yoksa bunu her ilün pâdişâhı kendü mi ihdas ider?" didi.

Ol kişi eytdi. "Evvelden (beri) türe-i sultânidür."

Osman Gazi gazaba gelüb eytdi: "yöri ayruk bu arada turma ki sana ziyanım tokınur. Bir kişi ki, malım kendü eliyle kesb itmiş ola, bana ne borcu var ki raygân akça vire."

Bu sözü Osman Gazi'den halayık işidecek eytdiler. "Ey Han size dahi gerekmezse, bu pazarı bekleyenlere adetdür. Kim bir nesnecik virürler, ta ki bunların dahi emekleri zayi olmıya." Eytdi: "Çünki öyle dirsiz, her kişi ki bir yükü sata, iki akça virsin. Eğer satmaya, hiç nesne virmesün. Ve dahi her kime bir timar virem, biri o timaru anun elinden bilâ-sebeb almıyalar. Ol kişi ölicek oğlına virsünler. Eğer oğlan kiçirek olursa hizmetkârları sefer vaktinde sefere varalar, tâ oğlan sefere yarayınca. Eğer bu kanunı her kim bozsa, ya benüm neslüme bir gayrı kanun öğretse Allah Teâlâ anun dinin ve dünyasını bozsun" didi."

Yine eski kitaplardan biri Osman Gazi'nin Karaca Hisarı fethinden sonrasını şöyle anlatıyor:

"Osman Gazi Karaca Hisarı alınca, şehrin evleri boş kaldı. Germiyan ülkesinden ve başka yerlerden hayli adamlar geldi. Osman Gazi'den ev istediler. Osman Gazi de verdi. Az zamanda mamur oldu. Birçok kiliseleri de cami yaptılar Pazar da kurdular. Halk toplanıp "Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim" dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi. Hallerini ona söylediler. O da gelip Osman Gazi'nin kayınatası Edebâli'ye söyledi. Daha söz bitmeden Osman Gazi geldi. Sorup isteklerini bildi. "Size ne lazımsa onu yapın" dedi. Dursun Fakı: "Hânım! Sultandan izin gerektir" dedi. Osman Gazi dedi ki: "Bu şehri ben kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki, ondan izin alayım! Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp kâfirlerle uğraştım. Eğer O, ben Selçuk Hanedanındanım derse, ben de Gökalp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben ondan önce geldim derse, Süleymanşah dedem de ondan evvel geldi."

"Halk razı oldu. Kadılığı ve hatipliği Dursun Fakı'ya verdi. Cuma hutbesi ili önce Karaca Hisarda okundu. Bayranm namazını orada kıldılar. Bunun tarihi Eylül 1299'dur."

Kuruluş 1299

Bu anlatılanlar bağımsızlık alâmetidir. Bir şahsın kendi adına hutbe okutması, bir başkasına bağlı olmadığı manasına gelir. Osman Gazi artık kendi kendinin Bey'idir.

Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun'un Evlenmeleri (1298)

Bilecik Tekfuru Yarhisar Tekfuru'nun kızıyla evlenecekti. Osman Gazi'yi düğüne davet ettiler. Amaçları, komşuluk hatırı değil, tuzağa düşürüp Osman Gazi'ye suikast düzenlemekti. Harmankaya Tekfuru Osman Gazi'yi seven biri olarak, diğer Tekfurların hilesinden haberdardı ve uyarısını yaptı. Tuzağa karşı tedbir alındı. Kendisini davet etmekle görevli olan Köse Mihâl'e teşekkür eden Osman Gazi, düğün sahiplerine bir sürü koyun gönderdi. Bu düğün hediyesiydi fakat önemli bir şey olduğunu belirten Osman Gazi Köse Mihâl'e:

"Bunu kardeşim hizmet edenlere yedirsin. İnşaallah ben geldiğim vakit hediyemi getiririm. Eğer kardeşime lâyık hediyem yoksa da, bize lâyık olanı hazırladım." diyerek sürprizini ima eder ama Tekfur'un anlaması tabiî ki mümkün değildir. Osman Gazi davetçiliğinden dolayı Mihâl Bey'e pek çok hediyeler verdikten sonra, Tekfur'a haberci olarak gönderirken; "Mihâl Beğ! Git, kardeşime benden çok selam et. İşte şimdi bizde yaylaya göçüyoruz. Kaynanam ve hatunum dahi kardeşimin anası ile tanışmak isterler. Kardeşim de bilir ki, Germiyanoğlu bizimle ne haldedir. Yine kerem etsin. Daima zahmetimizi çeke gelmişlerdir. Bu yıl dahi çeksinler. Anamın ve benim eşyalarımızı Hisara gönderelim."

Osman Gazi'nin haberi Tekfura bildirilir. Tekfur çok sevinir. Osman Gazi'nin dileğini candan kabul eder. Mihâl'i yine gönderir. Osman Gazi'nin gelmesi için bir gün kararlaştırılır ve Osman Gazi: "Bilecik dar yerdir, düğünü orada yapmasm. Çakır Pınarı'nda yapsın." der.

Tekfur, Osman Gazi'nin teklifine uyup düğünü Çakır Pınarı'nda yapmaya hazırlandı. Kararlaştırıldığı gün Osman Gazi öküzlerini yükledi. Her zaman öküz ileten kadınlara verdi. Keçelerin arasına bir hayli adamlar sardılar. Sürdüler. Akşam karanlığında hisara girdiler. Bir iki katar öküz girince, keçe yüklerinden adamlarla yalın kılıçlar döküldü. Kapıcıları paraladılar. Hisarda az adam kalmıştı. Çoğu gitmişlerdi. Hisar fetholundu.

"Bu tarafta, bakalım Osman Gazi neyledi. Bir nice gazileri baş bezleriyle kadın kılığına koydu. Tekfura haber gönderdi: "Bunlan ayrıca bir yerde oturtsunlar ki, kadınlarımız orada ki tekfurları görüp utanmasınlar" dedi. Tekfur bu söze gayet sevindi. "Türkün kadını erkeği elime girdi" dedi.

"Yer hazırladılar. Osman Gazi öküzleri getirenlerle söz etmişti: Onlar hisara girdiği vakit Osman Gazi de tekfuru gelecekti. Akşamleyin geldi. Yani kadınlarını aşikâra getirmediler. Tekfur dahi karşıladı. Büyük saygı ile oturttu."

"Tekfur odasına varmadan Osman Gazi atına bindi. Mihâl dahi bindi. "Hay! Türk kaçtı" dediler. Tekfur sarhoşça idi. Ata binip o dahi Türkün ardına düştü. Osman Gazi geldi. Kaldınk derler bir dere vardır. Bilecik'e yakın yerdedir. Orada durdu. Tekfur dahi oraya varınca boğazı ele verdi. Osman Gazi Tekfurun başını kestirdi. Döndü.

"Sabahleyin Yar Hisar'a indi. Tekfurunu tuttu. Gelini de tuttular. Düğüne gelen halkın ekserisini esir ettiler. Çabucak Durgut Alp'i İnegöl'e saldılar ki, İnegöl tekfuru olan Aynikola işitip kaçmasın. Durgut Alp gidip İnegöl'ü çevirdi. Osman Gazi ne aldıysa Bileciğe getirdi. Ne lazımsa yaptı. Oradan İnegöl'e gelip yağma etti. Gaziler yağmayı işitince hisara doldular. Tekfurunu parça parça ettiler. Çünkü çok Müslümann kırılıp şehid olmasına bu kâfir sebep olmuştu." (A.P., s. 22-23-24 sene 1298)

Tekfur hile düşünüyordu, oldu. Mihâl Beyi'n yardımı, uyarısı ile kurduğu tuzak boşa çıktı ve kendisi Osman Bey'in tuzağına düşmekten kurtulamadı. Tekfur her şeyinden olurken, Osman Bey düğünü manâsız kılmadı, güzel gelini oğlu Orhan'a nikâhlayıp kendisine gelin etti ve bu güzel gelin Nilüfer adı ile Süleyman Paşa ve Murad Hüdavendigar gibi iki yiğit doğurdu.

İnegöl Kalesi'nin Fethi (1298)

Tekfurlar birleşerek Osman Gazi'yi ortadan kaldırmaya çalışırken, onların eline fırsat vermemek gerekiyordu. Turgut Alp'i İnegöl muhasarasına gönderdi, arkasından kendi gitti. Kalenin alınmasında üstün gayreti görülen Turgut Alp Osman Gazi'yi çok sevindirdi. Oraya Turgut ili adı verildi. (Bugünkü Turgutlu)

Selçuklu Devletinin Çöküşü (1299)

Osman Gazi'nin bağımsızlığını hutbe okutarak ilan ettiğini söylemiştik. O bir görüştü. Şimdi bir diğer görüşü takdim ediyoruz. Bu tarihi Osmanlı Devleti'nin kuruluşu zamanı sayanların tezleri şöyle:

Konya'daki Selçuk Devleti İlhanlı hükümdarı Gazan Han tarafından çökertildi. Alâaddin Keykubat esir düşmüş Selçuklu askerlerinin her biri bir tarafa dağılıyordu. Bunlardan Osman Gazi'ye sığınıp, onun yanında savaşmak isteyenler bir hayli fazla idi. Savaşçı askerlerin yanı sıra tecrübeli devlet adamları ve idareciler de Osman Gazi'ye sığınmışlar, böylece Osman Gâzi'nin gücü birden artıvermişti. Dünya hâli, ne zaman ne olacağı bilinemiyor. "Daha dün" denecek kadar kısa bir zaman önce, Ertuğrul Bey'e yurtluk bahşeden devletin Sultanı esir olmuş, askeri, devleti dağılmış, şimdi Selçuklu'nun askerleri Ertuğrul'un oğlunun devletini güçlendirmek için ter dökecektiler... Bu dönemi M. Tayyib Gökbilgin'in İslâm Ansiklopedisi'ne yazdığı makaleden istifade ederek anlatmaya çalışıyoruz:

Osman Bey'in istiklâlim ilân ettiği, bizim devletimizin kuruluş tarihi olarak kutladığımız 1299 senesindeyiz. Daha önceki devir kapanmıştır artık. Osman Gazi daha büyük mesuliyetin yükü altında, kırk bir yaşında sakalı aklarla dolu bir koca, oğlu Orhan Bey civan bir delikanlıdır...

Osman Gazi ve beyleri Moğolların ne yapacağım bilemeden merakla bekliyorlar. Azalmış gücüne rağmen, yinede danışma mercii olan Selçuk devleti bu coğrafyada umumi Türklüğü temsil ediyordu. Şimdi o ocak sönmüş, yeni bir ocak daha gür bir ateşle yanmak görevinde, o ateşin yalazlanması Osman Gazi'nin nefesinden bekleniyor.

Osman Gazi, gazilerin ve beylerin yeni vazifelerini tanzim işiyle uğraşıp, her birini daha ağır mesuliyetlerle tayin etti. Her kaleye bir komutan ve yerleşim merkezlerine kadılar yerleştirdi.

Dünyanın diğer taraflarında da kaynaşmalar eksik değil. Çeşitli sıkıntılar ile herkes şikâyet içinde yaşar idiyse de, Osman Gazi'nin düşmanı daha fazla, yükü daha ağırdı. Sonraki nesile güvenli bir yurt bırakabilmek için çok çaba sarfetmesi gerekiyor, sahip olmaya uğraştığı tarlanın azgın dikenlerini temizlemek kolay olacağa benzemiyordu. Bu azgın dikenler bir sürü Bizans Tekfuru, onların da arkasında koskocaman bir Bizans devleti idi.

(Yar) Yund Hisar'ın Fethi (1301)

Osman Gazi 1301 senesinde Bizans'a bağlı Yund Hisarı aldı. Bir yeri almaktan, fethetmekten daha zor olan mesele onu elde tutabilmekti. İyi komutanlarını fethedilen yerlerin idaresiyle görevlendirirken, oğlu Orhan Bey'e Karaca Hisar ve etrafını, ağabeyi Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İnönü'nü, Hasan Alp'e Yar Hisar (Yund Hisar) ve etrafını, Turgut Alp'e İnegöl'ü vererek onları oralardan sorumlu tuttu.

Yenişehir'in Merkez Yapılması (1301)

Küçük küçük olsa da birçok kalenin fethi Osman Bey'in Beyliği'ni büyütmekteydi. İlk gözağrısı, ilk vatan Söğüt, Beyliğin yönetimi için uygun olmaktan çıktı, yeni bir merkez lüzumu hâsıl oldu. Yenişehir şimdilik idare merkezi olarak kabul edildi. Bundan sonra bütün geçim ve büyüme planlarının yapılacağı yer Yenişehir'dir.

Köprü Hisar'ın Fethi (1302)

Sene 1302 olduğunda Osman Gazi, güvenlik açısından fethini şart saydığı Köprü-Hisara hücumu plânladı. Amcası Dündar Bey'in karşı çıkmasına aldırmadan saldırıp, kaleyi fethetti. Anadolu’da bu olaylar yaşanırken Selçuk devletini yıkan İlhanlı hükümdarı Gazan Han Mısır’da Memlûklarla uğraşmaktaydı. Hayat, savaşmaktan ibaretti. Yüz sene sonra Timur'un söyleyeceği "Bu dünya iki kişiye az" sözü, Osman Gazi için Söğüt ve etrafı iki kişiye az olarak değiştirilebilirdi. Öyle olduğu içindir ki, savaşlar bitmiyordu. Ve Allah Osman Gazi'nin önüne zafer yollarını çok geniş açıyordu.

İlhanlı hükümdarı Gazan Han ölünce, yerine geçen Olcaytu gözünü Anadolu'ya dikmiş, Karamanoğullan Beyliği'ni cezalandırmıştı. Bursa Tekfuru Bizans’la görüşmeler yaparak bu işten karlı çıkmanın yollarını arıyordu. Tekfur, Osman Gazi ile savaşmayı göze alıp, büyük bir kuvvetle hücuma hazırlandı. Onlar da yarın kendilerine yönelecek bir Türk akınını, erkenden, daha çok kuvvetlenmeden bertaraf etmek istiyorlardı.

Fakat Osman Bey en harlı ateş çemberlerinden geçerek gelmiş bu günlere; pişmiş, yanmış, çok şeyler öğrenmiştir. Bizans tehlikesine karşı tedbirlidir. Gerekli yerlerde casuslar istihdam eden Osman Gazi Bizansın hazırlığını haber aldı ve ona göre askerini ayarladı. Koyun Hisarı önünde karşılaşan iki ordu arasında yaman bir savaş başladı. Düşmana göre daha az olan Türk askeri iyi savaşırken Osman Gazi'nin sevgili yeğeni şehit düştü; bu yeğen Gündüz Bey'in oğlu Aydoğdu’dur ve bu olay askerin moralinin bozulmasına sebeptir. Ancak, Osman Gâzi askerini galeyana getirmeyi, sonuçta savaşı kazanmayı bildi. Osman Gazi'ye, daha önce olduğu gibi bir yeğene mal olan bu savaşta pek çok Tekfur da öldürülmüştür.

Osman Gazi'nin her zaferi Bizansın temellerinden bir taş oynatmak gibidir. İmparator, geleceğini garantiye almak için çeşitli tedbirlere başvurma ihtiyacı duyuyordu. Hemşiresi Mariya'yı ilk önce Gazan Han'a nişanlamıştı, onun ölümünden sonra, yerine geçen Olcaytu'ya nişanlayıp, akrabalığı devam ettirmek istedi. Ne kadar desiseler kursa da, talih kuşu Osman Gazi'nin başının üstünde dönüyor, nişanlı Mariya'nın tehditleri Osman Gazi'ye hırs vermekten öte bir işe yaramıyordu. Bizans imparatorunun plânı, oyuna getirerek iki Türk devletini biri birine kırdırmaktı. Hiçbir işe gevşek davranmayan Osman Gazi Bizans imparatorluk merkezine yakın kaleleri fethetmeye devam etti. Bizans iyice titriyordu.

İznik’in Ablukası (1303)

Marmaracık Adası'nın Fethi

Bir patlamayla arzın genişlediği gibi, Osmanlı Beyliği de devamlı genişliyordu. Yapılan hiçbir iş macera olsun diye değildi, gerektiği için yapılıyordu. Yaşanan zamanın icabına göre hareket etmek ancak böyle oluyordu. İznik bu düşünceyle muhasara edildi. Marmaracık Adası bu günlerde fethedildi. Yenişehir güvenliğe alındı.

Tekfurların İttifakı Birçok Kale'nin Fethi (1306)

Bursa Tekfuru Osman Gazi'nin yakıcı nefesini ensesinde hissetmeye başladı. Bundan sonra hiç kimsenin tek başına karşı koyma gücü yoktu. Bursa, Atranos, Madenos, Kete ve Kestel Tekfurları bir toplantı yaptı. Anlaşma sonucu beraberce Osman Gazi'ye karşı savaşa çıktılar.

"Dinbaz Zaferi" adıyla Osman Gazi hanesine yazılan savaş Tekfurlara büyük kayıplar verdirdi. Kestel ve Madenos Tekfurlan'nın maktul düştüğü bu savaşla Kestel, Kete ve Ulubat Kaleleri fethedildi.

Bugün yaşayan bunlardan Kete Tekfuru esir alınıp kendi kalesi önünde idam edildi. Rivayete göre de savaştan sonra ilk Osmanlı-yabancı mukavelesi yapıldı. Buna göre Osman Gazi Ulubat Köprüsü'nü geçmeme sözü verdi. (İ.H.D.)

Köse Mihâl'in Müslüman Oluşu (1313)

Yıl 1313'e geldiğinde Gaziler toplanıp, Osman Bey'e hitaben:

"Ey! Gazi Han, elhamdülillah düşman mağlup ve makhur oldu, bundan sonra vakit kaybedip, hareketsiz kalmak size yakışmaz, her veçhile gazaya meşgul olmanız mâkul ve münâsiptir" diyerek, teşviklerde bulundular. Buna karşılık Osman Bey "Evvela Köse Mihâl'i davet edelim, İslâmı kabul etsin; eğer Müslüman olursa hoş, her nereye derseniz varalım; eğer müslüman olmazsa, evvelâ onun memleketi Harman-Kayayı, etrafı ile birlikte, talan edelim." dedikten sonra, Köse Mihâl çağırıldı, teklif iletildi: O memnuniyetle İslâmı kabul etti. Herkes çok memnundur. Hele de Osman Gazi; sevincini, Mihâl'e hediyeler verip boynuna sarılarak gösterdi. Osman Gazi can yoldaşı Köse Mihâl'in ayrı dinden oluşuna ne kadar üzülüyor idiyse şimdi de o derece memnun kalmıştı. Yaşlanan bedenine adeta gençliği yeniden geldi. Kendisini daha iyi hissetmeye başladı. Mihâl'e "hemen hil'at giydirdiler. Osman Gazi'nin oğlu Orhan'ın yanına verdiler. Karaca Hisarda ikisini beraber bıraktılar." "Bir Gazi daha vardı. Saltuk Alp derlerdi. Onu da beraber koydular. Osman Gazi'nin bir oğlunu da anası ile birlikte Bilecikte bıraktılar." (A.E)

Osman Gazi devraldığı bir avuç toprağı bir vatan yapmak için gecesini gündüzüne katıyor, etraftaki tekfurları teker teker mağlub ederek, halkına zulüm yapmadan itaati altına alıyordu. 1314 senesi geldiğinde büyük hedefe yürümek, Bursa şehrini fethetmek istiyor, onun çarelerini arıyordu. Fakat bazı şeyler arzu ile gayret ile olacak gibi değildir, birazda Allah'ın dilemesi lâzım: Bursa muhasara edilir ama çabalar netice vermez. O, Orhan'ı beklemektedir. Ezelden Bursa fethiyle nişanlanan Orhan Beydir, bunu Osman Gazi bilemez, gaip bilinemez ki. Bilseydi Osman Gazi oğlunun işine hiç el atar mıydı?

Bursa yerinde duradursun; yeni bir sıkıntı meydana gelmişti Osman Gazi için. Germiyan iline İlhanlı hükümdarının yerleştirdiği Çavdar aşireti biraz vahşicedir; Karaca Hisara saldırdılar, orada o gün pazar var. "Orhan Gazi'ye de haber etmişler ki, Tatar pazarı bastı. Orhan Gazi de Eskişehir’de at nallatıyormuş."

"— Bu haberi işitince hemen ata binip sürdü. Dağlar arasında Oynaş Hisarı derler bir viranca hisar vardır. Tatarlarla orada buluştu. Göz açtırmadı. Tatarları yakaladı. Aldıklarını geri verdirdi. Hayli Tatarı tuttu. Karaca Hisara getirdi. Babası gelinceye kadar orada sakladı. Osman Gazi gelince Çavdaroğlunu getirdiler, Osman Gazi dedi ki; "Oğul! Bu zâlim komşudur. Hem de Müslümandır. Kendilerine, beğleriyle birlikte and verelim. Koyuverelim. Varsın memleketlerine gitsin" dedi. Öyle yaptılar. O zamandan ta Yıldırım zamanına kadar düşmanlık olmadı." (A.E, s. 30)

Din gayretiyle beraber kan akrabalığı da Osman Gazi'nin Tatarlara acımasına yeter, onlar da sözlerinde durarak bir daha rahatsızlık vermezler.

Orhan Bey'in Vekil Tayin Edilmesi (1320)

Sene 1320. Osman Gazi artık iyice ihtiyarladı. Yaşı 62'yi bulmuştu. Hayatta iken oğlu Orhan Bey'i kendi yerine vekil tayin etti. Genişleyen toprağa, çoğalan nüfusa hükmetmek için Orhan Bey'in pişmesi lâzımdı ve yeni müesseseler kurulması, yeni idari şekillerin ihdas edilmesi gerekliydi. Müslim-Gayrimüslim hiç kimsenin yönetenlere beddua etmemesi lâzımdı; bu da yapılan her işin Allah'ın rızasına uygunluğuna bağlıydı ve Osman Gazi'nin bütün çabası bu istikametteydi. Yeni teşkilatlar ve müesseseler kurulurken görev verilen gazilerde bu özellikler aranıyordu. Konur Alp, Akça Koca, Samsa Çavuş uç beyi olarak tayin edilirlerken mesuliyetlerinin farkındaydılar. Zaten, o nesilden, vazife alan herkes kendilerini önemli işlerin adamı olarak görüyor, başarılı olmaya mecburiyetleri olduğunu da unutmuyorlardı. Atalarının çok uzaklardan göçtükleri, Anadolu’da yere sağlam basılması gerektiği, geriye dönüşün düşünülemeyecek kadar imkânsızlığı onlara da malûmdu.

Mudanya'nın Fethi (1321)

Gemlik Seferi

Orhan Bey babasının emriyle Mudanya üzerine yürüdü. Kısa zamanda kale fethedildi. Sıra; Gemlik Seferi'ndeydi. Gemlik Seferi'ne kumandan olan kişinin Kara Timurtaş Bey olduğu söylense de İsmail Hami Danişmend'e göre ihtimal dışıdır. Kara Ali Bey olması lâzımdır.

Trakya Akını

1310 senesinde Osman Gazi'nin Rodos Seferi'nden bahseden yabancı kaynaklar mevcutsa da, yerli hiçbir kayıtta böyle bir olay yoktur. (İ.H.D.) Bunu böyle sayarsak, şimdi bahsedeceğimiz hâdise Osmanlı askerinin dışarıya açılan, deniz aşırı giden ilk akımdır. Bu alanda birçok Bizans şehri tahrip ve yağma edilmiş, dolayısıyla Bizans için iktisadi buhran baş göstermiştir. Bir de, bu akının ons ekiz ay sürdüğü düşünülürse işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır.

Karamürsel'in Fethi (1324)

İzmit Körfezi'nde şirin bir kasaba. Bizans'ın burnunun dibi. Adı Prenetos. Karamürsel Bey ve arkadaşları tarafından fethedilip, kahramanın adını almıştır. Hâlâ o adı taşımaktadır.

Bursa'nın Fethi (1326)

Osman Gazi fethedemediği Bursa'nın hayaliyle günlerini hüzünlendiriyordu. Etrafına yerleşen adamları Ak-Timur'la Balabancık Bursa'yı, Bursalıları bunaltmıştı. On senedir ablukaya dayanan şehirde çeşitli sıkıntılar, hele de açlık çekilemez dereceye gelmişti. Bursa'nın düşmesi yaklaşıyordu. Lâkin Osman Gazi'nin ihtiyar vücudundan takat uzaklaşmaktaydı; savaşa gidecek hali yoktu; ihtiyarlık hastalıkla sarmaş dolaş olunca Osman Gazi yatağa düştü.

Fetih vazifesi, fatih alma sırası Orhan Beydedir. Bu ulu vazifeye o koşar Bursa fethedilir. (1326) Orhan Bey, şehre ilk girecek şahsın bir ulu kişi olmasını isteyince Ahi Şemseddin zade Ahi Hasan öne geçer, kendisi onun arkasında şehre girerler. Camiye çevrilen bir manastırda Cuma namazı kılınır.

Osman Gazi'nin Edebâli'nin ve Mal Hatun'un Ölümleri

Tarihler kat'i olmamakla beraber, üçünün de 1326'da öldüğü sanılıyor. Önce Edebâli, sonra Mal Hatun ve daha sonra da Osman Gazi. Edebâli'nin 120 yaşına değdiği söyleniyor ki 45 yaşında torunu olan insan için fazla sayılmaz. Bir büyük şahsiyet olması imânî gücüyle Osman Gazi'yi desteklemesi Beyliğe çok şey kazandırmıştır. Elbette hem hanımını hem de kaynatasını kısa aralıklarla kaybeden Osman Gazi çok üzülmüştü.

Osman Gazi hastadır, yataktadır. Aklı Bursa’da. Müjde beklemekte Osman Gazi. Azrailin de acelesi var. Müjde gelir. Osman Gazi'nin başucunda Orhan Bey, Turgut Alp, Saltuk Alp, Şeyh Ahi Şemşeddin, Ahi Hasan, Çandarlı Mevlana Halil, Kara Oğlan...

Vasiyete bakalım! "Birinci vasiyetim gaza ve cihad işini devam ettirmeniz ve İslâmın kuvvetlenmesine çalışmanızdır. Livâ-i şerifi yüksek tutunuz, daima İslama hizmetten geri kalmayınız." Daha sonra Orhan Bey'e hitaben "Oğlum işte ben ölüyorum, fakat müteessir değilim; çünkü senin gibi bir halef bırakıyorum; adil ol, merhametli ol, iyi adam ol; bütün reayayı (elinin altında bulunanları) eşit olarak himaye et. İslâm dinini yaymaya gayret et; yeryüzünde hükümdarların vazifesi budur. Ancak bu suretle Tanrı'nın lûtfuna nail olursun. Bilmediklerini ulemaya danış. Bir şeyi iyice bilmeden hareket etme. Sana mûtî olanları hoş tut. Beni Bursa da Gümüşlü kubbeye defnet..."

Osman Gazi, ebediyyen anılacak bir isim olarak gözlerini yumduğu dünyaya, pek çok köşesini mamur edecek bir soy bırakıyor; onun soyu altı yüz seneden fazla, milyonlarca kilometre karede milyonlarca inşam huzur içinde yaşatıyor. Osman Gazi'nin geride bıraktığı özel eşyaları da tam bir devlet adamına yakışacak ağırlıktadır.

Denizli bezinden yapılmış sarıklık bez, at için zırh takımı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir dokumasından kırmızı renkli sancaklar, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, bir kaç at, misafirlere ikram için beslediği üç sürü koyun. Bunlardan başka iri taneli bir tesbih ile Selçuklu sultanının gönderdiği davulun kasnağı... hepsi bu....

Arkasından ağlayanlar gerçek ağlıyorlar; gözyaşları yüreklerinin yanıklığıyla süzülüyordu yanaklarına... Bir zamanların Osmancığı, Kara Osman'ı daha sonra Osman Bey olmuş, Osman Gazi olmuştu; şimdi de merhum. Obası değil artık devleti ondan mahrum kalmıştı. 68–69 yaşındaydı diyenler de var; 72 olduğunu diyenler de. O giderken Söğüt'ün kökü sağlam, dalları gümrah yeşeriyordu; ama her şey, herkes derin yas içerisindeydi. Osman Gazi'ye babası Ertuğrul Bey'den 4.800 km kare toprak kalmıştı. 43 senede üç buçuğa katlayarak oğlu Orhan Bey'e 16.000 km karelik bir vatan teslim etti. Bundan sonra yol Orhan Gazi'nin, devir onun, devlet onun.

Küçük bir yorum: Osman Gazi'nin şahsiyeti ve takip ettiği fikirle oynadığı rol henüz tam anlaşılamamıştır. Hatta fetihleri, gelişigüzel Tekfur kaleleri almak gibi gösterilmiştir. Hâlbuki tarihî bir harita üzerinde takip edilmekle görülecektir ki, her hareket bir plan dairesinde atılmış adımdan ibarettir. Anadolu'da daha eski ve daha kuvvetli Türk Beylikleri varken, hiç birisi kendisine büyüme imkânı sunacak ilk atılımları yapamamıştır. Daha sonra devamlı genişleyen Devlet Osman Gazi'ye çok şey borçludur.

Link to comment
Share on other sites

  • Replies 76
  • Created
  • Last Reply

ORHAN GAZİ

(1326–1359)

02zi3.jpg

Osman Gazi, Söğüt toprağına dikilmiş bir çınardı. Yaşı kemâle, ömrü zevale erdi; Allah'ın buyruğuyla Allah'a gitti. Oğlu Orhan devralmıştı bütün Beyliğin işlerini. Bu Beyliği devlet yapmak ona kalmıştı. Devir onun. Şimdi: Orhan Gâzî'den bahsetmeye başlarken, Onun, Beyliğin başına tam yetkiyle geçmiş olduğu güne kadar yaşanan zamanı özetlemek, daha doğrusu kendi hayatını özetlemek istiyoruz. Orhan'ın doğum tarihi 1281 olarak belirtilir. O tarihte babası yirmi üç yaşında bir yağız delikanlıdır. Kayı Beyi Ertuğrul'un en bahadır, en sevimli, en akıllı oğludur Osman Bey. Orhan, böyle bir babayla, Edebâli kızı Mal Hâtun'dan dünyaya gelmiş olmakla, belki daha şanslıdır.

Şansı bazı yönleri ile babasına benziyor. Osman Gazi’nin babasının öldüğü sene bir oğlu (Orhan) dünyaya gelmişti. (1281) Osman Gazi’nin ölümü, Orhan Gazi’nin resmen Beyliğin başına geçişi ve bir süre sonra hükümdar olacak Murad'ın doğumu aynı zamanda yaşandı. Baba acısıyla evlat sevinci birbirine karıştı.

Orhan Gazi’nin, adı pek anılmayan Alaaddin isimli bir kardeşi vardı. Babaları vefat edip, defnedildikten sonra ikisi bir araya gelirler. Orhan Gâzî derki. "Sen ne dersin?" Kardeşi Alaaddin Paşa "Bu ülke senin hakkındır. Buna çobanlık etmeye bir padişah gerek ki memleketin işlerini görüp başara. Zaten babamda, sağlığında Beyliği sana vermişti."

Beyliğin yönetimini Orhan Gâzî Alaaddin Paşa'ya, O da Orhan Gâzî'ye teklif ediyor. Neticede, Alaaddin Paşa vezirlik teklifini bile kabul etmeyip, kardeşinden sadece barınacak bir köy istiyor. Babalarından kalan atları ve koyunları paylaşma işine ise Alaaddin Paşa: "Bunlar padişahlığın gereklerindendir. Babamız bunları gaza için saklardı. Bizim miras edecek nesnemiz yoktur." diye cevaplıyor. Orhan Bey kardeşine istediği köyü veriyor. Alaaddin Paşa sonradan Bursa'da bir Tekke, Cami ve Hamam yaptırmıştır.

Orhan Gâzî ile kardeşi arasında bölüşülecek bir şey yoktu. İkisi de, zaten babaları zamanında iyice olgunlaşmışlardı. Kendilerine şeytanlık yapıp fikirlerini bulandıracak kimsenin bulunmayışı, etraflarında, hep izinden gidilecek değerli insanların bulunması büyük şansları idi. Herkesin tek arzusu; garip bir biçimde geldikleri bu yeni yurtta dal budak salıp büyümek, hayırlı hizmette bulunmaktan başka bir şey değildi. İki kardeş de gözlerini dünyaya açtığında hep değerli insanlar görmüşler, hayatlarının bir kısmım onlarla beraber yaşamışlardı. Bunlar ki dedeleri Ertuğrul Gâzî, Şeyh Edebâli, Babaları Osman Gâzî... Şimdi onların hiçbiri hayatta değil... Bütün bunların düşünülmesi onlara, tabîiki hüzün veriyordu. İşte bu günlerde Orhan Gâzî'nin dördüncü oğlu doğuyor. Çocuğa, kudümlü olması dileğiyle Murad adı veriliyor. Bu Murad, ileride kendisinden sitayişle bahs edeceğimiz Kosova Fatihi "Hüdâvendigâr"dır.

Bazı tarihçiler Alaaddin Bey'i, Orhan Gâzî'ye vezirlik yapan Alaaddin Paşayla karıştırıyorlar, Hammer de aynı hataya düşmüş. Yakın zaman araştırıcıları Alaaddin Paşa ile Alaaddin Bey'in ayrı kişiler olduğunu meydana çıkarmışlar, biz de bu görüş üzere hareket etmekteyiz. Aktarma yaptığımız kaynak "Paşa" dediği için, mecburen "Paşa" dediğimiz Alâadin Bey, o zamanın geleneği icabı, büyük evlâdlara "Paşa" dendiği için böyle anılıyordu, diyenler de var.

Benzetiş kaabiliyetini tarihinde bolca sergileyen Hammer, savunduğu fikri şöyle pekiştiriyor. Ona göre Alaaddin Bey Orhan Gâzî'nin vezirlik teklifini kabul ediyor. Bu kabul üzerine şu benzetiş geliyor. "Nasıl ki Şarklıların rivayetlerine nazaran Harun ile Mûsâ dahi bu veçhile hareket etmişlerdir” Tabi bu, anlatmaya çalıştığı bir Şarklı rivayeti değil, Kur'ân-ı Kerîm gerçeğidir. Hazreti Musa'ya peygamberlik gelince, konuşma yeteneği olmadığı için, Cenâb-ı Allah'tan kardeşi Harun'u yardımcı istemişti.

Hareketli Günler

Bu arada Osman Gazi'nin yoldaşları Akça Koca, Konur Alp gibi cengaverler son demlerini yaşıyor, fakat sağda solda fetih bekleyen Rumlar'a ait köy ve kasabaları almaya devam ediyorlardı. Akyazı, Kandıra, Akova bunlardan bazılarıdır.

Aydos ve Samandıra'nın Fethi (1326)

Orhan Gâzî babasından gördüğünü yapıyor; değerli kumandanları fetih yolculuğuna uğurluyordu. Yön, daha evvelden belliydi. Atılan her kanca Bizansı biraz beri getiriyor sanki. Sanki kader durmadan yaklaştırıyor Osman oğlunu Bizans surlarına. Şamandıra fethedildi.

Sırada Aydos Hisarı bulunuyordu. Aydos öyle bir sarp yerde idi ki, kolay ele geçeceğe benzemiyordu. Bütün gayretlere rağmen başarı elde edilemiyor, Allah'ın yardımı bekleniyordu. Solakzâde Tarihi'nden aşağıya alacağımız bilgiler enteresandır: Diyor ki, "Uzun bir süre kuşatılan kalenin alınması için gayrette kusur edilmemişti. Meğer Aydos Tekfuru'nun bir kızı vardı. Oldukça güzel ve dünyada eşi bulunmayan bir kız idi. Bu kız bir gece rüyasında, ansızın karanlık ve derin bir kuyunun içine düşer. Her ne kadar gayret sarf etse de kendisini kurtaramaz. Ne kadar bağırır, inlerse de yardım edecek bir kimse bulunmaz. Sonunda öldüğüne inanıp ümidini keser.

"Gördü ki bir cıvanı nûrânı

Çıka geldi halas için anı"

Çok tafsilatlı anlatılan bu rüyanın neticesinde olanlar şöyle: Tekfurun kızı rüyasında bir yiğide sevdalanır, düştüğü kuyudan bu yiğidin sayesinde kurtulur. Bu rüyadan sonra aşağıda olan olaylar gerçekleşir. Kalenin zaptı ile görevli askerlerin arasında, Tekfur kızının rüyasında gördüğü, sevdalandığı yiğit de bulunmaktadır. Kız bu yiğidi kalabalık arasında görür ve tanır. Gönlünü öylesine kaptırmış ki, gözü ne baba görür ne başka şey. Kız sapanla bir taş atar, taşın üstünde bir kâğıt sarılıdır, düştüğü yer rüyada âşık olunan gencin ayağının dibi. Kâğıttaki yazı, kalenin nasıl teslim alınacağını anlatıyor. Kızın talimatına göre hareket edip, kaleyi teslim alıyorlar. Tekfur dâhil pek çok düşman telef ediliyor.

Güzel kızın rüyasında gönül verdiği genç, Abdurrahman Gâzî'dir. O da kızı sever, ama yinede kız ve kaleden alınan canlı, cansız her şey Orhan Gazi’ye gönderilir. Durumu öğrenen Orhan Gâzî iki gencin nikâhını kıydırıp, evlendirir. Bu evlilikten "Kara Rahman" adlı bir oğlan dünyaya gelir ve bir yiğit olur ki, düşmanlar korkusundan titrer, analar çocuklarım "Kara Rahman geliyor" diye korkuturlar.

Abdurrahman Gâzî ve arkadaşları Şamandıra ile Aydos'u fethederken, Kara Mürsel de İzmit'in güneyini fethederek Osmanlı hududunu Karadeniz ve İs¬tanbul Boğazı'na doğru genişletiyordu.

Bursa'nın Beyliğe Merkez Oluşu

Çok kısa zamana sığan işler saymakla bitmiyor. Hâlâ Orhan Gâzî'nin Bey olduğu senedeyiz. Merkezin Bursa'ya taşınması da bu sene içinde oldu. Artık, devlet denecek kıvama geliniyor. Aslında gelinmiştir de, resmen devlet denmiyor. Orhan Gâzî'ye de hâlâ Bey deniyor.

Sikke

"Her şey savaş değil" diye düşünülür. Hâlâ kendi adına kesilen sikkesi olmayan bir devletin başındadır Orhan Gazi. Bu günlerde sikkeyi kendi adına kestirmeye başlar ve üstüne şöyle yazdırır: "Allah Osmanoğlu Orhan'ın mülkünü dâim etsin"

Sikke kestirme işi Alaaddin Paşa'nın fikri olarak gösterilir. Eskiden kullanılan Selçuklu paralarının müstakil bir devlete yakışmayacağı onun tarafından tavsiye edilmiş, Orhan Gâzî'de münasip görmüştür. Bunun gibi, başka bir kaç yeniliğinde mucidi olarak gösterilen Alaaddin Paşa, babalarının ölümünde inzivayı tercih edip bir köye yerleşmişti ama fikirleriyle kardeşine yardımcı olmayı ihmâl etmiyor, Orhan Gâzî de onun fikirlerinden istifâdeyi canına minnet biliyordu. Babasından kalan nice güngörmüş kişi varsa Orhan Gâzî'yi tecrübeleriyle ileri hedeflere taşırlardı. Ne var ki, onlardan çoğu bir hayli yaşlanmış, ecelin elinde cilveleşiyorlardı. Bunlardan Akça Koca ile Konur Alp Orhan Gâzî'yi bırakıp ahirete göç ettiler; birer şehire verilen isimleriyle dillerde ve gönüllerde yaşamaya devam ediyorlardı. Alaaddin Paşa kardeşine yardımı esirgemez, yerleştiği köyünde kurduğu Tekkede duâ ve ibadetle ömrünü geçirirken, arada bir gelip yeni devlet için düşüncelerini anlatıyor.

Yeniçeriliğin kuruluşundaki fikrî öncülüğü yapanı bu Alaaddin Bey olduğu sanılıyor. Fakat İsmail Hami Danişmend "hayır" diyor. Yeniçeriliğin kuruluşu Birinci Murad devrinde olmuştur.

Maltepe Zaferi (1330)

İznik'in Orhan Gâzî tarafından muhasara edilmesiyle harekete geçen İmparator Andronikos Paleologos İstanbul'dan Maltepe'ye geldi. Türk-Bizans askerleri burada savaşa tutuştular. Asırların olgunlaştırdığı Bizans çürüme dönemine girmişti. Genç Osmanlı Beyliği'nin Söğüt'ten kopan taze fidanları Bizans askerine göz açtırmadı. Yaralanan İmparator müşkilatla kaçırılırken ordusu bozguna uğradı. Bir hayli Rum asilzadesinin can verdiği savaş, Osmanlı askerinin zaferiyle neticelendi.

İznik Şehrinin Teslim Alınışı

Rivayete göre Maltepe'de zafer kazanan ordunun komutanı Orhan Gâzî'nin adından bahsetmediğimiz kardeşi Pazarlu Bey idi. Maltepe'de yenilen Bizans ordusu, İznik'te müdâfa yapanlara tesir etmiş ve şehri Orhan Gâzî'ye teslim etmek zorunda kalmışlar.

Şehri aldıktan sonra Orhan Gâzî'nin yaptığı ilk iş harab olan yerlerin onarımıydı. O devrin ünlü seyyahlarından birinin yolu düştüğünde neler görmüşse onu anlatıyor. Şimdi kısa bir alıntı yapıp, seyyahın gözüyle o günleri yaşayacağız. Genelde gözlemlerine değer verilen bu seyyahın adı İbni Batuta'dır.

Ünlü Seyyah İbn-i Batuta; Bursa'yı Orhan Gâzî zamanında ziyaret ettiğini, Orhan Gâzî'nin, Türkmen hükümdarlarının en büyüğü olduğunu anlattıktan sonra, "Toprak, asker ve varlık bakımından da en üstündür. Yüz civarında kalesi vardır. Vaktinin çoğunu bu kaleleri dolaşmakla geçirir..." deyip, sözü Nilüfer Hatun'un cömertliğine getiriyor. Ondan gördüğü ihsanları sıralıyor kitabında...

Meydana çıkış tarihi hesaba katılırsa, alınan mesafenin olağanüstülüğü tartışılmaz. Başarılar, maddî manevî gücü yerine kullanabilmekle geliyordu. Diğer Beyliklerden birçok insanın, parlayan Osmanlı güneşi etrafında yıldız olmaya koşuştuğu, Orhan Gazi’nin ordusunda savaştığı ayrı bir özellik olarak hatırlanmalıdır.

Orhan Gâzî'nin Diğer Yönü

Orhan Gâzî kale ve şehirlerin fethiyle uğraşırken, kanlı çarpışmalarda birçok can telef oluyordu. Şehid düşen askerlerin yerine yenileri geliyor, alınan kalelerin hasarları onarılıyor, şehirde meydana gelen yıkılmalar kısa zamanda tamir ediliyordu. Hiçbir yer harabe haliyle bırakılmıyordu.

İznik'te tamir işleri devam ederken, eskiden kalma kiliselerin Mescid haline sokulma işi bitmiş, bir tanesi de Medrese'ye çevrilmişti. "Medrese'nin başına Kadı Urmevî hazretlerinin faziletli öğrencisi, geçmiş ve gelecek bütün ilimleri özünde derlemiş olan, bütün şüphe perdelerini en gerçek şekilde açıklayan zamanın bilginlerinin önderi Mevlâna Şeyh Davûd-i Kayseri getirilmişti. Pâdişâh ayrıca burada kalanlar ve yolcular için bir imaretle ribat yaptırarak kimsesizlere yiyecek dağıtılmasını sağladı. Bu kuruluşun açılış gününde göz alıcı ve iştah açıcı çeşitli yemekler hazırlandı ve pâdişâh bunları kendi uğurlu eliyle halka dağıtıp üleştirdi."

İznik Ayasofya Kilisesi'nin Camiye Tahvili (1331)

İznik küçük bir şehir olmasına rağmen taşıdığı tarihi değer büyüktü. Sadece Hıristiyanlık açısından bakarsak, akidelerini kesinleştirmek için toplandıkları yer İznik idi. Milâdî 325 senesinde Büyük Konstantin başkanlığında toplanan Birinci İznik Konsili kararlarını Ayasofya kilisesinde almıştı. Bugün hâlâ inanılan Teslis -yani Baba, Oğul, Ruhu'l Kudüs-akidesi burada kararlaştırılmıştı. Bütün Hıristiyan dünyası İznik'e kutsallık izafe ediyordu. Orhan Gâzî için ayrı bir mânâ taşır ve fethettiği şehrin namlı kilisesini camie tahvil eder.

Alâaddin Bey'in Ölümü

Osmanlı Devleti'nin ilk devirlerinde, bazı meseleler oldukça muğlâk, bazıları çok karışık. Orhan Gâzî'nin kardeşi aynı tarihçi tarafından bile bazen vezir bazen derviş gibi gösteriliyor. Biz tartışmaya girmeden, "Orhan Gâzî'nin kardeşi öldü" demeyi tercih ettik. Şehzade Süleyman ki Paşa olarak anılır, onun da bundan sonra vezir olduğu kabul edilmektedir. Gani gönüllü Alaaddin Bey babasının Bursa'daki türbesine defnedilmiştir.

Şimdi biraz, zamanı tartışılan Yeniçeri meselesine girmek istiyorum. Birinci Murad zamanına inhisar eden olduğu gibi Orhan Gâzî de ısrar eden de var. Alâaddin Bey'in Çandarlı Halil'in fikri öncülüğünde kurulduğu daha çok inanılan ve savunulan görüştür. Bu konu Solakzâde tarihinde aşağıdaki şekilde anlatılıyor:

Alâaddin Paşa'nın Orhan Gâzî'ye tavsiyeleri:

"Ey kardeşim, devlete lâyık ve saltanata lüzumlu olan budur ki, sen de bu âlemde bir nâm ve nişan koyasın ve onunla yâd edilesin. Allah Teâlâ'ya hamd olsun. Osmanlı devleti günden güne büyüyüp gelişmektedir. Daha çok güç ve kuvvet kazanacağı günler yakındır. Şimdi, sende herkesin beğeneceği bir kanun vaz etmelisin ki, kıyamete kadar icra olunsun. Bu hususlardan birisi sikkeyi kendi adına kestirmelisin. Zira bu zamana gelinceye kadar, rayiç olan akçe ve altın Selçuklu Devleti sikkesi idi. İkinci adet sultanların gücü ve âyini üzere askere özel bir kisve ve elbise tesbiti gerektir. Ta ki onunla bilmeler, tanınalar. Üçüncüsü de budur ki, ülkeler fethetmek için piyade askeri gerektir. Zira bazen piyade atlıdan fazla lâzım olur."

Kardeşini dikkatle dinleyen Orhan Gâzî'ye ne deniyorsa münasiptir; başını sallar kabul eder. Kendi adına sikke kestirip, kendi parasını kullanmaya başladıktan sonra askerleri için özel kıyafetle re de geçer. O zaman seçilen kırmızı, san ve siyah börkler Yıldırım Bâyazid Han zamanına gelene kadar kullanılır.

İki kardeşin yardımlaşarak, herkesin kendinde olanla hizmet yarışma devam etmesi, bundan sonraki tarihlerde görülmeyecektir. Devletin büyümesi, şartların değişmesi arzuları bile değiştirecektir. Sahip olmaktan başka bir şeyin düşünülmeyeceği o günlere gelene kadar Alâaddin Bey ile Orhan Gâzî'nin, iki kardeşin candan yardımlaşmalarının tadına varmak istiyoruz. Gerçekten de gelecek zamanda, bu kardeşlerin davranışı hayâl olacak.

Yine aynı kitaptan okuyoruz.

"Bir gün Alâaddin Paşa, İslâm askerinin daha da fazlalaşması için, padişahın huzurunda Bilecik Kadısı Cendereli Mevlâna Halil ile meşveret ettiler. Aldıkları karar gereğince, reaya çocuklarından bin tane genç yiğit seçilip alınarak, piyade yazıldı. Sefere gidildikçe, dirliğe mutasarrıf olup günde bir dirhemin dörtte biri olan bir akçe ile vazifeye tayin olundular. Sefere gidilmedikçe, günlükleri verilmeyip, her birisi vatanında kendi işi ile meşgul olup, Tekâlif-i Örfiye'den muaf tutuldular. Bunlara, onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı tâyin olunup, yaya namı ile şöhret buldular. Ancak piyade taifesi gittikçe çoğaldı. Seferlerde fesatlar çıkarmaya başladılar. Cihan padişahı bu keyfiyetten agâh olunca, bu durumu devlet erkânı ile istişarelerde bulunarak şöyle karara vardılar: "Reaya çocuklarından hizmete yarar güçlü yiğitler seçilerek her birisinin çâker ve yeniçeri askeri zümresine yazılması, Müslümanların çoğalmasına sebep olacaktır" diyerek, bu husus için mübaşirler tayin olundu ve bir kaç yılda reâyâ çocuklarından pek çok kimse İslâm olma şerefi ile şereflendiler. Vazifeleri ibtîdadan üçer akçe ferman olundu. Bunlar hâlâ yeniçeri adı ile anılmaktadırlar.

Solakzâde bu mevzuu burada kapatmaz. Alâaddin Paşa'nın teklifinin kabulünden sonra gelişen olayları sıralarken... "Gerçi, der. Bu yiğitler seferde ve hazarda pek çok hizmetler gördüler. Padişahların ihsanlarına mazhar oldular. Her birisine hizmetine göre terakkiler verilip etrafta olan reâyâ bu hâli görünce hepsi canla başla ve gönülden çocuklarını teslim etmeye razı oldular. Bu yüzden birdenbire reâyâ İslâm dinine girmiştir. Bu güne kadar, üç yüz altmış yıldan fazladır ki, nice kerre yüz bin reaya İslâmla şereflenmişlerdir. Yalnız bu fazilet ile Osmanlı padişahlarının diğer yeryüzü padişahlarına üstünlükleri güneş gibi apaçık ortadadır."

Merhum Solakzâde 1650'lerde tamamladığı tarihine bu görüşlerini aktarırken her halde yanılmamıştı. Bu gün bile dünyayı hayran bırakan bu uygulama tartışılmaktadır. Sonradan aksilikler yaşanmış olması, iyi olan yanlarını zayi etmez. Bu konuyu Solakzâde'den tamamlayalım.

"Akil olanlara malûmdur ki, hiç bir devirde İslâm'ın yayılması ve Hz. Resûlullah'ın (S.A.V.) ve dininin şöhret bulması bu derece parlak olmamıştır..."

Bir meselenin iyi anlaşılması, savunan ve yereniyle dinlenirse daha kolay oluyor. Yeni tohumu atılan, özet biçimde anlatılan Yeniçeri hadisesi Hıristiyanlar tarafından nasıl değerlendirilmişti? Bunun yorumunu Hıristiyan Tarihçi Hammer'den alacağız.

Hammer şu paragrafla açıyor meseleyi: "Ertuğrul'un Anadolu'da yerleşmesinden yüz ve Osman'ın müstakil Beğ derecesine yükselmesinden otuz sene sonra, Orhan'ın saltanatının üçüncü senesinde Güzel Şarl'ın Paris'te vefat ederek (1328) Bavyera Prensi Lui'ye Roma İmparatoru olarak tâc giydirildiği ve Andronikos'un torunu tarafından indirilip hapse atıldığı sıralardadır ki, Osmanlı'nın talihli saltanatı Alâüddin sayesinde kanunları ve devamlı müesseseleri sağlamlık kazandı.” Bu uzun girişten sonra Hammer Alâaddin Bey'in teklifiyle yapılan yenilikleri sıralıyor sikke, kılık kıyafet ve en sonunda Yeniçeriliğin icadına gelen yazar, esas sözlerini burada söylüyor. Tekrar belirtelim ki bizim derviş Alâaddin Bey olarak tanıyıp tanıttığımız kişi Hammer'e göre vezirdir. Şimdi, uzunca anlattığı diğer meseleleri geçip Yeniçeriliğe geliyoruz.

"Alâaddin'in müesseselerinden üçüncüsü ve en mühimi, daimi ve maaşlı bir ordu kurmasıdır ki, bunun teşkili Ortaçağ tarihinde ve hâlâ daimi orduların mucidi addolunan Fransa Kralı VII. Şarl'dan bir asır evvel vâki olmuştur."

Hammer bütün kötüleme kaabiliyetini kullanmak istiyor. Yeniçeriliğin kuruluşuna ilişkin yazıyı uzatıyor ve geliyor diyor ki: "... Orhan biraderi Alâaddin ve Şeyh Edebâli'nin bacanağı ve bununla beraber kendisinin akrabalarından olan Çandarlı Kara Halil ile müzakere etti. Çandarlı bir tedbir arz eyledi ki insanların kalbini inceden inceye incelemiş olduğunu ve siyasetin hilekârlığını ispat eder. İslâm'ı kabule zorlanacak Hıristiyan evlâdından mürekkep bir ordu icadını teklif etti. Çandarlı'nın reyine göre, mağluplar hukuk nokta-i nazarından galiplerin esiri olduklarından meşru sahibi olmuş oluyorlar. Bu çocukları her ne suretle olursa olsun asker saflarına sokmakla da manevi ve maddî saadetlerine hizmet edilmiş olacaktı..."

Hammer epeyce uzattıktan, Hıristiyan çocuklarının zorla Yeniçeri yapıldığını yakınarak anlattıktan sonra hükmünü veriyor:

"... Askeri istibdat tarihinde, ahlâk ifsadının bir teşkilata esas olmak üzere kabulüne, bu yegâne bir misaldir" diyor.

Hâlbuki Yeniçeri olmak için Hıristiyan çocukların can attığı, ailelerin bunun için çırpındığı tarihî vakıadır.

Solakzâde tarihine göre Tarakçı Yeniçeri, Göynük ve Mudurnu Süleyman Paşa tarafından fethedildi.

Sultan Orhan'ın Camii

"(1336) yılında Orhan Gâzî Bursa'da Allah rızası için halisane olarak bir cami ve bir imarethane inşâ ettirdiği gibi, hisarda Manastır adı ile meşhur olan kiliseyi de medrese şekline getirmiştir. Osmanlılarda ilk defa hayrat yapmaya başlayan pâdişâh Sultan Orhan Gâzî'dir."

Karesi Beyliği'nin İşgali (1336)

Karesi Beyi'nin ölümüyle yerine geçen Demirhan Bey'le kardeşi Dursun Bey anlaşamamaktadır. Dursun Bey kardeşine rağmen Orhan Bey'in yanına geçer ve bir teklifte bulunur. Der ki: "Bana yardım et. İktidarı kardeşimden alalım; sana da, Balıkesir'i ve bazı yerleri vereyim." Orhan Gâzî yurdunu büyütmek gayretindedir ve teklifi kabul edip muhasara hazırlığına başlar. Durumdan haberdar olan Demirhan Bergama'ya çekilirse de Orhan Gâzî onu burada muhasara eder. Dursun Bey kaleden atılan bir okla ölür. Fakat Demirhan Bey teslim olmaktan başka çare olmadığını anlamaktadır. Fazla zayiat verilmeden teslim olarak; Balıkesir, Manyas, Kapıdağı, ve Edincik gibi yerleri Orhan Gâzî'ye bırakır. Böylece, Karesi Beyliği'nden alınan yerlerle Rumeli'ye geçiş imkanı bir hayli artmış olur. Bu toprak kazancının yanında hâsıl olan ikinci bir kâr da, daha sonra yapılacak fütuhatta istifade edilen Hacı İlbeği, Evrenos Bey, Ece Halil ve Gâzî Fâzıl gibi çok önemli şahsiyetlerin, bu beylikten Osmanlı Devleti'nin hizmetine geçmiş olması idi. Bu büyük savaşçıların çoğunun vazifesini ölene kadar sürdürdüğü, sonrada evlatlarının aynı işi diğer sultanların hizmetinde yürüttüğü, devlete büyük kazançlar sağladığı biliniyor...

Orhan Gâzî mümkün olduğunca, çevresindeki Türk beylikleriyle iyi geçinmeye çalışıyor, gücünü milletinin hizmetine vakfetmiş, kendinden sayılanlann zarar görmesini katiyen istemiyordu. Bu hesapla, devamlı Batıya doğru genişleyen bir memleket hayali kuruyordu. Babasının vasiyeti devamlı kulağında, manası zihninde idi. Osman Gâzî "Ve dahi bir nasihatim budur ki, bir kimesne sana Hak Teâlâ buyurmadığı sözleri işrâb itse, sen kabul itmiyesin. Tanrı buyruğundan gayri iş işlemiyesin. Bilmedüğini ulemâ-i şeriatden sorup istifsar idesin. Tahkik bilmeyince, bir işe mübaşir olmayasm. Ve dahi sana muti olanları hoş tutasın..." demişti.

Bir Aykırı Adam

Muti olanları hoş tutma işi pek kolay değildi, bir de muti olma ile olmamanın arasında bazen çok ince bir çizgi bulunur ki, insan hangi tarafa hükmedeceğini kestiremez. Orhan Gâzî bir aşiret değil, artık bir devlet idare ediyor; kuralları var, uyulması lazım. Uymayanlar ceza görmeli ki yönetenlerin gücü biline. İşte bütün bunlara rağmen bir sınıf insan vardır ki "Bir Tek" sultana bağlanır başka hiçbir sultanın kuralım tanımazlar. Orhan Gâzî ara sıra Bursa'da kalıyor ve orada yaptırdığı imaretle ihtiyaç sahiplerine yardımcı oluyordu. Bundan sonrasını, yine eski bir kitaptan aktaracağız.

"Hikâyet-i Geyikli Baba"

"İnegöl yöresinde Keşiş-Tağı (Ulu¬dağ) yanında bir nice dervişler gelüb karar tutmışlardı. Amma içlerinde bir derviş var idi, tağda geyicüklerle yürürdü. Turgud Alp onunla muhabbet itmişti. Daim onunla muhabbet iderdi. Turgud Alp ol vakit gayet pir olmuşdı. Orhan Gâzî'nin dervişleri teftiş itdüğin işidib âdem gönderüb eytdi: "Benüm köylerüm dairesinde bir nice dervişler gelüb tevattur itmişlerdür (yerleşmişler). İçlerinde bir derviş vardur. Geyicüklerle muhabbet ider, hiç geyicüklerden biri ondan kaçmazlar, hayli mübarek kişidür" didi. Orhan Gâzî işidüb kimün müridlerindendür, sorun deyu yine kendüden istifsar itdiler (sordular). Derviş eytdi: "Baba İlyas müridiyem ve Seyyid Elvan tarikındayım" didi. Gelüb Orhan Gâzî'ye didiler. Varun, dervişi bunda getürün didi. Dervişi davet itdiler. Gelmedi. Ve dahi eytdi: "Zinhar Orhan Gâzî dahi bunda gelüb, beni günaha koymasun" didi. Bu haberi Orhan Gâzî'ye didiler. Yine âdem gönderub eytdi: "Bizim derviş hazretiyle buluşmak elbet maksûdumuzdur. Niçin gelmez veya bizi anda varmağa niçin komaz?" didi. Derviş yine cevab virdi kim dervişler gözci olub duâ vaktin gözedüb varurlar. İnşâallah vaktunda Beğ hazretine varub duâ iderüz diyub, bunun üzerine bir kaç gün geçub bir gün ol derviş kavak ağacın alub omuzuna ******ürüb Bursa hisarında Beğ Sarayı havlısının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı." Cihannüma anlatmayı uzatır, özeti şu:

Orhan Gâzî geldiği vakit kavak toprağa yerleşmiş idi. Dervişin hiç eyvallahı yok. "Bu bizim teberrükümüz oldıkcadır amma, dervişlerin duası sana ve senün nesline makbuldür."

Orhan Gâzî dervişe cömert davranmak ister, bir sürü dünyalık teklif eder, derviş istemez, "ey han bu mülki Huda, ehline virür. Biz bunların ehli değilüz..." "Şol karşuda duran depecükden beru yirceğüz, dervişlerin havlısı olsun, diyen dervişe fazla birşey veremeyen Orhan Gâzî derviş ölünce türbesini, tekkesini yaptırıp, vazifesini yerine getirmiştir. "Şimdiki halde anda bir vakit namaz edâ olunub ihya olunmuşdur. Geyikli-Baba zaviyesi dirler."

İzmit ve Koyunhisar Kaleleri'nin Alınışı (1337)

Bir zamanlar Osman Gâzî'nin almış olduğu Koyunhisar tekrar, bir savaşa meydan oluyor. Bir yerin adı, tekrar geçerse bu demektir ki, o yer el değiştirmiştir. Önemli sayılmayan yerlerin üzerinde fazla durmuyoruz. İzmit'in fethi çok mühimdir. Bunu takiben Hereke, Yalova ve Armutlu'nun alınışı Bizans'ı şaşırtmış, daha önce yapılmış olan anlaşmayı yenilemek istemiştir.

Rumeli

Denizin beri yakasında görülen işler arasında hayali kurulan, kendisi özlenen başka topraklar vardı. Deniz geçilmeli, yeryüzü cenneti sayılan oralara varılmalıydı. Eski kitaplara sıkça müracaat ediyoruz ya, şimdi yine yapacağız:

Mâmur Rumeli Diyarı

"Yedi iklimde Rumeli memleketi gibi bayındır ve her yeri mâmur olup insanoğlunun meskûn bulunduğu, âb u havası güzelliklerle meşhur ve mahsûs, nimeti son derece bol olan bu sürür dolu bölge ne kadar medh olunsa mübalağa sayılmaz, ancak bu ülkenin ayıbı, yıkılası düşmanın bu güzel diyarı ellerinde bulundurmuş olmasıdır. Bütün Rumeli'nin böyle mâmur ve âbâdan olduğu Sultan Orhan Gâzî'nin hatırına düşmekle, bugün Rumeli yakasına geçmek fikrini kabullenip, oğlu Süleyman Paşa'ya bu düşüncesini açtı. Himmeti yüce Şehzade de hemen itaatle zemînbûs edip, bu görevin kendisine verilmesini rica etti. Cihan pâdişâhı şâd u handan olup hayır duâ ile bu işi Süleyman Paşa'ya havale etti."

Orhan Gâzî'nin Teodora'yla Evlenmesi (1346)

Orhan Gâzî'nin anası Şeyh Edebâli'nin kızıydı. Kendisinin ilk evliliği Rum kızı Halofira ile oldu. Adı Nilüfer olarak değiştirilmişti. Daha sonra Bizans İmparatoru III. Andronikos'un kızı As-porça Hatun'la evlendi. Şimdi yine Bizans İmparatoru'nun kızıyla evleniyor. Bu İmparatorun adı VI. John Kontakuzunes, kızının adı Teodora. Yeni İmparator gâsıptır. Eski imparatorun başvekili iken onun ölümü üzerine tacı gasbetmiş haris bir insan. Kızını Orhan Gâzî'ye verme sebebi aldığı yardımla izah ediliyor. Nilüfer Hatun'dan Süleyman Paşa ile Murad Gâzî doğmuştu. Asporça Hatun'dan Şehzade İbrahim doğdu. Teodo-ra'nın doğurduğu şehzadenin adı Halil.

Devletin dostluğu kazanılacaksa, bunun en kolay yolu akrabalık kurmaktı. Bizans İmparatoru'nun güçlü bir yakına ihtiyacı olduğu için, kızını memnuniyetle Orhan Gâzî'ye verdi. Arada 48 yaş farkı bulunması da önemsenmedi.

Bu evlilikten az önce veya az sonra ki, önce olması daha akla yatkındır. İmparator Orhan Gâzî'den asker yardımı ister. Orhan Gâzî, şanını şöhretini, gücünü, kuvvetini geliştirmiş, komşu devletin yardımına koşacak duruma gelmiştir ya hayır diyemez Bizans İmparatoru'na. Beş-altı bin kişilik bir kuvvet gönderir yardıma. Bu Türk askerleri İmparator'un işine öyle yarar ki, Sırp Kralı Duşan karşısında bocalayan Bizanslılar yeniden hayat bulurlar. Orhan Gâzî Bizans'a asker yardımı yaparken, onlara talimatlar vermeyi de ihmâl etmemişti. Mesele; sadece Bizansı tehlikelerden korumak değil, yarınları düşünerek hareket etmek, yarın faydası olacak bilgileri toplamaktır. Türk askerleri, işte bu düşüncelerle Bizans İmparatoru'na yardım ederken, şehrin yollarını, zayıf ve güçlü noktalarını hafızalarına yerleştiriyorlardı.

Orhan Gâzî bir sene sonra İmparator'a yine yardım eder. Bu defaki yardım da Sırp Kralı'na karşı kullanılacaktır.

İmparator alışmış ya, iki sene sonra sıkışır ve damadı Orhan Gâzî'den yine yardım ister. Sırplar Selanik'i işgal etmişler, Bizans'ın gücü yetmiyor onları çıkarmaya. Selanik bizim tarihimizin önemli şehirlerinden biri olacak ileride ama henüz bize yabancı; bizim çabamız Bizans adına. Orhan Gâzî, oğlu Süleyman Paşa'yı 20000 kişi ile gönderir. Bu zamanlar çok telâşeli geçer, Osmanlı denizcileri de savaşa iştirak eder; savaş çok alevlenince Orhan Gâzî de Bizans tarafında Cenevizlilerle beraber çarpışmakta; bu savaşlar olurken diğer yandan 10000 kişilik bir Türk kuvveti Dimetoka'da Sırp ve Bulgarlara karşı savaşı galibiyetle bitirmektedir. (1352)

Üsküdar, Kadıköy ve Marmara Adaları da zapt edilir aynı yılda. Hiçbir şey Süleyman Paşa'yı doyurmaz. Onun gönlü Rumeli'ne bağlanmıştır. Yaşça, iyice olgunlaşan Süleyman Paşa ve ihtiyarlayan Orhan Gâzî. Orhan Gâzî'nin yaşı 70'i geçmiş Piri Fani görünümündedir. Rumeli fatihi olmayı arzulayan evlat da, Rumeli'nin fethini görmeyi bekleyen baba da sabırsızdır. Kayınbabası ile gayet iyi geçinen Orhan Gâzî, her sıkıştığında yardımına koşmaktan geri kalmıyordu; İmparator da çok iyi idi, fakat işin içine Rumeli meselesi girince renkler değişmeye başladı. Rumeli'nin Orhan Gâzî'nin eline geçmesi Bizans'ın işine gelmez. Daha önce Bolayır ve Tekirdağı'na kadar bütün Marmara kıyıları Orhan Gâzî'nin eline geçmiş, İmparatorda tedirginlik başlamıştı. Rumeli tamamen Osmanlı'nın olursa, Bizans ne eder? İmparator Orhan Gâzî'yi durdurmak için çeşitli tekliflerde bulunur, hiçbirini kabul ettiremez. Derler ya "hayat sürprizlerle doludur". Dün Orhan Gâzî'nin yardımı ile başından defettiği Sırp ve Bulgar'a İmparator ortaklık teklif eder. "Gelin, der Balkanlara Türkleri sokmamak için elbirliği edelim." Netice alamaz yıpranmış Bizans İmparatoru. Çünkü: Orhan Gâzî'nin yıldızının parladığı devirdir.

Bizans İmparatoru aradığı desteği bulamayınca, Orhan Gâzî ile ipleri gerdiğine pişman olmuştu. Sıkıntılı günlerini huzura çeviren, mağlubiyetini galibiyet yapan, hem de damadı olan böyle bir adam darıltılmamalıydı! Bu defa şans İmparator'a bir fırsat tanıdı. Orhan Gâzî'nin Teodora'dan doğan oğlu Halil, İmparator Kontakuzınos'un da torunudur. İşte bu Halil İzmit Körfezi'nde balık tutarken veya kayıkta gezinirken korsanlar tarafından kaçırılır ve Foça Ceneviz korsanları çocuğun iadesi için 100000 altın isterler. İmparator, bu fırsatı değerlendirip, Orhan Gâzî ile aradaki buzları eritmek için, talep edilen paranın yarısını verir. Umar ki hem kızının mahzunluğu giderilmiş, hem de Orhan Gâzî'nin öfkesi yumuşamış ola.

Ankara'nın İlk İşgali (1354)

Önünde uzun zaman alacak ve de muhtemelen zayiatı bol olacak Rumeli rüyası var. Orhan Gâzî böyle uzun bir işe girişilirken, geride takıntı kalmaması icab eder diye düşünüyor. Dindaş, kandaş olunsa da, öne kendi devleti adına hareket ediyor bütün insanlar. Ankara bu mantıkla düşünülünce halli gereken bir mesele sayılır. Halledilmiştir de. Bu savaşı idare eden Şehzade Süleyman Paşa idi ve onun aklı yine de tamamen Rumeli'deydi.

Orhan Gâzî zamanının üç dört senesi hareketsiz görünüyor. Hammer'e göre bu sakin devre yirmi senedir. Belli ki Hammer, bizim yazdığımız ufak tefek hadiseleri hiç sayıyor. Büyük hareketlerin olmayışını düşünüyor, bunu bağladığı birkaç sebep var. İmparator kızı Teodora'yı Sultan Orhan'a vermek suretiyle dostluğu pekiştirmiştir. Diğer yandan Türk Beylikleri de rahat durmaktadırlar, o sebepten önemli vak'alar meydana gelmemiştir.

Süleyman Paşa ve Rumeli

Süleyman Paşa nicedir Rumeli'yle yatıp kalkar. Hayalleri, rüyâları Rumeli'yle doludur. Bir gün Aydıncığa gelir Süleyman Paşa. "Seyirlik" adı ile tanınan Süleyman Kasrı'na çıkar. Burası Hazreti Süleyman'ın Sabâ Melikesi Belkıs için yaptırdığı rivayet edilen yerdir. Seyre dalar etrafı. Ve Süleyman Paşa divan tertip eder orada. Devlet ve Memleket erkânı toplanır. Ece Bey, Fazıl Bey ve Evrenos Bey de erkân arasındadır. Süleyman Paşa denize bakıp uzun uzun düşünceye dalar. Sanki denizin aynasında "zaferini müşahede ediyor". Kumandanlar: "Sultanım düşüncenize sebep nedir? Biz de bilelim ve ona göre tedarik kılalım" dediklerinde, Şehzade cevap verdi: "Fikrim budur ki, bu denizi öte geçeyim ve Rumeli'de nice vilayetler açayım. Siz bu hususta ne düşünürsünüz?"

Ece Bey ile Fazıl Bey "bu işi önce biz deneyelim" derler Süleyman Paşa'ya. Bir sal yapıp denize açılırlar. Gelibolu'dan yukarı Cırmik (Çimbi) adlı kalenin kenarına çıkarlar. Geceleyin bağlar arasında buldukları adamı bağlarlar…

Âşıkpaşaoğlu, Solak-Zâde ve Cihan Nüma adlı Tarih kitaplarının aşağı yukarı aynı biçimde verdikleri bu hadise film gibidir. İki arkadaşın Gelibolu'ya geçiş zamanı sonbahardır, harman zamanıdır, dolayısıyla ora halkı dışarıda ekinlerinin yanındadır. Ece Bey'le Fazıl Bey bağladıkları genç adama iyi muamele yaparlar; sabah olunca adamı alıp Süleyman Paşa'nın yanına geçerler. Esir, gördüğü iyiliklere mağlup olarak, kaleye kolayca girmeleri için yardım eder. Gece seksen askerle basılan kale zahmetsizce teslim alınır. İnsanlara dokunulmaz; hatta çoğuna ihsanlarda bulunulur.

"Gelibolu ve Karahisar'ın Fethi"

"Gelibolu hisarının tekfuru, Gallipoli adı ile meşhur idi. Şehzade Süleyman Paşa'nın bu iki kaleyi ustalıkla ele geçirdiği haberini alınca asker topladı ve dinine sığınılacak olan şehzadeden yana harekete geçti. Karşı karşıya geldiklerinde hayli cenk oldu. İki taraftan da pek çok âdem düştü. Sonunda Cenabı Allah hazretleri fırsatı gazilere verdi. Tekfur kaçarak kaleye girdi. Şehzade Süleyman Paşa, Ece Bey ile Gâzî Fazıl'ı Gelibolu fethine memur kıldı. Kendileri Bolayır'da karar eylediler. Sonunda o kale ile civarı Ece Bey eliyle fetholunmakla, kendi adı ile şöhret kazandı. Ece ovası demelerinin sebebi budur." Ece Ovası denen yer, herhalde bugün "Eceâbad" dediğimiz yerdir. Ece Bey buraları fethederken Süleyman Paşa Konur Hisarı ve Gelibolu'yu, Hacı İlbeği Malkara'yı ele geçirdi. Rumeli'ye geçişin kolay gerçekleşmesi fetihlerin değerini küçültmez. Süleyman Paşa hayatının "Kızıl Elma"sı olarak bu geçişi ve peşinden gelecek fetihleri düşünüyordu.

Babası Orhan Gâzî gibi o da biliyordu ki, Türk'ün Avrupa toprağına açılması zarurîdir. Bunun geciktirilmesi münasip olmaz. Türklerin ilk defa Rumeli'ye geçişini, Mevlid yazan Süleyman Çele-bi'nin dedesi ve Orhan Gâzî'nin Kayınbiraderi Şeyh Mahmud'un;

Keramet gösterip

halkaa suya seccade salmışsın

Yakaasın Rumeli'nin

dest-i takva ile almışsın

Mısralarını Süleyman Paşa için yazdığını Sayın Yılmaz Öztuna'nın kitabından öğreniyoruz.

Süleyman Paşa, Gelibolu'nun fethi ile Çanakkale'nin iki yakasını da Türklerin eline geçirmiş oluyordu. Bu fethin kolay gerçekleşmesinin sebeplerinden biri olarak, daha önce Bizans İmparatoru'na yapılan yardım gösterilir.

Süleyman Paşa Rumeli fütuhatını tamamlayınca, Gelibolu'ya bir saray yaptırıp orada oturmaya başladı. Babası Orhan Gâzî'den geniş selâhiyetle beraber en namlı kumandanları da yanına almıştı. Bunlardan biri, kardeşi Murad Bey, istikbâlin Murad-ı Hüdâvendigar'ı. Diğerleri ise sırasıyla Hacı İlbeği, Lala Şahin Paşa, Gâzî Umur Bey, Evrenos Gâzî ve Ece Yakub Beyler... Bazı yerlerde Ece Halil, bazı yerlerde Ece Yakub olarak geçen isimler aynı iki kişi midir, ayrı mıdır anlayamadık. Süleyman Paşa yapılan işlerden memnun, yapacağı işler için kendinden emin idi. Etrafındaki kurmay heyet ile yapamayacağı bir işi düşünemiyordu. Solakzâde, Süleyman Paşa'yı kumandanlanyla beraber anlatırken diyor ki: "Keza sonraları Aydın ilinde ortaya çıkan Umur Bey, gâzî ve bahadırların başta geleni olup, kerametle Rumeli'ne akınlar tertip ederek, bu mertebe yiğitlik ile şöhret bulması dolayısıyla, gaziler ye¬min etmek durumunda kalsalar, Umur Bey'in başı için and içerlerdi. Sözün kısası, yiğit Süleyman Paşa, altı yıl kadar aldı verdi. Gâzî Umur Bey, Evrenos Bey, Hacı İlbeği, Ece Bey ve Fazıl Bey birbirlerinden çok etrafa ve memleketlere akınlar ettiler. Yiğit Şehzade Süleyman Paşa, düşman diyarında bu derece şöhret kazandı ki, civar ülkelerde bulunan düşmanlar yani Boğdan, Eflak, Bulgar ve Üngürüs vilâyeti hakimleri ile sair düşmanlar, Süleyman Paşa'nın böyle ortaya çıkışım hayretle görünce içlerine korku düştü ve hep birlikte asker toplamaya gayret ettiler." Bu sözler uzar gider...

Süleyman Paşa saray yaptırdı ama içinde oturup, dinlenesi yoktu. Gelibolu'yu Türk nüfusla doldurmaya çalışıyordu. "Hele sonra istirahat ederim, rahatlık şimdilik beklesin" diye düşünüyor, zamanını, fethedilen bütün yerlere Türkleri yerleştirmekle geçiriyor, fırsat kaldıkça yeni fetihler peşinde kılıç sallıyordu.

Bolayır'ı alarak Doğu Trakya'ya ayakbastı. Sonra Şarköy, Malkara ve Keşan'ı aldı. Daha sonra kardeşi Murad Bey Çorlu'yu aldı.

Trakya'da, Balkanlar'da, Avrupa'da toprak çok. Süleyman Paşa da azim, inanç, irade, arzu var! Amma ki, ecel de var! Nerede, nasıl, hangi yaşta geleceği hiç belli olmayan ve ertelenemeyen ecel...

Süleyman Paşa'nın Ölümü

Süleyman Paşa 1316 doğumludur. Sene 1359. Ve Şehzade Paşa henüz 43 yaşında. Sağlığı yerinde olan bir insan için ölüm düşüncesi erken ama ecel, yüce yaratıcının sırlarındandır. Zamanını kimse bilemez. Gönlünde, belki de bütün Avrupa'nın fatihi olmak vardı. Hiç aklından geçmezdi, üzerinde zaferlere koştuğu atının tökezleyeceği ve kendisini üzerinden atarak ölümüne sebep olacağı.

Süleyman Paşa'nın nasıl öldüğü kesin belli değil. En meşhur rivayete göre Bolayır Seydi Kavağı arasında hızla gitmekte olan atının tökezlemesiyle, atıyla beraber düşmüş ve bu kaza sonucu ölmüştür.

Süleyman Paşa 43 yaşında idi. Ölümüyle, tabii ki sarsılmıştı Sultan babası. Hemen, oğlunun ölüsünü ziyarete geliyor. Kendi yaptırdığı, Bolayır'daki türbesine gömülen şehzadeye gözyaşlarıyla dua ettikten sonra fütuhatı, veliaht olan Murat Bey'e emânet edip Bursa'ya dönüyor ihtiyar Sultan. Onun da artık fazla yaşama umudu kalmamıştır. Süleyman Paşa'dan öksüz kalan çocuklara daha çok alâka duymaya başlar. Daha önce denizde boğularak ölen Melik-Nâsır'dan başka İsmail ve İshak Bey ve iki de kızı vardır Süleyman Paşa'nın.

Süleyman Paşa'nın ölümünü duyunca sevincinden göklere uçan Bizans İmparatoru derhâl hazırlık yapıp, Gelibolu Yarımadası'nı Türkün elinden alma sevdasına düşer. Altmış tane gemiyle saldırırsa da, netice alamaz. Süleyman Paşa'nın kabrinde toplanan kumandanlar vasiyet gereği onu çiğnetmeme sözü verdiklerini birbirine hatırlatıp, düşmana öyle bir mukabele de bulunurlar ki Bizanslılar perişan olur. Türk'ün kılıcına uğramayan başlara esaret ipi takılır. Sağlam kurtulan olmaz. Savaş bittikten sonra esirlerden birisi, der ki:

"Bizi yenen siz değilsiniz! Esas bizi yıldıran dev gibi heybetli bir nevcivandır!." Sorarlar, nasıl biriydi? O.

Adam her şeyiyle rahmetli Süleyman Paşa'yı tarif eder. Ve askerler, paşaları için hüngür hüngür ağlarlar...

Süleyman Paşa'nın eserleri hizmete devam etmiştir. Bursa'da kale içinde kaplıca kapısına yakın bir yerde mescit, Bolayır'da imaret ve İznik'te yaptırdığı medrese ile, eskilerin deyimiyle Sahib-ül hayr ve-l hasenat olarak anılmaktadır.

Orhan Gazi’nin Ölümü (1356–1360)

İki nesil önce Ertuğrul Bey var idi. İlk tohumu atan O, bir küçük mirasla Bey olarak göçüp gitti. Yerine oğlu geçti. Mirası büyüttü. Osman Gâzî olarak göçüp gitti. Şimdi Torun Sultan Orhan Gâzî, gaza yollarında sakalına karlar yağdırmış. Bedeninin iyice güçten düştüğü bir dönemde Süleyman Paşa gibi bir evladın acısıyla yüreği dağlanmış. Bekliyor... Murat Bey ki şimdi gözünün nurudur. Devletini emanet edeceği "Veliahtı"dır. Dört tane çocuğu olduğu söylenir, birinin adını bulamadık. Bilinenler İbrahim, Halil ve Kasım... Orhan Gâzî; Murat gibi bir veliaht ve yanına yoldaş olarak Evrenos Gâzî, Hacı İl-Bey'i, Gâzî Fazıl, Ece Yakup ve diğer namlı Beyleri bıraktığı için mesuttur. Devleti 16000 km kare ve Orhan Bey olarak teslim alıp, altı kat büyüterek teslim edeceği için mesuttur. Fethettiği ülkelerin insanlarına eziyet etmemiştir. Hiç kimseyi dinini değiştirmeye zorlamamıştır ama severek, isteyerek İslâmiyet’e girenlere elinden geleni yapmıştır.

Allah'ın izin verdiği kadar çalışmış, yaşamış. Daima Allah'ın rızasına uygun olarak milletine hizmet etmiştir. Vakti gelince de "Gel" emrine uyarak uçmuştur. Mekânı Cennet ola...

Oğlu Sultan Murad'a bıraktığı yerleri, yine Sayın Yılmaz Öztuna'dan iktibas ediyoruz.

"Bugünkü Bilecik, Bursa, Balıkesir (Marmara Adaları dahil) Sakarya, Kocaeli, Bolu vilâyetlerinin tamamı; Biga, İmroz ve Bozcaada hariç Çanakkale vilâyeti. Çifteler ve Seyitgazi hariç Eskişehir vilâyeti; İstanbul vilâyetinin Adalar ve Boğaz da birkaç köy hariç Asya toprakları; Edirne'nin Keşan, İpsala ve Kırklareli'nin Lüleburgaz kazaları, Saray kazası hariç Tekirdağ vilâyeti, Ankara'nın Merkez, Nallıhan, Beypazarı, Ayaş, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı kazaları, Ma¬nisa'nın Soma ve Kırkağaç, Kütahya'nın Domaniç, İzmir'in Bergama, Dikili ve Kınık kazaları. 79 veya 81 yaşında vefat eden Sultan Orhan Gâzî'nin naşı Bursa'daki türbesindedir.

Link to comment
Share on other sites

performans ödevim var bi tane

Osmanlı devletinin yaptığı hatalar ve çözüm önerileri

Öğretmenin bi kaynak gösterebilirmisiniz netten

Osmanlı Devleti'nin duraklama ,gerileme ve dağılma nedenlerini araştırırsanız yaptığı hataları genel olarak bulursunuz...

Çözüm önerileri için, yapılan ıslahatları, özellikle de Osmanlı Devleti'nde fikir akımlarına (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük,Batıcılık,Adem-i Merkeziyetçilik) bakınız... Belirli bir adres göstermek yerine bu ana hatlar çerçevesinde arama yaparsanız bir çok bilgiye ulaşabilirsiniz

Link to comment
Share on other sites

SULTAN MURAD HÜDÂVENDİGÂR

(1360–1389)

03zk7.jpg

Şehzade Murad'ın gönlünde hangi aslan yatardı bilinmez. Yalnız, görünen o idi ki, babasının padişahlığından ağabeyi Süleyman Paşa'nın veliahtlığından memnundu. Hiçbir şikâyeti duyulmadan, bir komutan olarak, canla başla çalışıyor, fetihlerde hisse sahibi oluyordu. Önce, ağabeyinin kazaen ölümüyle önünde açılan ikbâl yoluna girmesi, kendini devletin başına geçmeye hazırlaması kolay değildi. Öyle bir ihtimal aklından geçen bir şey değilken birden bire meydana gelmişti. Veliaht olup ileride nasıl bir padişah olacağına dair hayaller geliştirmeden babası da vefat etmişti. İki ölüm arasında geçen zaman, zihnen hazırlanması için bile kâfi değildi. Bütün bunlar bir tarafa, Orhan Gazi’nin iki oğlu daha vardı. Bunlar acaba boş mu duracaklardı?

Orhan Gazi’nin ölümünden üç sene önce (1356) İzmit Sancakbeyliği'nde bulunan Şehzade Halil Bey Körfez'de kayıkla gezinirken Foça korsanları tarafından esir alınmıştı. Bizans İmparatoru'nun, kızından torunuydu. Orhan Gâzî, oğlunun kurtulması için Bizans'a müracaat edip, gerekli fidyeyi verip Şehzadeyi kurtarmalarını istemişti. Bizans devamlı Orhan Gazi’ye muhtaç olduğu için maddî yardım talep edilişine sevinmiş, bir miktar para ile durumunu kuvvetlendirmişti. Daha önce başarısız bir Foça muhasarası yapan Orhan Gazi’nin kayınpederi, işi parayla halletmek mecburiyetindeydi. Netice itibariyle Halil Bey iki sene üç ay sonra kurtarılabilmişti.

Orhan Gazi’nin bu oğlu Halil Bey'den başka, bir de, adı İbrahim olan Şehzadesi var idi. Ağabeylerinin saltanata başlamasıyla, bu iki şehzadenin isyana teşebbüs ettiği, dolayısıyla öldürüldükleri rivayet edilmektedir.

Sultan Murad'ın eşkâli şöyle anlatılıyor: Şahin bakışlı, seyrek dişli, gerdanı yüksek, heybetli, şen ve güzel bir padişah idi.

Şehzade Bâyezid'in Doğumu

Sultan Murad 36 yaşında devletin başına geçti. İlk aylar içerisinde bir oğlu dünyaya geldi ve Bâyezid adını verdiler. İleride kendi gayretiyle bir isim daha alacak, Yıldırım Bâyezid olacak; o günleri göreceğiz.

Şimdi, Murad Gazi’nin devri saltanatını fazla ayrıntıya girmeden seyretmeye çalışacağız. Babasından kalan devlet ikmal edilmemiş, uçsuz bucaksız bir inşaat gibiydi. Âdeta, önceleri, gecekondu vasfında yapılmış, geçen her zaman temelin sağlamlaştırılmasını odaların artırılmasını icabettiriyordu. Bundan sonrası için gecekondu tabirinin yersiz olduğu kesindi, hatta konak olmayı da geçmiş bir saray sayılır. Aynen Fâtih'in başladığı Topkapı Sarayı gibi. Devamlı yeni ilavelerle büyüyen Topkapı Sarayı ne ise Osmanlı Devleti de o idi. Her yeni Padişah gücü nispetinde ilavelere mecburdu. Kesin bilinen şu ki işin durmaya tahammülü yok. Bu büyük binanın ikmali için elde bulunan, dünyanın en iyi ustaları şanlı kumandanlar ve onları yönetecek mimarbaşı Sultan Murad hiç ara vermeden çalışacaklardı.

Lala Şahin Paşa Rumeli Beylerbeyi olarak Güney Bulgaristan'ın fethiyle görevlendirildi. Evrenos Bey'e Batı Trakya havale edilip Sultan Murad Dimetoka'ya geldi. Eski Zağra ile Filibe'nin fethinden sonra, Rodop ve Balkan Dağlan arasındaki Doğu Rumeli'nin en mühim kısmı Türk topraklarına katıldı. Gümülcine ve çevresi alındı. Türk fetihlerinden buna¬lan ve korkan Bizans İmparatoru Osmanlı himayesini kabul etmek zorunda kaldı.

Kısa zamanda gerçekleşen bu hâdiseler Sultan Murad'ın kendine güvenini pekiştirip, devamlı, hedefini büyütüyordu.

Sultan Murad cengâverleriyle beraber Rumeli'de büyük işler başarırken, arkada Karamanoğlu'nun huzursuzluğu artıyor, Sultan Murad aleyhine devamlı fikirler, tedbirler diziyordu. Venedik ticarî menfaatlerini şimdilik ön planda tutuyor, Türklerle savaşmayı düşünmüyordu. Macar Krallığı ise büyük bir tehlikeydi. Yalnız, Macarların lehine olmayan şey mezhepleridir; koyu Katolik olan Macarların Ortodoks olan Hıristiyanları kendi mezheplerine sokmaya çalışması, etraflarına müttefik bulmalarım zorlaştırıyordu. Eğer bu taassuplarını bırakırlarsa, kuracakları Haçlı birliği ile Türk Devleti'ni yıpratabilirlerdi.

Ankara ve Sultanönü Havalisi'nin İşgali

Daha önce Süleyman Paşa'nın Ankara'yı aldığı yazılmıştı. Belli bir zamana kadar bilinen tarihimiz tam biliniyor sayılmaz. O, bir kuşatma olabilir. "Klasik rivayete göre Ankara Kalesi ilk defa olarak işte bu tarihte zaptedilmiştir."

Kadı-askerlik İhdası ve Beylerbeyiliğe Hanedandan Olmayanların Getirilmeye Başlanması (1361)

Orhan Gâzî zamanında lüzumu hissedilmeyen bir kurum olarak Kadı-askerlik hayata geçirildi. Askeriyede meydana çıkacak dinî meselelerin halli için, başvurulacak bir otorite şart olmuştu. Sultan Murad istiyordu ki, dinî meselelerde savsaklama olmasın akıllara gelen sualler cevabını çabuk bulabilsin.

Bilecik Kadılığı ile ve Sultan Orhan'a verdiği kıymetli fikirlerle büyüyen Çandarlı Halil Kadıaskerlik için en uygun kişiydi ve onun tayini yapıldı.

Şimdiye kadar en mühim vazifeler dileyen kişilere veriliyordu. Beylerbeyi olacak insanın Osman Gâzî'den kan almış olması gerekliydi, artık o da değişti. Buradan anlaşılan o ki, tutucu zihniyet yok. Ne zaman, ne, nasıl yapılmalıysa ona bakılıyor.

Sultan Murad'ın Lalası Şahin, Lala Şahin diye anılırdı. Sonradan Paşalıkta verildi. Gayet ehemmiyetli bir şahsiyet olduğunu gösterdi; yeri geldikçe bahsedilecek. İşte bu Lala Şahin Beylerbeyi yapıldı. Rumeli Beylerbeyi.

Edirne'nin Fethi (1363)

Lala Şahin Bey'in en önemli ilk işi Edirne'nin fethi oldu. Süleyman Paşa'nın fütuhat sahası içine giren, onun ölümüyle elden çıkan Edirne, Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Bey ve Hacı İlbeği komutasında çarpışan asker tarafından tekrar fethedildi. Gümilcine, Eski Zağra ve Yenice de aynı sene içinde fethedildi.

Yeniçerilik ve Pencik Meselesi

Orhan Gâzî devrinde başlanmış olan Yeniçerilik herhalde esasa şimdi kavuşuyor. Yahut rivayetlerde tekrar var. Türkiye'de genel kabul gören Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşu Orhan Gâzî tarafından kurulduğu, Murad Han tarafından bu, Pencik meselesiyle beraber yeni bir hüviyete kavuştuğu yönündedir.

Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde bu husus şöyle anlatılıyor:

Fetihlerin devam ettiği, esir ve ganimetin bir hayli arttığı günlerdi. Karamanlı olduğu bilinen Kara Rüstem adlı bir bilge kişi Murad Han diyarına gelmiş, esirleri ve ganimeti görmüş, onlarla ilgili gerekli işlemlerin yapılmadığını da fark etmiş. İşte bundan sonrası:

Kara Rüstem Çandarlı Halil Paşa'yla görüşüp ona dedi ki:

- Bu hanlık mallan niye ziyan edersiniz?

Kadı bunun ne olduğunu sorunca, Kara Rüstem esirleri gösterir ve:

- Bunları gaziler alırlar, Tanrı buyruğunda bunların beşte biri hanındır. Niçin almazsınız" der.

Kazasker bunu Han'a arzedince: Sultan Murad’dan "Tanrı buyruğu neyse yap" emrini alır. Kara Rüstem ile Çandarlı Halil'in gayretleriyle her esirden 25 akçe alınır."

"Gâzî Evrenos'a da haber gönderip, elde edilen esirlerin beşte birini al, dediler. Beş esiri olmayanın her esirinden 25 akçe al, dediler. Bu tertip üzerine Evrenos da bir kadı tayin etti. Hayli oğlanlar topladı. Han'a dedi ki, "bunları Türklere verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları da çeri yapalım." Öyle nice yıllar bunları hizmette kullandılar. Sonra devlet kapısına getirdiler. Adları eskiden beri çeri iken yeniçeri koydular. Yeniçeri bunun zamanında çıktı."

Bir yabancı yazar kitabında Yeniçeriliğin kurucusu olarak Birinci Murad'ı, tarih olarak da 1365'i kabul ediyor ve diyor ki: "I. Murad Yeniçeri birliklerini kurduğunda, ailesini şaşılacak biçimde genişletti. Osman ile Orhan, Kur'ân'ın hükümdara izin verdiği biçimde toprak ve altın şeklindeki ganimetlerden beşte birini alırlardı. Murad, esirlerin beşte birini de almaya başladı."

Kim ne söylerse söylesin o vakit Osmanlı Devleti'nin en iyi buluşlarından biri Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşuydu. Hıristiyan yazarlar haklı olarak bu konuyu öfkeyle anıyorlar. Onlara göre, Türkler Hıristiyan’ı Hıristiyan’a kırdırmıştı.

Sultan Murad asker sıkıntısını böyle gidermişti. Çoğalan cephelere çoğalan askerle yetişebilirdi; çaresini de bulmuştu. Türk evlerinde dili, dini, töreyi öğrenip iyi bir Müslüman olan ve Türkleşen Hıristiyan çocuklan yeni girdikleri din için kılıç sallayacaklardı.

Gerçi, Orhan Gâzî zamanında Hıristiyan çocuklar toplanmaya başlanmıştı. O zamanda bu toplanan çocuklar Türk evlerine yerleştiriliyor, hem dinî eğitim, hem de gelenek, görenek yönünden yetiştiriliyorlar, sonra da askeri eğitim görerek orduya iştirak ettiriliyorlardı. Sultan Murat’ın yaptığı, bu işi resmileştirmekten ibaretti.

Cihan Nümâ'da yeniçeriliğe atılan ilk adım şöyle anlatılır:

" …hayli oğlanlar cem idüb Murad Han Gâzî'ye getürdiler. Çandarlı Hayrüd-din Paşa eytdi. "Bunları Türke virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getürelüm, yeniçeri olsunlar" didi. Pes öyle idib ye-men fe yevmen yiniçeri ziyâde oldı. Evvel Türke virüb bir nice yıl kallanur, hem Türkî öğrenüb, hem müslüman olur. Andan kapuya getürüb ak-börk giyürüb adım yiniçeri kodılar. Pes yiniçeri ve solaklar Murad Han zamanında ihdas oldı..."

"Türk'e vermek" sözünü biraz açmak lâzım. Yönetici sınıf kendisini başka bir adla tarife başlamış olacak ki, evinde barkında, çiftinde çubuğunda bulunan insanlara Türk diyorlar. Belki de, hiçbir şeye karışmamış, bozulma emaresi taşımayan, Orta Asya'dan gelindiği gibi Türk kalan bu köylü sınıfı idi. Saf Türkçe'yi onlar konuşuyor, bozulmadık töre onlardaydı. Dinin ve dilin öğretilmesi hızlandırılmış bir kurs biçiminde değil de, normal yaşayış içinde öğretiliyordu. Hıristiyan çocukları, aynen Türk çocukları gibi büyürken her şeyi öğreniyor, çoğu eski dinini bile unutuyordu.

Osmanlı tarihinin ileri safhalarında Türk sözü karşımıza yine çıkacak. O zaman, bu kelimenin mânâsını şehirli olmayan, idâri kademelerden birinde bulunmayan, biraz da dağ adamı gibi anlayacağız. Hatta şöyle de diyebiliriz; hâlâ hiçbir karışıklığa uğramamış, Osmanlı kavramının biraz dışında kalmış.

Profesyonel askerlik başlayınca Sultan Murad'ın sevinci artacaktır. Çünkü o, çiftçi tarlasını eksin, biçsin. Bağcı üzümünü yetiştirsin, nalbant atım nallasın... Asker de asker olsun. Askerliği, işi bilsin. Mesleği bilsin. Ekmek kapısı bilsin. "Barındıralım, doyuralım, silahlandıralım, cebine harçlığım verelim ve bizim için savaşsın" diyordu.

Murad Han, Gâzî Çandarlı Halil Paşa, Molla Rüstem Evrenos Gâzî ve Lala Şahin Paşa'yla bir toplantı yaptı. Yukarıdaki söylemi orada söyledi. Yeniçeri Ocağı'nın yanısıra Kapıkulu ve Yerlikulu diye bir ordunun temeli de bu toplantıda atıldı.

Filibe'nin Fethi (1163)

Bizans'ın Osmanlı Beyliği'ne Tâbiiyeti

Filibe iki sene evvel fethedilip, tekrar elden çıkarılmıştı (deniyor). Bu sefer kale Lala Şahin Paşa'ya teslim edildi. Filibe büyüklük olarak fazla önem arz etmese de coğrafî durumu yahut stratejik vaziyeti dolayısıyla yabana atılır gibi değildi. Bu fetihle, Rumeli'deki Türk hududu Meriç ve Sazlıdere boyunca kuzeye doğru genişleyip, İstanbul'a birleşik olan Bizans arazisini iki parçaya ayırmıştı. Osmanlı hududu ise, böylece Bulgaristan hududuna dayanmıştır.

Türk'ün fetih rüyası varsa ki vardır, Filibe'nin alınmasıyla iktisaden zaafa uğrayan Bizans yutulmaya hazır hale bir adım daha yaklaşmış sayılır.

Filibe'nin fethini müteakip Bizans Murad Gâzî'ye boyun eğmek zorunda kalmış ve bir antlaşma teklif etmiştir. Yapılan antlaşmanın özet metnine göre; İmparator, Osmanlı'nın Rumeli fetihleri tabii olarak karşılayacak, dolaylı ya da dolaysız mâni çıkarmayacak. Şayet, Anadolu Türk Beylikleri'nin Osmanlı hududuna tecavüzü olursa, Sultan Murad yardım isterse asker yardımında bulunacak.

Sırp Sındığı (1364)

Türkler'den Avrupa'da korku ile bahsedilmeye başlanmıştır. Girdikleri savaşlarda galip gelmeyi, zaptettikleri yerlerin insanlarına iyi davranmayı biliyorlar; kazanılmış toprakların yerli halkının da gönlünü kazanıyorlardı. Bu gidiş Hıristiyanları tedbir almaya zorluyordu.

Papa Beşinci Urbain, dini adına galeyana gelip, bir müşterek ordu hazırlanmasını, bu orduyla Türklerin imha edilmesini düşünmektedir. Şimdiden önüne geçilmez ise, biraz daha güçlenen Türklerin durdurulması hiç mümkün olmayabilirdi. Papa'nm teşvikiyle, Sırp Kralı, Bosna Kralı, Ulah Prensleri, Macar Kralı Birinci Layoş'un idaresinde hazırlanırlar.

"Murad Gâzî ve bütün Türklük imha edilmeli; kaçanlar da ebediyyen bu topraklardan atılmalıdır." Papa, Hıristiyanlığın en büyük kişisi. Dini en iyi bilen, en iyi uygulayan, insanları irşat eden, istediğini dinden çıkaran! Dinlerini anlatırken Hz. İsa'yı kaynak gösterip derler ki "birisi bir yanağına vurursa, öbür yanağını çevir!" Ne hikmetse, böyle bir davranış hiç görülmediği gibi, bütün büyük savaşların tertipçisi de Papalar olmuştur. Haçlı Seferleri dâhil.

Şimdi Papa Urbain (Vaben) öncülük etti. Türkler'in kılıçtan geçirilmesi için her türlü hazırlık yapıldı. Hıristiyan kini olabildiği kadar, kılıçlarıyla beraber keskinleştirildi.

Lala Şahin Paşa Rumeli Beylerbeyi'dir ama emrindeki ordu Haçlılar topluluğunu dağıtacak güçte değildi. Hayali zaferle vakit geçirme yerine gerçeğe itibar eden Şahin Paşa, Sultan Murad'a haber gönderdi.

Padişah, ordusuyla beraber beklenedursun, Haçlı Ordusu iyice yaklaşmaktaydı. Meriç Nehri kenarına kadar geldiler. Mevcudu 100.000 kişi sanılan Haçlı Ordusu zafer sonrasını düşünüyor. Hiç kimsenin aklında başka bir şey yok. Barbar! Türkler'in kanıyla Meric'i kızıla boyayıp, cesetlerle ırmak suyunu taşıracaklar. Bu mâlihulyanın verdiği zevkle şarap testilerini havaya kaldırıyorlar, yarısı üstlerinden sızan yarısı boğazlarından geçen şarapla en sonunda kendileri de sızıyor.

Düşman muhtemel zaferin sarhoşu olurken Lala Şahin Paşa Pâdişah'ın yardımını bekliyordu. Ayrıca, 8–10 bin askerle Hacı İlbeği'nin keşfe gönderdi. Düşmanın yukarıda anlatıldığı gibi sızdığını gören Hacı İlbeği keşfi hücuma çevirdi. Kahraman! Haçlıların çoğu kendine gelmeden can verdi. Bir kısmı Meriç’in sularında ölümü tattı. Bazısı bazısını öldürdü. Geceydi ve ay ışığı yoktu. Meydanı dolduran cesetlerin duruşu gururun aptallık olduğunu, aptallığın felâket getirdiğini anlatıyordu ama ceset sahipleri tabii ki bunu okuyamadılar...

Türklerle Macarların ilk savaşıdır bu. Diğer milletlerin askerleri gibi, Macar askerleri de mahvolmuştur ama Kral Layoş kaçarak canını kurtarmıştır.

Türk tarihinin önemli bir zaferi kazanılmış, o sabah güneş bu güzel zaferin üstüne doğmuştur. Işığı daha berraktır. Gazilerin yüzleri bir başka parlamaktadır...

Biga'nın Fethi (1364)

Lala Şahin Paşa, Edirne'ye doğru yürümekte olan kalabalık düşman ordusundan çekindiği için, erkenden yollarını kesmek amacıyla Sultan Murad'dan yardım istemişti.

Sultan Murad, Biga şehrinin stratejik önemini dikkate alarak düşman elinde bulunmasını tehlikeli görüyordu. Biga'daki Katolonlar, diğer Hıristiyanlar ile birleşirlerse bertaraf edilmeleri daha zor olurdu. "Murad Han Gâzî işitti ki, Sırp kâfirleri asker toplamışlar. Edirne’ye hücum etmek isterlermiş. Han dahi asker topladı. Yürüdü. Biga'nın karşısına geldi. Dedi ki: "Hey gâzîler! Hele bu kâfirlerin yerini alalım. Allah izin verirse biz onlardan önce varalım." Gâzîler kabul ettiler. Gelibolu'ya haber gönderdiler. "Orada ne kadar gemi varsa gönderin, gelsin. Aydıncık gemileri de gelsin" dediler. Elhasıl hayli çok gemi geldi. Bu gemilere adamlar koydular. Karadan, denizden yürüyüş edip yağma olacaktır diye ilan ettiler. Hücum ettiler. Fetholundu. Kâfirlerin askerini kırdılar. Dişilerini ve oğlancıklarım esir ettiler. Gâzîler çok doyumluk aldılar. Kiliselerini mescit yaptılar. Evlerinde müslümanlar oturdular.

"Âşıkpaşaoğlu daha sonra diyor ki:

"Bu halk hayli zaman orada durdu. Ahbaplıklar olundu. Bir gece kâfirler geldiler. Yine Biga'yı çarpıp yağmaladılar. Hayli kötülükler ettiler. Biga'yı bozdular. Geldiler. Şimdiki Biga'yı onun yerine yaptılar..."

Gökyüzünde güneş Türkler için parlıyor, ay Türkler için doğuyor. Sultan Murad ve orduları devamlı fetihlerle seviniyorlar. Küçük devletler Osmanlı himaye¬ine sığınmayı canlarına minnet biliyorlar. Bu yıllarda kazanılan Sırp Sındığı Zaferi ve Biga'dan sonra Gâzî Evrenos Bey Serez'i alıyordu. Böylece Türkler Makedonya'ya ayak basıyor, Ragusa Cumhuriyeti Osmanlı himayesine giriyor. Sultan Murad Yenişehir'e imaret, tekke, Bursa'ya cami, imaret, medrese, kaplıca ve han, Edirne'ye saray, cami, medrese ve imaret inşa ettiriyor. Böylece, kendisini devamlı zaferlerle nimetlendiren Yüce Yaratıcısına şükrünü edaya çalışmış oluyordu...

Osman Gâzî'nin, Orhan Gâzî'nin ve Murad Gâzî'nin okuma yazma bilmedikleri iddia ediliyor. İlkinde, Osman Gazi’ye Edebâli Padişahlığı müjdelemiş, yanlarında bulunan Durduoğlu "madem sen padişah olacaksın, bize de bir hediye vermen gerektir, demiş, Osman Gâzî'den yazılı kâğıt istemişti de, Osman Gâzî "ben yazmak bilir miyim ki kâğıt istersin" demişti. Orhan Gazi’nin okuma yazma bilmediğine dair çarpıcı bir sahne görülmedi; Sultan Murad'la ilgili de görmedik. Bazı tarihçiler neden, ilk üç padişahın okuma yazma bilmediğini söyler? Bunu anlamak zor. Osman Gâzî için bile kabulü akla yatmazken medreseler tesis eden Orhan Gazi ve Murat Gazi için ne demeli bilmiyorum. Niye bu konuyu böyle uzatıyorum! Hammer'in yorumu dikkatimi çekti de ondan.

Bir ahitnamenin imza aşamasını anlatan Hammer diyor ki: "Ahidnâmeyi tasdik zamanı gelince, Murad, imza etmesini bilmediğinden, elini mürekkebe batırarak üç parmağı ortada birleşmiş ve başparmağı ayrılmış olarak ahitnamenin serlevhâsına bastı." Tuğranın böyle icat edildiği de Hammer'in iddiasıdır. Ama esas anlatmak istediği bu değil. Bir cami inşaatından bahsederken sanat yönünü hiç düşünmediğini, sadece dinî gayretle bina yaptırdığını ayıplar bir edayla anlatıyor Hammer ve diyor: "Eğer tarih, bu hükümdarın yazı bilmediği hakkında bize hiçbir şey öğretmemiş olsaydı, Bursa Camii ve Edirne Sarayı inşaatının başladığı sene eski Epidor sakinleriyle, yani Raguzalılarla akdettiği bir ahitnamenin imza şeklinde onun delilini bulacak idik."

Hammer Tarihi'nin bu görüşüne bir notla açıklık getiren mütercim "Sultan I. Murad'ın ahitnameye el basması, yazı bilmediğinden olmamak gerektir. Kemal Beğ'in Osmanlı Tarihi'nde beyan olunduğu üzere resmî evraka pençe basmak Cengiz zamanında icat olunmuştu..." diyor.

Edirne'nin Payitaht Oluşu

Çandarlı'nın Vezareti (1368)

Edirne'de inşası devam eden saray tamamlandı. Sultan Murad Bursa'da oturup Rumeli'de savaşıyor, artık Edirne'ye taşınma zamanı gelmişti. Belli idi ki, asude bir hayat yok; günler at sırtında geçecek... Bazen bir yerler alınacak, sonra verilecek, tekrar alınması için savaşılacak.

İmparator Paleologos, Sultan Murad'a hoş görünmek isteyen Bulgar Kralı Şişman tarafından tutuklanınca, Savoya kontu, akrabası olan imparatorun intikamını alma sevdasına kapılmış, İtalyanların da yardımıyla Gelibolu'yu düşürmüştü. (1366) Ancak birkaç sene sonra Gelibolu tekrar alınmıştır.

1367'de Yanbolu, Kara Ali Beyoğlu ile Timur Taş Paşa tarafından, Samakov ise Lala Şahin Paşa tarafından Osmanlı toprağına katıldı. 1368'de Sultan Murad Hayrabolu'yu, bir sene sonra da Kırklareli, Pınarhisar ve Vize'yi Bizanslılardan geri aldı. Bu şehirler önce fethedilip, tekrar kaybedilen yerlerdi. Çatalca'nın da alınmasıyla Trakya fütuhatı bitiyordu.

1368'de Edirne taht şehri olmuştur; akınlar devamlı Rumeli'ye olacaktır, hem de durmadan, dinlenmeden. Bu mesele sadece Türk tarafı için değil, karşıdaki düşman için de geçerliydi. Onlarda var olmak isterler. Bunun için, Haç'ı kullanırlar devamlı. Ama Türk kılıcı çok keskindir, önünde durulmaz! Sultan Murad Han i¬san seçmede mahirdir, elinde seçilecek insanlar da vardır. İşte onlardan biri Çandarlı Halil! İlk Kazasker idi, sırası geldi Veziriazam oldu. Daha önce olmayan bir unvan, ya da makam olacak ki "Vezaret” payesi bulunan Lala Şahin Paşa'dan ayrılması için böyle söyleniyor, dendikten sonra, hanedandan olmayan ilk vezir Çandarlı'dır deniyor İsmail Hami Danışmend'in kronolojisinde. Fakat bir başka ciltte sadrazamları anlatırken, bu görüşü yalanlıyor. Bizim de meselemiz bu değil. (Çandarlı sülalesinden bu makama geçen diğerleri de hâlâ unutulmamış, Sultan Murad'ın bahtının bir parçası da böyle kıymetli insanlar olmuştur.)

Çirmen Zaferi (1372)

Sırp Sındığı zaferinin üzerinden yedi sene geçmiş, Osmanlı ordusu daha kuvvetli hale gelmişti, Sırplar daha fazla kinli ve hırslı durumdaydı. Fakat savaşları kazanan kin değildir ki! Bizim tarafta hiç camiden bahsedilmez tarihte, ama Hıristiyanların tarihleri kilise, diye başlar kilise diye biter. Ve Papa ve Kardinal. Bunlar da kilisenin komutanlarıdır. Bir ellerinde tahrip edilmiş İncil, diğerinde kör bir kılıç. Devamlı savaş körüğü olmuşlardır. Çirmen Savaşı öncesi çokça adı geçen, Papa veya kardinal değildir de, kiliseler anılır hep. "Bizans kilisesinden ayrılmış olan Sırp Kilisesi bu sefer Beşinci Yoannis'in gayretiyle İstanbul Ortodoks patrikliğine bağlanmış, Duşan İmparatorluğunu aralarında paylaşan Makedonya ve Sırbistan hükümdarları Uyliyeşa, Vukaşin ve Voyko ismindeki üç kardeş Bizans İmparatoruyla anlaşmış ve işte bunun üzerine Sırp kuvvetleri Edirne üzerine yürümeye başlamıştır."

Sırp ordularıyla Türk ordusu Edirne yakınındaki Çirmen mevkiinde karşılaşırlar. Sırp kuvvetleri müthiş bir bozguna uğrar. 26 Eylül 1372'de Türklere Makedonya kapılan açılır. Bu savaşta Uyliyeşa ile Voyko suda boğulur. Vukaşm ise kaçarken öldürülür.

İlk Büyük Osmanlı Akınları

Osmanlı Akıncıları Vardar'ı geçip Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Dalmaçya'ya kadar uzanarak Adriyatik Denizi'ne dayanırlar. Bir taraftan da Tesalya'dan geçerek Yunanistan'ın Atik havalisine sarkarlar... "Osmanlı askeri teşkilâtında 'akıncılık' ayrı bir sınıf ve hatta babadan oğula geçtiği için bir ocak halindedir. Akıncıların, düşman arazisini tahrib edip zayıflatmak, ani baskınlarla düşmanı tedhiş edip maneviyatını kırmak, keşif hareketlerini yapmak, düşmanın pusu kurmasına mâni olmak, ganimet ve esir almak, yollar ve köprüleri emniyet altında bulundurmak gibi muhtelif vazifeleri vardır." En fazla sayıya ulaştığı 16. asırda mevcudu 70–80 bin kadar olan bu teşkilâtın başarılarını anlatmaya hiçbir kalemin takati yetmez. Balkanlann fethindeki hizmetleri için destanlar yazılması lâzımdır.

Şimdi yapmaya çalışacağımız sadece, akıncıları, bir nebze daha anlatmış olmaktır. Eldeki bilgilere göre ilk namlı akıncı Köse Mihâl'in oğluydu. Gerçi, Türk olmak şartlarından biriydi akıncılığın ama, Köse Mihâl'e ne diyelim! Osman Gâzî'yle kader arkadaşı olan bir insan, kendini Türk hisseden bir insan, Türk gibi yaşayıp, Türk için canını feda eden insan Türk sayılmaz mı?

Akıncıların ilklerinden biri Mihâloğullan ise diğeri Evrenosoğullanydı. Daha sonra Turahanoğullan, Kolkaçoğulları en meşhur Akıncı Beyleri oldular.

Sürekli ordu birliği değil, savaşlarda hizmet görürlerdi. Kendi içinde disiplini olan birliğin beyi devlet tarafından seçilirdi. Haklarında iki defter tutulur biri serhat kadılığında diğeri merkezde saklanırdı. Geçim kaynaklan aldıkları ganimetlerdi. Devletten maaş almazlar, sınır boylarında otururlar, savaş öncesi toplanıp harekete geçerler, savaş şartlan icabını aşıp çapul yapmazdılar. Onbaşı, Subaşı, Yüzbaşı ve Binbaşı adı verilen komutanları Bey'e bağlıydılar. Bey sadece Sultan'dan emir alırdı.

Mevcutları hakkındaki rivayetler kat'i rakam vermiyor, en fazla 40-50 bin kadar olmuştu dendiği gibi, yukarıdaki rakamı veren de var.

Çatalca, İnceğiz ve Firecik Fethi

Çirmen Zaferi'nden sonra "Sultan Murad sarayında huzur içinde yaşamaktayken, Vize Sancak Beyi Sir Merd Bey'den bir haber alınır. İstanbul'dan gelen askerlerin Vize çevresini yağmaladığı, halka zarar verdiği ve kaleyi almaya çalıştığı bildiriliyordu." Pâdişâh, şımarık Bizanslılara haddini bildirmek üzere, Çanakkale'den Rumeli'ne geçer, Lala Şahin Paşa'yı da Firecik ve havalisinin fethine yollar. Birinci Murad Çatalca ve İnceğiz kalelerini fetheder, Osmanlı hududu Büyükçekmece'ye dökülen Karasu'ya dayanır; Bizans'ın korkusu arttıkça artar. Daha önceki tâbiiyet anlaşmasını ihlâlinden dolayı özür dileyip, pâdişâhın büyüklüğüne sığman imparator affedilir. Şartlar: İmparator, oğullarından Teodoros'u rehine şeklinde Osmanlı sarayına gönderecek, haraç miktarı artırılacak ve Sultan ne zaman emrederse askeriyle beraber imparator, Osmanlı Devleti adına savaşa koşacak.

Eski kitapların fetihleri anlatışı bir başkadır. Yukarıda yazdığımız Çatalca, Firecik, İnceğiz fetihlerinin devamı olarak Sultan Murad'm Bolonya kalesini alışı Tacüt Tevarih'te balon nasıl geçiyor.

... Burada onbeş gün ceng u savaş oldu ama perde aralığından fetih nişanı bir türlü yüz göstermedi. Zaferin bu kadar gecikmesi padişahı üzdü.... Şu gönül yakıcı sözleri buyurdu. "Bu yıkılacak da beklemek, fetihleri başlıca emelimiz olan ülkelere yönelmeyi, yola çıkmayı engelliyor Meğer bunu artık Tanrı yıka" diyerek; ordudan kuvvetli bir birliği kaleyi kuşatmak üzere bırakıp, atının dizginlerini Karadeniz kıyısına çevirdi ve uğurlu âlemlerden haber verir bereketli bir ağacın gölgesinde istirahate geçti. ... Pâdişah istirahat halinde iken, kale duvarının çöktüğü haberini aldı. Padişah bu haberle çok duygulandı, sevindi ve gölgesinde oturduğu ağaca "Devletlû Kavak" adını verdi.

Osmanlı devleti ince bir iplik gibi doğmuştu. Semada genişleyen hilâl gibi, tabii seyrinde genişlemeye, büyümeye devam ediyor...

Sultan Murad herhalde biliyordu, "su akarken küp doldurulmalı!" Mademki, Ulu Tanrı zafer yollarını ona açmış, son hızla yürümeliydi. Bu imkânlar her zaman doğmayabilir, bakarsın bir gün su kesiliverir!

İlk Makedonya Fütuhatı (1374)

Hey Koca Osmanoğlu! Üç çeyrek asır önce bir küçük Söğüt'de yaşamaya çalışırken, şimdi nerelerdesin? "Veziri Azam Çandarlı Kara Halil ve Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşalarla Gâzî Evrenos ve Deli Balaban Beyler, Türklerin "Despot Dağı" dedikleri "Rodop" Balkanlarından aşarak olgun bir meyve haline gelen Makedonya'nın fethine başladılar."

İskeçe, Drama, Kavala, Zihne, Serez, Avrethisarı, Vardar Yenicesi ve Kara Finye kasabaları kısa zamanda fethedildiler.

Çandarlı ile "Lala Şahin Paşa hesaba gelmez ganimet ve esirler ile birlikte gülyüzlü cariyerlerle cihan sultanının dergâhına geldiler ve pek fazla iltifatlara nail ve kâmgâr oldular."

Osmanlı devleti ülkeler fetheder; halkını incitmez, başlarına yönetici bırakır ki, düzenli yaşayalar. Serez'e de bir miktar asker ve başlarına bir komutan bırakılmıştı. Bizans İmparatoru oğlunu Selanik valisi yapar, şımarık oğul, Serez'i Türklerden alma hülyasına kapılır. Rumları Türkler aleyhine kışkırtmaya başlar... Sonu utanç vericidir Bizans için. Ve hüzünlüdür insanlık adına! Çandarlı Serez'e gelir. İsyancıları cezalandırır, isyancı başının cezasını vermek için Selânik'e yürür... Kahraman! Manüel haber alır almaz İstanbul'a kaçar ama, Sultan Murad'ın korkusu ağır bastığı için babası tarafından kabul edilmez. Zavallı Manüel başka taraflarda sığınacak yer ararsa da, Sultan Murad'ın kaşları çatılırken rahat etmesi mümkün olmaz. Sultan Edirne Sarayı'nda iken Manüel gelip ayaklarına kapanır, affı şahaneye mazhar olur ve eline verilen bir kâğıtla İstanbul'a girişi sağlanır.

Niş'in Fethi (1375)

Sırpların Kenez unvanlı Kuzey Sırbistan hükümdarı Lâzar tahtında oturmayı sever de, vadinde durmaktan hiç hoşlanmaz. Devlet olmanın, devlet adamı olmanın şartlarından biri anlaşmalara uymaktır. Anlaşmaya uymamanın yolu da güçlü olmaya bağlıdır. Lâzar Osmanlı'ya tâbiiyyet arzedip haraç-güzar olmayı kabul ettiği halde, sözünde durmaz, bunun üzerine Sırbistan seferine çıkılır. Sultan Murad kalabalık bir ordu ile sefere çıkarken "Şerefli otağını büyük oğlu Bâyezid'e bırakır." Lâzar Türk askerinin kalabalık oluşundan korkmuş, dizginlerini kaçış yönüne çevirerek, hazinelerini, kıymetli eşyalarını kalelere koymuş, değerli parçalan yanına alarak, ekili araziyi yaktırıp, zahireyi yok ettikten sonra çekilip gitmiş, Hükümetten kaçıp giderken, ülkenin halkı da "yol vermez dağlara dağılarak memleketi boş bırakmışlardı."

Niş Kalesi’nin fethi pek kolay olmamış, çok sağlam yapıldığından ve iyi savunulduğundan, ancak, askere yağma izni verilince fetih gerçekleşmiş. Yağma; askerin arzusunu; gücünü artırıyordu. Lâzar’ın, en kıymetli eşyaları kaleye doldurduğu bilindiği için daha canlı hücumlar neticesi hedefe ulaşılmış ve "peri gibi kızlar" ve diğer kıymetli silahlar da dâhil her şey gazilerin eline geçmişti. Bundan sonra ne yaptı? Lâzar:""Üç yıllık haraç çıkartıp cihan hâkiminin otağına sundu. Ayrıca her yıl elli okka gümüş göndermeyi de kabul ettiğini bildirdi. Devletin ileri gelen beylerine, padişahın yakınlarına peşkeşler gönderip öteki haraç veren krallar arasına katılmasını istedi. Bu dileği kabul buyruldu.

İşte olanlar: Sırp hükümdarı Lâzar önceki sözünde durmamanın acısını böyle çekiyor, hem yalvarmak, hem de daha fazla haraç vermek suretiyle, gücünü kuvvetini de anlamış oluyordu.

1376'da Bulgar krallığı Osmanlı hâkimiyetine girer. Bulgaristan kralı Şişman için Osmanlı ile akraba olmak büyük nimetlerdendir. Kızkardeşi Tamara'yı Sultan Murad'a verir. Pâdişâh bu prensesi sevmiş olmalı ki, Bulgarların haraç verme işi sona erer.

Ve bu sıralarda Lala Şahin Paşa ölmüş, Kara Timurtaş Paşa ondan boşalan Rumeli Beylerbeyliğine tayin olmuştur.

Voynuk Sınıfı'nın Kurulması

Kara Timurtaş Paşa Rumeli fetihleriyle meşgulken, ele geçen yeni yerler bir başka yeniliği de gerekli kılıyordu. İlk İslâm devletlerinden Osmanlı'ya intikal eden arazi rejimi vardı ama bu, olduğu gibi tatbik edilecek demek değildi. Tımar, zeamet ve has ismi verilen üç derece geçerli olmak kaydıyla, bunun Rumeli'de doğan yeni bir ihtiyaca göre düzenlenmesi gerekti.

Toprak devletin malıydı. Kimlere ne kadar verilmiş ise o kadar da mesuliyet yüklenmişti, onlar ayrı. Şimdi Kara Timurtaş Paşa'nın yaptığına bakıyoruz. Onun tesis ettiği yeni sınıf Voynuk'tur. Voynuğun tarifi ise şöyle: "Seferde ordunun ve vezirlerle devlet adamlarının atlarına bakmak ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-i müslimlerden ve bilhassa Bulgarlar'dan tertip olunan bir sınıf."

Voynuk sınıfı, bir nevi askeri seyis teşkilatı demektir. Hıristiyan unsurlardan bu sınıf efradı vergiden muaf tutulmuştur.

Savaşçı sadece savaşı meşgale edinecek. Üzerine bindiği atın derdini düşünmeyecek. Ekserisi Bulgar olan gayr-i müslimler Türk süvarilere, her ihtiyacı görülmüş atlan bakımlı bir durumda teslim edecekler.

Gelibolu Kalesinin Tekrar Alınması (1377)

On sene önce İtalyan haçlıları tarafından zaptedilip, Bizans'a verilen Gelibolu, veraset kavgasına dayanamayıp elden çıkarılır. Yaşlı İmparator Beşinci Yoannis miras yüzünden üç oğlunu birbirine düşürür. Manuel ortanca oğul, bir ara Selanik'ten kaçmış da Murad Han'ın korkusundan babası kabul edememiş, bilâhare padişahtan yalvararak aldığı bir kâğıtla İstanbul'a girebilmişti. İşte bu Manuel'in babasıyla arası çok iyidir. Büyük oğul Andronikos daha önce, esir düşen babasına yardımcı olmadığı için gözden düşmüş, veraset hakkından da mahrum edilmiştir.

Andronikos babasına isyan eder; onu devirip, tahta geçmek hayalindedir ama beceremez. Yakalanır, zindana atılır. Uzun meseleler yaşanır. Cenevizliler, Venedikliler işin içine girerler. İmparatoru devirip, Andronikos'u tahta geçirirler. Andronikos Osmanlı padişahını dost edinmek amacıyla Gelibolu Kalesi'ni iade eder.

Bizanslılar'da baba oğul kavgası bitmez. Zindana atılan baba da düşen evlatlar da kurtulur ve her şey tersine döner. Kârlı çıkan yine Murad Gâzî'dir. Tahtına tekrar kavuşan Yoannis gördüğü yardımlara mukabil senede 30000 altın haraçla 12000 asker vermeyi, fazla olarak da, Batı Anadolu'da Bizans'ın son kalesi Alaşehir'in teslimini taahhüt eder.

Sene 1381. Murad Gâzî 21 senedir vatanını genişletmeye çalışmaktadır. Ellialtı yaşına girmiş, kendisinden devleti teslim alacak oğluna daha büyük bir memleket bırakmak istiyor. Biraz sonra göreceğimiz Bâyezid'in düğününde varılan anlaşma gereği, Hamidoğulları Beyliği'nden 80000 altına Akşehir, Yalvaç, Isparta, Karaağaç, Seydişehir ve Beyşehir alınır. Karaman Devleti'ne karşı bu şehirleri korumaya akü kesmeyen Hamidoğlu Kemâleddin Hüseyin Bey, kârlı bir alış veriş yaptığına, Sultan Murad da devletini büyüttüğüne sevinir...

Germiyanoğluyla Dünürlük (1381)

İstikbâlin Yıldırımı, Bâyezid'in de bahtı iyice açılmıştır. Onun Devlet Hatunla evlenmesini Âşıkpaşaoğlu'ndan naklediyoruz. "Germiyanoğlu kendisini gördü ki çok ihtiyarladı. Oğlu Yakub Beği çağırdı. Yanına getirdi. "Oğul! Dilersen ki bu il sizin elinizde kala, Osmanlı ile birlik edinin, kızının birini onun oğlu Bâyezid'e verin" dedi. İshak Fakı'yı elçi gönderdiler Murad Han Gâzî'ye geldi. İyi atlar hediye getirdi. O zamanda altın, gümüş, kumaş az idi. Denizli'de ak alemli bezler olurdu. Hilat olarak onu giydirirlerdi. Alaşehir'in kızıl iflâdisini sancak ederlerdi. Hil'at olarak onu giydirirlerdi."

"İshak Fakı geldi. Denizli'nin o bezlerinden hediye getirdi, 'kızımızı oğlun Bâyezid Han'a alın. Kızımıza birkaç parça hisar verelim. Çehizine tutsun' dedi. Murad Han Gâzî dahî kabul etti. Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı'yı, bu birkaç parça hisarı kızına çeyiz verdi. Söz ve karar sağlama alındı."

Böylece Germiyanoğlu işini sağlama alıyordu. Sultan Murad'la akraba olmanın, esenlikleri için ne kadar elzem olduğu tartışılamazdı. Sıra düğüne gelince: Tarihçiler o kadar mübalâğalı anlatır ki, Şehzade Bâyezid'le Devlet Hatun'un düğününü.... Âşıkpaşaoğlu'yla M. Neşri birbiriyle yarışır. İkisinden harmanlayıp sunacağız.

Rivayet ederler ki: Germiyanoğlu'nun kızı Devlet Hatun'u Sultan Yıldırım -o zaman Yıldırım değil tabi- Bâyezid'e yavuk edip düğün esbabını tehiyye ettiler. Hazırlıklar tamamlandı. Etrafın Beğlerine davetçiler gönderildi. Karamanoğlu, Hamidoğlu, Menteşeoğlu, Saruhanoğlu, Kastamonu'da İsfendiyar ve Mısır Sultanı'nı davet ettiler…Kendi ülkesinde olan sancak beğlerini de çağırdılar. Evrenos Gâzî'ye dahi gel dediler. Ondan sonra düğüne başladılar. Etrafın elçileri geldiler. Beğlerden hediyeler getirdiler. İyi atlar, katarla develer... (Hediyeler uzar gider) Sonunda, gelen hediyeler, hediye olarak dağıtılır. Ve der ki tarihçi: "Niceleri müflis gelip, zengin gitti."

Solak-zâde fazla uzatmaz sözü."Bahar günlerinde devlet erkânına pek fazla, çeşit çeşit inamlar ikram olundu. Herkes tarafından beğenilen bu güzel, ululanmış Şehzade ile evlenerek, süt ile şeker gibi birbirlerine karıştılar."

Bu düğün böyle bitmez. Gelinin alınması için Kütahya'ya gidilecek. Pâdişâh gelinidir bu, az insanla getirilmez. Sanma uygun merasim gerektir. Hem yollar tekin midir? Biraz da o zamanın âdetini yansıtması bakımından iyi olacağı kanaatiyle alıyoruz bu bahsi. Her ne kadar Şehzade düğünü olsa da, âdetler bizimdir. Biraz küçültünce başka ailelerin düğünü çıkar ortaya. Gelin alıcı olarak Bursa'dan "Erenlerden Bursa Kadısı Koca Efendi, Kapıkullarından Sancak Begi Aksungur Ağa, Çavuşbaşı Süle, Çavuşun oğlu Temürhan Çavuş ve kapı kullarından da bin yarar sipahiyi beraber gönderdiler. Kadınlardan, Bursa kadısının hatunu, Bâyezid Han'ın dadısı ve Aksungur'un hatunu birlikte idi. Hâsılı iki-bin kişi birlikte gitti. Kütahya'ya vardılar. "Germiyanoğlu düğünü Kütahya'da yapmıştı. Saygı ile dünürleri misafir ettiler. Konak ağaları bunlara iyi hediyeler getirdiler. Bunlar da o hediyeleri getirenlerin gönüllerini hoş ettiler. Kızı, Aksungur'un hatunu ile Bâyezid Han'ın dadısına emanet ettiler. Germiyanoğlu da Çeşnigirbaşı Paşacık Ağa'yı gelinin atını yedmek için birlikte gönderdi. Paşacık Ağa'nın hatununu da yenge yaptı. Söz verip kızına verdiği hisarları bunlara verdi… İçine er koydular. Gelini aldılar. Bursa'ya getirdiler. Paşacık Ağayı Bâyezid Hünkâr Kaynatasından istedi. Koyuvermedi. Kendisine çeşnigirbaşı edindi. Onun oğlu Alvan Beğ dahî çeşnigirbaşı oldu. Alvan Beğin oğlanlarının üçü dahî çeşnigirbaşı oldular. Nesilleri boyunca Osmanlı hizmetinde kaldılar."

İşte, sonradan Yıldırım sanını alacak olan Bâyezid'in Devlet Hatunla evliliği böyle anlatılır. Birçok şehirle beraber gelen gelin, Murat Gazi'nin hem nüfusunu hem toprağım arttırır.

Yıldırım Bâyezid'in düğün merasimi Hammer tarafından anlatılırken, gizli bir olay üslûbu göze çarpar. Hediyelerin takdimi, yine aynı üslûpladır. Şimdi, Hammer'den bir bölümünü buraya alıyorum: "... Aydın, Menteşe, Kastamonu, Karaman Beğleri'nin Suriye ve Mısır Sultanları'nın sefirleri bulunuyordu; âdete uygun olarak cümlesi Arap atlarından, İskenderiye kumaşlarından, Rum esir ve esirelerinden mürekkep kıymettar hediyeler getirdiler; yalnız Rum’dan dönme Evrenos Beğ kendi milletinin en güzel delikanlı ve kızlarından seçilmiş yüz esir takdim etti. Bunlardan onu duka altınları ile gümüş tabakalar taşımakta idiler. Diğerleri de altın ve gümüşten on leğen, mineli bardak ve taşlar, pahalı taşlar ile müzeyyen şişe ve kadehler getiriyorlardı..."

Anlatım uzar gider de, esas, bizi meraka düşüren bu anlatımdaki abartı yahut güzellik değil, Evrenos Beğ hakkında kullandığı milliyet yakıştırması oldu. Onunla ilgili malûmatımız Hammer'in söylediği gibi değildi. Yani bizim bilgimize göre Evrenos Beğ Türk idi.

İki ayrı yerden milliyet tesbitine çalışıyoruz. Evrenos aile silsilenamesi ile tapu kayıtlarına nazaran, babası sonradan Pranko veya Frankı (Prangı) lâkabım almış olan İsa Bey adında biridir... Oğlu ile beraber fütuhata iştirak eden Prangı İsâ Bey Pravişta'da Viraniya kazasına tâbi Sırcık (diğer adı ile Prangı) köyünde şehid olarak oraya defnedilmiş..."

".. Evrenos Bey'in babası Prangı lâkabı ile anılan İsâ Bey'dir. Bazı kayıtlara göre Bozoklu Han'ın oğlu olan İsâ Bey..."

Görüldüğü gibi, Evrenos Bey'in Rumlukla alâkası yok; Hıristiyanların ezeli huyları böyle, kim ki yüce bir değer olmuştur, onu Türklüğe mal etmek istemezler. Benzeri durumlar yine karşımıza çıkacak, yine cevaplayacağız.

Sultan Murad'ın siyâseti Anadolu'da dostluk, Rumeli'de fütuhat üzerineydi. Germiyanoğlu'yla dünürlüğü bir defa da iki mahsul alınmış tarla vaziyetinde kabul edilir. Kurulan akrabalık, iki kardeş devletin -Beyliğin- geçimleri hususunda atılan sağlam adım olmasının yanında, bir de alınan çeyiz -arazi- memleket sayılamayacak faydalar sağlayacaktı. Anadolu'da Karamanoğlu'nu gözden kaçırmamak lâzım: Onun ne yapacağı belli olmaz. Sultan Murad, gözü arkada kalmadan seferlere çıkmak istiyordu. Bunun en emin yolu dünürlük kurmak diye düşünülmüş olacak ki, Sultan, kızı Nefise Sultan'ı Karaman hükümdarı Alâadin Halil'in oğlu Alâadin Ali Bey ile evlendirdi. Bakalım, akrabalık davranışta iyilik getirir mi?

Sultan Murad ciğerini iyi niyetle Karaman'a gelin etti de iyilik buldu mu sorusunun cevabı çok geçmeden alınacak. Dini, ırkı ayrı olmakla beraber kendisine ve daha önce babasına verilen yabancı devlet başkanlarının kızları, babalarına ve memleketlerine ne kadar fayda sağladıysa, Murad Han'ın beklediği de o kadardı. Ayrıca dinî, ırkî bağlar da ortaya konunca ve kâr zarar hesabı yapılınca Karamanlı'nın kuzu gibi durması beklenir.

Karamanlılar

Karamanoğulları uzun zaman, Osmanoğullan'nın amansız düşmanı, rakibi olarak sahnede görünecek. Bilmeyen, bilip de hatırlamayan okuyucular için kısa hatırlatmada bulunmak faydalı olacak:

Karamanlılar da Osmanlılar gibi Türk ve Türkmen'dir. Aynı coğrafyadan, aşağı yukarı aynı sebeplerle Anadolu'ya göçmüşlerdir. Birçok rivayet, muhtelif görüşler olsa da, hakiki gerçek bu. "Tuğrul Bey ile Anadolu'ya geldiler." "Moğollar'dan kaçtılar." "Şekavetleriyle meşhurdular, Ahmet Yesevî'nin oğlunu öldürüp, bu şeyhin bedduasını aldılar..." gibi birçok söz söyleniyor. Şu, beddua meselesi Karamanlılar'ın hayatına yakışıyor!.

Karamanlılar da Osmanlılar gibi Birinci Alâaddin Keykubat tarafından iskân edilmiştir. Bunların iskân tarihi 1228 yeri Ermenek. Daha fazla dağlık bölgelerde yaşamayı sevenler olduğu gibi ziraatçı olarak yaşayan hayvan yetiştiren Karamanlılar da vardı.

Karaman oğulları, tarihte pekiyi iz bırakmayan Babailerle münâsebetli görünüyorlar. Karaman bizzat Babailer tarafından Şeyh yapılmış, Nûre Sûfi denen Baba-i Şeyhi ile dost olmuş, bir zaman sonra, Karaman kendini Sultan ilân etmiş, daha sonra da Selçuklu ile savaşa başlamış. Karaman, Selçuklu'yu velinimet olarak tanımalıydı belki, ama böyle olmamış, kısa zaman sonra düşman kesilmişler. Ertuğrul Gazi’nin, Osman Gazi’nin sadakati Karamanlıda görünmüyor.

Karamanlı Selçuklu Savaşı'nda Konya halkının Karamanlılar'ı desteklediği sanılıyor. Yine de Selçuklu Ordusu galip geldi. Karaman'ın ölümünden sonra oğlu Mehmed Bey başa geçti. O da Selçuklulara karşı savaştı. Selçuklu Devleti'nin başına çöken sıkıntılar, Moğolların işgali, Karamanoğlu Mehmet Bey'i yeni hedeflere yöneltti. Moğol Baybars'la işbirliğine hatta onun emrine girmeyi teklif eden Mehmed Bey Selçuklular'ı haritadan silmek istiyordu. Anadolu'dan gitmiş olan Baybars tekrar gelmeyi kabul etmedi. Mehmed Bey Selçuklu'nun zaafını keşfetmişti; cimri lâkaplı Giyaseddin Siyavuş'u bir hile ile Selçuklu tahtına geçiren Mehmed Bey 10.000 kişilik bir kuvvetle Konya üzerine yürüdü. "Karamanlılar, şehirdeki ayak takımı ile birleşerek Konya'nın Atpazarı ve Çeşnigir kapılarını yaktılar. Ertesi günü kaçmak üzere olan naip, arkadaşı Bahaaddin ile yakalanarak katledildi. Konya önünde aktolunan divanda "bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe'den başka dil kullanılmamağa" karar verildi.

Karamanlılar daha sonra birçok savaşlara girip çıktı, Moğollarla savaştı. Moğollar'a güç yetirmek kolay iş değildi. Karamanlılar millî bir devlet fikriyle önlerine gelenle savaştılar, yendiler yenildiler.

Özeti özetlersek, Moğollar tarafından Selçuklular'ın Anadolu -Konya- devleti dağılınca o havali Karamanoğulları'na kaldı. Ondan sonra da her fırsatta Osmanoğlu'na karşı bayrak açtılar.

İki Türk devletinin birbirine destek olması elbette fütuhat açısından bulunmaz bir nimet olurdu, fakat bu bir türlü temin edilemedi. Zaman zaman, gösterişi geçmeyen Karamanlı desteği vardı. Fakat çoğu zaman Osmanoğlu'na köstek oldu.

".. Ali Bey zamanında Osmanlılar ile münasebetler başlamış ve Ali Bey, Avrupa toprağına ayak basan Orhan Bey'e bir müfreze göndermiştir... I. Murad idaresinde Rumeli'de yapılan fütuhat, Karaman Beyliği'nde kıskançlık doğurdu!" İşte, esas mesele bu...

Kara Timurtaş Paşa'nın Fetihleri (1383)

Rumeli, Avrupa Osmanoğulları'nın güzergâhı. Anadolu'dan, kendi gayretleriyle açtıkları kapıdan çıkıp, dindaşlarına, soydaşlarına dokunmadan gâzâ peşinde koşuyorlar. Unutmamak lâzımdır, bu koşulların gayesi toprak zaptedip yerli halka zulüm yapmak değil. Şimdiye kadar fethedilen nice düşman diyarı var ki, ahalisi Osmanlı'dan şikâyetçi olmadı. Kılıç, masuma karşı şefkatli, hak edene acımasızdır.

Sultan Murad Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa'yı Arnavutluk akını ile vazifelendirdi. Gâzî olarak anılan Timurtaş Paşa önce Manastır'ı fethetti. Manastır ne bilsin, Timurtaş ne bilsin 500 sene sonrasını, Sultan Murad ne bilsin! Manastır Sultan Murad'ın beşyüz sene sonraki torununun saltanatını devirecek mancınıkların taşlarına toplantı yeri olacak!

Arnavutluk, kendi kendini idare edemeyen bir memleket. Hiçbir zaman millî idarelerini kurmayı başaramayan, yabancı derebeylerin idaresinde yaşayan ve disipline gelemeyen Arnavutluk buhrandan kurtulamıyordu. Yerli Beylerin Türklere gösterdiği yakınlık Sultan Murad'ı teşvik edince, o da Kara Timurtaş Paşa'yı akınla vazifelendirdi.

1384'te Bosna-Hersek akını yapıldı, ganimeti ve esiri bol olan bu akın, Kara Timurtaş Paşa tarafından idare edildi. 1385'te Ohri fethedildi. Daha önce alınan şehirlerden sonra Ohri'nin de Türk eline geçmesi Arnavutluk hududuna yerleşilmesi demekti.

Bir yerde huzur olmayınca, oranın insanları başlarındakinden memnun değilse, Bey'i sıkıntıda ise imdat isterler. Prenslikler olarak yönetilen ama birbiriyle geçinemeyen Arnavutluk idarecilerinden birinin davetini alan Çandarlı Halil Paşa imdada koştu. "Savsa Zaferi" diye tarihe geçen başarı Vezir-i Âzam Çandarlı Halil Paşa'ya aittir. Bu, aynı zamanda, Türkler adına Arnavutluk'ta kazanılan en büyük muzafferiyettir.

Savcı Bey'in İsyanı (1385)

Hayatın gereği olan ölümlere Allah'ın emridir diye isyan edilmez, acısı çekilir, çekilir; sonra yüreğin bir tarafına hapsedilir. Başka türlü olaylar var ki, üzüntüsü böyle haysiyetli değildir. Bunlardan birini yaşamaktadır Sultan Murad. Bâyezid, Yakub ve Savcı adlı oğullarından Savcı isyan eder Sultan babasına. Oysa babası onu, kendisine vekâlet etsin diye bırakmıştı Edirne'de. Bizans'ın entrikaları bitmez tükenmez. Gafil Şehzade’de iktidar hırsı vardır ve Bizans körükler bunu. Şehzadenin ayaklanması babası Sultan Murad Han tarafından bastırılır. Sultan için ağır acılardandır; ama katlanmak gerek. Şehzadenin cenazesi Bursa'da Osman Gâzî Türbesi'ne defnedilir. Henüz, yirmi yaşını biraz geçiyordu.

Şehzade Savcı Bey'in isyanı, devlet mefhumuna çok bağlı olan Osmanlı padişahlarının hiçbirinin kabul edebileceği bir hareket değildi. Değişik rivayetlerden biri şöyle: Babası Balkan Seferi'ne çıkarken Savcı Bey Bursa'da kalmış. "Rumeli babama yeter, Anadolu benim" diye düşünüp karar vermiş ve kendi adına hutbe okutmuş. Bunu haber alan babası Bursa'ya dönüp Kete Ovası denen yerde oğlunu mağlub etmiş. Bütün acılarını yüreğine gömerek devletin selâmeti için sevgili oğlunu idam ettirmiş. "Önce devlet" demek Sultan Murad'm olduğu gibi, öncekilerin de şiarı idi; sonrakilerin de şiarı olacak. Zaman zaman göğsümüz kabararak ama gözlerimiz sulanarak nice sahneler seyredeceğiz. Kronoloji'ye göre Savcı Bey'in isyanıyla ilgili en sağlam rivayet yukarıda anlatılandır. Önemli kaynaklardan sayılan Tacüt Tevarih'te ise Savcı Bey'in isyanında ayak dirediği, özür dilemeyi kabul etmediği yazılıdır.

"Hakkı inkâr etmesi, sevgiyi düşmanlığa çevirmesi, babalık hakkı ve padişahlık gereği, beğenilmeyen tutumlarının ortaya konulmasına ve padişahın merhametinden, af ve sevgisinden uzak düşmesine, ittihat ve desteğinden olmasına sebep oldu...." isyana devamı neticesinde hayatını kaybetmiştir.

Sofya'nın Fethi (1386) ve Karamanoğlu'yla İlk Savaş

Lala Şahin Paşa'nın defalarca akın yapmasına rağmen Sofya Kalesi alınamamıştı. "Bu şehir öteden beri ordu yeri olmuştur. Havasının letafeti, ovasının genişliği ve gönül çekiciliği ile cennetten bir köşe olup, insanlar için yiyecek ve içecek bolluğu, hayvanlar için yem bakımından geniş imkanlara sahip oluşu ile buranın övülecek tarafları pek çoktur."

Bu önemli şehir Lala Şahin Paşa'ya yüz vermemişse de Osman Gâzî zamanının Balaban Bey adlı kumandanının oğlu İnce Balaban'm bir hilesiyle Türklerin eline geçmiştir. Hile, uzuncadır. Bir genç Türklerden kaçmış gibi Sofya hakiminin yanına sığınır, çok yakım olur. Doğancılık yaparken bir av partisinde, hâkimin elini ayağını bağlar, kaleyi Türkler işgal ederler...

Sultan Murad Rumeli'de fethedilen yerlere Türk nüfusu dolduruyordu. Böylece hem Anadolu'daki nüfus kesafeti önleniyor, hem yeni kazanılan toprakların yerli halkı ile kaynaşmak imkânı hazırlanıyordu. Yerli Hıristiyan halktan gönüllü din değiştirme hareketleri de temin ediliyordu. Sultan Murad için İstanbul patriğinin Papa IV. Urbanus'a sitayiş dolu bir mektup yazdığını nakleder Yılmaz Özt-na: O mektupta patrik, Sultan'ın Grek Kilisesi'ne tam hürriyet verdiğini, iyi bir politikacı, iyi bir kumandan, sözüne tam sadık bir insan olduğunu yazıyor. Ekliyor sonra: Cezayı hak edenlere de merhamet göstermezdi; diyor.

Murad Han Gâzî iyi bildiği siyasetle, Papalık tarafından tezgâhlanan bütün tuzaklardan hasarsız sıyrılmıştır. Hıristiyan dünyası ile girdiği her münasebette diplomatik yönden de başarılı olmuştur. Keşke bir de milletinden olanlarla geçinme sıkıntısı yaşamasaydı. Gözü arkada kalmasaydı, kim bilir neler olurdu?

Türk beyliklerinden hiçbirisinin genişleme, büyüme şansı bulunmadığını anlatır tarihçiler. Birinci sebebin coğrafi yerleşim olduğunu söylerler. Beylikler hep birbiri ile sınırdaş olmuşlar. Bir tek Kayı'lar Bizans’la sınırdaş ve o tarafa doğru büyür...

Beyliklerden imkân nispetinde dostluk bekler Murad Han. Bu sebepten akrabalıklar tesis edilir. Bilhassa Karamanlılarla geçinmenin zorluğunu bildiği için onlarla da akrabalık kurar. Sultan; sevgili kızı Nefise Melek Hatun'u Karamanoğlu Âlâaddin Ali Bey'le evlendirir, içli-dışlı olurlar. Damat dostça davranışlarını fazla sürdürmez. Kayınpeder Balkan fütuhatıyla meşgulken hileler hazırlar. Avrupa devletleriyle plânlar kurarlar Osmanlı Devleti aleyhine.

Karamanoğlu, dâmad Ali Bey yanlış yapmaktadır. Diğer Türk beyliklerinin iyi anlaşmalar yaptığı ve uyduğu, ona ters geliyor olmalı ki; yaramazlıktan geri kalmıyor. Kendi soyundan, kendi dininden bir kardeş devletin Cihan devleti olma çabasına karşı çıkıyor. Sultan Murad'ın ondan asla korkusu yok. Onun üzüntüsü, esas olan fütuhatın ertelenmesidir. Bunu şu sözleriyle anlatır: "Allahu Teâlâ yolunda, din gayretine çalışıp, bir aylık yol kâfir içine girip, gece gündüz ömrümü gazaya sarf etmeye niyet kılıp her türlü zevki sefayı terk edip bela ve mihnete talip oldum. Ben Müslümanlar rahat etsinler diye uğraşırken Karamanoğlu'nun gelip bir Müslüman şehri işgal etmesi, ahalisine zulüm etmesi kabul edilemez."

Sultan Murad müslümana kılıç çekmek istemezse de, damadı mecbur bırakır. Sultan Murad bunun da gaza olduğunu kabul eder. Çünkü müslümanlar zâlim elinde kalmışlardır, kurtarılmaları gerektir. "Kâfirle gazadan kaldık, bari bir şer'i def edelim" der ve harb divanım kurar.

70000 kişilik ordu savaşa hazırdır. 2000 kişilik de Çandar ve Sırp askeri yardımcı olarak bulunurlar. Veliahd Şehzade Bâyezîd ile Şehzade Yakub Beyler orada. Anadolu Beylerbeyi San Timurtaş Paşa, Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa oradadır.

Kanlı bir savaş olur ve Karamanoğlu selâmeti Konya Kalesi'ne sığınmakta bulur. Bu savaşta gösterdiği başarıdan dolayı Veliaht Şehzade Bâyezîd'e Yıldırım lâkabı verilir.

Sultan Murad kızının yalvarmasına dayanamayıp damadını affeder. Dâmad el öpüp, özür diler. Fakat ileride yine Osmanlı aleyhine bulunmaktan geri kalmayacaktır.

Sultan Murad bu mesele ile fazla oyalanmak istemez. Haber almıştır ki Haçlılar Kosova için hazırlık yapmaktalar. Daha önce hayatı bağışlanan, el öpüp özür dileyen Karamanoğlu da bir yandan Sultan'ın ordusuna asker yardımında bulunurken, öbür yandan düşmanla, Osmanlı aleyhine görüşmelere başlar.

Sultan Murad Gazi altmış üç yaşında son savaşını vermektedir. Şehzadeliğinden beri ömrü gaza meydanlarında geçmiştir ve şehadeti de gaza meydanında olacaktır.

Çandarlı Halil Paşa'nın Ölümü (1387)

Savaşlar yapılıp, zaferler kazanılırken; zaman da su gibi akıp gidiyor; toprak kazancı, insanların ihtiyarlamasına mâl oluyordu. Sene 1387'ye geldiğinde Çandarlı Halil Hayreddin Paşa devlete yaptığı sayısız hizmetlerine noktayı koyarak, ebedî âleme göç etti. Hem Sultan Murad Gâzî, hem de diğer arkadaşları ve asker evlâtları çok üzüldüler bu yeri doldurulmaz devlet adamına. Murad Han, Paşa'nın bergüzarı olan genç oğlu Ali Paşa'yı Vezir-i Âzam yaparak vefa gösterdi vefakâr dostuna...

Ploşnik Bozgunu (1388)

Yapılan savaşlar ve alınan galibiyetlerin anlatılması hoştur. Yapılan savaş ve alınan yenilgi keşke hiç olmasa. Balkanlar Osmanlı Ordusu'nun zaferlerine tiryaki kesilmişti. Fakat orada bir tiryakiliğin de molası oluyor. Bosna Kralı Trartko Sırp despotu Lazar'la birleşip Hırvat ve Arnavut maceralarını da aralarına alınca 30.000 kişilik ordu meydana getirdiler. Karamanoğlu'yla savaşırken orada bulunan Sırp askerinden, yağma hareketine kalkan bir kısım açgözlü kılıçtan geçirilmiş, bir kısım becerikli kaçarak canını kurtarmıştı. Onların da özel kini vardı Türk askerine.

Karşı taraf böyle iken 20.000 kişilik Türk Ordusu Bosna'yı istilâya başlamıştı. Taplika Vadisi denen yerin Ploşnik mevkiinde düşman ordusunun ani baskınına uğrayan Türk Ordusu, toparlanana kadar 15.000 şehit verdi.

Bu onlar için önemli bir zaferdi. Güven duygusu böyle olayların sonrasında yeşerir serpilir, kendilerinde bir şeyler olduğunu zannetmeye başladılar. Mademki Türkler, ezilmekten kurtulamıyorlar; daha düzenli bir hareket, onları tamamen buralardan atmamıza yeter dediler. Millî duyguları alevlenen Slavlar yani Sırplar, Bulgarlar, Ulahlar, Boşnaklar ve kısmen Arnavutlar ittifak için sözleştiler.

Bulgaristan'ın İşgali

Balkan milletleri kendi aralarında ittifak kurar, Türk'ü imha plânı hazırlar da, bundan habersiz olunur mu?

Sultan Murad'ın casus teşkilâtı yapılmakta olan ittifakı bildirdi. Çandarlı Ali Paşa, Bulgaristan'ı bu birliğin dışında bırakmak için harekete geçti. Emrinde 30 bin asker bulunan Vezir-i Âzam Sultan'dan takviye kuvvet istedi. Sultan Murad işin ciddiyetine münasip tedbir almak amacıyla Anadolu Türk Beylikleri'ne haber gönderdi. Lazar'ın işini bitirmek gerekiyordu. Karaman'a, Teke'ye, Aydın'a, Menteşe'ye ve Saruhan'a "ve cemî mülûk-i müvâcirîne bu hâli ilan ittiler."

Bulgaristan üzerine Osmanlı Ordusu Balkan Dağları'nı geçip Pravadi ve Şumnu şehirlerini zapt etti. Daha sonra da Bulgaristan'ın başkenti Tırnova'yı aldı. Vezir-i Âzam Ali Paşa'nın hareketi devam ederken Sultan Murad da ordusuyla Niğbolu önüne geldi. Zor durumda kalan Bulgar Kralı Şişman birçok vaatlerle işin içinden sıyrıldı, fakat sözünde durmadı. Geçmişten kalan haraçları vardı, onları ödemeyi, Silistre ve birkaç başka kaleyi vereceğini bildirdiği halde, canını kurtarınca hepsinden vazgeçti. Yeniden, şimşekleri üzerine çekmiş oldu ve bu sefer Silistre, Hezargrad, Rusçuk şehirleri zaptedildi. Hiçbir şart koşmadan teslim olan Kral Şişman karısı ve çocuklarıyla beraber Sultan Murad'ın Karargâhı'na ******ürüldü.

Bulgar Kralı Şişman kuralları tepeleyen bir düşman olarak Pâdişah'ın karşısına getirildi ama, hiçbir ceza görmedi. Kayınbirader olmanın getirdiği imtiyazla mıdır, Sultan'ın başka bir taktiği midir her ne ise, bir Türk valisi gibi mevkiinde bırakıldı.

Bu hareketlerin en büyük faydası Bulgaristan'ın adı geçen ittifaka girmemesi ve yine adları geçen şehirler, kalelerin Türkler'in malı olmasıydı.

Mora'da Misafir Gibi

Mora Bizans İmparatoru'nun oğullarından birinin despotluğunda idare ediliyordu. Latinler'e karşı savunma gücü kalmamış olan Birinci Teodoras Palealogos Osmanlı himayesini kabul etti. Evrenos Bey, despotun Osmanlı'yı daveti üzerine Mora'ya girdi, bazı şehir ve kaleleri işgal etti.

Aslında, bunun hiçbir anlamı olmadı sayılır. Çünkü bir sene sonra her şey, Mora'da eski haline döndü.

Kosova Meydan Muharebesi

Her yönüyle büyük olan bu savaş, tarihte oynadığı rol itibariyle de mühimdir. Çok önemli bir zaferin başkomutanının, bir Pâdişah'ın zafer meydanında öldürülmesi olarak ele alınınca emsali olmayan bir savaştır.

Bir de, bayrağımızın doğuşunu bu muharebe sonrasında oluşan kan gölünün üstüne düşen ay ve yıldıza bağlayanlar var. Gerçekliği tartışılsa da ne güzel bir buluş!..

Kosova Meydan Savaşı'na adım adım gelinmişti. Daha önce anlatılan olaylar bu savaşın davetçisiydi. Sultan Murad bütün beşerî tedbirleri alıp, varını yoğunu bu savaş için ortaya koymuştu. Anadolu'daki kardeş Beylikler bu savaş için yardıma çağrılmıştı. Şehzade Yakub ve Bâyezid Beyler Karesi ve Kütahya'dan gelmişler, "Menteşe, Aydın, Hamid Beğleri'nin paylarına düşen yardımcı kuvvetleri de beraber getirdiler." Osmanlı himayesini daha önceden kabul etmiş bulunan Sırp Beyleri'nden Draguş ile Güney Sırbistan Beyi Vukaşi'nin oğulları, Dobruca Tatarları’nın reisi Serrac, Kastendil Prensi Konstantin'in kuvvetleri hazırdı. Bütün sayılanların varlığı bir kişi kadar heyecan uyandırmıyor, güven vermiyordu. İhtiyar Gâzî Evrenos Bey çoktan beri savaş meydanlarında görünmüyordu. Âhir ömrünü yaşadığına inanıyor, bunun için de kutsal topraklara gitmiş, Hacı olmuştu. Evrenos Bey'in orduya iştirakini Hammer'den nakledelim. İşte onun söyledikleri:

"Lâkin Pâdişah'ın etrafında topladığı yardımcılara daha dehşetli bir müttefik daha iltihak etti. Bu Müttefik Orhan'ın ihtiyar silah arkadaşı olup da, yalnız namının zikredilmesi büyük bir kuvvet hükmünde bulunan Evrenos Bey idi.

Sultan Murad Yanbolu'da iken Bulgaristan işini halleden Vezir-i Âzam Ali Paşa geldi. Düşmanla buluşulacak yere doğru hareket edildi. Casusluk maksadıyla gönderilen bir Sırplı savaşa hazır olduklarını söylemeye geldi.

Beylikler'den alınan yardıma rağmen Türk tarafı 60 bin askerde kalmıştı, karşı taraf 100 bin kişi. Daha önceleri gördüğümüz savaşlardan biliyoruz, sayıca fazlalık illâ ki galibiyet getirmiyor. Bunun neticeye tesiri her zaman müsbet olmayabiliyor. Önce azim, sonra bilgi mevki seçimi, harp düzeni, askerin idare biçimi tabiat şartları gibi pek çok sebep sonucu belirlerken, herhalde, Cenâb-ı Hakk'ın takdiri oluyor.

İki ordu arasındaki sayı farkı bazı tarihçilere göre yukarıda söylenenden daha fazlaydı. Hatta bu yüzden Murad Hüdâvendigâr'ın endişeye kapıldığı da söyleniyor. Sultan'daki karamsar tavrı gören Vezir-i Âzam Ali Paşa rahatlatıcı hareketler denerken Kur'ân-ı Kerîm'den bir âyet okuyup serinlik vermeye çalışıyordu. "Nice az sayıda bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok sayıdaki bir topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara suresi, âyet: 249)

Ali Paşa bu âyeti okuyup, Sultan Murad'ın gönlündeki tereddüdü izale etti. Karşıda Macaristan, Lehistan, Sırbistan, Bosna Krallığı, Eflak-Boğdan (Romanya-Moldovya), Hırvatistan, Bohemya, Arnavut Prenslikleri ve Bulgaristan Krallığı var, burada Sult

Link to comment
Share on other sites

YILDIRIM BAYEZID

(1389-1402)

04vp5.jpg

Kosova Meydan Savaşı'nda Murad Hüdavendigâr şehid düşünce Bâyezid'in hükümdarlığı ilân edilir. 29 yaşında ve Sultanönü Valisi iken savaşa iştirak etmişti. Herhalde bir zaferle, babasını tebrik ederek biteceğini sandığı bu müthiş harbin, babasının şehâdetine kadar varacağım hesap etmemiştir. Şimdi büyük bir zaferin coşkusunu büyük bir acıyla nasıl yaşayacak Allah bilir!

"Ela gözlü, arslan simâlı, kumral sakallı, derileri kırmızıya mail, ak, müdevver ve berrak, heykel gibi sağlam ve güçlü-kuvvetli, cenk ve savaş günlerinde korkusuz" diye tarif ediliyor.

Yıldırım lâkabını aldığını bildiğimiz Bâyezid'in cesur resmi gözlerimizin önünde canlandırılmaya çalışılmaktadır. Zaman ilerledikçe, cesaretinin aklı fikri göz ardı ettiğini de göreceğiz. İşte o zaman duygularımız değişecek...

Şimdi Sultan Murad'm şehâdetiyle beraber yaşanan hengâmeye kısa bir göz atmak lâzım. Hüdâvendigâr'ın ebedî âleme göçüşü, bizim katil dediğimiz kendi milletinin kahraman ilân ettiği, Miloş'un hançeriyle olmuştu ya. Vezirlerin veyeni hükümdarın öfkesi ile hemen, Despot Lazar ve iki oğlunun esareti sona erdirildi. İdamları için fazla beklemeye lüzum görülmedi.

Şimdi bakalım, Bâyezid'in ilk icraatı ne olacak, neler yapacak?

Üç kardeşinden biri Savcı Bey idi. Asi oldu, babasının hışmına uğradı (1385). Bir kardeşinin adı İbrahim'dir, kendisiyle alâkalı malûmat yok. Ve bir kardeşinin adı Yakub'dur, o da Bâyezid gibi vali iken, Karesi'den Kosova'ya savaşa gelmiştir, aslanlar gibi de savaşmıştır. Hatta son düşmanların peşine düşmüş, onları kovalarken babası şehit olduğundan, yakınında değildir. İsmail Hami Danişmend'e göre Yakub Bey'in veliaht olma ihtimali daha fazladır. Bâyezid Bey yakınında olduğu için babasının vefatından hemen sonra kendisini hükümdar ilân ettirmiş. Devamını, aynı kaynaktan takip edelim: Biraz canımız sıkılır ama ne yapalım, olan olmuştur:

"Birinci Bâyezid saltanatını sağlayabilmek için müthiş bir hileye teşebbüs ederek, Yakub Bey'i ordugâha davet ettirmiş: Oruç Bey bu meseleyi şöyle anlatır: "Yakub Çelebi'ye haber gönderdiler, gel seni baban ister diyüp getürdüler, çadır içinde kaydını gördiler!"

Hammer, bazı Osmanlı tarihçilerinin, bu öldürülme olayını Bâyezid'e sorulmadan, vezirlerle ordu kumandanlarının yaptığını anlatıyor. Âşıkpaşaoğlu şu kadar yazıyor: "Yakub Çelebi tarafı da düşmanı kırmıştı. Geldiler: "Gel, baban seni ister" dediler. Gelince onu dahi babası gibi ettiler."

Bâyezid tek başına kaldı. Acılarıyla ve arzularıyla...

Yıldırım Bâyezid, kardeşi Yakub Çelebi'yi ortadan kaldırmakla vicdanına kanlı bir ateş düşürmüş; bu yetmiyor gibi, askerlerden bir kısmı da kendisinden soğumuştu. Onların tekrar gönlünün alınması, Bâyezid için kolay olmasa gerek. Bir de, haberin Anadolu’ya yayılması Karamanoğlu'nun eline önemli bir fırsat vermiş ki; Bâyezid aleyhine faaliyete geçip, haksız yere Yakub Çelebi'yi öldürmesini, katilliğini etrafa anlatarak bir karşı cephe oluşturmaya başlamıştı.

Yabancı yazarlara arasıra müracaat hoşumuza gidiyor. Hammer'ın kaynağının çok mühim kısmı bizim yerli yazarlarımız olduğu halde, yorumundaki farklılıktan mıdır ne ise onun kitabına bakmadan geçilmiyor. Diyor ki: "Bâyezid'in saltanatı insanlığın tarihi gibi kardeş ölümüyle başlar. Osmanlı hanedanından hiçbir Padişah bu kadar kanlı bir berâat-i istihsal (iyi bir başlangıç) ile cülus etmemiş idi..." aynen böyle diyor. Sanki düzinelerle Pâdişah'tan sonrasını anlatır gibi. Bâyezid dördüncü Pâdişâh oluyor. Birinci zaten çok geniş bir ailenin reisi gibiydi. İkinciye derviş meşrep bir kardeş kalmıştı ve henüz paylaşılamayacak bir şeyleri yoktu. Üçüncü sıradakinin -bu hususta, karnesi pırıl pırıl değildi. Bâyezid'in durumu, aslında, şartlar ciddiyetle ele alınınca tek yapılacağı yapmış gibi görünüyor. Tâc'üt-Tevârih yazan Hoca Saâdeddin Efendi'nin sözü kısa, biz, biraz daha kısaltarak alıyoruz. "Fitne katilden beterdir." Bu Peygamber Efendimizin bir hadisidir. Yapılan, kardeş feda etmelerin temeline bu hadis-i şerif oturtuluyor...

Yıldırım Bâyezid Kosova zaferiyle kendi cülusunu fetihnamelerde İslâm ülkelerini bildirdi. Babasının tahtını da yiğitliğini de devralmıştı. Savaş kaldığı yerden devam edecek.

"Timurtaş Paşa'yı Lâzar'ın vilâyetini zapt için hesaba gelmez asker ile gönderdi. Üsküp vilâyetinin ve etrafının idaresini de İshak Bey'in efendisi olan Paşa Yiğit adlı kumandanlarına havale eylediler. Firuz Bey'e de Vidin eyaletini verip o taraflara akın etmeye memur buyurdular. Evrenos Bey'i, eskiden beri hükümet yeri olan Serez'e irsal edip, Varna ve Çitroz hisarlarının fethine hizmet etmesini tembih eyledi. "Bu işleri gördükten sonra, her biriniz vakit geçirmeden ardımsıra geliniz, zira yine Kamanoğlu'nun ahd'i bozarak Hamid İli'ni yağma ile ehli İslama eziyet ettikleri haberi yüce saltanat eşiğimize arz olunmuştur. Bu kötü yaratılışlı ile Aydın, Saruhan ve Menteşe vilâyetlerinin hâkimleri ittifak ederek nifak çıkarmakta oldukları öğrenilmiştir."dedi.

Sultan Bâyezid ordularını böyle talimatlarla vazifelendirip, "kendisi de Karatova gümüş madenlerini zaptetti. Üsküp şehrine Türkleri yerleştirdi."

Yıldırım Bâyezid'in Sırp Prensesi Olivera ile Evlenmesi

Kosova'da hezimete uğrayan Sırpların öldürülen kralı Lâzar'ın oğulları Stefan, Etienne ve Vuk'la anlaşma imzalayan Bâyezid, her sene haraç alacak, ayrıca, emredildikçe askerleriyle beraber Sırp Prensleri Bâyezid'in yanında savaşacaklar. Bir de kız kardeşleri Olivera'yı pâdişâha nikâhlayacaklardı. Bu anlaşmalarla Bâyezid Sırp milletinin de gönlünü kazanmış ve uzun süre, savaşlarda Sırp askerinden istifade etmiştir. Sonu hüsran olsa da, Timur'a karşı Ankara Meydan Savaşı'nda da Sırp askerinin çok yardımı dokunacaktır. Bu Prenses Olivera ile yapılan evlenme merasimi bir camide gerçekleşmiş ise de, Prenses, sonradan Bâyezid'i içkiye müptela etmiştir. "Bundan evvelki ecnebi prenseslerinden farkı, ailesi ve memleketiyle mütemâdi teması ve Bâyezid'i devlet mukadderatına tesir edecek derecelerde içki ve eğlenceye alıştırması olarak" gösterilen Sırplı gelinin Pâdişâha zararlı olduğu sanılıyor.

Yıldırım Bâyezid'in İlk Anadolu Seferi (1390)

Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, Kosova Savaşı'nda Murad Hüdâvendigar'ın şehid düşmesiyle Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyan Beylerini Bâyezid aleyhine kışkırtmaya başlamıştı. Aynı şahıs, kayınpederine karşı gelip, dersini almış, özür dileyerek kurtulmuştu. Şimdi de kayınbiraderine hileler hazırlıyor, "Bâyezid Yakub Bey'i öldürmüştür hesap soralım" diyordu.

Osmanlı'nın büyümesinden rahatsızlık duyan diğer beylikler de Karamanoğlu'nun tahrikine yatkındırlar. Önce Germiyanoğlu II. Yakub Bey kızkardeşine çeyiz olarak verilen Kütahya'yı işgal etti. Diğer çeyizlik şehirleri de almak için uğraşırken kara Tatarlar'ın Reisi Mürüvvet Bey Kırşehir'i zaptederek Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin'e teslim etmiştir. Dolayısıyla da Anadolu'da düşman artmıştır. Sadece Kastamonu'daki Çandaroğlu sadakatten ayrılmayıp, Bâyezid’e yardımcı asker gönderdi. Bu Çandaroğlu II. Süleyman Paşa'dır ve Bâyezid'in amcası Süleyman Paşa'nın damadıdır.

Bâyezid Han Kütahya'ya gelir. Ordusunda Bizans ve Sırp birlikleri dahi vardır. Germiyanoğlu Yakub Bey el öpüp özür diler. Vezir Hisar Bey'in maiyetinde Edirne'nin İpsala kasabasına gönderilir. Beyliği de Osmanlı Devleti'ne katılır. Sıra Aydın Beyliği'ndedir; sonra Menteşeoğlu ve Manisa'da... Bunlar da teker teker "cezalandırılır. Başlarında bulunanların hayatları bağışlanır ama toprak affı yoktur. Toprakları Osmanlı devletine katılır. Bu sayede bir sürü şehirle beraber Aydın, Menteşe ve Saruhan'm donanmaları da Osmanlı donanmasına katılarak, deniz gücü bir hayli artırılır.

Anadolu'da Türk birliğinin temini için çok önemli adımlar atılmış demektir. Böylece Karamanoğlu da ders almış olmalıdır. Bâyezid Saruhan tahtını veliaht Şehzade Süleyman'a, Aydın tahtını da ikinci oğlu Ertuğrul'a emanet eder. Neşri Tarihi Karamanoğlu'yla olan münasebeti şöyle anlatıyor. Sadeleştirip kısaltarak veriyoruz:

Hünkâr Rumeli'de iken işitti ki, Karamanoğlu gelip il basmış. Hünkâr Anadolu'ya geçip Aydın ve Menteşe ilini fethetti. Hamid ili halkı gelip Karamanoğlu'ndan şikâyet etti. Karaman'a çıkan Hünkâr Karamanoğlu'nu bulamadı. Çünkü kaçmıştı. Harman mevsimi idi. Askere dedi ki "Sakın ha kimsenin malına zarar gelmeye" Asker halka gelip, "bize arpa saman satın" dediler ve kaç kişi bu askere satış yaptıysa parasını aldılar, iyi muamele gördüler. Şehir halkı baktı ki bunlar çok dürüst insanlar. "Tilki gibi ine girip yatmakla olmaz" deyip elçi gönderdiler Bâyezid'e. Çarşamba Suyu'ndan ötesi kendilerine kalması şartıyla, beri tarafı hünkâra vermeye razı olduklarını söylediler. İstekleri kabul edildi. Alınan yerlerin idaresi Beylerbeyi San Timurtaş Paşa'ya bırakıldı. Böylece, Anadolu harekâtı tamamlanmış oluyordu. Bu seferle Karamanlılar'dan kazanılan Niğde, Akşehir ve Aksaray hiçte küçümsenecek gibi değildi. Kayseri'nin, Develi'nin, Karacahisar'm da Bâyezid'e bırakıldığı Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde yazılıdır.

Anadolu'da bulunan beyliklerle mücadele, devamlı olarak büyükten yana kazanılıyor, diğerleri yaptıkları her huysuzluğun cezası olarak birçok kayıplara uğruyorlardı. Ne var ki, Yıldırım'ın zaman kaybına tahammülü yoktu. Kardeş beylikler çok değerli olan zamanı israf ettiriyorlar, Bizans'la, İstanbul'un fethiyle ilgili teşebbüsten uzaklaştırıyorlardı. Yıldırım'ın en büyük öfkesi bundan yanadır.

Başı durulur durulmaz Avrupa'ya geçer Yıldırım…Venedik ile Ceneviz, zamanın önemli devletleridir. Bâyezid bu devletlerle çatışmayı göze alarak, İstanbul'a yardım ulaştıracak yollan kontrol altında tutmaya çalışır. Çünkü onun için en önemlisi İstanbul'dur. İstanbul'da yönetim iflas durumunda, halk isyan halinde; bazıları dinini değiştirecek kadar ne yapacağını bilemez vaziyettedir. Bu kargaşadan istifade edilerek, Surlar boyunca yerleştirilen askerle Bizans, Bâyezid'in sıkı takibine girer. (1391.)

İstanbul devamlı muhasara altında tutulacak... Vakti gelince de darbe vurulacaktır. Bâyezid bir tek işle oyalanmaz. Savaşsız geçen günlerini hayır eserleri yaptırarak doldurur. Fethedilen şehirlere ebedi Türk mührünün vurulması, oralara inşâ edilen cami, tekke ve imaret gibi eserlerle mümkün olacağı için, bu hizmetler ihmâl edilmez.

Bâyezid Han'ı tarih kitaplarından takip etmek çok zor. Bir bakıyorsunuz Batı'da Silistre'de, Eflak'te; bir bakıyorsunuz Selanik'te, sonra Bursa'da. Bir savaşta, bir cami inşaatinde. Yıldırım lakaplıdır ve "dindar Padişah" olarak anılıyor...

Tamir Edilen İstanbul Surları'nın Yıktırılması

Haşmetli Bizans Kaplan postundan soyunmuştu. Bâyezid'in izni olmadan taş üstüne taş koyamıyordu. Anadolu'da geçen günler, Bâyezid'in bu taraflara bakamayacağı gibi algılanmış olacak ki, İmparator Beşinci Yoannis Paleologos surların yıkılan duvarlarının tamiriyle uğraştı. Yedikule'nin iki tarafındaki harap kuleleri eskisinden daha sağlam duruma getirdi. Yapılan işler korkuyu bertaraf edebilmiş değil. Anlaşılmaması için azami gayret gösterildi. Hatta İmparator bazı kiliseleri yıktırmış, bir takım süslemelerle kale tahkimini örtmeye çalışmıştı.

İmparator Bâyezid'den habersiz kale tamiri yaptırırken, oğlu İkinci Manuel Paleogolos Osmanlı Ordusu'nda savaşlara katılıyordu. Yaptığı işten haber alındı ve Bâyezid "derhal dedi, bütün tahkimatı eski haline getireceksin; yoksa oğlunun gözlerine mil çektiririm" Bu tehdit tesirini gösterdi. Bütün emek ve masraftan boşa giden İmparator'un acıklı hali elbette kendi tarafı için dayanılmaz bir durumdur. Yıldırım Bâyezid kendi milletinin istikbalini düşünüyor, acınacak vaziyete zemin hazırlamaktansa acımasız olmayı yeğliyordu.

Bizans'ın İmparatoru ihtiyardı. Başına gelen elemleri kaldıracak takati yoktu. Surların yıktırılmasından sonra kendi de yıkıldı. Onun ölümü duyulur duyulmaz Bâyezid'in yanında rehine olarak bulunan oğlu İkinci Manuel Bursa'dan gizlice İstanbul'a kaçtı ve babasından boşalan tahta oturdu. Kendi açısından haklılık sayılabilse bile, Bâyezid yönünden bir yanlışlık yapmıştı. İzin istemesi gerekirdi Manuel'in. İzinsiz hareketine sinirlenen Yıldırım Bâyezid, hemen bir elçi gönderdiği Manuel'e ağır bir nota verdi:

"Eğer emirlerime itaat edip rahat yaşamak istiyorsan şehrin kapılarını kapatır, içeride istediğin gibi saltanat sürersin. Şehir haricinde ne varsa hepsi benimdir." dedi. Ayrıca, İstanbul'da bir Türk Mahallesi, bir cami ve bir mahkeme kurulması, buraya tayin edilecek Kadı ile Türkler'in davalarının görülmesi Bâyezid'in emirlerinden idi. Ve daha önce ödenen haraca devam edilmesi...

İstanbul'un İlk Muhasarası (1391)

Yeni İmparator Bâyezid'in isteklerini önemsemedi. Bâyezid blöf yapmamıştı; bunu ispat için ordusunu İstanbul üzerine yürüttü. Şehrin etrafını Bizanslılar'dan temizlediler. Kale duvarları arasına hapsedilen insanlar sıkıntılı günler yaşamaya başladı. Muhasaranın yedi ay sürmesi Bizans'ı kıtlıkla boğuşma durumunda bıraktı. İmparator hatasını anladığında, çekilen acıların telafisi imkânını araştırmaya başladı.

İmparator'un çare arayışı ve Yıldırım Bâyezid'in İstanbul'u devamlı daralan bir çember gibi sıkması sürüp gidiyordu. Bu arada Macar Kralı Sigismond Bulgaristan'a hücuma hazırlanıyordu. Sultan Bâyezid durumdan haberdar olunca Rumeli'ye asker göndermek lüzumunu düşünüyordu. İmparator, her halükârda, boğazını sıkan kuvvetli mengenenin gevşemesi için fedakârlığa hazırdı. Yeniden görüşülen ve anlaşmaya varılan duruma göre:

Bizans 700 ev verecek, bununla bir Türk mahallesi kurulacak. Sirkeci'de bir mahkeme ve buraya Osmanlı Devleti'nin Kadı tayini. Bir cami yapılması. Önceki İmparator'un ödediği haracın devam ettirilmesi, şehir dışındaki bağlardan bostanlardan elde edilen hâsılatın onda birinin Osmanlı hazinesine terki. Sade bu kadar değil. Bir Türk askeri mıntıkası ve burada 6000 kişilik Türk garnizonu yerleştirilmesi varılan anlaşmanın gereklerinden idi. Bundan sonra İstanbul, "sun'i" bağımsızlığını böyle devam ettirecek. Türk tarafı da dâimi sahiplenmek için her an fırsat bekleyecek.

Romanya'nın Türk Hâkimiyetine Girmesi (1391)

Akıncıları Edirne'den Eflak tarafına sevk eden Sultan, arkadan kendisi de gider ve Mirçe'nin kuvvetlerini akıncıları sıkıştırmış vaziyette bulur. Kısa bir savaşta Mirçe'yi mağlûp ederek teslim alır ve Bursa'ya gönderir. Arkuş Ovası'nda kazanılan bu savaşın neticesi:Önceden esir düşenlerin mallarıyla beraber iadesi, Osmanlı hazinesine her sene üç bin duka altın; Pâdişâha otuz at, yirmi av kuşu şahin ve Macarlarla yapılacak savaşlarda yardım. Bu taahhütlerden sonra, Mirce memleketine gönderilir. Onun da istekleri vardır ve akla yatkın isteklerdir. Bâyezid Han tarafından kabul edilir. Bunlar: Tuna'nın sol sahiline, yani Eflak arazisine Müslüman ahali yerleştirmemesi ve cami yaptırmamak.

Tabii ki; Mirce memleketine döner dönmez yapılan anlaşmayı unutarak, Osmanlı Devleti aleyhine Macarlarla işbirliğine girecektir... Bu Romanya Voyvoda-sı'nın, canını kurtarmaktan daha aziz bir düşüncesi yoktur.

Bâyezid savaşıyor, memleketinin sınırlarını genişletiyor. Bu hususta gösterdiği başarırının hiç tartışılacak yanı yok. Yalnız, son zamanlarda, başka bir hususta eleştiriler gelmektedir. Sultan Bâyezid babasında, dedesinde görülmedik alışkanlılar edinmiştir. Sofralar donatılıyor, Sultan, hiç yakıştırılmayan bir fiil işliyor. Bu konudan rahatsız olup da, bunu açığa vuranlar, doğrudan Pâdişah'ı hedef alamıyorlar, suçlu arıyorlar ve buluyorlar. İki suçlu var, Pâdişâh bunların sevkettiğj yolda gidiyor. Birincisi Pâdişah'm eşi Sırp Prensesi Olivera Despina, ikincisi Vezir-i Âzam Çandarlızâde Ali Paşa. Tâcüt Tevârih yazan Hoca Saadeddin Efendi Prensesi şöyle tasvir ediyor:

Sultan Bâyezid'in hareketliliği, savaşlardaki başarısı devam edip giderken, onun aleyhine kullanılan davranışları da eksik değildir. Hoş olmayan iş ve yaşayışına, tarihçilerin buldukları abalılar da mevcuttur.

"Güzeller göğünde yeni doğan ay gibi parmakla gösterilir, gülistanda yeni boy atmış taze bir gonca gibi öğülürdü. Peri suretindeki bu kızın parıldayan saçları gönüller için tuzak, amber gibi kokular saçan ağzı derdlerin acılığını kesen deva, tazelikten alacağını almış, melek yüzlü bir dilber idi..." Bu güzel kızı Padişaha veren ağabeyinin öğütleri de şöyle: "Pâdişâhın özel hayatına karışırsan, ona yakın ve sırdaş olabilirsen, baş başa kaldığınız bir sırada Las diyarından Semendire ile Güvercinlik kalelerini sana doğrulukla hizmet etmekte olan, emirlerine uyan kardeşime armağan eylesen, onu pek çok yücelteceğin gibi ben cariyeni de sevdiğine işaret olur, diyerek yalvarıp yakar. Kerem ve ihsan duygularını harekete geçir."

Hoca Sâdeddin Efendi konuyu uzatır. Prensesin "cilvelenmesi" "yemekler, içki âlemleri" ve der ki, Hoca Sâdeddin: "Padişah memleket konularından el çekti. Ol zülfü kâfirin sözüne bağlandı, birkaç gün adeta Padişahlığını unuttu."

Hoca Saadeddin Efendi'nin sözleri kısa kesilmiştir.

Onun büyüklük şanına gölge düşürücü bir usul olmasa, bulunduğu çağın geçerli üslûbu olsa da biz açık saçık aşk romanı tarzındaki tasvirlerinden hoşlanmadık. Bir de bir suçu işleyene değil de işlettiği varsayılana saldırılması adil değildir diye düşünüyoruz. Pâdişâhlar anlatılırken, onlar tarafından yapılan bir hata, işlenen bir günah illâ ki birilerinin sırtına yapışıyor. Sultan'a ait eksiler başka birinin hanesine kaydediliyor. Herhalde, Osmanlı Hanedanı’nın kalplere yerleşen sevgisi, önemli bir yanlışın onlara yakıştırılmasına mani oluyor. Yıldırım Bâyezid'in içkiye müptela oluşu gerçek sayılır, hafifletici sebepler aranır, bu, vefakârlıktan numunedir. Eski tarihçiler içki meselesinde hemfikirdir:

Aşıkpaşaoğlu da "Bâyezid Han içki meclisi kurmayı Sırp kızından öğrendi. Ali Paşa'nın da yardımı ile şarap ve kebap meclisi kuruldu" dedikten sonra. Osmanlı Hanedanı'nda eskiden gayrımeşru işlerin olmadığını söyler ve "Ne zaman ki Halil geldi, Tük Rüstem geldi, Mevlâna Rüstem dediler. (Bu Rüstem Karaman'dan gelip Sultan Orhan'a esir vergisi koyduran adam) bunlar âleme hile karıştırdılar. Halil'in oğlu Ali Paşa vezir olunca onun zamanında Dânişmendler dahi çok oldu. Bu Osmanlı Hanedanı sağlam bir aile idi. Onlar gelince hileli fetvalar çıkardılar. Takvayı kaldırdılar..." Aşıkpaşaoglu Çandarlı zade Ali Paşa'yı sevmez, biraz daha kötüler ve "Bu Ali Paşa zevkine düşkün kişiydi. Adamları da zevke düşkün oldular. Kadıların fesatları ortaya çıktı" dedikten sonra, çok enteresan sayılacak bir olayı anlatır.

Kadı'ların haksız hükümleri, halktan rüşvet almadan iş görmemeleri yüzünden, "Hak ve adalet anka'yi kaf oldu" diyor tarihçi. Kadıların kötülüğü için vezire şikâyete gelenler, "başlarına gelenleri anlatsalar o, bu çaresizlere eziyet ve zâlimlere de yardım ederek, doğruyu bırakır, batılı tutar idi." diyor.Hatta der Solakzâde, "Fısk ü fücur, irtikap ve sapıklık ile zalimlerin zulmü kadıların üzerinde öyle bir mertebeye ulaştı ki, herkesin canına geçip, sipah ve riayet (halk), kalabalık bir halde menzili yüce Pâdişâh'ın dergâhına gelerek şikâyette bulundular. Sultan Bâyezid gaflet uykusundan uyanarak, mazlumların feryadından haberdar ve doğru yola yöneldikte, tazallüm ve şikâyetlerin nihayet kadılardan olduğunu öğrenince, bu kadıların teftişi için ülkeye derhâl güvenilir adamlar gönderdi. Kısa zaman içinde yalan icraat yapan kadılardan pek çoğu yakalanarak zincire vuruldu."

Yıldırım Bâyezid halka zulüm eden bu kadıları bir eve hapsederek evvela bunların yakılmalarını emreder. İşin ucu Ali Paşa'ya dayandığı için, aracı olmaya kalkarsa da cesaret edemez. Pâdişâhın Habeşi bir nedimi var ki, rahatça görüşüp konuşabilir. Ali Paşa yirmi bin akçe vâad ederek Nedim'i Pâdişâha gönderir. Nedim ile Pâdişâh'm konuşmalarını yine Solak-zâde'den aktaracağız:

"Habeşî Nedim Padişahın huzuruna geldi. İstanbul'a gitmek için icazet istedi."

"Yıldırım Bâyezid Han'ın "İstanbul'da işin nedir?" sualine.

"Pâdişâh için yüz adet keşiş getireyim. Bu kadılar yandıktan sonra onların yerlerine nasb edersiniz. Tâ ki yerleri boş kalmaya. Padişahımızın nazarında makbul olalar!"

Cevabını verdi.

Yıldırım Bâyezid:

"— Benim kullarım var iken, keşiş getirmeye ihtiyaç yoktur. Kaza mensıplarını bundan sonra ben kendi kullarıma veririm." dedi.

Habeşî Nedim:

"— Kadılar serî ve naklî ilimlerde bilgili ve faziletli olmaları lâzımdır. Senin kulların ise, ümmîdir. Nasıl kadılık edebilirler." dedi.

Pâdişâh karşılık olarak:

"— Çünkü bu zalimler ilim ve fazilet sahipleridirler. Niçin ilimleri ile âmil olmazlar. Amelleri Allah'ın Kitabına mutabık, hükümleri de Allah'ın rızasına muvafık değildir, dedi."

Pâdişâhla Nedim arasında geçen bu konuşmadan sonra, öfke buhar olur, Pâdişâhın gönlüne genişlik gelir ve Ali Paşa huzura çağırılır. Ali Paşa da, kadıların rüşvete sapmalarını; çok az kazanmalarına bağlar; rica eder ki; kadılar hüccet yazmak için bir miktar para alalar. Fetva kitaplarını kaynak göstererek: "Hüccete yirmi beş akçe, sicile yedi akçe, nikâh akdine oniki akçe, rüsûm-ı kısmet için ise bin akçede yirmibeş akçe tâyin buyurulsa, bundan dolayı, bu kadılardan bu çeşit şer'i fiiller görülmez ve işaret olunan zulümleri de ortaya çıkmaz."

Bu konuşmada Padişah tarafından hoş görülür, uygulanmasına müsaade edilir ve kadılar yanmaktan kurtulurlar. Bu gün toplumların en büyük şikâyetlerinden biri olan, rüşvet ve irtikâp ne zaman, kimler tarafından yapılıyormuş? Onu da gördük.Kadılarla ilili komik olay bizim eski tarihçilerin hepsi tarafından kullanılmış, Hammer, bir dipnotu şeklinde kitabına almış ki, bu ciddiyetten uzak görmesindendir. Biz niye kitabımıza geçtik? Sadece eğlendirici yanı için, başka sebep yok. Bu hikâyenin süslediği, Ali Paşa'nın teklifiyle ihdas edilen mahkeme rüsumu gerektir.

Bâyezid'in lâkabına uygun icraatlarına bakmak en doğrusu olacak ama kalem söz dinlemiyor. Mahrem kalması gereken taraflar saldırıyor. Bazı hususlar var ki iki türlü de anlatılmakta. Bunlardan, doğru ile yanlış, iyi ile kötü biraz da yorum meselesi olarak karşımıza dikiliyor. Yıldırım Bâyezid'in içki kullanması bir sır olmadığı halde, insanımızın saygısı, onu o haliyle tanımaya tahammül edemiyor. Zaten bunu yazanlar da iki mücrim bularak bütün suçu onlara yüklemişler. Biz yine Hammer'den konuyla ilgili bir paragraf alıyoruz:

"Yıldırım Bâyezid şanın verdiği sarhoşlukla, devlet işlerini ihmâle, vazifelerini unutmaya başladı. Osmanlı Pâdişahlarının birincisi olmak üzere şarabın haram olduğuna dâir şer’î hükümden inhiraf etti (yüz çevirdi). Veziri Ali Paşa'nın israf ve sefahatini men etmeyerek, hatta kendisi de ona uydu."

Söz birliğiyle kötülenmek istenen Ali Paşa'dır. Vak'aları yazan bizim insanlarımız da Çandarlı ailesine karşı bir öfke var, yabancıların kaynağı da bizimkilerdi. Sebebini anlayamadığımız Çandarlı düşmanlığı, ilkinde görünmüştü ikincide devam ediyor. Çandarlı Halil Paşa büyük devlet adamı olarak tarihe geçmiştir ama bir hayli de eleştiri okunun hedefiydi. Babasından boşalan yeri dolduracağına inanıldığı için, Pâdişah'ın isteyerek vazife verdiği Ali Paşa da benzeri oklarla delik deşik edilmek isteniyor. Asıl ağır suçlamalar bundan sonra gelecek. Doğrusu, Hammer Tarihi'nden çok istifade ediyoruz, bundan sonra da edeceğiz. Ve Hammer'in yazdıklarını okurken dikkatli olacağız. İyi bir kaynak olmasının yanında Hammer iyi bir Hıristiyan’dır. Derdi Osmanlı'yı yüceltmek değil, Osmanlı'yı anlatırken mümkün olduğunca Hıristiyan milletleri korumaya çalışmaktır. Çok yerde çok bariz görünen bu tarafı bize dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor. Miloş'un Sultan Murad'ı öldürmesinden Hammer'in duyduğu sevinç kelimelerde âdeta kahkaha sesi veriyordu. Miloş'un kahraman ilân edilmesindeki haklılık yine onun tarafından savunuluyor. Biz de dikkatli olacağız, hepsi bu kadar.

İkinci İstanbul Muhasarası (1395)

Sene 1391. İstanbul'un birinci muhasarası başlar. Fakat Macar Kralı Sigismond bir yandan başkaldırınca Bâyezid o tarafa döner. İstanbul işini zamana bırakır. O zaman ise dört sene sonra gelecektir. İstanbul'dan dört sene boyunca Türk ablukası kalkmayacak Bizans'ın yüreği ağzına gelecektir devamlı.

Bâyezid'in İstanbul'a yürüyeceğini duyan İmparator, yalnız başa çıkamayacağı için Hıristiyan Avrupa devletlerinden yardım talep eder. Ancak az miktarda askerden başka bir yardım temin edemez. Bâyezid de İstanbul'u bir tehlike olmaktan çıkarmak ister. Bütün Balkan prenslerini, İmparatoru ve yakınlarını Serez'de içtima eder. Toplantı gürültülü geçerken sinirlenen Padişah "Osmanlı taraftan olan Yedinci Yuannis Paleologas'dan mâdâsını kılıçtan geçirmek ister. Çandarlı Ali Paşa mani olur." Netice olarak, abluka devam etse de, Surlara hücum sırasında "Macaristan Kralı'nın Sofya'ya hücumu öğrenilir. İslâm mülküne düşman askerinin zarar vermemesi için, kuş gibi o tarafa uçulur."

Yıldırım Bâyezid'in Abbasi Halifesi'nden "Sultan" Unvanını İstemesi, (1395)

Her ne kadar "Sultan" Murad denmişse de Hüdâvendigâr'a, o resmen "Sultan" değildi. Yıldırım Bâyezid'e "Sultan" denmesi de gayrı resmîdir. Bu tür unvanlar İslâm âleminin başı sayılan Halife tarafından verilince bir mânâ ifâde edebilirdi. Halifenin maddi gücü sıfır olsa bile, taşıdığı isim, oturduğu makam en yüce idi. Çünkü Şanlı Peygamberimizin halifesi sayılıyordu. Şimdiye kadar geçen üç Osmanlı büyüğü de bu unvanı istemiş değildir. Üçü de Bey olarak anılmışlardır. "Anadolu ve Rumeli’deki fütuhatıyla muazzam bir devlet haline gelmiş ve bilhassa Hıristiyanlara karşı kazandığı büyük zaferlerle bütün İslâm âleminin teveccühünü kazanmış olan Osmanlı Devleti'nin hükümdarına hâlâ "Bey" denilmesi bilhassa milletler arasındaki teşrifat bakımından çok tuhaf bir vaziyet ihdas etmektedir. Çünkü bu "Bey"in maiyetinde kendisine resmen tâbi ve haraçgüzar olan imparatorlar ve krallar vardır! Halbuki Birinci Bâyezid'in meskukâtında "Bâyezid İbn-i Murad" şeklinde kendi ismiyle babasının adından başka hiçbir unvan yoktur!"

Yıldırım Bâyezid haklıdır. Herkes hak ettiğine sahip olacaksa, o da hakkı olanı almalıdır. Bunun için, ağır hediyelerle, Mısır'a bir heyet gönderir Padişah. Ama heyet doğrudan Halife "31 inci El-Mütevekkil-al-Allah"a değil, Mısır Sultanı Barkuk'a gider. Bu da bir saygıdan olsa gerektir. Moğol tehlikesi Mısır'ı da, Anadolu’yu da sarmaya başlamıştır.

Müşterek tehlikeye karşı Bâyezid ile Barkuk'un arası gayet iyidir. Ricası halifeye ulaştırılır ve halife de kabul eder bu ricayı. "Yıldırım'ın arzusunu Sultan Barkuk'un Halife'ye kabul ettirdiği rivayet edilir."

Yıldırım Bâyezid ve Balkanlar'da İslâmiyet

Böyle bir başlığı daha uygun bir yerde kullanmak mümkündü. Buraya denk geldi. Halife'nin adından başka bir kıymeti harbiyesi yok; fakat dinî terbiye İslâm ülkelerini ona tâbi ediyor. Gökgürültüsü olmuş, yıldırım olmuş fark etmiyor; mademki İslâmî sahada büyüktü kullanacağı ünvânı ondan istiyor. Hâlâ Bey olarak anılıyorsa ki, Sultan Orhan'da benzeri bir durum vâki olmuştu. Biz bunu da kabul edersek bile, alışılmış hitap sözlerini kullanıyoruz. Umumiyetle Osman Gâzî, Orhan Gâzî, Gâzî Murad Hüdâvendigâr ve Sultan Yıldırım Bâyezid Han deriz. Birazcık öbür yüzüne bakarsak:

Akıncıların Niğbolu Zaferi

Sultan Yıldırım Bâyezid'in savaşlarını, fetihlerini takip etmekte zorlanıyoruz. Kendisini bıraksak, sadece, onun Akıncılarının yaptığı işler başlıbaşına destandır. O Akıncılar ki nerede, ne zaman görüneceklerini hiç kimse kestiremez. Cıva gibi, ele avuca gelmezler. Ateş gibi gittikleri yeri yakarlar. Hiçbir ülke kendisini onlardan korumaya muktedir değildir. Almanya, Rusya, Bavyera, Avusturya, Bohemya, Lehistan ve diğerleri... Hiç biri ne zaman Türk Akıncılarıyla karşılaşacağını bilemez. Bir bakıyoruz, bir Hıristiyan papazı, bir bakarsınız keşiş, bir bakarsınız, başka bir şey. Bunlar, çok iyi yetişmiş savaşçı olmalarının yanı sıra yabancı dilleri de gayet mükemmel bilirlerdi. Bu sebeptendir ki yerli ahâlinin arasında kendilerini gizleyip casusluk vazifesini de rahatlıkla yapabiliyorlardı. Bu Akıncıların dini yönden de kusursuz oldukları tarih kitaplarında kayıtlıdır.

İşte, Yıldırım Bâyezid'in süratli başarılarının bir sebebi de bu yiğit Akıncılardır.

Macarlar Bâyezid'i çok uğraştırmıştır. Bir fırsat bulur bulmaz Kral Sigismond yanına, sözünde durmayan Eflak Prensi Mirçe'yi alarak Niğbolu'ya saldırır ve kaleyi düşürür. Bâyezid Anadolu'dadır. Ama ne zaman nerede olacağı kestirilemeyen Akıncılar yetişir imdada ve Macar Kralı Sigismond başını zor kurtarır Türk palasından. Zafer Akıncıların olur.

Balkanlarda Yıldırım'ı Sırplar ve Macarlar çok uğraştırır. Anadolu'da da çok uğraştıran da Karamanoğlu'dur. Bir de Kadı Burhaneddin çıkar sonradan ki; bir hayli zaman kaybına sebep olur. Sadece zaman kaybıyla önlenir her başkaldırış. Yıldırım bir oradadır bir burada. Peşinde daima başarı. Bir şımarık insan olsa, başı dönerdi. O ki Murad Hüdâvendigâr oğludur, dünyayı Müslüman Türke ancak yeter görmektedir, ona gayret eder...

Adım adım yaklaşılır hedefe. Çandarlı Ali Paşa Arnavutlara karşı zafer kazanır. Bu Arnavutlar için büyük şanstır. Sebebi ise daha sonraları tamamen Türkler'in eline geçen Arnavutlukta İslâmiyet dal budak salar. Arnavut milleti Müslüman olur. O günlerden kalıp, son zamanlara kadar söylenen sözler çok manalıdır. Müslüman olmanın Türk olmak sayıldığı, Müslüman olana "Türk oldu" dendiği vakittir. Ve babanın çocuğuna dini öğretirken, "Türk'ün beş şartını say bakayım" diyerek Savm'ı, salâtı; yani İslâm’ın şartlarını öğrettiği anlatılır.

Sultan Murat zamanında alınıp, sonradan elden çıkan Üsküp tekrar fethedilir. O Üsküp ki, bize yirminci asrın en büyük şairini hediye edecektir. "Süleymaniye'de Bayram Sabahı"nın şairi Yahya Kemâl Beyatlı, Üsküplü'dür." Evlâd-ı Fatihan'dır.

"Kaybolan Şehir" başlığını verdiği şiirinde Yahya Kemal bakın neler söylüyor:

Üsküp ki Yıldırım Bâyezid Han diyarıdır

Evlâd-ı Fatihân'a onun yadigârıdır

Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o

Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi o

Üsküp ki şar-dağında devamıydı Bursa'nın

Bir Lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın

Şiirin bu kadarı kafi. Yahya Kemal'in duygularını duygularımız olarak kabul ediyoruz.

Rumeli'de fethedilen yerlere, Anadolu'dan getirilip iskân edilen aileler çok fazladır. Ora halkından müslüman olanların çoğu milliyetini muhafaza etmiştir. Arnavutlar, Bosnalılar Osmanlı Türkleri sayesinde müslüman olmuştur ama soylarını korumuşlardır. Anadolu'dan gidenlerin koruduğu gibi.

Karamanoğlu Dâmad Alâeddin Ali Bey, Yıldırım’ın Niğbolu meşguliyetinden istifade etmeye kalkar. Ankara'yı alarak, Anadolu Beylerbeyi Sarı Timurtaş Paşa'yı esir eder. Bu Ali Paşa devamlı fırsat kollayıp, sık sık vukuat işlemektedir. Her defasında affedilmeye de alışmıştır ama son davranışı bardağı taşırmıştır. Sultan'dan, Niğbolu dönüşü nihaî cezasını görür. Buna biraz da Yıldırım'a verdiği sert cevaplar sebep olarak gösterilir.

Bâyezid'in "Niçin itaat etmezsiz" deyişine karşılık. "Ben de senin gibi hükümdarım" deyince merhameten bağışlanma hakkını kaybetmiştir.

Niğbolu Zaferi (Eylül 1396)

Yıldırım Bâyezid'i zirvelerin zirvesine çıkaran, Türk tarihine sihirli "Bire Doğan" haykırışını hediye eden, birleşik Avrupa devletlerinin gururlu ordularım dize getiren bir savaşın adıdır Niğbolu ve altı asırdır hafızalarımızın en ihtişamlı süslerinden biridir.

Anadolu’da Türk Birliği sağlanmak üzere; irili ufaklı beylikler birer birer boyun eğmiştir büyük güce. En son Kadı Burhaneddin ve Dulkadirlilerin de suları ısınmaktadır.

Şimdi Niğbolu destanına sarılalım. O devrin güçlü devleti Macaristan'ın başında Sigismond adlı bir kral var. Bu kral Avrupa'nın ve kendi devletinin istikbalini, Bâyezid'in kovulmasında görmekte, Avrupa'nın-Rumeli'nin bütün devlet ve devletçikleri aynı görüşü paylaşmaktadır. Bâyezid Marmara'nın Anadolu yakasına bir Hisar yaptırmış, İstanbul elden çıkmak üzere. İstanbul Türk'ün eline geçerse? İşte bunu düşünmek istemiyorlar. Bu büyük Türk rüyasının kâbusa dönüşmesi için ellerinden ne gelirse yapmak azmiyle hareket ediyorlar.

Sigismond Kral Layoş'un damadı idi. Osmanlı Devleti'nin yapısıyla çok farklılık arzeden Macaristan'ın durumu Monya'nm kocasını yani Layoş'un damadını Krallık tahtına çıkarmıştı. Çünkü Layoş bir erkek evlât bırakmamıştı.

Sigismond'a göre, muazzam bir Haçlı ordusuyla Bâyezid'e karşı çıkmaktan başka çare yoktur. Bütün çabası bu yoldadır ve 4. Haçlı Ordusu emre amadedir. Bu ortak orduda kimler yok ki? Başta Macaristan; sonra Almanya, Fransa, İngiltere, Lehistan, Venedik, Papa'lık ve diğer küçük devletler. Hepsi, Hilâli esir etmek için Haç etrafında toplanmışlar... Bu mâcerâcıların birinci hedefleri Bâyezid'i Avrupa'dan atmak; ikinci ve asıl hedef ise Kudüs. Kendilerinden önce bunu deneyenler çok hasar vermişler, çok hasar görmüşlerdi. Şimdikiler işi daha sağlam tutup, Türklerden kurtulacaklar... Kudüs'ü Müslümanlardan alıp Hac vazifesini de yerine getirecekler. İstedikleri sadece bu kadar!

Bu sefere olağanüstü ehemmiyet verişlerinin önemli sebepleri, onlara göre kutsal olan Haç ve Kutsal Kudüs'tü, bunlar için Hıristiyan dünyası birleşmiş, en iyi 130.000, belki de 200.000 askerle sahneye çıkmışlardı. Avrupa'nın en meşhur şövalyeleri bu savaşın getireceği zaferi! Kutlama planını dahi yapmışlardı.

Sigismond'un, Pâdişah'ın teşebbüslerinden haklı olarak endişeye düştüğünü söyleyen Hammer şöyle devam ediyor: Sigismond "memleketlerinin civarındaki yeri fetihler hakkında izahat talep etmek üzere bir sefaret heyeti göndermeye karar verdi. Bâyezid, elçileri Bulgar silahlarıyla süslenmiş bir divanhanede kabul ederek, Bulgaristan Prensi'nin memleketlerini ne hak ile zapt eylediğini suâl ettikleri zaman, her cevâba bedel, duvarlarda asılı olan yay ve okları gösterdi..."

Hammer, şunu biliyor olmalıydı. Türkler keyfi savaş çıkarmazdılar. Mutlaka geçerli bir sebep olmalı ve bu şerî hükümlere uymalıydı. Yoksa doğru duran bir kral için "gidelim şu gâvurun kellesini uçuralım" denmezdi. Şimdi bahse konu olan savaş Bâyezid'in saldırısıyla değil Sigismond'un tertibiyle meydana gelmişti.

Savaşa katılan belli başlı meşhurlar Flandır Prensi ve VI. Şarl'ın dayısı olan Burgonya Dukası'mn şecaatli oğlu Kont Dö Növer'i "Korkusuz Jan" unvanlı bir delikanlıdır bu asilzade. Kont Dola Marş ile Kral'ın üç yeğenleri II. Jak Dö Burban, Hanri ve Filip Dö Bar, Filip Dartuva, Amiral Jan Dö Viyen... Daha birçok önemli isim sıralanıyor da biz özelliklerini bilmediğimiz için önemsemiyoruz. Kudüs Aziz Yahya tarikatına mensup şövalyelerden bahsedelim, çünkü onları tanıyoruz. Dini kisve altında yemedikleri nane yoktur.

Fransa'nın şövalyeleri memleketlerinde ne kadar gurur varsa üzerlerine almışlar, onun üzerine de caniliği koymuşlar, hepsinin üzerinde ise yere göğe sığmayan şımarıklık... Esas itibariyle, belli orandaki şöhretlerini beslemek tek amaçlarıydı.Bu şövalyelerle ilgili malûmat, insanın yüreğini yerinden hoplatacak kadar müthiştir. Onların düşmanı olmak arzulanacak cinsten bir heves olamazdı. Her biri memleketinin medarı iftiharıdır. Bu kutsal bildikleri savaş için kılıçlarını bilemişler, yola çıkmışlar...Karşılaşacakları ordunun da ne olduğunu biliyorlar.

Haçlı orduları uzun bir hazırlık devresi yaşadıktan sonra Niğbolu'ya doğru hareket etmişler; ayrı ayrı yollardan geçerek menzile gelmişler, arkalarında kalan her yer zulme doymuş. Tuna'dan atlayıp Vidin'i zapteden Haçlılardan 300 Fransız subayı, şehri müdâfa ile görevli bir manga Türk askerine en adî işkenceeri reva görerek öldürmüşler, bu başarılarından dolayı Şövalyelik nişanını haketmişler. Sadece Müslümanlar değil mezalimi yaşayanlar, mezhep farklılığından dolayı bir hayli Hıristiyan bile öldürülmüştü...

Niğbolu meselesi çıktığında Bâyezid İstanbul kuşatmasıyla meşguldü. Alel acele 70.000 kişilik bir kuvvetle yola düştü; o da nice yerlerden, at sürüyor amma arkasında hiç gözyaşı ve ceset bırakmadan Niğbolu'ya doğru ilerliyordu.

Önce düşman kuvvetleri gelir Niğbolu'ya. Kalede kumandan olarak Doğan Bey var; Doğan Bey'in kuvveti kifayetsiz. Bütün gözler Yıldırım Bâyezid'in yolunda. Mevcut kumandanın mukavemet edemeyeceği fikri düşmanı sevince boğmuştur. Ayrı milletlerden, ayrı diller konuşan Haçlılar kendilerini içkiye vermiş, disiplinle alâkasız durumdalar; ama çok kalabalıklar. Kalede disiplin son derece iyi, erzak bol, asker az. Denge Sigismond'dan yana, ah bir de Bâyezid gelmese...

Daha önce esir düşüp Yıldırım'ın affı şahanesiyle memleketine dönüp, Macar Kralı'yla işbirliğine girişen Mirce, Osmanlı kuvveti hakkında bilgi toplamak gayesiyle 1000 kişilik bir keşif kolu çıkartır. Gelen haber Türk Ordusu'na 200.000 kişi olduğu yönünde ve onlar için çok korkunçtur. Tabii ki abartılmıştır.

Bu savaş Yıldırım Bâyezid için, Türk tarihi için olağanüstü ehemmiyeti hâizdir. Neredeyse, bütün Avrupa'nın birleştiği, en iyi kumandanların her şeylerini ortaya koyduğu, bir var olma mücadelesidir. Gecenin basması beklenir. Yıldırım Bâyezid sabırsızlananların başındadır. Gecenin yarısı geçince "İleri gelen hademelerinden hiç birisine haber vermeden, iyi koşan bir ata süvari olup, bu karanlık gecede Yıldırım gibi, kale yakınına geldi. Yüksekçe bir yerden gök gürültüsünü andıran bir sesle Niğbolu kumandanı olan Doğan Bey'e "Bre Doğan!" diye çağırdı. Doğan Bey bu sesi işitince, sesin sahibini firâsetiyle tanıdı. Sevincinden sema ve raks edeyazdı. Bu taraftan Doğan Bey edeb ile cevap verince, Cihan Şahı, kale ehlinin durumunu sordu. "Ve zahireleri yetecek midir?" sual etti. Doğan Bey, duâ ve senasından sonra "Mesûd cihan şahı padişahımızın uğuru ile kale sağlam ve ele geçirilmezdir. Kale muhafızları gece gündüz uyanıktır. Hiç bir hususa elem çekmeyesiz" deyince, Sultan Bâyezid Han, yine göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içinde, geriye hızla at koşturdu."

Bâyezid'le Doğan Bey'in konuşmasını duyan düşman askerleri, Kralı durumdan haberdar ederler, karanlıkta Pâdişâhı arayıp bulmaya çalışırlar ama izine rastlayamazlar. Yıldırım Bâyezid nasıl gelmişse öyle gitmiştir. Yani Yıldırım gibi!

Sigismond Macaristan Kralı ve bu savaşın başkumandanıdır. 200.000 kişilik kuvvetli ordusu ile Bâyezid'in ordusunu nasıl imha edeceğinin planını yapıyordu. Kral'ın otoritesine boyun eğmek istemeyenler var. Bunlar şan için savaşa katılanlardır. Öyle bir taktik uygulanmalı ki. "Zafer nasıl olsa kazanılacak, bu zaferde en yüksek pay kendilerine ait olmalı" Böyle düşünenler, Burgonya Dukası 'Korkusuz' lakaplı Jan ile bazı Fransızlardır. İki taraf da "Bu şeref bizim olacak" diyorlardı. Akıbeti tabii ki bilemiyorlar ve çok yanılıyorlardı.

Bâyezid ise ordusunu meşhur Türk usulüne göre dizmişti. Merkezde Yeniçeriler, onların etrafında Kapı kulu süvarileri, sağ ve solda Timarlı sipahiler...Hilâl biçimi veya kerpeten ağzı şeklinde.

Savaşın cereyan ediş biçimini değişik kaynaklardan öğrenmeye çalışıyoruz.Hammer'a göre, düşman tarafı o kadar kendinden emin ki, ordugâhta nöbetçi dikmeye, sevk işlerinde keşifte bulunmaya tenezzül etmiyorlardı. Şövalyeler gafleti o dereceye ******ürmüşlerdi ki "gök yıkılsa mızraklarının ucu ile tutacaklarını" söylüyorlardı. Bâyezid ise, üstünlüğüne haklı olarak güveniyor, daha az gurur ile. "Yakında atıma Sen-Piyer Kilisesi'nin mihrabında yulaf yedireceğim" diyordu. Hammer, ne de olsa Hıristiyan bir tarihçidir. Bâyezid'in ibâdet mekânlarına saygısızlık düşünmeyeceğini hesap edemiyor. Herhalde, kiliseyle ilgili söz uydurmadır!Şımarık Fransız şövalyeleri barbarca saldırmaya başlarlar ve ilk saldırılarında da başarılı olurlar. Bu küçük başarı bile onların kendinden geçmesine yetmiştir. Söz alınarak kendilerine teslim edilen esirleri kılıçtan geçirirler.

Şimdiki naklimiz bizden, Tâcût Tevârih'ten:"Savaşın başında, ceng sırasında, dev yapılı çirkin kâfir, alınyazısı gereğince gaflet içinde, doğruyu seçen Padişaha, ejder görünüşlü bir topuzla saldırıp, öldürücü bir vuruşla güzel vücudunu yaralayıp, onu gümüş savatlı nahşından toprağa düşürmüştür. .... Tanrı’nın koruyuculuğuyla ol şahlık durağının en üstünde oturana sığınak oldu. Hatta denilebilir ki, bazı nûrâni şekiller, insan suretinde görünerek, İslâm askerine yardım için hazır ve İslâm Padişahı düştüğü sırada düşmanın zararı değmesin diye de ortada birdenbire gözüküvermişlerdi."

Niğbolu Savaşı Türk Ordusu'nun zaferiyle neticelenir. Müttefik orduları perişan edilmiştir. 60.000–70.000 arası Türk'e 130.000–200.000 düşman. Savaştan sonra, esir alınanların beş-on bin kadarı Bâyezid'in emriyle öldürülür. Bu, onların s¬vaş başlarken öldürdükleri Türk esirlerinin intikamı içindir. Esir olarak elde tutulan Korkusuz Jan ve otuza yakın komutan, yüklü bir fidye karşılığı serbest bırakılır. Kalleş Mirce, daha önceden, durumun aleyhlerine tecelli edeceğini anlayıp, kaçanlar arasındadır. Onunla ve ondan ayrı kaçanların sayısı 20.000 olarak gösterilir. 10.000 esir, 20.000 kaçak ve diğerleri. Zayiatları çok korkunç, en az 100.000 kişi! Türk tarafından ise şehit ve esir sayısı beş-altı bin kişi ki, böyle bir savaş için çok azdır.

Niğbolu Zaferi'ni müteakip İslâm devletlerine zafernameler yollayan Yıldırım Bâyezid, bazı hükümdarlara da esirler göndermiştir. Hammer'in kaydına göre "sadece Mısır Sultanı'nın payına altmış esir düşmekte ve bunlar arasında Macar beylerinden biri de bulunmakta idi."

Yukarıya aldığımız zayiat listesi dahil savaşın sonucu yerli kaynaklara göredir. Müslümanların bildirmesi böyle ama Hammer, dindaşlarını tutmaya çalışıyor, burada da haklıdır. Ona göre Türk şehit sayısı çok fazladır. Türkler 10.000 esiri işkenceyle öldürmüşlerdir. Bunu yazan Hammer vicdanını dinliyor ve şu bilgiyi de veriyor. Ölüm sırasını bekleyenlerden biri Bavyera asilzadelerinden birinin uşağı Şildbergen idi. Bu genç, henüz onaltı yaşındaydı. Yaşı tutmadığı için öldürülmedi. Yaşı yirminin altında olan dört kişi daha vardı, onların canı da bağışlandı.

Eflak ve Macaristan Akınları

Bir akıncı kolu ile Macarları büstbütün tedhiş etmek isteyen Bâyezid, bir akıncı kolunu da kalleş Mirçe'nin peşine salar. Birinci kol akıncılar başarıyla dönerken, şanlı Akıncı Beyi Evrenos Bey, Mirçe'nin şiddetle karşı koymasıyla geri çekilmek zorunda kalır.

Ulu Cami

Yıldırım Bâyezid'in kızı Handi Hatun'un kocası fevkalâde halleriyle tanınan Seyyid Emir Sultan'dır. 1368'de Buhara'da doğdu. -Menkıbeye göre- Peygamber Efendimiz tarafından Anadolu'ya gönderilmiştir. Bursa'da çömlekçilik yaparken Molla Fenari'nin ricasıyla saraydaki çocuklara Kur'ân-ı Kerîm dersleri vermeye başladı. Nahudi elbiseli yeşil cübbeli, yeşil sarıklı, esmer, uzu boylu, badem gözlü, hafif sakallı genç adam Pâdişah'ın kızının gönlünü kazandı ve nihayet evlendiler.

Birçok kerameti görülen Emir Sultan, bir savaş sonrası ele geçen ganimetten hissedar edilmek istendi. Bunun sebebi, başarının onun manevî gücüyle gerçekleşmiş olmasıydı. Emir Sultan ganimeti kabul etmeyip, Sultan'a dedi k "O halde bir cami bina ediniz, biz de hissedar olalım." Yıldırım Bâyezid'in Niğbolu Zaferi'nden sonra pek çok ganimet el de ettiğini, onların sayesinde Edirne'd ve Bursa'da cami, medrese ve Daruşşifa yaptırdığını yazar tarih kitaplarında.

Ulu cami ile ilgili esas nükte, Padişahın damadı Emir Sultan'la yaptığı konuşmada gizlidir.

Bu konuşmayı Solakzâde Tarihi'nden aktarıyoruz.

"Makamı yüce Pâdişâh, günlerden bir gün Muhammed Buharı Emur Sulta hazretleri ile bina olunan Yeni Camiin temaşasına vardılar. Sohbet esnasında saadetli Padişah hazretleri:

"Bu camii şerifin binasına bahane bulunacak bir noksan var mıdır?" diye sual ettiklerinde, Emir Buhâri hazretleri de:

"Elhak, gayet güzel bina olunmuştur. Hiç bir veçhile söz yoktur. Ancak bir kusuru vardır ki, eğer o tedarik olunsa, mükemmel olurdu." dedi. Bunun üzerine Padişah da:

"Lütfedip kusurunu beyan buyurun da bilelim ve tamamlanmasına gayret edelim." diye sual edince, Emir Buhâri:

"Dört köşesine Pâdişâh için dört humhâne (meyhane) konulmuş olsa, kusur yeri kalmaz idi." dedi. Padişah hemen şaşırarak:

"Bu yalnız Allah evidir, humhâne ile ne münasebeti vardır?" karşılığını verdi. Emir Buhâri ise:"İnsan vücudu Allah'ın binasıdır. Onun içki ile münasebeti olup da, mahlûkun bina ettiği makamın olmaması malumumuz değildir."

Bizim de bu ikazdan sonra Bâyezid'in içkiyi bırakıp bırakmadığı malûmumuz değil. Ayrıca böyle bir konuşma gerçek midir, yoksa Yıldırım Bâyezid'in içkiye düşkünlüğü bir kere de böyle mi duyurulmaktadır?

Şile'nin Fethi (1396)

Yıldırım Bâyezid'in en büyük aşkı İstanbul'dur. Ona yaklaşmak için çâreler arar. Önce etrafındaki mâniaları kaldırmak, sonra ona doğru koşmak gerekmektedir. İki defa muhasara edip, eli boş dönmüştü. Üçüncüsüne hazırlık için Şile'nin elde edilmesi münasip görülür ve Gazi Timurtaş oğlu Yahşi Bey Şile'nin fethini üstlenir ve üstesinden gelir.

Anadolu Hisarı ve İstanbul'un Üçüncü Muhasarası (1396-1397)

Ona çok isim verenler olmuş. Güzelhisar demişler, Yenihisar demişler, Yenicehisar ve Akçahisar dahi denmiş ise de Anadoluhisarı adıyla meşhur olup, bugünlere de bu isimle gelmiştir.

"Bu hisar, deryayı şimal yanı Karadeniz’den gelecek kâfir gemilerinin yollarını keser. Yaptırılan kaleye savaş gereçlerini yerleştirdikten sonra padişah, İstanbul tekfuruna göz yıldırıcı haberler gönderip "hisarı teslim itsün (Rumeli hisarı) ve ne tarafa dilerse gitsün ve illâ topunu birlikte ele geçirip boyunlarına kölelik lâlelerini takmayı and etmişim" diyerek uyarmakla devam etti".

Yıldırım Bâyezîd ikinci muhasarayı Niğbolu Savaşı'ndan dolayı kaldırmıştı. Şimdi Şile'nin fethi ve Anadolu hisarının yapılmasıyla Bizans'ın işi biraz daha Bâyezid için kolaylaşmıştır. Fakat İmparator Manuel, "hisârı teslim et" emrine aldırmaz, hemen Avrupa'dan yardım çağırır. Hatta Rusya'dan bile, dünürlükten dolayı altın yardımı almıştır.

Amansız tazyikler olur amma, İstanbul henüz Türk olmaz. Venedikliler, Cenevizliler denizcilikte çok güçlüdürler. Bâyezid'in deniz gücü yetersiz. İstanbul'un surları çok sağlamdır, Bâyezid'in o surları delecek, yıkacak yaman topları yoktur. Ve Balkanlarda daha kolay fethedilecek yerler Bâyezid'i beklemektedir...

İki taraf için de fazla cazip görünmeyen savaştan vazgeçilip, sulh yapılması düşünülür. Teklif sahibi Bizans'ın imparatoru Manuel'dir, teklif ettikleri de reddedilecek gibi değildir. Hele de (doğru ise) Çandarlı Ali Paşa'nın bu teklifi değerlendirmesi icab eder... Çandarlı vezir ailesinin Osmanlı Devleti'ne yaptığı önemli hizmetlerin yanı sıra, bazen de, belki doğru, belki iftira, hoşa gitmeyen yanları anlatılır.

Ali Paşa ile alâkalı iddia şöyle: Pâdişâhı sulha razı etmesi karşılığında imparator, "Hatta rivayet olunur ki, Ali Paşa'ya açık olarak gönderdiği hediyelerden başka, on adet büyük balıkların içini altın ile ağzına kadar doldurup bazı yiyeceklerle gönderdi. Vezir Ali Paşa da, tedbir ve tevil yoluna sapıp, padişahı sulh yoluna sevk eyledi." Aynı ifâdeler Tacût Tevaih'te de geçer. İstanbul'da bir Türk Mahallesi, bir cami açılması, bir mahkeme tesisi ve kadı gönderilmesi... Ayrıca Sultan'a her sene onbin altın vergi verilmesi üzerine sulh anlaşması yapılır. Şimdiye kadar hiçbir İslâm, Türk hükümdarının alamadığı İstanbul, vaktinin gelmesine terkedilir. Acaba Vezir Çandarlı Ali Paşa savaşta diretseydi ne olurdu? Allah bilir!

Yunan Seferi

İstanbul'dan vazgeçildi diye boş durulacak değil ya! Daha önce demiştik, Balkanlarda fethedilecek ülke çok. Bâyezid yüzünü Yunan'a çevirdi. Akıncılar'dan Evrenos Bey ile Yakub Bey Avrupa'da fetihten fetihe koşuyor... Yunanlılar ise Salona Düşesi Heleni'nin aşk ve sefahatinden bizardır. Halk zulüm altında inlerken, şehrin piskoposu dayanamaz ve ileride Bizanslılar'ın diyeceği gibi "Türk sarığı görmek daha iyidir" deyip, Bâyezid'e gelip şehri fethetmesi için haber gönderir. Bâyezid sırasıyla Çatalca, Yenişehir ve Tırhala şehirlerinden geçerek, hiçbir mukabele görmeden Salona'ya gelir. Burada, "Yıldırım’ın ordusunu bizzat karşılayan Salona Düşesi Heleni ülkesiyle kızını Osmanlı pâdişâhına teslim etmiş, bu hareketinden dolayı düşes serbest bırakılmış, güzel kızı hareme alınmış ve Salona Dukalığı da derhâl işgal edilmiştir."

Bâyezid Salona ile uğraşırken Yakub Bey Mora despotunu hizaya getirip, haraca bağlamış. Evrenos Bey de Argas Kalesi'ni fethedip ondört bin esir alarak Anadolu'ya nakletmiş ve onların yerlerine Tatarları yerleştirmiştir. Mevsimin kışa dönmesi Yakub Bey'i ve Evrenos Bey'i çekilmeye mecbur etmişti.

Karaman Ülkesinin İşgali (1397)

Meşhur olmuş bir mısra var, "Hiçbir şeyden çekmedi nasırından çektiği kadar" diyor şair. Osmanlı padişahlarının bazısı da Karamanlılar'dan çektiğini, herhalde, hiç kimseden çekmemişlerdir. Sultan Murat zamanında yaramazlık yapınca iş savaşa varmış, feci şekilde mağlup edilen Alâaddin Ali Bey, eşi Nefise Sultan sayesinde canını kurtarmıştı. Canını kurtarırken topraklarından bir kısmını Osmanlı Devleti'ne terketmişti. Bâyezid Rumeli'de ter döküp, İslâm ülkesini genişletmek için kaleden kaleye at koştururken Ali Bey toprak tecâvüzünde bulunuyordu. Hatta Germiyan vilâyetindeki Osmanlı Ordusu'nu ansızın bastırıp Anadolu Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa'yı esir ediyor, iki koldan Bursa ve Ankara üzerine yürüyordu.

Bâyezid bu olayları haber alır almaz Yıldırım hızıyla Rumeli'den Anadolu'ya gelir. Alâaddin Ali Bey korkar, sulh ister ama iş işten geçmiştir. Esir ettiği Kara Timurtaş Paşa'yı serbest bırakması da pek işe yaramayacaktır. Bâyezid, eniştesine acımak niyetinde değildir artık. Af yok. Yalnız, savaşı kazanan Yıldırım Bâyezid'dir, kaybeden Karamanoğlu Alâaddin Ali Bey ama kaybedenin akibeti pek sarih anlatılmaz tarih kitaplarında. Bu savaştan bir süre sonra öldüğü görülür, ölüm sebebi net olarak belli değildir. Ali Bey'in oğullan Bâyezid'in yeğenleridir. Onlan Sultan'ın koruduğu rivayet edilir...

Bu savaşın kazandırdığı yerler şöyle sayılıyor: "Konya, Karaman, Niğde, Akşehir vesaire"

Karadeniz Beyliklerinin Zaptı (1398)

Karadeniz Bölgesi'nde küçük küçük beylikler yaşar. Bunlar varlıklarının devamı için büyük beyliklere muhtaçtırlar. "Kubatoğulları, Emiroğulları, Tacüddinoğulları ve Taşanoğulları... "Yıldınm Bâyezid ana vatanın millî ve siyasî birliğini temin etmek istediği için bu beylikleri işgale karar vermiş. Kısa zamanda gerçekleşen, küçük beyliklerin işgaliyle Osmanlı hududu Trabzon Rum İmparatorluğu'na dayanmıştır."

İstanbul ve ötesi Hıristiyanlara dokunur, beri taraf yani Anadolu kan ve can kardeşidir, din kardeşidir. Sade, din kardeşi olmak bile savaşları pek sevimli kılmamaktadır. Hammer'in. Dukas'tan aldığı bir bölümle Hıristiyan gözüyle Yıldırım Bâyezid'e bir bakalım.

"Bâyezid o sıralarda Bursa'da oturuyordu. Talihinin fidanı kuşların terennümleri ile olgunlaşan meyvalarla dolu görünüyordu. Her türlü zevk ve sefa imkânına sahipti. Garip şekilli hayvanlar, değerli mâdenler Cenab-ı Hakk'ın şu dünyada göz okşayıcı olarak yarattığı her şey saraylarında vardı. Kız, erkek, binlerce esir içinde güzellikleri dikkati çekenlerden seçilmiş köle ve cariyeler dâima etrafında bulunurlardı. Rumlar, Eflâklar, Sırplılar, Arnavudlar, Saksonlar, Bulgarlar, Latinler, kısacası hepsi pâdişâhın arzusuna göre kendi dillerinde şakımaya hazırdılar. Sultan da bunların arasında güzel vakit geçiriyordu (1397).

Dukas önemli bir tarihçidir de Türkleri ne kadar sever, ya da ne kadar sevmez! Onu bilemiyoruz.

Yıldırım Bâyezid çok büyük bir devlet bırakacaktı varisine. Şansı açıktı. Kılıcı keskindi. Ordusu zafere arzulu pâdişâhına bağlı idi.

Payitahtı Sivas olan Kadı Burhaneddin, Akkoyunlu aşiretinin reisi Kara Yülük Osman tarafından katledilince, yerine oğlu Zeynelabidin geçer. Babasının yerini tutamaz. Bâyezid Anadolu'da bir tek Türk devleti için savaşmaktadır, bir savaşta Zeynelabidin'le yapılsa ne lâzım gelir? Savaşılır ve Kadı Burhaneddin'in memleketi Osmanlı Devleti'ne katılır. (1399)

Dulkadir Beyliği de tâbiiyyet altına alınır. Mısır'la komşu olmaya başlanır ki, bu da yeni ihtilafların başlamasının bir işaretidir.

Bâyezid'in bu sıralarda İstanbul’la ilgili tasarıları vardır. İmparatora bir mektup göndererek gözdağı verir. "Karşı gelecek olursan Allah'ın ve Peygamber'in adına yemin ederim ki: Şehirde kimseyi bırakmayacağım; hepinizi yok edeceğim."

Fırsat kalmaz yok etmeye. Timur'un Ezincan'ı harap ettiği, Sivas'ta katliam yaptığı haberleri gelince, Bâyezid Avrupa'yı bırakıp Anadolu'ya geçer. Mevcudu muhafaza etmenin çarelerini düşünme zamanıdır!

Timur

Bâyezid'le Timur'un Ankara Savaşı'na geçmeden evvel şahsiyetini tanıyabilmek için biraz Timur'a bakalım. Bu sefer kaynağımız Hammer: Suriye'de Araplarla savaşan Timur'un filleri en iyi savaş makinesidir ve fillerin üzerinden askerler yanar oklarla ateş yağdırıyor. Filler karşı taraf askerini hortumları ile havaya kaldırıp, sonra yere bırakıyor ve yere düşenleri ayaklarıyla tepeliyorlar: "Yenenler insan teninden köprülerden geçerek Haleb'e girdiler. Şehir yağma edildi. Erkek, kadın, genç, ihtiyar demeden halk kılıçtan geçirildi."

Timur Müslüman, Suriyelilerde... ama akıl almaz zulümler Timur tarafından icra ettiriliyor. Savaştan sonra öldürülmesine izin vermediği âlimleri bir araya getirip sohbet ediyorlar. Kendi memleketinin âlimlerinin çözemedikleri meseleleri, burada çözdürmek niyetindedir. "Ve Timur'la Müftü arasında şu konuşma olur."

" — Savaşta şehid olanlar kimlerdir?"

" — Allah'ın kelâmı için savaşanlardır."

" — Ben bir yarım adam olduğum halde Acemistan'ı, Irak'ı, Hindistan'ı fethettim."

" — Allah'a şükret ve kimseyi de öldürme."

" — Allah şahittir ki ben kimseyi önceden tasarlayarak öldürmem. Fakat siz kendiniz canınıza kıyıyorsunuz. Yemin ederim ki, bir kimseyi öldürmem. Sizlere gelince; hayatlarınızı, mallarınızı garanti ederim."

……………..

"— Hz. Ali'den halifeliği gasbeden Muaviye ile Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'i şehit eden Yezid hakkında ne düşünürsünüz?"

"Sünni mezheplerden birine bağlı bir kadı:"

"— Onlar din için cihad ettiler" karşılığını verince Timur öfkelenir ve hemen şöyle bağırıverir:

" — Muaviye bir zâlim, Yezid bir cânî idi. Ey Halep halkı, siz de Hüseyin'i şehid eden Şamlılar kadar itham altındasınız. "İbn-i Şıhne hemen atılır:

"Bu adam okuduğunu tekrardan başka bir şey yapmıyor; söylediğinin mânasını da iyice kavramış değil. Bir kitapta öyle görmüş deyiverir."

"Timur, korku ile yapılan bu açıklamadan hoşlanır. Ondan sonra bilim heyeti ile birlikte akşam namazı da kılar."

Daha sonra Timur, elçisini öldüren Şam Vâlisi'nin idamı için fetva ister. İbn-i Şıhne dayanamaz, azarlar gibi der ki:

"Hiçbir suç işlememiş olan bunca müslüman önceden fetva almadan, nasıl olup da başları kesiliyor?"

Timur bu soruya da kızmamış, sofrasından yemek göndermek suretiyle İbn-i Şıhne'yi taltif etmiştir.

Yıldırım Bâyezid-Timur Savaşı'na geçince yeteri kadar kötülenecek olan zâtı biraz methedenlerden dinleyelim istiyoruz. Anadolu Türlüğü'ne verdiği zarar affedilmeyebilir, belki, İslâm adına da zararlı olmuştur yaptığı hareket ama, bir de iyi yönü olduğu söylenen adama nazar etsek ne olur?

İspanyol Elçisi Clavijo kabrini ziyaret edip Timur için şöyle söylemiştir: "O insanları ifna ederken bile sanatkârlara, ustalara kıymet vermiş, kendi devleti; arazisine yerleştirmiş, câhil olmasına rağmen sert şahsiyetini bilginlerle ihata etmiştir. Büyük yapılar ve kamu yararına hizmet eden birçok tesisler onun adını taşır."

Bir de Timur'un yakınında bulundurduğu, görüşlerinden istifade ettiği insanlara bakalım: Peygamber soyundan gelen seyyidler, bilginler, şeyhler ve ulema. Zekâ, ciddiyet ve hikmet sahibi olanlar, tecrübeli yaşlılar. Dindar kimseler Timur, bunların duaları bereketiyle olağanüstü başarılar elde ettiğini söylemektedir.

Her an savaşa hazır, sert disiplinli ve âdil davranılan, ücretlerini genelde peşin alan başarıları mükâfatlandırılan ordu. Bütün sırlarını bilen ve koruyan müşavirler.

Timur'u Timur yapan özellikler madde madde sıralanmış ve uzayıp gidiyor.

Ankara Savaşı (1402)

Timur'la Yıldırım Bâyezid'in bu savaşını anlatmak, hatta hatırlamak, biz Türkler için ağulu aş yemekten ötedir. Her ne kadar Türkiye hudutlan içinde yaşayanlar Timur'u haksız görse de, üzerine kuvvetlice çullanamaz, "kaderin cilvesi" demeye çalışır. Ne yazık ki, bu cilvenin zararı Türk'e, başka dünya Türklüğü'ne ve hatta İslâm âlemine yani bütün Müslümanlara dokunmuştur. Böyle göründüğü için de başlangıcı itibariyle, Timur'u haksız göstermeyecek sebepler arayanlar bile, neticeden hâsıl olan acıyla Timur'a buğz ederler. Çünkü Timur'un Anadolu'da zuhuru olmasaydı İstanbul’un fethi an meselesiydi, belki ay, belki yıl meselesiydi. Elli sene ileri gitti. Anadolu'da Türk birliği sağlanmı

Link to comment
Share on other sites

Emir Timur'la Sultan Bâyezid'in Kavgalarının Başlangıcı;

Timur Hindistan'da bulunuyor. Hindistan'dan sonra Çin'e saldırması lâzım. Yıldırım ise Divriği, Malatya, Erzurum Diyarbakır, Erzincan yani bütün Anadolu'nun İmparatorluğa kazanılmasıyla meşgul. Timur Yıldırım'm hiç hesâb etmediği bir zamanda Sivas'a girer. Feci bir yağma ile Sivas'ı talan eder. Erzincan'a Yıldırım'ın girmesiyle Uygur Türkü olan Erzincan Emiri Mutahharten Bey Timur'dan yardım ister. Eskiden bağımsız birer Bey iken Yıldırım'a bağlı olan Aydınoğlu, Saruhanoğlu, Germiyanoğlu ve Menteşeoğlu gibi insanlar da eski beyliklerine kavuşmak için Timur'dan yardım isterler. Timur tarafından yurtlarından kovulan Cezayir Sultanı Ahmed ve Karakoyunlu Kara Yusuf ise, Yıldırım'a sığınmışlardır. Timur onların iadesini ister ve Timur, pâdişâhın bir oğlunun da rehin olarak gönderilmesini istemekten çekinmez.

Timur'un bu istediğini şu şekilde ifade ettiğini görüyoruz:

"Bâyezid'e söyleyiniz ki, aleyhindeki bütün iğbirarıma (kırgınlığıma) rağmen -Emir Mutahhareten'in hâlâ esir tutuğu tebaasını bırakır ve kendi evlâdım gibi bakacağım bir oğlunu bana gönderirse, ben onu affetmeye razı olurum. Bu şartlarla Asya'yı Sağra Padişahlığı bila-i ihtilaf kendisine kalır ve bu memleketlerin halkı benim hiddetimden hiçbir zarar görmezler."

Timur'un talepleri çok ağırdı. Yıldırım Bâyezid yaratılışı itibariyle bunu kaldıracak durumda değil. Bir de işin öncesi var. Bâyezid devamlı yüksekten atmıştı. Aralarındaki yazışmalarda kendi adını iri ve yaldızlı harflerle yazdığı halde Timur'un adını küçük ve siyah harflerle yazarak onu küçültmüştü. Şimdi geri adım atması mümkün değil

Vezir-i Âzam Çandarlızâde Ali Paşa siyaset adamıdır. Timur'un gücünü bilmektedir Ali Paşa. Biraz ihtiyat tavsiye eder Pâdişah'a ve şu cevabı alır: "Şerefimiz ve karşı koyacak kuvvetimiz vardır; tâbi olmayız ve istiklâlsiz yaşayamayız."

İki taraf da yaylarını gerip oklarını atmıştı. Bunların geri çevrilme ihtimali yok. Ancak korunma, gelen oku tesirsiz kılma çâreleri düşünülebilir. Timur'un çok tehlikeli bir düşman olduğu hiç kimsenin meçhulü değil. Mesele, Timur'a karşı nasıl savaşılacağı!

Osmanlı Harb Meclisi toplanır. Veziri Âzam Çandarlızâde Ali Paşa Çete Muharebesini teklif eder. Düşman askerinin kalabalık oluşunun meydan muharebesinde aleyhe netice vereceğini ileri sürer. Vezir Hoca Finiz Paşa'nın, düşmanın bir an evvel imhasının şart olduğunu söylemesi Sultan'a uygun görünür.

İki ordu Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşı karşıya gelir. Timur'un ordusu daha güçlü görünmektedir. Bir de Osmanlı ordusunda her an Timur tarafına geçebilecek Tatar askerler var ve Timur onlarla gerekli anlaşmayı yapmıştır. Orduların miktarı tam olarak bilinemiyorsa da Yıldırım’ın bir miktar Sırp askeriyle beraber 100 000 civarında bir gücü, Timur'un ise en az iki-üç misli olduğu tahmin ediliyor. Timur'un zırhlı 32 fili vardı ki, ordunun en önünde bulunuyordu. Aydınoğlu, Karamanoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Saruhanoğlu, Çandaroğlu Timur'un ordusunda Yıldırım'a karşıydılar.

Ne müthiş bir sahne! Dünyanın en büyük iki devleti, en büyük iki kumandanın emrinde birbirini kırma yarışına hazırlar. Gayri Müslimlerle yapılan savaşta "Dîni devlet" için, millet için düşünülen mefhumlar acaba bu savaşta nasıl olacaktı. İki tarafta aynı şeye inanıyor. Aynı milletin evlatları; sadece Anadolu ordusunda, Bâyezid'in kayınbiraderi Sırplının bir miktar askeri bulunuyordu. Yıldırım'ın oğullan Şehzade Süleyman Çelebi, Şehzade Mustafa, Musa Çelebi, İsa Çelebi ve Mehmet Çelebi görev başındalar. Kasım Çelebi ise çocuk yaştadır.

28 Temmuz Cuma günü sabahı savaş başlar. İlk hücumda Bâyezid'in askerleri başarılıdır. İkincide ise içten vurulur ordu. Solakzâde Tarihi bu anı şöyle anlatır: "Güya o gün kıyamet günlerinden bir gün oldu. Öyle ki, ata oğula, oğul ataya bakmaz oldu. Gerçek hâl ise Hüdâvendigâr tarafında olan ve şüphe edilmeyen feth ve nusrete, Timur'un askerinden sadır alan cidalin sürekli hezimete sebep ve infiale vesile olması sadedinde iken, düşman tarafına geçmeleri mahûd olan hıyanet sahiplerinin, yani Tatar askerlerinin kötü ahdleri ile Yıldırım Bâyezid Han'ın itaatinden ayrılarak kaçmaları sonucu ve hemen sonra da Fevr ile velinimetlerinin askerlerine balta ve kılıç sallamaları, savaşın çehresini değiştirmişti." (Hüdâvendigâr Murat Han'a denirdi. Burada Bâyezid)

Anadolu Beylerine tabî timarlı sipahiler de Kara Tatarlardan sonra saf değiştirince, savaşın neticesi belli olmuştu. Paşalar, Bâyezid'e geri çekilmeyi tavsiye ederler, kabul olunmaz. Yıldırım gururunu çiğneyemez. "Vezir-i Âzam Ali Paşa, Murat Paşa, Yeniçeri Ağası Hasan Paşa ve Karesi Subaşısı İnebey Büyük Şehzade Süleyman Çelebi'yi kaçırırlar. İhtiyat kumandanı olan Çelebi Mehmet de bin kadar adamıyla Amasya'ya doğru kaçar. Sırplar da kaçmıştılar.

Yıldırım Bâyezid'in bu savaştaki son anları Hazreti Ali'nin cenkleri gibi anlatılır. Yanında Kara Timurtaş, Hoca Firuz ve diğer bazı Beyler kalmıştır. Askeri ise ancak iki üç bin kadar. Elinde "dişli topuz var Sultan'ın, vurduğunu yere seriyor." Bazen de "kan saçıcı kılıcıyla tatar askerlerini yere seriyordu." Timur'un bulunduğu yere ulaşmaya çalışıyordu ki, Germiyanoğlu Timur'un yanındaydı ve gördü. Timur'u uyardı. Sonra kement ile yakaladılar. 'Bir başka rivayete göre de, "vuruşa vuruşa bir tepeye çekilir. Gece bastırır. Kaçmak üzeredir fakat atı düşer. Bir başka ata binmesine fırsat tanımazlar. Yakalayıp, Timur'un yanma getirirler". Timur'la karşılaşmaları hazindir. Timur teselli ederken bile hatanın onda olduğunu söyler.

Yıldırım Bâyezid'le beraber Şehzade Mustafa ile Şehzade Musa da esir düşmüştüler. Kara Timurtaş Paşazade Ali Bey, Minnet Bey, Mustafa Bey, bunlar sancak beyleridirler ve hepsi esirdir. Kara Timurtaş Paşa'nın Yahşi Bey adlı oğlu muharebede ölmüştür.

Yıldırım Bâyezid'in esirliği çok farklı şekillerde tasvir edilir. Timur'un olağanüstü iyi davrandığını, tekrar devletinin başına iade edileceğini söylediğini yazanlar olduğu gibi, tam aksini yazanlar da var. Bu savaş öncesi ve savaşın devamında bazı tedbirleri ihmal etmesini kendi dehâsına yakıştıramayanlar var. Bir de, kabul etmekten başka bir yolu bulunmayan gerçek var ortada. Bu bir tarih olmuş vakadır. O, savaşın birkaç saat öncesine kadar, dünyanın tanıdığı en muazzam bir padişah iken esir düşmüş merhamete muhtaç vaziyette kalmış. Herhalde, bütün yanlışlara rağmen Timur ona insanca davranmıştır.

Timur'un güzel sözleriyle, nasihatleriyle süslenen "Timur'un Devlet Yönetim Stratejisi" adlı kitaba göre: "Askerlerimizden kaçan Rûm diyarının askerlerini takip edenler arasında olan Sultan Mahmud Han, Yıldırım Bâyezid'e yetişerek, onu esir aldıktan sonra Emir Timur'un huzuruna yolladı. Timur'un askerleri vakit geçirmeden diyar-ı Rûm'un hükümdarının kollarını bağlayarak, öğle vakti Timur'un yanına getirdiler. Timur Padişahlara yakışır bir davramş göstererek, himayesindeki Sultan'a iltifat edip, onun kollarını çözdü. Saygı göstererek çadırına buyurmasını söyledi, daha sonra da hürmetini sürdüren Timur, Sultan'a yer gösterip oturmasını sağladı. İyilik söyleyen, eşsiz şeyleri beyân eden, kıymetli sözleriyle Sultan'a dedi ki: "Nerede olursa olsun, bütün dünya işleri Allah'ın kudret ve iradesine bağlıdır, hiç kimsenin bunu anlamaya güç ve arzusu yetmez. İnsaf ederek doğrusunu söylemek gerekirse; sen kendinden başkasını görmedin. Uzun zamandan beri zararlı ve faydalıyı bilemedin. Beni, kendine karşı düşmanlık ve kin güderek geliyor diye düşündün. Başka diyarlarda oturan düşmanlara, kâfirlere gaza kılmak düşüncesindeydim. Müslümanlık ve iyi düşüncenin varacağı sonucun gereği; seninle anlaşmaya ve barışa geldim, düşündüm ki fikirlerime kulak verirsin..."

Aynı kitaba inanılacak olursa, Bâyezid yavaş bir sesle: "Hakikaten hata ettim, sizin sözlerinize kulak asmadım, bunun için verilecek cezayı çekeceğim. Eğer siz Padişahlara yakışır bir şekilde bağışlayıp suçumu affedersiniz, kendim ve oğullarım hayat boyu ayağımızı, öğütlerinizden başka yola koymayacağız" demiş.

Bu konuşmadan sonra Timur Bâyezid'e elbise giydirip, iltifatlarda bulunmuş. Kaybolan oğullarından Musa ile Mustafa'nın bulunmasını rica eden Bâyezid'in bu arzusu da yerine getirilmeye çalışılmış, Musa Çelebi bulunup getirilmiş. Adı bilinmeyen Özbek yazarın anlattıkları bizim tarihlerimize pek uymuyor. Yine aynı kitapta Timur'un sözleri aktarılırken şunları dediğine rastlanıyor. "Bir memleket yöneticisiz kalırsa; helâl kazanç kaybolur. Ortalıkta fuhuş yüz gösterir. Halk bahtsızlık ve üzüntü ile karşılaşır düşman ve hainlerin yardımıyla aşağılık kişiler ülkeyi ele geçirir" "Başsız memleket cansız bedene benzer. Cansız bedenin durumu yıkılmak üzere olan bina gibidir."

Timur Anadolu'yu Yıldırım Bâyezid'le beraber dolaşırken, Osmanlı'ya, yani Yıldırım’a ait yerlerin fethini gerçekleştiriyordu. Buna Yıldırım'ın dayanması da düşünülemezdi. Acaba Timur zevk alıyor muydu?

Uluborlu ve Eğridir Osmanlı garnizonlarının düşmesini de gören Bâyezid hastalanır. En meşhur tabipler uğraşırlarsa da yaşamasını temin edemezler. 13 sene padişahlık, 7 ay esirlikten sonra 43 yaşında ebedî âleme göçer.

Musa Çelebi babasının cenazesini Bursa'ya getirmiş, gözyaşlarıyla namazı kılındıktan sonra merasimle defnedilmiştir.

Türbesi ancak üç sene sonra oğlu I. Süleyman tarafından yaptırılmıştır.

Yıldırım Bâyezid'in bıraktığı devletin yüzölçümü 942 000 km karedir. 500 000 kmkare devralmıştı.

Ankara Savaşı'nın devlete açtığı yara çeyrek yüzyılda kapanmış olsa da, Anadolu Türkü'nün kalp yarası kapanmak bilmiyor. Ne zaman bu savaş mevzu olsa insanlarımızın çoğunun gönlünde Timur'a duyduğu kin filizlenir. Acaba bu hususta Timur kendisini hangi mevkide görüyordu. Zaferiyle öğünüyor yahut bir Türk Devleti'ni dağıtması yüzünden üzülüyor muydu? Bunu anlamaya çalışmamıza yardımcı olacak bir mektup var, onu okuyalım:

Bu mektubu, Ankara'dan Bursa'ya geçen Timur bir elçiyle Süleyman Çelebi'ye göndermiştir:

"Babanız Yıldırım'ın bu kadar ani ve anlaşılmaz felaketine acıyorum, fakat Allah'ın, gururunun tutsağı olup, kendi bildiğinden başka hiç kimseyi dinlemeyen ve benliklerinin emrettiği her şeyin doğru olduğuna kani olanları küçük düşürdüğünü bilmeliyiz. Hâlbuki ben, kaderin bana beklediğinden fazlasını vermesiyle övünebilirim ve ulaştığım bolluğa hiç kimse ulaşamaz. Fakat rakibimin sonucu bana pek çok dokundu ve kaderim beni affetmeden ben onu sınırlandırmak istiyorum, yani Bâyezid'in düşmanı olduğumu unutmak istiyorum ve egemenliğimi kabul ettikleri takdirde, onun oğullarına babalık etmeye hazırım. Bugüne kadar zapt ettiğim ülkeler bana kâfi geliyor ve bundan böyle kaderin cilvelerine hiçbir zaman kanmayacağım."

Son olarak şunu söyleyelim: Sadece Timur'u kötülemiş olmak için uydurulan, Bâyezid'in hanımına şakilik yaptırılması, bir kaçma teşebbüsünden dolayı demir kafes içinde gezdirilmesi yalandır. Hammer bile böyle bir şeye inanmamakta, Timur'un Bâyezid'e basarak ata bindiği gibi uydurmaları reddetmektedir.

Şartlar iki Türk hükümdarını karşılaştırdı; biri mağlup düştü. Galip hükümdar bir süre sonra çekip gitti; hepsi bu....

Savaşın iki tarafa getirdiği asker kaybı, Dimitri Kantemir'e göre 340 bin, fakat, inanılması mümkün değil.

Link to comment
Share on other sites

FETRET DEVRİ

(1402–1411)

Osman Gazi ile ayağımızı toprağa basıp gerildik. Orhan Gazi ile atıldık. Sultan Murad'la uzak hedefleri gördük, denizaşırı memleketlerin sahibi olmaya başladık. Önümüzde durabilen, durmasına izin verdiğimizdi. Merhametimizi hak edendi. Biz gitmek istediğimiz istikamette yolumuza devam ediyorduk. Bir mahşerin orta yerinde, Bâyezid, başa geçti. Onun gözü daha ilerilerdeydi. Aldı, ******ürdü bizi de yükseklere çıktık. O Yıldırım’dı; yüksekleri seviyordu. Bizde doymuyorduk; daha diyorduk. Hızla yükseldi, yüksekten düştü.

Bu düşüşün sarsıntısıyla açılan yarıklarda devlet kayboldu. Bulunup meydana çıkartılması uzun senelere mal oldu. Bu kayıp senelere tarihçiler "Fetret devri" dediler.

Yıldırım Bâyezid'le Timur'un savaşına mâkûl bir mânâ vermek zor. Dünya büyüktü. O dünyanın bir tarafında bir Türk devleti parlamış, önüne çıkanı yakıyor. Beri tarafta bir başka Türk devleti, devletleri ya ortadan kaldırıyor yahut vergiye bağlıyor... Ve dünya iki kişinin -O zamanın imkânlarıyla- ulaşamayacağı kadar geniş. Bu iki lider "ikimiz en büyüğüz" diyememenin sıkıntısını yaşıyorlar. Her ne kadar bir sürü yan sebep olsa da, asıl düğüm burada. Ankara Meydanı en büyüğün seçileceği yer oluyor. Bu savaş çok acıdır. Başlangıcıyla acı bir macera olduğu gibi, neticesiyle de felâkettir. Türk milleti kaybetmiştir. Onbinlerce Müslümanın kanı sebil edilmiş Çubuk Ovası'nda. Osmanlı Cihan Devleti uzun seneler geriye gitmiş. Otoritesizlik devletin haysiyetini zedelemiş. An meselesi değilse de gün meselesi olan İstanbul'un fethi elli sene ileriye atılmış. Şanlı peygamberimizin müjdesi tehir edilmiş. Savaştan önce Manuel, Bâyezid korkusuyla yatıp kalkıyordu. Avrupa'ya yardım aramaya gitmişti. Savaşın sonucunu öğrenince sevincini milletiyle paylaşmak için hemen İstanbul'a döndü. Döner dönmez ne yaptı? Bir Türk Mahallesi vardı ya, işte orada yaşayan Türkler'i şehir dışına çıkardı. Yetmedi; camiyi yıktırdı. Bunlar ve sayamadığımız diğer zararlar, Osmanlı Türk Devleti'nin kayıplarıdır. Mağlûp devletin zarar görmesi tabiidir. Fakat kazananın; muzaffer olanın kârı n ne? Hiç!

Muhtelif kaynaklarda çok dindar olduğu anlatılan Timur, dine zarar vermiş. Mensubu olduğu millete zarar vermiş. Bir yığın kuru fetihlerden sonra evlatları arasında paylaşılan topraklar fazla zaman geçmeden kaybolup gitmiş. Onun mirasının yerinde yeller eserken, Yüdırım'ın bıraktığı enkaz yüce bir saray olmayı başarabilmiş, tabî ki ne bahasına!! Yıldırım Han'ın esâretiyle neticelenen Ankara Savaşı sonrasını anlatmak çok zor. Aradan 600 senenin geçmesi bile o günlere tebessüm etmemizi sağlayamamış.

Büyük Türk devletine katılan Beylikler birer birer devletten kopuyorlar. Bâyezid'in elini öpüp, affı şahanesine mazhar olan, böylece rahat yaşama imkanına kavuşan Beyler, şimdi -Demir kafeste muhafaza edildiği rivayet edilen-Yıldırım'ın yanında Timur'un elini öpüyorlar. Acaba Yıldırım'a nasıl bakıyorlardı? Yıldırım onlara nasıl bakıyordu? Timur Lenk, onlara gecekondu tapusu dağıtır gibi yurt dağıtırken, hem de mülk sahibinin gözlerinin önünde; acaba sevinç ve heyecanından ayağının topallığını unutup düzgün yürüyor muydu? Bu vatanın sahibi, bu milletin evlâdı olan bizler, bunları yüreğimiz sızlayarak hatırlayıp tarihten dersler çıkarmaya çalışacağız.

Yıldırım Bâyezid'le beraber savaşan şehzadeler birer tarafa dağılmış, her biri milleti, devleti toparlamak için mücadeleye başlarken, Timur, oğullarını şehzadelerin peşine takıyor. Süleyman Çelebi alelacele geldiği Bursa'dan kız kardeşi Fatma Sultan'la Kasım Çelebi'yi alarak kaçıyor; Gemlik'ten bir gemiye binip Rumeli'ye geçiyor. Devletin bütün evrakı ve "muazzam" hazinesi Timur'un eline kalıyor. Bursa, yakılıp yıkılıyor, şehir talan ediliyor. Yıldırm'ın iki kızı ile karısı esir alınıyor. Ve kızlar Timur'un yakınlarıyla evlendiriliyor.

Yıldırım Bâyezid'in kızları bile Timur'un reyiyle taksim edilirken Anadolu'da Osmanlı'ya tâbi olan yerler Mirzalar tarafından zabtediliyor. Yıldırım Bâyezid esir olarak, gittiği her yerde Timurla beraberdir. Biri muhteşem tahtında, diğeri -galiba- hakir durumda.

Osmanlı şehirleri Timur'un askerleri tarafından canice işgal edilip yağma edilirken, Rumeli'deki yerlerden de birer birer Türk askeri çekiliyor. Fethedilen nice toprak eski sahiplerine bırakılıyordu.

Çelebi Mehmet babası Yıldırım'ın esaretine tahammül edemez, Kütahya'ya casuslar göndererek çareler ararken, esir olarak orada bulunan Musa Çelebi de işten haberlidir. Ordugâhta serbest dolaşabilen Çelebi babasını kutarmanın peşindedir. Mehmet Çelebi'nin adamları tünel kazarken yakalanırlar. Timur bu işte dahli olan Vezir Firuz Paşa'yı -ki orada esirdi- hemen öldürtür.

Timur, zaferini taşa yazdırır. Bir ferman neşrederek Mehmet ve İsa Çelebi'yi hükümdar olarak tanıdığını bildirir. Süleyman Çelebi'ye kendisine tâbi olması teklifini gönderir. Teklifi kabul eden Süleyman Çelebi Timur'un tacını, fermanını, hilatını alarak ona tâbi olur ve Osmanlı'nın Avrupa topraklarının hükümdarlık hakkını elde eder. Bu, Timur'un bir lütfudur! Böylece hem devleti parçalamış, hem de kardeşleri birbirine düşürmüş oluyordu. Timur'un daha sonra kendi topraklarını evlatlarına bölüştürdüğü dikkate alınırsa belki kötü niyet aramamak mümkündür.

Timur'un Anadolu'da yaptığı bir hayırlı hizmet vardır, onu da anmadan geçmeyelim. "Gavur İzmir" olarak anılan İzmir Kalesi Rodos Şövalyeleri'nin elindedir. Timur onbeş günlük bir mücadeleyle, İzmir Kalesi'ni Türk toprağına katar.

İsa Çelebi Timur'dan Tac ve Hilati alır. Mehmet Çelebi Timur adına sikke kestirir. Bütün camilerde Abbasi Halifesi'nden sonra Timur'un adı hutbelere geçer.

Anadolu'da dünyanın en büyüğü olmanın gururuyla dolaşan Timur'a bir sürü irili ufaklı imparatorluk ve krallık baş eğip, bağlılıklarım bildirmişti. Belki, Rumeli'de bulunan Osmanlı gücünden, belki, sadece Akıncılardan çekindiğinden, kim bilir, belki de ömrünü Çin'in fethiyle tamamlamak istemesinden, Rumeli'ye geçmedi.

Timur, ölümünden sonra kendi şanlı devletinin başına gelecekleri Osmanlı Devleti'nde görmek istiyordu. Şehzadeleri birer bölgede devlet sahibi yaptı. Kendisine tâbi olmaları kaydıyla onların hükümdarlıklarım onayladı. Devletin parçala¬masından onun hissettiği neydi acaba?

Yıldırım Bâyezid'le beraber olmanın verdiği hazla iyi günler geçiren Timur, esirinin ölümüne çok üzüldü. Kendisini garip hissetmeye başladığı bu topraklarda, torununun ağır hasta olduğu haber¬ni de alınca, âni bir kararla Anadolu'ya "elveda" dedi. Bâyezid'in bütün yakınlarını bağışladı; hepsine armağanlar verdi. Musa Çelebi'ye Bursa'yı hediye ederek, babasının nâşıyla beraber gönderdi. Timur Semerkand'a doğru yola çıkarken Şehzade Mustafa Çelebi de yanındaydı.

İlerde bir genç adam ortaya çıkıp "ben Şehzade Mustafa'yım" diye, etrafına bir haylice adam da toplayacak ama buna güç sahipleri inanmayıp bir isim takacaklar. "Düzmece Mustafa" Birinci Mehmed'i epeyce uğraştıracak olan bu mesele, İkinci Murad'ın önemli gailelerinden olacaktır. Şehzade mi, düzmece mi olduğu hâlâ açıklığa kavuşamamış bu konudan, yeri geldiğinde bahsedilecek, belki "zavallı Mustafa" diye üzülüp ağlayacağız kaderin cilvesine yahut kızacağız, düzmece zannıyla...

Timur, talan edip Osmanlı'dan kopardığı beldelerden muzafferâne geçer gider. Ordusuyla, filleriyle yıktığı devletin harabe haline hangi duygularla son defe baktığını bilemiyoruz. Bildiğimiz; yüz senelik emeği, fedâkârlığı, sultanların alın terini Osmanlı Devleti toprağını çok değersiz eşyalar gibi dağıttığıdır. Osmanlı Türk Devleti'ni küçücük bıraktığıdır... Boyun eğip teslim olan Osmanlı himayesine giren Karamanoğlu ve benzeri beylikleri yeniden sahneye çıkarıp, Çelebi Mehmed'e büyük ve zor işler bıraktığıdır.

Çelebi Mehmed, önce kendisini devletin sahibi olma mücadelesinde iyice pişirecek, kardeşlerini bertaraf edecek, sonra beyliklerle döğüşe tutuşacak ve başaracak... daha önce dediğimiz gibi heba olan sadece zamandır.

Timur ne yapacak? Büyük bir hırsla hazırlandığı Çin seferini gerçekleştirmeye ömrü kâfi gelmeyecek, göçüp gidecek...

Timur Anadolu'ya ve bir süre sonra da hayata veda etmiştir ya, bozduğu düzenin sağlanması o kadar kolay değildi. Bir tarafta Osmanlı himayesinden çıkıp, Timur'un lütftuyla hür kalan beylikler, Karamanoğlu, Aydın, Saruhan, Menteşe, Çandar ve Teke beylikleri eski hâllerinden daha güçlüdürler; dolayısıyla da daha çok uğraştıracaklar. Bunlarla uğraşılmasa ne olur? Anadolu birliği sağlanamaz, güçlü bir Türk devleti meydana gelemez... Beyliklerin hizaya getirilme işi şimdilik ikinci sırada bekleyedursun, Bâyezid'in oğullan kendi aralarında kozlarını paylaşacaklar...

Anadolu'nun parçalanmışlığı Rumeli'ne tesir etmemiş. (Kurt dumanlı havayı sever) sözü Balkanlarda hayata geçmemiş, devletin güçlü halindeki tavırları neyse Balkan devletleri için şimdi de aynı davranışı devam ettiriyorlar. Osmanlı Devleti'ne karşı hiçbir tecavüz vuku bulmamış. Bir de Ankara Savaşı'ndan sağ çıkan askerlerin Rumeli'ye geçmesine Ceneviz ve Venedik gemileri yardımcı olmuşlar. Hem de, Bizans İmparatoru’na rağmen. Bâyezid Han'ın Rumeli'de bıraktığı Akıncıların Hıristiyan tebaaya verdiği güven mi korku mu âmildir bilinmez! Ama hiçbir hareketleri olmadığı biliniyor.

Süleyman Çelebi Anadolu'yu, kardeşlerine bırakıp "siz buralann ben Rumeli'nin pâdişâhı olayım" deyip Rumeli'ye geçmişti. Yanında epeyce asker vardı. Tedirgindi, nasıl hareket edeceğini bilmiyordu. Bu durumda iken hiçbir mecburiyeti olmadığı halde, acele bir anlaşma yapıp "Kartal, Pendik, Gebze, Misivuriye kadar Karadeniz sahilini, Marmara'da Silivri'yi, Rumeli'de Selanik, T-selya ve başka yerleri, Evrenos Bey'in itirazlarına aldırmadan imparatora terk etti. Küçük kardeşi Şehzade Kasımla kızkardeşleri Fatma Sultan'ı da imparatora rehin bıraktı. Henüz Timur'un Anadolu'da olduğu veya her yere yetişeceği zannıyla mıdır Cenevizliler'in ve Venedikliler'in kendisini Timur'dan koruyacağına inanmaktadır Şehzade Süleyman. Bu güven duygusuyla Edirne'de hükümdarlığını ilan ediyordu. Tabiiki kendisini koruyacağı düşünülenlere de imtiyazlar veriliyordu.

Rumeli'de bunlar olurken Çelebi Mehmed Amasya ve Tokat'ta aynı işi yapıyor, İsâ Çelebi Bursa civarında saklandığı köyde ortalığın durulmasını bekliyor. İsâ Çelebi'nin de söz dinleteceği bir miktar adamı bulunmaktadır. İşler kızışmak üzeredir. İsâ Çelebi kardeşinin üzerine geldiğini işitir, askerini artırır 25-30 bine eriştirir. Çelebi Mehmet'le İsâ Çelebi'nin karşı karşıya gelmeleri için günler sayılmaya başlanır, iki tarafta telaş içerisindedir... İki kardeşin birbiriyle savaşmasını münasip görmeyen Balıkesir Subaşısı Eyne Bey "Bu yüce Osmanlı hanedanına yakışmaz! Sulh içinde olmak akim gereğidir" deyip Çelebi Mehmed'e kardeşi İsâ Çelebi'yle anlaşmasını tavsiye eder. Bunun üzerine bir mektup yazan Çelebi Mehmed, özetle şöyle der: "Boş yere kardeşkanı dökülmesin. Gel Anadolu'yu ikiye bölelim. Yarısı sana, yarısı bana." Bu mektubu alan İsa Çelebi elçiyi azarlar, kardeşine de sert bir cevap gönderir. İsâ Çelebi kendisini büyük birader olarak hak sahibi saymakta, kardeşinin davranışına mânâ verememektedir. "Gel savaşalım" der. Hak, kılıçlarla sahibini bulsun. İsâ böyle ister. Bundan sonrasını uzunca bir paragrafla Solakzâde Tarihi'nden aktaralım.

"Bahtı yüce ve tahtın sahibi olan Çelebi Sultan Mehmed, nişanı zafer olan askerle Bursa tarafına doğru ılgar eyledi. Ulubat Ovası'nda iki kardeş karşı karşıya geldiler. Her iki tarafın da savaş ve mücadeleleri haddi aşıp, yaka yakaya oldular. Bütün oklar atıldı. Kargılar çatıldı. Savaş pazarıda başlar ve canlar yok pahasına satıldı. Bu korkulu arsada ve yokluk meydanında Eyne Bey Subaşı, İsâ Çelebi'nin yolu üzerine düşüp, İsâ Çelebi kendisini bizzat katleyledi. Bu durum İsa Çelebi'nin her ne kadar üstünlüğünü gösterip, Çelebi Sultan Mehmed'in askerine zaaf hâsıl oldu ise de, ancak, Cenabı Allah'ın yardımı, düşman (!) tarafına karşı olup, dokundu. Hezimet fırtınası İsâ Çelebi'nin bayraklarını sarsarak iki parça eyledi. Çelebi Sultan Mehmed'in askerleri galip gelince, İsâ Çelebi'nin askerleri firara yüz tuttular. İsâ Çelebi de canını kurtarmak talebiyle kenara can atıp, Yalakâbad (Yalova) semtine teveccüh eyledi. Birkaç adamı ile bir gemiye girip İstanbul Tekfuru'nun yanına vardı."

Savaşı kazanan Çelebi Mehmed burada babasının tahtına oturur. Timur korkusuyla şehirden kaçanlar, dönerler. Çelebi Mehmed şehrin imar işlerine girişir. Kısa zamanda Bursa'yı yaşanacak hale getirir.

İsâ Çelebi kaçınca, onun safında savaşan büyük kumandanlardan Vezir Timurtaş da atıyla kaçmaya başlar. Yaya olarak kurtulmaya çalışan at uşağını tekisine alıp, onu da kaçırmak ister. Uşak kalleştir. Efendisini sırtından vurur. Belki hayatının bağışlanmasına vesile olur diye, Çelebi, Mehmed'e getirir. Çelebi Mehmet Paşa'ya çok kırgındır.

Teninden serini cüda eyledi

Sürür ile şükri Hüdâ eyledi

deyip, kesik başı Emir Süleyman'a gönderir. Süleyman Çelebi kesik başı görüp savaşın akıbetini öğrenince üzülür. Hemen Çelebi Mehmed'e karşı harekete geçmek ister. Aklı başında olan adaml¬rıyla yaptığı istişareden sonra savaştan vazgeçip İstanbul Tekfuru'na İsâ Çelebi'nin iadesi için mektup gönderilir. Amaç; İsa'yı destekleyip Çelebi Mehmed'le tekrar karşılaştırmaktır. Tekfur, "hay hay" deyip İsâ Çelebi'yi Edirne'ye yollar. Emir Süleyman kardeşine ikramlarda bulunup her türlü ihtiyacını karşladıktan sonra, Çelebi Mehmed'i bertaraf etmesi için Bursa'ya doğru yola çıkarır. İsâ Çelebi yolunun üstündeki hangi kaleye uğrayıp da teslim olmasını istese, aldığı cevap aynı olmuş. "Siz iki kardeş kozunuzu paylaşın, başta kim kalırsa biz ona uyarız."

İsâ Çelebi girdiği yolun çetin olduğunu anlar. Beypazarı'na gelince burada kışı geçirmek için izin alabilmeyi canına minnet sayar. Çünkü buralarda kendisinin bir hükmü yoktur. Çelebi Mehmed'e bir mektup yazar. Şimdiye kadar yaptığı hatalardan dolayı özür diledikten sonra, "ilkbahara kadar Beypazarı'nda kalmasına müsâde etmesini" diler ve "bahar gelince nereye istersen oraya giderim" der. "Emrindeyim" diye de ilave eder.

Çelebi Mehmed İsâ Çelebi'nin mektubunu dokunaklı bulur. Kardeş yüreğidir üzülür, dayanamaz, adamlarıa emir verir ki, kardeşine her türlü yardım ulaştırıla, hiçbir şeye ihtiyacı kalmaya, hayatı huzur içinde geçe. Ayrıca kendisine bir de mektup gönderir.

İsâ Çelebi Mehmet Çelebi'nin lütfuyla iyi bir kış geçirip, baharla beraber Karaman'a gelir, Karamanlılarla savaşır, bazı kaleleri ele geçirir. Savaşa savaşa Bursa'ya kadar gelir. Kardeşiyle dost olduğunu, delil olarak da elinde mektup bulunduğunu söyleyip şehre girmek ister. Kapılar yüzüne kapanır. Şehre giremeyen İsâ Çelebi öfkelenir. Bursa'yı ateşe verip yağmaya başlar. Bu olaylar olurken Çelebi Mehmet Amasya'dadır. Haber kendisine ulaşınca, askerleriyle yola düşer. İki kardeşin askerleri savaşa tutuşur. Yine kaybeden İsâ Çelebi'dir. Yine kaçar. Kastamonu'ya sığınır. İsfendiyar'dan yardım ister. İsfendiyar, istenen yardımı verir İsâ Çelebi'ye. Bir türlü uslanmayı bilmeyen, yenilmeye doymayan, hiç sözünde durmayan İsâ Çelebi, Mehmet Çelebi'yle Ankara'da savaşmaya başlar. Yine yenilir, yine kaçar.

İsâ Çelebi'nin yaptıkları Çelebi Mehmed'in canına tak etmiştir. Pes etmeyi bilmeyen, yenilmeye doymayan İsâ Çelebi birkaç vukuatı daha olduktan sonra "Aydın ili sahilinin hâkimi İzmiroğlu'nun yanına vardı. Ondan yardım talep etti. Çelebi Mehmed'ten şikâyette bulundu. "Benden küçük ve çocuk bir oğlan babamdan bana kalan mülkümü elimden aldı. Ben ne kadar sâyettimse de kaza ile bir mani zuhur eyledi. Lûtfunuz olursa, bize imdat edin. Bir kere daha karşılaşalım. Yine de talîmiz yar olmaz ise, kendimizi bir belirsiz vilâyette namsız ve nişansız edelim" dedi ve ağladı. Böylece İzmiroğlu Cüneyd Bey'i yardım ve imdada razı eyledi. Çevrede bulunan hâkimlere de mektuplar dağıtıp, cümle Aydın, Saruhan, Menteşe hâkimleri umûmen and ü misak üzere yekdil ve yekcihet oldular.

İsâ Çelebi'nin bahtsız ve -kitaplara göre- haysiyetsiz mücadelesi kayıplarla uzar gider. Nice zaman sonra bir hamamda öldürülüp iktidar sahnesinden de, hayat sahnesinden de çekilir... Bâyezid'in bir oğlu böylece hamam kıyafetiyle eceline kavuşur.

İsâ Çelebi'nin, Anadolu Beylikleri'nden gördüğü yardıma, askerinin fazlalığına güvenerek Çelebi Mehmed'le savaşa girmesi ve kaybetmesi Emir Süleyman'ı telaşlandırdı. Kuvvetinin azlığı Mehmed Çelebi'yi etkilememişti. Süleyman korkuyordu. Daha fazla gelişmeden Çelebi Mehmed'i tepelemek lâzımdı. Alel acele Edirne'den kalkıp Bursa'ya gelen Emir Süleyman, kolayca Bursa'yı alır. Çelebi Mehmed karşı duramayınca çekilip Amasya'ya gider. Süleyman büyük hedefler peşindedir, Bursa'yla yetinmez, Ankara Kalesi'ne dayanır. Vezir-i Âzam Ali Paşa'nın hilesi ile Ankara'yı alır. O Ankara'yı kuşatıp vezirinin hilesiyle şehri alırken kardeşi Çelebi Mehmed Tokat'tadır. Emir Süleyman Ankara'dan Bursa'ya döner, sefaya dalar. Tarihçilerin ittifakla söylediğine göre işrete, hamam alemlerine düşkündür bu şehzade ve Bursa'da, hamamda eğlenceye dalmıştır.

Mehmed Çelebi huyunu bildiği Süleyman'ı içki aleminde yakalayacağına inanır, yola düşer Bursa'ya doğru. Emir Süleyman'a Süleyman Subaşı adlı bir adamı, kardeşinin gelmekte olduğunu haber verir. Emirin gafil avlanmasını önler. Süleyman Rumeli'ye kaçmak isterse de, Çandarlızâde Ali Paşa'nın, bu davranışın saltanat davası güdenlere yakışmayacağını söylemesi üzerine vazgeçer. Bursa'dan Yenişehir tarafına gider. Daha sonra da Çelebi Mehmed Amasya'ya Emir Süleyman Bursa'ya döner.

Bir gün Çelebi Mehmed has adamlarıyla bir meclis kurar. Belli başlı vezirler ve kumandanlarla vaziyetin muhasebesini yaparlarken, kardeşi Musa Çelebi Emir Süleyman'a karşı savaşmak için müsaade ister. "Tedbirimi alıp Rumeli'ye geçeyim, Emir Süleyman'ın memleketlerini zaptedeyim. Bu can bu bedendeyken hizmetim olsun. Adına hutbe okutup sikke kestireyim" der.

Bir kere işler zıvanadan çıkmaya görsün; her iş el yordamıyla yapılır oluyor. Kimin kime ne kadar dost olduğu, nereye kadar dost olacağı, ne kadar düşman, ne zamana kadar düşman kalacağı bilinemiyor. Osmanlı Devleti'nde tüyler ürperten hadiseler yaşanıyor. Birbirine can vermek için koşturması gereken kardeşler, birbirinin canını alma yarışındalar. Zaman zaman can alma yarışının mânâsı da karışıyor. Bazan iktidar bazen hayatta kalmak, bazen devleti en iyi biçimde ayakta tutacağına inanmak... Bazen hepsi için...

Kim bilir, belki de sadece alın yazısının gereği olarak herkes rolünü oynuyordu. Kader çılgın bir sel gibi önüne alıp ******ürürken, kâh sert kayalara çarpıp parçalanılacak, kâh yosunların yumuşaklığına rastlayıp, sıyrılıp geçilecektir. Görünen o ki, bu çarpmalarda kişiler iradelerini dipsiz bir kuyuya atmış gibidirler...

Çelebi Mehmed Musa Çelebi'nin teklifinden memnuniyet duyar. Gerekli tedarikler görülüp yola çıkartılır. Emir Süleyman'dan hoşnut olmayan Kastamonulu Emir İsfendiyar, Karaman Beyi, Eflâk hakimi vs. hepsi Musa'ya yardımcı olurlar ve Musa Çelebi Rumeli diyarım geçer.

Musa Çelebi'nin Edirne duvarları dibinde görünmesi ortalığı telaşa verir. Vaziyete bakan Evrenos Bey, Emir Süleyman'a gelerek vahim bir durum olduğunu söylese de Süleyman işi ciddiye almaz. Evrenos Bey azarlanır. Süleyman "ihtiyar, sen deli misin ki, böyle hayallerle benim zevkimi bozmaya geliyorsun? Bu Musa kimdir ki, şurdan burdan acele ile başına topladığı askerlerle benden taht almak emelinde bulunsun?" (Bu konu Hammer Tarihi'nûe şöyle devam ediyor.) Evrenos Bey Yeniçeri Ağası Hasan Ağa'ya gidip, durumu anlatır. O da kendine gelmesi, tedbir alması için biraz sertçe konuşur Süleyman'a. Süleyman kızar, Ağa'nın sakalını kılıçla kazıtır. Ağanın suratı çizikler içinde kalır. Yüzünün kanı ile askerin arasında dolaşarak, gördüğü muameleyi anlatıp Süleyman'ın yanında durulamayacağına üç kişiden başkasını ikna eder. Sonra, bu üç kişi Emir Süleyman'la beraber firar ederler. Bunlar İstanbul'a doğru kaçarlarken yolları bir köye düşer. Köylüler Süleyman'ın askerlerinden kötü muamele görmüşlerdi ve onu sevmiyorlardı. Giyim kuşamından tanırlar. Bu köyden iyi süvari olan, hem de iyi ok atan beşkardeş, Şehzade Süleyman'ı yakından görmek için peşine düşerler. Süleyman niyetlerinin kötü olduğunu düşünerek yayını gerer, üzerine doğru gelenlerden iki kişiyi yere düşürür. Geride kalan üç kardeş yetişip üzerine atılır Süleyman'ın ve başını gövdesinden ayırırlar."

Emir Süleyman'ın sonu Hammer'e göre böyledir. Ekseri, yaşayış biçimini kötülediği Süleyman'ı takdir etmekten de geri kalmaz, tarihçi.

Süleyman'ın hayatı son zamanlarında lekelenmişse de, büsbütün de şan ve şöhretten uzak değildir. Sözgelimi Rumeli tarafında on yıl süren sultanlık süresince güzel sanatları ve bilimi teşvikten geri kalmamıştır. Sarayında çağının en büyük şairleri bulunuyordu. Bunlardan İmam Süleyman Çelebi Hz. Peygamberin doğumu ve övgüsü ile ilgili olarak Türkçe en önemli "Mevlid" kitabının şairi olarak her bakımdan hak ettiği yüksek bir şöhrete sahiptir" der ve diğer önemli isimleri de sıralar.

Son zamanlarda altı ciltlik Osmanlı Tarihi yazan Ziya Nur Aksun Bey'de, tarihçilerin Şehzade Süleyman'a haksızlık yaptıkları kanaatindedir. Güzel sanatlara aşık ve şiir yazan, ilim adamlarım koruyan, din adamlarına saygı gösteren bir sultanın çok önemli kötü vasıflan olamayacağını anlatır.

Solakzâde Tarihi, Emir Süleyman'ın ölümünü farklı anlatır. Önce kaçarken yolunu şaşıran Emir Süleyman "kötü zanlı" bir köylünün kılavuzluğuna sığınır. Köylü Süleyman'ı tanır ve ondan istifâde etmeyi düşünür. Bu hem maddi bir istifade arzusudur, hem de intikam almak. Neticede tuzağa düşürülen Süleyman'ın yanında adamları da vardır ama köylü bunları selâmete çıkarmak bahanesiyle köye ******ürür. Köylüleri üzerlerine kışkırtır. Köyün adı "Düğüncüler'dir. Köylüler Emir Süleyman'ı öldürtmekten düğün zevki alırlar.

Musa Çelebi düşmanı olan ağabeyinin intikamını köylülerinden almak için -Solak-zâde'ye göre- hepsini bir yere doldurup yakar.

Musa Çelebi ile Emir Süleyman'ın mücadelesinin son zamanları farklı faklı anlatılır kitaplarda. Bütün tarihçilerin birleştiği nokta ise, Musa işini daha sıkı tutmuş. Süleyman biraz boş vermiş. Bu hatasının da sebebi, gönül eğlendirmeye yatkınlığıdır. Uzunçarşılı'nın nakline göre. İki taraf savaşa tutuşuyorlar birdenbire Sırp kuvvetleri Emir Süleyman'dan yana geçiyorlar. Musa yenilip kaçıyor. Musa'nın peşine düşmemek işi ciddiye almamaktır ve büyük hatadır.

Musa kaçar; bir yere gizlenerek Süleyman'ın gaflet anın kollar. Süleyman muzafferane zevki sefaya dalmıştır. Netice; her şeyini, her şeyiyle beraber hayatını kaybetmesidir.

Musa Çelebi ağabeyinin cenazesini Bursa'ya gönderip Çekirge'de, dedesi Murad Hüdavendigâr'ın yanma gömdürür. Süleyman Şah, Süleyman Han, Emir Süleyman hangisini söylerseniz söyleyin, bu zat, Yıldırım Bâyezid'in oğullarından biri idi. Devlet başsız kalınca, "en iyi ben idare ederim" deyip hükümdarlığını ilan etmişti. Taht şehri Edirne idi. Fetret Devri denen zamanın sekiz buçuk senesinde Süleyman'ın önemli işi, sonunda da kanı var.

Meydandan iki kişi çekilmiş oluyordu Süleyman'la beraber. Şimdi Mehmed Çelebi ve Musa Çelebi kaldı. Bakalım onlar ne yapacaklar...

Musa Çelebi Rumeli'ye kardeşi Mehmed Çelebi'nin yardımıyla ve onun adına gelen, O'nun askerleriyle Emir Süleyman'ı bertaraf eden Musa'nın tavrı değişti. Kardeşi adına tahtı alıp, kardeşi adına sikke kestirip, hutbe okutacaktı. Açıkçası, Rumeli'de kardeşinin hükümdarlığını ilan edecekti. Bunların hepsini unuttu. Kendi adına sikke kestirip, kendi hükümdarlığını ilân etti. Şimdi, yine iki başlıydı Osmanlı mülkü. Anadolu'da Çelebi Mehmed, Rumeli'de Çelebi Musa. Musa gözü pek, faal bir genç olmakla beraber etrafına alacağı insanların seçiminde isabetli davranmıyordu. Devrin en iyileri Mehmed Çelebi'nin yanındaydı. Mevcutların arasından Kör Melihşah adlı birisini vezir yapıp, Mihaloglu Mehmet Bey'i de Beylerbeyi tayin etti. Daha sonraları pek çok eleştirilere uğrayacak olan komünizmin babası diye isimlendirilecek bir şahsı, Bedreddin Simavî'yi kazaskerlik makamına getirdi. Leventlikten yetişip, hatta çobanlıktan ileri gelip sürüsünün çokluğundan dolayı kendisine "Koyun Mu-sası" denen şahsı kendisine bende edinmiş, bundan dolayı da nice ileri gelen şahısları küstürmüştü. Eskiden beri devlete büyük hizmetleri geçen Evrenos Bey'i bile darıltmıştı.

Evrenos Bey ki Osmanlı Devleti'nin Rumeli'de gözü kulağı olmuş, yerine göre bora, yerine göre yağmur gibi yağmıştı Rumeli'ye. Akıncı Beyleri'nin ilklerindendi. Evrenos oğulları denen Akıncı Beyleri'nin ilk akıncı atası.

Evrenos Bey Karesioğulları emirlerinden biriyken, beyliğin Osmanlı Devleti'ne katılmasıyla beraber, o da gelmiş Orhan Gâzî'nin oğlu Süleyman Paşa'yla, yanlarında diğer arkadaşları da olduğu halde Rumeli fütuhatını gerçekleştirmişlerdi.

Sultan Murad zamanında birçok şehrin alınmasında parmağı değil bizzat kendisi vardı. Yıldırım Bâyezid'in Niğbolu Zaferi'nde Akıncı Beyi olarak unutulmayacak ün sahibi oldu. Arnavutluk'ta atının ayakları değmedik yer kalmadı. Ankara Meydan Savaşı'nda Çelebi Mehmed Bey'in maiyetinde savaştı. Savaştan sonra yolları Musa Çelebi'yle birleşti. Solakzâde Tarihi'ne göre.

Evrenos Bey bir hayli yaşlanmış, gözleri de iyi görmemektedir. Musa Çelebi, Yenice Vardar da oturan, her şeyden elini eteğini çekmiş olan bu ihtiyarı meclisine davet eder. O ihtiyarlığını, gözlerinin görmediğini ileri sürerek, gelmek istemez. Musa Çelebi ısrar eder ve getirtir. Evrenos Bey'in davranışlarına bakıp kör olmadığını, numara yaptığını sanan Musa Çelebi, hiçte hoş olmayan bir usulle onu dener. Evrenos Bey'in tabağına kurbağa yahnisi koydurtur. Zavallı ihtiyar onu anlamayacak kadar kör değildir. Canını kurtarmak için, görmüyormuş gibi yapıp, kurbağayı yer.

Kurt kocayınca böyle olurmuş. Şanlı Akıncı Beyi Evrenos Bey hayatını ve birde sözünü kurtarmak, yalancı çıkmamak için bu zillete katlanmış, Musa Çelebi onun kör olduğuna inanmıştı.

Musa Çelebi yerinde durabilecek yaratılışta değildi. Eflak Voyvodası (kalleş) Mirçe'nin damadı idi, onun askerî yardımını ve Emir Süleyman'dan kalan askeri ile kendi gücünü birleştirince Çelebi Mehmed'ten üstün olduğuna inandı.

Musa Çelebi Trakya'da bir kaç yeri aldıktan sonra İstanbul kuşatmasına başladı. İmparator, vaziyetinin kötü olduğunu anladı. Yanında rehin olarak bulunan (Emir Süleyman oğlu) Orhan Bey'i, Musa Çelebi'nin üzerine gönderdi. Amca Yeğen Selanik civarında karşılaştılar, Yeğen yenildi. Musa Çelebi bu galibiyetten sonra tekrar İstanbul muhasarasına girişti. Bu defaki daha şiddetlidir. İmparator panik halinde Çelebi Memed'ten yardım istedi. Mehmed Çelebi kırmadı, geldi ve İstanbul'a giren ilk Türk hükümdarı olarak tarihe geçti. Tabii Çelebi Mehmed misafir olarak gelmiş, şehre girmiştir, fazla önem arzetmez. Fatih Sultan Mehmed, ebedî sahiplenmek için girince, bunlar unutulacaktır.

Talihin ne kadar garip cilveleri varsa Osmanoğulları üzerinde deneniyordu. Kendilerinden olmayanlarla savaşmadıklan zaman kendi kendileriyle çarpışıyorlar. Kardeş kardeşle Türk askerinin kırılmasına yarış yapıyorlar. Ne acı kader!

Mehmet Çelebi ile Musa Çelebi İnceğiz mevkiinde karşılaştılar. Mehmet Çelebi feci şekilde mağlub olarak İstanbul'a sığındı. İmparatorun ümidi suya düştü. Şehirde kargaşa arttı. Kısa bir zaman sonra Bizans donanmasıyla Musa Çelebinin donanması Hayırsız adada karşı karşıya geldiyse de netice alınamadı. Elinde bulunan kuvvetin üstün olması Musa Çelebi'yi güvenli kılsa da, adamlarıın memnuniyetsizliği had safhadadır. Çelebi Mehmet tarafına meyil, günden güne artmaktaydı. Bu huzursuzluğa en büyük sebep Musa'nın adamlarına gaddar davranmasıdır. Evrenos Zade Mehmet Bey, Mihal Zade Yahşi Bey gibi vasıflı kumandanlar Musa Çelebi'den nefret etmekteler. Musa'yı tutanlar ise Mihal oğlu Mehmet Paşa, Timurtaşoğlu Umur Bey ve bir kaç başka kişi idi. Elindekilerle önemli işler başarması mümkün görünmüyordu Musa Çelebi'nin.

Mehmet Çelebi Evrenos Bey'le anlaşmıştı. Kayınpederi olan Dulkadıroğlu Nasirüddin Bey'den de yardım alarak 30.000 kişilik bir kuvvetle Rumeli'ye geçti. Bu geçişte İmparatorun gemilerinden istifade ediyordu. Yanına Rum askeride alan Mehmet Çelebi, Evrenos Beyin gayretiyle Sırp askerlerini de yanına çekmişti.

Musa Çelebi asabi mizacına mağlup olup etrafındaki adamları dağıtırken, Mehmet Çelebi devamlı dost kazanıyordu. Hem Türklerden, hem de Hıristiyanlardan bir hayli kuvvete sahip olmuştu.

İki kardeşin orduları Çamurlu ovası denen yerde karşılaşacaklar. Musa yedi bin yeniçeri ile bir dağa tırmanmaktadır. Çelebi Mehmet tarafı daha kuvvetlidir. Bunu gören Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, Yeniçerileri Musa'ya karşı ayaklanmaya çağırınca, Musa onu ikiye biçer. Bir subay tarafından kendisinin de eli kesilir. Bu kargaşa, bütün askerin düzen ve disiplinini bozmaya kâfi gelmiştir. Yavaş yavaş saflar bozulur, kaçışmalar başlar. Musa'da kaçanlardan biridir. Karşı cepheden takibe gidenler onu bir bataklığa düşmüş olarak bulurlar. Ölümü çeşitli biçimlerde anlatılsa da, netice değişmeyecektir. Musa Çelebi Mehmet Çelebi'ye karşı savaşını da hayatını da kaybetmiştir. Çelebi Musa ile beraber pek çok yakını da canından olmuş ama Şeyh Bedreddin, Musa'nın kazaskeri olan bu adam ölümden kurtulmuştur.

Şeyh Bedreddin'i hayatta bırakan kendisinin sahip, Osmanoğullarının hürmetkâr olduğu ilim idi. Hammer bu konuyu anlatırken: Kazasker Simavnaoğlu'na gelince, diyor, ilmî rütbesi sayesinde hayatını kurtardı. Galib, onun hakkında daha ziyade lütufta bulundu: Simavnaoğlu'nu "Kadı" unvanını yerinde bıraktı ve yevmî yüz akçe tâyin etti. Mamafih, İznik'i de uzletgâh olarak gösterdi.

Tarihçiler Musa Çelebi'nin ölümüyle kâbus dolu Fetret Devri'nin kapandığını yazarlar. Musa Çelebi'nin Rumeli'de geçen saltanat süresi kimine göre iki sene yedi aydır, kimine göre üç sene bir ay. Ölüm tarihi 5 Temmuz 1413 olarak gösterilir. Bu tarih aynı zamanda Çelebi Mehmed'in tek başına Türk Sultanı veya pâdişâhı olduğu tarihtir.

Ve bu Fetret Devri'nde hüküm süren Emir Süleyman'la Musa Çelebi bazı tarihçilerce Osmanlı pâdişâhları sıralamasına girerken İsa bu unvanı alamaz. Yıldırım Bâyezîd'in talihsiz çocuklarının acı sonları bakalım Birinci Mehmed'le ne şekil olacak.

Link to comment
Share on other sites

ÇELEBİ SULTAN MEHMED

(1413-1421)

05bc0.jpg

Mehmed Çelebi kardeşlerinden kurtulup, Sultan Bâyezid'in yaşayan tek oğlu olarak kalmıştı. Şimdilik iktidar ortağı yoktu. Bir devlet, bir hükümdar ve emre amade ordu. Onbir oniki senedir süren kargaşayla artan meseleler...

Çelebi Mehmed insan olarak da hükümdar olarak da sevilen biriydi. Onun hem huy güzelliğine, hem de fizik güzelliğine dair çok sözler söylenmiş; güçlü kuvvetli oluşundan dolayı "pehlivan" bile denirmiş. Bütün bu meziyetleriyle büyük işlerin altından kalkmaya, devleti eski haline getirmeye çalışacaktı. Bâyezid Han'ın ölümüyle veya Timur'a yenilgisiyle dağılan birliği, Anadolu birliğini temin etmek, ilk işi olacaktı.

Çelebi Mehmed dağılmakta olan bir devleti tek parça haline getirdiği için midir yoksa gerçekten farklılıkları olduğundan mıdır ne ise, çok methedilir. Şemaili verilirken bile aşırıya kaçılır. "Teni kırmızıya mâilbeyaz, gözleri kara, kaşları kara, çatık; sakalı gür, bıyıklan sık olmakla beraber zarif, alnı açık, çenesi müdevver, göğsü geniş, kolları uzunlu. Şahin bakışlı, arslan gibi kuvvetli idi. Ecdadından başka bir surette tülbent sarardı; çünkü başının etrafına kat kat sarılan bez müteaddit çıkıntılar teşkil ederek sırmalı külahının ucundan müada yerini göstermezdi." Bu tarif uzar gider.

Abartılı anlatımlar bizim müverrihlerde çok görülür; Padişahlar bilhassa her fırsatta göklere çıkarılır. Hammer diyor ki: "Birinci Mehmed'in, tavırlarına, hareketindeki sür'ate, vakarına ait övgülerin hepsinin fevkine yükselten şeyi Osmanlı müverrihleri gibi Bizans müverrihleri tarafından da adaleti şefkati, civanmertliği, dostluğunda sebatı, gerek Türk'ten, gerek Rumlar için hayırhahlığı hakkında herkesin birleştiği şahadettir" Gerçi, anlaşılmaz, bir anlatımdı aldığımız cümle ama okuyucu biraz zorlansın!

Güzel huyu ile arttırdığı dostlarını muhafaza edip, düşmanlarına hakettikleri dersi vermesi lâzım. Boşa geçireceği zamanı hiç yok. Kardeşi ile yaptığı savaşta yardımını gördüğü İmparator Manuel’e teşekkürü vazife bilir. Kendisini tebrik için gönderilen elçilere çeşitli hediyeler verdikten sonra "Onun sayesinde babamın ülkesine sahip oldum, ben de onun hoşuna gitmeye gayret edeceğim" diye haber gönderir. Kendisiyle görüşmeye gelen diğer elçileri de ikramlarla memnun edip, amacının sulh içinde yaşamak olduğu mesajını yollar. "Efendilerinize söylemeyi unutmayın ki, ben her tarafa barış veriyorum. Ve her taraftan barış kabul ediyorum. Dünya düzen ve güvenliğinin koruyucusu olan Cenab-ı Hak, barışı bozmak arzusunda bulunanların cezalarını versin" der.

Çelebi Mehmed milletine, memleketine huzur getirmek istiyordu. Gerek yabancılarla yapılan savaşların akla gelen acı hatıraları, gerekse kardeşler arasında uzun zaman devam eden çarpışmalar kan ve gözyaşından bıktırmıştı. İmparator Manuel'e verdiği söz gereği Karadeniz'de ve Marmara'da Bizans'tan ele geçirilmiş olan yerleri iade etti.

İlk Önemli Olay

İktidarda hangisi bulunursa bulunsun, Karamanoğlu hiçbir fırsatı kaçırmadan Osmanoğulları'nı rahatsız etmiştir. Çelebi Mehmed'in Musa Çelebi ile meşguliyeti de Karamanoğlu tarafından değerlendirilir. Hemen Bursa'ya saldırır Karamanoğlu. Kumandan Hacı İvaz Paşa, hisarı korur. Karamanoğlu'nun kendilerini güçlü ve kalabalık gösterme hilesi netice vermez. Hacı İvaz Paşa'nın casuslar vasıtasıyla onun ordusunun durumunu öğrenmesi Karamanoğlu'nun hevesini boşa çıkarır. Bu savaş bir aydan fazla sürmüş olup iki taraf için de sıkıntılı geçiyordu. Neticede vaziyet Karamanoğlu'nun aleyhine dönünce o da yakıp yıkmaya başladı. Savaş devam ederken Musa Çelebi'nin naşı geldi. Haberi alan Karamanoğlu inanmak istemeyip, cesedin başkasına ait olduğunu söylediyse de yüzünü açtırıp gözleriyle görünce üzüntüsünden ağlamaya başladı. "Lâkin içinden kendi durumunu mülâhaza edip, hüzn ile ciğerini dağladı. Şehri ateşe verdikten sonra, kendi diyarı olan talihsiz Karaman iline doğru yıkılıp gitti."

"... Karamanoğlu'nun Harman Danası demekle mâruf eski bir Nedimi vardı. Gayet cüsseli olmakla, kaçtıkları sırada kaçmaktan yorulup canından bizar olunca, Karamanoğlu'na demiş ki: "Hanım, Osmanoğlu'nun ölüsünden böyle kaçarsın ya dirisi gelmiş olsa ne çâre ederdin." Karamanoğlu bu nükteden pek fazla utanarak, Nedim Harman Danası'nı hemen oracıkta bir ağaca asıvermiştir. Sonunda bozduğu ahdin cezasını görse gerektir."

Kendisinden epeyce bahsedilecek bir Cüneyd Bey var. Bazen İzmiroğlu dendiği gibi, Aydın Hâkimi de deniyor. Bu Cüney Bey'in karakter yapısını devam eden olaylar gösterecek.

İzmiroğlu Cüneyd Bey'in memleketi Emir Süleyman tarafından zaptedilip, kendisi Rumeli'de Ohri Beyliği'ne tayin edilmişti. Fırsat Musa Çelebi'nin eline geçtiğinde, Çelebi Mehmed'e gaile açması için Anadolu'ya gönderilmişti. Cüneyd, Çelebi Mehmed'in Aydın Vâlisi'ni öldürüp, onun yerine geçip, Aydınoğulları Beyliği'ni ihyaya kalkışıp, bazı yerlerini zaptetmişti. İtaati şart iken asî olan Cünyd Bey Karamanoğlu'nun sözüne uyup Osmanlı arazisine tecavüz edince karşısında Çelebi Mehmed'i buldu.

"Çelebi Mehmed başlangıçta harb ederek Çandarlı'yı elde etti; sonra Menemen, Kayacık, Nif (Kemalpaşa) kalelerini de aldı. -Çelebi Mehmed oradan- İzmir'e gelerek muhasara etti. Cüneyd zevcesi, annesi, kardeşi ve çocuklarını İzmir'de bırakarak kaçtı." Bu Cüneyd'in yiğitliğine misaldir.

İzmir'i karadan kuşatan Çelebi Mehmed'e Rodos Şövalyeleri ile Midilli, Sakız ve Menteşe donanmaları denizden yardım etti. Cüneyd'in ailesi on gün direndi, sonuçta teslim bayrağını çekti.

Çelebi Mehmed'ten yardım isteyenler sıraya girmişti. İzmir kuşatmasında faydası görülenler, şimdi fayda bekliyordu. Herbirinin ayrı ayrı gönlü yapılmaya çalışıldı.

Cüneyd de fazla dayanamadı ve anasıyla çocuklarını gönderip bağışlanması için Çelebi Mehmed'ten af diledi. Bağışlandı. Bu arada bir itiraz sesi gelmeye başlamıştı; sesin sahibi, daha önce korunmaları için Sultan'a ricaya gelenlerden Aziz Yahya Şövalyeleri'nin Üstad-ı Âzam'ıdır. İtiraza sebep; Çelebi Mehmed İzmir'i almış, kaledeki kuleleri yıktırıyordu. Üstadı Âzam, bu kulelerin Aydın Beyliği zamanında tarikatın giderleri için yapıldığını", yıkılmasının Papa ile ve belki, birkaç Avrupa devleti ile savaşı kaçınılmaz yapacağım hatırlattı. Öfkelenen Çelebi Mehmed:

"— Ben isterdim ki: Yeryüzünde bulunan bütün Hıristiyanlara baba olayım. Kendilerine iyiliklerde bulunayım. Şeref ve saygı dağıtayım... Çünkü hükümdarların iyilere mükafat, kötülere ceza vermesi gerekir."

Uzun konuşmalardan sonra, Üstad-ı Âzam da, diğerleri de Çelebi Mehmed'in yanından memnun ayrıldılar. Çelebi Mehmed Üstad-ı Âzam'a Bodrum -eski Halikarnas-da Petroniyum Kalesi'ni yaptırdı.

Çelebi Mehmed'in basiretli bir pâdişâh olduğu, devlet nizamım iyi bildiği, iyi yönetim gösterdiği anlatılır. Bu devletin esenlikte yaşaması, bazen normal ölçülerin dışına çıkmayı gerektirir. Birkaç tane bahtlı pâdişâh sayılmazsa, bu hanedanın hemen hepsinin iktidarında evlad veya kardeşkanı vardır; bazen de hem evlad hem kardeşkanı. Osmanlı devlet tahtına giden yol maalesef bu kanlarla sulanmıştır, buna bulaşmamak kaabil değil. Pâdişâh olan kişi mesulü olduğu devleti kardeşinden, evlâdından kutsal saymak mecburiyetindedir. Pâdişâhlar yüreklerinde acıyla sevinci bir arada barındırmaya mecburdurlar.

Çelebi Mehmed kardeşi Musa Çelebi'nin ölümüyle neticelenen mücadeleden sonra, benzeri bir elemli sahneyi kendi iradesiyle görmek durumunda kalmıştı. Ağabeyi Süleyman'ın oğlu Bi¬ans'ta emânettir. Mehmed Çelebi iktidarın tek sahibi olunca, Bizans yeni politikasını belirlemek istedi. Türklerle meseleler yaşamamayı düşünerek, elindeki esiri şehir dışına çıkartıp, "işte hürriyetin, istediğini yap" dedi. Yanına bir miktar da adam bıraktı. Kısa zamanda şehzadenin etrafım saran 500 kadar eşkıya "bize baş ol" demeye başladılar ki, onun sayesinde belki de devleti soyacaklardı. Bu iş Osmanlı Türk Devleti için göz yumulacak kadar basit değil.

Adının Şehzade Orhan olduğu bilinen bu genç, amcası tarafından yakalandı. (İleride devletin basma nice gaileler açabilir) düşüncesiyle idam edilmesi lazımsa da, amcası yeğeninin öldürülmesine kıyamadı. Ölümüne kıyamaz da, mahzun bakışlı elâ gözlerini bütün renklere, ışığa kapattırır. 14 yaşındaki Orhan'ın gözlerine kızgın mil çekilip, kör edilir. Kör edilen Orhan hayatta geçim sıkıntısı çekmesin diye her türlü tedbir alınıp, bir tarafa gönderilir. Bu Orhan'ın bir de kız kardeşi var. Sultan Çelebi Mehmed onu da tanınmış sancak beylerinden biriyle evlendirip amcalık vazifesini tamamlar. İstanbul'un fethinde karşımıza bir Şehzade Orhan daha çıkacak. İsimlerde bir yanlışlık, karışıklık var ama çözemedik. Muhtemelen, burada anlatılan Şehzâde'nin adı Orhan değildi.

Çelebi Mehmed iki yeğininin vaziyetini düzelttikten sonra devlet işlerinin görülmesine döndü. Biriken işler, hissiyata yer vermiyordu. Çabuk hareket etmesi lâzımdı.

Çelebi Mehmed iyi biliyordu ki, devletinde düzen olacaksa, Rumeli'de fütuhat veya dirlik devam edecekse, önce Anadolu'da asayişin yolunda olması lâzım. Anadolu'da asayişi bozanların başında Karamanoğlu Beyliği geliyor.

Birinci ve İkinci Karaman Seferi (1414-1415)

Bir sefere hazırlanan Çelebi Mehmed haberler gönderip Germiyanoğlu Yakub Bey'den ve Çandaroğlu İsfendiyar Bey'den yardım istedi. Yardım gecikmeden geldi.

Karamanoğlu üzerine sefere çıkıldı. Akşehir, Saideli, Seydişehir, Beyşehir, Otluk Hisarı alındı; Konya muhasara edildi... Karamanoğlu bu sefer talihlidir. O kadar şiddetli yağmur yağdı ki, Sultan Karaman'a gitmekten vazgeçti. Çünkü ordu perişandır. Karamanoğluyla sulh anlaşması yapıldı. Çelebi Mehmed Caniğe gitti.

Karamanoğlu, Çelebi Mehmed'in sulhe yanaşmasını güçsüzlüğüne vermiştir. Ertesi sene taarruza geçti. Ve yenildi, Konya'da oğlu Mustafa Bey'i bırakıp kaçtı. Vezir-i Âzam Bâyezid Paşa'nın delaletiyle Karamanoğlu Mehmed Bey affedildi. Oğluyla beraber Osmanlı kaargâhına gelip bir yığın özür diledi. Yerlerinin büyük bir kısmım Osmanlı Devleti'ne bırakıp, lüzumu halinde Osmanlı Devleti'ne asker yardımında bulunmayı da taahhüt etti. Hammer de şöyle yazıyor bu hadiseyi.

Bütün anlaşmalar yapılırken muhatap Mustafa Bey'dir. Elini, göğsünü örten elbisenin üzerine koyup: "Bu can bu tende iken pâdişâhın topraklarına asla göz dikmeyeceğim" der. Anlaşma yapılıp, bir sürü de hediyeler alıp ordugâhdan ayrılınca ovada otlayan, Osmanlılar'a ait atları gasbeder. Yeminini hatırlatanlara, koynundan bir ölü güvercin çıkarıp "Bu can bu tende durdukça" demiştim, işte o can, deyip, öldürdüğü güvercini kaldırıp atar.

Bu hikâye ne derece doğru bilemeyiz. İki yüz sene sonra gelen Sabetay Sevi için de aynı senaryo anlatılır. O da Osmanlı'ya aykırı davranışlara geçer de mahkemeye çıkartılır. Kurtulması için Yahudi dininden İslâmiyete geçmesi lâzım. Aynı yemini, müslüman olduğuna dair eder. Mahkemeden çıkınca kuş hikâyesi aynen yaşanır...

Adalar Seferi ve Venedik'le İlk Deniz Harbi (1415–1416)

Çelebi Mehmed'in bulunduğu çevre büyük bir orman, her an her ağacın arkasından vahşi hayvanlar saldırabilir. Bazen saldırıya hazır beklemek, bazen de saldırıya imkân vermemek gerekiyor. Hayatta kalmanın, o günün şartlarında başka bir yolu yok.

Türk gemileri, Kiklâd Adaları hakimi Pietra Zeno'nun kötü muamelesinden bizar olmuştu. Dük De Naksos bir Venedik asilzadesiydi. Venedik, deniz gücü itibariyle hatırı sayılır bir devletti. Çok eskiden beri Venedik'in hâkimiyetinde bulunan Kiklâd Adaları Pietro Zeno tarafından korunuyor ve Zeno Türk gemilerine göz açtırmıyordu.

Birinci Mehmed barışçı bir devlet olmak istiyor ama uyuşukluk istemiyor, isteyemez de. Gelibolu'da hazırlanan 30 kadırgalık donanma Çalı yahut Çavlı Bey komutasında harekete geçti. Bazı adaları basıp bir miktar esir ve ganimet alan Çavlı Bey Gelibolu'ya döndü.

Venedik'in kuvvetli bir deniz devleti olduğu biliniyordu. Anlatılan sebepler muhtelif olmakla beraber gerçekleşen olay doğrudur. Pietra Loredano komutasındaki onbeş kadırga Gelibolu'daki Türk gemilerine baskın yapmış. Türk gemilerinden 27'si zayi olmuş, birçok esir verilmiş ve esirler insanlık dışı işkencelerle öldürülmüştür. Venedikliler'in bu baskını 15 kadırga ile yaptıkları Hammer'in ifadesi. Türk tarafının gördüğü zarar uğradığı mağlubiyet göz önüne alınınca, kadırga adediyle ilgili rakamın doğru olmadığı anlaşılır.

Şimdi, bu savaşın çıkmasına gösterilen sebebe bakalım. Osmanlı deniz gücünün açtığı zararlardan şikâyetçi olan Venedik, adı geçen kaptanın komutasında, içinde sefir sıfatıyla iki vali bulunan gemileri Gelibolu'ya gönderdi. Laredona müzâkere için geldiklerine dair haber gönderdi. Türk tarafı zehirli oklarla mukabelede bulundu. Bunun üzerine; "Nihayet 1416 Mayıs'ında 29'uncu günü, yani Konstantiniyye'nin fethinin günü gününe 37 sene evvel Gelibolu deniz muharebesi vukua geldi." Dukas'tan, Hammer böyle naklediyor.

İşini bitirince yelken açan Venedik donanması, verdiği zararla doymuş değildi. Çanakkale Boğazı'nı geçti. Lapseki Kalesi'ne hücumu denedi. Bâyezid Paşa'nın kardeşi Hamza Bey'in korkusu Laredano'yu fikrinden vazgeçirdi. Kostantiniyye'ye giden gemiler İmparator'a sığındılar.

Gemilerde iki vali bulunduğu söylenmiştir ya, onlar Bizans İmparatorunu'nun aracılığıyla, bir süre sonra Osmanlı Sarayı'na kabul olundular. Uzun müzâkerelerden sonra Osmanlı Venedik Sulhu imzalandı.

Eflak Voyvodası Mirce ve Macarlarla Mücadele

Eflak Prensi de denen Mirça yahut Mirce Musa Çelebi'nin kayınbabasıdır. Şehzadeler mücadelesinde damadına destek vermişti. Eflak'ta Mirçe'ye bir rakip çıktı. Adı Don olan rakip Macar Kralı Sigismond tarafından düşman ilân edildi. Mirçe'ye karşı da Birinci Mehmed'in bir hesabı vardı.

Macarlar Mirce'nin, Osmanlılar Don'un yanında savaşa girdi. Çelebi Mehmed bu savaşta Karaman ve Candar Beylikleri'ni de yanına alarak düşman tarafını yenilgiye uğrattı. Mirce sulh istedi. Üç senedir ödemediği vergiyi yenisiyle beraber ödedi ve bir oğlunu rehin verdi. Ayrıca savaşlarda Osmanlı Ordusu'na asker yardımında bulunmayı taahhüt etti. (1416)

Cüneyt Bey'in Niğbolu Valiliği’ne Tayini

Çelebi Mehmed gerek Anadolu'da gerek Rumeli'de emin adımlarla yürüyor. Daha önce isyanı, hatta kalleşliği görülen İzmiroğlu Cüneyd Bey'in İzmir'i tamamen Osmanlı hâkimiyetine geçti. Cüneyd Bey Niğbolu Beyliği'ne tâyin edildi.

Candaroğulları Beyliği

Candaroğlu İsfendiyar Bey Bâyezid 'le Timur'un savaşında Timur'un himayesine girmişti. Osmanlı idaresine geçmiş bulunan Çankırı, Kalecik, Tosya ve Safranbolu, daha sonra da Samsun ile Bafra Candaroğulları'na geçti. Çelebi Mehmed Anadolu birliğini temine azimli.

Eflak Seferi'nde Osmanlı Ordusu'nda bulunan İsfendiyar Bey'in oğlu Kasım Bey babasıyla anlaşamadı. Çelebi Mehmed'e müracaatla yardımını istedi. İsfendiyar Bey diğer oğlu Hızır Bey'e daha verimli yerleri verdiği için Kasım Bey'in zoruna gitmişti.

Birinci Mehmed vaziyeti Kasım Bey'in lehine düzeltmek için babasına teklifte bulundu; ret cevabı aldı. İş askeri kuvvete kaldı. İsfendiyar Bey'in Osmanlı Ordusu'yla başedecek imkânı olmadığı için, Osmanlı hâkimiyetini kabul edip Çelebi Mehmed adına hutbe okutmayı ve sikke kesmeyi kabul etti. Çelebi Mehmed de Candaroğlu arazisini kendi istediği gibi iki kardeşe paylaştırdı.

Avlonya'nın Fethi (1417)

Arnavutluk parçalanmış. Avlonya Regina Balsa isimli bir kadının elindeydi. Balsa, her an için bir Türk istilâsı bekliyordu. Bunu önlemenin çarelerini araştırırken işgal gerçekleşti. Arnavutluğun en önemli yerlerinden biri 495 seneliğine Türklerin eline geçti. (Bu şehir Balkan Harbi'nde elimizden çıktı.)

Samsun'un Alınması

Samsun ikiye ayrılmıştı. Az önce bahsi geçen Müslüman Samsun idi. Diğeri ise Cenevizliler'in elindeki Samsun'dur. Birinci Mehmed her iki Samsun'u da alarak Amasya vilâyetine kattı.

Bursa'da Yeşil Cami (1419)

Hâlâ, adıyla sanıyla ayakta duran, Bursa'nın önemli ziyaretgahlarından olan bu cami 1419'ta tamamlanmışsa da, bir kısım tezyinatı II. Murad zamanına kalmıştır. Çelebi Mehmed'in bunca hay huy arasında hayır eserlerini ihmal etmeyişi takdire şayandır.

Yeşil Cami inşaatı devam ederken Gazi Timurtaş oğlu Umur Bey, -kargaşalıkta elden çıkmış olan- Hereke, Gebze, Danca, Kartal ve Pendik taraflarını tekrar aldı ve buraların geliri Yeşil Câmi'nin masrafına tahsis edildi.

Çelebi Mehmed Bursa ve Edirne'de iki büyük cami yaptırmıştı. Onların bitiminden sonra Yeşil Camii yaptırmaya başladı. Yeşil Cami, kullanılan mermerlerin nadiretten oluşu, aynaların zarafeti ile Bursa'nın bir süsü niteliğindedir. Hammer Yeşil Câmii'yi öve öve bitiremez. Ondan bir tek cümle: "Bu duvarların bütün cepheleri kırmızı, yeşil, mavi, külrengi, sarı, siyah, beyaz renkte kare şeklinde büyük mermer parçalarından mürekkep bir tuhaf mozayikle örtülüdür.

Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve Şeyh Bedreddin (1420)

Çelebi Mehmed'in mücadelesi, devleti babasının zamanındaki duruma getirip, daha da ileriye ******ürmek içindir. Buna göre çok akıllı siyaset takip etmesi gerekir. Bu akıl kendisinde mevcuttur. Görev vereceği insanların seçiminde de isabetli davranır. Hem Anadolu'da, hem de Rumeli'de başarılar elde eder. Yüksek dağların dumansız olmayacağı gibi, bu Osmanlı-Türk Devleti de uzun süre dertsiz olmaz. Meselenin birisi hâl olurken diğeri çıkar. Şimdi de yeni bir belâ. Bunun adı Börklüce Mustafa: Bu zat Musa Çelebi'nin kazaskeri Şeyh Bedreddin'in adamıdır.

Şeyh Bedreddin'i Musa Çelebi'nin öldürülmesinden sonra Mehmed Çelebi bağışlamıştı. O'nu, ilim adamıdır diye idama uygun bulmadığı için dünyalığını da vererek sürgün etmişti. Bu, Şeyh Bedreddin denen zatın önemli adamlarından olmakta şöhret kazanan Börklüce Mustafa, kendisinde olağanüstü hâller vehmeder veya etrafa öyle reklam yapar. Hatta bazı tarihçilere göre, peygamber olduğunu bile söyler. Yanına bir sürü maceraperest, cahil insan toplar, devlete başkaldırır. Bu kişinin büyük tehlikeler doğuracak hareketini kısa zamanda fark eden Çelebi Mehmed, derhal halli için faaliyete geçip, Saruhan ve Aydın valisi olan Ali Bey'e "kuvvet toplayıp Börklüce'nin işini bitirmesini" emrettiyse de, bu işi küçük Şehzade Murat görecektir. Amasya'da vali olarak bulunan oniki yaşındaki Murad Bâyezid Paşa'yla beraber hareket etti. Börklüce'nin bulunduğu yere gelene kadar önlerine çıkarılan kılıçtan geçirip, Aydın'ın Karaburun mahalline geldiler. Burada yapılan savaşta Börklüce'nin adamları yenilgiden kurtulamadılar, kendisi de savaş meydanında katledildi. Bu savaştan sonra Manisa'ya geçen Şehzade Murad'la Bâyezid Paşa, burada da ikibine yakın adamıyla sapık davranışlarda bulunan Torlak Kemâl'i buldular. Bu adamda Börklüce Mustafa kadar sapık biridir. Kendilerine Kemâliler adını takan adamları kudüm ve dümbelek çalarak dolaşıyor, bütün halkı rahatsız ediyorlardı. Onların da işi bitirildi. Adamları kılıçtan geçirildikten sonra Torlak Kemal Manisa'da idam edildi.

Sırada Şeyh Bedreddin var.

Bedreddin hepsinin başıdır. Börklüce onun piyasaya sürdüğü belâ idi, cahildi. Ama "Simavna kadısı oğlu" diye şöhretleşen Şeyh Bedreddin ilim sahibidir. O gün hayatta kalmış olması da ilmi yüzündendi. Çelebi Mehmed "İlim adamının idamı uygun düşmez" diye hayatını bağışlamıştı. O ilmini kötüye kullanmaya başlayınca gereğinin yapılmasına bakıldı.

Bedreddin Simavi'nin ve yandaşlarının amaçları: "Kadınları ayrı tutarak geri kalan her şeyde ortaklığı savunuyorlardı. "Ben senin evinde kendi evim gibi otururum; sen de benim elbiselerimi giyer, silahlarımı, arabalarımı -seninkileri kullandığın gibi- kullanırsın. Sadece kadınlar müstesnadır."

Son zamanlarda, bazı araştırıcılar Şeyh Bedreddin'i yeni görüşlerle takdim ediyorlar. Onlara göre işin iç yüzü, bizim takdime çalıştığımız gibi değil. Torlak Kemal, Börklüce Mustafa ve Şeyh Bedreddin Madalyon'un görünen yüzü; asıl amaç ise, onlar bahane edilerek Türk kıyımı yapılmıştır. Bu görüşe şimdilik, bizim inanasımız gelmiyor. Çelebi Mehmed gibi bir Pâdişah'ın zamanında, hele hele hiç münasip düşmüyor. Kendisi Türk, tebaası Türk, yönetici kadro Türk. Fatih'le beraber üst makamların gayri Türkler tarafından işgal edildiği doğru, o zamandan itibaren Türklerin harcanmaya başlandığı söylenirse, buna da -kısmen- evet denebilir. Şimdi bulunduğumuz zamana Şeyh Bedreddin'e dönersek:

Şeyh Bedreddin büyük sahtekârlardandır. İnsanların saf inançlarını bozmak için çok işler yapmıştır. Konumuzun esas kahramanı olmadığından dolayı, onunla ilgili malûmata girmiyoruz. Bâyezid Paşa tarafından Deli ormanda yakalanıp, sarayda bulunan Çelebi Mehmed'e teslim edilen Şeyh, bir mahkemede sorgulanıp, suçlu olduğu anlaşıldıktan sonra idama mahkûm edildi. Kendisi de mahkeme sonunda verilen cezayı hak edecek suçları işlediğini kabul etti.

Şehzade (Veya Düzmece) Mustafa (1420)

Timurlenk'in Osmanlı Devleti'nin başına açtığı belâların tükenesi yoktur. Senelerce birbiriyle uğraşan dört kardeşten üçünün hayata veda etmesiyle iktidar tek kişiye kalmış, o da bozulan çarkı düzeltmeye canla başla uğraşıyordu. Nice bir müşkül çözülmüş, artık "her şey tamam" denilecek safhaya gelinmişti ki, hiç akılda, hesapta olmayan bir adam çıkıverdi meydana, "Bu ülke, bu iktidar benim" diyor.

Timur Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bâyezid'i mağlup edince, Musa Çelebi ile Mustafa Çelebi'yi de babalarıyla beraber esir almıştı. Bilahare Timur'un yanında dolaştırdığı Bâyezid Han ölmüş, Musa Çelebi serbest bırakılmıştı. Şehzade Mustafa'nın Timur'la beraber yahut daha önce Türkiye'den ayrılıp Semerkand'a gittiği sanılıyor; daha sonra, Timur'un ölümü üzerine Şehzade Mustafa'nın da esaretten kurtulduğu ve Türkiye'ye döndüğü yazılır tarih kitaplarında: İ.H. Uzunçarşılı'nın incelemesine göre Türkiye'ye dönen şehzade bir müddet Niğde'de kaldı. (Karamanoğlu'nun elindedir Niğde.) Şehzade Mustafa Niğde'den Bizans İmparatoru'na gidip, oradan da Eflâk'a geçti ve Prens'ten kendisine yardım edilmesini istedi. İmparator Manuel Mustafa'nın gerçek olduğuna inanmıştı. Bâyezid'in şehzadesinden istifade etmek, onu Çelebi Mehmed'e karşı kullanmak en tabii hakkı idi. Bunu büyük bir zevkle yerine getirmeye başladı.

İmparator Manuel açık artırma usulü ile en fazla verenin elinde kalacaktı. Çelebi Mehmed’in verecekleriyle Şehzade Mustafa'nın vaatlerini karşılaştırınca Mustafa tarafı ağır bastı. İmparator, Çelebi Mehmed'le aralarındaki dostluğu bir kenara atıverdi. Rumeli, iki kardeşin savaş alanı olacaktı. İmparator'un ve Eflâk Prensi'nin yardımına ilaveten Niğbolu Sancak Beyi Aydınoğlu Cüneyd Bey de Eflâk’a giderek Şehzade Mustafa'nın yanında yerini aldı. Durumdan haberdar olan Çelebi Mehmed harekete geçerek Selanik'te karşılaştılar. Acı ama olmuştur. İki kardeşin iki Türk ordusu çarpıştı ve Şehzade Mustafa tarafı yenildi. Çelebi Mehmed kardeşini yakalayamadı. Selanik Kalesi'ne sığınan Şehzade Mustafa imdat istedi. Çelebi Mehmed, kale kumandanından kaçakların teslimini dileyince, kumandan İmparator'a danışması gerektiğini söyledi. Sonra, imparatordan gelen cevap asîlânedir. -art niyet yoksa- der ki, "Sen benim evladım, ben de senin baban makamında olmayı kabul ederek ahdettik. Eğer ettiğin yemini tutmak istemiyorsan haksız olanları Allah'ın adaleti cezalandırır; bana iltica edenleri teslim hakkındaki teklifini yapmak değil, dinlemek bile istemem. Bununla beraber bizim itikat ettiğimiz ekanim-i Selaseye -Baba-Oğul-Ruhul kudüs- yemin ederim ki, hükümdarlığım devam ettikçe ve sen hayatta bulundukça Mustafa ile Cüneyt mahbus kalacaklardır." Sonra Çelebi Mehmed'le imparator arasında bir anlaşma yapılmış, bu iki şahıs Bizansa ait Limni Adası'na gönderilmiştir. Bu anlaşmaya göre Çelebi Mehmed Bizans'a para ödemeyi kabul etmiştir. Bu para Şehzade Mustafa ile Cüneyd Bey ve yanlarında bulunanların masraflarının karşılanması için yeterli bir meblağ idi. O günün rakamı ile yılda 300 000 akçe.

Bu mesele böyle kapandıktan sonra, iki hükümdarın münasebetleri normal seyrinde devam etti. Çelebi Mehmed Asya'ya geçmek ister. Yolu İstanbul'dan geçecektir. İmparator kabul eder. Bazı, Bizans büyüklerinin fırsattan istifade etmek istemelerini imparator reddeder. Törenle karşılanır Birinci Mehmed. Ve dostça görüşmelerden sonra İzmit'e hareket eder.

Sultan Birinci Mehmed'in Ölümü (1421)

Çelebi Mehmet 1421 ilkbaharında Edirne'ye döndüğünde hastadır. Gelen elçilerle görüşemiyor çünkü inme inmiştir kendisine. Padişah, kurtulamayacağını bilir. Vezirleri Bâyezid ile Çandarlızâde İbrahim ve Hacı İvaz Paşa'ları davet eder. Onlara, kendisi ölünce imparatorun şehzade Mustafa'yı serbest bırakacağını, bunun da yine karışıklığa sebebiyet vereceğini anlatır. Amasya'daki oğlu Murad gelene kadar öldüğü haberini kimsenin duymamasını vasiyet eder. Diğer oğulları Mustafa, Ahmet, Mahmut ve Yusuf'tan son ikisini biraz fazla düşünür herhalde, onlar için "Bizans İmparatoru'nu vâsi tayin ettiği rivayet edilir." Son sözleri olarak şunları yazar, İ.H.D. "Tiz ulu oğlum Murad'ı getirdün. Ben hod bu daşekten kurtulmazum. Murad gelmeden ben ölürüm. Memleket birbirine tokuşur. Tedarük idün. Benüm vefâtum duyulmaya."

İşte, bir Osmanlı Padişahı’nın -belki-son sözleri!

Bâyezid'in sonunda memleket tutuştu. Nelerin olduğu henüz hafızalarda. Neler olabileceğinin tahmini zor değil. İsa Çelebi, Süleyman Çelebi, Musa Çelebi nasıl öldü? Bunları bilmeyen yok. Osmanoğlu'nu anlamak için biraz fikretmek kâfi.

Hakk'ın rahmetine kavuştuğunda 1421 senesinin Mayıs ayıdır. O memleketini güllük gülistan olarak devralmamıştı, tesliminde de pek gülistan sayılmazdı ama her taraf güllerle dolu, baharın kokusu yurdun dağına taşına sinmişti.

Padişahlar ölür, padişahlar gelir. Devlet daimidir Ebed-Müddet alan odur. O'nun nizamı sarsılmasın diye alınır tedbirler ve fedakârlıklar. Yeri gelince evlat, kardeş baba feda edilir ona. Onda bütün milletin hakkı vardır. Padişahlar bir millet adına onu yönetir...

Vezirler hiç kimseye Sultan Mehmed'in öldüğünü belli etmeden Şehzade Murad'ın yolunu beklerken, etrafa padişahın ağzından emirler yayıyorlar, kimsenin şüphesini çekmemeye azami gayret ediyorlardı. 40 gün sonra Şehzade Murad Bursa'ya gelir, tahta oturur, ondan sonra ölüm beyan edilir... Çelebi Mehmed'in Bursa'ya getirilen naşı Yeşil Türbe'ye defnedilmiştir.

Çelebi Mehmed çetin mücadelelerle dolu ömrünü tamamladığı zaman 32 yaşında idi. Bunun 11 senesi müşterek, 8 seneye yakım tek başına hükümdarlıkla geçmişti. 13–14 yaşında, içine atıldığı çalkantılı denizde, mücadeleye daha fazla gücü yetmemiş, delikanlı denecek bir yaşta vefat etmişti. Oğlu Murad 17 yaşındadır.

Deha sahibi olduğu ve bu dehanın oğlu Murad'a da geçtiği söylenir. Çelebi Mehmed, devletin ikinci kurucusu sayılır. Ahlaken kavi, padişahların büyüklerinden biri olarak bilinen Çelebi Mehmed'in hayır hizmetleri de çoktur.

"Muhtelif muharebelerde kırk yara aldığı rivayet edilir" diyor, İsmail Hami Bey. Timur depremiyle elden çıkan toprakların büyük kısmını tekrar devlete kazandırmış, devlet eski seviyesine yaklaşmıştır.

Şimdi bütün yük Sultan Murad'ın genç omuzlarında; görelim neyler.

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ MURAD

(1421–1451)

06qw7.jpg

Kimi tarihlerde onyedi, kiminde onsekiz yaşında tahta geçtiği söylenir. Bize göre her ikisi de çocuk yaşıdır. Lakin o çocuk sayılma, hatta delikanlı sayılma şansına bile sahip değildir. O ki Yıldırım Bâyezid Han oğlu Mehmet Han'ın oğludur. Osmanlı saltanatının sahibidir; büyük olmak mecburiyeti vardır. Davası büyüktür; güdecek. Meseleler çetrefillidir; çözecek. Devlet gemisi çalkantılı bir denizde yol almaktadır; selamet sahiline çıkartacak. Bütün bunların üstesinden gelemiyecekti ise, ne diye Veliaht oldu!

Sultan Murat, belki tercih etmezdi böyle bir hayatı. Belki asude bir köşede durgun bir ömür sürmek, şiirler yazmak, eşiyle eğlenmek isterdi. Çocuklarını sevmek, emsalleriyle oynamak isterdi! Kim bilir, belki de sadece padişah olmak, memleketi yönetmek, Sultan Murad olmak isterdi.

Her ne ister idiyse bilemeyiz. Bildiğimiz ve olmuş olan şu ki; İkinci Murad, babasının kırk gün gizlenen vefatından sonra, nefes nefese gelip Bursa'daki Osmanlı tahtına oturmuştur. Etrafında; gerektiğinde tecrübelerini dinleyeceği, gerektiğini sandığı zamanda da sert emirler vereceği aksakallı vezirleri vardı. Ama onlar ne kadar akıllı ve güngörmüş olsalar da hayatları Sultan'ın dudaklan arasındadır. Sultan Murat 18 yaşında, hepsinden büyüktür, hepsinden akıllıdır, öyle olmak zorundadır. İşler de o kadar çoktur ki, uzun uzun düşünmeye sabrı olmaz hiçbirinin. Bir yandan koca koca elçiler gelir, dili ayrı, dini ayrı ülkelerden; çok mühim şeyler söylenir. Kararı öğrenilmek istenir, acilen. Bazıları kabul etmese de, hatta kendisi kabul etmese de, "ben Sultan Yıldınm Bâyezid Han'ın kayıp oğluyum; hakkımı istiyorum" diyen ve babası Çelebi Mehmed'i uğraştıran bir Şehzade Mustafa var. Bu gerçek değil, "düzmece Mustafa'dır" demekle halli mümkün olmayan bir meseledir.

Şehzade Mustafa Olayı

Mustafa, bir süre önce Çelebi Mehmed'le savaşmıştı, şimdi onun oğlu ve kendi yeğeni Murad'la savaşın eşiğinde bulunuyor. Hep söylüyorum ya, ne acı şey! Birbirini hiç görmemiş olan amca ile yeğen can verip can almak için karşılaşmak istiyorlar. Bunlar da herkes gibi maddi varlıkları ve ruh dünyaları olan insanlar.

Bunlarda da sevgi var, akrabalık duyguları var, merhamet var; belki bir karıncayı bile incitmek istemezler... Ne yazık ki, bulundukları mevkide merhamet etmeye hakları yok. Burada Mustafa'yı suçlayabiliriz! Amma, o da "gaspedilen hakkımı alacağım ve ben bu devleti daha iyi yönetirim" diyor. İkinci Murad'a söylenecek hiçbir söz yok ve devlet kıskanç, ortak kabul etmez. İllaki rakipsiz bir sultanın kudretli elinin altında olması lâzım.

Bu kargaşalı durum yaşanırken Bizans'tan Sultan Murad'a elçiler önemli tekliflerle gelirler. Derler ki: Babanla yapılan anlaşma gereği amcan Mustafa elimizdedir. Şimdi "Sen bize iki kardeşini rehin olarak vereceksin.

Onların masraflarını da karşılayacaksın. Kardeşlerin bizim elimizde buluna ki, senden emin olalım. Yoksa amcanı serbest bırakır tahtına ortak yaparız; başın dertten kurtulmaz!" İstenen şehzadeler sekiz yaşındaki Yusuf ile yedi yaşındaki Mahmud'tur.

Bu iki şehzade ile ilgili, babalarının "imparatoru vasi tayin ettiği rivayeti" vardı. Asılsız olmalı ki, Sultan Murad teklifi kabul edemez. Saltanat atabeği olan Vezir-i Âzam Bâyezid Paşa cevabı elçilere iletir. "İmparatorla dost kalmak evlâdır. Çocukların manevî babası olması da iyi olur, lâkin Müslüman olan bu çocukların ayrı dinden birinin terbiyesine verilmesi İslâmiyet’e aykırıdır. Hazreti Peygamber'in sünnetine uymaz" der.

Devlette iki Başlılığa Doğru İlk Adım

Ankara Savaşı'ndan sonra Timur iki Şehzadeyi memleketine ******ürmüş, birini bir sene dolmadan serbest bırakmıştı. Diğeri, yani Mustafa Timur öldükten sonra serbest kalıp Anadolu'ya gelmişti. Mustafa, devlet yetkilileri tarafından tanındığı halde, düzenin yeniden bozulmaması uğruna sahtekâr ilan edildi. Bizans gibi bir komşunun bulunması Osmanlı'nın müşkülâtsız kalmaması için kâfi idi.

Şehzade Mustafa İmparatorla Çelebi Mehmed'in aralarında vardıkları anlaşmaya binaen ada hapsinde tutulacaktı. Devletlerarası anlaşmaların temel harcı menfaattir. Hele de Bizans, devletlerden biri ise! Baba rolü oynayıp, çelme takmak en tabi hakkıdır. Her şeyin devamlı menfaati istikametinde dönmesi ile Bizans'ın dost yüzünü gösterir; aksi halde onlara göre belirlenmiş kurallar vardır, onlar sahnelenir.

Elçiler, imparatorlarına üzgün dönerler. Sultan Murad'ın olumsuz tavrı, onları da olumsuz davranışa iter. İhtiyar Manuel'e rağmen oğlu Yuannis Şehzade Mustafa'yla anlaşmayı yeğler. Dimitriyos Laskariyus adlı generali gönderip Mustafa'dan tavizler kopararak anlaşma yapmasını isterler ve bunu sağlarlar. Çelebi Mustafa Rumeli'de hükümdarlığını ilan eder. Gelibolu'yu Bizans'a teslim etme vaadinde bulunur. Tabi Gelibolu'nun yanısıra neredeyse sahip olduğu ve olacağı her şeyi bölüşmek gibi ağır sözler de verir.

Bizans'ın desteğiyle Gelibolu'ya çıkan Şehzade Mustafa tesirli konuşmalar yaparak pek çok taraftar toplar. Kendisi için "düzmece" diyenlerin sözlerini çürütüp, şehzade olduğuna halkı inandırır. Gelibolu'yu korumak için gelen Sultan Murad'ın kuvvetleriyle Cüneyd Bey komutasındaki Şehzade Mustafa'nın adamları savaşırlar. Cüneyd Bey daha güçlüdür, kalenin kumandanı Şah Melik de azimli, teslime yanaşmaz. İşin kolay olmayacağı anlaşılınca, Şehzade Mustafa Cüneyd Bey'i bırakıp Edirne'ye gitmek ister. Şehzade iki taş arasına sıkışmış buğday tanesi gibiydi. Halka kendisini kabul ettirmenin verdiği rahatlığı Bizans'a verdiği sözle kaybediyordu. Yeğeni Sultan Murad'dan ne kadar memleket alırsa, verdiği sözü gereği büyük bir kısmını Bizans'a bırakacaktı ki, bunu, kendisini destekleyenlere kabul ettirmesi mümkün değil.

Sultan Murad'a gelince: Önceleri fazla ciddiye almadığı meselenin halli kolay görünmüyordu. Vezirlerim topladı. Tarihe, büyük insanlar olarak geçecek olan bu vezirler Vezir-i Âzam ve Beylerbeyi Bâyezid Paşa, ikinci vezir Çandarlızâde İbrahim Paşa, üçüncü vezir Hacı İvaz Paşa idi. Ayrıca, Timurtaş Paşa'mn oğulları Umur, Ali ve Oruç Beyler toplantıya iştirak etti.

Nasıl hareket edileceği hususunun tartışıldığı bu toplantıda, Bâyezid Paşa'nın Şehzade Mustafa üzerine yürümesi kararlaştırıldı. Paşa Bursa'dan az bir kuvvetle ayrıldı. Edirne'de takviye aldı ve Şehzade ordusuyla Sazlıdere denen mevkide karşılaştılar. "Sahtedir, yalandır, Şehzade değildir" sözlerini silip, Şehzade olduğuna inandırdığı nispette Mustafa'nın ordusu güçlendi. Bâyezid Paşa'dan ayrılıp onun tarafına sığınmalar başladı. Paşa'nın elinde savaşacak güç kalmadı.

Çaresiz kalan Bâyezid Paşa da teslim oldu. Kardeşi Hamza Bey'le beraber esir muamelesine tâbi tutulan Paşa, zincire vurularak Şehzâde'nin huzurunu çıkarıldı. Meşhur, İzmiroğlu Cüneyd Bey'e teslim edildi.

Cüneyd Bey bazen karakter zaafı görülen bir kişiydi. Bâyezid Paşa'yla aralarında geçmişten gelen bir husumet var imiş ki, onun acısını çıkarmak ister. Hammer'in ifadesine göre: Cüneyd Bey'in bir damadı varmış ve bu Arnavudmuş.

Bâyezid Paşa, hangi sebepten ise bu damadı hadım etmiş. Şimdi Cüneyd Bey'in, eline düşen Bâyezid Paşa'ya hiç acıyası yok. Kardeşi Hamza Bey'e hürriyetini iade edip Bâyezid Paşa'mn boynunu vurdurdu.

İleride yaşanacak olaylar Cüneyd Bey'i Hamza Bey'i affettiğine pişman edecektir...

Şehzade Mustafa kendisini halka sevdirmeyi başarmış, etrafına insanları toplayabilmiştir. O yılların, hatta çağların çok mühim simaları olan Akıncı Beyleri -ki fetihlerde en önemli unsur onlardır- Mustafa'nın yanındadırlar. Bunlardan Evrenos oğulları, Turhan oğulları ve diğerleri... Onu hükümdar olarak tanırlar, adına sikke kesilir.

Osmanlı Türk Devleti tekrar iki başlı olur. Edirne'de hükümdar Mustafa Çelebi; Bursa'da İkinci Murad. Bunların haklı haksız olmalarından ziyade, olayların anlatılmasına, daha doğrusu nakline çalışırken sıkıntıya düşüyoruz. Ekseri tarihçiler olayların tarih sıralamasında hata yapıldığını yazarlar. Bu hataların düzeltilmesi önemli olsa da şart mıdır, bilemeyiz. Şimdi: Rumeli tarafında bir hadise cereyan ediyor, aynı zamanda Anadolu'nun üç ayrı yerinde benzerleri yaşanıyor. O kadar hızlı akıyor ki savaşlar, barışlar, almalar, vermeler. Bunlar kayda geçerken sıralarının değişmesi, belki olağandır!

Sultan Murad amcasıyla uğraşırken, diğerleri boş durur mu? Bir sürü beyliğin gözü onun üzerindedir. En küçük fırsatta başkaldırılar birbirini takip eder. Karamanoğlu devamlı öncüdür. İsyanda yarışı kimseye kaptırmaz. Bu, biraz da kendisini Selçuklu'nun varisi sayıp Osmanoğullarını gâsıp yerine koymasından ileri gelirmiş. Germiyanlı isyanda, Menteşeoğlu isyanda, Saruhanoğlu keza! Ve İkinci Murad, başındaki önemli gaileden kurtulana kadar herkese mavi boncuk dağıtma durumundadır. Babasının devlete kattığı yerlerin bir kısmı devletten kopar.

Edirne'de sultan olan Şehzade Mustafa'nın iştahı Anadolu için kabarmaya başlar. "Beylikler Murad'a başkaldırmıştır. İstifade edelim" diye düşünür. Gelibolu muhafızı kaleyi Mustafa'nın adamına teslim etmiştir. Bu adam Dimitriyos'tur ve aslında Bizans'ın adamıdır. İmparatorla Şehzâde'nin anlaşmasında; alınırsa, Gelibolu'nun Bizans'a bırakılması var idi. Dimitriyos buna hazırlanırken Cüneyd Bey mâni olur. Şehzâde'ye durum arz edilir. O da "Böyle bir şeyin yapılması lâzım amma, bunu Türklere nasıl anlatabilirim? Hükümdarlığım tanınmaz" diye mazeret beyan eder. Şehzade Mustafa bu hareketiyle imparatorun gözünden düşer.

Bunu haber alan Sultan Murad hemen işe el atıp, Şehzâde'nin yerine geçmeye çabalarsa da, tavizsiz bir şey elde edemez.

Bu işi üstlenen yeni Vezir-i Âzam Çandarlı İbrahim Paşa'nın nice dil dökmesi de imparatoru yumuşatamaz. Mustafa işin peşini bırakmış değildir. Elçi gönderip, der ki, imparatora, "Sen bu işte tarafsız kal; harbin sonunda Gelibolu'yu alacaksın." Mustafa'nın bu başarısı Murad'a da başka basarı getiriyordu. O da Foça yöneticisi "Padestası"yle anlaşır. Foçalı'nın işlettiği şap madenlerinden doğan borçları var, ödeme zorluğu çekiyor. Sultan Murad bu alacağı bağışlar, Foça'nın deniz gücünü yanına alır.

Sultan Murad amcasının işini bitirmek için tedbirler ararken "Edirne'de Mustafa Çelebi zevk ve sefaya düşmüş." Cüneyt Bey uyarır onu. O da hemen kuvvetlerini toplayıp, Gelibolu'ya gelir. Oradan Lapseki'ye geçer. Murad'la anlaşması olan Foçalıların donanması bu geçişe mâni olamaz. Mustafa Çelebi'nin 12 bin atlı 5 bin yaya askeri üç gün sonra Bursa'ya doğru yürür.

Ulubat Suyu'nun İki Yakası

Kâh Çelebi Mustafa deniyor, kâh Şehzade Mustafa, ikisi de aynı. Güzel konuşmasıyla insanların gönlünü çelen Şehzade Mustafa Akıncı Beyleri'nin kendi safına katılmasıyla epey kuvvetlendi. Amcası, II. Murad'tan daha yaşlı ve tecrübeliydi. Bursa'ya doğru muzafferane geliyordu. Sultan Murad onun gelişinden endişeye kapıldı. Amcasını Bursa'ya sokmaması; bunun için Ulubat Köprüsü'nün tutulması lâzım. Kendi yanında kuvvetli kumandanlar vardı ama karşı taraf daha yiğit kumandanlara sahipti. Asker sayısı bakımından da Şehzade daha öndeydi.

II. Murad savaşa hazır olsa da içini rahatlatabilmiş değildi. Hammer'in kaydına göre Bâyezid'in damadı Emir Sultan I. Murad için üç gün duâ etmiş, Mustafa üç gün burun kanamasından muzdarip olmuş. Bu hâl Mustafa'nın adamlarının moralini bozmuş, devamlı burun kanaması yenilgiye alâmet sayılmış. Savaşa gelince:

Şehzade Mustafa'nın bir saldınsı Yeniçeriler tarafından püskürtüldü. Herşeyin mubah sayıldığı ana-baba günü yaşanıyordu. Bütün maharetler ortaya konacak; harb hilesi olarak akla gelenler uygulanacaktı. Bu bağlamda iki taraf için de yol açık; başaran yaşayacak, öbürüne gidecek yer yok. Ya hemen ya biraz sonra, ama mutlaka ecelle kucaklaşacak. Bu söylediğimiz amca yeğen için geçerlidir. Öbürlerini her türlü şans yahut şanssızlık sarmaya hazır.

Mihâloğlu, Köse Mihâl'in torunlarından, Akıncı Beyi olarak askerin kalbinde taht kurmuş bir kahraman. Bir rivayete göre Mihâloğlu Tokat'ta hapis yatmaktaydı. Onun bu savaşa ne kadar tesiri olacağını bilen silah arkadaşları Sultan'a rica edip serbest kalmasını sağlamışlardı. Şimdi o da Ulubat önünde bulunuyor ve birçok silah arkadaşı Şehzade tarafında.

Gece, Mihâloğlu çayın kenarından karşı taraftaki arkadaşlarını isim isim çağırdı. Uzun zamandır kayıp olan Mihâloğlu öldü sanılıyordu. Sağ salim sesini duyan, buna çok sevinen arkadaşları, onun dediği "burada hakiki Padişah dururken bir düzmecenin yanında yer almanız münasip midir" sözü tesirini gösterdi. II. Murad tarafına geçeceklerine dair söz verdiler. Sultan Murad'da Cüneyd Bey'i önemli vaatlerle çağırdı.

Önemli sayılan simaların Sultan Murad tarafına kazanılması devam ederken, bir de şayia yayılır Şehzade'nin askerleri arasına."Şayet Şehzade Mustafa bu savaşı kazanırsa memleketi Bizans'a teslim edecek" denir. Bunun üzerine şehzadenin askeri bozulmaya, Rumeli uç beyleri Murad'ın safına geçmeye başlar. Mustafa'nın durumu çok sarsılır.

Neticeyi tahmin edince, kaçmayı dener. Askerlerinin çoğu kılıçtan geçirildikten sonra, var gücüyle, yol teper. Edirne'ye kadar gelmeyi başaran Mustafa, burada iyi karşılanmaz. Herkes ondan yüz çevirmiştir. İnsanların yaptığı yanlışlar mutlaka karşısına çıkıyor. Mustafa yanında ve etrafında bulunanlara iyi ve dürüst davransaydı, belki felâketi bu kadar çabuk olmazdı. Sultan Murad yaşının küçüklüğüne rağmen, sözü dinlenecek insanlardan istifade etmeyi bilmiştir. Bursa'da mevcut gücüyle, Mustafa'ya karşı koyması zor iken, Emir Sultan'ı dinler. Tokat'ta hapis bulunan Mihâloğlu Mehmed Bey'i serbest bıraktırıp yanına getirtir. Mihâloğlu'nun, Mustafa tarafındaki eski arkadaşlarını isimleriyle çağırması, onları saf değiştirmesi, bir kaderin de değişmesini sağlar. Zafer Murad'ın olur, hezimet Mustafa'nın.

Şehzade Eflâk’a kaçmak isterse de başaramaz. Murad'ın adamları tarafından Tunca Nehri kenarında yakalanıp, Edirne'ye Sultan'ın huzuruna getirilir. Amca yeğen karşı karşıya gelince, bakışları, duruşları, gönülleri, vicdanları nasıldı bilemeyiz. Kahraman ve taht sahibi olan yeğeninin mağlup ve hâin durumundaki amcaya yüz vermediğini yazar, tarih kitapları.

Şehzade Mustafa'nın Öldürülmesi (1422)

Uzunçarşılı Dukas'dan aldığı notta der ki: "Mustafa'yı Murad'ın huzuruna getirdiler, o da bir cânî gibi umûmî meydanda asılmasını emreyledi. Mustafa bu surette idam olunmasını istemedi. Murad bunu Osmanlı sülalesinden olmadığını ispat için yapıyordu; bittabi herkes buna inanmıyordu. Sultan Murad halka bunun için, "İmparator Manuel'in ortaya çıkardığı düzme adamdır". Hâlbuki işin hakikatini anlamak isterseniz bu Mustafa Bâyezid'in oğlu idi..." Gerek Cengiz hanedanından ve gerek Osmanlılarda hükümdar hanedanından katli lâzım gelenler boğulmak suretiyle öldürülürlerdi. Mustafa Çelebi'nin asılmak suretiyle idam edilmek istememesi bundandır."

Sultan Murad alelade biriymiş gibi asılmasını emreder ve Şehzade Süleyman hisar burcuna asılır.

Düzmece miydi, sahi miydi? Ciddi araştırma yapan tarihçiler onun Bâyezid oğlu Mustafa olduğu kanaatindeler. Bir buçuk senelik saltanatı devamlı ölüm kalım düşünce ve mücadelesiyle geçen bu şahıs sahneden çekilerek yeğeni İkinci Murad'ı iktidarda rakipsiz bırakmıştır. Tarih: Mart 1422

İstanbul Muhasarası

Sultan Murad tek başına Türk hükümdarı olarak kalınca, Bizans, hemen elçiler gönderip aralarında tatsızlaşan durumu düzeltmek istedi.. Tatsız durumun sebebi olarak da, şimdi hayatta olmayan Bâyezid Paşa'yı gösterirdi.

Sultan Murad'ın kafasında İstanbul muhasarası var. Elçilere yüz vermedi. Gelen hediyeleri de kabul etmedi. Hatta elçileri bir süre için tevkif ettirdi. Donanma hazırlanıp 30 bin kişi ile Haziran'da İstanbul önlerine gelirken elçileri bıraktırdı. İmparatora, geleceği haberini gönderdi.

Hammer ‘e göre asker sayısı 20 bindir. Şehzade Mustafa meselesinin Bizans tarafından tezgâhlanışı Sultan Murad'ın bilmediği bir şey değildi.

Şehzâde'nin bertaraf edilmesi kolay olmamış ve Sultan'a ecel terleri döktürmüştü. Bunu da ihtiyar Manuel biliyordu. Bir meselenin iyiliği-kötülüğü, zorluğu-kolaylığı ne kadar şiddetli ise doğurduğu sevinç veya öfke de o derece şiddetli oluyor.

Mustafa amcası Sultan Murad'ı çok üzmüş, çok korkutmuştu. Hiç kimseye açıklayamasa da ölümüne üzülmüştü. Benzeri olaylar daha sonra görülecek.

Osmanoğlu devletin birliği, dirliği için kendi kanından olardan dahi feda ediyor ama acısına katlanıyor. Ve son ameliyeyi yapanın genellikle canı bağışlanmıyor.

Bütün bu anlatılanlar Sultan Murad'ın içinde bulunduğu ruh halini, Bizans'a duyduğu öfkeyi aksettirebilmek içindir. Bizans'ın elçileri, bir rivayete göre Sultan'la hemen görüşememişler. Savaş hazırlığı tamamlandıktan sonra, yürümeye hazır vaziyette iken sefirleri huzuruna getirtmiş ve demiştir ki: "Cevabı bizzat kendim getireceğim."

Bizans'ın muhasarası çok şiddetli çarpışmalarla dört ay sürmüştür. Kadınıyla erkeğiyle iyi müdafaa edilmiştir. Haziran'da başlayıp Eylül'de sona eren muhasaraya ayrı bir özellik veren Emir Sultan'dır. Anlatıldığına göre 500 dervişiyle beraber savaşa iştirak eden Emir Sultan kılıcını çekip, "Allah Allah" nidalarıyla hücum etmiştir. Bizans'ın canı çıkacak hale geldiyse de, beri tarafta hayata geçen bir hile, son darbeyi 31 sene ileriye havale etti.

Küçük Şehzade Mustafa

İmparatorun bir eli Anadolu'dadır. Beyleri, Sultan Murad aleyhine kışkırtır. Anadolu Beyleri'de Sultan Murad'ın 13 yaşındaki kardeşi Mustafa'yı baştan çıkartırlar. Mustafa, Karaman ve Germiyan kuvvetlerinin başında, Bursa'ya gelir. Bundan sonra destekçileri artarsa da Mustafa başarılı olamaz. Sultan Murad İstanbul'un zaptı için bir miktar asker bırakıp Edirne'ye gider, Mihâloğlu'nu Bursa'ya gönderir. Mustafa tutunamaz Mihâloğlu'nun karşısında. İstanbul'a kaçar, İmparator'a sığınır. Şu tarihimiz ne kadar sürprizlerle doluymuş. Ne kadar acayip, hatta garaip olaylarla doluymuş. İftihar etmeye yeltendiğimiz hadiselerin çoğunun bile, ilerisinde, gerisinde can sıkıcı manzaralara şahit oluyoruz. Mihâloğlu'nu hatırlayınız! Osman Gâzî zamanında Bilecik ve Bursa civarında bulunan bir sürü tekfurdan biri de Köse Mihâl idi. Bu Köse Mihâl Harmankaya denen mahallin idarecisi idi. İyi insan idi. Osman Gâzî'yle önce dost oldu. Sonra Müslüman olup, İslâm adına Türklerin yanında çok büyük işler gördü... Şimdi Bursa'ya, devleti çökertmeye gelen Mustafa Osman Gâzî'nin, onu püskürten Mihâloğlu da o Köse Mihâl'in ahfadındandır. Mihâloğlu işini bitirip, Sultan Murad'ın yanına geliyor, küçük şehzade Mustafa Manuel'e sığınıyor!

Mustafa Manuel'in yanında fazla kalamaz. Oradan Rumeli'ye geçer, tutunamayıp gelir Kocaeli'ne, bir müddet sonra da İznik'e. Mustafa'yı oradan Karaman'a ******ürmek isteyen Germiyan ve Turgutlu kuvvetlerine mâni olunuyor. Şarabdâr İlyas adlı şahıs, şehzadeyi İznik'ten ayırmıyor.

Mihâloğlu Mehmed Bey İznik'i basar; kendisi çarpışmada ölür. Mustafa Çelebi yakalanıp Sultan Murad'a ******ürülür. Şehir dışında bir yerde boğularak öldürülen Mustafa'nın naşı Bursa'ya gönderilir. Babasının türbesine defnedilir.

Sultan Murad, kısa zamanda bir amca, bir de kardeş engelini aşar! Bunların ortadan kaldırılmasına ne kadar sevinir, ne kadar yanar bilinmez. Bilinen o ki, süresi belli olmayan bir zaman için kafası rahatlamıştır. Devletin bekası için yapılacak işleri düşünmektedir.

Eflak, Mora ve Arnavutluk Seferleri

Sultan Murad önce amcasından, kısa bir zaman sonra da küçük kardeşinin isyanından kurtuldu. İkisi de verdiği rahatlama kadar yüreğine yara açtı. Devamlı görüle gelen hadiselerdendir, Osmanlı Padişahı bir gaile ile uğraşıyorsa, bunu fırsat bilen birileri çıkıyor. Bu defa Candaroğlu İsfendiyar Bey harekete geçti.

İkinci Murad İsfendiyar Bey'le fazla uğraşmadan işleri yoluna koydu. Bey'in güzel torunu Hatice Halime Hatun'la evlenerek akrabalık tesis etti. Kendi kız kardeşini de İsfendiyar Bey'in oğlu İbrahim Bey'e verdi. Padişahla Hatice Hatun'un düğünleri Bursa'da yapıldı. Candaroğulları'yla beraber Eflak baş ağrıtmaya başlamıştı. Kısa aralıklarla sürecek olan bu ağrının yeni adı Drakul.

Eflak Prensliği Mirçe'de iken Dan diye biriyle kapışınca olmuş, bu kapışmada Macar Kralı Sigismond Mirçe'yi, Türk Sultam Dan'ı tutmuştu. Böylece hâkimiyet Dan'ın eline geçtmişti. Wlad Drakul geldi, Dan'ı öldürdü; Prensliğe sahip oldu. Drakul'un manası şeytan demektir. Türk milleti buna Drakula diyor. Asıl meşhur ismi Kazıklı Voyvoda. Maceraları ileride nefretle görülecektir.

Wlad Drakul, Osmanlı'da yaşanan karışıklığı, Sultan Murad'm meşgalesini fırsat bilip toprak ihlâline girişti. Haberin Sultan'a ulaşması zor değildi. Haberi alınca üzerine gitmekte zor değil. Firuz Bey Drakula üzerine gönderildi. Kısa zamanda mağlup olan, haraca bağlanan Drakula iki oğluyla beraber Edirne'ye gelip itaatini arzetti.

Arnavutluk ve Mora Seferleri'ne Evrenosoğlu İsa Bey gönderilmişti. İsa Bey Adriyatik sahillerine kadar ilerledi. "Şimali Arnavudluk'taki Mirdita Bey'i ve meşhur İskender Bey'in babası "Ghion Kastriyot" işte bu seferde mağlup edilip itaat altına alınmış ve dört oğlunu rehine vermek mecburiyetinde kalmıştır." İlerde başımıza belâ olacaklardan biri de Kastriyot'un oğlu İskender Bey'dir.

İsfenderoğlu İsa Bey Arnavudluk'tan sonra Güneye yönelip, Bizanslılar'ın yaptırdığı Türkler'in "Gürdüş" dediği Korintos Suru'nu yıktırdı.

"Hikâyet-i Mezid Bey"

Araya bir hikâye sıkıştırmanın ne zararı var? Herhangi bir yakınını saltanat davasında kaybeden Pâdişah'ın dünyasını anlamaya yardımcı olacak bir hikâyeyi -ki adı hikâyedir- buraya alıyor Sultan Murad'ın acısına ortak oluyoruz.

"Şöyle rivayet olunur ki, Küçük Mustafa'yı Sultan Murad gayet severdi. Öldürttükten sonra dahi daim anardı. Sohbette mest olunca Mezid Bey'i görüp, "Mezid, sen benim kanlımsın" derdi. Mezid Bey bu sözü işitince, kendinden geçerdi. Mezid Bey, gördü ki, Hünkâr mest oldukça, bu sözü adet edindi. Bir gün yine deyince, Mezid Bey dahi başını ortaya koyup, eyitti: "Hâşâ Sultanım, ben onun bir kılına zarar edem" dedi. Hünkâr bu sözden gayet sevindi. Zira Mezid Bey'i severdi, öldürmeye kıyamazdı. Andan Hünkâr Mezid Bey'e "Billahi Mezid bu sözünde gerçek misin?" Mezid Bey dahi yemin edip, Hünkârı inandırdı. Andan Murad Han Küçük Mustafa'yı öldüreni teftiş edip, buldurup, boynunu vurdurdu. Mezid Bey dahi töhmetten halâs olup, mertebesi dahi yüce oldu."

Birçok Olayın Özeti

Sultan Murad her işi sıraya koyup, birer birer halletmek istemektedir. Almanya ve Macaristan'dan emin olup, Anadolu Beylikleri davasına geçecekti. Bunun için elçiler gönderip Sigismond'un gönlünü alıyor, ne kadar süreceği meçhul bir dostluk kuruluyordu.

Çandaroğlu İsfendiyar Bey'le akraba olup işi tatlıya bağlamıştı. Bir sene sonra Aydın ve Menteşe beylikleri mesele olmaktan çıkartıldı. Şehzade Mustafa'yla hareket edip, sonra da ondan ayrılınca kaybettiği Beyliğe tekrar kavuşan Cüneyd Bey öldürüldü. Hamid Teke devleti de haritadan silindi.

Bütün Beylikler meselesi ortadan kalksa, hatta bütün dünyadaki düşmanlar Osmanlı Devleti'ne dost olsa, yine de Karamanoğlu düşmanlığı bitmeyecek gibi görünüyor. Epeyce yola gelmelerine, kaç tane akrabalık kurulmasına rağmen, bir kuyruk yarası uzayıp gidiyor...

Sultan Murad'ın, Anadolu'daki Beylikleri Osmanlı Devleti'ne bağlaması, Türk birliğini Anadolu'da sağlaması yolundaki başarılı çalışmalarını Yılmaz Öztuna şöyle hülâsa ediyor:

"— Türkiye'nin birliği yolunda II. Murad çok büyük basan kazanmış ve dedesinin mirasını adım adım toplamıştı. Aydın Teke, Germiyan, Menteşe Beylikleri, Hamid ve Saruhan Beyliklerinden sonra tamamen tarihe karışmıştı. Şimdi Osmanlılara bağlı Türkmen Beylikleri olarak hayatlarını muhafaza edenler, Çandar, Karaman Beylikleri ve Memlûklular ile Osmanlılar arasında bir tampon devlet olan Dulkadir Beyliği kalıyordu. Üçüyle de Osmanoğulları son derece sıkı akrabalık münasebetleri kurmuşlardı. (II. Murad'ın annesi Dulkadir prensesidir.) Çukurova'daki (Adana ve Tarsus) Ramazan Türkmen Beyliği ise Memlûklere tâbi idi."

Canik Kalesi'nin Alınması

Bir sürü Beyliğin alınışını sadece başlıklarla verdik amma, küçücük bir kalenin hikâyesini anlatacağız. Buradaki maksadımız sadece, hiçbir şeyin, biraz sonra ne olacağının, nasıl olacağının bilinemeyişine bir misal vermektir:

Eski Türk ailelerinden biri, yani, Taceddin oğullarından Alparslan oğlu Hasan Bey. Hüküm sürdüğü yer Ordu-Çarşamba civarı. Samsun Osmanoğullan tarafından alınmış. Hasan Bey'in yerlerine dokunulmamıştı. İkinci Murad Lala Yörgüç Paşa'yı bunun yerlerini almaya memur etti. Yörgüç Paşa yapmakta olduğu düğüne Hasan Bey'i davet etti. Yörgüç Paşa hileci, dessas bir adam ve Hasan Bey bunu biliyor, düğüne gelmedi; haber gönderdi:

"Eğer bu davette maksat elimdeki harap ormanlığı almaksa, emir Pâdişâhındır. Pâdişâh bana da bir yer ihsan eder" dedi.

Hasan Bey bu cevabı verdi. Fakat Paşa'nın gelmekte olduğunu da öğrendi. İnatlaşıp, Paşa'nın gazâb oklarına hedef olmamak için kendisi gitti. Yörgüç Paşa kafasına koymuş ya, Hasan Bey'i tevkif edip Padişah’a yolladı. Bursa hapishanesinde yeri ayrılmış olan (1428) Hasan Bey'in Çarşamba'daki yerleri zaptedildi. Ailesi Amasya'ya getirtildi. Hasan Bey mi fazla becerikliydi, göz mü yumuldu her neyse, hapisten kaçtı. Pâdişâh belli ki aktif insanları seviyor, hapisten kaçan Hasan Bey'e iki sene sonra Rumeli'de Gümülcine Sancağı verilerek ailesi de yanına gönderildi.

Bir Hasallik-Bir Paşa

Hacı İvaz Paşa çok muhterem bir insandır. Devlet adamı olarak gerekli meziyetlerden hiçbir noksanı yok. Sultan Murad'ın kendisine itimadı sevgisi ziyadedir. İyi takip edilince Padişahların hayatları kendi hayatları değil de bir devletin hayatıymış gibi görünüyor. Yaptıkları o kadar çok iş var ki onların verdiği elemi normal bir insanın kaldırabilmesi mümkün değil. Canından da fazla sevdiği bir canı rahatlıkla harcıyorlar. Allah kimseyi Pâdişâh etmesin, demek makbul bir dua olsa gerektir. Şimdi Hacı İvaz Paşa'nın hikâyesine bakacağız:

"Sultan Murad'ın veziri Hacı İvaz Paşa'yı Hünkâr'a yanlış anlattılar. "Kul ile ittifakı vardır. Beyliğe kast eder. Hatta Sultan'ın üstüne hurûc etmek ister ve hem divana geldikçe kaftanı içinde cebe -zırh- giyer" dediler. Andan Hünkâr bu sözden hayli müteellim, -elemli- olup, bir gün atla giderken Hünkâr arkasına el urup, cebe giydiğine muttali oldu. "Bu nedir?" dedi. "Kuldan korkarım" deyip, kendisini gammazlayanların sözünü tasdik etti. Andan Sultan Murad buyurdu. Hacı İvaz Paşa'nın gözüne mil çekip, kör ettiler."

1425–1430

Türkiye Venedik harbi, Venedik'in her meseleye burnunu sokmasından çıktı. Türk donanması Venedik'e ait bazı yerleri yaktı. Macaristan Venedik'e yardım etmek istedi ama o da bozguna uğratıldı. Sırbistan ile Osmanlı'nın arası açıldı. Bunun sebebi; ölen Despot'un yerine geçen II. Murad'ın tanımaması idi. 1428'de Macarlarla Güvercinlik mevkiinde savaşan Vidin Sancakbeyi Sinan Bey zafer kazandı. Kral Sigismond canını kurtardığına sevindi.

Bir de önemli simaların vefatları var bu yıllar içinde. Şâir Şeyhî, Çandarlı İbrahim Paşa, Hacı Bayram Veli ve Emir Sultan Hakk'ın çağrısına boyun eğerek ebedi âleme göçtüler.

Şâir Şeyhî'nin asıl adı Yusuf Sinan olduğu halde Hacı Bayram tarafından verilen "Şeyhî" mahlası ile tanınmıştır. Adının sonunda "Germiyâni" denmekle Germiyan Türkü olduğu vurgulanmıştır. Sultan Murad'la yakın münasebette idi, ki onun emriyle "Hüsrev-ü Şirin" ünlü hikâyesinin Türkçe nazmına başlamıştı. Şeyhî'nin hayatı, başladığı eserin tamamlanmasına yetmedi. Lafı uzatmadan, onun beyitlerinden biriyle şâir yönünü anlamaya çalışalım:

Gül yüzün mecmuasından

nice kim defter düzer

Verir evrakın yele çok nüshasın

ebter düzer

Hacı Bayram-ı Veli Orhan Gazi döneminde Ankara'da doğdu. Tahmin edilen tarih 1352'dir. Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde Padişahlar anlatıldıktan sonra, Bab 158'de.

"Sual: Ey Derviş" diyor ve Ahmed Aşıkî kendi kendine soruyor: Bu Osmanlı Hanedanı'nın menakıbını ki ihtisar ettin, bunların zamanında Tanrı'ya yakın bilginlerden, dervişlerden, hayırlı insanlardan kimse yok mudur ki onları anmadın?"

Vardır, dedikten sonra Osman Gazi zamanından Dursun Fakı ile başlıyor, ne kadar tarife uyan simalar varsa sıralıyor, bir yere geliyor ve: "Anadolu'dan Hacı Bayram ortaya çıktı. Bunlar dahi duaları kabul ve kerametleri zahir azizlerdi." diyor,

Eldeki bilgilere göre Hacı Bayram'ın mürşidi Bursa'daki Somuncu Baba'dır. Şeyhi'nin yanından ayrılırken "Sultanım, ne amel üzere olalım, sanat bilmem, ne işleyelim? deyince, "Ekin ek, burçak ek" cevabını almış ve Ankara'da çiftçilikle iştigal etmiş. Ne kadar çiftçi görünse de, onun başka bir insan olduğu keşfedilmiş, etrafında dervişler kümelenmeye başlamıştı. Hatta o kadar çok insan birikmiş ki etrafında, Sultan II. Murad bundan rahatsızlık duymuş.

Menkıbelerle süslenen Hacı Bayram-Sultan Murad diyaloguna da, vezir zehirlenmesine de itibar etmiyoruz. Amma, şunu gerçek kabul edenlere uyarak biz de aktarmalıyız: Hacı Bayram'a intisab edenlerin sayısı haddinden fazlaydı. Bir de, bunların vergiden muaf olmaları Ankara çevresinden devlet gelirini düşürmüştü. İkinci Murad Hacı Bayram Veli'yi Edirne'ye getirtip kaç müridi olduğunu öğrenmek istedi. İşte burada, garip olaylar zuhur etmiş gibi anlatılır, buna da asrımızın âlimleri "menkıbe" derler. Öyle ise zikrine lüzum yok.

Hacı Bayram-ı Veli'nin doğum ve ölüm tarihleri arasında geçen senelerin tutarından fazla yaşadığı söyleniyor. Onun soyundan geldiğini savunan bir zat'a göre Pir Hazretleri 90 seneden fazla yaşamıştır. Daha az yaşamış olsa da önemi yok. Bizim amacımız Sultan Murad'la olan ilişkisini ortaya çıkarmaktı; bunu da kısmen yaptık.

Hacı Bayram Hazretleri, ittifakla kabul edilir ki zamanının önem verilen büyüklerinden biriydi. Adıyla anılan Bayramiye Tarikatı şimdi silinmiş gibiyse de, Anadolu'da önemli olduğu zamanlar Pâdişah'ı dâhi endişelendirmişti. Ölümüne yakın Ankara'nın ortasına kendi adını taşıyan bir cami yapılmıştı. Ölünce oraya defnedildi. Hacı Bayram Camii ve sonra yaptırılan türbe Ankara'nın önemli ziyaretgâhlarından sayılır.

Emir Sultan

İlgili yerde kendisinden kısaca bahsedilmişti, burada birazcık geniş tanıyacağız; Buhara'da doğduğu, Peygamber Efendimize dayanan soyu ile Seyyid olduğu söylenir. Asıl adı Şemseddin Muhammed. O adı kimse anmaz. Babası çömlekçilik yapan, meşhur mutasavvıflardan Seyyid Ali'dir.

On sekiz yaşındayken babasını kaybeden Şemseddin bir süre çömlekçilikle geçimini sağladı. Bazı dostlarıyla beraber hacca gitti. Birkaç sene sonra Bursa'ya geldi. Bursa'da, aradığı münbit toprağa düşen tohum gibi, kısa zamanda serpildi, şöhreti en yüksek mevkide bulunanların kulağına ulaştı. Emir Sultan diye anılmaya başlaması Bursa'dadır. Molla Fenari, Molla Yegân, Ali-i Rumi gibi şahışlar ilimleriyle birer yıldızdılar Bursa semalarında. Emir Sultan ay gibi doğdu.

Şöhreti onu Yıldırım Bâyezid'in sarayına kadar ******ürdü. Yıldırım'a enişte yaptı. Bâyezid'e Ulu Cami’nin açılışında söylediği sözleri tekrarlamıyoruz. II. Murad'ın İstanbul muhasarasında bulunan; Emir Sultan, Ulubat Suyu yakınında bacakları titreyen Pâdişâha nasıl sebat aşıladığı da geçmişti.

Sağlığında Padişahların itibar ettiği Emir Sultan ölümünden sonra da bu durumunu korudu. Halen milletimizin; manevî büyüklerinden bilinir. Bursa'da türbesi ziyaret edilir. Adıyla anılan camisi, türbesi, mahallesi Bursa'nın uhrevî zenginliği olarak yaşamakta, kadirşinas; milletimiz onun adını yaşatmaya devam etmektedir.

Selanik'in Fethi (29 Mart 1430)

Eski tarihçiler en sert geçen savaşları bile eğlenceli anlatabiliyorlar. Bu, onların üslûplarındaki özellik midir, yoksa geçmişin üzüntüsünü yaşamamak arzuları mı? Her ne ise biz Selanik'in fethedilişini anlatmaya çalışalım, görelim nice bir savaş olmuş?

"Bir gün Sultan Murad Han Gazi, vezirlerine: "Şu Selanik denen şehir ırak mıdır, yoksa yakın mıdır?" diye sordu. Vezirler; "Sultanım! Serez'den hünkâr göçü ile dört göçtür" dediler. Hünkâr: "Ya niçin durursunuz? Çabucak sefer hazırlığını görün" dedi. ... Selanik ' hisarına doğru vardılar... Cenge başladılar. (Çok uğraşıp da netice alınamayınca) "Sultan Murad Han Gazi "Bire, bu hisar yağmadır" diye bağırdı. Hemen ki gaziler yağma haberini işittiler. Hemen hisarın etrafından dahi hücum edip yürüyüş ettiler. Ve merdivenleri hisarın surlarına dayadılar, kâfirlere göz açtırmadılar. ... Sözün hülâsası kâfir memleketini İslâm memleketi ettiler. Şehir ki, alındı, her şey düzene bağlandıktan sonra mücahidiler sultanı Sultan Murad Han Gazi: "Hey gaziler! Bundan ulu nimet olmaz ki, gaziler hisarı yağma edeler, Tanrı'ya ortak koşanları zorla İslâm'a getireler. (Âşıkpaşaoğlu İslâm'a zorla adam kazanılmadığını bilirdi, heyecana kapılıp böyle yazmış olacak). Şimdi ben bu gazileri sevdim. İnşallah sizin ile ben şimdiden sonra gaza etsem gerektir" dedi.

Selânik'in alınması tabii ki bu kadar basit değil, Sultan Murad da Selânik'in nerede olduğunu bilmiyor değildi. Savaşın çıkışı da bir sebebe dayanıyordu.

Bizans İmparatoru Manuel Paleogolos 1425 senesinde 77 yaşında öldü. Yerine oğlu Yoannis geçti. Yoannis'in dört kardeşinden biri Mora Despotu, biri Selanik Valisi idi. Diğerleri herhalde önemli bir mevkide değildi. Selanik Valisi Andronikos çok gevşek tabiatlı olduğu için şehrin Türkler'e karşı savunmasında varlık gösteremeyeceği düşüncesinde olan halk memnuniyetsizdi. Türkler'e geçeceği korkusunu yaşamayı istemediklerinden, şehri Venedikliler'e sattılar. Selânik'in yerlisi Rumlar sanıyordu ki, imar yönünden gelişecek, zenginliği artacak, Venedik gibi müreffeh bir şehir olacak. Selânik'in çehresi kısa zamanda değişti. Bu değişim, beklenenin tam zıddı olarak meydana çıktı. Milletler ve mezhepler çekişmesinin merkezi haline gelen Selanik'te Latin-Rum ve Ortadoks-Katolik kavgaları halkı canından bezdirdi. Hatta Venedikliler yerli Rumlar'ı kovmaya kalkıştılar. İkinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten bıkan halk Türklerin -bildikleri - , adaletine güvenerek, Türk taraftarlığına başladılar.

Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki varlığı, yapılan değişikliklerden haberdar olmasını icap ettiriyorken Selânik'in satılışı duyurulmamıştı. Habersizce bir şehrin el değiştirmesi Sultan Murad için savaş sebebi sayıldı ve harekete işte bu yüzden geçildi.

Daha önce; gerçi, Venediklilerin Sultan Murad'a gelen elçileri savaşa meydan verilmemesi için çaba sarf ettiler. Diğer küçük devletçiklerle Prensliklerle anlaşmaları yenileyen Sultan'a kendileriyle de anlaşma yenilenmesi ricasında bulundular. Fakat kabul olunmadı. Eğer Sultan Murad anlaşmayı uzatsaydı, verdiği sözü bastığı mühürü yalamazdı.

Padişah’ın sulh anlaşmasını uzatmak isteyen heyete verdiği cevap şöyleydi:

"Selanik babamdan kalma mülkümdür. Büyük babam Bâyezid bâzusunun kuvvetiyle burasını Rumlardan aldı. Eğer oranın idaresi Rumların elinde bulunsa idi, bunlara haksızlık ettiğimiz belki iddia edebilirlerdi. Siz ise İtalya'dan gelen Latinlersiniz, buralara sokulmanıza sebep ne? Arzunuzla ya oradan çekiliniz, yoksa hemen geliyorum."

Şehirde boşanan ev o kadar çok ki, dönen esirlerin doldurması mümkün olmadı. Padişah’ın emriyle Yenice Vardar'dan aileler getirilip boş evlere yerleştirildi. Beş asır kadar sonra, bilmem kaç göbekten torunları gözyaşlarıyla Anadolu'ya gelerek bu bahtiyarlar o gün nasıl sevinmiştiler Allah bilir.

Yanya'nın Teslim Alınışı (1431)

Osmanlı'da her karış toprak millet adına padişahındı. Öyle olduğu için fetihler birbiri peşine geliyor ve alınan yerler muhafaza edilebiliyor. Avrupa öyle mi? Az önce Selânik'i gördük. Şimdi Yanya'yı görüyoruz.

"...Epir havalisine İtalyanlar'ın Tocca ailesi hâkimdi: Bu aileden Birinci Carla Tacco 1430 tarihinde ölünce yerine yeğeni İkinci Carlo Tacco Epir despotu olmuş..." Bundan sonra gayrimeşru oğulları ile yaşanan veraset kavgaları halkı canından bezdirmişti.

Böyle yaşamayı zillet sayan halk Osmanlı hâkimiyetine girmeyi canına minnet bilip, hürriyetlerine dokunulmamak kaydıyla şehrin anahtarlarını teslim etmişlerdir. Karaca Paşa Yanya'yı teslim aldıktan sonra buraya da Türkler iskân edildi. Böylece, Balkanlar'ın Türkleşmesi siyasetinde bir merhale daha kaydedilmiş oldu. Bundan sonra Eflak ve Sırplar'ın Macarlarla aralarını açmak için çalışılacakdı.

Selanik'te Tasvir-i Bâtül Kilisesi gibi mühim mabetlerle Sen Jan Bartist gibi birkaç manastır camiye tahvil olunmuştur. İkinci Murad'ın Balkanlar siyaseti oldukça iyi işliyordu. Eflak ve Sırp meselesi de ilk anda neticesini vermiş göründü. Eflak Voyvodası Wlad Drakul -namı diğer Kazıklı Voyvoda- Sultan Murad'ı görüp, ona sadakatini arz etmek için Bursa'ya kadar geldi. Yanında getirdiği iki oğlunu rehin bırakan Voyvoda güvenilir bir adam değil, bunu Sultan Murad biliyor, bilmez görünüyor, yani siyasi hareket ediyordu. Ne kadar istifade edilirse kârdır düşüncesiyle Wlad'ın yanına bir miktar asker katıp Transilvanya'ya akına gönderdi. Bu sayede Macarlar iyi bir darbe yedi. Voyvoda Wlad şimdilik vazifesini yapmış sayıldı.

Kalleş Mirce'nin oğlu Drakul'a aslında babasından farklı değil. Hiçbir sözüne güven olmaz. Ona karşı devamlı müteyakkız bulunmak şart.

Sırbistan, üstü küllenmiş köz gibi, Osmanlı için hiçbir zaman ateşi sönmez. Ne zaman hafif bir yel değse parlar. Yakamasa bile rahatsız eder. Şimdi Macaristan'la dostluğu Osmanlı aleyhine ilerleten Sırp Despotu Brankoviç ikiyüzlü hareket ederek işi ******ürmeye çalışıyordu. Üsküp Sancakbeyi İshak Bey durumdan haberdar olup padişahı bilgilendirdi. Sultan Murad İshak Bey'i serbest bırakınca, Sırbistan içlerine yapılan bir akın Brankoviç'i korkuttu. "Macarlarla münasebetini kesmek ve kızı Marya'yı Osmanlı hükümdarına zevce olarak vermek şartıyla felâketi durdurabildi. Sanca Paşa, despota sadakat yemini ettirmek ve kızı getirmek üzere Semendire'ye gönderildi. Sadakat yemini yapıldı, fakat kız henüz küçük olduğundan düğün ve padişahın sarayına gelmesi geri bırakıldı."

Sırp-Macar ve Karamanoğlu İttifakı (1435)

İleride göreceğiz. Uzun Hasan Fatih'in ordusuyla savaşacaktır. Fakat ordunun ihtişamını görünce, kendisini bu savaşa kışkırtan Karamanoğlu'na şöyle diyecek: "Bre kahpe Karamanoğlu; benim Osmanoğlu'yla ne alıp veremediğim vardı da beni bu işe soktun." Ne hikmetse hepsi aynı bu Karamanoğlu'nun. Şimdiki, aynı soydan İbrahim Bey'dir ve Sultan Murad'ın eniştesidir. Kendisi, bulunduğu makama Osmanlı'nın yardımıyla gelmişti. Sırp ve Macarla Osmanlı aleyhine ittifak kuruyor enişte Karamanoğlu İbrahim Bey. Sultan Murad önce Rumeli Beylerbeyi Sinanpaşa'yla, Macarları dağıttı. Hatta Sinan Paşa'nın savaşı, bir başka Sinan'ın yiğitliğiyle kazanıldığı için (evet Vidin Sancakbeyi Sinan'dır. Bu ikinci Sinan) bu savaştan sonra bu Bey (Vidin Sinanı) diye anılarak diğer Sinanlardan ayrıldı. "Macarlar mağlûp olup bir kısmı Tuna Nehri'nde boğuldu ve Macar Kralı kaçmaya muvaffak oldu"

Karaman savaşı da tabii, İbrahim Bey'in yenilgisiyle bitti. Karamanoğlu, araya büyük âlimlerden Mevlâna Hamzayı sokarak padişahın öfkesini dindirdi. Macarlar'ın doğru durmadıklarına dair haber alan Sultan Murad Karamanoğlu'nu bağışladı. Sadece işgal ettiği Osmanlı toprağından çıktı İbrahim Bey, başka bir ceza görmedi...

Sıra Sırplara gelmişti. Hazırlıklar yapıldı. Sırbistan istila edilecek, belki de Sırbistan, hayatının en ağır dayağını yiyecekti. Küçük nişanlı imdada yetişti. Sırp despotu Osmanlı ordusunun kendisini mahvetmeye geldiğini öğrenince, hemen "gelinin çeyizi tamamlandı gelin, alın" diye padişaha haber gönderdi. Bundan maksat bellidir, ama padişah mademki nişanlı durumdadır çaresine bakıla.

Sultan Murad'ın Sırp Despotunun kızıyla yaptığı evlilik siyaseten idi. Gelini Edirne'de fazla tutmayıp Bursa'ya gönderdi, Bursa'daki Hatice Sultan'ı Edirne'ye getirtti. Neşri İsfendiyar'ın kızı dese de Hatice Sultan torundu.

Semendire'nin Fethi (1439)

Sultan Murad 17-18 yaşında devlet yükünü sırtına almıştı. (1421) Saltanata başladığında, sürmüş olduğu ömür kadar zamandır işbaşında bulunuyordu.

Bu günlere gelişi nefes nefese mücadelelerle dolu. En çok uğraştıran insanların başında gelen Eflak Prensi'dir. Bir önceki bir sonraki fark etmiyor. Önceki nasılsa sonraki de öyle çıkıyor. Sırp Kralları nasıl ki? Aynı iklimin şekillendirdiği karakterler olarak al birini vur öbürüne. Zayıf zamanlarında Türk tâbiyetine giren yukarıdaki kahramanlar hiçbir zaman, arkadan kuyu kazmayı bırakmıyorlar.

Macarlarla araları açılmış olmasına rağmen, Osmanlı düşmanlığında birleşmeyi ihmal etmiyorlar. Sırp Kralı Brankoviç, Eflak Prensi Wlad Drakul ve Macaristan'ın Sigismond'dan sonraki Kralı İkinci Albert Türkler'e karşı birleştiler. Öyle, her isteyen istediğini serbestçe yapamıyordu. İttifakları duyulunca Firuz Bey'in oğlu İshak Bey, Sultan Murad'a haber ulaştırdı. Padişah Brankoviç'ten, başkenti olan Semerdire'nin anahtarını istedi. Brankoviç kesinlikle reddetti. Hak kılıçlarındır, noktasına gelinince kılıçlar çekildi.

Semendire Kalesi pek muhkem olduğu, savunması da iyi yapıldığı için üç ay uğraşıldı. İshak Bey kumandanlığı üzerine aldıktan sonra birkaç gün içinde zaptı gerçekleştirdi. Kaleyi müdafaa eden, Brankoviç'in oğlu "Edirne'ye yollandı ve orada bulunan despotun diğer oğluyla beraber gözlerine mil çekilerek Tokat Kalesi'ne gönderildiler."

Eflak Prensi Drakula da düşman tarafında bulunuyordu. Önsezisi Sultan Murad'ın ordusuyla başa çıkılmayacağını ihtar edince gelip özür dilemiş ve Gelibolu hapishanesine gönderilmekle hayatını kurtarmıştı. Bir müddet sonra oğlunu rehine veren Drakula kendisini serbest bıraktırmayı da başarmıştır.

Kral Albert'in Mağlubiyeti

Semendire Türkler tarafından fethedildi. Sonra, İshak Bey ile Timurtaş oğlu Osman Çelebi Niğbolu üzerine yürümeye hazırlandılar. Bir Macar ordusunun yaklaştığı haberi gelince onu karşılamaya gittiler. Çok kanlı bir savaş oldu Macarlarla ve Türk tarafı bu savaştan o kadar çok esir aldı ki. Bu savaşın sonunu Aşıkpaşaoğlu'ndan dinleyelim: "Fakir dahi bir gün Hünkâra gittim. Ben fakire esir verilmesini buyurdu. Buyurduktan sonra dedim ki: 'Devletli Sultanım! Bu esiri ******ürmeye at gerektir ve bu yolda harçlık dahi gerektir.' Beş bin akçe ve iki at verdi. O sefer dokuz baş esir ile Edirne'ye geldim. "

Sultan Murad'ın askerleri Avrupa'da kaleden kaleye, şehirden şehire zaferler kazanarak dolaşıyorlardı. Adlarını fazla anmadığımız akıncılar Avrupa'da, Sultan Murad'ın itibarını devamlı yükseltiyorlardı, ama o henüz dedesi Yıldırını Bâyezid Han'ın mevkiine erişememişti. Hâlâ Timurlulara karşı küçük kardeş gibi davranıyor, onlar da büyük ağabey rolü oynuyorlardı.

Büyük Türk hakanı sıfatını kullanan Timuroğlu Sultan Şahruh'un Anadolu'ya gelmesi, Sultan Murad'ı sevmeyen bütün beylikleri ve Avrupa devletlerini sevince boğmuştu. "II. Murad Memlûkler ve Karakoyunlular gibi Timurlulara kafa tutmayı hiçbir zaman düşünmedi. Timur hadisesinden ders almıştı, dedesi Yıldırım gibi Timurluları küçümsemek hatasında bulunmadı."

Sultan Murad akıllı olmaya mecburdu ve maceraya hakkı yoktu. Dünyanın bir numaralı devletini incitmeden yol almak istiyordu. Hatta Şahruh'un da Memlûklerinde dostu olmak, ikisinin de gazabından uzak durmak, onların dostluğundan istifâde etmek, akıllı olmanın şartıydı. Murad Han bunun için çalışıyordu. Eğer bazı şeyleri gurur meselesi yapsa, Şahruh'a yan baksa, belki de devletinin yirmi sene geriye gitmesine sebep olurdu.

Sultan Şahruh Büyük Türk Hakanı olarak iddia sahibi olamadığı yerde bir başka sıfat kullanıyordu. Kâhire'ye gönderdiği elçiyle, mukaddes makamlar üzerindeki haklarının tanınmasını isterken, kendisini "En büyük İslâm hükümdarı" olarak takdim ediyordu. Dolayısıyla Şahruh Türk-İslâm dünyasının tek hâkimliği davasını beyan ediyordu. Sultan Murad vaziyeti haysiyet zedelenmesine asla sapmadan idare edip, Şahruh'la uğraşmak durumuna düşmedi. Zaten, onun asıl uğraşı alanı Avrupa idi. Durmadan kaynayan, karışan şu Rumeli-Balkanlar işini bir hale yola koymalıydı. Bu zamanlar Türk adının bile korkulu bir efsâne gibi anlatıldığı zamandır. Macarlar Türkleri daha uzaktan görünce "Kurt geliyor" diye haykırmaya başlıyorlardı. Bu alarm sesleri zaten Kolomon zamanından beri bilinmekte idi ise de, genel korku o nidayı Türklerin her yaklaşmasında tekrar ettiriyordu."

Macaristan'a Can Katan Adam Hunyadi Yanoş ve Sultan Murad'ın Hüsranı (1442)

Türk adı böyle korku dağıtır yüreklere, kurt geliyor çığlığı attırır titrek dillere lâkin onu da uğraştıracak, kan kusturacak bir baş belası yetiştirir Macar ovaları. Bu kişi hakkında üstat tarihçiden kısa bir malumat alıp, sonra savaşlara dönmek, bu kişiyle yapılan ve çoğu bizim canımızı yakan sahneleri seyretmek istiyoruz:

"Macaristan'ın küçük bir asilzade ailesine mensup sayılan 'Hunyadi Janos' Osmanlı kaynaklarında "Yanko Hunyad" ismiyle meşhurdur. ...Macarların milli kahramanı olan bu büyük askerin aslıyla nesebinde ihtilaf vardır. Meselâ, bir rivayete göre aslen Eflâklı bir Ulah'dır. Soyadı Hunyadi olmakla beraber gayr-i meşru olarak Bizans'ın Paleologos Hanedanı'na mensup olduğu veyahut eski Macar Kralı Sigismond'un gizli oğlu olduğu hakkında da birtakım rivayetler vardır."

Hunyadi Yanoş'un şöhreti, taşıdığı farzedilen kanda değil, kazandığı savaşlardaki başarılarındadır. Sultan Murad Hunyadi Yanoş'u ilk defa savaş meydanında görecek, nâmı bundan sonra yayılacak Yanoş'un. Sultan Murad kardeşi küçük şehzade Mustafa'nın öldürülmesine çok üzülmüş, öldürenin Mezid Bey ol¬uğu zannıyla da ona çok diş bilemişti. Mezid Bey'i sevdiği için ölümüne razı olamıyordu. Sonunda Mezid Bey o konuda temiz olduğuna padişahı inandırmış, ikisi de huzura kavuşmuştu. İşte bu Mezid Bey'i Pâdişâh Hunyadi'ye karşı vazifelendirdi. Bu namlı Hunyadi Transilvanya'da meydana çıktı. Kendisine ve askerine güvenen Mezid Bey, Hunyadi'nin üzerine yürüdü. Sipahiler and içmişler; Hunyadi'yi ölü veya diri, mutlaka ele geçireceklerdir. Hunyadi'yle ilgili bilgileri var; onun atını ve silahlarını tanıyorlar, nerede görseler, bu "Hunyadi"dir diye üzerine çullanacaklar. Fakat Hunyadi, boşa Hunyadi olmamıştır, bunca nâmı boşuna kazanmamıştır. Hakkında yapılan istihbaratı öğrenmiş, tertibatını almıştır. Silahlarını ve atını bir başkasına vermiş, onun silah ve atını alıp savaşa öyle başlamıştır. Hunyadi diye peşine düşülen asker, Simon de Kemeni'dir. Talihsiz Kemeni belki büyük bir askerin yerinde görünmekten hoşlanır amma, Türk askerlerinin kılıcı ile doğranmak hiç de hoşuna gitmemiştir. Hem de yanında üç bin arkadaşı ile beraber can vermiştir Simon de Kemeni.

İşin bu tarafı, her şeye rağmen, Türkler için iyidir. Üç bin düşman ölüsü bırakılmıştır savaş meydanına. Ya öbür tarafı? İşte Hunyadi, burada yaptığı kurnazlığa karşılık, orada, ait olduğu tarafa kahramanlık göstermiştir ki, Türk tarafına verdirdiği zayiat çok korkunçtur. Mezid Bey ve iki oğlu ile beraber, tam 20000 şehid vermişiz ve sayısız esir... Sonra esirlerin vahşice öldürülüşü...

Sultan Murad, bu savaşın neticesiyle perişan olur. Bunca Türk evlâdının hunharca öldürülüşü, Hunyadi'nin ele geçirilemeyişi hazmedilecek işlerden değildir! Öc almak lâzım gelir, başka yolu yok bu işin. İkinci Murad'ın güvendiği bir asker olan Şehabeddin Kula Şahin Paşa'nın maiyetine 80000 asker verilir, Macaistan'a gönderilir. Hammer, belki de Hıristiyanlık gayretiyle, diyor ki:

"Bu Paşa, yiğit bir adamdır. Hunyad'ın da, askerlerinin de sarığını görünce kaçacağını sanıyordu." Ne yazık ki öyle olmadı. Varsag Meydan Muharebesi'nde Hunyadi Yanoş'a Şehabeddin Kula Şahin Paşa da mağlub oldu. 5000 asker şehit ve daha fazlası esir düştü, kalan askerler de bozgun halinde Türkiye'ye döndüler. Şehitlerin arasında 15 sancak beyinin bulunması işin vahametini göstermeye kâfidir. Esirlerden biri, meşhur Timurtaşoğlu Osman Bey idi. Şehabeddin Paşa bu mağlubiyetten sonra yerinde duramazdı. Devlet, askerin güvenini kaybeden komutanı iş başında tutamaz, dolayısıyla Paşa azledilir, yerine Kasım Paşa Rumeli beylerbeyi olarak atanır.

Hunyadi Yanoş başarılarına devam eder. Papa Dördüncü Ojen Haçlı Birliği'ni toplar. Macarlar, Leh'ler, Ulahlar, Sırplar, Almanlar, Fransa, Belçika, Arnavutlar ve bir de Türk Karamanoğlu bu ittifakın içindedir. Bu kalabalık ordunun başında Polonya ve Macaristan Kralı Ladislas ile Hunyadi Yanoş var. Hedefleri Morava... Haçlıların yıldızlan parlıyor; Türkler karanlık bir tünelden etrafı görmeden geçiyor sanki. Nereye çarpacağım bilemeden devamlı sert taşlara vuruluyor çıplak başları, mağlubiyetler devam ediyor. Morava nehrinin kenarından ikibin Türk şehidinin kan nehir suyuna sızarken, dört bin eğilmez baş da, kan içici Hunyad'ın zevkle öldürmesi için esir edilmiştir.

İzladi Derbendi Bozgunu (24 Aralık 1443)

Kasım Paşa komutasındaki ordu Hunyad'a yenilip, iki bin şehit, dört bin esir verilince, Karamanlılar'dan II. İbrahim duyar. Duyar ki, Avrupa'da Osmanoğlu'nun başı derttedir. Ankara'ya yürür; ordusuyla yürür ki zayıf zamanında bir şeyler kopara...

II. Murad siyasi davranmak, İbrahim'i susturmak zorundadır. Bir anlaşma yapar, onu Karaman diyarına gönderir, kendisi Edirne'ye gelir. Haçlıların ilerlemekte olduğunu öğrenir. Haçlıların işi de pek kolay değildir, şiddetli kış yüzünden yollar geçilmez, buzludur. İzladi Derbendi daha münasiptir onlar için ve o yola düşerler...

Sultan Murad mağlubiyetlerden bıkmıştır. Paşalarını, komutanlarını toplar, istişare ederler, ne yapacaklarını tartışırlar ve savaşa karar verirler. Başka da hiçbir çare yoktur ki!

Önce, iki tarafın öncüleri karşılaşır. Türkler mağlup. Tekrar Filibe ovasında karşılaşılır, yine Türkler mağlup. Haçlılar kışın şiddetine dayanamayıp dönerler, Türk kuvvetleri takibe başlar. Hunyadi'nin yaman bir savaşçı olduğu bizim kumandanların aklından çıkmıştır. Hunyadi'nin sahte geri çekilişine aldanıp onu takibe çıkan Türk kuvvetleri pusuya düşürülür ve bir kısmı esir edilir. Vezir-i Âzam Halil Paşa'nın kardeşi Çandarlızâde Mahmud Bey de esirler arasındadır. Mahmud Bey padişahın eniştesi oluyordu. Çarpışmadan pek küçük bir kuvvet, gönülleri kırgın ve bitkin, güzel Allah'ın yardımını rehber edinip, selâmete çıkabilmişti. Yere batasıca kafir ise, İslama indirdikleri darbe ile, çoğunu esir etmekle öğünecek bir sevinçle İzladi derbendinde zırladıklarını unutmuş görünüyordu."

Bu muvaffakiyetsizliğe sebep olarak akıncı kumandanı Turahan Bey'in kayıtsızlığı gösterilir ve "Kasım Paşa'nın şikayeti üzerine Turahan Bey Tokad Kalesi'ne gönderilerek hapsedilir." Turahan Bey istişarede "geri çekilip fırsat bulunca taarruz edilmesini" teklif etmiş ama dikkate alınmamıştı. Yenilginin suçlusu olarak seçilmesine mânâ veremeyen İ.H. Uzunçaşılı kitabına aldığı dipnotla devam ediyor. "Bizim de, üzerinde durduğumuz, bu zatın ileride tekrar sahneye çıkarılacağı içindir."

"Turahan Bey güya kumandasındaki akıncılara sizler kefere ile rıfk üzerine cenk edin; zira küffar mağlup olursa bâdemâ size ihtiyaç kalmaz reaya olursunuz demesi üzerine bunlar takibi gevşek tuttukları için bu mağlubiyete sebebiyet vermiş imiş".

Yine Karamanoğlu

Bu sıralarda yine, Anadolu'da Karamanoğlu İbrahim Bey tahribata başlamıştır. Sultan Murad dört mezhep ulemasından fetva alarak, onun işini bitirmeye teşebbüs etti.

"Osmanlı hududunu geçen Karamanoğlu'nun kumandanı, Bolvadin, Beypazarı, Ankara, Seyitgazi ve Kütahya'ya kadar olan yerleri yağma, namusa tecavüz ve çok kati yaparak Akşehir ile Beyşehir'i işgal eyledi." Padişah büyük oğlu Alâüddin Bey'i gönderip, arkasından kendisi de askeriyle gitti. Her zaman olduğu gibi Karamanoğlu yine kaçtı, yine özür diledi ve yine af olundu. Bu seferden sonra, sancak beyi olduğu Amasya'ya dönen 18 yaşındaki Şehzade Alaüddin Bey vefat etti. Sultan Murad'ı çok üzen bu ölüm, 12 yaşındaki Mehmed'in önünü açtı, Osmanlı tahtının varisi olarak o kalmıştı.

Anadolu'da Karamanoğlu'nun, Avupa'da Haçlı ittifakının hiç durmadan tuzaklar kurması, son savaşlarda görülen devamlı yenilgiler, bunların üstüne bir de sevgili şehzadesinin ölümü, Sultan Murad'ı perişan bir hale düşürmüştü. Böyle zayıf düşülen durumlar düşman tarafından çabuk haber alınır ve hemen çullanılırdı. En iyisi, şerefli bir sulh ile birkaç sene rahat nefes almanın yolunu bulmaktır.

Segedin Sulhu (12 Temmuz 1444)

Sultan Murad'ın teklifi üzerine Macaristan ve Lehistan Kralı Ladislas Edirne'ye elçiler gönderdi; memnuniyetle karşıladığı sulhun müzakeresine başlandı. 12 Temmuz'da da Sultan Murad ile Ladislas Segedin'de bir araya geldiler, biraz Türkiye aleyhine şartlar ihtiva eden antlaşmaya, Ladislas İncil'e, II. Murad Kur'an-ı Kerim'e el basarak yemin ettiler.

Segedin Sulhu her ne kadar mecburiyetten yapılmış, Macarlara biraz taviz verilmiş ise de, Sultan Murad rahatlamış, esir olarak bulunan Çandarlızâde Mahmud Bey -ki pâdişâh eniştesidir- 70000 Duka karşılığında serbest bırakılmış, iki Sırp Prensi de karşılıksız, Osmanlı tarafından salıverilmiştir. Burada rahatsız olan iki kişi görünür; biri Hunyadi Yanoş, diğeri de Karamanoğlu.

Hunyadi, güçlü iken Murad'ı ezmedikleri için, Karamanoğlu da on sene Rumeli'den el çekecek Sultan Murad'dan çekecekleri için huzursuzdur.

İkinci Murad'ın Saltanattan Çekilmesi (1444)

Son senelerin ağır yenilgileri ile yıpranan Sultan Murad, hazır sulh yapmış iken, yerini oğluna bırakıp Manisa'ya yerleşmeye karar verdi. Bu, belki bir inzivadır; belki yeni hesapların yapılması için dinlenme, düşünme devresi. Henüz, Sultan Murad 41 yaşındadır; belki de "elim tutarken Veliahd oğlum biraz pişsin" diye düşünmüştür. On üç yaşının içindeki Veliaht Şehzade Mehmed Manisa'dan Edirne'ye getirilip, taht ona teslim edildi. Sultan Murad'ın Bursa'ya gittiğini yazan da var, Manisa'ya çekildiğini yazan da.

Onüç yaşındaki yeni pâdişâha tecrübeli bir Lala, umur görmüş devlet adamları lâzımdı. Zağanos Paşa Lala, Çandarlızâde Halil Paşa Veziri Âzam, Molla Hüsrev Kazasker olarak II. Mehmed'in yanındalar. Lala Zağanos Paşa'nın küçük sultana akıl hocalığı yapması, devlet işlerine Vezir-i Âzam'dan fazla karışması Çandarlı'yı rahatsız etmeye başlar. Halil Paşa otoritesinin sarsılmasına katlanmak istemez.

Huzursuz olan sadece Çandarlı Halil Paşa değil, Edirne halkı da, baş gösterecek bir Hıristiyan saldırısında küçücük padişahın tesirli olamayacağı endişesine kapılır, hatta hali vakti yerinde olanlar şehri terk eder.

Haçlı İttifakı

Endişelerden biri gerçekleşti. Tahtın sahibi tecrübesizdir diye ümitlere kapılan sulhçular imzalarını yalamak yansına girdiler. Türk devletini çökertmenin tam zamanı olduğu zannına kapılan Bizans İmparatoru, Papa, Hunyadi Yanoş yeni bir Haçlı İttifakı meydana getirdiler. Karamanoğlu İbrahim Bey'in de dahli bulunan bu ittifakta kimler yok ki? Macaristan, Eflak, Sırbistan, Ulah'lar, Almanlar, İtalyanlar...

Durumdan haberdar olan Edirne hemen saltanat şûrasını topladı. Şûra, Sultan Murad'ın tekrar tahta geçmesine karar verdi. Kararın İkinci Mehmed'e tebliği vazifesi Çandarlızade'nindir. Bu vazife ileride Çandarlı ile Fatih'in arasının biraz gergin gitmesinin temeli olarak anlatılacaktır. Tarihi Ebul Feth'den Y. Öztuna II. Mehmed'e Çandarlı'nın şu sözleri söylediğini yazıyor:

"Düşmana cevâbı mukavemet imkânı yok. Meğer baban Sultan, yerine geçmekle mümkün ola. Beylerin dahi ittifakı bunun üzerinedir, maslahat bunu görürler. Düşmana karşı onları gönderesiz, siz sefanızda olasız. Bu vaka defolduktan sonra, yine saltanat sizindir."

II. Mehmed'e pek ağır gelmiş bu teklif, gururunu incitmiş ama "evet" demeye de mecbur kalmış. Manisa'da olduğu söylenen baba padişaha yazılan mektubu da Solakzâde Tarihi'nden alıyoruz. "Sultan Murad Han dergâhına haber salıp, düşmanın nefir-i âm ettiklerini bildirdiler. Hemen gelip yetişmesi için fazlaca ısrarda bulundular.

Mektubun vusûlunda gelmeye müsaade etmeyip, böylesine cevap vermişti. "Biz oğlumuz Mehmed Han'a hilafet umurunu ve saltanat tahtını bunun için bıraktık ki, bundan böyle asayiş ve huzur içinde olalım. Kendisi bu pak nesilden olup hariçten gelme değildir, padişahlık kendisine lazımsa din ve devleti korusun.' (Hilafet henüz yoksa da, tarihçi öyle diyor).

Sultan Murad, birinci davete böyle cevap gönderince, oğlu II. Mehmed'in çok meşhur olan mektubu gitmiştir ki, o mektupta şöyle diyordu evlat babaya: "Eğer padişah biz isek, size emrediyoruz gelin ordunuzun başına. Yok, padişah siz iseniz, gelip devletinizi müdafaa edin."

Bu emir üzerine Sultan Murad 40000 kişiyle Balkanları aşıp kısa zamanda Tura'ya yaklaşır.

Varna Zaferi

Tarih 10 Kasım 1444. Yer Varna limanı yakınları. İki ordu karşı karşıyadır. İki taraf da çok can alma arzusundadır. Önce Hunyadi hücum eder ve sayı olarak fazla zayiat görünmese de sağ kanat kumandanı Karaca Paşa ile yeniçeri sekbanbaşısı Yazıcı Doğan Ağa şehid düşerler. Sağ cenah dağılır.

Hunyadi derhal sol cenaha saldırır. Sultan Murad Yüce Allah'a münâcaat etmeye başlar… Akıbetleri uğur alan gazileri din düşmanlarının savaş eli ile perişan hale getirme. İslâm güruhunu "müminlere yardım etmek ise üstümüzde bir haktır. (Kur'an, XXX, 47)" va'dine yaklaşmak ile büyük inayetinle İslâm dininin bayrağını yükselterek:

Virme ruhsat kiralı geç bîne

Tu'me kıl anı hançeri kine

Bu vech ile Hazreti Bâri'ye teveccüh eyledi.

Link to comment
Share on other sites

Mora Seferi (1446)

Evlâtlar, akrabalar devamlı paylaşıyor; bu yüzden Avrupa'da büyük bir devlet kalmıyordu. Mora bir despotluktur ve elden ele geçmektedir. Şimdi, Mora iki prensin elinde bulunuyor ve birçok Türk şehri vardı Mora'da. Osmanlı Padişahı yoğun meşgaleler yaşarken, sanki hiç sükûnet gelmeyecekmiş, Sultan Murad Mora'ya dönemeyecekmiş gibi hareket ettiler. Despot Konstantinos Türk şehirlerini zaptedip, Yunanistan'a doğru fütuhata başladı.

İki despot kardeş Sultan Murad korkusunu tatmamış olacak ki bir zamanlar Sultan tarafından yıktırılan Gürdüs Seddi'ni yeniden inşaya kalkıştılar. Mora'nın kapısı sayılan Gürdüs Geçidi'nin kapanması Türk akınlarının o cenaha yapılamayacağı manasına gelirdi. Çünkü o dar geçit bir demir kapıydı âdeta. Bu, kale yahut set için küçük bir alıntı yapacağız. Tarifi, tekrar tarife uğraşmamak için.

"Konstantin kuzeyden gelecek bir Türk hücumuna karşı Gürdüs ile Korent denilen ve karadan Mora'nın kapısı sayılan berzahı (dar geçidi) baştanbaşa tahkim etmişti. Osmanlı tarihlerinde Germehisar denilen ve iki deniz arasında bulunan beşhisar, Mora'ya girmek isteyenlere büyük bir set teşkil etmekte ve bunun önünde de mühim bir hendek bulunmakta idi."

Paşa Yiğit oğlu Turahan Bey Yiğit Akıncı Beyi'dir, Sultan Murad önce onu vazifelendirir. Beş kalenin birden vurulması gereklidir ve develerle nakledilip top dökülür. Sultan Murad daha sonra gelir, aylarca süren mücadeleden yıpranan kaleler Hızır beklemektedir. Hızır onlar tarafından beklense de bir yeniçeriydi bu Hızır ve ilk açılan gedikten içeri girdi. Osmanlı için zahmetli olan fetih, karşı taraf için ağır bir balyoz sayılır. Yapılan setler yaptıranlara yıktırıldı. "Bu akınlarda 60 bin esir alındı."

Mora Seferi'nin neticesi Sultan Murad'ın yüzünü güldürdü. Despot, yeniden haraca bağlandı.

İskender Bey İsyanı (1447)

Adını önceki bahislerde gördüğümüz İskender Bey İsmail Hami Danişmend'e göre bir Arnavud sergerci'sidir. Arnavudluk'un kuzeyine hâkim olan Kostriyat ailesinden Chion Kostriyot'un oğludur. 24 sene evvel Osmanlı Sarayı'na rehine olarak gelmiş, hatta din değiştirip Müslüman olmuştur. Osmanlı Ordusu'nda istihdam edilirken kaçıp Arnavudluğa gitmiş, orada bir isyan başlatmıştır. Maceraları Osmanlı için birçok acı hatıralarla dolu olan bu macerapereste 3 karşı sefere çıkan Sultan Murad, yanında oğlu II. Mehmed olduğu halde savaşmış fakat İskender Bey öldürücü darbeyi yemeden kurtulmuştur.

İkinci Kosova Savaşı (1448)

Sultan Murad biraz âsûde yaşamak istiyordu, bunun için dünyanın dönmemesi mi gerekti ne? Oturmasına fırsat verilmiyordu. Asya'nın ortalarından kopup gelen, dişiyle tırnağıyla Küçük Asya (Anadolu)'da yurt tutan Osmanoğlu'nu kimse istemiyordu; ancak bileğinin gücü ile barınabilirdi. Arnavutluk savaşı sürer gider. Sultan Murad'ın kan davalısı zalim Hunyadi yine dikilir karşısına. Yanında kalabalık bir orduyla.

Sultan Murad, Hunyadi'nin, büyük ordusuyla Tura'yı geçmek üzere olduğunu öğrenince, Sofya'ya gelip oturdu. Hunyadi Kosova'ya Ekim ayında geldi. Muharebe başladı, herkes elinden geleni yaptıysa da, galip de mağlup da belli değildi. İkinci gün de vuruşmalarla ama neticesiz geçti. Üçüncü gün iki taraf da maharetini gösterecektir. İkinci Murad, çok darbesini yediği Hunyadi'ye Kosova'yı dar getirmek için varını yoğunu ortaya koyacaktı; başka çaresi kalmamıştı. Haçlı ittifakı darbe almalıydı ki, Türk tarafı gülsün. Hunyadi Yanoş da böyle düşünüyor, Sultan Murad'ı Avrupa'dan atmak gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden, bu Haçlı Seferi'ni hazırlamıştı. Büyük küçük bir yığın devletin askeri savaş meydanında, ölüyor öldürüyordu. Almanya, Macaristan, Lehistan, Sicilya, Eflâk, Boğdan vs. başlarında kral naibi Hunyadi Yanoş, Avrupa'nın, Haçlıların son yıllardaki medarı iftiharı olan bu adam gerçekten iyi savaşçıydı. Savaşın üçüncü günü çok kanlı geçiyordu. Bu savaşta Karamanoğlu İbrahim Bey'in gönderdiği Karaman alayları bile var. Sultan Murad'ın başkumandanlığında, sağ kanatta Sanca Paşa, sol kanatta Dayı Karaca Paşa... Meşhur Akıncı Beyleri Mihâloğlu Hızır Bey, Turahan Bey, İshakzâde İsâ Bey... Bunca namlı kumandanlar bir araya geldiyse, Kosava'da düşmana yenilmek olmazdı. Düşmanın mukavemet edemediği üçüncü gün meşhur Hunyadi canını kaçarak kurtaranlar arasındaydı. Bu zaferin gelişini bir paragrafla Âşıkpaşaoğlu'yla bitireceğiz: "Bu Sultan Murad Han Gâzi'nin gazâları çok olmuştur. Zamanında olan gazasını ve fiilini ben ihtisar ettim. Sanki ambardan bir avuç çeşni verdim. Onun için ki hepsini anlatmakta akıllar hayran kalır. Bu kadar dahi söylediğime sebep onların ruhlarına hayır dua olsun diyedir. Allah ona rahmet etsin ki bu Osmanlı Hanedanı menakıbını okuya yahut dinleye. Onların ruhuna dua eyleye. Hak Teâlâ o kişiden razı ve hoşnut olsun. Peygamber Hazreti dahi mahşerde ona şefaatçi olsun. Ve onun her duası ve ihtiyacı Allah Hazretinde makbul olsun."

İkinci Mehmed'in Düğünü (1449)

Kosova Zaferi padişahı ziyade hoşnut eylemişti. Oğlu Mehmed'i ikinci defa evlendirmeyi arzu etti. Bunun için münasip görülen gelin Dulkadir Hükümdarı Süleyman Bey'in kızı Sitti Mukerreme Hatun'dur. Düğünleri Edirne'de olağanüstü şenliklerle yapılmıştır. "Dulkadirogullan'ndan ilk kız alan Birinci Mehmed'tir ve İkinci Murad o izdivaçtan dünyaya gelmiştir."

Ebedi Seferden Önceki Son Sefer (1450)

Biraz, çok erken yaşta başlamış olması, biraz da mizacı etkili olabilir; belki de rahatına düşkündü! O kaç defa kaçtı yine getirildi, düşmanlar yine durmadı. Bu defa da Arnavut İskender Bey'in yaramazlığı Sultan Murad'ı savaş meydanına çekti. İyi bir çeteci olan İskender yakayı ele vermedi. Neticesiz yorgunluktan başka, iki taraf içinde faydası görülmeyen bu sefer, Sultan Murad'ın gördüğü son seyahat oldu.

İkinci Murad'ın Ölümü (1451)

1403'te Dulkadirli hükümdarı Süli Bey'in kızı Emine Hatun'dan dünyaya gelmişti. Babası Çelebi Mehmed ölünce 1421 senesinde, onsekiz yaşında iken tahta geçmiş, devletin, milletin bütün yükünü omuzlarına almıştı. Zaman zaman yorulup bu yükü üzerinden atmaya çalışması fazla işe yaramamış, çözümü zor işler başa gelince, o da tekrar iş başına getirilmişti. Takatinin bitmek üzere olduğunu kendisi hissediyormuş ki, arada bir istirahata çekilmeyi istiyordu. Üç Şubat 1451'e gelince hiç kimsenin arzusu, isteği sorulmadan, sahibi emanetini aldı. Devlete kazandırdığı zaferler hayırla yâd edilmesine vesiledir. Cenazesi İkinci Mehmed Manisa'dan gelene kadar saklandıktan sonra, Bursa'ya ******ürülüp, orada defnedildi. Bursa'nın gördüğü son padişah cenazesi Sultan Murad'ındır: Allah rahmet eyleye...

Hayır eserleri: Edirne'de Muradiye adını taşıyan cami ile medreseyi yaptırmıştı.Ayrıca medrese, darülhadis ve üç şerefeli olarak anılan cami Sultan Murad'ın eseridir. Muradiye Camii adı Bursa'yı da süsleyen bir abideye verilmiştir. Yine Bursa'da imaret, medrese, köprü, Selanik'te, İpsala'da cami Sultan Murad'ın bıraktığı belli başlı eserlerdir.

Son olarak, onun şanına yakışır iki mısra ile şairlik yönünü de anarak mevzuu kapatacağız:

Gercikim haddim değildir

buseni kılmak dilek

Arif olan çün bilür ânı

ne lâzım söylemek.

Link to comment
Share on other sites

FATİH SULTAN MEHMET

(1451–1481)

07hz6.jpg

İkinci Mehmet olarak tahta geçen Fatih'in hükümdarlığını anlatmaya Aşıkpaşaoğlu'yla başlıyoruz. O, tarihinde diyor ki: "Sultan Murat bir gün adaya gezmeye gitmişti. Gezmeden döndü. Saraya gelirken Ada Köprüsü'nün başında gördü bir derviş durur. Yakın gelinceye bu derviş dedi ki:

'Hey padişah! Tövbe et ki; vaden yakındır.' Dervişten bu haberi işitince, Sarıca Paşa hünkârın yanındaydı, pâdişâh dedi ki: 'Sarıca sen tanık ol: Ben bütün günahıma tövbe ettim.' Hünkâr, İshak'a sordu: 'Şu dervişi hiç bilir misin, kimdir?' İshak: 'Sultanım! Bursa'da Emir Sultan müritlerindendir' dedi." Bu derviş bir daha hiç görülmemiş.

"Sultan saraydan içeri girdiği gibi 'başım ağrıyor' dedi. Vasiyetnamesini yazmıştı. Halil'i nazır etmişti. Oğlu Sultan Mehmed'i vasî etmişti. Üç gün yattı. Dördüncü gün haber gönderdiler. On üçüncü gün oğlu dahi geldi." Saltanat’ta böyledir; doğumlar ölümleri bekler. Diğer türlü olanlar, tabi şartlara uymadığı için sağlıklı netice vermiyor. Misalleri geçmişte yaşanmıştı.

Sultan Murat ruhunu teslim ederken, Şehzade Mehmed iki defa oturup kalktığı tahtın yüzlerce kilometre uzağında, Manisa'dadır. Adet olduğu üzere padişahın ölümü gizli tutulur. Asker, yeni taht sahibini görene kadar, eskisinin yaşadığına inanır. Bu iş zor olsa da devletin büyükleri becerirler. Acele ve gizliden atlı çıkarılır Manisa'ya doğru. 1451 senesinin Şubat ayıdır. Kış aman vermez de, ulak acelecidir. Ne kadar çabuk gidilirse öyle gider. Sultan Mehmed, ne kadar çabuk gelinirse öyle gelir. Tahta oturur. Babası Sultan Murad'ın naşı da Bursa'ya ******ürülür.

İkinci Mehmed'in doğum tarihi olarak 1432 senesi kabul edildiğine göre, tahta çıktığında 19 yaşındadır. Hilye'si: "Orta boylu, hoş kıyafetli, yuvarlak yüzlü, biraz şişmanca, açık alınlı, doğan burunlu, idrak sahibi, pak yaradılışlı, nazik giyimli, kadirşinas, âlimlerin dostu, şairlerin hamisi, hakka kail, maarif erbabına meyilli bir padişah idi."

İkinci Mehmed'in küçük yaşından itibaren Manisa'da geçen Şehzadeliği (valilik hayatı) kısa sürelerle olsa da iki defa iktidarda bulunması tecrübesini artırmıştı. Devlet çarkının nasıl döndüğünü biliyordu. Devlet için ilim adamlarının taşıdığı değeri de biliyordu. "Devlet adamlarından, babasından kalanlara ilgi göstermede -ilk gelenler öncelik kazandılar. (El Vakıa: 10. Ayet) hükmünü ilke edinmişti." Memlekette bulunan bütün âlimleri, hüner sahiplerini etrafına topladığı gibi, diğer İslâm ülkelerindeki hüner sahiplerini ve âlimleri de yanına çekmeye çalışıyordu. Uzun Hasan'ın elçisi olarak Edirne'ye gelen ünlü astronom ve matematikçi Ali Kuşçu'nun da değerini bilip, takdir eden İkinci Mehmed, ona o kadar iyi tekliflerde bulunmuştu ki, Ali Kuşçu vazifesini halledip memleketine gittikten sonra, oradaki işini bitirip Edirne'ye, saraya döndü. Dünyanın önde gelen ilim, sanat, edebiyat adamlarını en iyi şekilde taltif ederek gönüllerini kazanan, onlardan istifade edebilen Sultan Mehmed birçok dilde konuşmayı da öğrenmişti. Başta Arapça olmak üzere Latince, Yunanca, Sırpça, İbranice, İtalyanca, Farsça... Bunca dili bilmenin semeresini de elbet görecekti.

Babası onu öyle bir hocanın eline teslim etmişti ki, şehzadeliği, sadece iyi eğitim almasının şartı kabul edilip, hiçbir imtiyaza yaramayacaktı. "Eti senin kemiği benim" denmemişti belki, ama icabında "dövebilirsin" denmişti ünlü Molla Gürâni'ye. Gürâni de, istikbalin fatihini istediği gibi yoğurmuştu. Sultan Mehmed, bu mübarek adamın verdiklerini iyi almış ve ölene kadar hocasına hürmetini eksik etmemiş, her zaman elini öpüp tahtının yanına oturtmuş. İkisi de birbirine karşı nerede nasıl davranacaklarını bildikleri için, hiçbir sıkıntıya düşmeden hoca talebe münasebetlerini sürdürmüşler. Kolay olmayan bu işler ikisinin de büyüklüğünün işareti sayılır.

Fatih'in diğer hocaları da çok önemlidirler. Meselâ bir Ak Şemseddin! Bu mübarek ve muhterem zat fetihte Fatih'e ne kadar yardımcı olacaktır; mânevi yönünün tezahürleri yeri gelince görülecek; şimdi geçelim. Bir de Molla Hüsrev var; Fatih'in hamurunu yoğuranlardan değilse de onun saltanatında emeği bulunan mübarek insanlardan biridir. İkinci Mehmed'in Fatih olmasında payı bulunan çok büyük insan var; bunları tek tek saymayacağız.

Karamanoğlu İsyanı

Sultan İkinci Mehmed taa büyük dedesi Yıldırım Bâyezid ile başlayan İstanbul sevdalılarının en ateşlisidir. O daha tahta geçer geçmez "nasıl alırım" düşüncesiyle uykularını kaçırmaktadır. Fakat Karamanoğlu kimi rahat bıraktı ki İkinci Mehmed'i bıraka? Her zaman olduğu gibi, yine dumanlı zannettiği havadan istifâde istedi ve hemen faaliyete geçti. İktidarda kim var? Karamanoğlu olsun da hangisi olursa olsun fark etmez! Karamanoğlu demek devamlı Osmanoğlu'nun ensesinde olmak demektir. İktidar değişince, yeni padişah yerine ısınmadan bir şeyler koparalım diye düşünen Karamanoğlu İbrahim Bey, bir şey kazanamaz, Sultan Mehmed'e yenilir ama her zaman böyle yaramazlık yapmaları kendi değerlerini düşürüyor. Nasıl olsa Karamanoğulları'ndan hiç birisi uzak ufukları hayâl etmedi; aynı çemberin içinde dönüp durdular bugüne kadar. Osmanoğlu'nun önü açık "Rumeli" diye verimli bir bölge bulmuş gidiyor. Behey Karamanlı, sizinle akraba da olundu, niye hâlâ durmaz, ikide bir Pâdişahlar'ın eteğinden çekersiniz?

II. Mehmed babasına, dedesine benzemiyor. Kim ki ileri atılmasına mâni, onun hayatı tehlikede demektir. İstanbul var aklında, öteler var, öteler var. Ve hırs var genç Padişahta. Tam gerilip de uzaklara atılacağı zaman arkasından asılacak bir Karamanlı'ya tahammülü yok II. Mehmed'in:

"Bizimle saltanat lafın idermiş Karamanı

Huda fırsat virirse ger kara yine Karamanı"

Kara yine gömmek istiyor Karamanoğlu'nu; bu niyetle çıkıyor yola fakat kısmet!

Sultan Mehmed'e ağır sözler söyleten Karamanoğlu'nun fırsatçılığıydı. Saltanat değişikliği ile şaşkınlık yaşanacağı zannı Karamanoğlu İbrahim Bey'i harekete geçirmişti. Kendisi daha önce kaybettiği arazisini almaya kalkıştığı gibi, diğer Beylikleri de aynı şeyi yapmaya teşvik etmişti.

Sultan Mehmed Anadolu'da meydana gelen isyanları susturmak için yola çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey, Pâdişah'ın üzerine geldiğini ve onunla başa çıkamayacağını anlayınca kızını verip, eski hududuna çekilmek şartıyla II. Mehmed'ten sulh istedi. Aklı İstanbul fethinde olan II. Mehmed razı oldu. Bu sıralarda Menteşe Beyliği'ni yeniden almaya gönderilen Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa vazifesini yerine getirdi.

Ve Bizans'ın Oyunu

Sultan II. Mehmed Karamanoğlu'yla uğraşırken Bizans'tan elçiler geldi. Vezir-i Âzam Çandarlı'yla görüşen elçiler ellerinde rehin bulunan Şehzade Orhan'ın tahsisatının artırılmasını istiyordu. Bu Şehzade için kimi Emir Süleyman'ın torunuydu diyor kimi de Çelebi Mehmed'in oğlu. Biz sadece "Şehzade Orhan" demeyi yeğliyoruz. İktidarda bulunan Osmanlı Padişahı Bizans'ta rehin tutulan Şehzade için yılda 300 bin akçe ödüyordu. Onbirinci Konstantin masrafın arttığını ileri sürüp, ödemenin iki katına çıkarılmasını talep etti.

Ya istekleri reddedilirse? Elçilerin tehdidi var. "Şayet Şehzade Orhan'ın tahsisatı artırılmazsa Rumeli'ye salıvereceğiz!" Akılları sıra, önceleri yaşanan Şehzade Mustafa gailesiyle başı ağrıyan Osmanlı'ya gözdağı veriyorlar. Bir şehzade meydana atılırsa, az çok taraftar bulur; bir de Bizans'ın ve başka Hıristiyan devletlerin desteğini yanına alırsa taht için savaşa girişir. Çandarlı Halil Paşa'nın elçilere cevabı ağır oldu:

"Ey akılsız Rûmililer dedi. Sizin hilekârane tasavvurlarınızı çoktan anladım. Merhum efendim ve matbuum İkinci Murad vicdanının doğruluğundan ve ahlâkının yumuşaklığından dolayı hakkınızda iyilik etmek isterdi; lâkin yeni Padişahım Mehmed öyle değildir; ... Ey akılsızlar! Ahitnamenin henüz mürekkebi kurumamış olduğu halde siz Anadolu'ya gelerek mutad olan davranışlarınızla bizi korkutmak istiyorsunuz! Ancak biz tecrübesiz, kuvvetsiz çocuklar değiliz. Bir şeye muktedir iseniz yapınız; Orhan'ı Trakya hükümdarı ilan ediniz, Macarlar'ı çağırınız, sizden aldığımız vilâyetleri geri alınız; fakat şurasını biliniz ki, hiçbir şeyin muvaffakiyetinize faidesi olmayacaktır, encamı kâr her şeyden mahrum olacaksınız. Efendimi şu ahvalin cümlesinden haberdâr edeceğim; onun kararlaştıracağı icra olunacaktır!"

Çandarlı, elçilerle aralarında geçen tartışmayı ulaştırdığında yakında Edirne'ye döneceğini bildiren Sultan Mehmed, biraz suyuna gidilmesini istedi.

İki ayağı bir pabuca girsin istemiyordu. Dedesinin yaşadığı günlere dönülmesini arzu etmiyordu. Yakında Edirne'ye döneceğini, anlaşılmayacak birşey olmadığını söyledi. Aslında ileri sürülen teklifin kabulüne hazır olduğunu ima etti. Edirne'ye dönünce "Şimdiye kadar verilenlerin de verilmesini emretti ve tahsile gelen elçileri kovdurdu."

Cülus Bahşişi

Cülus yani oturma. Yeniçerilerin icadı yeni âdet. II. Mehmed'in Karaman Seferi'nden dönüşüyle gözleri açılan Yeniçeriler dar bir yerde durup, cülus bahşişi istemişler. On kese akçe aldıktan sonra yol vermişler. Devletin, devamlı zararına işleyen, yeni Padişahı Yeniçeri karşısında acz içinde bırakan bu âdet maalesef, II. Mehmed tarafından başlatılmış oluyor.

Yeniçeriler'in "Buçuk Tepe" adı takılan isyanları İkinci Murad'ı tekrar tahtına geçmeye mecbur etmişti; o zaman da II. Mehmed'in emanet saltanatı vardı.

Rumeli Hisarı'nın İnşası (1452)

İstanbul'un fethi için boğazın kontrol altına alınması, bunun için de bir hisar yapılması lâzımdı. Sultan Mehmed'in nezaretiyle hisarın plânı çizilip, hemen işe başlandı. Mimar Müslihiddin Ağa'dır. 7000 işçi ile hummalı çalışma neticesi Mart'ta başlayan inşaat Temmuzda bitti. İçinde bir cami ve iki de çeşme bulunan Rumelihisarı Anadoluhisarı'yla selamlaşmaya başladı. Bu kalenin yapımına başlanması Bizans'ı telaşa düşürdü. Edirne'ye, Sultan'a elçiler gitti. Daha önce yaptıkları Şehzade Orhan'ı salıverme işinden vazgeçeceklerini, onun da hisarı yapmaktan vazgeçmesini Konstantin'in ricası olarak söylediler.

"Sultan Mehmed, imparatorun gönderdiği elçiler vasıtasiyle söylenilen şeyleri dinledikten sonra:

" — Ben şehirden bir şey almıyorum: Şehrin, hendekten dışarı hiçbir yeri yoktur; bundan dolayı boğazda kale yaptırmama mâni olmağa da hakkınız yoktur. Anadolu yakasındaki kaleler, burada oturan halk ve gayri meskûn yerler benimdir. Macar kralı üzerimize yürüdüğü zaman, o karadan gelirken Frenklerin kadırgaları Çanakkale Boğazı'na gelerek ve Gelibolu Boğazı'nı kapatarak babasının Trakya'ya geçmesine mani oldular ve o zaman babam Mukaddes ağzın (Saray-burnu ile Üsküdar arasına verilen isim) yukarısına çıkarak babasının inşa eylediği kaleye yakın yerde Allah'ın inayeti ile ve kayıklarla (Ceneviz gemileriyle) boğazı geçti. Siz babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını bilirsiniz. Babamın İstanbul Boğazı'nı geçmemesi için imparatorun kadırgaları istikşafta bulunuyordu, ben ise daha çocuktum. Edirne'de oturuyor ve Macarlar'ın gelmelerini bekliyordum. Macarlar ise Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı ve bu hale imparatorunuz her gün seviniyor ve Müslümanlar ızdırap çekiyorlardı; çok büyük tehlikelerle pederim boğazı geçer geçmez Anadolu Kalesi'nin karşısına diğer bir kale yaptıracağına yemin etti ise de bunu yerine getirmeye muvaffak olamadı. Allah'ın inayetiyle bunu ben yapmak istiyorum. Neden buna mâni olmak istiyorsunuz? Memleketimde istediğimi yapmağa kadir değil miyim? Gidiniz imparatora deyiniz ki şimdiki padişah eski padişahların aynı değildir, onların yapmadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir, onların istemedikleri şeyleri bu istiyor ve yapacaktır. Bu husus için şimdiden sonra gelenin derisi yüzülecektir" cevabını vermiştir.

Rumeli Hisarı'nın yapılışı Bizans'ı adamakıllı tedirgin eder. Hele de, içeriye büyük topların yerleştirilmesi ve Anadolu Hisarı'nın elden geçirilmesiyle imparator ne yapacağını bilemez hâle düşer. Çandarlı Halil Paşa'nın aldığı şüpheli de olsa, bol miktarda rüşvet gönderilir kendisine. Eski tarihlerde çeşitli şekillerde anlatılan bu rüşvet hadisesi veya dedikodusu Solakzâde'de şöyle geçiyor: "Böylece Sultan Mehmed Han Gâzî, boğazı sedd edip, düşman gemilerinin yolunu bağladı. Kahrolasıca Tekfurun ciğerini dağladı. 856 (1452) yılında, bütün levazımı görüldü. Akçaylı Mehmed Bey, Cihan pâdişahının fermanıyla İstanbul etrafını yağma eyledi. Koyun ve kuzularını sürdü. Hisardan dışarıda bulduğu düşmanı esir edip, zincire bağlayarak pâdişâhın huzuruna getirdi. İstanbul Tekfuru bu ahvâli görünce veziri olan kara yüzlü kirilfay ile kumandanlarını müşavere eylemek üzere bir yere topladı. Uygunsuz nice tedbirlerden sonra hepsi ağız bir edip, şöyle dediler: "Halil Paşa ile bunca müddet dostluk edip, çeşitli hediyeler gönderdiğimiz işte bugün içindir. Bu ana değin, onun himayesinde idik. Bundan sonra da bu üslup üzere yine hediyelerimizi gönderelim. Herhalde, bize bir derman olursa, kendisinden olur" dediler.

"Nihayet, tedbirleri bunun üzerine karar buldu. Balıkların karnına altın doldurup, daha önce Yıldırım Bâyezid Han devrinde olduğu gibi, Halil Paşa'ya piskeş gönderdiler. Yeniden müsâleha yapılmasını istediler. Halil Paşa da bu balığın içinde olan meblağı ferah ferah hazmederek, itikadında oldu. Sonunda kılçığının boğazında duracağını bilmedi."

"Tekfurun sulha rağbetini ve itaat gösterdiğini pâdişâha arza cesaret gösterdi. Tama-ı ham belasıyla kendisini tuzağa düşürdü."

İsmail Hami Dânişmend, bu rivayetlerin aslı olmadığını, devşirmelerin ve dönmelerin Türk olan paşaları gözden düşürmek için böyle şeyler uydurduklarını söyler. Kuvvetli bir yorum yapacak durumda değiliz ama daha önceki bir olayı değerlendirirsek biz de, iftira olduğunu söyleyebiliriz.

Olay şu: Sultan Murad, ikinci defa oğlunu, yani Mehmed'i yerine geçirdiği zaman düşmanlar sevinmişlerdi. Bizans İmparatoru da sevinenlerdendi. "Acemi bir çocuk tahta geçti, istifade edelim" diye düşünüp, tavizler koparmaya yeltenmişlerdi. Bununla ilgili olarak, diğer devlet erkânıyla beraber Çandarlı Halil Paşa rahatsızlık duymuş. Sultan Murad'ı ikna ederek, tekrar tahtına getirmişlerdi. İşte bu taht değişikliği münasebetiyle gururu incinen ikinci Mehmed, işin baş sorumlusu olarak bildiği Çandarlı Halil Paşa'ya kinlenmişti. Daha sonra bir olay anlatılırken görülecektir, tarihçiler, Fatih'in Çandarlı'dan o günün öcünü aldığını yazarlar.

Şimdi bu olaydan hareketle diyoruz ki, Çandarlı Halil Paşa altın meraklısı olsaydı, acemiliğinden dolayı Bizans için daha uygun ve ikna edilmesi daha kolay olan bir çocuğun iktidarını benimserdi. Devletini düşündüğü için, üzerine şimşekleri çekme bahasına müstakbel pâdişâhı darıltmıştı.

Rumeli Hisarı'nın yapımına mâni olamayan, Sultan Mehmed'i istediği hiçbir şeye ikna edemeyen İmparator XI. Konstantin paniklemişti. Durumunun vahametinin farkındaydı. Kendisine dost olarak bildiklerini yardıma çağırdı. "Mora'da despot olan kardeşlerinden de yardım istedi. İstanbul'un kapılarım kapattı ve şehirdeki Türk azınlığını tevkif ve hapsettirdi. Mora'dan yardım gelmesini önlemek isteyen İkinci Mehmed ise, bütün hayatı Mora'ya akanlarla geçmiş olan Yunanistan işleri mütehassısı Maruf Akıncı Bey'i Paşa Yiğitoğlu Turahan Bey'i oğulları Ahmet ve Ömer Beylerle beraber öyle bir teşebbüsü önlemekle görevlendirdi. Turahan Bey, Korint berzahını geçip Mora'ya girdi. Mora o derece alt üst oldu ki, XI. Konstantin'in kardeşleri Prens Demetrius ve Prens Thomas'da İstanbul'a yardım edecek güç kalmadı. Yalnız bu sefer de, cüretkâr bir şekilde ilerleyen Turahanoğlu Ahmed Bey Prens Demitrius'a esir düştü."

İmparator II. Mehmed'in niyetini bilmeyecek saf bir adam değildi. Rumeli Hisarı'nın yapımı, Anadolu Hisarı'nın tamiri onu da çalışmaya şevketti. İstanbul'un giriş kapılarını sağlamlaştırdı.

Sultan Mehmed resmen harb ilân edince tedirginliği iyice artan İmparator başının çaresine bakmaya çalışırken Türk tarafı da onun çarelerini tesirsiz bırakmanın peşindeydi. 28 Ağustos 1452'de Rumeli Hisarı'ndan 50.000 kişilik ordu hareket etti. İstanbul surlarının karşısında çadırlar kuruldu. Sultan Mehmed burada üç gün kalarak araziyi kontrol edip, nereden, nasıl hücum edileceğinin planını yaptı. Üç gün sonra, Bizans'ın yüreğini ağzına getiren misafirlik sona erdi. Büyük ordu Edirne'ye hareket etti.

Bütün mesaisini İstanbul'un fethine hasreden İkinci Mehmed, ilkbahara kadar yeni toplar döktürdü. Orduda bulunan mahir Türk topçuları varken, bir de Macar asıllı Urban Usta gelmişti. Urban Bizans'ın emrinde çalışan becerikli bir ustaydı. Aldığı maaşı az bulduğu için Konstantin'in adamlarına maaşının artırılması talebinde bulunmuş, red cevabı almıştı. Bizans çürümüş, Bizans müflis, çalıştıracağı adama yeterli ücreti vermekten acizdi. (Kaldı ki Çandarlı'ya rüşvet versin)

Urban Usta Edirne'ye, Padişah’ın yanına gelip hediyelerle taltif edildi. Konstantin'in verdiğinin kat be kat üstünde bir ücretle çalıştırılmaya başlandı. Hıristiyan tarihçiler yakınır; Konstantin'in, Padişah’ın verdiği ücretin dörtte birini veremediğini üzüntüyle beyan ederler. Onlara göre, Urban, Bizans'ın vereceği ücret, Türklerin verdiğinden dört kat eksik olsa da, Edirne'ye gelmezdi. Şimdi Urban Usta'yı ve döktüğü, dillere destan olan "Şâhî" adlı topu alıntılarla tanımaya çalışacağız. Biribirine uymayan görüşleri telife güç yetirebilirsek neticeye varmış olacağız. Urban Usta'nın Bizans'tan kaçıp, Edirne'ye Sultan'ın huzuruna vardığını söyleyen Hammer, devamla diyor ki:

"... Mehmed, Konstantiniyye surlarını saracak kadar kuvvetli top imâl edip edemeyeceğini sorması üzerine Urban:

"Konstantiniye ve hatta Bâbil surların hâk ile yeksan edecek top imâl edebilirim (Dukas'tan). Ben sanatımdan eminim, fakat topun ne kadar mesafeye gideceğini evvelden tahmin edemem" cevabını verdi."

Hammer daha sonra Urban Usta'nın yaptığı topla tecrübe atışı yapıldığını, Venedikli Kaptan Riçi'nin boğazı geçmek isteyen gemisini batırdığını, yani başarı elde edildiğini yazıyor.

İsmail Hami Danişmend Urban Usta'nın muazzam bir top döktüğünü ama bu, 1200 okkalık mermi atan topta esas rolün II. Mehmed'e ait olduğunu savunuyor. Daha sonra şunları söylüyor ünlü tarihçimiz: "Bu meşhur topun Urban isminde bir ecnebi tarafından dökülmüş olmasını birtakım Türk düşmanları lüzumundan fazla istismar etmişlerdir: Her şeyden evvel bir kere bu Urban Fâtih'in istihdam ettiği bir sürü ustalardan ancak biridir. Padişah Rumeli Hisan'm yaptırırken kendisine müracaat edip hizmetine giren bu adamdan başka, en başta Sarıca Paşa ve Mimar Müslihiddin gibi İstanbul muhasarası için çok büyük toplar dökmüş ve döktürmüş birçok Türk mühendisleriyle ustaları da vardır. ... Zaten Urban'ın bütün ustalığı dökmeciliğindedir. Hâlbuki bu top meselesinin bütün ehemmiyeti ve bilhassa Avrupa şatolarının yıkılmasını temin ederek derebeylik sistemine nihayet vermek suretiyle Ortaçağı sona erdirip Yeniçağ'ın başlamasına sebep olan kıymet ve mahiyeti Balistik hesapların yapılabilmesindedir ve bunu da Urban değil, bizzat Fâtih Sultan Mehmed yapmıştır. ... Balistik hesaplarının bizzat Fatih tarafından yapıldığını Bizans müverrihlerinden "Dukas'ın izahatına istinaden" Schlumberger bile kabul etmektedir.

Karar Meclisi

II. Mehmed İstanbul'u almaya kesin olarak karar vermişti. İstiyordu ki, vezirleri ve diğer zevat fikrini desteklesin. Fevkalâde bir meclis topladı. Vezirlere fikirlerini sordu. O günlerde, vezirler arasında, sadece doğru olanı desteklemekten fazla, bir de neticenin kendilerine getireceği artı-eksi hesabı yapıldığı anlaşılı¬or. Zağanos Paşa'yla Çandarlı Halil Paşa arasında da bir husûmet vardı. Ünlü Tarihçi Halil İnalcık diyor ki: "Çandarlı biliyordu ki, fetih gerçekleşir ise, bütün iktidarı elden gidecek, ric'at takdirinde ise, devletin durumu tehlikeye düşecek idi."

Sultan'ın arzusunu kendi arzularına muvafık gören Zağanos Paşa, Şehâbeddin Paşa, Akşemseddin ve onların görüşünü paylaşanlar Padişahı savaşa teşvik ederken, Çandarlı aleyhte görüş belirtti. "Vezir-i Âzam Halil Paşa, üç büyük Haçlı Seferi'nden ve Rumeli'nin elden çıkacak kadar tehlikeler atlattığından, İstanbul fethine girişilirse yeni bir Haçlı Seferi'nin açılacağı ihtimalinden bahsetti" Halil Paşa, bu bir maceradır, dedi. Karar Padişahın isteği istikametinde çoğunlukla alındı.

Hemen sonra meydana geldiği "Dukas"ın tarihi ile anlatılan, bizim tarihçilerin oradan naklettiği bir olay var; enteresan olduğu kesin ama doğruluğu şüphe ******ürür. Şimdi o olayı Hammer'den naklediyoruz:

"Bir gece birdenbire haremağaları vasıtasıyla Halil Paşa'yı çağırttı. Sadrâzam, Pâdişah'ın pederi II. Murad zamanında Mehmed'in iki defa halledilmesine iştirakinden dolayı başı için korkudan titrediği halde, yanına altın dolu bir tabak alarak hâk-i pây-i şahaneye (Pâdişah'm ayağı önüne) takdim eyledi. Pâdişâh tamamıyla giyinmiş olduğu halde yatağında oturuyordu.

"Lala, ne yapıyorsun?" dedi.

Sadrâzam:

"Eazım-ı devlet (devlet büyükleri) fevkalâde bir saatte efendilerinin huzuruna çağrıldıkları vakit elleri boş gelmek âdet değildir. Bu takdir ettiğim benim malım değil, senindir. Şimdiye kadar bende emânet idi." cevabını verdi.

Pâdişâh:

"Onun bana lüzumu yok, benim senden istediğim, Konstantiniyye'yi alman için bütün kuvvetinle bana muavenet etmendir (yardımcı olman) dedi."

Anlaşıldığı kadarıyla Türk düşmanlığı tarihlerine de iyice sinmiş olan Haçlılar, hiç olmazsa bu fırsatta bir Türk'ü karalamaya çalışıyorlar. Burada hedef Çandarlı, daha sonra Pâdişâhı da aşağılamaya çalışacaklar.

Böyle bir gecenin yaşandığından bahseden ama hediye meselesini anmayan bizim tarihçiler de aynı kaynaktan istifade etmişler. Çandarlı Halil Paşa: "Rum İmparatorluğu'nun büyük bir kısmına, seni sahip eden Allah, İstanbul'u da sana nasip edecektir. Bütün adamların ile bu büyük işe muvaffakiyet uğrunda mal ve canlarımızı feda edeceğiz, bundan müsterih ol" cevabını verdi."

Bu gece çok uzun anlatılmaktadır. Pâdişah'ın sabahlara kadar uyumadan fetih programı üzerinde çalıştığı, önü¬deki haritadan istifadeyle, ne zaman nereden nasıl saldırılması gerektiğini, karşıdan gelecek tepkiye cevabın nasıl olacağını, hep düşünüp duruyor. Gecenin özeti böyle.

Bizans'ta Son Durum

Sultan II. Mehmed Fatih almayı kafasına ve gönlüne, silinmez bir mürekkeple yazmış, izi kaybolmaz bir aletle kazımıştı. "Ya ben İstanbul'u alırım ya İstanbul beni" dediği de rivayet edilir. Ya Konstantin?

Bizans İmparatoru ya şerefli bir sulh yahut aynı şekilde savaş, diyordu. Kadere tevekkül halindeydi. O da, elinden gelen her türlü -maddî manevî- tedbiri alıp, İkinci Mehmed'in eliyle gerçekleşecek kaderin hükmünü bekleyecek.

İmparator Hz. İsa adına Papa'ya müracaat edip, mezhep düşmanlığının ortadan kaldırılmasına yardımcı olmasını istedi. Ortodoks-Katolik çekişmesi Bizans'ı zayıf düşürmüştü. Bu zayıflığın savunmada vereceği zararı tahmin zor değil.

Mezhep kavgası yüzünden ve tabi diğer olumsuzluklardan dolayı, birçok insan İstanbul'u terk etmişti. O sıralarda İstanbul'da yaşayanların sayısı 70–80 bin olarak tahmin ediliyor. İmparatoru kırmayan paşa V. Nikola aslen Rum olup bir zamanlar Rusya Başpiskopos'u (Metropolid) olan Polonya Kardinali İzidor adındaki zatı gönderdi. İzidor Ayasofya da, Ortodoksluğun en büyük mabedinde Katolik usulü bir ayin yaptı. Katoliklerden nefret eden Bizans halkı durumdan hiç de memnun kalmamıştı. Şu meşhur söz o günlerin hatırasıdır. İstanbullular'ın sözü "İstanbul'da Lâtin serpuşu görmektense, Türk sangı görmek daha iyidir."

Konstantin dindaşlarından fazla yardım bekliyordu. Papa'dan 3 büyük kadırga ile 200 asker, savaş gereçleri ve gıda maddeleri geldi. 30 geminin de va'di bildirildi. Sakızlı Cenevizliler'den 2 gemi ile 700 asker, Ceneviz'den 2 gemi 300 asker İspanya ile adalardan da bazı kuvvetler gelmişti. Cenova'dan da, Galata'daki C-nevizliler'in isteği üzerine 500 savaşçı ile bir gemi geliyordu. "Giritliler, Romalılar, İspanyalılar ve hatta ücretli Türk askerleri."

Bizans'ın savunmasına yardımcı olacaktı. Ayrıca ve en mühimi, Ceneviz'in pek asil Justinyani ailesinin cesur evladı Jean Longas İmparatora 700 adamıyla yardıma gelmişti. Longas'ta askeri de cesur ve iyi savaşçıydı. Şayet İstanbul İmparatorun elinde kalırsa Justinyani Longas Limi Adası'na Duka tayin edilecekti. Bunun verdiği sevinçle gücü artan Longas canla başla savaşacaktır.

Gıda durumunu da düşünmek zorundaydılar. Dukas'tan İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın nakline göre "Sakız ada-sından dört büyük gemi ile tedarik edilen buğday, şarap, zeytinyağı, kuru incir, arpa, keçiboynuzu ve sair muhtelif hububat ve yiyecek geldi. Mora'dan da zahire ve diğer bazı yiyecek maddeleri ve gençler gelmişti."

Surlar

İstanbul'u çevreleyen surların kaç İslâm-Türk akınını eli boş çevirdiği bilinen bir husustur. Peygamber Efendimizin “Konstantiniye fethedilecektir, bu fethi gerçekleştiren komutan ne güzel komutandır, bu asker ne güzel askerdir" mealindeki hadis-i şerifi ilk sahabe zamanında İstanbul seferini başlatmıştı. Sonra da devam etti. Şimdi Müslüman Türk'ün her manevî huzuruna ziyaretçi olarak gittiği Eyüp Sultan Hazretleri ilk müslüman kuşatmasında şehid olan büyük sahabelerdendir. Yani bu surlar Bizans'ın, askerinden fazla güveneceği maddi gücüdür.

Zincir

Galata'dan Sarayburnu'na çekilen ve kırılıp geçilme ihtimali düşünülmeyen zincir ki bir nevi Deniz Suru'ydu. Çok sağlamdı. O orada bulundukça Türk gemilerinin geçmesi mümkün görünmüyordu. Bütün safahatını anlatmak gibi bir niyetimiz olmayacağı malûm. Uzunları kısaltarak aktarmak suretiyle böyle bir özet meydana getirilebildi. Bunun da özetini söylersek. Bizans'ın son İmparatoru Konstantin'i surların aşılmazlığı, zincirin kırılmazlığı ve Longas'un yenilmezliği biraz cesaretlendiriyordu.

Asker mevcuduna gelince tam olarak inanılası bir rakam yok. Tarihi yazarların, kendi tarafları yahut tuttukları taraf için koruyucu olma hakları gerçeklerden önde gidiyor. Mağlup olan askerin sayışım ve diğer gücünü az göstermekle, kazanan tarafın zaferini önemsiz hale getirirler. 7–8 bin kişilik bir savunma birliği inandırıcı gelmiyor. Tahmin edilen rakam 20.000 kişinin Bizans'ı korumaya çalıştığı yönündedir.

Bizans'ın maddî yönden çok kötü durumda olduğu, bir dindaşları tarafından, Çandarlı'yla ilgili bir meselede şöyle hülâsa ediliyor: Çandarlı Halil genç Sultan'a babasının Bizans'la dostâne ilişkilerini anımsatmaktan usanmıyordu. Halil'e "Rum" adı takılmıştı ve Bizanslılardan rüşvet aldığı söylentileri ortalıkta dolaşıyordu. Kilise fareleri kadar yoksul olan Bizanslılar'ın ona neleri rüşvet olarak verdiğini düşünmek zordur.

Aynı yazar abartılı bir biçimde, Bizanslılar surdan bakarak 300.000 Türk askeri saymıştır" diyor.

Edirne'den İstanbul'a Hareket (Şubat 1453)

Sultan I. Mehmed Şubat ayında, dökülen iri topun İstanbul önlerine ******ürülmesini emretti. 60 mandanın çektiği topun iki tarafında 200'er asker yürüyor, kaymaması için çaba sarf ediyordu. Daha önce gönderilen 200 amelenin düzelttiği yolda âzami ihtimamla taşınan, Bizans'ın en ağır misafiriydi.

Top ağır ağır İstanbul yolunda giderken 10.000 askeriyle Karaca Paşa Edirne-İstanbul arasındaki küçük kalelerin fethiyle uğraşıyordu. Top altı-yedi kilometrelik yakınlığa ulaşınca, Sultan Mehmed eyâlet ve sancaklara haber gönderdi, İstanbul'a yapılacak hareket için orduya katılmalarını emretti. Topun sur önüne getirilmesiyle beraber Karaca Paşa da geldi ve topu teslim aldı. Fatih'in emrini alıp yola düşen gönüllü ve muvazzaf askerler de orduya katıldı. (5 Nisan 1453)

Surların dibine yerleşen ordunun mevcudu hakkında kesin veya kesine yakın bir rakam mevcut değil. Yabancılar 300.000'den başlayıp 140.000'e kadar iniyor. Yerli tarihçiler ise daha küçük rakamlar zikrediyor. Birçok usta gelmişti, bunlar da ok, kılıç ve diğer savaş gereçlerinin yapımı için istihdam edilecekti. Hatta bazılarının anlattığına bakılırsa -bugünkü miting yerleri gibi- seyyar satıcıların yekûnu oldukça fazlaydı. Dervişinden serserisine kadar gelmeyen kalmamıştı. Bir de büyük, muhterem zatlar Edirne'den orduyla beraber gelmiştiler. Bunlar, "başta Ak Şemseddin, Akbıyık ve Molla Gürânî olmak üzere yetmiş kadar büyük âlim, veli, şeyh ve dervişlerdi."

6 Nisan 1453 Cuma

Açık havada Cuma namazı eda olundu. Namazdan sonra tellallar vasıtasıyla, harekete geçileceği duyuruldu. "Haliç'ten Marmara sahiline kadar bütün sur boyu derhal işgal edildi. ... On-onbeş bin kadar gösterilen Yeniçeri ve Sipahi kıt'alarıyla Maltepe'yi merkez edinen Fatih Marmara sahiline kadar uzayan sağ cenahını Anadolu ve Halic'e inen sol cenahını da Rumeli askeriyle tuttu. Galata Cenevizlerinin herhangi bir hareketine mani olmak için Zağanos Paşa da şimdiki Beyoğlu sırtlarını işgal etti."

Deniz gücü Baltaoğlu Süleyman Bey'in emrindeydi. Gemi sayısında bile yabancı tarihçilerin abartılı rakam kullandığı görülüyor. Hammer 300'den fazla Türk gemisi, 20 kat aşağıda Bizans gemisi olduğunu yazıyor. Üstünlüğün Türk tarafında olduğu kesin bir gerçek olmakla beraber, fark bu kadar değildi; bu da yerli yazarların görüşü. Sonra şunu da kabul etmek lazım ki, asırlarca denendiği halde fethine muvaffak olunamayan bir şehrin alınması için kuvvetli olmak ve bu kuvveti kullanmak suç değildir.

Teslim Ol Kurtul (6 Nisan 1453)

Her şey hazır, bütün tedbirler eksiksiz alınmıştı. İnancına göre hareket etmek sorumluluğu ile Sultan, İmparatora bir teklifte bulundu. Mahmut Paşa ******ürdüğü mesajda, eğer şehri teslim ederse kan dökülmeyeceği, bütün insanların canına, malına hiçbir zarar verilmeyeceği, isteyenin istediği yere gidebileceğini bildirdi. İmparator teslimi gururuna yediremedi. Müdafaa için yeminli olduğunu, ancak, vergi ödemek istediğini söyledi. Bu, bugünden sonra kabul edilir değerde değildi.

İlk Ateş

Teslim şartının kabul edilmeyişi öğrenilince, Topkapı (o zamanki adıyla Sen Rumen) yakınında atış emri bekleyen, yere göğe sığdırılamayan Urban Usta ve büyük topun marifeti şaşkınlık yarattı. Doldurulması iki saat süren bu dev top, ilk ateşlenmesinde düşünülen parçalar ustasının parçalarına karışmıştı. Usta'nın parçalarını birleştirmek mümkün olmadığından, dağ fare doğurdu değil, artık dağ incir çekirdeği doğurdu denmesi lâzım. Bu bahsi şöyle noktalayan Hammer: Topun parçaları toplanarak yine kullanılmak istendi ise de topu yapan usta artık hayatta olmadığından netice muhasırların arzusuna muvafık zuhur etmedi. Bu parçalanan Şahi denen top iki ayrı topla destekleniyordu. Bugün Topkapı dediğimiz yer ismini bu toplardan dolayı almıştır.

12 Nisan'da devamlı bombardıman başladı. Devamlı surlarda gedikler açıldı. Meşhur Justinyanilerin oğlu Longas, adamlarıyla beraber surların tamirini yetiştirmeye çalıştı. Aynı gün Zağonos Paşa bütün sur boyunu işgal etti.

18 Nisan'da, Baltaoğlu Süleyman Bey adaları işgal etti. 20 Nisan'da, Bizans'a yardıma gelen Rum ve Latin gemileri -ki beş tanedir- Koskoca Osmanlı Donanması'nı atlatıp Haliç’e girebilmiştir. Bu hadise her ne kadar şişirilip Avrupa'nın başarısı, Türkler'in zaafı olarak gösterilmiş olsa da, sadece havanın azizliğinden başka bir şey değildi. Yine de bu olay Baltaoğlu'nun azline sebep oldu. Donanma komutanlığına Hamza Bey tayin alındı.

Karadan Denize Gemi Nakli

Meşhur hikâyenin Solakzâde Tarihi'yle anlatımı şöyle: "Ehli İslâm bahadırları da nâmu kâm için savaşa gayret gösterip can ve baş ile çalıştılar. Hiçbir surette kusur göstermeyip, veriştiler el-leştiler. Fetih ve zaferin yüzünün güzelliği kendini göstermeyince, güzel tedbirli Pâdişâh, gönülleri aydınlık dolu olan vezirlerini cem eyledi. Onlara: "Hisarın bu tarafından hem hendek var hem duvarları üç katlıdır. Umum üzere bu taraftan muhasara vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Deniz tarafından da surları döğmeye çare bulmak gerektir. İstanbul ile Galata arasında olan liman üzerinde zincir çekilmiş olup, gemi geçirmek mümkün değildir ve imkân haricidir. Buna ilacınız var mı?" dedi.

"Padişahın bu izahatı ve sorusu üzerine, devlet erkânı her ne kadar dikkat edip, tefekkür deryasına daldılarsa da liman tarafına gemi geçirmek tedarikinde aciz kaldılar. Nihayet ihtişam sahibi padişah hazretlerinin nurlu kalplerinde böyle bir ilham vaki oldu. Yenihisar canibinden gemileri sürüp Galata ardından aşırarak, Haliç’e indiler. Top ile düşmanı deniz tarafından şaşıralar."

"Gerçi böyle tedbir akla aykırı bir iş ve amele gelmesi hayli zor idi. Lâkin bu gönül açıcı tedbir herkese sevimli ve kolay görünüp, mertlik gayreti ile Beşiktaş dedikleri yerden Kasımpaşa deresine doğru, dağ parçası gibi gemilerin altına yağ ile terbiye olunmuş kütükler döşeyip, bir rivayette yelkenler açarak yürüttüler ve gemileri birbirlerine bağlayarak, üzerine metrisler vaz eylediler. Yiğitçe ve merdâne cenk yaptılar. Böylece geniş şehri düşmanın gözüne dar düşürdüler."

Yağlı kasalar üzerinden kaydırılıp Beşiktaş'tan üstteki ormanlık alandan Haliç’e kadar getirilen gemilerin 70 adet olduğu söyleniyor. Zincir olduğu için normal yolla oralara erişemeyen gemiler, böylece Haliç’e sokulup buradan surların zayıf yerleri döğülmeye başlandı. En hayrete şayan tarafı bu hareketin bir gece içinde bitirilmiş olmasıdır. Bundan sonra fetih daha yakın, Bizans'ın işi daha zor.

İmparator, Türk gemilerinin kendine göre girilmez bölge sayılan yerde salındığını görünce hayretini gizleyemediği gibi gerekli tedbiri de aldı. Haliç surundan yapılan top ateşiyle iki Türk gemisini batırdı. Buna karşılıklı Türk tarafı Kasımpaşa tepesinden, Bizans topçusunu devamlı top ateşi altında tuttu. Haliç'ten de bombardımana maruz kalan İmparator "Ölümü hiçe sayan bir cesaretle .... mukadder akıbete karşı direnmekteydi. Bizzat İmparator erkekçe bir kararlılıkla savaşçılarına örnek oluyordu. Konstantinos sonuna dek, tuttuğu işin başarısızlığa uğradığını görecek kadar yaşamaya karar vermiş bir kimse gibi mevkiini muhafaza etti."

18 Mayıs Cuma

O zaman kadar görülmedik büyüklükte topun yapılıp kullanılması, karadan gemilerin denize indirilmesi, denizde köprü kurulması, yeraltı muharebesi... bunlar hep yenilikler idi. Şimdi ise tekerlekli kuleler görülüyor.

"Perşembe/Cuma gecesi Topkapı surunun önündeki hendeğin kenarında yüzlerce mühendisin, ustanın ve işçinin dört saat içinde, yani bir hamlede yaptığı bu muazzam kule İstanbul surundan daha yüksektir." Altında tekerlek değil de makaralar bulunan, bu sayede istenilen yere kolayca nakledilen bu kuleyi görünce hayrete düşen Bizanslılar ona "şeytanî bir eser" demekten kendilerini alamamışlar. Bu kulenin f¬tihte oynadığı rol oldukça önemlidir.

İmparatora Son Şans

İkinci Mehmed yiğit adamdı, yiğitlik gösterenleri takdir ediyordu. İmparator XI. Konstantin devamlı şerefli hareket ederek sultanın takdirini kazanmıştı. Sıra son hücuma gelince, İmparator'a, iyi tanıdığı İsfendiyaroğlu Kasım Bey'i elçi olarak gönderdi. İmparator, merasimle karşıladığı pâdişâhın elçisi ve kendi dostundan son teklifi dinledi:

Eğer, diyordu genç Sultan, imparator gönüllü teslim olursa, malı mülkü kendisinindir ve Mora Despotluğu verilecektir. Ahaliden de isteyenler her şeylerini alıp gidebilecek, kalanlar hürriyet içerisinde, evlerinde, işlerinde mallarının başında hayatlarını devam ettirecekler. İmparator savaşa devama karar verir ise, kaybetmesi halinde herkese esir muamelesi yapılıp şehir üç gün yağmalanacak. Kiliseler camiye çevrilecek.

İmparator: "Şehri teslim etmem mümkün değil, gerekirse savaşarak ölürüm" deyip her şeyi kaderine havale edince, yapılacak şey güzel bir savaştan başkası değildi.

İkinci Mehmed yapılan ilk taarruz veya saldırılarda netice elde edemeyince biraz huzursuzlanmış, orduda da ufak tefek rahatsızlıklar meydana gelmişti.

Fatih'in Harp Meclisini Toplaması (27 Mayıs 1453)

Ne kadar güçlü olsa da, inansa da, neticeye varılamayışı günlerin, haftaların sadece karşılıklı zayiatlarla geçmesi -herhalde- Padişahın içine "acaba" ateşini düşürmüştü. Vezirlerin ve Hocaların fikirlerini bir kere daha öğrenmek istedi. İşlerin nasıl gittiği herkesin malûmuydu. Sordu: Muhasara devam etmeli mi etmemeli mi? Zafer şarkılarıyla gelen muazzam ordu, hüzünlü mırıldanmalarla boynu bükük dönsün mü? Yoksa sonuna kadar devam mı edilsin?

Çandarlı Halil Paşa tereddüdünü hiçbir zaman için yenememişti. Avrupa'dan ve Macaristan'dan gelecek yardım şayiaları temkinli insanlar için caydırıcıydı. Bunu en fazla hisseden Çandarlı yine savaşın aleyhinde oy kullandı. Onu destekleyen birkaç kişi olsa da, Padişahın devam fikri daha güçlü insanlarca destekleniyordu. Belli Paşaların yanı sıra, her söz ve hareketine olağanüstü itibar edilen Ak Şemseddin Hazretleri Padişahı teşvik ediyordu. Molla Gürâni, Molla Hüsrev devam diyordu. Devam kararı alındı.

Konstantiniyye İstanbul Oluyor (28/29 Mayıs 1453)

Sultan Mehmed'i yaşlandıran haftalar geçti. Son geceye gelindiğinde, hâlâ içi "acaba"larla yanan Sultan, Ak Şemseddin Hazretleri'nden bir hayırlı müjde umuyordu. Zaferi görmeden, inanmak için hazretin güzel sözlerini duymak dileğiyle Veliyüddin oğlu Ahmed Paşa'yı gönderdi.

Paşa hürmetkârâne sordu, Pâdişâh ağzıyla: "Hisar'a, zafer mukadder midir?" Şeyh Hazretleri cevap verdi "Allah'ın inayetiyle bu harabı hisarın ne kadar tahammülü ola ki?" Ahmed Paşa Pâdişah'ın yanına yüzündeki ümit ışıltılarıyla geldi, dinlediğini aktardı. Sultan Mehmed'in yüzündeki endişe ince bir tebessüme döndü. Daha kati bir söz işitmek istiyordu. Ahmed Paşa'yı tekrar gönderdi. Rica edildi. Ak Şeyh'e, vekil tayininde bulunması dilendi. Kısa bir anlık murakabeden sonra şeyh dedi ki: "İnşaallahu Rahman yarın sabah, sabh-ı sâdık döneminde, ricaullahın himmetiyle, falan mahalden hisara yürüyüş ola. Hakkın izni ile fetih kapısı müyesser olup, şehrin içinde tekbir sadaları dola. Sen de o zaman Pâdişâh ile birlikte bulunasın."

Ulu Şeyh Ak Şemseddin'in ulu müjdesi Sultan Mehmed'in daralan gönlünü İstanbul kadar genişletirken Ayasofya Kilisesi'nde Kudas ayini yapılıyordu. İmparatorda, sarayının ileri gelenleriyle beraber kiliseye gidip istiğfar getirdi, hüngür hüngür ağlayan halkla beraber âyine iştirak etti.

Konstantin kiliseden çıkınca atına binip askeri mevkileri dolaştı. Halkı ve askerini heyecanlandıracak konuşmalar yaptı. "O gece ne istihkâmlarda, ne kulelerde kimse uyumadı. Ertesi gün -ki 29 Mayıs'tır- İlk horoz sadasında herkes ayaküstünde, silâhaltında idi. İmparator Sen Romen -Topkapısına galebe etmek üzere yahut payitahtının harabeleri altında defnedilmek tasarısında bulunduğu halde- düşmanı bekliyordu." Türk tarafının umumî hücuma kalkacağı Galata Cenevizliler ile Osmanlı ordusundaki Rumlar tarafından İmparatora duyurulmuştu.

Padişah, Akşemseddin'in paha biçilmez müjdesiyle sevinir; söylenen vakti yeni tedbirlerle doldurmaya çalışır. Surlara ilk çıkacaklara büyük mükâfatlar vaad eder.

29 Mayıs sabahı, namazını kıldıktan sonra atına binen Sultan Mehmed maiyetiyle beraber ön safa gelir, güneşin ilk ışıklarıyla, toplar ateşlenir. Bu güneş dokuz asırlık hasretin üzerine doğmaktadır; bu hasretin bugün bitmesi için askerler canla, başla atılırlar ileriye. Canın hükmü yoktur bugün. Canın, niçin verildiğini bilmektir mühim olan. İkinci Mehmed'in -Akşemseddin'in müjdesini alan- askerleri yaptıkları işin şuurundadırlar. Merdivenlerden surlara tırmanmaya başlanır. Şehirde kiliselerin çanları Türk toplarıyla yarışa girer. Ahali şaşkınlıktan oraya buraya kaçışırken, kimi de son anın geldiğini düşünüp "bari savaşarak öleyim" diye askerlerle beraber vuruşmaya katılır.

Surlara tırmanan Türk askeri fazla yaşamadan üzerlerine dökülen "Rum ateşi" ile yakılarak öldürülüyor, şehit düşüyorlardı. Topkapısı önünde bulunan Sultan, ölenlerin yerine yeni birlikler gönderiyor, Akşemseddin, Molla Gürâni ve diğer dervişler dualarla, ön saflarda askere moral aşılıyorlardı.

Umûmi hücum gerçek hücum olmuş, Pâdişâh dahi elinde demir topuz olduğu halde savaşıyordu. Buna rağmen henüz elde edilen bir yer yoktu. Duvarlara tırmanılan merdivenler kırılıyor, Grejuva ateşleri gemilere dalgalar halinde yürüyordu. Şehir kalın bir duman bulutu içinde kaybolmuştu. İmparator askerini devamlı cesaretlendirme görevini yaparken kendisinden çok şeyler beklediği Justinyani Longas ağır yara aldı. Acıya dayanamıyordu. Konstantin'den, tedavisi için izin istediğinde:

"Yaranız ağır değildir; bununla beraber, buradan nasıl çıkacaksınız?" diye sordu İmparator:

Justinyani şu cevabı verdi:

"Cenâb-ı Hakk'ın Türkler'e açmış olduğu yolu takip edeceğim."

Türk komutanlar Rum ateşiyle dağlanarak ölürken, askerler tırmandıkları merdivenden, silkelenen olgun meyveler gibi sapır sapır dökülürken sadece "Allah" diyorlardı. Justinyani gibi bir Hıristiyan kahramanı aldığı yaranın acısıyla her şeyi unutup mevkiini terk edip Galata'ya sığındı.

Justinyani'nin varlığı Rumlar'a güven veriyordu. Onun kendine göre iyi bir adı şerefli bir geçmişi çok namlı bir ailesi vardı 700 askeriyle beraber geldiğinde büyük bir ordudan fazla güven getirmişti. Onun, aldığı yarayı bahane ederek çekip gitmesi, zaten olmayan ümidi tamamen bitirdi; saflar karışmaya başladı.

Ulubatlı Hasan

Pâdişâhın emriyle surlara tırmananlar anlatılırken, hafızalarımızdan silinmeyen bir ismi anmadan geçemeyiz. "Yeniçeriler arasında iri yarı Ulubatlı Hasan isminde bir yeniçeri, kalkanını sol eli ile başının üstünde tutarak sağ elinde palası olduğu hâlde ilk olarak surun üstüne çıktı; bunu gören otuz kadar yeniçeri onu takip ettiler ise de müdafilerin ok ve taşlarıyla sekizi öldürüldü. Ulubatlı Hasan yaralanmasına rağmen, diğer arkadaşlarının sura çıkmasına yardım etti.

Fakat bunlar da öldürüldü ve Ulubatlı Hasan bir taşa takılarak surdan aşağı düştü ve yukarılardan atılan ok ve taşlarla şehid edildi.

Varsın olsun... Ölüm ne ki? Onlar nice zamandır bu hayallerle yaşıyorlardı zaten. Konstantiniye'yi İstanbul yapan sancağı o sura dikmenin şerefi ile şehidliğin mükâfatı az şey midir bir fâniye? Ulubatlı için İ. Hami Bey "Şâhî denilen büyük toplardan birinin açtığı bir gediğe saldıran Anadolu Türk neferlerinden Ulubatlı Hasan Topkapı suruna tekbirlerle çıkıp sancak dikerek İstanbul'a ilk giren Türk askeri olmanın şan ve şerefini kazanmış, kendisini takip eden otuz arkadaşıyla beraber, harb ederek içeri girmiş ve bir rivayete göre de surun üstünden düşerek Türk ırkının asırlardan beri gördüğü büyük rüyayı tahakkuk ettirdikten sonra Allah'ına kavuşmuştur. Bu muhteşem neferin Türk tarihindeki şanlı şahsiyeti, büyük ve kahraman veliyullah Akşemseddin'in nûrânî siması kadar parlaktır" diyor.

Ulubatlı'yı bu kadar anmış, Akşem-eddin'den sitayişle bahsetmişken, pâdişâhın, şeyhe gönderdiği Veliyyüddin oğlundan da kısaca bir haber verelim. Bu kişi, meşhur şair Ahmed Paşa'dır. Zamanının mühim şairlerindendir ve görüldüğü gibi, önemli bir devlet adamıdır. Anılsın diye, bir güzel gazelini takdim ediyoruz:

Ey fitnesi çok kavli yalan yandım elinden

Bir naz ile bin gönlüm alan yandım elinden

Sen şem gibi gayr ile mecliste gülersin

Ben akıdurum yaş ile kan, yandım elinden

Her har ile sen sohbet edersin dün ü gün, ben

Derdin ederim mûnis-i can, yandım elinden

Ahmed çeke çevrini, göre lütfunu ağyar

Ey şefkati az şüh-ı cihan, yandım elinden

İkinci Murad bahsinde de hizmeti görülen Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa'ya da hizmetleri için minnettarız.

Artık, gırtlağı sıkılan insanın son hırıltılarını yaşayan Bizans tamamen susmak üzereydi. Topların tahrip ettiği yerden yeniçeriler içeri dalmaya başladılar.

İmparator omuzundan yaralanmıştı. Yanındaki Kantakuzen öldü. İmparator kaçmaya başladı. Onun bu hali, müdafadaki askerler arasında paniğe sebep oldu. Bir rivayete göre, panik esnasında İmparator surdan düşüp öldü.

Hammer'e göre İmparatorun sonu şöyle: "Konstantm mesâisinin neticesiz kaldığını ve düşmanın kesif kitleler hâlinde her taraftan şehri istila ettiklerini görüp, ölümü davet ederek Türkler'in üzerine hücum etti. Bütün maiyeti kendisini terketmiş olduğu halde:

"Bir Hıristiyan yok mudur ki beni öldürsün!" diye bağırıyordu. O anda -biri yüzünden diğeri arkasından- iki kılıç darbesi alarak, ölüler arasına düşüp karıştı. İntiharıyla ilgili rivayetler de var.

İmparator gibi trajik bir sahne yaşatan başkası yok mu? Süleyman Çel-bi'nin Orhan adlı torunundan bahsedilmişti. İmparatora onun için yüklü paralar ödeniyordu. Ödemenin artırılması istendiğinde ise tamamen kesilmişti. Şehzade Orhan keşişlerle rahiplerle ve doğruysa para için savaşan 600 Türkle beraber Bizans'ı koruyordu. Her şeyin bittiği yerde o hayattaydı. Esir edilme noktasına gelince ölümü tercih ile kendisini kuleden atarak intihar etti. (Hammer)

Fatih'in Doğuşu (29 Mayıs Salı)

İstanbul artık Türk'tür. İkinci Mehmed'in adı bundan sonra Fatih Sultan Mehmed. Sancağı surda dalgalanırken gören Fatih atından inip secdeye kapandı Allah'a hamd etti. Secdeden başını kaldırınca hemen Ak Şemseddin Hazretleri'ne yöneldi. Solakzâde Tarihi'nden yapacağımız -Fatih-Şeyh- görüşmesini biraz sonraya bırakıp şehre girişini öne alıyoruz.

İstanbul'un fethiyle ilgili bütün dünyada eserler yazılmıştır. Herkes bir türlü anlatmıştır da hiç kimse bu hadiseyi küçültmeye kalkışmamış. En azından biz öyle biliyoruz. Fetih, Fatih'in hayatının bir bölümü olarak ele alındığı için, bu konuyu fazla uzatmak istemiyoruz. Zaten milletimiz bu hususta epeyce malûmat sahibidir. Bu fetih gerçekleşince, malûm haçlılar matem tutuyor, Müslümanlar bayram yapıyor. Son İmparator şerefiyle öldüğü için iyi anılıyor. Y. Öztuna da bir başka iyi anılacağa rastladık, anlatalım. Surlara Türk bayrakları çekilmiş, ezanlar okunmuş, yani Konstantiniyye İstanbul olmuş ama, hâlâ bahçe kapısında Giritli askerler savaşıyormuş. "Pes" diyememişler. Onların yiğitliğini çok beğenen Fatih, silahlarıyla beraber gemilerine binip memleketlerine gitmelerine izin vermiş. Bu bile Fatih'in büyüklüğünü Türk'ün karaktere verdiği önemi göstermeye yeter!

Fatih Topkapı'dan şehre giriyor. Muhteşem beyaz atın üstünde 21–22 yaşlarında. Hem "Fatih" unvanını kazanmış, hem "Roma İmparatoru" Kilise (Ayasofya) alabildiğince insanla dolu, içi ve avlusu tıklım tıklım. Fatih Sultan Mehmed Ayasofya'ya girince, herkes birbirinin üstüne secdeye kapanıyor. Patrik bile secdede ağlayanlardan. "Kalkın", "susun" diyor işaretle. Sonra, "Ben", diyor. "Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız."

Fatih Bizanslıları teskin ettikten sonra, kendi kumandanlarına, halka fenalık yapan askerin ölümle cezalandırılmasını emretti.

Fatih'in fetihten sonra şehre getirdiği sükûn, herkesi rahatlatmıştı. Herkesin inancında hür olduğu, hiç kimsenin özel hayatına karışılmaması, Ayasofya ve etrafına toplanan 50.000 kişinin burnunun bile kanatılmaması, o günün anlayışına göre olacak işlerden değildir. Fatih olamayacak işleri oldurabilen bir kişi hüviyetiyle insanları hayrette bırakıyordu. Yalnız; kılıç zoruyla fethedilen yerlerin üç gün boyunca yağmalanması adetten idi. Asker bunu bekliyordu. Bazı yerlerin yağmasına izin verildi. "Ve Ayasofya'nın camiye çevrilmesini emredip, ezan okuttu. İkindi namazını Ayasofya camiinde kıldı."

Fetihle ilgili oldukça geniş malûmat bulunmaktadır. Mümkün mertebe özet vermeye çalıştık. Fetihteki olağanüstü veya olağandışı başarıyı, Türk olmayanlar da methetmek zorunda kalmışlar, işte onlardan biri:

"II. Mehmed'in karadan donanma yürütme işinde, amansız düşmanı olan ve II. Mehmed'i şahsen tanıyan Bizans İmparatorluk Prensi meşhur tarihçi Dukas, şöyle fikir beyanından kendini alamamıştır. "Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Keyahsar denizde köprü inşâ ederek, karada yürür gibi, bu köprü üstünden karaya asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük pâdişâhı olan II. Mehmed, karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Binâenaleyh bu adam, Keyahsar'ı da geçti. Zira Keyahsar, Çanakkale Boğazını geçti ve Atinalılar'a mağlûb olarak muhakkar bir halde geri döndü. Mehmed ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizanslıları mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul'u yani dünyayı tezyin eden şehirlerin kraliçesini fetheyledi." Fetih sırasında 53 yaşında olgun bir adam olan tarihçinin bu heyecanlı satırları, devrinde bu hâdisenin ne kadar muazzam bir tesir uyandırdığını gösteren bir ayna gibidir."

Yine Öztuna'nın kitabından, yine Dukas 'tan alınan bir fasıl "II. Mehmed, gece olmayacak saatlerde bile müşavirlerini çadırına davet ediyor, herhangi bir meselenin münakaşasını yapıyordu. Bir defasında gece yarısından sonra Vezir-i Âzam Halil Paşa'yı davet etmiş, Paşa uyanıp acele giyinerek huzura girmişti. Pâdişâh yatağının kenarında, fakat giyimli idi. Vezirine şu sözleri söyledi: "Yatağımın bu baş yastığını görüyor musun? Bu yastığı bütün gece yatağımın bir ucundan öbür ucuna ve diğer uçtan öteki uca nakletmekle meşguldüm. Yatağa yatıyor ve kalkıyordum; gözüme uyku girmiyordu. Allah'ın yardımı ve Peygamber'in imdadı ile İstanbul'u alacağız." II. Mehmed, sabahlara kadar başım krokilerin üzerinden kaldırmıyordu. "Harb fennine aşina olanlara topların ve muhasara aletlerinin nerelere konması lâzım geldiğini tesbit ettiği gibi, lağım açılacak yerleri de plân üzerinde işaret eyliyor, hendeklerin başlarını ve merdivenlerin surun hangi tarafına konması lâzım geldiğini gösteriyor; velhâsıl bütün gece, bu hazırlıklar ile meşgul oluyor ve sabahlan, gece verilen kararların akilane ve düşmana karşı hilekârane tatbik ve icrasını emrediyordu."

Bu Mehmed 21 yaşındadır! Lütfen biraz düşünelim; nasıl yetişmedir böyle? Bilgi beceri, arzu, fedakârlık, inanç hepsi bir arada. Bizim çocuk diyeceğimiz yaştaki bir insanda. Kendisinde olanlarla da yetiniyor değil; aksakallıların tecrübesini, Ak Şemseddin'in ve diğer ulu kişilerin duasını talep ediyor.

Çok saygı duyduğu, kerametine inandığı, fetih müjdesini kendisinden aldığı Ak Şemseddin, Fatih için, değeri tarif edilemeyecek yüce bir kişidir. Fatih olmanın heyecanıyla yanına koştu. Solakzâde'nin anlatımıyla takdimi uygun bulmuştuk.

Gerçek midir menkıbe mi bilemiyoruz. Ne olursa olsun hoşa giden bir davranış, ders alınacak bir hikâye, onun için aktarılması istenmektedir.

"Sultan Mehmed Han Şeyh'in çadırına vardıklarında, Şeyh Hazretleri yerlerinden kımıldamayıp, ayağa kalkmamılar idi. Vakârlı pâdişâh şeyhin huzurundan çıktıklarında yolda iken Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa'ya hitab ederek şöyle buyurdular.

"Şeyh bize kıyam etmeyip yerinden kımıldamadığı için hatırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur."

Ahmet Paşa cevap vererek: "Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübarek ecdadınıza müyesser olmayıp, size nasip olmakla, sizde bir çeşit gurur müşahede eylemiş, bu yüzden riayet ve tazimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları sizden o gururun izalesine gayret gösterip ayağa kalkmadı" deyince, bahtiyar pâdişâh bu sözden mesrur ve handan oldu. Kendilerine hemen şifâ sâdır oldu. O gece, gecenin son çeyreğinde Şeyh Hazretlerini davet edip, sabah oluncaya kadar gizlice sohbet eylediler. Sabah namazını şeyh ile birlikte eda edip, virdlerini işittiler. Daha sonra Ebû Eyyûb Hazretlerinin (Allah rahmet eylesin) mezarlarını tayinini iltimas eylediklerinde, Şeyh Akşemseddin halvete varıp, teveccüh kıldılar. Hâlâ yüksek kubbelerinin bulunduğu mahalli, gerçek ehline doğru olarak görünmesi yolu ile tayin eyleyip, bazı alâmetlerini beyan eylemekle, bir bir bulundu ve böylece gerçek olarak tâyin edilen mahallinde mezâr-ı şerifleri zuhura geldi."

Bir Haziran'da İstanbul Ayasofya Câmii'nde ilk Cuma namazı kılındı. Temin edilmeye çalışılan Ortodoks-Katolik birliğinin parçalanmış olmasıyla Fatih Şark Hıristiyanlığını himâyesi altına almış oldu ve yeni bir Rum Ortodoks Patriği tâyin etti. Yine, bir Haziran'da Çandarlı Halil Paşa Vezir-i Âzamlık'tan azl edilip hapse kondu. Böylece, başlangıçtan itibaren Türkler'in işgal ettiği vezaret makamı da değişikliğe uğradı. Rum olduğu sanılan Mahmud Paşa Vezâret-i Uzmâ makamına getirildi.

Bütün yenilikler aynı güne sığdırılmış görünüyor. İstanbul Vâliliği'ne konuşturan Süleyman Bey, Kadılığa da Celâlzâde Hızır Bey Çelebi bugün tâyin edildiler.

Çandarlı Halil Paşa'nın İdamı (10 Temmuz 1453)

Çandarlı adı Osman Gâzî'den beri pâdişâhlardan sonra anıla geliyordu. Şimdi bahsettiğimiz Çandarlı; Vezir-i Âzam Çandarlızâde İkinci Halil Paşa'dır. Sultan Fatih'i emaneten oturduğu tahttan uzaklaştıran kişilerin en önemlisiydi ki, o zamandan bugüne kadar Fatih'in gazabı şahanesi! Onun üzerine meylediyordu: Vazifeden azli ve idamı için uygun zemini bulan Fatih gözünün yaşına bakmamış. Görünür sebepler nelerdi?

Fatih ufku geniş, genç, dinamik bir delikanlıdır. Çandarlı ise yaşını başını almış, itidalli, mâcerâ gibi görünen işlere itibarı yok; dibi görünmeyen sudan geçmeyen bir insan. Fatih İstanbul'u alacağına inanıyor; Çandarlı'nın şüphesi var; böyle bir savaşın kaybı devletin felâketi demektir. Böyle düşünen Çandarlı, devamlı Fatih'in eteğinden çekiyor. Fatih'in doludizgin gitme mizacı ile Çandarlı'nın teennisi uyuşamıyor, ikide bir önüne dikilen engelden ve Osmanlı Hanedanı ile yarışan bir Çandarlı Hanedanı oluşmasından hoşlanmayan pâdişâh nihâi kararını veriyor... Ve Çandarlı önce vezaretten azl edilip, sonra da idam ediliyor...

Görünüşte, hoş olmayan bir yol açılıyor ki kapanması asla mümkün olmuyor. Bu yol iyi mi kötü mü oldu? Bilmiyoruz. Olayın nakliyle yetineceğiz. Çandarlı'nın azli ve idamı ile adeta sadrazamlık makamı Türk soyundan gelenlere kapandı. İşte Fatih'in saltanatında Mührü Hümâyunu koynunda taşıyanların isim ve milliyetleri:

1. Mahmud Paşa, Rum veya Hırvat yahut ikisinin karışımı.

2. Rum Mehmed Paşa -bu zat sonunda, Türk düşmanlığından dolayı idam edilmiştir.

3. İshak Paşa, Rum veya Hırvat.

4. Mahmud Paşa, ikinci defa.

5. Gedik Ahmed Paşa, Arnavud veya Rum.

6. Karamâni Mehmed Paşa Türk.

İşte böyle Çandarlı'dan sonra gelen beş Sadrâzamdan sadece biri Türk'tür. Fatih'ten sonraki pâdişâhlar için de durum değişmez; genelde gayr-ı Türkler işbaşında bulunurlar.

Gayr-ı Türkler işbaşında bulunur da ne olur? İyi yanından bakanlar, Osmanlı Devleti'nin dönme devşirme vezirlerle büyük işler başardığını, onlarla şahikalara çıktığını söylerler: Bunların, arkalarında kalabalık bağlıları bulunmadığı için, padişahlara tehlike teşkil etmediğini, dolayısıyla padişahların rahat hareket ettiklerini söylerler.

Rum, Hırvat, Boşnak, Arnavud, İslav, Ermeni, Frenk, İtalyan, Macar, Çerkez ve Gürcüler'den Türkler'in Vezir-i Âzam olmalarına sıra gelmemiş olsa da, bunların büyük kısmının Türk Devleti'ne hizmet ettiği, önce Müslüman olup, Türk töresine göre yetiştikleri için önemli sayılması gerekenin verdikleri hizmet olduğu anlatılır. Herkesin de gördüğü gibi bazı büyük şehirlerimiz bu tür paşaların hayır eserleriyle doludur. Camiler, köprüler, hanlar, hamamlar ve çeşmeler yaptırmıştır bunlar. En küçük ihaneti görülenler ise anında, en ağır cezaya çarptırılmıştır.

İstanbul'un fethini uzatmış gibi görünsek de işin ihtişamı yanında hiç bahsetmedik sayılsa yeridir. Fatih'in yaptığı diğer faaliyetler de anlatılacak. Kısa kısa onlara bir göz atalım derken Sayın Yılmaz Öztuna'nın fetihle ilgili bir tesbitine de değineceğiz.

Fetihten önce dünyanın bir numaralı devleti Türkistan İmparatorluğu'dur, yani (Doğu Türk Hakanlığı) ikincisi ise Mısır (Memlûk Sultanlığı) Osmanlı Devleti ise, ancak üçüncü sırada idi. Fetihten sonra, dünyanın bir numaralı devleti Osmanlı'dır.

Fatih Sultan Mehmed İstanbul'da fazla kalmaz, Edirne'ye geçer. Orada yeni yeni fetihler düşünmektedir. Hepsi birden olamayacağı için, önemine göre sıralamak gerekir ve ilk sırayı Enez alır. Enez küçük bir kasabadır. Her tarafı Türk toprağıyla çevrili bu yerin Cenevizlilerin elinde bulunması münasip değildir. Hemen Türk toprağına katılır.

Osmanlı, Rodos şövalyelerinden çok çekmiştir. Ve Ege'de bir sürü ada, hepsi de burnumuzun dibinde durduğu için her zaman can sıkıcı olabilir. Amiral Hamza Bey donanmayı Ege Denizi'ne sürer, beş adanın Türk eline geçmesini sağlar. Böylece, Çanakkale Boğazı emniyete alınır...

Çok kısa zamanda birçok Hıristiyan devleti haraca bağlandı. Trabzon Rum İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı, Raguzaz Dubrovnik Cumhuriyeti, Mora Despotluğu, Sakız Ceneviz Kolonisi, Midilli Ceneviz Dukalığı vs.

Venedik Cumhuriyeti'ne bağlı Naksos Dukalığı sulh akti yaptı ve sıra geldi Sırp Seferi'ne.

Birinci Sırbistan Seferi (1454)

Sırbistan -Belgrad hariç- daha önceden işgal edilmişti. Belgrad Macarlar'a terk edilmiş Sırp Despotu Brankoviç'te Macaristan'a kaçmıştı. Macaristan'a defalarca akın yapılmış, hepsinde de Erdel Prensi Jan Hunyadi'ye mağlup olunmuştu. 1444'te Sultan Murad Segedin Sulhü'nü imzalayarak Hunyadi kâbusundan kurtulmuştu. Sırbistan'dan alınan yerlerde anlaşma gereği eski sahiplerine iade edilmişti.

Sırp Despotu İkinci Kosova muharebesi yapılırken -1444- fırsattan istifade, bazı Türk kalelerini işgal etmişti. Sultan Murad savaşlardan bıktığı için ses çıkarmayıp, alacağını zamana havale etmişti.

Sultan Murad ölüp, II. Mehmed Pâdişâh olup, İstanbul'u fethedince Brankoviç yarınından endişeye kapılmış, Edirne'deki Fatih'e bir tebrik heyeti ve onlarla beraber işgal ettiği kalelerin anahtarlarını göndermiş. Bir yüzü böyle davranan Brankoviç'in diğer yüzü, Papa'nın öncülüğünde Türkler'e karşı

Link to comment
Share on other sites

FATİH SULTAN MEHMET

(1451–1481)

07hz6.jpg

İkinci Mehmet olarak tahta geçen Fatih'in hükümdarlığını anlatmaya Aşıkpaşaoğlu'yla başlıyoruz. O, tarihinde diyor ki: "Sultan Murat bir gün adaya gezmeye gitmişti. Gezmeden döndü. Saraya gelirken Ada Köprüsü'nün başında gördü bir derviş durur. Yakın gelinceye bu derviş dedi ki:

'Hey padişah! Tövbe et ki; vaden yakındır.' Dervişten bu haberi işitince, Sarıca Paşa hünkârın yanındaydı, pâdişâh dedi ki: 'Sarıca sen tanık ol: Ben bütün günahıma tövbe ettim.' Hünkâr, İshak'a sordu: 'Şu dervişi hiç bilir misin, kimdir?' İshak: 'Sultanım! Bursa'da Emir Sultan müritlerindendir' dedi." Bu derviş bir daha hiç görülmemiş.

"Sultan saraydan içeri girdiği gibi 'başım ağrıyor' dedi. Vasiyetnamesini yazmıştı. Halil'i nazır etmişti. Oğlu Sultan Mehmed'i vasî etmişti. Üç gün yattı. Dördüncü gün haber gönderdiler. On üçüncü gün oğlu dahi geldi." Saltanat’ta böyledir; doğumlar ölümleri bekler. Diğer türlü olanlar, tabi şartlara uymadığı için sağlıklı netice vermiyor. Misalleri geçmişte yaşanmıştı.

Sultan Murat ruhunu teslim ederken, Şehzade Mehmed iki defa oturup kalktığı tahtın yüzlerce kilometre uzağında, Manisa'dadır. Adet olduğu üzere padişahın ölümü gizli tutulur. Asker, yeni taht sahibini görene kadar, eskisinin yaşadığına inanır. Bu iş zor olsa da devletin büyükleri becerirler. Acele ve gizliden atlı çıkarılır Manisa'ya doğru. 1451 senesinin Şubat ayıdır. Kış aman vermez de, ulak acelecidir. Ne kadar çabuk gidilirse öyle gider. Sultan Mehmed, ne kadar çabuk gelinirse öyle gelir. Tahta oturur. Babası Sultan Murad'ın naşı da Bursa'ya ******ürülür.

İkinci Mehmed'in doğum tarihi olarak 1432 senesi kabul edildiğine göre, tahta çıktığında 19 yaşındadır. Hilye'si: "Orta boylu, hoş kıyafetli, yuvarlak yüzlü, biraz şişmanca, açık alınlı, doğan burunlu, idrak sahibi, pak yaradılışlı, nazik giyimli, kadirşinas, âlimlerin dostu, şairlerin hamisi, hakka kail, maarif erbabına meyilli bir padişah idi."

İkinci Mehmed'in küçük yaşından itibaren Manisa'da geçen Şehzadeliği (valilik hayatı) kısa sürelerle olsa da iki defa iktidarda bulunması tecrübesini artırmıştı. Devlet çarkının nasıl döndüğünü biliyordu. Devlet için ilim adamlarının taşıdığı değeri de biliyordu. "Devlet adamlarından, babasından kalanlara ilgi göstermede -ilk gelenler öncelik kazandılar. (El Vakıa: 10. Ayet) hükmünü ilke edinmişti." Memlekette bulunan bütün âlimleri, hüner sahiplerini etrafına topladığı gibi, diğer İslâm ülkelerindeki hüner sahiplerini ve âlimleri de yanına çekmeye çalışıyordu. Uzun Hasan'ın elçisi olarak Edirne'ye gelen ünlü astronom ve matematikçi Ali Kuşçu'nun da değerini bilip, takdir eden İkinci Mehmed, ona o kadar iyi tekliflerde bulunmuştu ki, Ali Kuşçu vazifesini halledip memleketine gittikten sonra, oradaki işini bitirip Edirne'ye, saraya döndü. Dünyanın önde gelen ilim, sanat, edebiyat adamlarını en iyi şekilde taltif ederek gönüllerini kazanan, onlardan istifade edebilen Sultan Mehmed birçok dilde konuşmayı da öğrenmişti. Başta Arapça olmak üzere Latince, Yunanca, Sırpça, İbranice, İtalyanca, Farsça... Bunca dili bilmenin semeresini de elbet görecekti.

Babası onu öyle bir hocanın eline teslim etmişti ki, şehzadeliği, sadece iyi eğitim almasının şartı kabul edilip, hiçbir imtiyaza yaramayacaktı. "Eti senin kemiği benim" denmemişti belki, ama icabında "dövebilirsin" denmişti ünlü Molla Gürâni'ye. Gürâni de, istikbalin fatihini istediği gibi yoğurmuştu. Sultan Mehmed, bu mübarek adamın verdiklerini iyi almış ve ölene kadar hocasına hürmetini eksik etmemiş, her zaman elini öpüp tahtının yanına oturtmuş. İkisi de birbirine karşı nerede nasıl davranacaklarını bildikleri için, hiçbir sıkıntıya düşmeden hoca talebe münasebetlerini sürdürmüşler. Kolay olmayan bu işler ikisinin de büyüklüğünün işareti sayılır.

Fatih'in diğer hocaları da çok önemlidirler. Meselâ bir Ak Şemseddin! Bu mübarek ve muhterem zat fetihte Fatih'e ne kadar yardımcı olacaktır; mânevi yönünün tezahürleri yeri gelince görülecek; şimdi geçelim. Bir de Molla Hüsrev var; Fatih'in hamurunu yoğuranlardan değilse de onun saltanatında emeği bulunan mübarek insanlardan biridir. İkinci Mehmed'in Fatih olmasında payı bulunan çok büyük insan var; bunları tek tek saymayacağız.

Karamanoğlu İsyanı

Sultan İkinci Mehmed taa büyük dedesi Yıldırım Bâyezid ile başlayan İstanbul sevdalılarının en ateşlisidir. O daha tahta geçer geçmez "nasıl alırım" düşüncesiyle uykularını kaçırmaktadır. Fakat Karamanoğlu kimi rahat bıraktı ki İkinci Mehmed'i bıraka? Her zaman olduğu gibi, yine dumanlı zannettiği havadan istifâde istedi ve hemen faaliyete geçti. İktidarda kim var? Karamanoğlu olsun da hangisi olursa olsun fark etmez! Karamanoğlu demek devamlı Osmanoğlu'nun ensesinde olmak demektir. İktidar değişince, yeni padişah yerine ısınmadan bir şeyler koparalım diye düşünen Karamanoğlu İbrahim Bey, bir şey kazanamaz, Sultan Mehmed'e yenilir ama her zaman böyle yaramazlık yapmaları kendi değerlerini düşürüyor. Nasıl olsa Karamanoğulları'ndan hiç birisi uzak ufukları hayâl etmedi; aynı çemberin içinde dönüp durdular bugüne kadar. Osmanoğlu'nun önü açık "Rumeli" diye verimli bir bölge bulmuş gidiyor. Behey Karamanlı, sizinle akraba da olundu, niye hâlâ durmaz, ikide bir Pâdişahlar'ın eteğinden çekersiniz?

II. Mehmed babasına, dedesine benzemiyor. Kim ki ileri atılmasına mâni, onun hayatı tehlikede demektir. İstanbul var aklında, öteler var, öteler var. Ve hırs var genç Padişahta. Tam gerilip de uzaklara atılacağı zaman arkasından asılacak bir Karamanlı'ya tahammülü yok II. Mehmed'in:

"Bizimle saltanat lafın idermiş Karamanı

Huda fırsat virirse ger kara yine Karamanı"

Kara yine gömmek istiyor Karamanoğlu'nu; bu niyetle çıkıyor yola fakat kısmet!

Sultan Mehmed'e ağır sözler söyleten Karamanoğlu'nun fırsatçılığıydı. Saltanat değişikliği ile şaşkınlık yaşanacağı zannı Karamanoğlu İbrahim Bey'i harekete geçirmişti. Kendisi daha önce kaybettiği arazisini almaya kalkıştığı gibi, diğer Beylikleri de aynı şeyi yapmaya teşvik etmişti.

Sultan Mehmed Anadolu'da meydana gelen isyanları susturmak için yola çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey, Pâdişah'ın üzerine geldiğini ve onunla başa çıkamayacağını anlayınca kızını verip, eski hududuna çekilmek şartıyla II. Mehmed'ten sulh istedi. Aklı İstanbul fethinde olan II. Mehmed razı oldu. Bu sıralarda Menteşe Beyliği'ni yeniden almaya gönderilen Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa vazifesini yerine getirdi.

Ve Bizans'ın Oyunu

Sultan II. Mehmed Karamanoğlu'yla uğraşırken Bizans'tan elçiler geldi. Vezir-i Âzam Çandarlı'yla görüşen elçiler ellerinde rehin bulunan Şehzade Orhan'ın tahsisatının artırılmasını istiyordu. Bu Şehzade için kimi Emir Süleyman'ın torunuydu diyor kimi de Çelebi Mehmed'in oğlu. Biz sadece "Şehzade Orhan" demeyi yeğliyoruz. İktidarda bulunan Osmanlı Padişahı Bizans'ta rehin tutulan Şehzade için yılda 300 bin akçe ödüyordu. Onbirinci Konstantin masrafın arttığını ileri sürüp, ödemenin iki katına çıkarılmasını talep etti.

Ya istekleri reddedilirse? Elçilerin tehdidi var. "Şayet Şehzade Orhan'ın tahsisatı artırılmazsa Rumeli'ye salıvereceğiz!" Akılları sıra, önceleri yaşanan Şehzade Mustafa gailesiyle başı ağrıyan Osmanlı'ya gözdağı veriyorlar. Bir şehzade meydana atılırsa, az çok taraftar bulur; bir de Bizans'ın ve başka Hıristiyan devletlerin desteğini yanına alırsa taht için savaşa girişir. Çandarlı Halil Paşa'nın elçilere cevabı ağır oldu:

"Ey akılsız Rûmililer dedi. Sizin hilekârane tasavvurlarınızı çoktan anladım. Merhum efendim ve matbuum İkinci Murad vicdanının doğruluğundan ve ahlâkının yumuşaklığından dolayı hakkınızda iyilik etmek isterdi; lâkin yeni Padişahım Mehmed öyle değildir; ... Ey akılsızlar! Ahitnamenin henüz mürekkebi kurumamış olduğu halde siz Anadolu'ya gelerek mutad olan davranışlarınızla bizi korkutmak istiyorsunuz! Ancak biz tecrübesiz, kuvvetsiz çocuklar değiliz. Bir şeye muktedir iseniz yapınız; Orhan'ı Trakya hükümdarı ilan ediniz, Macarlar'ı çağırınız, sizden aldığımız vilâyetleri geri alınız; fakat şurasını biliniz ki, hiçbir şeyin muvaffakiyetinize faidesi olmayacaktır, encamı kâr her şeyden mahrum olacaksınız. Efendimi şu ahvalin cümlesinden haberdâr edeceğim; onun kararlaştıracağı icra olunacaktır!"

Çandarlı, elçilerle aralarında geçen tartışmayı ulaştırdığında yakında Edirne'ye döneceğini bildiren Sultan Mehmed, biraz suyuna gidilmesini istedi.

İki ayağı bir pabuca girsin istemiyordu. Dedesinin yaşadığı günlere dönülmesini arzu etmiyordu. Yakında Edirne'ye döneceğini, anlaşılmayacak birşey olmadığını söyledi. Aslında ileri sürülen teklifin kabulüne hazır olduğunu ima etti. Edirne'ye dönünce "Şimdiye kadar verilenlerin de verilmesini emretti ve tahsile gelen elçileri kovdurdu."

Cülus Bahşişi

Cülus yani oturma. Yeniçerilerin icadı yeni âdet. II. Mehmed'in Karaman Seferi'nden dönüşüyle gözleri açılan Yeniçeriler dar bir yerde durup, cülus bahşişi istemişler. On kese akçe aldıktan sonra yol vermişler. Devletin, devamlı zararına işleyen, yeni Padişahı Yeniçeri karşısında acz içinde bırakan bu âdet maalesef, II. Mehmed tarafından başlatılmış oluyor.

Yeniçeriler'in "Buçuk Tepe" adı takılan isyanları İkinci Murad'ı tekrar tahtına geçmeye mecbur etmişti; o zaman da II. Mehmed'in emanet saltanatı vardı.

Rumeli Hisarı'nın İnşası (1452)

İstanbul'un fethi için boğazın kontrol altına alınması, bunun için de bir hisar yapılması lâzımdı. Sultan Mehmed'in nezaretiyle hisarın plânı çizilip, hemen işe başlandı. Mimar Müslihiddin Ağa'dır. 7000 işçi ile hummalı çalışma neticesi Mart'ta başlayan inşaat Temmuzda bitti. İçinde bir cami ve iki de çeşme bulunan Rumelihisarı Anadoluhisarı'yla selamlaşmaya başladı. Bu kalenin yapımına başlanması Bizans'ı telaşa düşürdü. Edirne'ye, Sultan'a elçiler gitti. Daha önce yaptıkları Şehzade Orhan'ı salıverme işinden vazgeçeceklerini, onun da hisarı yapmaktan vazgeçmesini Konstantin'in ricası olarak söylediler.

"Sultan Mehmed, imparatorun gönderdiği elçiler vasıtasiyle söylenilen şeyleri dinledikten sonra:

" — Ben şehirden bir şey almıyorum: Şehrin, hendekten dışarı hiçbir yeri yoktur; bundan dolayı boğazda kale yaptırmama mâni olmağa da hakkınız yoktur. Anadolu yakasındaki kaleler, burada oturan halk ve gayri meskûn yerler benimdir. Macar kralı üzerimize yürüdüğü zaman, o karadan gelirken Frenklerin kadırgaları Çanakkale Boğazı'na gelerek ve Gelibolu Boğazı'nı kapatarak babasının Trakya'ya geçmesine mani oldular ve o zaman babam Mukaddes ağzın (Saray-burnu ile Üsküdar arasına verilen isim) yukarısına çıkarak babasının inşa eylediği kaleye yakın yerde Allah'ın inayeti ile ve kayıklarla (Ceneviz gemileriyle) boğazı geçti. Siz babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını bilirsiniz. Babamın İstanbul Boğazı'nı geçmemesi için imparatorun kadırgaları istikşafta bulunuyordu, ben ise daha çocuktum. Edirne'de oturuyor ve Macarlar'ın gelmelerini bekliyordum. Macarlar ise Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı ve bu hale imparatorunuz her gün seviniyor ve Müslümanlar ızdırap çekiyorlardı; çok büyük tehlikelerle pederim boğazı geçer geçmez Anadolu Kalesi'nin karşısına diğer bir kale yaptıracağına yemin etti ise de bunu yerine getirmeye muvaffak olamadı. Allah'ın inayetiyle bunu ben yapmak istiyorum. Neden buna mâni olmak istiyorsunuz? Memleketimde istediğimi yapmağa kadir değil miyim? Gidiniz imparatora deyiniz ki şimdiki padişah eski padişahların aynı değildir, onların yapmadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir, onların istemedikleri şeyleri bu istiyor ve yapacaktır. Bu husus için şimdiden sonra gelenin derisi yüzülecektir" cevabını vermiştir.

Rumeli Hisarı'nın yapılışı Bizans'ı adamakıllı tedirgin eder. Hele de, içeriye büyük topların yerleştirilmesi ve Anadolu Hisarı'nın elden geçirilmesiyle imparator ne yapacağını bilemez hâle düşer. Çandarlı Halil Paşa'nın aldığı şüpheli de olsa, bol miktarda rüşvet gönderilir kendisine. Eski tarihlerde çeşitli şekillerde anlatılan bu rüşvet hadisesi veya dedikodusu Solakzâde'de şöyle geçiyor: "Böylece Sultan Mehmed Han Gâzî, boğazı sedd edip, düşman gemilerinin yolunu bağladı. Kahrolasıca Tekfurun ciğerini dağladı. 856 (1452) yılında, bütün levazımı görüldü. Akçaylı Mehmed Bey, Cihan pâdişahının fermanıyla İstanbul etrafını yağma eyledi. Koyun ve kuzularını sürdü. Hisardan dışarıda bulduğu düşmanı esir edip, zincire bağlayarak pâdişâhın huzuruna getirdi. İstanbul Tekfuru bu ahvâli görünce veziri olan kara yüzlü kirilfay ile kumandanlarını müşavere eylemek üzere bir yere topladı. Uygunsuz nice tedbirlerden sonra hepsi ağız bir edip, şöyle dediler: "Halil Paşa ile bunca müddet dostluk edip, çeşitli hediyeler gönderdiğimiz işte bugün içindir. Bu ana değin, onun himayesinde idik. Bundan sonra da bu üslup üzere yine hediyelerimizi gönderelim. Herhalde, bize bir derman olursa, kendisinden olur" dediler.

"Nihayet, tedbirleri bunun üzerine karar buldu. Balıkların karnına altın doldurup, daha önce Yıldırım Bâyezid Han devrinde olduğu gibi, Halil Paşa'ya piskeş gönderdiler. Yeniden müsâleha yapılmasını istediler. Halil Paşa da bu balığın içinde olan meblağı ferah ferah hazmederek, itikadında oldu. Sonunda kılçığının boğazında duracağını bilmedi."

"Tekfurun sulha rağbetini ve itaat gösterdiğini pâdişâha arza cesaret gösterdi. Tama-ı ham belasıyla kendisini tuzağa düşürdü."

İsmail Hami Dânişmend, bu rivayetlerin aslı olmadığını, devşirmelerin ve dönmelerin Türk olan paşaları gözden düşürmek için böyle şeyler uydurduklarını söyler. Kuvvetli bir yorum yapacak durumda değiliz ama daha önceki bir olayı değerlendirirsek biz de, iftira olduğunu söyleyebiliriz.

Olay şu: Sultan Murad, ikinci defa oğlunu, yani Mehmed'i yerine geçirdiği zaman düşmanlar sevinmişlerdi. Bizans İmparatoru da sevinenlerdendi. "Acemi bir çocuk tahta geçti, istifade edelim" diye düşünüp, tavizler koparmaya yeltenmişlerdi. Bununla ilgili olarak, diğer devlet erkânıyla beraber Çandarlı Halil Paşa rahatsızlık duymuş. Sultan Murad'ı ikna ederek, tekrar tahtına getirmişlerdi. İşte bu taht değişikliği münasebetiyle gururu incinen ikinci Mehmed, işin baş sorumlusu olarak bildiği Çandarlı Halil Paşa'ya kinlenmişti. Daha sonra bir olay anlatılırken görülecektir, tarihçiler, Fatih'in Çandarlı'dan o günün öcünü aldığını yazarlar.

Şimdi bu olaydan hareketle diyoruz ki, Çandarlı Halil Paşa altın meraklısı olsaydı, acemiliğinden dolayı Bizans için daha uygun ve ikna edilmesi daha kolay olan bir çocuğun iktidarını benimserdi. Devletini düşündüğü için, üzerine şimşekleri çekme bahasına müstakbel pâdişâhı darıltmıştı.

Rumeli Hisarı'nın yapımına mâni olamayan, Sultan Mehmed'i istediği hiçbir şeye ikna edemeyen İmparator XI. Konstantin paniklemişti. Durumunun vahametinin farkındaydı. Kendisine dost olarak bildiklerini yardıma çağırdı. "Mora'da despot olan kardeşlerinden de yardım istedi. İstanbul'un kapılarım kapattı ve şehirdeki Türk azınlığını tevkif ve hapsettirdi. Mora'dan yardım gelmesini önlemek isteyen İkinci Mehmed ise, bütün hayatı Mora'ya akanlarla geçmiş olan Yunanistan işleri mütehassısı Maruf Akıncı Bey'i Paşa Yiğitoğlu Turahan Bey'i oğulları Ahmet ve Ömer Beylerle beraber öyle bir teşebbüsü önlemekle görevlendirdi. Turahan Bey, Korint berzahını geçip Mora'ya girdi. Mora o derece alt üst oldu ki, XI. Konstantin'in kardeşleri Prens Demetrius ve Prens Thomas'da İstanbul'a yardım edecek güç kalmadı. Yalnız bu sefer de, cüretkâr bir şekilde ilerleyen Turahanoğlu Ahmed Bey Prens Demitrius'a esir düştü."

İmparator II. Mehmed'in niyetini bilmeyecek saf bir adam değildi. Rumeli Hisarı'nın yapımı, Anadolu Hisarı'nın tamiri onu da çalışmaya şevketti. İstanbul'un giriş kapılarını sağlamlaştırdı.

Sultan Mehmed resmen harb ilân edince tedirginliği iyice artan İmparator başının çaresine bakmaya çalışırken Türk tarafı da onun çarelerini tesirsiz bırakmanın peşindeydi. 28 Ağustos 1452'de Rumeli Hisarı'ndan 50.000 kişilik ordu hareket etti. İstanbul surlarının karşısında çadırlar kuruldu. Sultan Mehmed burada üç gün kalarak araziyi kontrol edip, nereden, nasıl hücum edileceğinin planını yaptı. Üç gün sonra, Bizans'ın yüreğini ağzına getiren misafirlik sona erdi. Büyük ordu Edirne'ye hareket etti.

Bütün mesaisini İstanbul'un fethine hasreden İkinci Mehmed, ilkbahara kadar yeni toplar döktürdü. Orduda bulunan mahir Türk topçuları varken, bir de Macar asıllı Urban Usta gelmişti. Urban Bizans'ın emrinde çalışan becerikli bir ustaydı. Aldığı maaşı az bulduğu için Konstantin'in adamlarına maaşının artırılması talebinde bulunmuş, red cevabı almıştı. Bizans çürümüş, Bizans müflis, çalıştıracağı adama yeterli ücreti vermekten acizdi. (Kaldı ki Çandarlı'ya rüşvet versin)

Urban Usta Edirne'ye, Padişah’ın yanına gelip hediyelerle taltif edildi. Konstantin'in verdiğinin kat be kat üstünde bir ücretle çalıştırılmaya başlandı. Hıristiyan tarihçiler yakınır; Konstantin'in, Padişah’ın verdiği ücretin dörtte birini veremediğini üzüntüyle beyan ederler. Onlara göre, Urban, Bizans'ın vereceği ücret, Türklerin verdiğinden dört kat eksik olsa da, Edirne'ye gelmezdi. Şimdi Urban Usta'yı ve döktüğü, dillere destan olan "Şâhî" adlı topu alıntılarla tanımaya çalışacağız. Biribirine uymayan görüşleri telife güç yetirebilirsek neticeye varmış olacağız. Urban Usta'nın Bizans'tan kaçıp, Edirne'ye Sultan'ın huzuruna vardığını söyleyen Hammer, devamla diyor ki:

"... Mehmed, Konstantiniyye surlarını saracak kadar kuvvetli top imâl edip edemeyeceğini sorması üzerine Urban:

"Konstantiniye ve hatta Bâbil surların hâk ile yeksan edecek top imâl edebilirim (Dukas'tan). Ben sanatımdan eminim, fakat topun ne kadar mesafeye gideceğini evvelden tahmin edemem" cevabını verdi."

Hammer daha sonra Urban Usta'nın yaptığı topla tecrübe atışı yapıldığını, Venedikli Kaptan Riçi'nin boğazı geçmek isteyen gemisini batırdığını, yani başarı elde edildiğini yazıyor.

İsmail Hami Danişmend Urban Usta'nın muazzam bir top döktüğünü ama bu, 1200 okkalık mermi atan topta esas rolün II. Mehmed'e ait olduğunu savunuyor. Daha sonra şunları söylüyor ünlü tarihçimiz: "Bu meşhur topun Urban isminde bir ecnebi tarafından dökülmüş olmasını birtakım Türk düşmanları lüzumundan fazla istismar etmişlerdir: Her şeyden evvel bir kere bu Urban Fâtih'in istihdam ettiği bir sürü ustalardan ancak biridir. Padişah Rumeli Hisan'm yaptırırken kendisine müracaat edip hizmetine giren bu adamdan başka, en başta Sarıca Paşa ve Mimar Müslihiddin gibi İstanbul muhasarası için çok büyük toplar dökmüş ve döktürmüş birçok Türk mühendisleriyle ustaları da vardır. ... Zaten Urban'ın bütün ustalığı dökmeciliğindedir. Hâlbuki bu top meselesinin bütün ehemmiyeti ve bilhassa Avrupa şatolarının yıkılmasını temin ederek derebeylik sistemine nihayet vermek suretiyle Ortaçağı sona erdirip Yeniçağ'ın başlamasına sebep olan kıymet ve mahiyeti Balistik hesapların yapılabilmesindedir ve bunu da Urban değil, bizzat Fâtih Sultan Mehmed yapmıştır. ... Balistik hesaplarının bizzat Fatih tarafından yapıldığını Bizans müverrihlerinden "Dukas'ın izahatına istinaden" Schlumberger bile kabul etmektedir.

Karar Meclisi

II. Mehmed İstanbul'u almaya kesin olarak karar vermişti. İstiyordu ki, vezirleri ve diğer zevat fikrini desteklesin. Fevkalâde bir meclis topladı. Vezirlere fikirlerini sordu. O günlerde, vezirler arasında, sadece doğru olanı desteklemekten fazla, bir de neticenin kendilerine getireceği artı-eksi hesabı yapıldığı anlaşılı¬or. Zağanos Paşa'yla Çandarlı Halil Paşa arasında da bir husûmet vardı. Ünlü Tarihçi Halil İnalcık diyor ki: "Çandarlı biliyordu ki, fetih gerçekleşir ise, bütün iktidarı elden gidecek, ric'at takdirinde ise, devletin durumu tehlikeye düşecek idi."

Sultan'ın arzusunu kendi arzularına muvafık gören Zağanos Paşa, Şehâbeddin Paşa, Akşemseddin ve onların görüşünü paylaşanlar Padişahı savaşa teşvik ederken, Çandarlı aleyhte görüş belirtti. "Vezir-i Âzam Halil Paşa, üç büyük Haçlı Seferi'nden ve Rumeli'nin elden çıkacak kadar tehlikeler atlattığından, İstanbul fethine girişilirse yeni bir Haçlı Seferi'nin açılacağı ihtimalinden bahsetti" Halil Paşa, bu bir maceradır, dedi. Karar Padişahın isteği istikametinde çoğunlukla alındı.

Hemen sonra meydana geldiği "Dukas"ın tarihi ile anlatılan, bizim tarihçilerin oradan naklettiği bir olay var; enteresan olduğu kesin ama doğruluğu şüphe ******ürür. Şimdi o olayı Hammer'den naklediyoruz:

"Bir gece birdenbire haremağaları vasıtasıyla Halil Paşa'yı çağırttı. Sadrâzam, Pâdişah'ın pederi II. Murad zamanında Mehmed'in iki defa halledilmesine iştirakinden dolayı başı için korkudan titrediği halde, yanına altın dolu bir tabak alarak hâk-i pây-i şahaneye (Pâdişah'm ayağı önüne) takdim eyledi. Pâdişâh tamamıyla giyinmiş olduğu halde yatağında oturuyordu.

"Lala, ne yapıyorsun?" dedi.

Sadrâzam:

"Eazım-ı devlet (devlet büyükleri) fevkalâde bir saatte efendilerinin huzuruna çağrıldıkları vakit elleri boş gelmek âdet değildir. Bu takdir ettiğim benim malım değil, senindir. Şimdiye kadar bende emânet idi." cevabını verdi.

Pâdişâh:

"Onun bana lüzumu yok, benim senden istediğim, Konstantiniyye'yi alman için bütün kuvvetinle bana muavenet etmendir (yardımcı olman) dedi."

Anlaşıldığı kadarıyla Türk düşmanlığı tarihlerine de iyice sinmiş olan Haçlılar, hiç olmazsa bu fırsatta bir Türk'ü karalamaya çalışıyorlar. Burada hedef Çandarlı, daha sonra Pâdişâhı da aşağılamaya çalışacaklar.

Böyle bir gecenin yaşandığından bahseden ama hediye meselesini anmayan bizim tarihçiler de aynı kaynaktan istifade etmişler. Çandarlı Halil Paşa: "Rum İmparatorluğu'nun büyük bir kısmına, seni sahip eden Allah, İstanbul'u da sana nasip edecektir. Bütün adamların ile bu büyük işe muvaffakiyet uğrunda mal ve canlarımızı feda edeceğiz, bundan müsterih ol" cevabını verdi."

Bu gece çok uzun anlatılmaktadır. Pâdişah'ın sabahlara kadar uyumadan fetih programı üzerinde çalıştığı, önü¬deki haritadan istifadeyle, ne zaman nereden nasıl saldırılması gerektiğini, karşıdan gelecek tepkiye cevabın nasıl olacağını, hep düşünüp duruyor. Gecenin özeti böyle.

Bizans'ta Son Durum

Sultan II. Mehmed Fatih almayı kafasına ve gönlüne, silinmez bir mürekkeple yazmış, izi kaybolmaz bir aletle kazımıştı. "Ya ben İstanbul'u alırım ya İstanbul beni" dediği de rivayet edilir. Ya Konstantin?

Bizans İmparatoru ya şerefli bir sulh yahut aynı şekilde savaş, diyordu. Kadere tevekkül halindeydi. O da, elinden gelen her türlü -maddî manevî- tedbiri alıp, İkinci Mehmed'in eliyle gerçekleşecek kaderin hükmünü bekleyecek.

İmparator Hz. İsa adına Papa'ya müracaat edip, mezhep düşmanlığının ortadan kaldırılmasına yardımcı olmasını istedi. Ortodoks-Katolik çekişmesi Bizans'ı zayıf düşürmüştü. Bu zayıflığın savunmada vereceği zararı tahmin zor değil.

Mezhep kavgası yüzünden ve tabi diğer olumsuzluklardan dolayı, birçok insan İstanbul'u terk etmişti. O sıralarda İstanbul'da yaşayanların sayısı 70–80 bin olarak tahmin ediliyor. İmparatoru kırmayan paşa V. Nikola aslen Rum olup bir zamanlar Rusya Başpiskopos'u (Metropolid) olan Polonya Kardinali İzidor adındaki zatı gönderdi. İzidor Ayasofya da, Ortodoksluğun en büyük mabedinde Katolik usulü bir ayin yaptı. Katoliklerden nefret eden Bizans halkı durumdan hiç de memnun kalmamıştı. Şu meşhur söz o günlerin hatırasıdır. İstanbullular'ın sözü "İstanbul'da Lâtin serpuşu görmektense, Türk sangı görmek daha iyidir."

Konstantin dindaşlarından fazla yardım bekliyordu. Papa'dan 3 büyük kadırga ile 200 asker, savaş gereçleri ve gıda maddeleri geldi. 30 geminin de va'di bildirildi. Sakızlı Cenevizliler'den 2 gemi ile 700 asker, Ceneviz'den 2 gemi 300 asker İspanya ile adalardan da bazı kuvvetler gelmişti. Cenova'dan da, Galata'daki C-nevizliler'in isteği üzerine 500 savaşçı ile bir gemi geliyordu. "Giritliler, Romalılar, İspanyalılar ve hatta ücretli Türk askerleri."

Bizans'ın savunmasına yardımcı olacaktı. Ayrıca ve en mühimi, Ceneviz'in pek asil Justinyani ailesinin cesur evladı Jean Longas İmparatora 700 adamıyla yardıma gelmişti. Longas'ta askeri de cesur ve iyi savaşçıydı. Şayet İstanbul İmparatorun elinde kalırsa Justinyani Longas Limi Adası'na Duka tayin edilecekti. Bunun verdiği sevinçle gücü artan Longas canla başla savaşacaktır.

Gıda durumunu da düşünmek zorundaydılar. Dukas'tan İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın nakline göre "Sakız ada-sından dört büyük gemi ile tedarik edilen buğday, şarap, zeytinyağı, kuru incir, arpa, keçiboynuzu ve sair muhtelif hububat ve yiyecek geldi. Mora'dan da zahire ve diğer bazı yiyecek maddeleri ve gençler gelmişti."

Surlar

İstanbul'u çevreleyen surların kaç İslâm-Türk akınını eli boş çevirdiği bilinen bir husustur. Peygamber Efendimizin “Konstantiniye fethedilecektir, bu fethi gerçekleştiren komutan ne güzel komutandır, bu asker ne güzel askerdir" mealindeki hadis-i şerifi ilk sahabe zamanında İstanbul seferini başlatmıştı. Sonra da devam etti. Şimdi Müslüman Türk'ün her manevî huzuruna ziyaretçi olarak gittiği Eyüp Sultan Hazretleri ilk müslüman kuşatmasında şehid olan büyük sahabelerdendir. Yani bu surlar Bizans'ın, askerinden fazla güveneceği maddi gücüdür.

Zincir

Galata'dan Sarayburnu'na çekilen ve kırılıp geçilme ihtimali düşünülmeyen zincir ki bir nevi Deniz Suru'ydu. Çok sağlamdı. O orada bulundukça Türk gemilerinin geçmesi mümkün görünmüyordu. Bütün safahatını anlatmak gibi bir niyetimiz olmayacağı malûm. Uzunları kısaltarak aktarmak suretiyle böyle bir özet meydana getirilebildi. Bunun da özetini söylersek. Bizans'ın son İmparatoru Konstantin'i surların aşılmazlığı, zincirin kırılmazlığı ve Longas'un yenilmezliği biraz cesaretlendiriyordu.

Asker mevcuduna gelince tam olarak inanılası bir rakam yok. Tarihi yazarların, kendi tarafları yahut tuttukları taraf için koruyucu olma hakları gerçeklerden önde gidiyor. Mağlup olan askerin sayışım ve diğer gücünü az göstermekle, kazanan tarafın zaferini önemsiz hale getirirler. 7–8 bin kişilik bir savunma birliği inandırıcı gelmiyor. Tahmin edilen rakam 20.000 kişinin Bizans'ı korumaya çalıştığı yönündedir.

Bizans'ın maddî yönden çok kötü durumda olduğu, bir dindaşları tarafından, Çandarlı'yla ilgili bir meselede şöyle hülâsa ediliyor: Çandarlı Halil genç Sultan'a babasının Bizans'la dostâne ilişkilerini anımsatmaktan usanmıyordu. Halil'e "Rum" adı takılmıştı ve Bizanslılardan rüşvet aldığı söylentileri ortalıkta dolaşıyordu. Kilise fareleri kadar yoksul olan Bizanslılar'ın ona neleri rüşvet olarak verdiğini düşünmek zordur.

Aynı yazar abartılı bir biçimde, Bizanslılar surdan bakarak 300.000 Türk askeri saymıştır" diyor.

Edirne'den İstanbul'a Hareket (Şubat 1453)

Sultan I. Mehmed Şubat ayında, dökülen iri topun İstanbul önlerine ******ürülmesini emretti. 60 mandanın çektiği topun iki tarafında 200'er asker yürüyor, kaymaması için çaba sarf ediyordu. Daha önce gönderilen 200 amelenin düzelttiği yolda âzami ihtimamla taşınan, Bizans'ın en ağır misafiriydi.

Top ağır ağır İstanbul yolunda giderken 10.000 askeriyle Karaca Paşa Edirne-İstanbul arasındaki küçük kalelerin fethiyle uğraşıyordu. Top altı-yedi kilometrelik yakınlığa ulaşınca, Sultan Mehmed eyâlet ve sancaklara haber gönderdi, İstanbul'a yapılacak hareket için orduya katılmalarını emretti. Topun sur önüne getirilmesiyle beraber Karaca Paşa da geldi ve topu teslim aldı. Fatih'in emrini alıp yola düşen gönüllü ve muvazzaf askerler de orduya katıldı. (5 Nisan 1453)

Surların dibine yerleşen ordunun mevcudu hakkında kesin veya kesine yakın bir rakam mevcut değil. Yabancılar 300.000'den başlayıp 140.000'e kadar iniyor. Yerli tarihçiler ise daha küçük rakamlar zikrediyor. Birçok usta gelmişti, bunlar da ok, kılıç ve diğer savaş gereçlerinin yapımı için istihdam edilecekti. Hatta bazılarının anlattığına bakılırsa -bugünkü miting yerleri gibi- seyyar satıcıların yekûnu oldukça fazlaydı. Dervişinden serserisine kadar gelmeyen kalmamıştı. Bir de büyük, muhterem zatlar Edirne'den orduyla beraber gelmiştiler. Bunlar, "başta Ak Şemseddin, Akbıyık ve Molla Gürânî olmak üzere yetmiş kadar büyük âlim, veli, şeyh ve dervişlerdi."

6 Nisan 1453 Cuma

Açık havada Cuma namazı eda olundu. Namazdan sonra tellallar vasıtasıyla, harekete geçileceği duyuruldu. "Haliç'ten Marmara sahiline kadar bütün sur boyu derhal işgal edildi. ... On-onbeş bin kadar gösterilen Yeniçeri ve Sipahi kıt'alarıyla Maltepe'yi merkez edinen Fatih Marmara sahiline kadar uzayan sağ cenahını Anadolu ve Halic'e inen sol cenahını da Rumeli askeriyle tuttu. Galata Cenevizlerinin herhangi bir hareketine mani olmak için Zağanos Paşa da şimdiki Beyoğlu sırtlarını işgal etti."

Deniz gücü Baltaoğlu Süleyman Bey'in emrindeydi. Gemi sayısında bile yabancı tarihçilerin abartılı rakam kullandığı görülüyor. Hammer 300'den fazla Türk gemisi, 20 kat aşağıda Bizans gemisi olduğunu yazıyor. Üstünlüğün Türk tarafında olduğu kesin bir gerçek olmakla beraber, fark bu kadar değildi; bu da yerli yazarların görüşü. Sonra şunu da kabul etmek lazım ki, asırlarca denendiği halde fethine muvaffak olunamayan bir şehrin alınması için kuvvetli olmak ve bu kuvveti kullanmak suç değildir.

Teslim Ol Kurtul (6 Nisan 1453)

Her şey hazır, bütün tedbirler eksiksiz alınmıştı. İnancına göre hareket etmek sorumluluğu ile Sultan, İmparatora bir teklifte bulundu. Mahmut Paşa ******ürdüğü mesajda, eğer şehri teslim ederse kan dökülmeyeceği, bütün insanların canına, malına hiçbir zarar verilmeyeceği, isteyenin istediği yere gidebileceğini bildirdi. İmparator teslimi gururuna yediremedi. Müdafaa için yeminli olduğunu, ancak, vergi ödemek istediğini söyledi. Bu, bugünden sonra kabul edilir değerde değildi.

İlk Ateş

Teslim şartının kabul edilmeyişi öğrenilince, Topkapı (o zamanki adıyla Sen Rumen) yakınında atış emri bekleyen, yere göğe sığdırılamayan Urban Usta ve büyük topun marifeti şaşkınlık yarattı. Doldurulması iki saat süren bu dev top, ilk ateşlenmesinde düşünülen parçalar ustasının parçalarına karışmıştı. Usta'nın parçalarını birleştirmek mümkün olmadığından, dağ fare doğurdu değil, artık dağ incir çekirdeği doğurdu denmesi lâzım. Bu bahsi şöyle noktalayan Hammer: Topun parçaları toplanarak yine kullanılmak istendi ise de topu yapan usta artık hayatta olmadığından netice muhasırların arzusuna muvafık zuhur etmedi. Bu parçalanan Şahi denen top iki ayrı topla destekleniyordu. Bugün Topkapı dediğimiz yer ismini bu toplardan dolayı almıştır.

12 Nisan'da devamlı bombardıman başladı. Devamlı surlarda gedikler açıldı. Meşhur Justinyanilerin oğlu Longas, adamlarıyla beraber surların tamirini yetiştirmeye çalıştı. Aynı gün Zağonos Paşa bütün sur boyunu işgal etti.

18 Nisan'da, Baltaoğlu Süleyman Bey adaları işgal etti. 20 Nisan'da, Bizans'a yardıma gelen Rum ve Latin gemileri -ki beş tanedir- Koskoca Osmanlı Donanması'nı atlatıp Haliç’e girebilmiştir. Bu hadise her ne kadar şişirilip Avrupa'nın başarısı, Türkler'in zaafı olarak gösterilmiş olsa da, sadece havanın azizliğinden başka bir şey değildi. Yine de bu olay Baltaoğlu'nun azline sebep oldu. Donanma komutanlığına Hamza Bey tayin alındı.

Karadan Denize Gemi Nakli

Meşhur hikâyenin Solakzâde Tarihi'yle anlatımı şöyle: "Ehli İslâm bahadırları da nâmu kâm için savaşa gayret gösterip can ve baş ile çalıştılar. Hiçbir surette kusur göstermeyip, veriştiler el-leştiler. Fetih ve zaferin yüzünün güzelliği kendini göstermeyince, güzel tedbirli Pâdişâh, gönülleri aydınlık dolu olan vezirlerini cem eyledi. Onlara: "Hisarın bu tarafından hem hendek var hem duvarları üç katlıdır. Umum üzere bu taraftan muhasara vakit öldürmekten başka bir şey değildir. Deniz tarafından da surları döğmeye çare bulmak gerektir. İstanbul ile Galata arasında olan liman üzerinde zincir çekilmiş olup, gemi geçirmek mümkün değildir ve imkân haricidir. Buna ilacınız var mı?" dedi.

"Padişahın bu izahatı ve sorusu üzerine, devlet erkânı her ne kadar dikkat edip, tefekkür deryasına daldılarsa da liman tarafına gemi geçirmek tedarikinde aciz kaldılar. Nihayet ihtişam sahibi padişah hazretlerinin nurlu kalplerinde böyle bir ilham vaki oldu. Yenihisar canibinden gemileri sürüp Galata ardından aşırarak, Haliç’e indiler. Top ile düşmanı deniz tarafından şaşıralar."

"Gerçi böyle tedbir akla aykırı bir iş ve amele gelmesi hayli zor idi. Lâkin bu gönül açıcı tedbir herkese sevimli ve kolay görünüp, mertlik gayreti ile Beşiktaş dedikleri yerden Kasımpaşa deresine doğru, dağ parçası gibi gemilerin altına yağ ile terbiye olunmuş kütükler döşeyip, bir rivayette yelkenler açarak yürüttüler ve gemileri birbirlerine bağlayarak, üzerine metrisler vaz eylediler. Yiğitçe ve merdâne cenk yaptılar. Böylece geniş şehri düşmanın gözüne dar düşürdüler."

Yağlı kasalar üzerinden kaydırılıp Beşiktaş'tan üstteki ormanlık alandan Haliç’e kadar getirilen gemilerin 70 adet olduğu söyleniyor. Zincir olduğu için normal yolla oralara erişemeyen gemiler, böylece Haliç’e sokulup buradan surların zayıf yerleri döğülmeye başlandı. En hayrete şayan tarafı bu hareketin bir gece içinde bitirilmiş olmasıdır. Bundan sonra fetih daha yakın, Bizans'ın işi daha zor.

İmparator, Türk gemilerinin kendine göre girilmez bölge sayılan yerde salındığını görünce hayretini gizleyemediği gibi gerekli tedbiri de aldı. Haliç surundan yapılan top ateşiyle iki Türk gemisini batırdı. Buna karşılıklı Türk tarafı Kasımpaşa tepesinden, Bizans topçusunu devamlı top ateşi altında tuttu. Haliç'ten de bombardımana maruz kalan İmparator "Ölümü hiçe sayan bir cesaretle .... mukadder akıbete karşı direnmekteydi. Bizzat İmparator erkekçe bir kararlılıkla savaşçılarına örnek oluyordu. Konstantinos sonuna dek, tuttuğu işin başarısızlığa uğradığını görecek kadar yaşamaya karar vermiş bir kimse gibi mevkiini muhafaza etti."

18 Mayıs Cuma

O zaman kadar görülmedik büyüklükte topun yapılıp kullanılması, karadan gemilerin denize indirilmesi, denizde köprü kurulması, yeraltı muharebesi... bunlar hep yenilikler idi. Şimdi ise tekerlekli kuleler görülüyor.

"Perşembe/Cuma gecesi Topkapı surunun önündeki hendeğin kenarında yüzlerce mühendisin, ustanın ve işçinin dört saat içinde, yani bir hamlede yaptığı bu muazzam kule İstanbul surundan daha yüksektir." Altında tekerlek değil de makaralar bulunan, bu sayede istenilen yere kolayca nakledilen bu kuleyi görünce hayrete düşen Bizanslılar ona "şeytanî bir eser" demekten kendilerini alamamışlar. Bu kulenin f¬tihte oynadığı rol oldukça önemlidir.

İmparatora Son Şans

İkinci Mehmed yiğit adamdı, yiğitlik gösterenleri takdir ediyordu. İmparator XI. Konstantin devamlı şerefli hareket ederek sultanın takdirini kazanmıştı. Sıra son hücuma gelince, İmparator'a, iyi tanıdığı İsfendiyaroğlu Kasım Bey'i elçi olarak gönderdi. İmparator, merasimle karşıladığı pâdişâhın elçisi ve kendi dostundan son teklifi dinledi:

Eğer, diyordu genç Sultan, imparator gönüllü teslim olursa, malı mülkü kendisinindir ve Mora Despotluğu verilecektir. Ahaliden de isteyenler her şeylerini alıp gidebilecek, kalanlar hürriyet içerisinde, evlerinde, işlerinde mallarının başında hayatlarını devam ettirecekler. İmparator savaşa devama karar verir ise, kaybetmesi halinde herkese esir muamelesi yapılıp şehir üç gün yağmalanacak. Kiliseler camiye çevrilecek.

İmparator: "Şehri teslim etmem mümkün değil, gerekirse savaşarak ölürüm" deyip her şeyi kaderine havale edince, yapılacak şey güzel bir savaştan başkası değildi.

İkinci Mehmed yapılan ilk taarruz veya saldırılarda netice elde edemeyince biraz huzursuzlanmış, orduda da ufak tefek rahatsızlıklar meydana gelmişti.

Fatih'in Harp Meclisini Toplaması (27 Mayıs 1453)

Ne kadar güçlü olsa da, inansa da, neticeye varılamayışı günlerin, haftaların sadece karşılıklı zayiatlarla geçmesi -herhalde- Padişahın içine "acaba" ateşini düşürmüştü. Vezirlerin ve Hocaların fikirlerini bir kere daha öğrenmek istedi. İşlerin nasıl gittiği herkesin malûmuydu. Sordu: Muhasara devam etmeli mi etmemeli mi? Zafer şarkılarıyla gelen muazzam ordu, hüzünlü mırıldanmalarla boynu bükük dönsün mü? Yoksa sonuna kadar devam mı edilsin?

Çandarlı Halil Paşa tereddüdünü hiçbir zaman için yenememişti. Avrupa'dan ve Macaristan'dan gelecek yardım şayiaları temkinli insanlar için caydırıcıydı. Bunu en fazla hisseden Çandarlı yine savaşın aleyhinde oy kullandı. Onu destekleyen birkaç kişi olsa da, Padişahın devam fikri daha güçlü insanlarca destekleniyordu. Belli Paşaların yanı sıra, her söz ve hareketine olağanüstü itibar edilen Ak Şemseddin Hazretleri Padişahı teşvik ediyordu. Molla Gürâni, Molla Hüsrev devam diyordu. Devam kararı alındı.

Konstantiniyye İstanbul Oluyor (28/29 Mayıs 1453)

Sultan Mehmed'i yaşlandıran haftalar geçti. Son geceye gelindiğinde, hâlâ içi "acaba"larla yanan Sultan, Ak Şemseddin Hazretleri'nden bir hayırlı müjde umuyordu. Zaferi görmeden, inanmak için hazretin güzel sözlerini duymak dileğiyle Veliyüddin oğlu Ahmed Paşa'yı gönderdi.

Paşa hürmetkârâne sordu, Pâdişâh ağzıyla: "Hisar'a, zafer mukadder midir?" Şeyh Hazretleri cevap verdi "Allah'ın inayetiyle bu harabı hisarın ne kadar tahammülü ola ki?" Ahmed Paşa Pâdişah'ın yanına yüzündeki ümit ışıltılarıyla geldi, dinlediğini aktardı. Sultan Mehmed'in yüzündeki endişe ince bir tebessüme döndü. Daha kati bir söz işitmek istiyordu. Ahmed Paşa'yı tekrar gönderdi. Rica edildi. Ak Şeyh'e, vekil tayininde bulunması dilendi. Kısa bir anlık murakabeden sonra şeyh dedi ki: "İnşaallahu Rahman yarın sabah, sabh-ı sâdık döneminde, ricaullahın himmetiyle, falan mahalden hisara yürüyüş ola. Hakkın izni ile fetih kapısı müyesser olup, şehrin içinde tekbir sadaları dola. Sen de o zaman Pâdişâh ile birlikte bulunasın."

Ulu Şeyh Ak Şemseddin'in ulu müjdesi Sultan Mehmed'in daralan gönlünü İstanbul kadar genişletirken Ayasofya Kilisesi'nde Kudas ayini yapılıyordu. İmparatorda, sarayının ileri gelenleriyle beraber kiliseye gidip istiğfar getirdi, hüngür hüngür ağlayan halkla beraber âyine iştirak etti.

Konstantin kiliseden çıkınca atına binip askeri mevkileri dolaştı. Halkı ve askerini heyecanlandıracak konuşmalar yaptı. "O gece ne istihkâmlarda, ne kulelerde kimse uyumadı. Ertesi gün -ki 29 Mayıs'tır- İlk horoz sadasında herkes ayaküstünde, silâhaltında idi. İmparator Sen Romen -Topkapısına galebe etmek üzere yahut payitahtının harabeleri altında defnedilmek tasarısında bulunduğu halde- düşmanı bekliyordu." Türk tarafının umumî hücuma kalkacağı Galata Cenevizliler ile Osmanlı ordusundaki Rumlar tarafından İmparatora duyurulmuştu.

Padişah, Akşemseddin'in paha biçilmez müjdesiyle sevinir; söylenen vakti yeni tedbirlerle doldurmaya çalışır. Surlara ilk çıkacaklara büyük mükâfatlar vaad eder.

29 Mayıs sabahı, namazını kıldıktan sonra atına binen Sultan Mehmed maiyetiyle beraber ön safa gelir, güneşin ilk ışıklarıyla, toplar ateşlenir. Bu güneş dokuz asırlık hasretin üzerine doğmaktadır; bu hasretin bugün bitmesi için askerler canla, başla atılırlar ileriye. Canın hükmü yoktur bugün. Canın, niçin verildiğini bilmektir mühim olan. İkinci Mehmed'in -Akşemseddin'in müjdesini alan- askerleri yaptıkları işin şuurundadırlar. Merdivenlerden surlara tırmanmaya başlanır. Şehirde kiliselerin çanları Türk toplarıyla yarışa girer. Ahali şaşkınlıktan oraya buraya kaçışırken, kimi de son anın geldiğini düşünüp "bari savaşarak öleyim" diye askerlerle beraber vuruşmaya katılır.

Surlara tırmanan Türk askeri fazla yaşamadan üzerlerine dökülen "Rum ateşi" ile yakılarak öldürülüyor, şehit düşüyorlardı. Topkapısı önünde bulunan Sultan, ölenlerin yerine yeni birlikler gönderiyor, Akşemseddin, Molla Gürâni ve diğer dervişler dualarla, ön saflarda askere moral aşılıyorlardı.

Umûmi hücum gerçek hücum olmuş, Pâdişâh dahi elinde demir topuz olduğu halde savaşıyordu. Buna rağmen henüz elde edilen bir yer yoktu. Duvarlara tırmanılan merdivenler kırılıyor, Grejuva ateşleri gemilere dalgalar halinde yürüyordu. Şehir kalın bir duman bulutu içinde kaybolmuştu. İmparator askerini devamlı cesaretlendirme görevini yaparken kendisinden çok şeyler beklediği Justinyani Longas ağır yara aldı. Acıya dayanamıyordu. Konstantin'den, tedavisi için izin istediğinde:

"Yaranız ağır değildir; bununla beraber, buradan nasıl çıkacaksınız?" diye sordu İmparator:

Justinyani şu cevabı verdi:

"Cenâb-ı Hakk'ın Türkler'e açmış olduğu yolu takip edeceğim."

Türk komutanlar Rum ateşiyle dağlanarak ölürken, askerler tırmandıkları merdivenden, silkelenen olgun meyveler gibi sapır sapır dökülürken sadece "Allah" diyorlardı. Justinyani gibi bir Hıristiyan kahramanı aldığı yaranın acısıyla her şeyi unutup mevkiini terk edip Galata'ya sığındı.

Justinyani'nin varlığı Rumlar'a güven veriyordu. Onun kendine göre iyi bir adı şerefli bir geçmişi çok namlı bir ailesi vardı 700 askeriyle beraber geldiğinde büyük bir ordudan fazla güven getirmişti. Onun, aldığı yarayı bahane ederek çekip gitmesi, zaten olmayan ümidi tamamen bitirdi; saflar karışmaya başladı.

Ulubatlı Hasan

Pâdişâhın emriyle surlara tırmananlar anlatılırken, hafızalarımızdan silinmeyen bir ismi anmadan geçemeyiz. "Yeniçeriler arasında iri yarı Ulubatlı Hasan isminde bir yeniçeri, kalkanını sol eli ile başının üstünde tutarak sağ elinde palası olduğu hâlde ilk olarak surun üstüne çıktı; bunu gören otuz kadar yeniçeri onu takip ettiler ise de müdafilerin ok ve taşlarıyla sekizi öldürüldü. Ulubatlı Hasan yaralanmasına rağmen, diğer arkadaşlarının sura çıkmasına yardım etti.

Fakat bunlar da öldürüldü ve Ulubatlı Hasan bir taşa takılarak surdan aşağı düştü ve yukarılardan atılan ok ve taşlarla şehid edildi.

Varsın olsun... Ölüm ne ki? Onlar nice zamandır bu hayallerle yaşıyorlardı zaten. Konstantiniye'yi İstanbul yapan sancağı o sura dikmenin şerefi ile şehidliğin mükâfatı az şey midir bir fâniye? Ulubatlı için İ. Hami Bey "Şâhî denilen büyük toplardan birinin açtığı bir gediğe saldıran Anadolu Türk neferlerinden Ulubatlı Hasan Topkapı suruna tekbirlerle çıkıp sancak dikerek İstanbul'a ilk giren Türk askeri olmanın şan ve şerefini kazanmış, kendisini takip eden otuz arkadaşıyla beraber, harb ederek içeri girmiş ve bir rivayete göre de surun üstünden düşerek Türk ırkının asırlardan beri gördüğü büyük rüyayı tahakkuk ettirdikten sonra Allah'ına kavuşmuştur. Bu muhteşem neferin Türk tarihindeki şanlı şahsiyeti, büyük ve kahraman veliyullah Akşemseddin'in nûrânî siması kadar parlaktır" diyor.

Ulubatlı'yı bu kadar anmış, Akşem-eddin'den sitayişle bahsetmişken, pâdişâhın, şeyhe gönderdiği Veliyyüddin oğlundan da kısaca bir haber verelim. Bu kişi, meşhur şair Ahmed Paşa'dır. Zamanının mühim şairlerindendir ve görüldüğü gibi, önemli bir devlet adamıdır. Anılsın diye, bir güzel gazelini takdim ediyoruz:

Ey fitnesi çok kavli yalan yandım elinden

Bir naz ile bin gönlüm alan yandım elinden

Sen şem gibi gayr ile mecliste gülersin

Ben akıdurum yaş ile kan, yandım elinden

Her har ile sen sohbet edersin dün ü gün, ben

Derdin ederim mûnis-i can, yandım elinden

Ahmed çeke çevrini, göre lütfunu ağyar

Ey şefkati az şüh-ı cihan, yandım elinden

İkinci Murad bahsinde de hizmeti görülen Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa'ya da hizmetleri için minnettarız.

Artık, gırtlağı sıkılan insanın son hırıltılarını yaşayan Bizans tamamen susmak üzereydi. Topların tahrip ettiği yerden yeniçeriler içeri dalmaya başladılar.

İmparator omuzundan yaralanmıştı. Yanındaki Kantakuzen öldü. İmparator kaçmaya başladı. Onun bu hali, müdafadaki askerler arasında paniğe sebep oldu. Bir rivayete göre, panik esnasında İmparator surdan düşüp öldü.

Hammer'e göre İmparatorun sonu şöyle: "Konstantm mesâisinin neticesiz kaldığını ve düşmanın kesif kitleler hâlinde her taraftan şehri istila ettiklerini görüp, ölümü davet ederek Türkler'in üzerine hücum etti. Bütün maiyeti kendisini terketmiş olduğu halde:

"Bir Hıristiyan yok mudur ki beni öldürsün!" diye bağırıyordu. O anda -biri yüzünden diğeri arkasından- iki kılıç darbesi alarak, ölüler arasına düşüp karıştı. İntiharıyla ilgili rivayetler de var.

İmparator gibi trajik bir sahne yaşatan başkası yok mu? Süleyman Çel-bi'nin Orhan adlı torunundan bahsedilmişti. İmparatora onun için yüklü paralar ödeniyordu. Ödemenin artırılması istendiğinde ise tamamen kesilmişti. Şehzade Orhan keşişlerle rahiplerle ve doğruysa para için savaşan 600 Türkle beraber Bizans'ı koruyordu. Her şeyin bittiği yerde o hayattaydı. Esir edilme noktasına gelince ölümü tercih ile kendisini kuleden atarak intihar etti. (Hammer)

Fatih'in Doğuşu (29 Mayıs Salı)

İstanbul artık Türk'tür. İkinci Mehmed'in adı bundan sonra Fatih Sultan Mehmed. Sancağı surda dalgalanırken gören Fatih atından inip secdeye kapandı Allah'a hamd etti. Secdeden başını kaldırınca hemen Ak Şemseddin Hazretleri'ne yöneldi. Solakzâde Tarihi'nden yapacağımız -Fatih-Şeyh- görüşmesini biraz sonraya bırakıp şehre girişini öne alıyoruz.

İstanbul'un fethiyle ilgili bütün dünyada eserler yazılmıştır. Herkes bir türlü anlatmıştır da hiç kimse bu hadiseyi küçültmeye kalkışmamış. En azından biz öyle biliyoruz. Fetih, Fatih'in hayatının bir bölümü olarak ele alındığı için, bu konuyu fazla uzatmak istemiyoruz. Zaten milletimiz bu hususta epeyce malûmat sahibidir. Bu fetih gerçekleşince, malûm haçlılar matem tutuyor, Müslümanlar bayram yapıyor. Son İmparator şerefiyle öldüğü için iyi anılıyor. Y. Öztuna da bir başka iyi anılacağa rastladık, anlatalım. Surlara Türk bayrakları çekilmiş, ezanlar okunmuş, yani Konstantiniyye İstanbul olmuş ama, hâlâ bahçe kapısında Giritli askerler savaşıyormuş. "Pes" diyememişler. Onların yiğitliğini çok beğenen Fatih, silahlarıyla beraber gemilerine binip memleketlerine gitmelerine izin vermiş. Bu bile Fatih'in büyüklüğünü Türk'ün karaktere verdiği önemi göstermeye yeter!

Fatih Topkapı'dan şehre giriyor. Muhteşem beyaz atın üstünde 21–22 yaşlarında. Hem "Fatih" unvanını kazanmış, hem "Roma İmparatoru" Kilise (Ayasofya) alabildiğince insanla dolu, içi ve avlusu tıklım tıklım. Fatih Sultan Mehmed Ayasofya'ya girince, herkes birbirinin üstüne secdeye kapanıyor. Patrik bile secdede ağlayanlardan. "Kalkın", "susun" diyor işaretle. Sonra, "Ben", diyor. "Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız."

Fatih Bizanslıları teskin ettikten sonra, kendi kumandanlarına, halka fenalık yapan askerin ölümle cezalandırılmasını emretti.

Fatih'in fetihten sonra şehre getirdiği sükûn, herkesi rahatlatmıştı. Herkesin inancında hür olduğu, hiç kimsenin özel hayatına karışılmaması, Ayasofya ve etrafına toplanan 50.000 kişinin burnunun bile kanatılmaması, o günün anlayışına göre olacak işlerden değildir. Fatih olamayacak işleri oldurabilen bir kişi hüviyetiyle insanları hayrette bırakıyordu. Yalnız; kılıç zoruyla fethedilen yerlerin üç gün boyunca yağmalanması adetten idi. Asker bunu bekliyordu. Bazı yerlerin yağmasına izin verildi. "Ve Ayasofya'nın camiye çevrilmesini emredip, ezan okuttu. İkindi namazını Ayasofya camiinde kıldı."

Fetihle ilgili oldukça geniş malûmat bulunmaktadır. Mümkün mertebe özet vermeye çalıştık. Fetihteki olağanüstü veya olağandışı başarıyı, Türk olmayanlar da methetmek zorunda kalmışlar, işte onlardan biri:

"II. Mehmed'in karadan donanma yürütme işinde, amansız düşmanı olan ve II. Mehmed'i şahsen tanıyan Bizans İmparatorluk Prensi meşhur tarihçi Dukas, şöyle fikir beyanından kendini alamamıştır. "Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Keyahsar denizde köprü inşâ ederek, karada yürür gibi, bu köprü üstünden karaya asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük pâdişâhı olan II. Mehmed, karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Binâenaleyh bu adam, Keyahsar'ı da geçti. Zira Keyahsar, Çanakkale Boğazını geçti ve Atinalılar'a mağlûb olarak muhakkar bir halde geri döndü. Mehmed ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizanslıları mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul'u yani dünyayı tezyin eden şehirlerin kraliçesini fetheyledi." Fetih sırasında 53 yaşında olgun bir adam olan tarihçinin bu heyecanlı satırları, devrinde bu hâdisenin ne kadar muazzam bir tesir uyandırdığını gösteren bir ayna gibidir."

Yine Öztuna'nın kitabından, yine Dukas 'tan alınan bir fasıl "II. Mehmed, gece olmayacak saatlerde bile müşavirlerini çadırına davet ediyor, herhangi bir meselenin münakaşasını yapıyordu. Bir defasında gece yarısından sonra Vezir-i Âzam Halil Paşa'yı davet etmiş, Paşa uyanıp acele giyinerek huzura girmişti. Pâdişâh yatağının kenarında, fakat giyimli idi. Vezirine şu sözleri söyledi: "Yatağımın bu baş yastığını görüyor musun? Bu yastığı bütün gece yatağımın bir ucundan öbür ucuna ve diğer uçtan öteki uca nakletmekle meşguldüm. Yatağa yatıyor ve kalkıyordum; gözüme uyku girmiyordu. Allah'ın yardımı ve Peygamber'in imdadı ile İstanbul'u alacağız." II. Mehmed, sabahlara kadar başım krokilerin üzerinden kaldırmıyordu. "Harb fennine aşina olanlara topların ve muhasara aletlerinin nerelere konması lâzım geldiğini tesbit ettiği gibi, lağım açılacak yerleri de plân üzerinde işaret eyliyor, hendeklerin başlarını ve merdivenlerin surun hangi tarafına konması lâzım geldiğini gösteriyor; velhâsıl bütün gece, bu hazırlıklar ile meşgul oluyor ve sabahlan, gece verilen kararların akilane ve düşmana karşı hilekârane tatbik ve icrasını emrediyordu."

Bu Mehmed 21 yaşındadır! Lütfen biraz düşünelim; nasıl yetişmedir böyle? Bilgi beceri, arzu, fedakârlık, inanç hepsi bir arada. Bizim çocuk diyeceğimiz yaştaki bir insanda. Kendisinde olanlarla da yetiniyor değil; aksakallıların tecrübesini, Ak Şemseddin'in ve diğer ulu kişilerin duasını talep ediyor.

Çok saygı duyduğu, kerametine inandığı, fetih müjdesini kendisinden aldığı Ak Şemseddin, Fatih için, değeri tarif edilemeyecek yüce bir kişidir. Fatih olmanın heyecanıyla yanına koştu. Solakzâde'nin anlatımıyla takdimi uygun bulmuştuk.

Gerçek midir menkıbe mi bilemiyoruz. Ne olursa olsun hoşa giden bir davranış, ders alınacak bir hikâye, onun için aktarılması istenmektedir.

"Sultan Mehmed Han Şeyh'in çadırına vardıklarında, Şeyh Hazretleri yerlerinden kımıldamayıp, ayağa kalkmamılar idi. Vakârlı pâdişâh şeyhin huzurundan çıktıklarında yolda iken Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa'ya hitab ederek şöyle buyurdular.

"Şeyh bize kıyam etmeyip yerinden kımıldamadığı için hatırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur."

Ahmet Paşa cevap vererek: "Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübarek ecdadınıza müyesser olmayıp, size nasip olmakla, sizde bir çeşit gurur müşahede eylemiş, bu yüzden riayet ve tazimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları sizden o gururun izalesine gayret gösterip ayağa kalkmadı" deyince, bahtiyar pâdişâh bu sözden mesrur ve handan oldu. Kendilerine hemen şifâ sâdır oldu. O gece, gecenin son çeyreğinde Şeyh Hazretlerini davet edip, sabah oluncaya kadar gizlice sohbet eylediler. Sabah namazını şeyh ile birlikte eda edip, virdlerini işittiler. Daha sonra Ebû Eyyûb Hazretlerinin (Allah rahmet eylesin) mezarlarını tayinini iltimas eylediklerinde, Şeyh Akşemseddin halvete varıp, teveccüh kıldılar. Hâlâ yüksek kubbelerinin bulunduğu mahalli, gerçek ehline doğru olarak görünmesi yolu ile tayin eyleyip, bazı alâmetlerini beyan eylemekle, bir bir bulundu ve böylece gerçek olarak tâyin edilen mahallinde mezâr-ı şerifleri zuhura geldi."

Bir Haziran'da İstanbul Ayasofya Câmii'nde ilk Cuma namazı kılındı. Temin edilmeye çalışılan Ortodoks-Katolik birliğinin parçalanmış olmasıyla Fatih Şark Hıristiyanlığını himâyesi altına almış oldu ve yeni bir Rum Ortodoks Patriği tâyin etti. Yine, bir Haziran'da Çandarlı Halil Paşa Vezir-i Âzamlık'tan azl edilip hapse kondu. Böylece, başlangıçtan itibaren Türkler'in işgal ettiği vezaret makamı da değişikliğe uğradı. Rum olduğu sanılan Mahmud Paşa Vezâret-i Uzmâ makamına getirildi.

Bütün yenilikler aynı güne sığdırılmış görünüyor. İstanbul Vâliliği'ne konuşturan Süleyman Bey, Kadılığa da Celâlzâde Hızır Bey Çelebi bugün tâyin edildiler.

Çandarlı Halil Paşa'nın İdamı (10 Temmuz 1453)

Çandarlı adı Osman Gâzî'den beri pâdişâhlardan sonra anıla geliyordu. Şimdi bahsettiğimiz Çandarlı; Vezir-i Âzam Çandarlızâde İkinci Halil Paşa'dır. Sultan Fatih'i emaneten oturduğu tahttan uzaklaştıran kişilerin en önemlisiydi ki, o zamandan bugüne kadar Fatih'in gazabı şahanesi! Onun üzerine meylediyordu: Vazifeden azli ve idamı için uygun zemini bulan Fatih gözünün yaşına bakmamış. Görünür sebepler nelerdi?

Fatih ufku geniş, genç, dinamik bir delikanlıdır. Çandarlı ise yaşını başını almış, itidalli, mâcerâ gibi görünen işlere itibarı yok; dibi görünmeyen sudan geçmeyen bir insan. Fatih İstanbul'u alacağına inanıyor; Çandarlı'nın şüphesi var; böyle bir savaşın kaybı devletin felâketi demektir. Böyle düşünen Çandarlı, devamlı Fatih'in eteğinden çekiyor. Fatih'in doludizgin gitme mizacı ile Çandarlı'nın teennisi uyuşamıyor, ikide bir önüne dikilen engelden ve Osmanlı Hanedanı ile yarışan bir Çandarlı Hanedanı oluşmasından hoşlanmayan pâdişâh nihâi kararını veriyor... Ve Çandarlı önce vezaretten azl edilip, sonra da idam ediliyor...

Görünüşte, hoş olmayan bir yol açılıyor ki kapanması asla mümkün olmuyor. Bu yol iyi mi kötü mü oldu? Bilmiyoruz. Olayın nakliyle yetineceğiz. Çandarlı'nın azli ve idamı ile adeta sadrazamlık makamı Türk soyundan gelenlere kapandı. İşte Fatih'in saltanatında Mührü Hümâyunu koynunda taşıyanların isim ve milliyetleri:

1. Mahmud Paşa, Rum veya Hırvat yahut ikisinin karışımı.

2. Rum Mehmed Paşa -bu zat sonunda, Türk düşmanlığından dolayı idam edilmiştir.

3. İshak Paşa, Rum veya Hırvat.

4. Mahmud Paşa, ikinci defa.

5. Gedik Ahmed Paşa, Arnavud veya Rum.

6. Karamâni Mehmed Paşa Türk.

İşte böyle Çandarlı'dan sonra gelen beş Sadrâzamdan sadece biri Türk'tür. Fatih'ten sonraki pâdişâhlar için de durum değişmez; genelde gayr-ı Türkler işbaşında bulunurlar.

Gayr-ı Türkler işbaşında bulunur da ne olur? İyi yanından bakanlar, Osmanlı Devleti'nin dönme devşirme vezirlerle büyük işler başardığını, onlarla şahikalara çıktığını söylerler: Bunların, arkalarında kalabalık bağlıları bulunmadığı için, padişahlara tehlike teşkil etmediğini, dolayısıyla padişahların rahat hareket ettiklerini söylerler.

Rum, Hırvat, Boşnak, Arnavud, İslav, Ermeni, Frenk, İtalyan, Macar, Çerkez ve Gürcüler'den Türkler'in Vezir-i Âzam olmalarına sıra gelmemiş olsa da, bunların büyük kısmının Türk Devleti'ne hizmet ettiği, önce Müslüman olup, Türk töresine göre yetiştikleri için önemli sayılması gerekenin verdikleri hizmet olduğu anlatılır. Herkesin de gördüğü gibi bazı büyük şehirlerimiz bu tür paşaların hayır eserleriyle doludur. Camiler, köprüler, hanlar, hamamlar ve çeşmeler yaptırmıştır bunlar. En küçük ihaneti görülenler ise anında, en ağır cezaya çarptırılmıştır.

İstanbul'un fethini uzatmış gibi görünsek de işin ihtişamı yanında hiç bahsetmedik sayılsa yeridir. Fatih'in yaptığı diğer faaliyetler de anlatılacak. Kısa kısa onlara bir göz atalım derken Sayın Yılmaz Öztuna'nın fetihle ilgili bir tesbitine de değineceğiz.

Fetihten önce dünyanın bir numaralı devleti Türkistan İmparatorluğu'dur, yani (Doğu Türk Hakanlığı) ikincisi ise Mısır (Memlûk Sultanlığı) Osmanlı Devleti ise, ancak üçüncü sırada idi. Fetihten sonra, dünyanın bir numaralı devleti Osmanlı'dır.

Fatih Sultan Mehmed İstanbul'da fazla kalmaz, Edirne'ye geçer. Orada yeni yeni fetihler düşünmektedir. Hepsi birden olamayacağı için, önemine göre sıralamak gerekir ve ilk sırayı Enez alır. Enez küçük bir kasabadır. Her tarafı Türk toprağıyla çevrili bu yerin Cenevizlilerin elinde bulunması münasip değildir. Hemen Türk toprağına katılır.

Osmanlı, Rodos şövalyelerinden çok çekmiştir. Ve Ege'de bir sürü ada, hepsi de burnumuzun dibinde durduğu için her zaman can sıkıcı olabilir. Amiral Hamza Bey donanmayı Ege Denizi'ne sürer, beş adanın Türk eline geçmesini sağlar. Böylece, Çanakkale Boğazı emniyete alınır...

Çok kısa zamanda birçok Hıristiyan devleti haraca bağlandı. Trabzon Rum İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı, Raguzaz Dubrovnik Cumhuriyeti, Mora Despotluğu, Sakız Ceneviz Kolonisi, Midilli Ceneviz Dukalığı vs.

Venedik Cumhuriyeti'ne bağlı Naksos Dukalığı sulh akti yaptı ve sıra geldi Sırp Seferi'ne.

Birinci Sırbistan Seferi (1454)

Sırbistan -Belgrad hariç- daha önceden işgal edilmişti. Belgrad Macarlar'a terk edilmiş Sırp Despotu Brankoviç'te Macaristan'a kaçmıştı. Macaristan'a defalarca akın yapılmış, hepsinde de Erdel Prensi Jan Hunyadi'ye mağlup olunmuştu. 1444'te Sultan Murad Segedin Sulhü'nü imzalayarak Hunyadi kâbusundan kurtulmuştu. Sırbistan'dan alınan yerlerde anlaşma gereği eski sahiplerine iade edilmişti.

Sırp Despotu İkinci Kosova muharebesi yapılırken -1444- fırsattan istifade, bazı Türk kalelerini işgal etmişti. Sultan Murad savaşlardan bıktığı için ses çıkarmayıp, alacağını zamana havale etmişti.

Sultan Murad ölüp, II. Mehmed Pâdişâh olup, İstanbul'u fethedince Brankoviç yarınından endişeye kapılmış, Edirne'deki Fatih'e bir tebrik heyeti ve onlarla beraber işgal ettiği kalelerin anahtarlarını göndermiş. Bir yüzü böyle davranan Brankoviç'in diğer yüzü, Papa'nın öncülüğünde Türkler'e karşı

Link to comment
Share on other sites

Sırbistan'da Hak İddiası (Veraset Meselesi-1456)

Bazen, Osmanlı Devleti kardeş katliyle iktidar elde ediyor, diye hayıflanılır ya, Hıristiyan devletlere baktıkça insanın fikri değişiyor. Onlar devleti babalarının arazisi gibi görüp, babanın ölümünden sonra miras kavgasına başlıyorlar.

Sırbistan'da Kral Brankoviç'in ölümünden itibaren karışıklıklar yaşanmaya başlamıştı. Sultan Murad Kralın kızı Mora'yla evlenmişti. Mora'nın iki kardeşi esir alınıp, gözlerine mil çekildikten sonra Tokak yahut Dimetoka'da hapsedilmiş, Seğedin sulhünden sonra da serbest bırakılmışlardı. Brankoviç'in küçük oğlu Lazar iktidara geçip, çok yaşamadan ölünce, kör erkeklerle Lazar'ın dul eşi Eleni ve damadı yani herkes Sırbistan üzerinde hak iddia etmeye başlıyor. Fatih niye dursun ki? Üvey anası Mora (Despina) adına faaliyete geçti.

Sırbistan'da, babasının mirasından hak talep edip de alamayan, Fatih'in üvey anası, fena durumlara düştü. Orada kalmayı tehlikeli gördüğü için, kaçıp İstanbul'a geldi. Fatih Vezir-i Âzam Mahmud Paşa'nın kardeşini Sırbistan despotu yaptırdı. Babaları Rum, anaları Sırp -belki de Hırvat- olduğu için Mahmud Paşa'nın kardeşi Mihali Abagovıç despotluğa tayin edildi ama, ölen kralın dul eşi Eleni merasimle karşıladığı Abagoviç'i esir alıp Macaristan'a gönderdi. Fatih, yapılan yanlışların düzeltilmesi için harekete geçecek fakat sırası ve zamanı var...

İskender Bey'in Bitmeyen Enerjisi (1457)

Daha önceki fasıllarda bahsedilmişti. Arnavut ve Hıristiyan iken esir düştüğü Osmanlı Devleti'nde dinini ve adını değiştirip, sarayda yetiştirilmişti. Türk ordusuyla beraber savaşa çıkıyordu. Bir savaşta kaçıp Arnavudluğa gitti, orada çeteciliğe başladı.

İskender Bey'in yeğeni Hamza Bey bile her ne sebeple ise Fatih'e sığınmıştı. Evrenosoğlu Ali Bey'in maiyyetine verilen bu yeğen amcasına karşı savaşa çıkmıştı. Çete harbini iyi bilen İskender Bey Napoli Krallığı'nın da yardımıyla Osmanlı Ordusu'nu Mati Nehri civarında bozguna uğrattı, yeğenini esir aldı.

Yedinci Seferi Hümayun -Mora (1458)

1458 Ağustos sonu Fatih Atina'yı, Türklerin "Medinetül Hükemâ" yani Bilgeler Şehri dedikleri yeri ziyaret ediyor. Oradan Mora'ya geliyor. 300 kalesi bulunan Mora'da sadece 8 kale bırakıyor, geri kalanı yerle bir ettiriyor.

Sekizinci Seferi Hümâyun (1458)

Az önce Sırbistan'ın karışık durumu anlatılmıştı. Fatih çiğnenen hakkını kurtarmak için sefer açmak zorundaydı.

Kuvvetli bir orduyla Vezir-i Azam Mahmud Paşa'yı gönderdi. Veraset meselesi yüzünden iyice karışmış olan Sırbistan, idaresi için Papalığa bile devredilmek istenmişti. Fatih'in Ortodokslara karşı davranışından memnun olan Sırplar Osmanlı idaresini istiyordu. Katoliklerin boyunduruğundan kurtulmak onlar için bir nimet sayılıyordu. Uzun süren savaşlardan sonra, Mahmud Paşa'nın Arnavudluk fütuhatı tamamlandı.

Dokuzuncu Seferi Hümâyun (Mora Seferi/1458-1459)

Fatih'in bizzat iştirak ettiği Mora Seferi ki Mora'ya ikinci seferdi. Bu seferde Mora Prensliklerine son verildi. Paleologoslar'ın hükmü bu seferde bitirilmiş oldu.

"Bir gün Serez'den bir kişi Ballıbadra'ya varmış. Görmüş ki, bir nice Müslüman kadın kâfirlere kulluk eder. Zorla iş gördürürler. Bu kişi, bu kadınlara sorar: "Hey biçâreler! Bu din âsilerinin memleketine nasıl düştünüz ki bu kâfirlere böyle hizmet edersiniz?" Bu kadınlar dahi: "Hey kişi! Yalnız biz değiliz. Nice bizim gibi biçâreler esir olmuşlardır. Bizim hâlimizi Allah bilir. Gayri kimse bilmez" demişler. Hayahuy ağlamışlar. Ondan sonra o kişi doğru Edirne'ye gelmiş."

Bu kişi kadınların şikâyetini pâdişâha ulaştırdı. Bunun üzerine Mora seferi başladı. Bu sefer de "kâfir askerinden çok azı kurtuldu" diyor Aşıkpaşaoğlu ve kendisinin de ihsan umarak oraya gittiğini, ziyadesiyle ihsan aldığını yazıyor.

Onuncu Seferi Hümâyûn

Sırada Trabzon İmparatoru var. Fatih için çok ehemmiyetlidir bu. Ona göre hazırlıklar yapıldı. 10. Seferi Humâyun'dur. Fatih karadan Amasra Kalesi'nin yanına gelip durdu. Veziriazam Mahmud Paşa Limanı kapatmıştı donanmayla. Amasra vuruşmasız teslim oldu. (Y. Ö.)

Onbirinci Seferi Hümâyun (1461 Baharı)

Sıra "Çandar Beyliği'ndedir. Fatih nasıl hızlı hareket ederse, biz de öyle yapıyoruz. İsfendiyaroğulları da denen bu hanedanla Osmanoğulları hısımdır. Fatih'in Anadolu birliği siyâseti bu hanedanın ortadan kalkmasını icab ettiriyordu. "Deniz tarafından yüz parça kadırga tedarik olundu. Gemiler Sinob'a doğru gönderildiler. Kendileri de kara tarafından hesaba gelmez asker ile Ankara sahrasına nüzul buyurdular. Bu sırada Karamanoğlu İbrahim Bey bir oğluna asker koşup, padişahın askerlerinin istirahat ettikleri meydana gönderdi. İsfendiyaroğlu İsmail Bey de bağlılığını arz için, oğlu Hasan Bey'i gönderdi. Ancak Hasan Bey'in habs edilmesine fermân-ı âli sudur etti. Eyaleti ve vilâyeti padişahın nikâhında bulunan kardeşi Kızıl Ahmed'e lâyık görüldü." Görüldüğü gibi, hiçbir zayiata lüzum olmadan Çandar Beyliği Osmanlı topraklarına dahil ediliyor.

Onikinci Seferi Hümâyun (1461 Yazı) Trabzon Rum İmparatorluğu'nun Fethi

Bu sefer Trabzon İmparatorluğu'nun fethi içindir. Fatih'in hareketlerini dikkatle takip eden biri var, bu Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey'dir. Fatih, nereye ne zaman gideceğini gizler, çıktığı seferde herkes kendi üzerine geleceğini düşünebilirdi. "Padişahın asıl amacını bilen yoktu. Öylesine ki, ordu kadılarından biri, bu konuda kendisine bir soru sorunca, sertçe bir ifade ile "eğer sakalımın tellerinden biri projelerimi bilmiş olsa, onu hemen keser ateşe atardım" demiştir.

Uzun Hasan Bey Fatih'in Trabzon'u alma fikrine karşı idi. Durum belli olunca, dostlukla işin önüne geçmek istedi. Bunun kolay olmayacağım da biliyordu. İşe ve Fatih'e verdiği değeri göstermek için annesi Sâre Hatun'u elçi gönderdi.

Sâre Hatun Fatih tarafından anne hitabıyla karşılandı. Kadın sevgi, saygı görüp memnun kaldı. Trabzon'a gelmek zordur. Yollar netamelidir. Sâre Hatun da Fatih'le beraber Trabzon yoluna düşmüştü. Bazan Fatih bile attan inip yürümek mecburiyetinde kalırken. Sâre Hatun bu yola dayanamaz. Kendisine anne diyen Cihan Sultanına sorar: "Hey oğul! Bu Trabzon'a bunca zahmet nedendir?" Hey ana der Fatih. Bu zahmet din yolunadır. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize "Gâzî" demek yalan olur." Sâre Ana ne düşünür, bilinmez. Fatih'in dahî pâdişâhlardan olduğunu herkes biliyordu. Bu ruh ile desteklenen dehâ, herhalde boşa adım atmıyordu!

Trabzon'un fethi Ağustos 1461'de tamamlandı. Komnenos'un hükmettiği Trabzon Rum İmparatorluğu Osmanlı Devleti'ne katılınca "Türkiye'nin sınırı Çoruh ırmağına dayanmış, Gürcistan ile sınırdaş olmuştur."

Fatih'in Trabzon üzerine yürümesi Uzun Hasan'ı niçin rahatsız ediyordu. Uzun Hasan'ın Akkoyunlu Devleti Doğu Anadolu'da, Trabzon Rum İmparatorluğu da Doğu Anadolu'ya çok yakın sının olan bir devlet. Ayrıca, "Uzun Hasan son Trabzon İmparatoru "David Kommni-nos"un güzelliğiyle meşhur yeğeni ve sondan evvelki imparator Dördüncü Yoanis yahut Kala-Yani=Güzel Yani'nin kızı Kyra Katherina ile evlenerek Trabzon İmparatorluğu ile ittifak etmiş ve daha doğrusu bu büyük isimli küçük devleti himayesine almış ve bir taraftan da Venedikliler ve Cenevizlilerle münasebete girişerek Avrupa Hıristiyanlığının da Osmanlılar aleyhindeki vaziyetinden istifade etmeye başlamıştır.

Daha birçok sebeplerle Osmanlı Devleti'ni kendisine en büyük rakip olarak düşünen Uzun Hasan, Fatih'in yakınlara gelmesini istemiyordu.

Kazıklı Voyvoda ve Eflak Prensliği'nin Boyun Eğişi (1462)

Daha önce Sultan Murad devrinde "Vlod" olarak karşımıza çıkan prensi serseriliğiyle, kan içiciliğiyle tanımıştık. Bu zalim, yine aynı vasıflarını muhafaza ederek karşımızdadır. Artık kendisinden "Vlod" diye bahsetmeyeceğiz, bir diğer adı olan Drakul yani Drakula'dır o ve Kazıklı Voyvoda'dır. Bir Avustralyalı Hıristiyan olan tarihçi Hammer'den onu kısaca tanıyalım.

"Bu vicdansızın en çok sevdiği temaşa: Kazık işkencesi idi. Özellikle, kazıklara vurulmuş, işkence içinde can veren Türklerin teşkil etmekte olduğu yoğun bir dairenin ortasında kendi saray halkı ile birlikte yemek yemekten pek zevk duyardı. Eline Türk esirleri geçince ayak derilerinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını ve ondan sonra da ızdıraplarını artırmak için keçilere yalattırılmasını isterdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak onun önünde saygı duruşu yapmaktan çekinince, babalarının geleneklerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırırmış." (İşte bu Voyvoda'nın enteresan bir zevki daha. Bütün dilencileri yemeğe davet etmiş. Güzelce karınlarını doyurup gönüllerini fethettiği dilencileri, dilenmek ezikliğini bir daha yaşamasınlar diye orada yaktırmış. Bu anlatılanlar onun yaptığı en vahşi zulümler değildir. Ha-mer'de çok çok daha fenaları var, onları almıyoruz... Bu pis herifin ortadan kalkması lâzım. Kendi insanları da onun zulmünden bıkmıştır. Fatih ahd eder, azm eder, hareket eder, peşine en iyi akıncıları takar. Drakula görünmez adam gibidir! Ele geçmez, bize pahalıya mâl olur. Kendi adamlarından da telefat var ama o zaten kendisine gelmeyen her acıdan büyük zevk alan bir vahşidir.

Bu alçak caninin gaddarlığı o kadar çok ki, birini daha aktarmadan geçemiyeceğiz. Yine, Hammer'den:"Vidin valisi Hamza Paşa ile Yunus Bey yanlarına aldıkları bir heyetle Drakula'ya elçi giderler. (Gönderen Fatih Sultan Mehmed Han'dır, varsın olsun! Drakula için bir şey farketmez.) Gelenlerin hepsinin ellerini ayaklarını kestiren Kazıklı Voyvoda, sonra hepsini kazığa vurdurur." Bu Voyvoda zekidir de, Paşa'nın mevkiine saygıyı ihmâl etmez, onu daha yüksek bir kazığa oturtur."

Binlerce Eflak askeri öldürülür, binlercesi esir edilir ama Kazıklı Voyvoda devamlı, kaçarak kurtulur. Fatih'in eline geçmez. Ancak Macaristan'a sığınan Voyvoda, Fatih'in hatırını sayan Macarlar tarafından tutulup hapse atılır.

Midilli Adasının Fethi (1462)

Nikolas Gattilusio ağabeyi Dominiko'yu zindana attırdı, boğdurdu ve tahtını zaptetti. Ağabeyi Osmanlı'nın haraçgüzarı iken Nikolas bunu vermediği gibi Türk düşmanlığında ileri gitmeye başladı. Vezir-i Âzam Mahmud Paşa denizden, Fatih'de bir miktar yeniçeri ve Anadolu askeri ile Bursa üzerinden geçip adaya çıkarak Midilli'nin fethini sağladılar.

Bosna'nın Fethi

Bosna Krallığı haraca bağlanmıştı. Son zamanlarda kendilerine gönderilen vergi memurlarını boş çevirdiler. Savaş bu yüzden şart oldu. Fatih'in kumandasında yola çıkan ordu Bosna Krallığı'nın başkenti Yayça'yı muhasara etti. Kral, Kiloç Kalesi'ne çekilmişti, Mahmut Paşa'da orayı muhasara etti. Önce Yayca teslim oldu, sonra Kral kardeşi ve üç oğluyla beraber teslim olmak zorunda kaldı.

Kral Mahmut Paşa'yla anlaşarak teslim olmuştu. Hücumla gayet kolay alınacak bir kaleyi Mahmud Paşa'nın anlaşmak suretiyle alması Fatih'in canını sıktı. Çünkü Kral'ın asılmasını istiyordu. Anlaşmayla teslim olanın asılması şeraite uygun değil, bu da Fatih'i kızdırıyor. Pes etmedi Sultan Fatih fetva aradı ve Ali Bistâmi adlı bir âlimden aldı; böylece Kral ile beraber üç Kale'nin beyini astırdı.

Bosna'nın fethi o günün şartlarında çok mühimdi. Minnet oğlu Mehmed Bey Bosna Sancakbeyi olarak orada bırakılıp, İstanbul'a dönüldü. Daha sonra Hersek alındı. Bosna'ya bir defa daha sefere çıkıldı. Boşnaklar Fatih'e minnettar kalmış olmalılar; İslâm'ı tanıyıp kabullendiler.

Karaman Seferi (1466)

Karaman, Fatih'in de baş belasıdır. Bu meselenin halli Fatih'in hayallerinden biridir. Karaman'da, iktidarda bulunanlar Çelebi Mehmed'in kızından doğmuşlardır. Fatih'in hala çocuklarıdır. Fakat Osmanlı Türk Devleti'nin rahat hareket edebilmesi biraz da bu Beyliğin ortadan kalkmasına bağlıdır ve Anadolu Türk birliğinin sağlanması şarttır. Bu şart Fatih tarafından yerine getirilir. Ve Karaman'dan bol miktarda insan İstanbul'a nakledilir. Bu nakl işi bir Paşa'yı sadaretten eder. Şöyle:

"Pâdişâh hükmetti ki lârendeden -Karaman- İstanbul'a evler süreler ve Konya'dan da birlikte süreler. Elhasıl sanayi ehlinden birçok ev halkını Mahmud Paşa sürdü. Vezir Rum Mehmed, Pâdişâha: "Devletli Sultanım! Mahmud'un sürdüğü evleri teftiş ettim, gördüm. Çoğu fakirdir ve azdır." Bu Rum Vezir İstanbul'un intikamını almaya gayet hevesli idi. Bu defa fırsat buldu."

Bu şikâyet ile Mahmud Paşa vezâret mührünü Rum Mehmed Paşa'ya kaptırır, görelim ileride, sonları ne olacak?

Şehzade Mustafa Manisa Sancak Beyi idi. Karaman Valiliğine tayin edilerek şimdilik Karaman emin ellere teslim edilmiş oluyordu ve şimdilik Karaman işi halledilmişti. (Sonradan oyunu çıkmazsa!)

Birinci ve ikinci Arnavudluk seferleriyle devam eden Avrupa'daki savaşların ardı gelmiyordu. Venedik'in elinde bulunan Eğriboz Adası alındı (1470). Anadolu'da Niğde ve Alâiye-Alanya- iltihak edildi (1470-1471). 1472'de Taşeli iltihak edildi.

Fatih Camii’nin İnşaatı ve İkmali (1463-1471)

Kimi milletler buldukları en ufak fırsatı heykel dikmekle, anıt dikmekle değerlendirir; eğlence yerleriyle doldurur boş alanları ve kimi zaman kilise yaptırırlar. Fatih, fetihle beraber en büyük kilise sayılan Ayasofya'yı camiye çevirmişti. 1463 senesine kadar bir hayli savaşlar barışlar gördü, babasından kalan toprağı genişletti, yaşı olgun delikanlılık devresine girdi. Kendi adını taşıyacak bir mabedin kurulması lâzımdı; İstanbul'un en göze çarpan yerinde.

Oniki Havari Kilisesi Bizans için kutsal bir mekân idi. Fatih, eski günleri canlı tutacak işaretlerin mevcudiyetine razı değildi. Rumlar'ın açıktan incitilmesini de istemiyordu. Havarriyyun Kilisesi harap olmuştu ve burada barınamayan Patrik yeni bir yer istiyordu. Fatih, memnuniyetle, Patriğe bir başka kiliseyi bağışladı. (1455) Patriğin taşındığı yer de "Fethiyye" ismiyle camiye tahvil edilen "Panmakaristos" manastırı idi.

Patriğin taşınmasından çok sonra harap kilise ve imparatorlar türbesi yıktırıldı. 1463 Şubat veya Mart'ında cami temeli atıldı. Şimdi yapılan camilerde düşünülmeyen bir takım sosyal ve eğitim müesseseleri o zamanın vazgeçilmez şartlarından idi. "Caminin iki yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta darüşşifâ, daha ileride bir hamam, bir çarşı yer almıştı. Fatih camii ve külliyesinin ustası (mimarı) Atik Sinan adında bir şahsiyet idi. Onun denetimi altında birçok Bizanslı görev almıştı. Rumlar'ın emeğinden de istifade edildiği doğrudur ama asıl mimarının Rum olduğu iddia edilirse, bu yalandır.

Cami ve külliyesi bütün elemanlarıyla günümüze kadar topluca korunamamıştır. Bazı elemanlar tamamen kaybolduğu gibi bazılarının arasına da XIV yüzyıl sonlarından itibaren yeni binalar yapılarak, külliyenin kendine has tertibi bozulmuştur."

Yedi sene on ay süren inşaat safhası uzun bir süre olmakla beraber, 1766'da meydana gelen zelzeleye direnemeyip kubbesi çökmüştür. Şimdiki cami yine Fatih adını taşırsa da Üçüncü Mustafa tarafından eskisinden daha geniş olarak yaptırılmıştır. (1771)

Topkapı Sarayı'nın İnşası (Bitiş tarihi 1472)

Ne zaman başladığı tam bilinmiyor. Fatih'den hemen sonra "Şimdiki İstanbul Üniversitesi" Fatih tarafından saray olarak yaptırılmıştı. Bahsimize konu olan saray yapılınca, önce yapılana eski saray denmeye başlandı, dolayısıyla burası da "Yeni Saray" diye anılır oldu. Bugünkü meşhur "Topkapu" isminin tatbiki Lâle devrinden itibarendir. O devrin meşhur Pâdişâhı Üçüncü Ahmed, bu saray surunun deniz tarafında toplarla mücehhez olduğu için "Top Kapusu" denilen bu kapının yanında ve sahil boyunda büyük bir yalı yaptırmış, ilk önce yalnız bu yalıya "Top Kapu Sarayı" denmiş ve ondan sonra da bu isim tekmil yeni saraya teşmil edilmiştir." Topkapı ve bu sarayın ne münasebeti var diye düşünenlere gerekli açıklama yapılmış oldu. Bu saray Fatih'in yaptırdığından çok büyüktür. Birçok Pâdişâh ilâvelerle devamlı büyütmüştür.

Fatih ve Uzun Hasan

Uzun Hasan'ın Akkoyunlu Devleti büyümüş, güçlenmiş, Fatih'in devletini ortadan kaldırmanın hesaplarını yapacak hâle gelmişti. Hasan Bey gayr-ı muslini devletlerle Osmanlı aleyhine dostluklar kuruyor, yeni seçilen Venedik Doçu'na harikulade bir firuze hediye etmiş ve Osmanlı ordusunu imha edince aslan payını Venedik'e vermeyi vâad ediyordu. Macaristan'la da dostluğu bir hayli geliştirmişti. İşin özeti; Uzun Hasan ile Fatih savaşacak, bu savaşta Hıristiyanların da yardımıyla Fatih'in ordusu mağlub edilecek, herkes payına düşeni alacak. Uzun Hasan da, Timurluları ve Karakoyunluları yenmenin verdiği kendine güven duygusu ile dünyanın en büyüğü olma tutkusu önüne geçilmez dereceyi bulmuştu. Uzun Hasan tek kelimeyle çizmeyi aşıyordu. "Osmanoğlu" ve bazen de "Kahbe Osmanoğlu" demeye başlamıştı. Türkmenoğlu Uzun Hasan, Türk devletlerini ortadan kaldırarak, devletini büyütmüş, ordusunu güçlendirmiş ama edebini hırsına kurban etmiştir. Yazdığı bir mektupta: "Fatih'e "Sultan" unvanını dahi çok görerek "Mehmed Bey" diye hitap ediyor ve kendisinin "bütün Fars iklimini fethettiğini, düşmanlarını hezimete uğrattığını, Şirazı payitaht edindiğini ve Hüseyin Baykara'nın da kendisini "metbu" tanıdığını yazıyordu.

Görelim Sultan Fatih nasıl yazmış, Uzun Hasan'a neler söylemiş. "— Ben, Sultan Bâyezid oğlu, Mehmed oğlu, Murad oğlu Sultan Mehmed'im. Sen, Acem ülkesinin başbuğu büyük Han, Hasan Han'sın. Bilesin ki, kişi devletine mağrur olup haddini aşarsa artık insafsızlar arasına katılarak fren tanımaz ve bunun sonunda devletini ve ülkesini kaybeder... Aklım başına topla. Bil ki bizim memleketimiz İslâm yurdudur. Dedelerimizden beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yüreği yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlara karşı kötü amaçlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdırlar. Bütün devlet ve şeriat düşmanlarını yok etmek için atımız eğerlennıiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Bilmedim yahut da gafil idim demiyesin."

Fatih, uzunca mektubunda, "bu tarafa gelme, beni bekle geleceğim. Senin zulmünü kırmak için Allah beni sebep kılmıştır" diyor.

Savaş kaçınılmazdı. İki taraf da Türk’tür fakat emsali olmayan bir şey değil ki, daha önce de gördük, sonra da göreceğiz. Bu savaş, bütün tarih kitaplarında uzunca anlatılır. Biz oldukça özet yazmak istiyoruz.

Murad Paşa'nın pusuya düşürülüşü ve şehâdeti. (Solakzâde 'den) "Uzun Hasan da hemen dizgin çevirip, dört bir tarafını hemen ihata eyledi. Bundan sonra da Murad Paşa kurtuluş sahiline yanaşmanın mümkün olmadığını görünce, fedai gibi ateşler yağdıran kılıcını eline alıp karşısına geleni, varlık âleminden yok ederek, bir mertebe savaştı. Bu savaşın emsalini feleklerde melekler görmediği için, yiğit Murad Paşa'ya hepsi aferin dediler. Nihayet ecel meleği yolunu bulup:

"Fena vadisine sevk etti anı

Feramûş eyledi kaydı cihanı"

Murad Paşa'nın yenilmesi ile, gece alem yapıp, etrafına neşeler saçmaya çalışan Uzun Hasan, alman esirlerden Turahanzâde Ömer Bey'e "Hay hay Ömer Bey, Osmanoğlu'nun kolunu kanadnı kırdım. Seçkin askerlerini öldürdüm. Şimdiden sonra Rum tahtının benim saltanatımın ikâmetgâh kasrı olması mukarrerdir" deyince, Ömer Bey şu cevabı vermiş:

"Hey hânım, hey hânım. Deryadan bir damla alınmakla cûşu hurûsa noksanlık gelir mi? Pâdişâhımızın benim gibi ve Murad gibi, yüz bin bendesi vardır. Ne ola ki, Dergâhı penâh kullarından birkaçı eksilmekle, onun gönüllerinin aynasına bir toz kona veya namus şişesine ta'n taşı dokuna. Onun bahtı Allah vergisidir ve devleti her şeyin anasıdır." Fatih'in esir düşen yiğitleri böyledir.

Bir de Fatih'in gördüğü rüya var ki, anlatmadan geçmek olmaz. Görelim, nasıl rüyadır, nasıl yorumlanmıştır?

Sefere çıkılacağı sıradır rüyanın görüldüğü gece. Uzun Hasan pehlivan kisbetiyle, tam bir pehlivan gibi meydana çıkıp pehlivanca laflar etmeye başlar. Fatih, dayanamaz, hemen bir kisbet giyinip dalar ortaya ve başlarlar güreşe. "Uzun Hasan'a üstünlük suretini gösterip, pâdişâhı diz üstüne çökerir. Cihan Pâdişâhı da, o zaman ayak üzre durup, Uzun Hasan'ın sinesine bir pençe vurur. Ciğerinden bir parça koparıp yere atar.

Uzunca yorumu yapılan bu rüya neticede, galibiyetin işareti sayılır. Hatta bazı ayetler bile yoruma karıştırılarak, görüşler kuvvetlendirilir.

Otlukbeli Zaferi (11 Ağustos 1473)

Pâdişâhın rüyası yorumuyla beraber ağızdan ağıza bütün orduya yayılır. Uzun Hasan'ı zevkü safâya, Fatihi derin üzüntüye sevkeden Rumeli askerlerinin yenilmesi, Rumeli beylerbeyi Murad Paşa gibi genç, cesur, fedakar bir komutanın şehid, Turahan oğlu Ömer Bey ve diğer çok kıymetli insanların şehâdeti ve esirliğinin havası dağılmaya başlar.

Fatih iki oğlunu, Amasya valisi Şehzade Bâyezid ve Karaman valisi Şehzade Mustafa'yı da bu savaşa getirmişti. Asker sayısı 100.000-200.000 arası rakamlarla anlatılıyor. Hangisi doğrudur bilinmez. Yalnız, cihanın hiçbir ordusunda, o sıralarda tahayyülüne dahi cesaret edilemeyen disiplin, saf nizâmı, teşkilât, yürüyüş, birlik, giyim kuşamı haiz Osmanlı ordusunu görünce, Uzun Hasan'ın "Vay kahbe Osmanoğlu, ne derya dizmiş" diye hayretini izhar etmesi meşhurdur.

Uzun Hasan'ın da Fatih'in de oğulları savaş meydanında. Şehzade Mustafa ve Şehzade Bâyezid çok iyi savaşırlar. Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Mirza ve kumandanların çoğu Şehzade Mustafa kuvvetleri tarafından öldürülür. Şehzade Bâyezid Uzun Hasan Bey'in otağına kadar ilerler, Uzun Hasan kaçarak canını kurtarır. Otağ ve hâzine Fatih Sultan'a kalır.

Uzun Hasan kaçarken Karamanoğlu Pir Mehmed Bey'e şöyle bedduada bulunmuş. "Behey Karamanoğlu, hanedanın harab olsun! Bednam olmama sebeb oldun. Benim Osmanoğlu ile ne işim vardı?" Uzun Hasan'ı Fatih'le savaşa teşvik edip, Fatih'in ordusunun zayıf olduğunu söylemişti Karamanoğlu.

Otlukbeli Zaferi'nden sonra üç gün orada kalındı. Fatih, Allah'a şükrünü edâ için 40.000 esiri bağışladı.

İsmail Hami Danişmend bu zafer için duyduğu sevinci acı bir şekilde ifâde ederek, der ki:

"Oğuz Türklüğü ve bilhassa Anadolu Türklüğü için acı bir matem günü olan bu büyük savaş gününde iki Türk devleti, iki Türk hükümdarı ve iki Türk ordusu devlet mevhumunun tabî ve zarurî bir neticesi olarak karşılaşmış demekti: ... Türk tarihinin bu acıklı muharebesini Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan değil Osmanlı Pâdişâhı Fatih kazanmıştır."

Mahmud Paşa'nın İdamı

Fatih Sultan Mehmed Çandarlızâde'nin yerine -Fetihten sonra- Mahmud Paşa'yı sadarete getirmişti. Tam onüç sene vazife başında kaldıktan sonra azl edilmiş, yerine Rum Mehmed Paşa geçmiş, o da üç sene taşımış sadaret mührünü. İshak Paşa gelip üç sene de o kalmış sadarette. Ondan da sonra 1472'de tekrar, ikinci defa Mahmud Paşa Veziri Âzam yapılmış pâdişâh buyruğuyla.

Paşa'nın idamıyla ilgili değişik rivayetler olsa da, biz birini tercih edeceğiz. Otlukbeli'nde yenilen ve kaçan Uzun Hasan'ın takibini isteyen pâdişâhı dinlememiş. Pâdişâh kızmış, Paşa'yı azletmiş. Bu savaştan bir süre sonra, zaten böbreklerinden rahatsız olan Şehzade Mustafa Konya'ya gelirken ölmüş. (25 Aralık 1474) Fatih'in çok sevdiği bu şehzadesi, ani vefatıyla baba yüreğinde onulmaz yaralar açmış. Eskiden beri Şehzade Mustafa ile Mahmud Paşa'nın arası pek iyi değilmiş. Belki bu sebepten, Fatih'in üzüntüsüne ortak olamamış. "Rivayete nazaran, şehzadenin ölüm haberi üzerine herkes gibi o da Fatih'e taziyesini arza gitmiş, fakat rakipleriyle düşmanları, bu vesileyle tekrar iş başına getirilir korkusuyla tezvirata başlamışlar. Pâdişâha, Paşa'nın, ölüm hâdisesinden üzüntü duymadığı, hatta sevinç ve eğlencelerle yaşadığı arzedilmiş. Fatih bir gün Paşa'nın evine bir casus göndermiş. Bu casus Paşa'yı siyah yerine beyaz elbiseyle satranç oynarken görüp, pâdişâha arzetmiş.

Pâdişâh, Paşa'yı önce Yedikule zindanına attırmış, onsekiz gün sonra da başını kestirmiş."

Rum veya Hırvat olduğu ve "dönme-devşirme paşaların ilki" olduğu söylenen Mahmud Paşa'nın İstanbul'da adını taşıyan bir cami, bir çarşı ve bir mahalle bulunmaktadır.

"Adnî" mahlası kullanarak yazdığı şiirlerinden birinin ilk mısraları, âdeta sonunun keşfi gibidir:

Rûyine hâil olan dîde-i hûnâbumdur

Bana düşmenlik idenler yine ahbâbumdur.

Şehzade Mustafa'dan boşalan Karaman Valiliğine Cem Sultan tayin edilir. Bu Cem, Fatih'in küçük şehzâdesidir. Ağabeyi Bâyezid ile mücadelesi ileride anlatılacak.

Avusturya İçlerinde Türk Akıncıları

"Yıldırım orduları" tabiri kullanılmamış; şayet böyle bir tabir akla gelseydi, mutlaka çok yakışırdı. Akıncıları anlatan Hammer, anlamın kuruluş amacını, hareketlerindeki mânâyı bilmediği için, biraz tarafgir davranıyor. Sâdece çapul için sağa sola saldıran eşkıya sürüsü süsü vermekten zevk alıyor.

Akıncıların Hırvatistan, Karniyola, Karintiya eyâletlerine akınları, hoş cümlelerle anlatılmıyor. "İshak Paşa'nın onbeşbin akıncısı Hırvatistan'ı kan ve ateşe boğarak yirmibinden ziyâde esir almış ve birçok koyun sürüsü ******ürmüşlerdir" diyen tarihçi kendine göre sıraladığı bu akınları "Karniyola'nın vurulması Stiç Manastırı'nın yakılması" diye devam ettiriyor.

Birçok vurma kırma olayından sonra, "daha mühimdir" dediği şu olayı veriyor. "Türkleri Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kroya kontları çağırmıştı" Kendi aralarında geçimsizlik bulunan dindaşlar Türkler'den yardım istiyorsa, Türkler de haklı gördüğü yahut kendisi için münasip olduğuna inandığı tarafa yardıma gider; bunda ayıplanacak bir şey yoktur.

Türk akıncıları 1473'te Macaristan'a girdi. Şehir şehir geçtikleri yerleri saymak istemiyoruz. Hammer'in tafsilatlı anlattığı bölümlerden birinin son cümlesini alıyoruz. "Ertesi sene kış ortasına doğru Türkler Karniyola ile Karintiye ve İstirya'yı istilâ edecekleri yerde Macaristan'a ve ona komşu olan civardaki memleketlere dağıldılar." Fasılalarla on sene devam eden bu alanlar esas fetihlerin zeminini hazırladı.

Boğdan Bozgunu (1475)

Orası, ora ahalisinin dilinde Moldova olsa da biz Türkler bir Voyvoda'dan ötürü Boğdan demişiz. Hatta önüne bir de "Kara" getirip "Kara Boğdan" dâhi demişizdir. Niçin savaşa gidildiği meselesi birkaç türlü anlatılınca da en inandırıcı görüleni takdime çalışacağız. Dünyanın geçerli kuralları belli; bu, memleketler bazında düşünülence ve o zaman dikkate alınınca, ya güçlü olacaksın, ya güçlüye boyun eğeceksin. Bunu takdir eden Voyvoda Petru senede 2000 altın haraç vererek Osmanlı tâbiiyetine girmişti. Ondan sonra Voyvoda olan "Dördüncü Etyen" yiğitlik tasladı, vergiyi reddetti.

Etyen'in bu tutumuna sinirlenen Fatih, Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa'yı Arnavudluk'tan Kara Boğdan üzerine yürüttü.

Voyvoda Etyen kafa tutmakta haklı olduğunu ispata niyetliydi. Süleyman Paşa'nın ordusuyla düz bir yerde savaşa girmeden ormanlık alana çekti, oradan Berlat ırmağının kenarına getirdi. Türk askeri yorgundu. Daha da yoruldu. Voyvoda'ya Macar ve Leh askerleri yardıma geldi. Ummadık taşın baş yardığı bir kere daha görüldü. Asker bozuldu. Süleyman Paşa'nın esaretten zor kurtulduğu bu savaşta meydandan sağ kurtulan Türkler kazığa vurularak öldürüldüler.

Hammer'm. bu "son"u nasıl anlattığına bakarsak o da şöyle söylüyor: "... Esirlerin hemen cümlesi kazık cezasına düçâr olarak birbiri üzerine yığılan kemiklerden tâk-ı zaferler inşâ olundu. Lâkin gâliblerin zayiatı da mağlublar derecesine varmıştır."

Kırım Hanlığı'nın Tâbiiyeti (1475)

Rusya küçük bir prenslik olarak Moğol baskısı altında yaşıyordu. Yavaş yavaş ufkunu genişleten Prensler Üçüncü İvan'a kadar gelip, bu, İvan'la beraber takip edilen siyaset su yüzüne çıkmıştır. İşin içine Papalığın siyâseti de dâhil olmuş ve Bizans'ın son imparatorunun yeğeni "Sophia" Moskof Prensi İvan'la evlendirilmişti. Yunan, Rum ve İtalyan âlimleri ve sanatkârlanndan bir haylisi Moskova'ya gidip Prens'le Prenses'in düğününde bulunmuştu.

Amaç, Moskova'yı Bizans'ın ve İtalya'nın kültür merkezi haline getirmek. Avrupa devletleriyle iyi ilişkilere giren İvan Fatih'e düşman olan Uzun Hasan'la da iyi münasebetler kurmaktaydı.

İşi o kadar ileri ******ürdü ki Prens İvan kendisini -İmparatorun yeğeniyle evliliğinden dolayı- batı Roma'nın meşru vârisi saymaya başladı. "İki başlı bir kartal şeklindeki Bizans armasını benimsedi. Moskova'yı Ortodoksluğun merkezi yapmaya çalıştı. Bu uzun emelin geleceği son nokta İstanbul’u sahiplenmekti. Fatih, nelerin nereye varmakta olduğunu ve olacağını gözünden kaçırmıyordu. Sırbistan meselesinde, Fatih'in üvey anasını ileri sürerek hak iddia ettiği unutulmuş değil. Yarın, birazcık kuvvetlenen Moskova Prenliği İstanbul üzerine veraset davası açabilirdi.

Daha çok mahsuru düşünülen Moskova'ya bir ders vermek şart oluştu. Gedik Ahmed Paşa komutasında 300 gemilik bir donanma Karadeniz'e açıldı. Kırımlılar'ın da yardımıyla Kefe Kalesi muhasara edildi. Birçok kale kendiliğinden teslim oldu. Karadeniz sahilinin kuzeyi Osmanlı hâkimiyetine girdi.

Bu savaşlardan sonra Kırım Hanı Mengli Giray Osmanlı tâbiiyyetine razı oldu. Osmanlı himayesinde, tam istiklâl sahibi olmadan hür yaşamaya başladılar. Ve tabi Osmanlı Devleti Kınm askerinden çok istifade etti.

Fatih'in Boğdan Seferi (1476)

Hadım Süleyman Paşa'nın ordusunu bozguna uğratan Voyvoda Dördüncü Etyen "ceza günü"nü bekliyordu. Kefe'nin zaptı, Kırım'ın Osmanlı'ya bağlanması Boğdan'ın Kuzeyden ve Güneyden sıkıştırılmasına imkân hazırlamıştı.

Fatih ordusunun başında Tuna'yı geçip Boğdan'a girerken, donanma Besarabya sahillerini işgal etti. Akkerman'dan sonra Tuna ağızlarına hakim oldu. Etyen'in canını zor kurtardığı bu muharebede büyük bir başarı elde eden Fatih'in ordusu askerin veba salgınına yakalanmasıyla, bütün Boğdan'ın fethi mümkünken çekilmek zorunda kaldı.

Beş Vakit Namaz Kılınması Hakkında İrâde Neşri

Türk toprağı haline getirilen Rumeli tarafında İslâm'a gösterilen ilgi artmaktaydı. Yeni dine giren insanların bu dinin şartlarından olan vecibelerini yerine getirmeleri istenen irade Fatih tarafından halka ulaştırıldı, İslâm, şartlarıyla yaşanmaya başlandı.

Venedik Topraklarına Seferler

"Fatih 1474–1478 yıllarında Venedik topraklarına karşı büyük taarruz seferlerine girişti." Hadım Süleyman Paşa bir yandan, Evrenos oğlu Ahmed Bey bir taraftan, Turahan oğlu Ömer Bey donanma ile... Her biri, bir yeri sıkıştırıyordu. Kimi kaleler düşürülüyor, kimi yerler vergiye bağlanıyor, Rumeli'de, tamamı başarılı sonuçlanmasa da, hareket devam ediyordu. "1477 sonbaharında Bosna Sancakbeyi ve Akıncı kumandanı İskender Paşa'nın Kuzeydoğu İtalya'ya yaptığı akınla Venedik Ovası yakılarak Venedk’in iktisadi hayatı mahvediliyor ki, bu düşmanın zayıf düşürülmesi çok önemlidir.

Burada tek tek adlarını saymadığımız, ama tarihlerde Fatih'in 25 devletle savaşıp, galip çıktığı hayretle anlatılır.

İşkodra'nın Muhasarası

Venedik Fatih için tehlikeli memleketlerden biriydi. Yukarıda anlatılan akınlarda Venedik epeyce yıpratıldı. Arnavudluk seferine çıkan Pâdişâh, güçlü bir Venedik'le karşılaşmak istemiyordu. Venedik'le Arnavudluk’un münasebetine gelince, Arnavudluk’un idaresi Venedik'e bırakılmıştı. Fatih İşkodra'ya geçmeden önce sarp bir yerde bulunan Kraya'yı aldı, sonra hedefine yürüdü. İşkodra da sarp bir yerdi. Dağlardan top geçirmek mümkün değildi. İşkodra önlerinde, İstanbul surlarını dövenlerden daha büyük toplar döküldü. Toplardan ayrı, burada "zeytinyağı, kükürt, balmumu ve daha birtakım maddelerden mürekkep bir yangın bombası da kullanıldı."

Her türlü silahın denendiği, gücün harcandığı, zamanın esirgenmediği muhasara neticesiz kaldı. Etrafta bulunan bazı küçük şehir ve kaleler alınıp, Evrenos oğlu Ahmet Bey 40 bin askerle oralarda bırakılıp İstanbul'a dönüldü.

Osmanlı Venedik Sulhu (1479)

İki devlet kendi faydalarına olacak şartlarda bir sulh anlaşması yaptı. Her şey menfaat üzerinedir. Devamlı savaşan Osmanlı-Venedik, bundan sonra birbirine kılıç çekmeyeceği gibi. Venedik'e bir düşman saldırısı karşısında, Osmanlı'dan 100 bin asker gidecek. Osmanlı'ya saldırı olursa 100 harp gemisiyle Venedik yardıma koşacak.

Akıncıların Bozguna Uğraması

Osmanlı Ordusu'nun seyyar gücü Akıncılar Macaristan'dan dönüyorlardı. Sayıları 30–40 bin kadar, yanlarında taşıyamayacakları kadar ganimet vardı. Mihaloğulları, Evrenosoğlu, Malkoçoğlu gibi namlı akıncılar Erdel Voyvodası Etyen'in hücumuna uğrayıp perişan oldular. Karşı tarafın 8–10 bin zayiat verdiği söylenir.

Rodos Muhasarası

Rodos Adası Anadolu'nun burnunun dibinde. Kudüs'ü Müslümanların elinden almaya giden Haçlılar'ın içinde bulunan Sen Jan Şövalyeleri de buraya yerleşmişler her tarafa dehşet saçıyorlardı. Şövalyeler, adayı, Bizans'a asker vaadiyle isteyip alamamıştılar. Haçlılar birliği, Papa'nın teşvikiyle adayı işgal edip bu şövalyeleri yerleştirdiler. Şövalyeler de güya dindar insanlar ama yapmadıkları kötülük yok. Kısa zamanda, etrafta bulunan İslanköy, Kalimnos, Leryos, Sömbeki ve diğer adaları da ellerine geçiren Şövalyeler Osmanlı Devleti için tehlikeli oluyorlardı. Bunun üzerine, tedbir cihetine gidildi.

1480'de Rodos'a 3. Sefer hazırlığı başlar. Vezir Mesih Paşa başkumandan olarak tayin edilmiştir. Bu da daha önce gördüğümüz, Rum Mehmed Paşa gibi, Türk değildir. İ.H.D.'e göre devşirmedir. Y. Öztuna'ya göre "orta çapta bir kara askeridir. Denizcilikten anlamayan bu adam iyi bir kuvvetle muhasara ettiği kaleyi düşürecek hale getirdiği zaman içeriye askerler de girmeye başlamıştı. Mesih Paşa, alışılan usûle aykırı davranıp, her türlü yağma, esir alma ve yangın çıkarmayı yasak edince, askerler duralar, adetâ savaşmayı bırakırlar. İçeriye giren askerler şövalyelerin kılıçlarıyla doğranırlar. Dünyanın her tarafında geçerli olan, kılıçla alınan kale veya memleketin yağmalanması, insanların esir edilmesi kuralının burada uygulanmaması, kazanılan bir savaşın kaybına, eski Beylerbeyi Süleyman Paşa'nın da aralarında olduğu 9000 şehitle 15000 yaralıya mal olur. Acaba Paşa'nın denizci olmayışı mı, Türk olmaması mı, yoksa başka bir sebep mi? Niçin, zafer hezimete döndü?

Mesih Paşa İstanbul'da rütbesi indirilip ve Fatih'ten dayak yiyerek cezalandırılır.

İtalya

Donanmayı Hümayun 28 Temmuz 1480'de İtalya'ya asker çıkarmaya başlıyor. Vezir-i Azam Gedik Ahmet Paşa kaptan-ı derya olarak bir kat daha şereflendirilmiş. Emrinde 140 parça gemi 18.000 piyade, 1000 kişilik atlı birliği İtalya içlerinde keşif gezisindeler.

Otranto Kalesi'ni koruyan 22.000 kişiden 12.000'i ölür, kale teslim edilir. Gedik Ahmet Paşa, diğer yerleri almak peşindedir. Fatih'in görülmedik derecede büyük bir orduyla gelmekte olduğu şayiasını her tarafa yayar. Papa, küçük küçük İtalya devletlerini Türklere karşı birleşmeye çağırır... Korkudan ne yapacağım bilemeyen halk Papa'nın duasına sığınır. Kaderlerini beklemeye başlarlar.

Fatih'in Vedâ-ı

Sene 1481, Nisan ayı çıkmak üzeredir. Çiçek kokulan Topkapı Sarayı'nın pencerelerinden içeriye dolarken, Fatih'in gönlünde açan güllerin rengini hiç kimse bilemez. O kararını vermiştir: Gül mevsimini değerlendirecek.

Kendisi başında bulunmadığı seferlerin bazısını kazanamamış ordusunun arasında, Maltepe'de kurulan ordugâhtadır Fatih. Herkes, nereye gidileceği merakında. Kimse biraz sonra ne olacağını bilmiyor.

Hatta kendisi bile unutmak ister bütün ağrıları. Yeni bir hedefe atılmak için gerilmiştir. Seferin yönü hakkında tahminler yürütülür. Kimi İtalya der, kimi doğudan bahseder, kimi Rodos der. 25 Nisan'dan 3 Mayıs'a gelinir. Bu öyle sürprizli bir seferdir ki, Fatih dahi bilememiştir varılacak yeri! Ağrısı artar Fatih'in. Ve Perşembe günü, ikindi vakti seferin adresi kesinleşir. Yolculuk ebedî âlemedir. Bütün tahminleri boşa çıkarıp, sevdiği ordusunu yalnız bırakıp, çok sevdiği Rabbine gider.

Ölümü şüphelidir. Suikasd olduğu düşünülür. Rivayetler doğru ise 14 defa deneyen Venedik, 15'incide başarmış bu işi. Adı Maestro olan Venedikli bir Yahudi güya Müslüman olup, Yakup adını alır. Paşa olur. Fatih'in doktoru olur. Eğer Fatih'i öldürmeyi başarırsa çok yüklü paralar alacaktır. Menfur işi başarır ama vücudu Türk askerleri tarafından paramparça edildiği için, alacağı mükâfat sadece cehennem olur!

Doğum tarihi bazı kayıtlarda 1430, bazılarında 1432 olarak geçen Sultan Fatih, Y. Öztuna'ya göre 1432'de doğmuştur. Vefatında 49 yaşında idi. Yine Öztuna'ya göre Cihan devletinin sınırları 2.214.000 kmkareyi buluyordu.

Fatih Sultan Mehmed'in geride bıraktıkları; pek çok hayır eserleri, ilmî eserler, ilim adamları, Eyyüb Sultan Camii ve Medresesi, Topkapı Sarayı ile Fatih Camii başlıcalarıdır.

Üç oğlundan biri olan Mustafa vefat etmişti, geriye kalan Bâyezid ve Cem adlı şehzadeler Büyük devletin kaderine hâkim olmaya çalışacaklar. Bakalım kim kazanacak. Fatih bahsini onun dilinden düşen nağmeyle bitirelim.

Imtisâl-i "câhidü fi-'llâh" olubdur niyyetüm

Dini İslâmun mücerred gayretîdûr gayretim.

Fatih Devrinde İlmi Hayat

Klasik İslâmî bilgiler -fıkıh, kelâm, mantık, meâni gibi- revaçta fakat diğer ilim dalları tanınmıyor veya itibar edilmiordu. Fatih'in merakı bütün ilimlere karşı olduğu için başta felsefe bulunmak şartıyla diğerleri de medreselerde okutulmaya başlandı.

İlim adamları da din uluları kadar itibar görüyordu. Ali Kuşçu gibi bir matematikçinin Fatih'ten nasıl alâka gördüğü malumdur.

Ak Şemseddin

Fetih sırasında Fatih'in gönlünü ferahlatan, sonra Eyüp Sultan Hazretlerinin kabri yerini keşfeden bu büyük adamdan kısaca bahs edecektik.

Ak Şemseddin 1390'da Şam'da doğmuş olup soy ağacının Hz. Ebubekir'e dayandığı söylenir. Küçük yaşta ailesi Amasya'ya yerleşmiştir. Delikanlı çağında Göynük'e gelip, burayı mekân tuttuğunda namı sınırları aşmış ve Hacı Bayram'ın vefatından sonra irşat makamına geçmişti. (1429)

Fatih Sultan Mehmed'in ona verdiği değer, gösterdiği hürmet hiç kimseye nasip olmamıştır. Fetih'ten sonra kiliseden çevrilen Zeyrek Câmii'nde ders okutarak talebe yetiştirme gayretini sürdürdü. Fatih'in kendisini bir mürit gibi Ak Şemseddin'e teslim etmek istediği, onun, ümmete hizmetinin daha faydalı olacağını söylediği ve Fatih'in arzusunun tekrarlanmaması için İstanbul'dan ayrılıp Göynük'e yerleştiği anlatılır. Sultan Fatih hocasının adına Göynük'te cami ve tekke yaptırmak istemiş, bu isteği de hocası tarafından kabul edilmemiştir. Bir şey istemiştir Ak Şeyh: Halkın suyunu içeceği bir çeşme.

İyi bir hekim olduğu, mikrop fikrini tıp tarihine onun armağan ettiği, bazı ilimlerin yanı sıra iyi bir şair olduğu da söylenen Şeyh 1459'da vefat etti. Kabri Göynük'te olup, her sene ölüm yıldönümünde anılmaktadır.

Molla Gürâni

Sümye'nin Gürân adlı kasabasından. Doğum yılı 1410. İslâm ülkelerinde, âlimi bol olan bütün şehirleri dolaşıp, iyi bir tahsil gördü. Molla Yegân ile Kâhire'de tanışması Anadolu'ya gelmesine vesile oldu. Sultan II. Murad'la otağda sohbet ederlerken Pâdişâh ona, ne getirdiğini sordu: Molla Yegân "Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. Böylece Sultan Murad yüzünü henüz görmediği Molla Gürâni'yi merak etmeye başladı.

Sultan Murad Hoca Efendi'yi tanıyınca, ondan en iyi istifade yolunun halefine yol gösterici olması, kanaatine vardı. İstikbalin fatihi bu büyük adamın ellerine teslim edildi.

Fetih sonrası, hocasını en yüksek makamlarla taltife niyetlenen Fatih, hiçbir makamı kabul ettiremedi. Vezirlik, Kazaskerlik istemeyen Gürâni, Evkaf idaresi ve Kadılık vazifesiyle Bursa'da bir müddet kaldı. Fakat bu çok sürmedi, meydana gelen bazı sebepler onu Mısır'a ******ürdü.

Fatih hocasının ayrılığına dayanamıyordu. Mısır Sultanı Kayıtbay'dan rica edip Hoca Efendi'nin İstanbul'a gönderilmesini istedi. Kayıtbay en az Fatih kadar saygı göstermiş, daha fazla imkânları emrine vermişti ama, o dedi ki: "Sizin hakkınız inkâr edilemez; fakat, onunla benim aramda baba-oğul sevgisi var."

Molla Gürâni biraz kırgın ayrıldığı Anadolu'ya döndü. Yeniden Bursa Kadılığı'na, sonra da Kazaskerliğe tâyin edildi. Müderrislik yaptı. Şeyhülislâm oldu. Eserler yazdı ve 1480'de yani Fatih'ten bir sene önce öldü.

Molla Gürâni sert tabiatlı, vakur, sözünü esirgemeyen bir âlim olarak tanınmıştı. Vezirlere adlarıyla hitab edecek, Fatih'e yüksek sesle selâm verip, onunla tokalaşacak kadar samimi, ama davet edilmeden gitmeyecek kadar da gururluydu.

Link to comment
Share on other sites

Sırbistan'da Hak İddiası (Veraset Meselesi-1456)

Bazen, Osmanlı Devleti kardeş katliyle iktidar elde ediyor, diye hayıflanılır ya, Hıristiyan devletlere baktıkça insanın fikri değişiyor. Onlar devleti babalarının arazisi gibi görüp, babanın ölümünden sonra miras kavgasına başlıyorlar.

Sırbistan'da Kral Brankoviç'in ölümünden itibaren karışıklıklar yaşanmaya başlamıştı. Sultan Murad Kralın kızı Mora'yla evlenmişti. Mora'nın iki kardeşi esir alınıp, gözlerine mil çekildikten sonra Tokak yahut Dimetoka'da hapsedilmiş, Seğedin sulhünden sonra da serbest bırakılmışlardı. Brankoviç'in küçük oğlu Lazar iktidara geçip, çok yaşamadan ölünce, kör erkeklerle Lazar'ın dul eşi Eleni ve damadı yani herkes Sırbistan üzerinde hak iddia etmeye başlıyor. Fatih niye dursun ki? Üvey anası Mora (Despina) adına faaliyete geçti.

Sırbistan'da, babasının mirasından hak talep edip de alamayan, Fatih'in üvey anası, fena durumlara düştü. Orada kalmayı tehlikeli gördüğü için, kaçıp İstanbul'a geldi. Fatih Vezir-i Âzam Mahmud Paşa'nın kardeşini Sırbistan despotu yaptırdı. Babaları Rum, anaları Sırp -belki de Hırvat- olduğu için Mahmud Paşa'nın kardeşi Mihali Abagovıç despotluğa tayin edildi ama, ölen kralın dul eşi Eleni merasimle karşıladığı Abagoviç'i esir alıp Macaristan'a gönderdi. Fatih, yapılan yanlışların düzeltilmesi için harekete geçecek fakat sırası ve zamanı var...

İskender Bey'in Bitmeyen Enerjisi (1457)

Daha önceki fasıllarda bahsedilmişti. Arnavut ve Hıristiyan iken esir düştüğü Osmanlı Devleti'nde dinini ve adını değiştirip, sarayda yetiştirilmişti. Türk ordusuyla beraber savaşa çıkıyordu. Bir savaşta kaçıp Arnavudluğa gitti, orada çeteciliğe başladı.

İskender Bey'in yeğeni Hamza Bey bile her ne sebeple ise Fatih'e sığınmıştı. Evrenosoğlu Ali Bey'in maiyyetine verilen bu yeğen amcasına karşı savaşa çıkmıştı. Çete harbini iyi bilen İskender Bey Napoli Krallığı'nın da yardımıyla Osmanlı Ordusu'nu Mati Nehri civarında bozguna uğrattı, yeğenini esir aldı.

Yedinci Seferi Hümayun -Mora (1458)

1458 Ağustos sonu Fatih Atina'yı, Türklerin "Medinetül Hükemâ" yani Bilgeler Şehri dedikleri yeri ziyaret ediyor. Oradan Mora'ya geliyor. 300 kalesi bulunan Mora'da sadece 8 kale bırakıyor, geri kalanı yerle bir ettiriyor.

Sekizinci Seferi Hümâyun (1458)

Az önce Sırbistan'ın karışık durumu anlatılmıştı. Fatih çiğnenen hakkını kurtarmak için sefer açmak zorundaydı.

Kuvvetli bir orduyla Vezir-i Azam Mahmud Paşa'yı gönderdi. Veraset meselesi yüzünden iyice karışmış olan Sırbistan, idaresi için Papalığa bile devredilmek istenmişti. Fatih'in Ortodokslara karşı davranışından memnun olan Sırplar Osmanlı idaresini istiyordu. Katoliklerin boyunduruğundan kurtulmak onlar için bir nimet sayılıyordu. Uzun süren savaşlardan sonra, Mahmud Paşa'nın Arnavudluk fütuhatı tamamlandı.

Dokuzuncu Seferi Hümâyun (Mora Seferi/1458-1459)

Fatih'in bizzat iştirak ettiği Mora Seferi ki Mora'ya ikinci seferdi. Bu seferde Mora Prensliklerine son verildi. Paleologoslar'ın hükmü bu seferde bitirilmiş oldu.

"Bir gün Serez'den bir kişi Ballıbadra'ya varmış. Görmüş ki, bir nice Müslüman kadın kâfirlere kulluk eder. Zorla iş gördürürler. Bu kişi, bu kadınlara sorar: "Hey biçâreler! Bu din âsilerinin memleketine nasıl düştünüz ki bu kâfirlere böyle hizmet edersiniz?" Bu kadınlar dahi: "Hey kişi! Yalnız biz değiliz. Nice bizim gibi biçâreler esir olmuşlardır. Bizim hâlimizi Allah bilir. Gayri kimse bilmez" demişler. Hayahuy ağlamışlar. Ondan sonra o kişi doğru Edirne'ye gelmiş."

Bu kişi kadınların şikâyetini pâdişâha ulaştırdı. Bunun üzerine Mora seferi başladı. Bu sefer de "kâfir askerinden çok azı kurtuldu" diyor Aşıkpaşaoğlu ve kendisinin de ihsan umarak oraya gittiğini, ziyadesiyle ihsan aldığını yazıyor.

Onuncu Seferi Hümâyûn

Sırada Trabzon İmparatoru var. Fatih için çok ehemmiyetlidir bu. Ona göre hazırlıklar yapıldı. 10. Seferi Humâyun'dur. Fatih karadan Amasra Kalesi'nin yanına gelip durdu. Veziriazam Mahmud Paşa Limanı kapatmıştı donanmayla. Amasra vuruşmasız teslim oldu. (Y. Ö.)

Onbirinci Seferi Hümâyun (1461 Baharı)

Sıra "Çandar Beyliği'ndedir. Fatih nasıl hızlı hareket ederse, biz de öyle yapıyoruz. İsfendiyaroğulları da denen bu hanedanla Osmanoğulları hısımdır. Fatih'in Anadolu birliği siyâseti bu hanedanın ortadan kalkmasını icab ettiriyordu. "Deniz tarafından yüz parça kadırga tedarik olundu. Gemiler Sinob'a doğru gönderildiler. Kendileri de kara tarafından hesaba gelmez asker ile Ankara sahrasına nüzul buyurdular. Bu sırada Karamanoğlu İbrahim Bey bir oğluna asker koşup, padişahın askerlerinin istirahat ettikleri meydana gönderdi. İsfendiyaroğlu İsmail Bey de bağlılığını arz için, oğlu Hasan Bey'i gönderdi. Ancak Hasan Bey'in habs edilmesine fermân-ı âli sudur etti. Eyaleti ve vilâyeti padişahın nikâhında bulunan kardeşi Kızıl Ahmed'e lâyık görüldü." Görüldüğü gibi, hiçbir zayiata lüzum olmadan Çandar Beyliği Osmanlı topraklarına dahil ediliyor.

Onikinci Seferi Hümâyun (1461 Yazı) Trabzon Rum İmparatorluğu'nun Fethi

Bu sefer Trabzon İmparatorluğu'nun fethi içindir. Fatih'in hareketlerini dikkatle takip eden biri var, bu Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey'dir. Fatih, nereye ne zaman gideceğini gizler, çıktığı seferde herkes kendi üzerine geleceğini düşünebilirdi. "Padişahın asıl amacını bilen yoktu. Öylesine ki, ordu kadılarından biri, bu konuda kendisine bir soru sorunca, sertçe bir ifade ile "eğer sakalımın tellerinden biri projelerimi bilmiş olsa, onu hemen keser ateşe atardım" demiştir.

Uzun Hasan Bey Fatih'in Trabzon'u alma fikrine karşı idi. Durum belli olunca, dostlukla işin önüne geçmek istedi. Bunun kolay olmayacağım da biliyordu. İşe ve Fatih'e verdiği değeri göstermek için annesi Sâre Hatun'u elçi gönderdi.

Sâre Hatun Fatih tarafından anne hitabıyla karşılandı. Kadın sevgi, saygı görüp memnun kaldı. Trabzon'a gelmek zordur. Yollar netamelidir. Sâre Hatun da Fatih'le beraber Trabzon yoluna düşmüştü. Bazan Fatih bile attan inip yürümek mecburiyetinde kalırken. Sâre Hatun bu yola dayanamaz. Kendisine anne diyen Cihan Sultanına sorar: "Hey oğul! Bu Trabzon'a bunca zahmet nedendir?" Hey ana der Fatih. Bu zahmet din yolunadır. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize "Gâzî" demek yalan olur." Sâre Ana ne düşünür, bilinmez. Fatih'in dahî pâdişâhlardan olduğunu herkes biliyordu. Bu ruh ile desteklenen dehâ, herhalde boşa adım atmıyordu!

Trabzon'un fethi Ağustos 1461'de tamamlandı. Komnenos'un hükmettiği Trabzon Rum İmparatorluğu Osmanlı Devleti'ne katılınca "Türkiye'nin sınırı Çoruh ırmağına dayanmış, Gürcistan ile sınırdaş olmuştur."

Fatih'in Trabzon üzerine yürümesi Uzun Hasan'ı niçin rahatsız ediyordu. Uzun Hasan'ın Akkoyunlu Devleti Doğu Anadolu'da, Trabzon Rum İmparatorluğu da Doğu Anadolu'ya çok yakın sının olan bir devlet. Ayrıca, "Uzun Hasan son Trabzon İmparatoru "David Kommni-nos"un güzelliğiyle meşhur yeğeni ve sondan evvelki imparator Dördüncü Yoanis yahut Kala-Yani=Güzel Yani'nin kızı Kyra Katherina ile evlenerek Trabzon İmparatorluğu ile ittifak etmiş ve daha doğrusu bu büyük isimli küçük devleti himayesine almış ve bir taraftan da Venedikliler ve Cenevizlilerle münasebete girişerek Avrupa Hıristiyanlığının da Osmanlılar aleyhindeki vaziyetinden istifade etmeye başlamıştır.

Daha birçok sebeplerle Osmanlı Devleti'ni kendisine en büyük rakip olarak düşünen Uzun Hasan, Fatih'in yakınlara gelmesini istemiyordu.

Kazıklı Voyvoda ve Eflak Prensliği'nin Boyun Eğişi (1462)

Daha önce Sultan Murad devrinde "Vlod" olarak karşımıza çıkan prensi serseriliğiyle, kan içiciliğiyle tanımıştık. Bu zalim, yine aynı vasıflarını muhafaza ederek karşımızdadır. Artık kendisinden "Vlod" diye bahsetmeyeceğiz, bir diğer adı olan Drakul yani Drakula'dır o ve Kazıklı Voyvoda'dır. Bir Avustralyalı Hıristiyan olan tarihçi Hammer'den onu kısaca tanıyalım.

"Bu vicdansızın en çok sevdiği temaşa: Kazık işkencesi idi. Özellikle, kazıklara vurulmuş, işkence içinde can veren Türklerin teşkil etmekte olduğu yoğun bir dairenin ortasında kendi saray halkı ile birlikte yemek yemekten pek zevk duyardı. Eline Türk esirleri geçince ayak derilerinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını ve ondan sonra da ızdıraplarını artırmak için keçilere yalattırılmasını isterdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak onun önünde saygı duruşu yapmaktan çekinince, babalarının geleneklerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırırmış." (İşte bu Voyvoda'nın enteresan bir zevki daha. Bütün dilencileri yemeğe davet etmiş. Güzelce karınlarını doyurup gönüllerini fethettiği dilencileri, dilenmek ezikliğini bir daha yaşamasınlar diye orada yaktırmış. Bu anlatılanlar onun yaptığı en vahşi zulümler değildir. Ha-mer'de çok çok daha fenaları var, onları almıyoruz... Bu pis herifin ortadan kalkması lâzım. Kendi insanları da onun zulmünden bıkmıştır. Fatih ahd eder, azm eder, hareket eder, peşine en iyi akıncıları takar. Drakula görünmez adam gibidir! Ele geçmez, bize pahalıya mâl olur. Kendi adamlarından da telefat var ama o zaten kendisine gelmeyen her acıdan büyük zevk alan bir vahşidir.

Bu alçak caninin gaddarlığı o kadar çok ki, birini daha aktarmadan geçemiyeceğiz. Yine, Hammer'den:"Vidin valisi Hamza Paşa ile Yunus Bey yanlarına aldıkları bir heyetle Drakula'ya elçi giderler. (Gönderen Fatih Sultan Mehmed Han'dır, varsın olsun! Drakula için bir şey farketmez.) Gelenlerin hepsinin ellerini ayaklarını kestiren Kazıklı Voyvoda, sonra hepsini kazığa vurdurur." Bu Voyvoda zekidir de, Paşa'nın mevkiine saygıyı ihmâl etmez, onu daha yüksek bir kazığa oturtur."

Binlerce Eflak askeri öldürülür, binlercesi esir edilir ama Kazıklı Voyvoda devamlı, kaçarak kurtulur. Fatih'in eline geçmez. Ancak Macaristan'a sığınan Voyvoda, Fatih'in hatırını sayan Macarlar tarafından tutulup hapse atılır.

Midilli Adasının Fethi (1462)

Nikolas Gattilusio ağabeyi Dominiko'yu zindana attırdı, boğdurdu ve tahtını zaptetti. Ağabeyi Osmanlı'nın haraçgüzarı iken Nikolas bunu vermediği gibi Türk düşmanlığında ileri gitmeye başladı. Vezir-i Âzam Mahmud Paşa denizden, Fatih'de bir miktar yeniçeri ve Anadolu askeri ile Bursa üzerinden geçip adaya çıkarak Midilli'nin fethini sağladılar.

Bosna'nın Fethi

Bosna Krallığı haraca bağlanmıştı. Son zamanlarda kendilerine gönderilen vergi memurlarını boş çevirdiler. Savaş bu yüzden şart oldu. Fatih'in kumandasında yola çıkan ordu Bosna Krallığı'nın başkenti Yayça'yı muhasara etti. Kral, Kiloç Kalesi'ne çekilmişti, Mahmut Paşa'da orayı muhasara etti. Önce Yayca teslim oldu, sonra Kral kardeşi ve üç oğluyla beraber teslim olmak zorunda kaldı.

Kral Mahmut Paşa'yla anlaşarak teslim olmuştu. Hücumla gayet kolay alınacak bir kaleyi Mahmud Paşa'nın anlaşmak suretiyle alması Fatih'in canını sıktı. Çünkü Kral'ın asılmasını istiyordu. Anlaşmayla teslim olanın asılması şeraite uygun değil, bu da Fatih'i kızdırıyor. Pes etmedi Sultan Fatih fetva aradı ve Ali Bistâmi adlı bir âlimden aldı; böylece Kral ile beraber üç Kale'nin beyini astırdı.

Bosna'nın fethi o günün şartlarında çok mühimdi. Minnet oğlu Mehmed Bey Bosna Sancakbeyi olarak orada bırakılıp, İstanbul'a dönüldü. Daha sonra Hersek alındı. Bosna'ya bir defa daha sefere çıkıldı. Boşnaklar Fatih'e minnettar kalmış olmalılar; İslâm'ı tanıyıp kabullendiler.

Karaman Seferi (1466)

Karaman, Fatih'in de baş belasıdır. Bu meselenin halli Fatih'in hayallerinden biridir. Karaman'da, iktidarda bulunanlar Çelebi Mehmed'in kızından doğmuşlardır. Fatih'in hala çocuklarıdır. Fakat Osmanlı Türk Devleti'nin rahat hareket edebilmesi biraz da bu Beyliğin ortadan kalkmasına bağlıdır ve Anadolu Türk birliğinin sağlanması şarttır. Bu şart Fatih tarafından yerine getirilir. Ve Karaman'dan bol miktarda insan İstanbul'a nakledilir. Bu nakl işi bir Paşa'yı sadaretten eder. Şöyle:

"Pâdişâh hükmetti ki lârendeden -Karaman- İstanbul'a evler süreler ve Konya'dan da birlikte süreler. Elhasıl sanayi ehlinden birçok ev halkını Mahmud Paşa sürdü. Vezir Rum Mehmed, Pâdişâha: "Devletli Sultanım! Mahmud'un sürdüğü evleri teftiş ettim, gördüm. Çoğu fakirdir ve azdır." Bu Rum Vezir İstanbul'un intikamını almaya gayet hevesli idi. Bu defa fırsat buldu."

Bu şikâyet ile Mahmud Paşa vezâret mührünü Rum Mehmed Paşa'ya kaptırır, görelim ileride, sonları ne olacak?

Şehzade Mustafa Manisa Sancak Beyi idi. Karaman Valiliğine tayin edilerek şimdilik Karaman emin ellere teslim edilmiş oluyordu ve şimdilik Karaman işi halledilmişti. (Sonradan oyunu çıkmazsa!)

Birinci ve ikinci Arnavudluk seferleriyle devam eden Avrupa'daki savaşların ardı gelmiyordu. Venedik'in elinde bulunan Eğriboz Adası alındı (1470). Anadolu'da Niğde ve Alâiye-Alanya- iltihak edildi (1470-1471). 1472'de Taşeli iltihak edildi.

Fatih Camii’nin İnşaatı ve İkmali (1463-1471)

Kimi milletler buldukları en ufak fırsatı heykel dikmekle, anıt dikmekle değerlendirir; eğlence yerleriyle doldurur boş alanları ve kimi zaman kilise yaptırırlar. Fatih, fetihle beraber en büyük kilise sayılan Ayasofya'yı camiye çevirmişti. 1463 senesine kadar bir hayli savaşlar barışlar gördü, babasından kalan toprağı genişletti, yaşı olgun delikanlılık devresine girdi. Kendi adını taşıyacak bir mabedin kurulması lâzımdı; İstanbul'un en göze çarpan yerinde.

Oniki Havari Kilisesi Bizans için kutsal bir mekân idi. Fatih, eski günleri canlı tutacak işaretlerin mevcudiyetine razı değildi. Rumlar'ın açıktan incitilmesini de istemiyordu. Havarriyyun Kilisesi harap olmuştu ve burada barınamayan Patrik yeni bir yer istiyordu. Fatih, memnuniyetle, Patriğe bir başka kiliseyi bağışladı. (1455) Patriğin taşındığı yer de "Fethiyye" ismiyle camiye tahvil edilen "Panmakaristos" manastırı idi.

Patriğin taşınmasından çok sonra harap kilise ve imparatorlar türbesi yıktırıldı. 1463 Şubat veya Mart'ında cami temeli atıldı. Şimdi yapılan camilerde düşünülmeyen bir takım sosyal ve eğitim müesseseleri o zamanın vazgeçilmez şartlarından idi. "Caminin iki yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta darüşşifâ, daha ileride bir hamam, bir çarşı yer almıştı. Fatih camii ve külliyesinin ustası (mimarı) Atik Sinan adında bir şahsiyet idi. Onun denetimi altında birçok Bizanslı görev almıştı. Rumlar'ın emeğinden de istifade edildiği doğrudur ama asıl mimarının Rum olduğu iddia edilirse, bu yalandır.

Cami ve külliyesi bütün elemanlarıyla günümüze kadar topluca korunamamıştır. Bazı elemanlar tamamen kaybolduğu gibi bazılarının arasına da XIV yüzyıl sonlarından itibaren yeni binalar yapılarak, külliyenin kendine has tertibi bozulmuştur."

Yedi sene on ay süren inşaat safhası uzun bir süre olmakla beraber, 1766'da meydana gelen zelzeleye direnemeyip kubbesi çökmüştür. Şimdiki cami yine Fatih adını taşırsa da Üçüncü Mustafa tarafından eskisinden daha geniş olarak yaptırılmıştır. (1771)

Topkapı Sarayı'nın İnşası (Bitiş tarihi 1472)

Ne zaman başladığı tam bilinmiyor. Fatih'den hemen sonra "Şimdiki İstanbul Üniversitesi" Fatih tarafından saray olarak yaptırılmıştı. Bahsimize konu olan saray yapılınca, önce yapılana eski saray denmeye başlandı, dolayısıyla burası da "Yeni Saray" diye anılır oldu. Bugünkü meşhur "Topkapu" isminin tatbiki Lâle devrinden itibarendir. O devrin meşhur Pâdişâhı Üçüncü Ahmed, bu saray surunun deniz tarafında toplarla mücehhez olduğu için "Top Kapusu" denilen bu kapının yanında ve sahil boyunda büyük bir yalı yaptırmış, ilk önce yalnız bu yalıya "Top Kapu Sarayı" denmiş ve ondan sonra da bu isim tekmil yeni saraya teşmil edilmiştir." Topkapı ve bu sarayın ne münasebeti var diye düşünenlere gerekli açıklama yapılmış oldu. Bu saray Fatih'in yaptırdığından çok büyüktür. Birçok Pâdişâh ilâvelerle devamlı büyütmüştür.

Fatih ve Uzun Hasan

Uzun Hasan'ın Akkoyunlu Devleti büyümüş, güçlenmiş, Fatih'in devletini ortadan kaldırmanın hesaplarını yapacak hâle gelmişti. Hasan Bey gayr-ı muslini devletlerle Osmanlı aleyhine dostluklar kuruyor, yeni seçilen Venedik Doçu'na harikulade bir firuze hediye etmiş ve Osmanlı ordusunu imha edince aslan payını Venedik'e vermeyi vâad ediyordu. Macaristan'la da dostluğu bir hayli geliştirmişti. İşin özeti; Uzun Hasan ile Fatih savaşacak, bu savaşta Hıristiyanların da yardımıyla Fatih'in ordusu mağlub edilecek, herkes payına düşeni alacak. Uzun Hasan da, Timurluları ve Karakoyunluları yenmenin verdiği kendine güven duygusu ile dünyanın en büyüğü olma tutkusu önüne geçilmez dereceyi bulmuştu. Uzun Hasan tek kelimeyle çizmeyi aşıyordu. "Osmanoğlu" ve bazen de "Kahbe Osmanoğlu" demeye başlamıştı. Türkmenoğlu Uzun Hasan, Türk devletlerini ortadan kaldırarak, devletini büyütmüş, ordusunu güçlendirmiş ama edebini hırsına kurban etmiştir. Yazdığı bir mektupta: "Fatih'e "Sultan" unvanını dahi çok görerek "Mehmed Bey" diye hitap ediyor ve kendisinin "bütün Fars iklimini fethettiğini, düşmanlarını hezimete uğrattığını, Şirazı payitaht edindiğini ve Hüseyin Baykara'nın da kendisini "metbu" tanıdığını yazıyordu.

Görelim Sultan Fatih nasıl yazmış, Uzun Hasan'a neler söylemiş. "— Ben, Sultan Bâyezid oğlu, Mehmed oğlu, Murad oğlu Sultan Mehmed'im. Sen, Acem ülkesinin başbuğu büyük Han, Hasan Han'sın. Bilesin ki, kişi devletine mağrur olup haddini aşarsa artık insafsızlar arasına katılarak fren tanımaz ve bunun sonunda devletini ve ülkesini kaybeder... Aklım başına topla. Bil ki bizim memleketimiz İslâm yurdudur. Dedelerimizden beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yüreği yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlara karşı kötü amaçlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdırlar. Bütün devlet ve şeriat düşmanlarını yok etmek için atımız eğerlennıiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Bilmedim yahut da gafil idim demiyesin."

Fatih, uzunca mektubunda, "bu tarafa gelme, beni bekle geleceğim. Senin zulmünü kırmak için Allah beni sebep kılmıştır" diyor.

Savaş kaçınılmazdı. İki taraf da Türk’tür fakat emsali olmayan bir şey değil ki, daha önce de gördük, sonra da göreceğiz. Bu savaş, bütün tarih kitaplarında uzunca anlatılır. Biz oldukça özet yazmak istiyoruz.

Murad Paşa'nın pusuya düşürülüşü ve şehâdeti. (Solakzâde 'den) "Uzun Hasan da hemen dizgin çevirip, dört bir tarafını hemen ihata eyledi. Bundan sonra da Murad Paşa kurtuluş sahiline yanaşmanın mümkün olmadığını görünce, fedai gibi ateşler yağdıran kılıcını eline alıp karşısına geleni, varlık âleminden yok ederek, bir mertebe savaştı. Bu savaşın emsalini feleklerde melekler görmediği için, yiğit Murad Paşa'ya hepsi aferin dediler. Nihayet ecel meleği yolunu bulup:

"Fena vadisine sevk etti anı

Feramûş eyledi kaydı cihanı"

Murad Paşa'nın yenilmesi ile, gece alem yapıp, etrafına neşeler saçmaya çalışan Uzun Hasan, alman esirlerden Turahanzâde Ömer Bey'e "Hay hay Ömer Bey, Osmanoğlu'nun kolunu kanadnı kırdım. Seçkin askerlerini öldürdüm. Şimdiden sonra Rum tahtının benim saltanatımın ikâmetgâh kasrı olması mukarrerdir" deyince, Ömer Bey şu cevabı vermiş:

"Hey hânım, hey hânım. Deryadan bir damla alınmakla cûşu hurûsa noksanlık gelir mi? Pâdişâhımızın benim gibi ve Murad gibi, yüz bin bendesi vardır. Ne ola ki, Dergâhı penâh kullarından birkaçı eksilmekle, onun gönüllerinin aynasına bir toz kona veya namus şişesine ta'n taşı dokuna. Onun bahtı Allah vergisidir ve devleti her şeyin anasıdır." Fatih'in esir düşen yiğitleri böyledir.

Bir de Fatih'in gördüğü rüya var ki, anlatmadan geçmek olmaz. Görelim, nasıl rüyadır, nasıl yorumlanmıştır?

Sefere çıkılacağı sıradır rüyanın görüldüğü gece. Uzun Hasan pehlivan kisbetiyle, tam bir pehlivan gibi meydana çıkıp pehlivanca laflar etmeye başlar. Fatih, dayanamaz, hemen bir kisbet giyinip dalar ortaya ve başlarlar güreşe. "Uzun Hasan'a üstünlük suretini gösterip, pâdişâhı diz üstüne çökerir. Cihan Pâdişâhı da, o zaman ayak üzre durup, Uzun Hasan'ın sinesine bir pençe vurur. Ciğerinden bir parça koparıp yere atar.

Uzunca yorumu yapılan bu rüya neticede, galibiyetin işareti sayılır. Hatta bazı ayetler bile yoruma karıştırılarak, görüşler kuvvetlendirilir.

Otlukbeli Zaferi (11 Ağustos 1473)

Pâdişâhın rüyası yorumuyla beraber ağızdan ağıza bütün orduya yayılır. Uzun Hasan'ı zevkü safâya, Fatihi derin üzüntüye sevkeden Rumeli askerlerinin yenilmesi, Rumeli beylerbeyi Murad Paşa gibi genç, cesur, fedakar bir komutanın şehid, Turahan oğlu Ömer Bey ve diğer çok kıymetli insanların şehâdeti ve esirliğinin havası dağılmaya başlar.

Fatih iki oğlunu, Amasya valisi Şehzade Bâyezid ve Karaman valisi Şehzade Mustafa'yı da bu savaşa getirmişti. Asker sayısı 100.000-200.000 arası rakamlarla anlatılıyor. Hangisi doğrudur bilinmez. Yalnız, cihanın hiçbir ordusunda, o sıralarda tahayyülüne dahi cesaret edilemeyen disiplin, saf nizâmı, teşkilât, yürüyüş, birlik, giyim kuşamı haiz Osmanlı ordusunu görünce, Uzun Hasan'ın "Vay kahbe Osmanoğlu, ne derya dizmiş" diye hayretini izhar etmesi meşhurdur.

Uzun Hasan'ın da Fatih'in de oğulları savaş meydanında. Şehzade Mustafa ve Şehzade Bâyezid çok iyi savaşırlar. Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Mirza ve kumandanların çoğu Şehzade Mustafa kuvvetleri tarafından öldürülür. Şehzade Bâyezid Uzun Hasan Bey'in otağına kadar ilerler, Uzun Hasan kaçarak canını kurtarır. Otağ ve hâzine Fatih Sultan'a kalır.

Uzun Hasan kaçarken Karamanoğlu Pir Mehmed Bey'e şöyle bedduada bulunmuş. "Behey Karamanoğlu, hanedanın harab olsun! Bednam olmama sebeb oldun. Benim Osmanoğlu ile ne işim vardı?" Uzun Hasan'ı Fatih'le savaşa teşvik edip, Fatih'in ordusunun zayıf olduğunu söylemişti Karamanoğlu.

Otlukbeli Zaferi'nden sonra üç gün orada kalındı. Fatih, Allah'a şükrünü edâ için 40.000 esiri bağışladı.

İsmail Hami Danişmend bu zafer için duyduğu sevinci acı bir şekilde ifâde ederek, der ki:

"Oğuz Türklüğü ve bilhassa Anadolu Türklüğü için acı bir matem günü olan bu büyük savaş gününde iki Türk devleti, iki Türk hükümdarı ve iki Türk ordusu devlet mevhumunun tabî ve zarurî bir neticesi olarak karşılaşmış demekti: ... Türk tarihinin bu acıklı muharebesini Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan değil Osmanlı Pâdişâhı Fatih kazanmıştır."

Mahmud Paşa'nın İdamı

Fatih Sultan Mehmed Çandarlızâde'nin yerine -Fetihten sonra- Mahmud Paşa'yı sadarete getirmişti. Tam onüç sene vazife başında kaldıktan sonra azl edilmiş, yerine Rum Mehmed Paşa geçmiş, o da üç sene taşımış sadaret mührünü. İshak Paşa gelip üç sene de o kalmış sadarette. Ondan da sonra 1472'de tekrar, ikinci defa Mahmud Paşa Veziri Âzam yapılmış pâdişâh buyruğuyla.

Paşa'nın idamıyla ilgili değişik rivayetler olsa da, biz birini tercih edeceğiz. Otlukbeli'nde yenilen ve kaçan Uzun Hasan'ın takibini isteyen pâdişâhı dinlememiş. Pâdişâh kızmış, Paşa'yı azletmiş. Bu savaştan bir süre sonra, zaten böbreklerinden rahatsız olan Şehzade Mustafa Konya'ya gelirken ölmüş. (25 Aralık 1474) Fatih'in çok sevdiği bu şehzadesi, ani vefatıyla baba yüreğinde onulmaz yaralar açmış. Eskiden beri Şehzade Mustafa ile Mahmud Paşa'nın arası pek iyi değilmiş. Belki bu sebepten, Fatih'in üzüntüsüne ortak olamamış. "Rivayete nazaran, şehzadenin ölüm haberi üzerine herkes gibi o da Fatih'e taziyesini arza gitmiş, fakat rakipleriyle düşmanları, bu vesileyle tekrar iş başına getirilir korkusuyla tezvirata başlamışlar. Pâdişâha, Paşa'nın, ölüm hâdisesinden üzüntü duymadığı, hatta sevinç ve eğlencelerle yaşadığı arzedilmiş. Fatih bir gün Paşa'nın evine bir casus göndermiş. Bu casus Paşa'yı siyah yerine beyaz elbiseyle satranç oynarken görüp, pâdişâha arzetmiş.

Pâdişâh, Paşa'yı önce Yedikule zindanına attırmış, onsekiz gün sonra da başını kestirmiş."

Rum veya Hırvat olduğu ve "dönme-devşirme paşaların ilki" olduğu söylenen Mahmud Paşa'nın İstanbul'da adını taşıyan bir cami, bir çarşı ve bir mahalle bulunmaktadır.

"Adnî" mahlası kullanarak yazdığı şiirlerinden birinin ilk mısraları, âdeta sonunun keşfi gibidir:

Rûyine hâil olan dîde-i hûnâbumdur

Bana düşmenlik idenler yine ahbâbumdur.

Şehzade Mustafa'dan boşalan Karaman Valiliğine Cem Sultan tayin edilir. Bu Cem, Fatih'in küçük şehzâdesidir. Ağabeyi Bâyezid ile mücadelesi ileride anlatılacak.

Avusturya İçlerinde Türk Akıncıları

"Yıldırım orduları" tabiri kullanılmamış; şayet böyle bir tabir akla gelseydi, mutlaka çok yakışırdı. Akıncıları anlatan Hammer, anlamın kuruluş amacını, hareketlerindeki mânâyı bilmediği için, biraz tarafgir davranıyor. Sâdece çapul için sağa sola saldıran eşkıya sürüsü süsü vermekten zevk alıyor.

Akıncıların Hırvatistan, Karniyola, Karintiya eyâletlerine akınları, hoş cümlelerle anlatılmıyor. "İshak Paşa'nın onbeşbin akıncısı Hırvatistan'ı kan ve ateşe boğarak yirmibinden ziyâde esir almış ve birçok koyun sürüsü ******ürmüşlerdir" diyen tarihçi kendine göre sıraladığı bu akınları "Karniyola'nın vurulması Stiç Manastırı'nın yakılması" diye devam ettiriyor.

Birçok vurma kırma olayından sonra, "daha mühimdir" dediği şu olayı veriyor. "Türkleri Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kroya kontları çağırmıştı" Kendi aralarında geçimsizlik bulunan dindaşlar Türkler'den yardım istiyorsa, Türkler de haklı gördüğü yahut kendisi için münasip olduğuna inandığı tarafa yardıma gider; bunda ayıplanacak bir şey yoktur.

Türk akıncıları 1473'te Macaristan'a girdi. Şehir şehir geçtikleri yerleri saymak istemiyoruz. Hammer'in tafsilatlı anlattığı bölümlerden birinin son cümlesini alıyoruz. "Ertesi sene kış ortasına doğru Türkler Karniyola ile Karintiye ve İstirya'yı istilâ edecekleri yerde Macaristan'a ve ona komşu olan civardaki memleketlere dağıldılar." Fasılalarla on sene devam eden bu alanlar esas fetihlerin zeminini hazırladı.

Boğdan Bozgunu (1475)

Orası, ora ahalisinin dilinde Moldova olsa da biz Türkler bir Voyvoda'dan ötürü Boğdan demişiz. Hatta önüne bir de "Kara" getirip "Kara Boğdan" dâhi demişizdir. Niçin savaşa gidildiği meselesi birkaç türlü anlatılınca da en inandırıcı görüleni takdime çalışacağız. Dünyanın geçerli kuralları belli; bu, memleketler bazında düşünülence ve o zaman dikkate alınınca, ya güçlü olacaksın, ya güçlüye boyun eğeceksin. Bunu takdir eden Voyvoda Petru senede 2000 altın haraç vererek Osmanlı tâbiiyetine girmişti. Ondan sonra Voyvoda olan "Dördüncü Etyen" yiğitlik tasladı, vergiyi reddetti.

Etyen'in bu tutumuna sinirlenen Fatih, Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa'yı Arnavudluk'tan Kara Boğdan üzerine yürüttü.

Voyvoda Etyen kafa tutmakta haklı olduğunu ispata niyetliydi. Süleyman Paşa'nın ordusuyla düz bir yerde savaşa girmeden ormanlık alana çekti, oradan Berlat ırmağının kenarına getirdi. Türk askeri yorgundu. Daha da yoruldu. Voyvoda'ya Macar ve Leh askerleri yardıma geldi. Ummadık taşın baş yardığı bir kere daha görüldü. Asker bozuldu. Süleyman Paşa'nın esaretten zor kurtulduğu bu savaşta meydandan sağ kurtulan Türkler kazığa vurularak öldürüldüler.

Hammer'm. bu "son"u nasıl anlattığına bakarsak o da şöyle söylüyor: "... Esirlerin hemen cümlesi kazık cezasına düçâr olarak birbiri üzerine yığılan kemiklerden tâk-ı zaferler inşâ olundu. Lâkin gâliblerin zayiatı da mağlublar derecesine varmıştır."

Kırım Hanlığı'nın Tâbiiyeti (1475)

Rusya küçük bir prenslik olarak Moğol baskısı altında yaşıyordu. Yavaş yavaş ufkunu genişleten Prensler Üçüncü İvan'a kadar gelip, bu, İvan'la beraber takip edilen siyaset su yüzüne çıkmıştır. İşin içine Papalığın siyâseti de dâhil olmuş ve Bizans'ın son imparatorunun yeğeni "Sophia" Moskof Prensi İvan'la evlendirilmişti. Yunan, Rum ve İtalyan âlimleri ve sanatkârlanndan bir haylisi Moskova'ya gidip Prens'le Prenses'in düğününde bulunmuştu.

Amaç, Moskova'yı Bizans'ın ve İtalya'nın kültür merkezi haline getirmek. Avrupa devletleriyle iyi ilişkilere giren İvan Fatih'e düşman olan Uzun Hasan'la da iyi münasebetler kurmaktaydı.

İşi o kadar ileri ******ürdü ki Prens İvan kendisini -İmparatorun yeğeniyle evliliğinden dolayı- batı Roma'nın meşru vârisi saymaya başladı. "İki başlı bir kartal şeklindeki Bizans armasını benimsedi. Moskova'yı Ortodoksluğun merkezi yapmaya çalıştı. Bu uzun emelin geleceği son nokta İstanbul’u sahiplenmekti. Fatih, nelerin nereye varmakta olduğunu ve olacağını gözünden kaçırmıyordu. Sırbistan meselesinde, Fatih'in üvey anasını ileri sürerek hak iddia ettiği unutulmuş değil. Yarın, birazcık kuvvetlenen Moskova Prenliği İstanbul üzerine veraset davası açabilirdi.

Daha çok mahsuru düşünülen Moskova'ya bir ders vermek şart oluştu. Gedik Ahmed Paşa komutasında 300 gemilik bir donanma Karadeniz'e açıldı. Kırımlılar'ın da yardımıyla Kefe Kalesi muhasara edildi. Birçok kale kendiliğinden teslim oldu. Karadeniz sahilinin kuzeyi Osmanlı hâkimiyetine girdi.

Bu savaşlardan sonra Kırım Hanı Mengli Giray Osmanlı tâbiiyyetine razı oldu. Osmanlı himayesinde, tam istiklâl sahibi olmadan hür yaşamaya başladılar. Ve tabi Osmanlı Devleti Kınm askerinden çok istifade etti.

Fatih'in Boğdan Seferi (1476)

Hadım Süleyman Paşa'nın ordusunu bozguna uğratan Voyvoda Dördüncü Etyen "ceza günü"nü bekliyordu. Kefe'nin zaptı, Kırım'ın Osmanlı'ya bağlanması Boğdan'ın Kuzeyden ve Güneyden sıkıştırılmasına imkân hazırlamıştı.

Fatih ordusunun başında Tuna'yı geçip Boğdan'a girerken, donanma Besarabya sahillerini işgal etti. Akkerman'dan sonra Tuna ağızlarına hakim oldu. Etyen'in canını zor kurtardığı bu muharebede büyük bir başarı elde eden Fatih'in ordusu askerin veba salgınına yakalanmasıyla, bütün Boğdan'ın fethi mümkünken çekilmek zorunda kaldı.

Beş Vakit Namaz Kılınması Hakkında İrâde Neşri

Türk toprağı haline getirilen Rumeli tarafında İslâm'a gösterilen ilgi artmaktaydı. Yeni dine giren insanların bu dinin şartlarından olan vecibelerini yerine getirmeleri istenen irade Fatih tarafından halka ulaştırıldı, İslâm, şartlarıyla yaşanmaya başlandı.

Venedik Topraklarına Seferler

"Fatih 1474–1478 yıllarında Venedik topraklarına karşı büyük taarruz seferlerine girişti." Hadım Süleyman Paşa bir yandan, Evrenos oğlu Ahmed Bey bir taraftan, Turahan oğlu Ömer Bey donanma ile... Her biri, bir yeri sıkıştırıyordu. Kimi kaleler düşürülüyor, kimi yerler vergiye bağlanıyor, Rumeli'de, tamamı başarılı sonuçlanmasa da, hareket devam ediyordu. "1477 sonbaharında Bosna Sancakbeyi ve Akıncı kumandanı İskender Paşa'nın Kuzeydoğu İtalya'ya yaptığı akınla Venedik Ovası yakılarak Venedk’in iktisadi hayatı mahvediliyor ki, bu düşmanın zayıf düşürülmesi çok önemlidir.

Burada tek tek adlarını saymadığımız, ama tarihlerde Fatih'in 25 devletle savaşıp, galip çıktığı hayretle anlatılır.

İşkodra'nın Muhasarası

Venedik Fatih için tehlikeli memleketlerden biriydi. Yukarıda anlatılan akınlarda Venedik epeyce yıpratıldı. Arnavudluk seferine çıkan Pâdişâh, güçlü bir Venedik'le karşılaşmak istemiyordu. Venedik'le Arnavudluk’un münasebetine gelince, Arnavudluk’un idaresi Venedik'e bırakılmıştı. Fatih İşkodra'ya geçmeden önce sarp bir yerde bulunan Kraya'yı aldı, sonra hedefine yürüdü. İşkodra da sarp bir yerdi. Dağlardan top geçirmek mümkün değildi. İşkodra önlerinde, İstanbul surlarını dövenlerden daha büyük toplar döküldü. Toplardan ayrı, burada "zeytinyağı, kükürt, balmumu ve daha birtakım maddelerden mürekkep bir yangın bombası da kullanıldı."

Her türlü silahın denendiği, gücün harcandığı, zamanın esirgenmediği muhasara neticesiz kaldı. Etrafta bulunan bazı küçük şehir ve kaleler alınıp, Evrenos oğlu Ahmet Bey 40 bin askerle oralarda bırakılıp İstanbul'a dönüldü.

Osmanlı Venedik Sulhu (1479)

İki devlet kendi faydalarına olacak şartlarda bir sulh anlaşması yaptı. Her şey menfaat üzerinedir. Devamlı savaşan Osmanlı-Venedik, bundan sonra birbirine kılıç çekmeyeceği gibi. Venedik'e bir düşman saldırısı karşısında, Osmanlı'dan 100 bin asker gidecek. Osmanlı'ya saldırı olursa 100 harp gemisiyle Venedik yardıma koşacak.

Akıncıların Bozguna Uğraması

Osmanlı Ordusu'nun seyyar gücü Akıncılar Macaristan'dan dönüyorlardı. Sayıları 30–40 bin kadar, yanlarında taşıyamayacakları kadar ganimet vardı. Mihaloğulları, Evrenosoğlu, Malkoçoğlu gibi namlı akıncılar Erdel Voyvodası Etyen'in hücumuna uğrayıp perişan oldular. Karşı tarafın 8–10 bin zayiat verdiği söylenir.

Rodos Muhasarası

Rodos Adası Anadolu'nun burnunun dibinde. Kudüs'ü Müslümanların elinden almaya giden Haçlılar'ın içinde bulunan Sen Jan Şövalyeleri de buraya yerleşmişler her tarafa dehşet saçıyorlardı. Şövalyeler, adayı, Bizans'a asker vaadiyle isteyip alamamıştılar. Haçlılar birliği, Papa'nın teşvikiyle adayı işgal edip bu şövalyeleri yerleştirdiler. Şövalyeler de güya dindar insanlar ama yapmadıkları kötülük yok. Kısa zamanda, etrafta bulunan İslanköy, Kalimnos, Leryos, Sömbeki ve diğer adaları da ellerine geçiren Şövalyeler Osmanlı Devleti için tehlikeli oluyorlardı. Bunun üzerine, tedbir cihetine gidildi.

1480'de Rodos'a 3. Sefer hazırlığı başlar. Vezir Mesih Paşa başkumandan olarak tayin edilmiştir. Bu da daha önce gördüğümüz, Rum Mehmed Paşa gibi, Türk değildir. İ.H.D.'e göre devşirmedir. Y. Öztuna'ya göre "orta çapta bir kara askeridir. Denizcilikten anlamayan bu adam iyi bir kuvvetle muhasara ettiği kaleyi düşürecek hale getirdiği zaman içeriye askerler de girmeye başlamıştı. Mesih Paşa, alışılan usûle aykırı davranıp, her türlü yağma, esir alma ve yangın çıkarmayı yasak edince, askerler duralar, adetâ savaşmayı bırakırlar. İçeriye giren askerler şövalyelerin kılıçlarıyla doğranırlar. Dünyanın her tarafında geçerli olan, kılıçla alınan kale veya memleketin yağmalanması, insanların esir edilmesi kuralının burada uygulanmaması, kazanılan bir savaşın kaybına, eski Beylerbeyi Süleyman Paşa'nın da aralarında olduğu 9000 şehitle 15000 yaralıya mal olur. Acaba Paşa'nın denizci olmayışı mı, Türk olmaması mı, yoksa başka bir sebep mi? Niçin, zafer hezimete döndü?

Mesih Paşa İstanbul'da rütbesi indirilip ve Fatih'ten dayak yiyerek cezalandırılır.

İtalya

Donanmayı Hümayun 28 Temmuz 1480'de İtalya'ya asker çıkarmaya başlıyor. Vezir-i Azam Gedik Ahmet Paşa kaptan-ı derya olarak bir kat daha şereflendirilmiş. Emrinde 140 parça gemi 18.000 piyade, 1000 kişilik atlı birliği İtalya içlerinde keşif gezisindeler.

Otranto Kalesi'ni koruyan 22.000 kişiden 12.000'i ölür, kale teslim edilir. Gedik Ahmet Paşa, diğer yerleri almak peşindedir. Fatih'in görülmedik derecede büyük bir orduyla gelmekte olduğu şayiasını her tarafa yayar. Papa, küçük küçük İtalya devletlerini Türklere karşı birleşmeye çağırır... Korkudan ne yapacağım bilemeyen halk Papa'nın duasına sığınır. Kaderlerini beklemeye başlarlar.

Fatih'in Vedâ-ı

Sene 1481, Nisan ayı çıkmak üzeredir. Çiçek kokulan Topkapı Sarayı'nın pencerelerinden içeriye dolarken, Fatih'in gönlünde açan güllerin rengini hiç kimse bilemez. O kararını vermiştir: Gül mevsimini değerlendirecek.

Kendisi başında bulunmadığı seferlerin bazısını kazanamamış ordusunun arasında, Maltepe'de kurulan ordugâhtadır Fatih. Herkes, nereye gidileceği merakında. Kimse biraz sonra ne olacağını bilmiyor.

Hatta kendisi bile unutmak ister bütün ağrıları. Yeni bir hedefe atılmak için gerilmiştir. Seferin yönü hakkında tahminler yürütülür. Kimi İtalya der, kimi doğudan bahseder, kimi Rodos der. 25 Nisan'dan 3 Mayıs'a gelinir. Bu öyle sürprizli bir seferdir ki, Fatih dahi bilememiştir varılacak yeri! Ağrısı artar Fatih'in. Ve Perşembe günü, ikindi vakti seferin adresi kesinleşir. Yolculuk ebedî âlemedir. Bütün tahminleri boşa çıkarıp, sevdiği ordusunu yalnız bırakıp, çok sevdiği Rabbine gider.

Ölümü şüphelidir. Suikasd olduğu düşünülür. Rivayetler doğru ise 14 defa deneyen Venedik, 15'incide başarmış bu işi. Adı Maestro olan Venedikli bir Yahudi güya Müslüman olup, Yakup adını alır. Paşa olur. Fatih'in doktoru olur. Eğer Fatih'i öldürmeyi başarırsa çok yüklü paralar alacaktır. Menfur işi başarır ama vücudu Türk askerleri tarafından paramparça edildiği için, alacağı mükâfat sadece cehennem olur!

Doğum tarihi bazı kayıtlarda 1430, bazılarında 1432 olarak geçen Sultan Fatih, Y. Öztuna'ya göre 1432'de doğmuştur. Vefatında 49 yaşında idi. Yine Öztuna'ya göre Cihan devletinin sınırları 2.214.000 kmkareyi buluyordu.

Fatih Sultan Mehmed'in geride bıraktıkları; pek çok hayır eserleri, ilmî eserler, ilim adamları, Eyyüb Sultan Camii ve Medresesi, Topkapı Sarayı ile Fatih Camii başlıcalarıdır.

Üç oğlundan biri olan Mustafa vefat etmişti, geriye kalan Bâyezid ve Cem adlı şehzadeler Büyük devletin kaderine hâkim olmaya çalışacaklar. Bakalım kim kazanacak. Fatih bahsini onun dilinden düşen nağmeyle bitirelim.

Imtisâl-i "câhidü fi-'llâh" olubdur niyyetüm

Dini İslâmun mücerred gayretîdûr gayretim.

Fatih Devrinde İlmi Hayat

Klasik İslâmî bilgiler -fıkıh, kelâm, mantık, meâni gibi- revaçta fakat diğer ilim dalları tanınmıyor veya itibar edilmiordu. Fatih'in merakı bütün ilimlere karşı olduğu için başta felsefe bulunmak şartıyla diğerleri de medreselerde okutulmaya başlandı.

İlim adamları da din uluları kadar itibar görüyordu. Ali Kuşçu gibi bir matematikçinin Fatih'ten nasıl alâka gördüğü malumdur.

Ak Şemseddin

Fetih sırasında Fatih'in gönlünü ferahlatan, sonra Eyüp Sultan Hazretlerinin kabri yerini keşfeden bu büyük adamdan kısaca bahs edecektik.

Ak Şemseddin 1390'da Şam'da doğmuş olup soy ağacının Hz. Ebubekir'e dayandığı söylenir. Küçük yaşta ailesi Amasya'ya yerleşmiştir. Delikanlı çağında Göynük'e gelip, burayı mekân tuttuğunda namı sınırları aşmış ve Hacı Bayram'ın vefatından sonra irşat makamına geçmişti. (1429)

Fatih Sultan Mehmed'in ona verdiği değer, gösterdiği hürmet hiç kimseye nasip olmamıştır. Fetih'ten sonra kiliseden çevrilen Zeyrek Câmii'nde ders okutarak talebe yetiştirme gayretini sürdürdü. Fatih'in kendisini bir mürit gibi Ak Şemseddin'e teslim etmek istediği, onun, ümmete hizmetinin daha faydalı olacağını söylediği ve Fatih'in arzusunun tekrarlanmaması için İstanbul'dan ayrılıp Göynük'e yerleştiği anlatılır. Sultan Fatih hocasının adına Göynük'te cami ve tekke yaptırmak istemiş, bu isteği de hocası tarafından kabul edilmemiştir. Bir şey istemiştir Ak Şeyh: Halkın suyunu içeceği bir çeşme.

İyi bir hekim olduğu, mikrop fikrini tıp tarihine onun armağan ettiği, bazı ilimlerin yanı sıra iyi bir şair olduğu da söylenen Şeyh 1459'da vefat etti. Kabri Göynük'te olup, her sene ölüm yıldönümünde anılmaktadır.

Molla Gürâni

Sümye'nin Gürân adlı kasabasından. Doğum yılı 1410. İslâm ülkelerinde, âlimi bol olan bütün şehirleri dolaşıp, iyi bir tahsil gördü. Molla Yegân ile Kâhire'de tanışması Anadolu'ya gelmesine vesile oldu. Sultan II. Murad'la otağda sohbet ederlerken Pâdişâh ona, ne getirdiğini sordu: Molla Yegân "Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. Böylece Sultan Murad yüzünü henüz görmediği Molla Gürâni'yi merak etmeye başladı.

Sultan Murad Hoca Efendi'yi tanıyınca, ondan en iyi istifade yolunun halefine yol gösterici olması, kanaatine vardı. İstikbalin fatihi bu büyük adamın ellerine teslim edildi.

Fetih sonrası, hocasını en yüksek makamlarla taltife niyetlenen Fatih, hiçbir makamı kabul ettiremedi. Vezirlik, Kazaskerlik istemeyen Gürâni, Evkaf idaresi ve Kadılık vazifesiyle Bursa'da bir müddet kaldı. Fakat bu çok sürmedi, meydana gelen bazı sebepler onu Mısır'a ******ürdü.

Fatih hocasının ayrılığına dayanamıyordu. Mısır Sultanı Kayıtbay'dan rica edip Hoca Efendi'nin İstanbul'a gönderilmesini istedi. Kayıtbay en az Fatih kadar saygı göstermiş, daha fazla imkânları emrine vermişti ama, o dedi ki: "Sizin hakkınız inkâr edilemez; fakat, onunla benim aramda baba-oğul sevgisi var."

Molla Gürâni biraz kırgın ayrıldığı Anadolu'ya döndü. Yeniden Bursa Kadılığı'na, sonra da Kazaskerliğe tâyin edildi. Müderrislik yaptı. Şeyhülislâm oldu. Eserler yazdı ve 1480'de yani Fatih'ten bir sene önce öldü.

Molla Gürâni sert tabiatlı, vakur, sözünü esirgemeyen bir âlim olarak tanınmıştı. Vezirlere adlarıyla hitab edecek, Fatih'e yüksek sesle selâm verip, onunla tokalaşacak kadar samimi, ama davet edilmeden gitmeyecek kadar da gururluydu.

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ BAYEZİD

(1481–1512)

08ec1.jpg

Devlet olgunluk yaşında, en büyük padişahlarından birini kaybetti. Fatih'in beklenmedik ölümü herkesi şaşırtmıştı. Derin acısı çekilirken, yerine geçirilecek şehzadenin kim olacağı meselesi daha başlan geliyordu.

Fatih Sultan Mehmed'in yüreğini parçalayarak genç yaşında ölen Mustafa'sından başka, hayattaki oğullarından Bâyezid Amasya'da, Cem Karaman'da vali idi; ikisi de babalarının mirasını sahiplenmek için can atacak, bu uğurda ölümü bile göze alacaklardı. İkisinin de başa geçmesini isteyen ve istemeyenler vardı.

Bâyezid Gülbahar Hatun'dan 1448 de dünyaya gelmiş, Cem ise Çiçek Hatun'dan ve onbir sene sonra doğmuştu. Büyük olması nedeni ile taht Bayezid'in hakkı ama Cem de cevvaliyetiyle, kendisini hak sahibi görebilirdi. Fatih'in 1481'in baharında ani vefatı iki kardeş için ve devlet erkânı için hiç beklenmedik bir olaydı. İki kardeşin taraftarları da el çabukluğu ile kendi istedikleri ismi getirmeyi düşüneceklerdi.

Karamanlı oluşundan dolayı "Karamâni" denilen Mehmed Paşa Vezir-i Âzam'dır; en büyük mesuliyetin de yetkinin de sahibidir. İlk yapacağı iş ölüm hâdisesini gizlemekti, bunun için tedbirler aldı. Yine de "bu haber oniki saat içerisinde Üsküdar'dan İstanbul'a ulaştı." İki şehzadeye ayrı ayrı adamlar gönderilip, haber bildirilecek ve Cem'in yeri daha uzak olduğu için, evvel gelen Bâyezid tahta oturacaktır. Karamâni Mehmet Paşa Cem'i istiyordu, Çandarlı Halil Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa da bu arzudadır. Karşılarında Bâyezid'i destekleyenler ise, eski vezir-i âzamlardan İshak Paşa ile Otranto'da bulunan Gedik Ahmet Paşa'dır. "Gedik Ahmed Paşa Arnavud veya Rum, İshak Paşa Rum yahut Hırvat, ikisi de gayr-ı Türk."

Yılmaz Öztuna'ya göre bu mesele, bir manada Türk aristokrat partisiyle dönmeler partisinin mücadelesidir. Veli lâkabını taşıyacak olan İkinci Bâyezid dönme paşalar tarafından dostluk görmektedir. Cem Türk paşalardan... İshak Paşa'nın Bâyezid'e gönderdiği ulak Keklik Mustafa en seri biçimde yoluna devam ederken, Cem'e gönderilen ulağın yolda öldürüldüğü biçiminde bir haber var; bir başka haberde ise ulağın dört gün sonra Karaman'a vardığından bahsediliyor ki, İstanbul Karaman arası atla dört günde nasıl gidilir?

Bugünlerde İshak Paşa yeniçerileri Karamanı Mehmet Paşa aleyhine kışkırtıp, Paşa'nın şehâdetine sebep olmuştur.

İshak Paşa'nın diğer Türk paşalara da çok zarar verdiğini, Karamâni Paşa'nın sarayının yağmalandığını İsmail Hami Danişmend sızlanarak anlatır kitabında.

Şehzade Bâyezid kim bilir kaç tane at çatlatarak ve ter dökerek 18 gün sonra İstanbul'a gelip 21 Mayısta tahta oturdu. Cem Sultan ise ancak, 28 Mayısta Bursa'ya gelebilmiştir.

Bizim sıkça başvurduğumuz Kronolojide haksızlıklardan yakınılırken Fatih'in kanunnâmesinde Cem Sultan'dan "Vâris-i Mülki Süleyman" şeklinde bahsedildiğini, bazı İtalyan kaynaklarından da Cem Sultan'ın veliahd tayin edilmiş olduğunun anlaşıldığını öğreniyoruz. Ve İsmail Hami Danişmend diyor ki:

"Anadolu'nun en mühim merkezi olan Konya Vâliliği'ne büyük şehzade dururken, küçük şehzadenin tayin edilmiş olması da bu noktayı teyit eden bir vaziyet sayılabilir."

Büyük tarihçi İsmail Hami Danişmend ateşli milliyetperverliğiyle; hazmedemediği bu olayı uzun uzun anlatır. İshak Paşa Karâmani Mehmed Paşa'yı öldürttükten sonra, başka pek çok Türk büyüğünü öldürtüp konaklarını yağmalatmış. Yeniçerileri tahrik ederek II. Bâyezid'den Vezir-i âzamlığı almayı da başarmış! Hatta Bâyezid yeniçerilere, "Devşirme olmayanları iktidara getirmem sözü vermiş, fakat birkaç sene sonra Çandarlı zade İbrahim Paşa'yı Sadr-ı âzam yapmış ve bu sözünü tutmamıştır." Yılmaz Öztuna böyle der; ama bu birkaç sene, 18 sene sonradır.

Yapılan icraatlara geçmeden evvel, kısaca Bâyezid'i ve Cem'i tanımaya çalışalım. Bâyezid ilme meraklı, bilhassa matematiği çok sever, tıp ve tarihe derin ilgi duyar, iyi bir şairdir. Bir de hat sanatı, onun en çok zevk aldığı konulardandır. Hatta bu mevzuda kitaplara geçen enteresan bir de fıkrası var ki, anlatalım:

Kendisi Amasya'da validir. Av merakı ileri derecededir ve en mahir tazılara sahiptir. Maiyetindeki Sipahilerden biri de ava meraklı ama tazısı başarılı olamaz. Amasya'da iyi nam yapmış Buhâralı Mustafa Dede'nin çare olacağını düşünen Sipahi biraz et satın alıp şeyhin kapısına dayanır. Karşısına onbeş yaşlarında bir çocuk çıkar, babasının evde olmadığını söyler. Sonra sorar Sipahiye:

"Ağam hacetiniz nedir ki?"

Sipahi mahcup, boynunu büker; elindeki eti işaret eder.

"Şu eti getirdiydim ki, şeyhe bir muska yazdıram. Bizim it hiç av tutamaz, hep şehzadenin tazıları yakalar" der.

Çocuk cin gibidir. Ete de dayanamaz. Der ki:

"Sen hiç merak etme, ben babamdan izinliyim. O olmadığı zaman ben yazıyorum."

Çocuk, çabucak bir muska yazıp Sipahiye verir. Eti alır. İkisi de sevinçlidir. Muska birkaç gün sonra çıkılan avda tesirini gösterir; Sipahinin iti Şehzadenin tazılarından evvel gider avı yakalar. Şehzade hayrettedir. İti getirtir, bakar ki, boynu muskalı. Muska çıkartılır, yazı okunur.

“Tamah ettim etine muska yazdım itine...”

Hikâyeyi sipahiden dinleyen Şehzade delikanlıyı tanımak ister, tanır. Yanına alır. Yıllarca sonra; Pâdişâh olunca onu da İstanbul'a getirir. Asırlardır kendisiyle iftihar ettiğimiz Hattat Şeyh Hamdullah'dır bu çocuk.

İkinci Bâyezid'in şiiri de anılmaya değer. Kardeşi Cem'le uzun süren mücadelelerinde Cem, Hacı da olmuştur. İyi şairdir ya, taht kavgasını kaybedince ömrü çilelerle geçmektedir.

Bir efkârlı anında:

"Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan

Ben kül döşenen külhan-ı mihnette sebep ne?"

diye yazar. Ağabeyine gönderir. Ağabey de aynı deryanın suyunu içmiş. Cevap yazıp yollar Cem'e:

"Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet

Takdire rızâ vermeyesün böyle sebep ne?

Haccûl Haremeynim deyüben dâva kilarsun

Bu saltanat-ı dünyevîye bunca talep ne?"

Cem Sultan buraya almadığım beyitlerde Hacca gittiğini de anlatıyordu. Bâyezid, "Madem kendini o işlere verdin, dünya için taleplerin niye eksilmiyor" diye soruyor.

Cem Sultan'ın Arapçayı, Farsçayı şiir yazacak kadar iyi bildiği, engin kültüre sahip olduğu, iyi ata binip zamanının savaş aletlerini çok iyi kullandığı söylenir.

Cem Sultan'ın en belirgin özelliği şairliğidir. Divan şairleri arasında anılır. Basılmış kitabı da bulunan Cem'den, bir şiirle maceralı konuya dönelim:

GAZEL

"Cefaların bana bildim vefâyimiş ey dost

Bu fili kim ben ederdim hatâyimiş ey dost

Irağa salma kapundan beni ki Merve haki

Tavâf-ı Kâ'be-ki kûyin safâyimiş ey dost

Düşümde zülfüm gördüm deyû sevinmiştim

Gözümde hod görünen ejderhâyimiş ey dost

Ümidi zülfüne tutmuş idim veli bildim

O dahi ömr gibi bî vafayimiş ey dost

İrişmek ister idim hân-ı vasfına likin

Hemen nâsib-i Cem âhır duâyimiş ey dost."

İkinci Bâyezid Konya'dan gelip, İstanbul'da tahta oturana kadar onsekiz gün geçmişti. Fatih'in cenazesi onu bekliyordu. Nihayet defin işine başlanır. Oğlu Bâyezid ile vezirlerin taşıdığı Fatih'in tabutu Fatih Câmii'ne getirilir. Cenaze namazını, İstanbul'un bir semtine adını veren Ebul Vefa kıldırır. Büyük Fatih'in cenazesi defnedilir.

Bâyezid - Cem Kavgası

Konya'dan Bursa'ya gelen Cem Sultan'a karşı ağabeyinin gönderdiği kuvvet yenilir. Bursalıların da meyl ettiği Cem Bursa'da adına sikke kestirip hutbe okutur ama bu uzun zaman sürmeyecektir. İki hafta sonra kalabalık bir orduyla gelen Bâyezid kardeşi Cem'i mağlup eder. Cem Konya yolunu tutar. Cem, silahlı mücadelenin kolay olmadığını erken anlar. Halaları Selçuk Hatunu ağabeyine elçi gönderir. İsteği, Anadolu’da Padişahlık edip, geri kalan yerleri istememek ve ağabeyinin yüksek hâkimiyetini tanımaktır. Bâyezid'in cevabı kısa: "Mülk (yönetim) paylaşılmaz."

Cem, savaş yenilgisinin acısına dayanamazken bir de ağır, at çiftesi yemiş, Konya'ya iki acıyla kıvranarak gelmişti. Yine de şartlar uygun olmadığı için üç günden fazla kalamaz Konya'da. Büyük oğlu Oğuz Han İstanbul'dadır, diğer aile fertlerini ve bir miktar, sadık adamını yanına alıp memleketi terk eder. "Çok sevilen Cem'in bu ayrılışı, Karaman'da büyük teessürü mucib olmuştu. Konya'nın ve diğer Karaman memleketinin kavim ve kabilesinin feryat ve figanlarını işitenler kıyamet koptu sanırdı."

Cem Sultan'ın milli hislerinin çok güçlü olduğunu söyleyen tarihçiler, onun, bu duyguyla oğluna Oğuz Han adını koyduğunu yazarlar. Osmanlı hanedanında, ondan daha önce bu isme rastlanmaz. Dinî yönden ne kadar sağlam olduğunu şu delille anlatırlar.

Anadolu'dan ailesiyle kaçmak zorunda kalışının yüreğinde açtığı onarılmaz yaraya rağmen, gencecik yaşında Hac farizasını yerine getirmiştir. Neden, ağabeyine karşı gelip sultanlık davasına kalkıştığı, devleti bölmeye uğraştığı için ise, birçok mazeret ileri sürülür.

Birincisi yukarıda bahsedilen, "babasının kendisini veliaht tayin ettiği" inancı.

İkincisi "Bâyezid'den daha iyi pâdişâh olacağına inanması, diğeri de "ya hükümdar olmak, ya da bu yolda ölmek şarttır" kanaati idi.

Cem Sultan, Mısır Sultanı Kayıtbay'ın davetiyle Mısır'a gider. Kahire'de sanına lâyık muamele görür." Sultan ona baba şefkati gösterir, adına bir saray tahsis eder." (H.)

Sıkça karşılaştığımız katı bir gerçek var; o her yerde, herkes için, her zaman geçerlidir. Mısır Sultanı'nın gösterdiği muhabbetin arkasında sırıtan da budur: "Devletlerin dostu değil, hesabı olur" Kayıtbay'ın Osmanlı'yla hesabı var; bu hesapta Cem'i kullanacaktır. Yalnız değildir Kayıtbay. Cem'e başka teklifler de sırada beklemektedir.

Karamanoğlu haber gönderir, "gel, der, beraber Bâyezid'e karşı mücadele edelim. Cem Kabe'yi ziyaret edip Hacı olmuştur. Hacı olmuştur fakat bir kere ok yaydan çıkmış, hırs aklın terkisindedir. Kaderin rüzgârı nereye sürerse oraya gidilecektir. Cem Anadolu'ya gelir. Aleyhine biten bir savaştan sonra, "Karamanoğlu Kazım Beyin tavsiyesiyle, Rodos Şövalyeleri'ne iltica eder. Hâlbuki Sultan Bâyezid daha iyi teklif ve imkân sunmuştu. "Kudüs'te otur, her sene yeterli para yardımı ile sana bakarız" demişti. Cem'in, doğru ile yanlışı ayırt edecek muhakeme gücü kalmamıştır. Sahibi olmayı şiddetle arzu ettiği Osmanlı tahtının başına bela olacak adımları atmaya çekinmiyordu. Cem, Şövalyelerin elinde bulunduğu sürece Osmanlı altınları, onun orada tutulması için Rodos'a akacaktır... Çünkü tarikat mensubu Şövalyeler dinî ( !) hayatlarının gereği çok müsriftirler. Üstad-ı âzam d'Obussen misafir ağırlamayı pek sever, bunun için de para lâzımdır.

Zavallı Cem! Rodos'tan Fransa'ya gönderilir. Gönlüyle değil, Üstad-ı azamın emriyle. Orada şairliği imdadına yetişir de, avunur. Yoksa gurbet günleri uzar gider, ne gecesi bitmek bilir ne gündüzü. Günün her saniyesi beyninden akrep yürümesi gibi geçer. Ancak, şiire daldığı zaman değişir her şey. Yazdığı bir manzume şöyle başlar.

Acâib şehr imiş bû şehr-i Nişe

Ki kahır yanına her kim gitse.

Cem, ah Cem! Fatih'in sevgili şehzadesi: Bir Cihan devletine baş olmak hesabiyle atıldığı macerada, kendisine ayak olamayacak adamların idaresinde oradan oraya sürülüyor. O devrin en kıymetli, en pahalı esiridir. Müşterileri yarış halinde, "Fransa, Napoli, Macaristan, Venedik ve Sultan Kayıtbay. Kayıtbay Sultan olacak diye gönderdiği misafirini geri almak için "XI. Lois'ye (Lui) 1.000.000 duka gibi muazzam bir meblağ teklif eder." Hiç biri bu paha biçilemeyen esiri elde edemez. Ancak; Papa isteyince akan sular durur. Bir haber gönderir ve şöyle der. "Bir pâdişahzâde kendi ayağı ile gelmiş ola. Onu hapsetmek dinimizce reva değildir. Çünkü onun arzusu Rumeli'ye geçmektir. Bari bu tarafa irsal eyle ki, biz onun maksadını ve arzusunu hâsıl edelim. İstediği ne taraf ise, kendisini vâsıl edelim."

1488'in sonuna gelinmiştir. Cem Roma'ya doğru yola çıkar. Solakzâde Tarihi "Eğer Cem'in yolculuk macerâları olduğu gibi anlatılsa uzun söz alır. Buraya özet olarak yazılmıştır." der.

Cem Sultan Roma'da sultanlar gibi karşılanır. Papa'nın sarayında Hıristiyan memleketlerinin elçileri toplanıp, Cemle sohbet ederler. Papa çok yakınlık gösterip Onu Macaristan'a gitmeye zorlar. Cem Papa'ya, burada misafir olmayı kendisinin arzu etmediğini, zorla getirildiğini ve misafire böyle mi muamele yapılacağını sorar, Rodos Şövalyeleri'nin sözlerinde durmayıp, yıllarca hapislerde yatırdıklarını, senelerdir görmediği validesini, evladını çok özlediğini ağlayarak anlatır.

Papa, Macaristan'a giderse rağbet göreceğini, hatta Hıristiyan dinini benimserse daha çok imkanlara kavuşacağını bile söyler. Cem sarsılır. Papa'ya şu cevabı verir.

"Şimdi faraza ben sizin reyinizle Macaristan'a varıp, onun askeri ile ehli İslâm üzerine kılıç çeksem, ulemamız hâşâ küfrümüze hamdedip, katlimize fetva verirler. Ben kendi dinimi, Osmanlı memleketi değil, cihan saltanatına değişmem."

Osmanoğulları'ndaki iktidar mücadelesi anlaşılması mümkün olmayan bir duygunun tezahürüdür. Kendisini saltanata lâyık gören her Şehzade, bu yolda canını ortaya koymaktan çekinmiyor, yalnız, mesele memleketin milletin zararına gelip dayandığında davranışlar değişmeye başlıyor. Cem Sultan'ın şu şiiri, sarf edilen emeklerin biraz da mesuliyet fikrinden doğduğunu hissettiriyor; çünkü amacın dünya mülkü olmadığı açıkça ortaya konmaktadır:

Hükmedenler bu dünya mülküne Şark u Garbdan

Ger Süleyman, ger Sikender cümlesi mihmandır

Yürü var Bâyezid, sen süregör devrânını

Saltanat bakî kalur dirlerse yalandır.

Cem Sultan'ın esirliği devam ederken üç yıl daha geçer, Papa ölür. Yerine geçen papa da Cemle ilgilenir. Çok devlet, çok kral ilgilenir. Yine seneler geçer. Papalık ile Fransa arasında dalavereler döner. Cem Sultanla ilgili krala, kraldan Cem'e yanlış sözler aktarılır. Sonra Cem'i seven bir kaptanla Cem'in dostluğu ve o kaptanın kralla görüşmesi aradaki buzla-n eritir.

Fransa Kralı Roma'yla Cem'in pazarlığına girişir. İstediği neticeyi alamaz. Roma'ya savaş açar. Cem sonunda krala teslim edilir. Cem Sultan hastadır. Ata binecek tâkâtı bile yoktur. Yüzü-gözü devamlı şişiyormuş ki zehirlendiği kanaatine varılır.

Ya kullandığı şekere zehir katılıp zehirlenmiş veyahut berber zehirli usturayla traş etmiş. Bu, zehirlenme olayı çok farklı yorumlarla anlatılır. "Papa zehirletti" Bâyezid, "Papa'ya zehirletti" "Fransa Kralı zehirlettirdi" gibi.

Cem, azar azar ölüyordu. Ölürken de düşünüyordu. Son sözleri: Fransa Kralı "azad oldun" deyince "Elhamdülillah azâd ve halâs sözü kulağımıza girdi" ve düşmanlar tarafından kullanılmaktan korkuyor, şöyle diyordu. "Ya Rab eğer din düşmanları beni alet ederek Müslümanlığa zarar verecekse, beni daha fazla yaşatma" 1495 in 25 Şubat sabahı Hakk'ın rahmetine kavuşur. 13 senelik esaret hayatı 35 yaşında tamamlanan Cem Sultan'ın cenazesi vasiyeti gereği Sultan Bâyezid tarafından getirtilip Bursa'da defnedilir. Ölümünden dört sene sonra 1499'da.

Cem Sultan, acıklı romanların en kıymetli malzemesi olacak çileli hayatını, çok kötü şartlara rağmen devletinin ve dininin kötülüğüne kullandırmamış: Önceleri, iktidar olma umuduyla bir şeyler yapmaya çalıştıysa da neticede gerçeği görmüştü.

Çok sevgili oğlu Oğuz Han'ın öldürüldüğünü duyunca yazdığı ağıtla Cem Sultan bahsini kapatalım:

AĞIT

"İy vefasız hain ü bî emni bi aman Felek

V'iy hata-perver belâ bahş u kaza gerdan Felek

Mülk-i Yunan'a seraser hükm iderken âh kim

Eyledin mesken bize şimdi Frengistan Felek

Yakamı yırtup elinden nicesi âh itmeyen

Cânumı odlara atdı derd-i Oğuz-Hân Felek

Ağlamakdan ol ciğer-gûşem firakından müdâm

Kara kara kanlara boyandı baharistân Felek

Bir kılına virseler virmezdim Oğuz-Hanumun

Gonc-ı Karun-ı la bin mülket-i Osman Felek

İşidelden şah Oğuz Han'ın şehîd olduğunu

Dert-ile oldu Frengistan'da Cem mecnûn Felek

Canumı yakdun u yıkdun ömrümün dîvârını

Bid-i eyvânun yıkılsın aşağa geçsün Felek."

Cem Sultan hadisesini bitirene kadar, Osmanlı Devleti'ni ve II. Bâyezid’i Cem'le alâkası olmayan meselelerde anmadık. Şimdi Cem öldü. Sıra, Bâyezid Han'ın padişahlığım, Devlet-i Âliye'nin serencâmını anlamaya geldi.

Sultan Bâyezid, babasının defin merasiminden sonra kardeşi Cem'le uğraşmak zorunda kaldığından, bazı işleri ihmal etmişti. Bunlardan biri de Gedik Ahmet Paşa'yla olan hesabıdır. İ.H.D. göre. Bu paşa Otranto'dan dönünce İshak Paşa ve Hersekzâde Ahmet Paşa'yla beraber bir çete oluşturmuşlar: Üçü de Türk olmadığından Öz be öz Türk olan devlet adamlarına karşı zulme başlamışlar. "Hükümeti zorla zaptetmişler" Bâyezid, için için diş biler, zamanını kollarmış.

Gedik Ahmet Paşa'nın Katli

"Pâdişâh sarayında büyük bir ziyafet çekti. Buna bütün vezirlerini çağırdı. Ziyafetten sonra dönmelerine izin verdiği sırada hepsine hil'atler giydirdi. Gedik Ahmet Paşa bundan istisna edildi.

Ona sırmalı kaftan yerine siyah yünden bir kaftan verildi, -bu siyah kaftan ölümün habercisidir- Pâdişâhın işareti üzerine bir dilsiz Ahmet Paşa'yı hançerle öldürdü. Bu olay ani bir öfkeden doğmuş değildir. Çoktan beri düşünülmüş bir öç almadan ibaretti." (14 Ekim 1482)

Bâyezid Han harekete geçmek istiyordu. Mizacına uygun olmasa da, o devirde taht'a oturmanın sayısız şartlarından biri savaşçı ruhu taşımak ve o ruhla, mücadele sahasından uzak durmamaktır. "Kul" kısmı oturan hükümdar istemez!

Birinci Seferi Hümâyun (1483) ve İkinci Seferi Hümâyun (1484)

İlk seferi hümayun 1483’te başlar. Padişah Morava kıyılarında dolaşır, hasarlı kalelerin tamirini yaptırır döner. Ertesi senenin Mayıs başlangıcında çıkılan İkinci seferi hümâyun, Boğdan üzerinedir. Birinci durağı Edirne olan bu seferde, önemli hayır eserlerinin yapımı da başlamıştır. Hammer'e göre, "Bâyezid Câmii'nin temeli bu seferin 23. günü atılmış. Bundan başka Tunca üzerinde bir medrese, bir imaret ve bir hastane yaptırmış."

İkinci Bâyezid bu seferinde yalnız kendi kuvvetleriyle değildir. Haziranın 27sinde Eflâk Voyvodası 20.000 askerle orduya katılır. Beraberce Kili adlı kaleyi fethederler. Oradan Akkerman üzerine gidilirken "Kırım Hanı Mengli Giray 50.000 kişilik askeriyle bu orduya iştirak eder. Bâyezid Han'ın ordusu bir hayli kabarır. Türk ordusu saflarında savaşan ilk Kırım ordusu bu ordu; ilk Kırım Hanı da Mengli Giray olur.

Akkerman çok müstahkem bir kale fakat muhasara eden ordu da çok güçlü idi. Oniki günden fazla direnemedi. Bu kalenin alınmasıyla önemli bir başarı elde edilmiş oldu. "Bu suretle Boğdan'ın Karadeniz sahili kalmadı. İstanbul'dan idare edilen Dobruca ve Kırım Hanlığı'na aid toprakla birleşti. Prut ile Dniyitr arasında Karadeniz sahilindeki topraklar ilhak edildi." "Eflâk Seferi esnasında yedi bin kişilik bir Akıncı fırkası değişik bölgeleri istilâ etti, onbin esir beraberinde olduğu hâlde döndü." "Kırım Han ile Eflâk Voyvodası harp ganimetlerinden mühim pay aldılar. Sultan Bâyezid bu sefer esnasında almış olduğu ganimet malını Edirne'de başlattığı ilmî ve içtimaî müesseselere sarfetti."

O sene, kışı Edirne'de geçiren Sultan Bâyezid'e, önemli elçiler, önemli hediyelerle gelip zaferini tebrik ettiler.

1486 da Boğdan Beyi Stefan (Etyen) Çel More küçük çaplı bir Haçlı ordusu toplayıp Akkerman'ı alma sevdasına kapıldı. Bunu haber alan Bâyezid tarafından "Malkoçoglu Ali Bey'e Rumeli Akıncılarıyla Boğdan vilayetine girmesi, yağma ve taarruzda bulunması emr olundu. Malkoçoglu Ali Bey Boğdan'a girerek her tarafa akınlar yapmakla meşgul oldu. Velhasıl bu Malkoçoglu Ali Bey salimen ve ganimetlerle Dârü-s selam'a avdet edip Âsitâne-i saadete vüsûl oldular."

Osmanlı - Memlûk Harbi

Bu harple ilgili malûmat çok fazla. 1485’te başlayıp 1490'da bittiği, ayrı ayrı altı defa yapıldığı anlatılır. Hatta "dokuzuncu ve sonuncu" diye anlatanlar da var.

Sefer sayısı kaç olursa olsun, çok meşakkatli geçtiği malum. Savaşın başlamasına dair de pek fazla sebep ileri sürer tarihçiler.

Barış yanlısı olan, hatta dindaşlarıyla, soydaşlarıyla savaşmayı katiyyen arzu etmeyen Sultan Bâyezid için hiç zevkli bir iş olmayan bu mücadelenin başlaması herhalde kaçınılmaz olmuş. Öncelikle Mısır Sultanı Kayıtbay'ın Cem Sultanı Kahire'ye çağırıp misafir etmesini Bâyezid kendisine karşı bir düşmanlık olarak kabul etmiş ve o yüzden bir dargınlığı mevcuttu.

Bir vesile ile bu gerginliğin telâfisi için bir şeyler yapılmış, görünüşte de düzelmişti. Daha sonra Memlüklerin Adana havalisindeki Ramazanoğullan'nı rahatsız etmesi, Osmanlılar'dan himaye gören Alâüddevle Bozkurt'un Memlükler'den şikayet etmesi yangının kıvılcımları mahiyetindedir. Ramazanoğulları; "Osman Gazinin dedesi Süleyman Şahın Anadolu'ya gelirken Caber Kalesi önünde suda boğulduğu zaman, yanında bulunanlardan birinin adı Yüreğird idi. Bahsedilen Ramazanoğulları Beyliği'nin Beyi olan Ramazan Yüreğird'in oğludur. -Üç beş göbekten torun olması lâzım.- Dolayısıyla, Bâyezid'in bu beyliğe sahip çıkması tarihi bir vazifedir. Dulkadır Beyliği de "Sen bizim ağamızsın" demiş. Alâüddevle'nin ricası da reddedilemez. - Gerçi bu zat sonradan kalleşlik yapmış ya- Bunlardan mâda çok mühim bir sebep daha var!

"Osmanlı Türklerinin devlet siyâsetinin, cihanşümul bir siyâset olduğunda hiçbir şek ve şüphe yoktur. Memlükler ise, ellerindekini muhafazadan, amma çok büyük bir devlete yakışır bir kıskançlık ve titizlikle muhafazadan başka bir şey düşünmüyorlardı. Büyük bir harp göze alınmadan, Memlüklerden bir tek kale fethetmenin mümkün olmadığını Osmanlılar biliyorlardı. Bir Memlûk kalesi almak için, bu imparatorluğu temellerine kadar çökertmekten başka çare yoktu. Bunun içindir ki, Osmanoğulları bu kudretli, dindaş ve ırkdaş komşularına karşı diğer bütün devletlerden farklı bir siyaset güdememişlerdi."

Uzun süren ve çok zayiattı geçen bu savaş, iki tarafa da pahalıya mâl olur: Nice yiğitler, beyler, paşalar gider. Hazineler gider... Namlı Akıncı Beylerinden Evrenosoğulları'ndan ikisi de bu savaşlarda şehit düşer.

Beş seneden sonra, daha çok ezilen Bâyezid Han'ın ordusudur. Durumun kötü neticesini gören "Sultan Bâyezid, bizzat sefere çıkmaya karar vermiş, bunu duyan Kayıtbay fevkalâde telaş göstermiştir. Çünkü bu, harbin topyekün bir savaş haline gelmesi, mahallîlikten çıkması demekti. Şimdiye kadar bütün Osmanlı tarihinde ise, topyekün savaşta ancak Timur, Osmanlıları yenebilmişti."

Kayıtbay'ın teşebbüsüyle Tunus Hafsî Kralı III. Sultan Yahya aracılık yapar ve iki tarafında sınırları savaş öncesindeki yerlerine çekilerek sulh yapılır. Her şey eski haline döner. Ne diyelim, bazen insana kaybettiğini bulmak bile yetiyor.

Endülüs Müslümanları (1408)

Osmanlı Türk Devleti'nin başında bulunmak kolay bir iş olmasa gerek. Dünya Türklüğünün ve bütün İslâm âleminin de dertleri vardır; her derdin çaresi büyük Türk Devleti'nde aranmaktadır. Endülüs Müslümanları, İspanyolların mezalimini ikinci Bâyezid'e duyurunca, dindarlığı ile meşhur olan pâdişâh yardım elini uzatmak zorunda kalır, orada sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de soy kırımına tâbi olmakta ve onlar da müşfik bir el aramaktalar. Büyük denizci Kemal Reis bu işle görevlendirilir. Kemal Reis ki, "Çaka Bey ile Aydın oğlu Gazî Umur Bey'den sonra yetişen en büyük denizcimizdir."

Kemâl Reis büyük Türk Amirali olarak hazırlığını yapar, Batı Akdeniz harekâtına geçer. Bu harekât bereketli olur. "Cerbe, Malta, Sicilya, Sardunya ve Korsika adaları vurulduktan sonra, bütün İspanyol limanları bombardıman edilir. Kemâl Reis "bir kısım İslâm ve Yahudiyi de alarak Türkiye'ye döner."

İkinci Bâyezid'in hassas kalbi Endülüs Müslümanlarıyla beraber yansa da, yapabileceği bundan fazla bir şey yoktu. Bu seferle, geçici bir zaman için acılar dinmişti. Kaderlerinde barbar Hıristiyanların iğrenç işkenceleriyle her şeylerini kaybetmek varmış. Dünya durdukça aklı başında olan bütün insanların lanetini alacak olan o İspanyollar, devri için erişilmez seviyedeki 500.000 yazma kitabın katili olarak da unutulmayacaktır.

Macar Seferi (1492)

Macaristan Kralı Matyas Karvin 1490'da meşru varis bırakamadan öldü. Bu ölüm Osmanlı Devleti'nde sevinçle karşılandı; zira Matyas Türk fütuhatı önünde durabilen önemli bir engeldi. Onun yerine geçecek zayıf bir kralın faydalı olacağı şüphesiz.

Matyas'ın yerine, Lehistan Kralı'nın oğlu Macar Kralı yapıldı. Bu zayıf birinin iktidarı demekti. İstanbul kendisini ilgilendiren olaylardan çabucak haberdar oluyordu; Macaristan'da yaşananlar da öğrenildi.

Semendire muhafızı Hadım Süleyman Paşa fırsatçı kişiliğini kullanmaya kalkıştı: Hedefi Belgrad'ı almaktı.

Kale muhafızı Oylak adında biridir. Paşa buna gönderdiği haberde diyor ki, "Kaleyi teslim etmene karşılık Belgrad'ın ve başka bazı kalelerin beyliği senindir." Oylak Bey Hadım Süleyman Paşa'ya, "Padişah buralara gelirse Belgrad'ın teslim ihtimali vardır" dedi.

İkinci Bâyezid 1492 baharında sefere çıktı. Bu seferin zaferle neticelenmeme ihtimalini göz önüne alarak Arnavutluk tarafına gitmeyi uygun bulan Pâdişâh yanılmamıştı. Belgrat muhafızının durumundan şüphelenen Macar hükümeti onu değiştirmişti.

Arnavudluk'ta bazı kaleler Venedikliler'in elinde bulunuyordu, o kaleler alındı. Geri dönüşte basma bela olacak bir olay zuhur etti. Bu olayı Hoca Saadeddin Efendi'den naklediyoruz.

Sultan Bâyezid, babası Fatih kadar olamasa da, bazı başarılar elde etmiş, devletin yüzünü güldürmüştü. Belki biraz rahata kavuşacaktı ki, karşısına İran Şahı Şâh İsmail çıkar. O da öpöz Türk'tür. O da Sultan Bâyezid gibi, mezheben Sünni iken, sonradan Şiiliği tercih etmiş. Anadolu Türk topraklarında fitne çıkarmakla meşgul. İran'ın senelerden beri huzur bozucu faaliyetleri Anadolu'da zaten sürmekteydi. Bunlar mezhep taassubuyla işi o kadar ileri ******ürürler ki, padişaha suikast düzenlemekten dahi geri kalmazlar.

1492'de "Manastır'dan Pirlepe'ye giderken dev yapılı bir nankör, kalender kılığına bürünüp cihanın temeli olan padişahın yolu üzerinde durup fırsat gözledi. Şöyle ki, ayağı uğurlu pâdişâh, kendini eşkıyalığa kaptırmış ol kalenderin durduğu dar yola girip, uğurlu rehberliğiyle ilerlerken, elinde olan urganı devletli Sultan'a atıp, padişahın üzengisi dibinde hizmet etmekle mutlu bulunan solakları keskin kılıcıyla dağıtıp, yarıp az kaldı ki sultanın keremli vücuduna bir zarar eyre göre."

Solakzâde Tarihi'ne göre suikast teşebbüsünde bulunan serseri sünnetsiz imiş ve "ben zamanın mehdisiyim" diyormuş. Bu olayın müsebbibi olarak İran görülmüş, o günden sonra da serseri kılıklı insanların -Uzunçarşılı'ya göre Kızılbaşların- Anadolu topraklarına girmeleri yasaklanmış.

Akıncıların Faaliyetleri

Sultan Bâyezid İstanbul'a döndü diye her şey bitirilmiş değildi. Akıncı kuvvetleri vazifelerine devam ettiler. Üç kola ayrılan akıncılardan Mihaloğlu Ali Bey kumandasındakiler Korniyal'a, Hadım Ali Paşa'nın emrindekiler Erdel'e diğeri de İstirya'ya saldırdı.

Mihaloğlu Ali Bey bol esir ve ganimet aldı. Alman İmparatoru Maksimilyon büyük bir orduyu Ali Beyi yakalatmakla vazifelendirdi. Birçok asilzadenin de aralarında bulunduğu bu ordu Vilah şehrine yakın bir yerde Ali Bey'in önüne çıktı.

Şiddetli bir savaş meydana geldi. Düşman tarafı çok kalabalıktı. Türk tarafında bulunan 15.000 esir çarpışma esnasında kurtulup öbür tarafa geçti ve tabii Türkler'e karşı savaştı. Akıncıların sayısı 20.000 idi; bunun 10.000'i şehit oldu. 700 akıncı esir düştü. Esirlerden biri de ünlü Akıncı Beyi Mihaloğlu Ali Bey idi ve Ali Bey derhal idam edildi. Karşı taraf ta 7000 kayıp vermiştir fakat bu savaşa konacak ad Türk akıncılarının feci mağlubiyetidir. 15.000 esir ve sayısız ganimetle dönülürken biraz daha ayağı çabuk olunamayışının getirdiği felâket yeni bir akını da zaruri kıldı. İntikam alınmazsa, Türk tarafının matemi, düşmanın sevinci bitmezdi.

Hadım Yakup Paşa 8000 akıncısıyla İstirya'ya girdi. Bosna Sancakbeyi olan Yakup Paşa gerekli güzergâhları geçerek Hırvatistan'a girdi. Şiddetle saldıran akıncılar 15 gün boyunca Hırvatlar'ın şehirlerini yağmaladı. Hırvat beyleri önce çekilmek zorunda kaldılarsa da Macar beyleriyle yardımlaşma imkânı doğunca bir önceki durum tekrarlanır gibi oldu. Hırvat-Macar kuvvetleri Hadım Yakup Paşa'nın yolunu kesti. Ormanlık bir bölgeydi burası, ne ileri ne de geri gitme şansı vardı.

Yakup Paşa'nın biraz para vererek savaştan sıyrılmayı teklif etmesi üzerine bütün esir ve ganimeti istediler. Tamahkâr davranan Paşa savaşa razı oldu. Bu pazarlık birkaç gün kazandırmış, bu günler içinde kesilen ağaçlarla kaçmak için yol açılmıştı. Kaçtı fakat yine yakalandı. Ya! Allah deyip kılıçlar çekildi. Üstün düşman kuvveti bozguna uğratıldı. Çok ünlü Beyler esir alındı. Kaybedildiği zannedilen bir savaş zaferle neticelendi. (9 Eylül 1493)

Bu zafer Yakup Paşa'nım hilat ve atla ödüllendirilmesine, Rumeli Beylerbeyiliği ile mevkiinin yükseltilmesine sebep oldu.

Yakup Paşa iyi savaşçı olduğunu göstermiş, Padişahtan da takdir almıştı. Onun bir başka vasfı daha var: Sadece savaşçı değil iyi bir şairdir Paşa.Şimdi onu bir şiiriyle analım:

Bakışdük düşmana çün "Kırbavâ"da

Nidha irişdi kim "kır bû avâda"

Hak'ın emriyle ittim bir kaza kim

Murad Han itti ancak "Kosova"da

Ururduk kâfirin boynuna şemşîr

Melekler bağlayıp saflar havada

Acem mi bu zafer, çün gayb erenler

Muâvindür bize arz-ü semâda

"Derendi Ban" Kıral beylerbeyisi

Bile çok ban tutuldu o arâdâ

Şehinseh devletinde ol melâin

Yolun mahbûs olup bend-i belâda

Ko çeksün mihnet-ü renc-û belâyı

Yaraşur cûhilün canu cezada

Fenaya vireyüm iklim-i küfrü

Mukim oldukça bû dâr-ı fenada

Kılam ednâ külümü Voyvoda ben

Huda fırsat virürse "Belgırâd"â

Benün Bosna beği derviş Yâkûb

Hûda avniyle irdim bû cihâda

Makam ide bana cennat-ı Adni

Umarım al Ganî Dâr-ül bakaadâ

Yakup Paşa şiir sanatında maharet gösterip şair olarak da takdir kazanmıştır. Biz, onca gelgitli bir hayatın ortasında böyle şiir-şiirler yazabildiğinin hayreti içindeyiz:

1497'de Venedik'le siyasi gerginlik baş gösterince akıncılar kendini Venedik şehrinde gösterdi. Ganimet ve esir alınarak, bu zaman da verimli kılındı.

Lehistan Akını (1498)

Bali Bey'in Birinci Lehistan Akını bir sebebe istinat ediyordu. Zaten, daha önce de söylendiği gibi kuzu kuzu duran insanlara Türk tarafının zararı dokunmaz. Polonya Kralı Boğdan'a taarruz etmişti. Böylece, daha önce mevcut olan, iki devlet arasındaki sulhun hiç bir hükmü kalmamış oldu. İşte bundan dolayı Silistre Sancakbeyi Malkoçoğlu Bali Bey, Bâyezid tarafından görevlendirildi.

Bali Bey tam bir yıldırım gibi hızlı, kasırga gibi harab edici, ateş gibi yakıcıydı. Lehistan'ın nice şehirlerini yağmaladı, nice kalelerini zaptetti, 10000 esir ile birçok ganimet alarak döndü.

Kısa süre sonra ikinci defa Leh akını zarureti doğunca Bali Bey yine gitti. Birçok Leh şehri yağma ve tahribe maruz kaldı. Mevsimin kışa girmesiyle Bali Bey çekildi.

Dördüncü Seferi Hümâyun (Osmanlı-Venedik Harbi (1499)

Bazı savaşlardan kaçmak mümkün olmuyor. Şartlar, usul usul, iki devleti bir meydanda buluşturuyor. Venedik'le savaşsız, dostane geçen seneler, yenilenen barış anlaşmaları ayakta tutulmaya çalışılan bir çuval gibiydi. Venedik'in elinde bulunan stratejik bazı yerler Osmanlı Devleti'ni Akdeniz bölgesinde sıkıntıya sokuyordu. Mesele Akdeniz olunca, Venedik'in denizcilikte çok ileri olduğu hesaba katılınca, Osmanlı Devleti'nin korumak zorunda olduğu menfaati tehlikeye giriyordu.

Venedik, Osmanlı aleyhine gelişmesini sürdürürken, Osmanlı'nın bundan gafil olması düşünülemezdi. Gelibolu'ya uğrayıp, Osmanlı'nın donanma hazırlığını gören barış elçisi, her ne kadar anlaşma yenilenmiş ve Zenta Adası vergisini getirmiş idiyse de, bunun fazla işe yarama şansı yoktu. Kendi zararlarına faaliyeti görüldüğü için küçük devletçikler de Venedik aleyhine Sultan Bâyezid'i kışkırtıyor. Papa ve Alman İmparatoru savaş teşvikçiliğini beceriyordu.

Görünüşte yenilenen dostluğa uymasa da, iki devlet savaş hazırlığını devam ettirdi. Her iki devletin de geçerli sebepleri vardı. Osmanlı Devleti'nin istikbalini ilgilendiren bazı yerlerin Venedik'in elinde bulunuşu bir tarafa, ayrıca Arnavutluk'ta yapılan savaşta Türkler aleyhine Arnavudları destekleyen Venedik'e kızgınlık geçmiş değildi. Ve bir de Osmanlı-Memluk Savaşı'ndaki davranışı Venedik için bir çizgi daha meydana getirmişti. Fırtınaya yakalanan donanmamız Kıbrıs Limanı'na sığınmak mecburiyetinde kalmış, bu sığınma Venedik tarafından reddedilmişti.

Menfaatler bulut gibidir. Hiçbir zaman aynı gökyüzünü karartmıyor. Aynı yere yağmur yağdırmıyor. Türk-Memlûk savaşında güdülen devlet menfaati idi. Aynı ırkın evlatları olmanın savaşsız yaşamaya yaramadığı malûm olmuştu. Şimdi, bir zaman sonra hepsi bir tek devlet olacak ise de, ayrı ayrı devletçikler olan Floransa, Napoli, Papalık dahi Osmanlı'nın Venedik'e galip gelmesini istiyordu.

Savaş için her türlü hazırlık ikmal edildi. 21 Mayıs 1499'da İkinci Bâyezid İstanbul'dan Edirne'ye oradan da Mora'ya doğru hareket etti. Donanma daha önce gönderilmişti. Ordu mevcudu 63.000 kişi. Donanmada gemi sayısı 270. Meşhur Burak Reis'le Kemal Reis'in gemileri tam 4000'er tonluk idi.

Sultan Bâyezid sofu meşrep olarak bilinse de, savaştan geri kalmamaya -şartlar zorladığında- dikkat ediyordu. Savaşçılara, bilhassa babasından intikal eden akıncılara gerekli değeri veriyor, onların başarılarını değerlendiriyor. Bunu daha önce gördük. Venedik'le savaş için lüzumlu olan deniz gücünü takviye ederek denizcilikte merhaleler kat etmeye azimli olduğunu gösterdi.

"Sultan Bâyezid ordunun başında Vardar Yenicesine vardığı zaman, Cem Sultan'ın zehirlenmesindeki karanlık rolünden dolayı Rumeli Beylerbiyliği'ne tayin edilen Rum yahut Frenk dönmesi Mustafa Paşa'yı İnebahtı'nın karadan muhasarasına bir an evvel başlamak vazifesiyle önden göndermiş ve Osmanlı donanması da Küçük Davut Paşa kumandasında hareket etmiştir."

"Davut Paşa denizci olmadığı için donanmayı Kemâl Reis idare ediyor, sağ kanatta Burak Reis bulunuyordu. Savaşın azameti korkunçtu. 400'den fazla gemide onbinlerce asker ölmek ya da öldürmek düşüncesiyle, varını yoğunu ortaya koyuyordu. Osmanlı'da, Kemâl ve Burak Reislere karşılık öbür tarafın Amiralleri de namlıydılar. "Sapienza" önlerinde geçen büyük deniz muharebesinde Alban-Anmenie ile Laredano, Burak Reis'in bulunduğu büyük gemiye iki taraftan hücum edip kancalar atarak rampa etmişler ve kendi gemilerinden daha küçük iki Venedik gemisinden de yardım görmüşlerdir: Düşman gemilerinin büyüklerinde biner, küçüklerinde beş yüzer asker bulunduğu rivayet edilir."

"Muhterem Burak Reis'in Türk denizcilik tarihine şan ve şeref veren muhteşem menkıbesi işte bu ümitsiz vaziyettedir. Düşman askerlerinin nisbetsiz kalabalığı ve kendi gemisinin iki taraftan sımsıkı kancalanması üzerine artık hiçbir kurtuluş imkânı kalmadığını gören büyük Türk gemicisi, o ümitsiz vaziyette bile zaferden vazgeçmeyerek düşmanları yakmak için onlarla beraber yanmaktan başka çare kalmadığını düşünüp her iki düşman gemisine de neft ve ateş atarak tutuşturmuş. İlk önce yelkenlerin ateşlendiği rivayet edilir. Biraz sonra denizin ortasında birbirine çengelli üç büyük geminin muazzam bir ateş kütlesi haline geldiği ve iki düşman gemisiyle beraber o şanlı Türk kalyoncusunun da kendi yaktığı ateşin içinde kalarak yandığı görülmüştür. Bütün Akdeniz milletlerinin gözlerini kamaştıran bu zafer yangınında Türk ırkının eşsiz ve mukaddes fedaisi Burak Reis'le bindiği geminin şerefli süvarisi Kara Hasan maiyetindeki beş yüz yiğitle beraber Türk milleti için yanmışlardır. —Tabii bu muhteşem yangın Venedik gemileriyle içindeki askerleri ve Laredanolarla Anmenio'ları da bir an içinde yakıp yok etmiş ve bu müthiş manzara karşısında korkuya kapılan Venedikli Amiral Grimani bütün kuvvetleriyle kaçıp gittiği için Türk donanmasına İnebahtı yolu açılmıştır: Alevler içinde Allah'ına kavuşan Burak Reis'le şanlı arkadaşlarının bu tüyler ürpertici zaferi Türk Tarihi'nin en parlak mefahirindendir.— Bu şanlı yangından itibaren Türkler Sapienza Adası'na muhterem Burak Reis'in ismini takmışlardır."

"Tarihin büyük deniz vuruşmalarından biri olan Sapienza açık deniz muharebesi, Türklerin tarihte kazandıkları ilk cihanşümul açık deniz vuruşmasıdır."

İnebahtı'nın Teslim Alınması (30 Ağustos 1499)

İnebahtı muhafızı Zoan Mori Türk sıkıştırmasına dayanabileceği kadar inat etti. Sonunda teslim oldu. İnebahtı'yla ilgili mühim sahnelerin seyri için biraz bekleyeceğiz.

Madon, Koron ve Navarin Fethi

Madon biraz uğraştırdıysa da Bâyezid'in sıkıştırmasıyla, Dâmad Sinan Paşa kuvvetleri ateşin dozunu artırdı; açılan gediklerden kaleye girdiler. (10 Ağustos 1500)

Madon'un âkibeti Navarin muhafızlarının cesaretini kırdı. Canlarının bağışlanması şartıyla teslim oldular.

Koron hiçbir mukavemet göstermedi. Boşu boşuna uğraştırmadılar. (15 Ağustos 1500)

Karamanlıların Tamamen Tarihe Karışması (1501)

Karamanlıların son temsilcisi İçel taraflarında fırsat kolluyordu. Mesih Paşa ile gönderilen ordu, hak iddiasında bulunan Karamanoğulları'ndan Mustafa Bey'i Mısır Kölemenleri'ne iltica ettirdi. Bir daha da Karamanoğlu derdi ortaya çıkmadı.

Fransızlar Midilli'yi Kuşattı, Pişmanlıkla Çekildi (1501)

1502-1503'te Draç fethedildi. Aynı sene Avâriz vergisi ihdas edildi. Savaş masraflarım karşılamak için konan bu vergi Tanzimat’a kadar sıkıntı vererek devam etti.

Bâyezid Câmii'nin İkmali (1505)

Sultan Bâyezid dünyevî işlere, babası kadar olmasa da, -meşrebine göre-ağırlık veriyor, alışılmış olan hayır eserleri geleneğini de devam ettiriyordu. Fatih Sultan Mehmet bir kilise yerini seçip, oraya, kendi adını taşıyan camii yaptırmıştı. Bâyezid Bizans'ın en büyük meydanlarından birini seçti.

Camiinin mimarı hakkında değişik görüşler var. Mimar Hayreddin, Mimar Kemâleddin, Ya'kûb Şâh bin Sultan Şâh isimleri arasında kesinlik kazanan biri yok. 1501'de başlanıp 1505'te bitirilen cami sosyal ve eğitim amaçlı binalarıyla beraber bir bütünlük arz etmekteydi. Şimdiye camiden başka bir şey kalmamış olsa da, zamanında diğer binalar görevlerini yapmıştılar.

Şehzadeliğinde Amasya'da tanıştığı bir muskacıdan bahsetmiştik. İstanbul'a beraber gelmiştiler. Bu çocuk büyüyüp, en namlı hattatlardan oldu. Caminin cümle kapısı üstündeki celî-sülüs yazı işte bu Hattat Hamdullah'ındır. Caminin ilk açılışıyla ilgili bir hikâye halk arasında dolaşmaktadır. Halkın tanıdığı II. Bâyezid'i bu vesileyle şöyle anacağız:

İkinci Bâyezid'in daha fazla dindarlığı ön plana çıkartılmış, hatta adına Bâyezid-i Veli denmiş, bazı kerametleri de anlatılmıştır. Kerametine verilen misallerden biri: Hıristiyan diyarında çok sevimli iyi kalpli iki genç vardır. Bunların Müslüman olmaları hem kendileri için, hem de İslâmiyet için ne kadar iyi olur. Bu sözler Sultan'ın kulağına geldiğinde, yanında bulunanlara, "haydin, der. Ben duâ edeyim, siz âmin deyin. Dua yapılır eller yüzlere sürülür. Daha sonra öğrenilecektir ki, bu iki gençte aniden bir değişiklik olur. İslâm dini ile şereflenir, atlarına atlayıp Türkiye'ye gelirler. Müslüman olarak önemli hizmetlerde bulunurlar...

Bâyezid'in yaptırdığı Beyazid Camii tamamlanmıştır, açılışı yapılır. İlk namazı kimin kıldıracağı tartışılırken, ömründe hiç ikindinin sünnetini terk etmeyen kim varsa o kıldırsın, denir. Namazı Sultan Bâyezid kıldırır.

Şah İsmail

Şah İsmail'in Sünni inancı terk edip Şiiliğe geçmesinin herhalde dinî olmaktan ayrı bir sebebi vardı. Bu sebep, onun hayatı incelendiğinde, kendiliğinden ortaya çıkıyor. "Hazreti Ali'nin neslindenim" deyip Şiilerin İmamı olduğunu iddia ediyor. Bu imamlık öyle basit bir şey değil. Dokunulmazlığı olan, günah işlemeyen, arınmış-arındırılmış üstün bir şahsiyet.Buna Şiileri inandırdıktan sonra bütün yollar iktidara gider. "

Daha bir yaşında iken babası Şeyh Haydar Safevi, Şirvan Şahları tarafından öldürülmüş; İsmail tam bir hayat mücadelesi ve bitip tükenmek bilmez hayat korkusu içinde yaşamıştı. Türk ve İslâm tarihinin bu pek seçkin simasının, bütün dünya çapında şahsiyetler gibi, çeşitli cepheleri vardı. Tam bir harb ve siyaset adamı olduktan başka, deha sahibi bir şairdi. Şiirlerini Farsçadan çok Türkçe söylüyordu. Çünkü hitap ettiği kitlelerin dili Türkçe idi. Türkçe şiirleri de, klasik ve halk tarzında olmak üzere ikiye ayrılır. Halk tarzında söylediği şiirler (nefesler, ilâhîler) o kadar açık bir Türkçe ile yazılmıştır ki, bugün bile bunları anlamayacak hiçbir Anadolu köylüsü yoktur. Sultan Bâyezid kadar âlim değildi. Onun insan cephesine de malik değildi. Fakat enerjisi ve kitleleri tesiri altına almaktaki başarısı, onu daha da büyük muvaffakiyetlere namzet kılıyordu. Onunla, ancak Şehzade Selim çapında ve karakterinde bir şahsiyet başa çıkabilirdi."

İşte, başarmak istediği işler için Şii olan bu Türk, İran'da büyük bir devletin başında hükümdardı ve Osmanlı'nın başına da belâydı. Anadolu’nun muhtelif şehirlerine giren adamları, bilhassa Alevîliğe meyyal ve Alevi inançlı olan ahaliyi, Türkiye hükümdarı aleyhine, Şah İsmail lehine kazanmaya çalışıyorlardı.

Osmanlı'da ise "Bu faaliyeti kolaylaştıracak sebepler vardı. Osmanlı hükümdarının zaafı, vükelânın kayıtsızlığı, şehzadelerin hükümdar olmak hususundaki rekabetleri".

Şâh İsmail Anadolu'daki müsait durumdan azami derecede istifade etmiş, fanatik adamları davaları uğruna her türlü fedakârlıkla hizmette yarışmışlardı. Bu fanatiklerden "Rumiyeli Nur Ali Halife Koyulhisar'a geldiği zaman o taraf Alevilerinden üç dört bin süvari bunun başına toplandılar, üzerlerine sevk edilen Faik Bey (Paşa) komutasındaki üç dört bin kişiyi bozup Tokad'ı zapt ile Şâh İsmail adına hutbe okuttular. Buradaki Avşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli, Hamidelli aşiretlerinden mühim kuvvet toplayıp faaliyete başladılar."

Şâh İsmail'in namlı adamlarından Anadolu'yu ifsada çalışan bir de Şâhkulu Baba belâsı var ki, bu hepsinden beterdir. Adına Şeytan Kulu denmiş, yaptığı melanetlerden için. Çok dindar geçinirmiş bu 'şeytan kulu' hangi din adına ise Anadolu'yu Cehenneme çevirmiş. Antalya, Manisa, Burdur taraflarında sayısız can yakmış. Üzerine gönderilen Karagöz Paşa bile onun kuvvetine mukavemet edemeyip esir düşmüş Şâhkulu'na. Sonra "Şâhkulu gelip Kütahya'yı kuşatmış ve kale önünde Ahmed Paşa'yı öldürmüş." (22 Nisan 1511.)

Şâhkulu şehri alamadığı için sevinmişiz amma, iki buçuk ay sonra bir Paşayı daha öldürmüş. Bu da Hadım Ali Paşa'dır. Bu ölüme biraz da Karamanlılar sebep gösterilir. "Ali Paşa'nın askerleri arasında bulunan Karaman sipahileri aralarındaki anlaşma gereği harpten el çekip dağıldılar." diyor Uzunçarşılı. Bu Karamanlılar ile tâ baştan beri tam dost olunamıyor, nedense!

Gelelim Bâyezid Han'ın Şehzadelerine

İnsanların ezelden beri en zor halledebildikleri şey, paylaşmaktır. Bir ağacın meyvesi de olsa, bir avuç toprakta olsa paylaşılması mutlaka baş ağrıtır. Hele de paylaşılmaya konu olan bir padişahın tahtı ise baş ağrıtmak ne kelime baş alır. En halim selim olan Şehzade ile en yırtıcısı taht meselesinde aynı duruma gelirler, her ikisi de şahin kesilir. Taht denen en güzide avı biri birinden sakınırlar. Bunun daha kolay ve Şehzadelerin biri birini incitmeden halledecekleri bir yolu bulunamamış. Henüz padişaha Bâyezid Han hayatta olduğu halde müşkül vaziyetler yaşanmaya başlanmıştı. Yaşlı Hakanın her an ölebileceği hesap ediliyor, herkes hazırlıklı olmaya çalışıyordu.

Pâdişâhın Abdullah, Şehinşah, Alemşah, Mahmud, Ahmed, Mehmed, Korkud, Selim isimlerindeki oğullarından, dördü ölmüştü. Hayattakiler Ahmed, Korkud ve Selim. Selim en küçükleridir, ama kırk yaşına girmişti. Çocukluğundan beri Trabzon'da vali olarak bulunuyor, hükümdar gibi hükmediyor. İran Şahının kâbusu olmuş ki, ondan şikâyetçi olarak İkinci Bâyezid'e İran'dan elçi gelmişti. İleride İran'ın altını üstüne getirecek, Şahı hop oturtup hop kaldıracak maceralarından bir kısmını göreceğimiz Selim için burada fazla söze hacet yoktur, gelelim diğerlerine.

Belki ölenler daha şanslıydılar. Mücadele üç kardeş arasında cereyan edecektir. Zamanımızın politikacılarından daha hassas hesaplar yapılır kardeşler arasında. Her şey bir satranç oyunu gibidir. Bir atı, bir fili, hatta bir piyonu yanlış oynamak bile mat olmanın ilk adımı olabilir. Üç Şehzade de hem kendi görev mahallerini hem de çocuklarının yerlerini düşünürler. Mesele İstanbul yolunun uzaklığı yakınlığı hesabıdır. Padişaha, aniden emr-i Hak vâki olursa, erken gelen tahta oturur! Tahta oturanın her güce de sahip olacağı malumdur. Ve Fatih kanunnamesi gereği, —tabii ki o da Devlet-i ebed müddet düşüncesinden çıkmıştı— "tahta oturan kardeş, diğer kardeşlerini öldürebilir." Demek ki, bütün çabalar sadece hükümdar olma arzusundan değil, aynı zamanda hayat-memat meselesidir.

Şehzade Ahmet büyük evlat olmakla tahtın en güçlü adayıdır. Veliahddır ve Amasya Valiliği yapmaktadır. Şehzade Korkut Saruhan (Manisa) Valisidir. Şehzade Selim 29 senedir Trabzon Valisi ama buna vali demek çok azdır. Çünkü o tarafta imparator gibidir. Oğlu Süleyman'ı da Bolu Sancağı'na tayin ettirmiş, İstanbul yolunu kontrolüne almıştı. Süleyman'ın Bolu'da bulunmasından huzursuzluk duyan amcası Şehzade Ahmet, Pâdişâh babasına itiraz eder "bu çocuk yolumun üstünde ne arar" der. Bâyezid Han çok sevdiği; tahtını bırakmayı düşündüğü oğlunu kırmaz.

Şehzade Korkut, "âlim, fazıl, şâir ve musikişinastı: İslâm hukukuna dair geniş bilgisi vardı. Evvela Manisa sancağına tayin olduğu halde, biraderi Ahmed'in tesiriyle İstanbul'a uzak olan Antalya'ya nakil olunmuştu." Oradan, devlet işlerinin iyi gitmediğini görüp babasına ikaz mektupları yazıyordu. Vaziyetin kendisi için ümit vaat etmediğini gören Korkut sonunda Mısır'a kaçtı.

Şehzade Ahmet, babasının temayülünü bildiği, kendisini tutan paşalar da olduğu için padişah gibi davranıyordu.

Korkut ile Ahmed'in hamleleri devam etse de "Şâh" diyecek takat sadece Şehzade Selim'dedir. İlk baştan itibaren bütün taşlarını zamanında ve yerinde oynamaya dikkat ediyordu.

Şehzade Selim padişahlığı kafasına öyle yerleştirmişti ki, babasıyla savaşmayı bile göze alıyordu. Babası da, büyük oğlu Ahmed'i istediğini, onu veliaht tayin ettiğini taht yolunun ondan başkasına kapalı olduğunu açıkça söylüyordu. İşin sonu baba oğul savaşına kadar gideceğe benziyor, hatta Şehzade Selim'in üzerine Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa komutasında bir ordu gönderiliyor, H¬san Paşa kan dökülmesini istemediği için işi tatlıya bağlıyordu. Pâdişâh, Selim'in tamamen susturulmayışından hoşnut kalmıyor, Paşaya kızıyor, bu defa kendisi ordunun başında oğluna karşı sefere çıkmak istiyor. Artık yıpranmış vücudu atın üzerinde durmaya tahammül edemediği için arabaya binen Pâdişâhla Şehzadenin orduları Çukur Çayırda karşı karşıyadır.

Hey Koca Bâyezid! Yıllar önce, gencecik bir şehzade iken oğullarının doğumlarında nasıl da bayram yapmıştı. Onların sünnetleri büyük şölenlere, evlenme merasimleri hudut aşırı sevinçlere vesile olmuştu. Şimdi, kendisi altmış yaşında sanki yüz yıllık kocamış, oğlu kırkında, o da yerinde duramayan hırslı yarış atı gibi. İkisi de normalde biri birine canını verirdi... Devlet, denince hiç kimse başka hiç bir şeyi görmüyor! Bâyezid yeis içinde, oturduğu arabada buğulu gözlerle düşünüyor.

"Selim, karşı taraftan bir taarruz vaki olmadıkça katiyen mukabele edilmemesini kuvvetlerine şiddetle emretmişti. Bayezid'e binmiş olduğu arabanın penceresinden kendisinin elini öpmek üzere gelen oğlunun kuvvetleri gösterilince teessüründen ağlamıştır. Şehzade Selim'e taraftar olmak ihtimâli kuvvetli olan Rumeli akıncı ve sancakbeylerinin istirhamlarıyla muharebeden vazgeçilerek iki taraf arasında bir anlaşma yapılmıştı. Buna göre, Selim'e bir heyet yollanıp bu defa babasıyla görüşmesine imkân olmadığı ve Şehzade Ahmed'in katiyen veliaht yapılmayacağı söylendi..."

Şehzade Selim babasıyla görüşemese de istediğini elde etmiştir. "Bâyezid Şehzadelerinden hiç birini diğerine tercih ile veliaht yapmayacağına dair bir de ahitname yazdırarak bu hâdisenin birinci safhasını böylece kapatmıştır."

Şehzade Selim, hiç olmazsa babamım elini öpeyim, öyle geri döneyim" diye ısrar etmişte, el öpmesine müsaade edilmemişti. Bâyezid Han oğlunun belki suikasdından çekiniyordu, belki gücenmişti. Zaman o zaman ki, kimsenin kimseye inanası güvenesi yok. Bu uzaktan buluşmada Padişah, oğluna teminat verip va¬ifesine dönmesini istemiş, oğul ise "tahtın uzağında hayır yoktur" diye Rumeli'ye dönmüştü. Bâyezid artık saltanattan bizardır, ayrılmak istiyor. Paşalarla bir toplantı yapıp, kararını bildiriyor. Şehzade Ahmed'e padişahlığı teslim edecek. Uzunçarşılı kitabına düştüğü dipnotta:

Sultan Bâyezid "Muaccelen Ahmed Han'ı getürün ve benüm fermanımı yerine getirün: Mülkü sahibine virem, tahtı sahibine teslim kılam" diye emreylemişti.

Baba Oğul Kavgası

Bâyezid'in bu kararı duyulunca Yeniçeriler isyan çıkarıp, bu kararda dahli bulunan paşaların konaklarını yağmaladılar. Olup bitenlerden Şehzade Selim vaktinde haberdar oluyordu; kırk bin askeriyle harekete geçti. "Çorlu'da, babasının bulunduğu Karıştıran —Varoşderesi— ovasında Şehzade Ahmed'in adamları, pâdişâhı Selim'in aleyhine tahrik için arabanın örtüsünü kaldırarak "Elinizi öpmeğe gelen oğlunuzun kuvvetini görün, mürettep ve müsellâh askerlerle oğul babayı böyle mi ziyaret eder" diyerek Bâyezid'i oğluyla muharebeye teşvik etmişlerdi.

Ne yazık ki, baba oğul arasında, birazdan savaş başladı. Selim'in askeri bozguna uğradı. Trabzon'da Valiliği hükümdarlık gibi kullanıp, zaferden zafere koşarken üzerinde uçtuğu "Karabulut" adlı atı, hezimet uçurumundan selamete çıkardı.

"Şehzade Selim Han fitne deryasının kaynaşıp taştığını gördü. Kavga ve kargaşalık dalgalanarak baştan aştı. Belâ girdabından kurtuluş sahiline teveccüh edince Cenâb-ı Allah'ın falz rüzgârı esti. 'Tehirde felâket vardır' yoluna yüz tuttu. Hemen Karabulut adlı güzel yürüyüşlü atına süvari oldu." Solakzâde böyle anlatıyor, Selim'in kaçışını.

Bu kısa muharebeden sonra Sultan Bâyezid İstanbul'a dönünce Şehzade Ahmed'i tahta oturması için davet etti. Haberi alan Şehzade hemen yola düştü. Fakat bilmediği işler olmaktadır. Yeniçeriler onun aleyhinde, isyan bayrağını açmışlar: Mühim sayılan güçler Selim'den başkasını istemiyorlar.

"Şehzade Ahmed İstanbul kapılarına gelmiş olmakla beraber, anladı ki, bu karışıklıklar arasında İstanbul'a giremiyecektir. Geldiği yoldan, geri dönüp Karaman Valisi iken ölen Şehzade Şehinşah'ın oğlu ve kendisinin yeğeni Mehmed'in konutu olan Konya'yı kuşattı." Hammer Şehzade Ahmed'in Konya'da fena işler yaptığını yazıyor, diyor ki:

"Ahmed Konya'yı işgal edip, oranın idarecisi olan yeğenini tutsak edince, Bâyezid Ahmed'e haber gönderdi. Yaptığı işten derhâl vazgeçmesini istedi. Bununla beraber (Ahmed) Karaman beylerinden olup yiğitliği ve sadakati ile tanınmış olan Deli Gürz'ün başını kestirip pâdişâha yollamaktan utanmadı." Bütün bu gayrı ahlâkî davranışlarıyla Ahmed gözden düşüyor, Bâyezid'in meyli Selim'den yana dönüyordu."

Daha önceden Mısır'a kaçarak sabıkalı duruma düşen Şehzade Korkut, ağabeyi Ahmed'le kardeşi Selim'in babasına asi olduklarını duyunca ümide kapıldı; yanına üç sadık adamını alıp, kıyafet değiştirip İstanbul'a geldi. Yeniçeri Câmii'ne inip, Yeniçerilere misafir oldu. Şehzade Korkud Yeniçerilerin davranışlarından kendisi için müsbet bir mâna çıkaramadı. Selim'e meyilli olduklarını anladı ama "Gelmişken bari otuz senedir görmediğim babamın elini öpeyim, çok özledim. Dünya gözüyle ihtiyar babamı bir göreyim," dedi. Yeniçeriler her türlü saygıyı gösterip, her arzusunu yerine getirmeye çalıştılar. Pâdişâhın huzuruna kadar beraber gittiler. Baba oğul otuz senelik hasreti nasıl yaşadılar? Birbirine sarılıp ağlaştılar mı, sevinçle gülüştüler mi, yoksa öfkeyle, soğuk mu durdular? Bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki, Şehzade Korkud'un içinde kendisinin yaktığı iktidar ümidi ateşi çok kısa süre içinde sönüverdi. İstanbul'dan ayrılmasına bile müsaade edilmedi.

Beklenmedik olayların zuhuru ile devamlı sarsılan Bâyezid Han, en iyi kararı verebilmek için acele ediyordu. Acelesi vardı! Bilinen bir gerçek idi ki, taht zafiyetten hoşlanmaz, üstünde kudretiyle oturamayana cehennem ateşi kesilir. Gelişen hâdiselere bakıldığında görünen o ki, bu taht ne Ahmed'e ne de Korkud'a yâr olacaktı.

İkinci Bâyezid'in Tahttan Ayrılışı

Yaşadığından fazla ihtiyarlayan Sultan Bâyezid, son bir kararla Şehzade Selim'i taht şehrine davet etti. Selim daveti alır almaz yola düşüp 19 Nisan 1512'de İstanbul'a geldi. Kaynaklar da Bâyezid'i Selim lehine karar vermeye sevkeden sebepler sıralanırken, bilhassa "Kızılbaş" meselesine dikkat çekilir.

Şâh İsmail'in Türk Alevilerini kışkırtması, kendisi de Türk olan bu şahın Osmanlı'yı parçalayıp, kendisini Cihan Şahlığına hazırlamak gibi bir hırsının bulunması, Şâh ile ancak Selim gibi bir padişahın başa çıkacağına inanılması... Bunlara ilaveten, Şehzade Selim, biraz da söke söke alıyor, diyebiliriz.

Şehzade Selim hırsı kadar hızla gelir İstanbul'a. Hemen "buyur tahta geç" deneceğini boşa ummuştur. Babasıyla pazarlığa başlarlar. Bâyezid Han kalkıp gitme niyetinde değildir, der ki, "Ben ölene kadar tahtımda oturayım, seni veliaht tayin edeyim, İran Şahı’nın üzerine göndereyim. Ben ölünce taht senin."

Şehzade Selim babasının teklifini kabul etmek istemez, der ki: "Şâh işi çok ciddidir. Böyle bir savaşta ordunun başında Padişah olmak gerek, yoksa askere hükmedilemez ve iyi netice alınamaz." Selim böyle gerekçelerle babasının teklifini reddeder ve baba üzülür.

Sultan Bâyezid beş gün sonra, Selim'in hazırladığı bir sahneyle karşılaşır. Bu sahne, Selim'in becerisini de, gücünü de göstermeye yeter. Yeniçerilerden, Kapıkulları'ndan adına ne denirse densin, askerlerden binlercesi "Dârüssaade önüne" gelirler. —Bâyezid tahtındadır— "Kullarım maksadınız nedir" diye sorar, derler ki, "Biz Sultan Selim'den başkasını Pâdişâh istemeyiz." Nasıl olsa birine teslim edeceksiniz, bu tahtı bari müstahak olana teslim eyleyin. Hattâ gerek asker ve gerek reaya kullarınız saltanatının zamanında âsûde hâl olsunlar."

Pâdişâh, "Verdim, oğlum Sultan Selim Han'ımı yerime nasb eyledim. Allah mübarek eyleye. Tuttuğu kolay gelsin" diyerek, tahtın yeni sahibini ilân eder.

Bâzı hesaba göre otuzbir yaşında tahta oturup, otuzbir sene padişahlık yapan Sultan Bâyezid, yüksek bir meblağ ile emekliye ayrılıyor. Oğlu Şehzade Selim'e elini öptürüp dua ediyor. Sultan Selim Han emekli, ihtiyar babasına, "dile benden ne dilersen"i belki biraz farklı söylüyor. İkameti için, Fatih'in yaptırdığı, —bugün üniversite olan bina, Bâyezid'de— Eski Sarayı teklif ediyorsa da O gözlerini dünyaya açtığı toprağı Dimetoka'yı tercih ediyor.

Dünyaya geldiği yerden Ahirete göçme arzusu vardır ama, kısmette ne var? "Sultan Selim Han hazretleri de, babalarının rızâ-yı hümayunlarına uyarak zikri geçen Dimetoka beldesini kendisine temlik eyledi. Rumeli vilâyetinin beylerbeyisi olan Yunus Paşa eskiden beri dostları idi. Talepleri üzerine mübarek hizmetlerine tâyin buyurdular. Kasım Paşa da o tarihte defterdar idi. Hizmetlerini görmek ve yanlarında birlikte gitmek için maiyetlerine verdiler. Bütün sefer levazımatını da kusursuz gördü. Hazine-i Âmire'den de:

"Zere ü sim ve cevahir ve esbâb

Aldı ol Dara bülend cenab"

Sultan Bâyezid çok hasta idi. Ayakta duracak takati yoktu. Yola, taht-ı revanla çıkmıştı. Edirnekapı'ya kadar Sultan Selim yaya olarak yanında yürümüş Bâyezid Han orada duâ ederek oğlunu vazifesinin başına göndermiştir.

Sultan Bâyezid Dimetoka'da huzurlu günler yaşamak istiyordu. Devleti, Yavuz bir padişaha devrettiği için gözü arkada değildi. Bundan sonra yapacağı iş, halkın kendisine taktığı velî sıfatına yakışır bir hayat yaşamaktı. Takvimin son yaprağı Dimetoka'ya varmadan çevrildi. "İstanbul'dan hareketinden 1 ay 2 gün sonra 26 Mayıs 1512'de Edirne'nin güneydoğusundaki Havsa (Hafsa) kasabasının Abalar Köyünde öldü." (1 ay 2 gün herhalde İstanbul'dan hareketi değil de tahttan ayrılışı olacak. )

Sultan İkinci Bâyezid'in ölümünden sonra, şahsiyetiyle ilgili görüşleri şöyle sıralayalım:

"II. Bâyezid, babası Fatih'den sonra bütün Osmanoğulları'nın en bilginidir. Çok mükemmel bir tahsil görmüştü. Farsçayı ve Arapçayı edebiyatıyla öğrenmişti. İslâmî ilimler, felsefe, matematik ve mûsiki tahsil etmişti. İyi bir şâirdi. "Adnî" mahlasını kullanırdı. Bestekârdı."

II. Bâyezid, babasının zamanında İstanbul'da başlayan ilim cereyanlarını teşvik etmiş; âlim, şair ve edipleri himaye etmiş, onlara tahsisat vermiş, İstanbul'u İslâm âleminin ilim merkezi haline getirmiş. İstanbul'da cami, medrese, imaret ve mektep, Edirne'de cami, medrese ve hastane, Amasya'da cami, m

Link to comment
Share on other sites

YAVUZ SULTAN SELİM

(1512-1520)

09fk7.jpg

Güneşi uzaktan seyretmek, parıltılarına dalmak insanın içini ısıtır, insan daha yakın olmak ister de yaklaşamaz. Taht Osmanlı Şehzadeleri için güneştir; uzaktan seyrederler, ona sahip olmak isterler, bunun için canlarım ortaya koyarlar, icap ederse babalarıyla savaşırlar 'Yavuz gibi' sönmeyen arzu kavuşmaktır, kavuşan ise yanmıştır. Çünkü Osmanlı tahtı güneştir. Güneştir, yakıcıdır da en yakınında olanlar bilmez mi acaba? Yoksa bilir de onun yakmasında ki acıya mı meftundurlar. Yoksa Padişah evlâdı olmanın mecbur ettiği, hiç bir sapağı olmayan yol mudur, sahiplenme arzusu...

Aslında bazı hususları biliyoruz, biliyoruz da acaba diyoruz yine de, bilinmeyen şeyler mi vardır?

Yavuz en çetinini verdi mücadelenin, en olmayacakları yaptı, babasına asi oldu amma, gönlüyle, babası verdi tahtı. Tahta oturmakla iş bitecek değil ya; belki de yeni başlamak üzeredir bütün işler.

Kıskançlığı malûm olan tahtın üstünde gözü olan insanlar var... İşte bu insanlarla uğraşmak var ya zorun zorudur; kardeştir bunlar, izaha lüzum yok!

Şehzade Selim Bâyezid'in en küçük oğludur. Dulkadiroğulları'ndan Ayşe Hatun'dan 1470 de doğmuştur. Onbir yaşında tayin edildiği Trabzon Vâliliği'ni hükümdar gibi kullanmıştı. Şâh İsmail, Onun valiliği döneminde İran tahtına Şiiliği ile oturmuştu. Sünni Türk olan Akkoyunlu hanedanı dağılmış ve Osmanlı toprağına göçler başlamıştı da Şehzade Selim onlara kucak açmıştı. Bunlar aileleriyle beraber Karadeniz havalisine yerleştirilmişti. Selim'in İran Şâhı'yla husumeti o yıllarda başlamış, İran üzerine seferlere o yıllarda çıkmış, Bâyezid Han dahi bu hususta kendisini azarlamıştı. Şâh İsmail ile Yavuz Sultan Selim'in gerilerden gelen kavgaları büyüyerek sürüp gidecek...

Şehzade Selim'in, Valiliğinde yaptıkları ve halkın muhayyilesine, yapılmış gibi yerleşenler şöhretine şöhret katmış, babasını bile gölgede bırakmıştı. Anadolu da ve İran’da Selim'le ilgili o kadar çok hikâyeler anlatılır olmuş ki, bunların doğrularını yanlışlarından ayırmak imkânı kalmamış. İşte, onu Şehzade iken kahraman yapan, İran Seferi'nden evvel anlatılan bir hikâye:

İran'la ilgili hesabı var ya, önce memleketi tanımak gerektir diye, tebdili kıyafetle Tebriz'e gitmiş. Ne Şehzadedir ne Vali, bir garip aşıktır sadece. Ama satranç oyununda mahirdir. Şehirde birkaç gün gezip her fırsatta satranç oynayıp namının, şahın kulağına ulaşmasını sağlamış. Şâh İsmail de satranç tutkunudur. İyi oyuncu bulur da kaçırır mı?

"Bulun, alın getirin şu usta oyuncuyu, bir de beni yensin! Görelim" der. Şah huzuruna gelen garip, fakir görünüşlü gence fazla ehemmiyet vermez amma, yenilmekten de kurtulamaz.

Sıradan bir dervişe yenilmek gururunu incitse de, şahlığına yakışanı yapıp bir kese altınla mükâfatlandırmış iyi satranççıyı. Şehzade Selim atına binip oradan ayrılmış. Ertesi gün Şah "Getirin şu dervişi de bir daha deneyelim" demiş. İşte o zaman kopmuş dananın kuyruğu. Adamlarından biri "efendim o şehzade Selim'di" demiş. Onu Trabzon'da görmüş olan adam burada da tanımış ama kimliğini açıklayamamış. Şah’a "Öyle bir bakışları vardı ki korktum, söyleyemedim" demiş.

Şehzade Selim, bu gibi cüretkâr atılımlarıyla, padişah olmadan devletin topraklarını genişletmiş, Kars, Artvin ve Erzurum taraflarını Türkleştirmiş.

Babasından iktidarı devraldığında, devlet yönetimini, ülkeler fethetmeyi bilen 42 yaşında tecrübeli bir şahsiyet idi. Padişahlığı, babası tarafından açıklanınca Allahu Ekber sesleriyle İstanbul sarsılmıştı.

Kendisini canı gönülden destekleyen onbinlerce yeniçerinin coşkun tezahüratları ile kutlanan; dualarla, âminlerle başlanan bir yüce görevi, yüz akıyla yürütmesi lâzımdı. Bütün bu desteklerin devam edebilmesi içinde lâzım olan şeyler vardı.

Cülus Bahşişi

Devletin başına geçmek kadar, orada durabilmek de maharet ister. Tahtı rakiplerinden hangi güçle aldı isen, yine o güçlerle muhafaza edebilirsin. Bunu gayet iyi bilen Selim Han yeniçerilere cömert davranmak zorundadır. "Sayılan 35.000'i bulan bu ocak mensuplarının her birine ikişer bin akçe cülus bahşişi ve ayrıca süvarilere 5'er piyadelere de 3'er akçe terakki vermek suretiyle işe başladı."

Kahramanlığını takdir eden yeniçerilere cömertliğini de kabul ettirdikten sonra, sıra yapacağı işlere geliyordu. Bu işler pek fazla idi. Yoğunlaştırılmış bir şekilde hareket edip, elli seneye sığmayacak işleri sekiz senede tamamlamaya mecburdu. Ömrünün kısalığını hissediyormuş gibiydi; işe öyle hızlı sarıldı.

Kardeşler ve Yeğenler

Yavuz Sultan Selim babasıyla ve kardeşiyle mücadele ederek ele geçirdiği hükümdarlığı 'dikensiz gül bahçesi' yapmalıydı ki, ulu hedeflerine yürüyebilsin! Taht kavgası veren iki kardeşi de ortada, bir de yeğenler var. Bunların rahat duracağından emin olabilir miydi? Korkut Saruhan'da, onun çocuğu yok. Ahmet ki mücadele adamıdır, inadı ziyâdedir, kolay pes etmez. Elinden gelebilen her şeyi yaptıktan sonra, mecburen tahtın uzağına, Amasya'ya gitmişti. Bir de oğulları var, Şehzade Ahmed'in, Alâeddin, Murad, Süleyman ve Osman. Sultan Selim kardeşlerinin hayatlarına dokunmama sözü vermişti. Bu sözün tutulması herhalde şarta bağlı idi. Kardeşlerin uslu durması lâzımdı. Şehzade Ahmet Anadolu'da hükümdarlığım ilan etmiş, oğlu Alâeddin Bursa'yı zabtedip babası adına hutbe okutmuş. Şehzade Korkud'un Manisa'da saltanat arzusuyla yandığı Sultan Selim tarafından öğrenilmiş...

Merhum Babaya verilen söz önce mağdur görünenler tarafından bir tarafa atılınca; sonrada mağrur tarafından kenara itilir. İki tarafında yüreğinin yağlarını eriten faaliyetler başlar.

Yavuz Sultan Selim önce, Ağabeyleri Şehinşah, Âlemşah ve Mahmud'un evlatları için ağladı. "Şehzade Korkud, Selim'in gelmekte olduğunu paşalardan birinin gönderdiği adamlardan haber aldı. Gece yarısı yükte hafif bahada ağır eşyasıyla ve Piyale isminde sadık bir kölesiyle beraber, sakalını beyaza boyayıp, külah giyip, semle sarmak suretiyle kıyafetini tebdil ederek sarayının arka kapısından kaçmağa muvaffak oldu. Mağarada saklandı. Maksadı Antalya sahiline inip, bir gemi ile Avrupa'ya kaçmak veya Rodos Şövalyeleri'ne iltica etmekti. Fakat arzusuna muvaffak olamadı. Şehzade Korkut, korku dolu günlerini mağarada geçirirken erzak ihtiyacını bir Türkmen köylüsü karşılıyordu. Gemi tedariği de bu köylü tarafından görülecekti. Amma Piyâle Bey tedbirsiz davranmıştı. Korkud, fakir Türkmeni kendi atına bindiren Piyâle Bey'in cezasını çekecektir. Atın muhteşem takımları süvariden daha gösterişli olunca göze batmış. Köylüyü yakalayıp işkence ile Şehzadenin yerini söyletmişler. Nihayet Korkud Sultan Piyâle Bey'le beraber yakayı ele vermiş. Yavuz'un emriyle Bursa'ya sevk edilen Korkud, şehrin bir kaç konak ilerisinde padişah namına kapıcı başı Sinan Ağa tarafından hürmetle karşılanmış..."

Yavuz Sultan Selim biraz sonra sevgili ağabeyi Korkud için ağlamış. Sıra, büyük ağabeyde. Şehzade Ahmed hırsını dizginleyemeyen, bu yüzden de tahtı elde edemeyen adamdır, ama hâlâ iddiasından geçmiş değildir. Hem hırslı hem azimli, hem de tedbirli olan Yavuz, işin icabettirdiği neyse onu yapıyordu. Ağabeyi Ahmed'e Paşaların ağzından bir mektup yazdırdı. Güya, paşalar diyorlardı ki mektupta, "Çabuk harekete geç; burada her şey müsâiddir, gelirsen bizler de senin yanında olacağız." İktidar ateşi gözlerini karartmış Ahmed'in, hiçbir şey düşünmeden, avlayıcı mektubun cazibesine kapılıyor.

Şehzade Ahmed heyecan ve ümitle 20–30 bin kişilik ordusunun başında Bursa'ya geldi. Padişahın askerleri de buradadır. İki kardeş burada savaşa tutuşacaklar ve çok geç olsa da Şehzade Ahmed aldığı mektubun tuzak olduğunu, burada, iş işten geçtikten sonra anlayacaktır.

İş buraya kadar gelince yapılacak şey bellidir. Başka hiç bir yol kalmamıştır. "Sultan Ahmed ilk önce Selim'in pişdar -öncü- kıtalarına karşı mühim bir zafer kazanıp binlerce telefat verdirdikten sonra bu zaferden istifade etmesini bilememiş, sekiz on bin kişilik bir kuvveti kalan küçük kardeşinin muhtelif imdat kuvvetleri almasına vakit ve imkân bırakmış ve işte bu büyük gaflet üzerine giriştiği Yenişehir meydan muharebesini kaybedip kaçarken atının ayakları kapaklandığı için yere yuvarlanıp takipçilerin eline geçmiştir."

Böylece, Yavuz Sultan Selim bir kere de Ahmed ağabeyi için gözyaşı dökmüş ve "Neslümüzde bu bidati çıkaran rahmeti Hak'dan baid olsun" demiş.

Yavuz Sultan Selim'in üzüntüsünü başka türlü anlatmaya ihtiyaç var mı? İçinin yangını ne dereceye varmıştı ki, bu sözleri söyleyiveriyordu. "Allah'ın rahmetinden uzak olsun" derken meşhur kanunnamesi ile Fatihi mi, yoksa isyan adetinimi kast ediyordu, burası kapalı, biz de zorlamayacağız. Şunu gördük ki Ahmed ağabeyinin boğdurulması emrini veren de, bu sözleri söyleyende Yavuz Sultan Selim idi. Vaziyetin icâbı, yapılması gerekeni yapmıştı. Sonra da engellemeye muktedir olamadığı gözyaşlarını alenen bırakmış kırçıl sakalının arasına, doya doya ağlamıştı. Yavuz daha önceleri de ağlamıştı; daha sonra da ağlayacak.

Yavuz Sultan Selim'i yerli tarihçiler ne kadar yüceltirse yabancılar da o kadar aşağılamaya yarışır. Kendisi gibi Hıristiyan olan tarihçiler ve biraz da Venedik elçilerinin raporları ana kaynağı olan Hammer bize ipucu veriyor. Hunhar, zalim hatta "bu hükümdar insanların en zâlimidir" diyen Venedik elçisinin raporunu kitabına taşıyan tarihçi yerli ve eski tarihçilerimizin Yavuz hakkındaki övücü sözlerini dalkavukluk sayıyor.

Sanki Venedikli Şehzade Ahmed'i, Şehzade Korkud'u çok seviyordu! Bir Arnavudluk'un, bir Sırbistan'ın bile kaç defa kaça bölündüğü bilinmiyor mu? Sultan Selim kardeşlerine dokunmasaydı, kardeşleri kendisine dokunmayacak mıydı? Zaten dokunmaya başlamadılar mıydı? Farz-ı muhal, bir arazi gibi paylaşsaydılar devleti! Aslında, paylaşma olsaydı Yavuz'a gelene kadar ortada devlet mi kalırdı. Sınırlar bu kadar genişler miydi? Küçücük devletçikler olsaydı Hıristiyan Avrupa bir lokma gibi çoktan yutmuş olmaz mıydı? Bu tür sözleri daha uzatabiliriz ama lüzum yok. O zaman için Osmanlı Devleti'nin bulduğu en iyi çare bu idi; kardeşlerden biri devletin başına kendini adayacak, diğerleri yoluna kurban gidecek ve de öyle oldu. Öyle olduğu için de Osmanlı Devleti uzun yıllar dünyanın süper gücü olarak yaşadı. Osmanlı Hanedanı kendi canını verdi milletini yaşattı, bu kadar...

Şunu da söylemek lâzım; kendisinden başka birisi eğer hanedandan birine dokunur ise Pâdişâh emri ile o kişi cezasını görmüştür.

Vezir-i Âzam Koca Mustafa Paşa'nın İdamı

Babasını tahtından indiren, kardeşlerini ve yeğenlerini Ahirete gönderip yaslarını tutan Yavuz, ardından ağlamayacağı bir idamı gerçekleştirir. Amcası Cem Sultan'ın zehirlenerek öldürülmesinin suçlusu olarak gördüğü Koca Mustafa Paşa'nın, Şehzade Ahmed'e yakınlık duyduğunu da bilmektedir.

Geçmişi, Yavuz tarafından temiz görülmeyen Paşa'nın suç dosyası hayli kalabalıktır. Amasya Baskını'nda Şehzade Ahmed'le haberleşmesi, kış aylarını bahane ederek orduyu erken terhis etmesi ve yukarıdaki sebepler idamına gerekçedir.

Böylece, devamı gelecek olan vezir idamlarında Koca Mustafa Paşa birinci sırayı kapıyor. Bundan sonra Yavuz'a vezirlik yapmak idam sehpasının altında yaşamak manasına geleceğinden "Sultan Selim'e vezir olasın" sözü, beddua olarak sarf edilmeye başlanır.

"Bu söz vezirlerin bir ay görevde kaldıktan sonra azledilerek cellâda teslim edilmelerinden ileri gelir. Bunun içindir ki, vezirlerin vasiyetnamelerini ceplerinde taşımaları gelenek haline gelmişti. Her padişah huzurundan çıktığın kendilerini yeniden dünyaya gelmiş sayarlardı. Bu sebepledir ki -büyük bir cesaret ve asil bir serbestliğe sahip bulunan- Vezir-i Âzam Piri Paşa yarı ciddi yarı şaka olarak, Yavuz Sultan Selim'e şunu söylemeye cesaret etmişti:"

"— Pâdişâhım, bu sadık kulunu da er geç bir bahane ile öldüreceğini biliyorum. O gün gelmeden, bu dünyadaki işlerimi düzeltmek için ve öbür dünyaya hazırlanabilmek üzere bana bir kaç saat müsaade etmez misiniz?' Pâdişâh kahkahayla gülmekten kendisini alıkoyamayarak:

— Gerçek, çoktan beri ben de onu düşünüyorum. Fakat Vezir-i Âzâmlık görevini senin gibi görecek bir adam bulamıyorum. Yoksa dileğini yerine getirmek benim için kolaydır." cevabını vermişti.

Şâh İsmail

İkinci Bâyezid devrinde meydana çıkan, şehzadeliğinde Yavuz'u da meşgul eden Şâh İsmail meselesi şimdi baş sıradaydı. İyi bir Sünni aileden gelmiş olmakla beraber, sonradan Şiiliği seçen "Şeyhlikten şahlığa geçmek suretiyle büyük ceddi Şeyh Safiyyüddin Erdebili'ye izafeten Safeviye Devleti'ni kuran" senelerdir müritleriyle Anadoluda karışıklıklar çıkartan Şâh İsmail, Yavuz için en büyük tehlikeydi.

Şâhkulu adlı adamı ile Türkiye Alevilerini kendi yanına kazanmaya çalışmış, bunda büyük başarı elde etmişti. Bu başarısına, saf Türkçe yazdığı şiir -Nefes¬lerin tesiri olduğu da söylenir. Şâh İsmail Mısır Memlükleri'ni de rahatsız etmektedir.

Orada da Sünniliğe karşı Şiiliği çıkartıp, Hıristiyanları da aleyhlerine kışkırtarak devleti zayıflatmaya çalışıyordu. Mezhep taassubuyla yapabildiği faaliyetlerle hem Türkiye'yi, hem Mısır'ı ortadan kaldırıp çok büyük bir imparatorluğun başında olmak tek emeliydi.

Yavuz Sultan Selim Şâh İsmail'in niyetinden gafil değildi. Harekete geçmesi için uygun zamanı bekliyordu. O zaman gelince "Yeniçerilerin ağa, kethüda, bölük ağaları ve odabaşılarını da toplayarak, yeni bahçede bir görüşme yapmış ve Osmanlı Devleti için büyük ve tehlikeli bir düşman olan Şah İsmail'in vaziyetini, Şeyhlikten Şahlığa nasıl çıktığını ve bugünkü durumunu anlattıktan sonra, bu hususun asla ihmal edilemeyeceğini beyan ile 'Şah İsmail üzerine seferim vardır' diye askerden bir cevap istemiş ve maksadım üç defa tekrarladığı halde bir ses çıkmamıştı.

Fakat son tekrarıda Abdullah adında dokuz akçe yevmiyeli bir oda kethüdası bir kaç adım ilerleyerek padişaha duadan sonra: 'Bizim arzumuzda aynıdır, ferman padişahımızındır' deyince pâdişâh pek memnun olmuş."

Şâh İsmail'e Nâme

Yavuz, yeniçerileri manen savaşa hazır hale getirdikten sonra, Anadolu'ya hükümler göndererek 10.000 azeb askerinin hazırlanmasını emreder: Manisa'da bulunan Şehzade Süleyman'ı Edirne'ye getirip Rumeli'nin muhafazasıyla görevlendirir. Şah'ın halifelerinden olup daha önce işlediği cürümlerden dolayı hapis de yatan Kılıç adlı adamla Şâh'a bir nâme gönderir. Bu nâmede Sultan Selim; Şâh'a, yaptığı işlerin Müslümanlığa aykırı olduğunu, hatalarından dönmesi ge¬rektiğini, tövbe ederek yeniden İslam'a girmesini, yoksa katline fetva çıktığım ve kendisinin bu vazifeyi yapacak durumda olduğunu, yazar. Nâmeyi okuyan Şâh cevap verir "Muharebeye hazırım". Şâh savaşa hazır olduğunu söyler. Bir name ile bunu Sultan Selim'e iletir ama bu kadarla kalmaz, namenin taşıyıcısı Elçi Kılıç'ı da öldürtür.

Yavuz'un eline Erzincan sahrasında ulaşabilen nâmede "Er isen meydana gelesin, bizde beklemekten kurtuluruz" yazılıdır. Yavuz'dan tekrar nâme gider. Bu sefer İstanbul'dan değil, İran'a daha yakın olan Erzincan'dan giden nâme, daha çabuk yerini bulur. Ve Erzincan İran toprağıdır. Yavuz bunu, yazdığı nâmede ayrıca belirtir.

"Padişahlann tahtı tasarrufunda bulunan memleket menkühası mesâbesündedir. Recüliyetten hissesi ve fütüvvetten behresi, belki derûnunda filcümle zühresi olan kimesneler kendüden gayri ferd ana taarruz ittüğüne tahammül etmek ihtimali yoktur. Eğer minba'din dahî ber-karar-ı vaz-ı sabık künc-i zaviye-i ru'b-u hirasda münzevi olasın, erlik adı sana haramdır." Kronoloji'den aldığımız bu namenin sadeleşmiş haline bir bakalım ki ne demiş Sultan Selim biz de anlayalım.

"Davete icabet edip memleketine geldik. Padişahların memleketleri nikâhlı karıları sayılır. Kendisinde zerre kadar erkeklik bulunan, soyu-sopu temiz olan, bir başkasının ona el vurmasına rıza göstermez. Eğer erkeksen çık meydana; köşe bucak saklanarak yiğitlik taslanmaz" aşağı yukarı bunları yazmış. "Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çadır (çarşaf) kullanıp serdarlık sevdasından vazgeçesin."

Yavuz, mektupla beraber hırka, şal, âsâ, misvak ve kuşak göndererek Şâh'a savaşçı olmadığını, ancak târikatle uğraşabileceğini ima etmiş oluyordu. Bu yazışmalar devam eder. Belli ki, iki tarafta eğlenmekte, birbirini böylece daha iyi tanımaktalar. Şah bir şişe içinde uyuşturucu madde göndererek kendisine o mektupları yazanın haşhaş kullanan biri olabileceğini, aklı başında bulunan adamın o yazılan yazamayacağım bildirir ve der ki "Bizi ateş bilesin ol kendini mum."

Yavuz cihangir bir pâdişâh olma yolundadır. Yalnız, cihangir olmak için meydanlarda göründüğü sanılmasın. Din gayreti, Resûlullah sevgisi onu bu yola sevk etmekteydi. İlk savaşını vereceği İran'a gidişi de bu yüzden değil mi? Yavuz'un Şaha gönderdiği bir mektubu okuduktan sonra, bunu daha iyi anlayacağız.

"Bayındırîleri perişan ettikten sonra Şark vilâyetlerine musallat oldunuz. Zındıklığı mülhidlikle birleştirerek bunca fitneler çıkardınız. Şeyheyn-i Mukerremin'e (Hz. Ebu Bekir ve Ömer) şetmetmenizin (hakaret etmenizin) ve diğer fesadlıklarınızın katl'i icâb ettirdiğine fetva verilmiştir. Seferde o tarafa teveccüh edeceğim. Kılıca yapışmazdan evvel İslâm teklifi şeriat hükmündedir. Tevbe ve istiğfar ediniz; atlarınızın ayakları basan yerleri geri veriniz. Böyle yapmazsanız zorbalıkla aldığınız memleket askerimiz tarafından zabt olunacaktır."

Yazışmalann sulhdan ziyâde savaşı kızıştırmaya yaradığı biliniyordu. Bunun için de Yavuz 20 Mart 1514'te Edirne'den İran Seferi'ne hareket etmişti. Aradan geçen dört ay ve hâlâ yollarda, dedikodulara başlayan bir ordu. Ve düşen bir baş...

Bir Vezir Başı Daha! (20 Temmuz 1514)

İstanbul'dan ayrılalı çok olmuştu, savaşsız geçen günler sıkıntı veriyordu. Ordu beklemekten usanmış, "ne olacaksa bir an evvel olsun, savaşsa, savaşalım, değilse yurdumuza dönüp, şu sefaletten kurtulalım," derler. Bu şikâyetleri kendi aralarında yaparlar, pâdişâha duyurmaya cesaret edemezler. Yeniçeriler henüz gemi azıya alamamışlar. Yavuz gibi bir Sultanın karşısına çıkmaya kimse yanaşamaz. Peki; ne olacak şimdi? Bunca askerin arasından bir yiğit bulunmaz mı? Bulunur. Ordunun içinde bir Hemdem Paşa var ki pâdişâhın çok sevdiği Şehzade Ahmed meselesinde Pâdişah'a sadıkane hizmeti geçen ve çocukluk arkadaşı olan Paşa, ikna edilerek Pâdişâha gönderilir. Paşa, ordunun çöllerde perişan olduğunu, yiyecek içecek sıkıntısı çekildiğini, bir harp yapılmadığına göre beyhude asker telef etmektense, dönmenin daha iyi olacağını anlatmaya çalışır.

Yeniçerilerin heyecanla beklediği cevap gecikmeden gelir. Bu cevap, okumayı becerenler için çok açıkça yazılmış, net bir cevaptır! Hemdem Paşa'nın gövdesinden ayrılmış başıdır, bu cevap. Ve bu cevap herkesi tatmin etmiştir ki, itirazlar kesilir. Yola devam edilir.

Hemdem Paşa'nın yerine Zeynel Paşa tayin edilmiştir. Hedef Tebriz. Yol uzun. Selim kararlı; Yeniçeriler için için kaynıyor. Homurdanmalar Yavuz'un kulağına kadar geliyordu. "Yeniçeriler işi daha ileri ******ürüp bir gün sabaha karşı Yavuz'un çadırını kurşunladılar."

Bu olaydan sonra sert bir konuşma yapan Yavuz Sultan Selim "Ehli iyal kaydünde olanlara desdurdur, geru karulannın yanuna getsünler! Biz buraya gerü dönmek içün gelmedük! Rahat isteyen bu yola yanaşmaz. Bizi isteyüp yolumuzda can ve baş feda idecek yiğitler havfitmez, ölümden korkanlar gerü dönsün! Düşmanla çarpışacak merdler benümle gelsin. Eğer içünüzde merd yoğ ise ben yalunuz giderim." (İ.H.D)

Yavuz bu sözleriyle askerlerin gururunu harekete geçirip, geri dönme arzularını kırmış. Şâh'ın Çaldıran'a doğu ilerlediği haberi de alınınca, asker, savaş başlayacağı için rahatlamış. Bütün mesele savaşsa, savaş; değilse boşu boşuna vakit geçirmemek. Bunu düşünen insanların yanlışlığı, Yavuz'un bu düşünceleri kendilerinden daha şiddetle yaşadığını anlamamalarıdır.

Çaldıran Zaferi (23 Ağustos 1514)

Asker homurtularıyla da olsa Çaldıran Vâdisi'ne varıldı. Şah İsmail'in çadırları vadiye hâkim tepelerin doğusunda görünüyordu. Yavuz Selim'in ordusu da arkasına tepelere vermiş durumda çadırları kurdu. Şimdi, öncelikli mesele savaşa ne zaman başlanmasıdır.

Şafakla beraber yahut yirmidört saat sonra. Birinde işi çabuk bitirme ihtimaline karşılık askerin yorgunluğu riski vardı. Dinlenmeden sonra kılıçlar çekilse dinç vücutlu askerle kazanmak daha inandırıcı olabilir; fakat! Acaba, bunun da mahsurları yok muydu?

Yavuz Sultan Selim vezirlerin ve diğer erkân-ı devletin görüşünü almak üzere Divan toplantısı yaptı. Herkese fikrini sordu. Çoğu savaşa başlanması için acele etmemek gerektiğini, askere dinlenme imkânı tanınmasının önemini savundu. Konuşmacıların içinde bir Piri Mehmed vardı ki ne vezirdi, ne beylerbeyi. O Rumeli Defterdarı Piri Mehmed Çelebi idi. Ve o dedi ki:

"Nice zamandır Safeviler'in Osmanlı ülkesinde dolaşan casuslarından bizim askerlerimizi iğfal edenler olmuştur. Bu askerlerin arasında gizli Şiiler vardır. Eğer fazla düşünme imkânı olursa, mezhep gayretiyle karşı tarafa geçmek isteyenler çıkabilir."

Yavuz Sultan Selim Piri Çelebi'nin tezinden etkilendi, bunu belli etmek için hemen söyleyiverdi "İşte yegâne re'y sahibi bir adam! Yazık ki vezir olmamış!"

Bundan sonra hemen hücum emri verildi. Bulunulan yer savaşın kazanılması için elverişli değildi. Harb nizamına giren ordu yavaş yavaş ovaya inerken Şah İsmail seyrediyor ve de şaşılıyordu. Kendi bulunduğu yerin lehine uygunluğu, Osmanlı Ordusu'nun ise, yine kendisi için iyi bir yerde bulunduğu kanaatindeydi.

Kendisinden emin Şah Yavuz'un Ordusu'nun hareketini dikkatle takip ediyordu. Değişik değişik görüntüler aksettiren ordu merakını celbetti ve adanılan tarafından esir alınan bir Osmanlı süvarisini yanına çağırdı. Gördüğü manzara hakkında sualler yöneltti.

- Bir kan ırmağı gibi tepeleri kaplayan bu kırmızı sancaklar nedir?

- Bunlar dedelerinden beri başları olan Mihaloğlu'nun komutası altındaki Niğbolu süvarilerinindir.

- Ya şimdi ovaya inen yeşil bayraklar?

- Bunlar da beyleri İsfendiyaroğlu'nun komutasında bulunan Bolu ve Kastamonu süvarilerinindir. Bu iki kolordu akıncılarla beraber Osmanhlar'ın öncülerini teşkil ederler?"

Hammer Tarihi'nden aldığımız bu bölüm devam ediyor. Çok hoş anlatıldığı için aynen alıyoruz.

"Birdenbire tozdan bir bulut yükselerek, onun arasında büyük piyade yığınlarının sel gibi süratle ilerledikleri görüldü. Bunlar kırmızı elbiseli azepler idi. Üç defa daha toz kasırgalar havaya çıkarak, sırmalı eğer kayışları parıldamakta olan atların kişnemelerinden süvarilerin gelişi anlaşıldı. Şâh İsmail üç seferinde de pâdişâhın savaş alanına indiğini sandı. Fakat esir, İsmail'in pâdişâh zannettiklerinin Karaman, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri'yle maiyetlerindeki zeametçi süvariler olduğunu söyledi. Onlardan sonra sarı ve kırmızı bayraklarıyla piyadeler göründü. Omuzlarında -altın iğnelerle başlarına bağlanmış olan- beyaz örtüler dalgalanıyor gibi görünüyordu. Bu duvak gibi gözüken şeylerin yeniçerilerin beyaz çuha serpuşlarından, altın iğnelerin de serpuşların ön tarafında sırma ile işlenmiş ve ilk güneş ışıklarıyla parlayan kaşık resimlerinden başka bir şey olmadıkları anlaşılıyordu.

Kısa bir süre sonra yeniden bir silah şakırtısı ve atların nal sesleri işitildi. Bunların etrafında toplanan toz bulutunun ortasında -tozdan dolayı daha parlak görünen- askerler çıktı. Sağda kırmızı sancaklar, solda yeşil sancaklar dalgalanıyordu. Ortada biri kırmızı, öteki beyaz iki alem hâkim bulunuyordu. Türk atlısı '-İşte padişah, Şevketli Sultanım, bu iki sancak onun sancaklarıdır. Sağında sipahiler, solunda silahtarlar, ortasında ulûfeli süvariler ve garipler. Bunlar pâdişâhın has askerleridir, diye bağırdı.'

Şah, Yavuz'un Ordusu'ndaki ihtişam karşısında ümitsizliğe düştü; içini çekerken etrafa cesaretli görünmeye gayret ediyordu. Dönüşü olmayan bir tünele girmişti ölü yahut diri, öbür uçtan çıkmaktan başka yol yoktu. Cesaretini toplayıp, galibiyet için elinden geleni ortaya koyacaktı. Süvari miktarı iki ordu arasında eşit, üstelik Şâh'ın atlan yorgun değil. Miğferleri çelikten ve kırmızı tuğlarla süslü, demirden imal topuzlar ve dişbudak ağacından yapılma yaylan var; atların eyerleri dâhi çelikten idi.

Şâh'ın meşhur kumandanları, güvenini artıran kişiler Diyarbakır'ın Valisi Ustacluoğlu Mehmed Han, Bağdad, Meşhed, Horasan ve Damgan Valileri ise Ni'metullah-zâde Mir Abdülbaki at üstünde kocamış, savaşı iyi bilen insanlardı. Eğer, kabul etmek gerekirse saha avantajı da Şâh'taydı. İki tarafın da 80–100 biner askeri olduğu söyleniyor.

Osmanlı Ordusu'nda merkezde Pâdişâh ve onun yanında Yeniçeriler Ve-zir-i Âzam Hersekzâde Ahmed Paşa, Dukakinzâde Ahmed Paşa ve Mustafa Paşa ile Kazaskerlerde Yavuz'un yanındalar. "Yeniçerilerin önüne arabalar ve develer dizilmiştir." (Kosova'da Murad-ı Hüdâvendigar'ın develeri siper etme teklifini Şehzade Bâyezid dine aykırı bulmuş, babasını bu teşebbüsten vazgeçirmişti.) Toplar azeb alaylarının arkasındaydı ve zincirle birbirine bağlandığı için iyi bir set oluşturuyordu. Osmanlı Ordusu'nda yorgun ve aç olan atların dışında Yeniçeriler, azablar günlerdir iyi beslenememekten, uykusuzluktan bitkindiler. Onlar da "düşmanı görünce ızdıraplarını unuttular. Acemler'in elbiseleri üzerine saçılmış olan altın ve kıymetli taşlar biraz sonra kendilerinin olacakmış gibi bir hevese kapıldılar."

Savaşın başlangıcı Osmanlı Ordusu için önemli bir kayıpla Şahı sevindirdi. Sol cenah savaşçıları bozulup Beylerbeyi Hasan Paşa şehid düşmüştü. Acem ordusu cesaretlendi. Ustacluoğlu ile Şâh'ın anlaşmaları, azab askeri safları açılınca, arkadan Yeniçerileri kuşatmaktı. İlk hücumu kazanan Acemler "Şâh" Osmanlı Ordusu "Allah" diye bağırıyordu.

Bozulan bir cenah bütün bir ordu değil ya. Şâh'ın da ordusunun da ümide kapılması boşunaydı. Sağ cenahla Beylerbeyi Sinan Paşa Ustacluoğlu'nun düzenini bozdu; askeri safları açarak toplamı bağlı olduğu zincirlerin arkasına geçti. Sinan Paşa'nın seri hareketi Acemleri şaşırttı. Hiç ummadıkları bir anda kendilerini toplantı önünde bulan Acem askeri neye uğradığını anlamadan top atışıyla karşılaştı. Meydan, kısa zamanda cesetlerle doldu. Şâh'ın ordusunun bel kemiği sayılan Ustacluoğlu da cesetlerin arasındaydı. Biraz önce galibiyeti koklayan askerlerin yere cansız serilişinin adı yenilgiydi.

Şah İsmail'in çabası ibreyi lehine çevirmeye kafi gelmedi. Kolundan ve ayağından aldığı yaralarla atından düşen Şâh'ın üzerine yürüyen Süvari karşısında bir fedai buldu. "Şah benim" diye bağıran Mirza Sultan Ali, Osmanlı süvarisinin mızrağı bağrına saplanması pahasına Şâh'ına olan bağlılığını ispatladı. Hızır adlı bir seyis de canını hiçe sayıp, atını Şah'a verdi. Kaybedilmiş bir savaşın acısıyla, geriye bakmadan son sürat kaçan Şah, savaşmakta olan askerin tamamının da kaçmasına sebep oldu.

Şah, canını kurtardığına ne kadar sevindi bilinmez, geride bıraktıklarına üzülmüş olması lâzım; ölen askerlerine yanmış olması lâzım. Savaşa değil de teşhir fuarına gelmiş gibi bütün kıymetli eşyalarını Çaldıran meydanına getirmişti, hepsini bıraktı. İki güzel eşini yanında taşıyordu, giderken onları almayı da unuttu! Hazinesinin en nadide parçaları, en namlı mücevherleri, en bahadır k¬mandanlarından ondördü meydanda kaldı. Şâh'ın âdeta, savaş tazminatı gibi -istemeyerek- Yavuz'a bıraktığı paha biçilmez eserler, o güzel servet Topkapı Müzesi'nin değerini artıran parçalar olarak muhafaza ediliyor.

Önce bir meseleyi gözden geçireceğiz: Acemlerde âdet olan, belli başlı kişilerin, savaşa eşlerini ******ürmeleridir. Çaldıran'a gelirken de düğüne gider gibi hazırlanan hanımlardan haremler tesis edilmiş, hem onların vereceği heyecanla daha iyi savaşılacağına inanılıyor, hem de zevklerinden fedâkârlık yapmamış oluyorlardı. Kimi ölüp kimi kaçan büyük! adamların bütün kadınları da esir olarak Osmanlı Ordusu'nun eline geçti.

İsimsiz kadınların akıbeti merakımızın dışında olsa da, Şahın eşleriyle ilgilenmek gerek. Ne yazık ki, Şâh'ın iki hatunuyla ilgili sarih malûmat yoktur. Öğrenebildiğimiz, biri Bağdad Valisi Hülefa Bey'in kızı Bihûze Hatun idi, diğeri meşhur Taclu Hatun'dur. "Taclu Hatun Tâcizâde Cafer Çelebi'yle evlendirildi" dendiği gibi, gözyaşlarına dayanamayan Mesih Paşa oğlu tarafından serbest bırakıldı" da deniyor. Doğrusunu bilemiyoruz. Hoca Saadeddin Efendi'nin anlattığı dedesinden duyduğudur. Dedesinin ifadesine göre Taclu Hatun kaçıp Han melikine varmış, Han Meliki ona acele Şâh'a göndermiş.

Arada bir Yavuz'la Şah İsmail mukayesesi yapılır. Bu millilik testi gibi bir şeydir. Şah İsmail Türk ve Türkçe şiirleri halk dilinde yazılmıştır. Yavuz Türk, şiirleri Farsça yazmıştır. Bir gariplik olarak gerçekten göze batan bir mesele... Ve Yavuz'un Türkçe yazdığı bir beyit bulunduğu İsmail Hami Danişmend'in iddiası yahut tesbitidir. O beyiti takdim ediyoruz:

Cihanun gerçi nûş ittüm yedi tasdan geçen zehrin

Velâkin zehr-i kaatilden beter buldum meğer kahrin

Bundan başka Osmanlı Pâdişâhı Yavuz'un bütün şiirleri Farsça, Farisîler'in Şahı İsmail'in bütün şiirleri Türkçe.

Tebriz'e Giriş (6 Eylül)

Savaş bitti. Ortaklıkta Acem ordusu kalmadı. Zevkli bir seyahatle Şâh İsmail'in başşehri Tebriz'e gidilecek. Önce Dukakinoğlu Ahmed, Deftardar Piri Çelebi ve Müverrih İdris Bitlisi gönderildi. Sonra Yavuz ve ordu yola çıktı. Altı Eylül'de şehre girildi. Sekiz Eylül günü Cuma idi. Hutbe Yavuz Sultan Selim adına okundu. 12 Eylül 1514'te İstanbul -diye-yola düşüldü. İstanbul'a gelen ordu değil, ilim adamı ve sanatkâr kâfilesidir.

Tebriz'den 1000 kadar ilim adamı ve sanatkâr toplanıp, istifade edilmesi amacıyla İstanbul'a gönderildi. Bu kafile içinde bulunanlardan en meşhur olanı Hasan Çan'dı.

İsfahanlı Müezzin Hafız Mehmed Efendi ve oğlu Hasan Çan'dan başka Horasan Hükümdarı Hüseyin Baykara'nın oğlu ve halefi Bediüzzaman Mirza da önemli kişilerden sayılmalı. Timurlenk 1402'de Ankara'ya geldi, Yıldırım Bâyezid'i esir, ordusunu perişan etti ve Osmanlı Türk Devleti senelerce geriye gitti. Yavuz Sultan Selim, Yıldırım Bâyezid'in torununun torunu; Bediüzzaman Mirza da (galiba) Timur'un torunun torunu.

Özbekler'in hücumundan kaçıp Tebriz'e sığınan Mirza, Tebriz'e girişinde coşkuyla karşılanmış, Yavuz'dan hürmet görüp, günde bin akçe ile şanına lâyık yaşamayı sağlanmıştı. Şimdi de İstanbul'a misafir olarak ******ürülüyor.

Gelelim Hafiz Mehmed Efendi oğlu Hasan Çan'a: Hasan Can, oğlu Saadeddin'e bildiği gördüğü tarihi vak'alan anlatacak, gerisi de başka kaynaklardan temin edilerek ortaya "Tac'üt Tevarih" adlı önemli bir eser çıkacak. Yaşadığı zamanın olayları anlatılırken bütün tarihçilerin başvuru kitabı adı geçen eserdir. Hasan Çan'ın Yavuz'un en sadık dostu, nedimi olduğunu da hatırlayalım.

Yavuz Tebriz'de dokuz gün kaldıktan sonra kışı geçirmek üzere Karabağ'a hareket etti. Araş Nehri'nden geçilecekti fakat bu geçiş çok müşkülatlıdır, yeniçeriler burada isyana başladılar. Her şeyin vaktini beklemeyi bilen padişah yeniçerilerin dırdırını sineye çekti, ama yeniçerileri de akıl hocalarını da aklından çıkarmayacak; günü gelince hepsiyle de hesaplaşacaktır.

Karabağ'dan vazgeçilip atların başları Amasya'ya doğru çevrildi. Dönüşte, huzursuzluklara canı sıkılan Yavuz "Vezir-i Âzam Hersekzâde ile ikinci vezir Dukakinoğlu'nun çadırlarını başlarına yıktırarak azletti ve böylece Amasya'ya gelindi."

Yavuz Sultan Selim'dir, ne yapacağı bilinmez. Beklenmedik işler görülür onun iktidarında. Amasya'ya, askerin isyan çığlıklarıyla dönerken Dukakinzâde'yi vezirlikten azl etmişti, Amasya da Vezir-i Âzam yaptı. Baş defterdar Piri Mehmed Çelebi'yi çok takdir ediyordu vezirliğe terfi ettirdi. Kış Amasya'da geçirilecek, yazın İran üzerine yürünecek... Bunlar Pâdişah'ın istekleridir; pekiyi! Savaşacak insanlar acaba ne diyorlar?

Yeniçeriler hiç memnun değildir padişah kararından, fakat bir türlü cesaret edipte söyleyemezler. Kendi aralarında, ileri geri konuşurlar, Yavuz gibi bir padişaha başkaldırmaya niyetlenirler. İleride nelere kadir olacaklarının işaretleri görünür yeniçerilerde. Ama deniyor bu taşkınlıklar yeniçerilerin edepsizliği olsa da, onları kışkırtanlar var, kışkırtıcı başı da Vezir-i Âzam Dukakinoğlu'dur. Dönmelerden olan bu Paşa ecel aşını pişirdiğinin hiç farkında değildir.

Bir Vezir Başı Daha (28 Şubat 1515)

Yavuz, Dukakinoğlu'nun yeniçerileri kışkırttığını öğrenince canı sıkıldı. Bu Vezir-i Âzam'ın Dulkadiroğlu'yla devlet aleyhine mektuplaştığını ileri süren Yavuz, huzuruna çağırıp kendi hançeriyle yaraladı, sonra başının kesilmesini emretti. Yavuz'la oyun olmaz ki, isterse vezir eder, istemezse rezil. Canını sıkanın canını alır.

Yavuz, askeri zorla savaşa sokmanın fayda getirmeyeceğine inanmıştı. Yazı bekleyip, tekrar İran'a saldırmaktan vazgeçti. Birkaç kolay yerin alınmasıyla idare edilecekti. Aslında yapılan işler küçümsenecek gibi değildi de, Yavuz'un kendisini çok büyük işlere şartlandırması Erzincan'ın, Kemah'ın, alınması, Dulkadir Beyliği'nin Osmanlı'ya katılması, Doğu Anadolu'nun alınması az görünüyordu.

Yavuz, askeriyle ve içine hapsettiği öfkesiyle 1515 senesinin yaz aylarında İstanbul'a döndü. Büyük işlerin adamı olan Pâdişâh bilir ki, küçük pürüzler giderilmeden, büyüğe koşulursa, ayağı takılabilir. Onun için, kendi usulüyle tahkikata başladı. Bakalım kimin başına hangi işler gelecek...

Önce zabitlere sorar, "Seferde iken kışkırtıcılık yapıp huysuzluk çıkarmaya sebep nedir? Doğruyu söylemezseniz saltanattan çekileceğim." Yeniçeriler "Hepimiz günahkârız" diyerek af dilerler. Sultan tahkikatı derinleştirir.

Üç Baş Daha! (18 Ağustos 1515)

Nihayet iş anlaşıldı ve müşevvik -teşvikçi- olarak meşhur münşî kazasker Tâci Zade Cafer Çelebi'yi, İkinci Vezir İskender Paşa'yı ve ocaktan, Balyemez Osman Ağa'yı buldu.

İskender Paşa ile Osman Ağa'yı getirterek önce onları sorguya çekti. Sonra Kazaskeri davet etti. Cafer Çelebi geldiği vakit ona:

"İslâm askerini itaatsizliğe ve isyana tahrik edenin cezası nedir? diye, fetva istedi; o da:

'Eğer sabit olursa cezası idamdır' deyince.

'Senin fesadın bence gerek lahikan ve gerek sabıkan sabittir ve kendi hakkındaki fetvayı kendin verdin' diyerek divân-ı hümâyun önünde evvelâ İskender Paşa'nın ve sonra Tâcizâde ve en son Balyemez'in boyunlarını vurdurdu. 18 Ağustos 1515."

Tâcizâde Cafer Çelebi'nin suçsuz olduğu sonradan anlaşılınca Yavuz çok üzülmüşse de giden gelmez ki!

Yeniçerilerin biraz iplerini kısmak gerektiği anlaşıldığından, çare düşünen Yavuz, bir fermanla yeniçeri ağalarının kendi içlerinden çıkmasını iptal edip, saraydan tayinini kararlaştırdı.

Yavuz Sultan Selim İran Seferi'ni istediği gibi neticelendirememişti. Yeniçerilerin davranışı Amasya'ya oradan da İstanbul'a dönme mecburiyeti doğurmasaydı kışı Azerbaycan'da geçirip, ilkbaharda yeniden İran'a yönelecekti. Başarısının yarım bırakılmasından doğan öfkesi geçmediği için, buna sebep olduğuna inandığı kişileri cezalandırdı. Tacizâde için üzüntüsü bir yana, Yeniçeriler'in edepsizliği uzun zaman geçmesine rağmen hafızasından silinmedi.

"Yavuz Sultan Selim bir gün muharebe esnasında nedimi Hasan Çan'a Otağ-ı Hümâyu'ndaki delikleri göstererek o edepsizlerin hareketleri Kızılbaşların bekasına sebep oldu: yoksa o sene Azerbaycan'da kışlansa idi bu Kızılbaş ahvâli ber taraf olurdu." demiş ve avdet için kurşun attıklarını söylemişti.

Yangın

Bâyezid zamanında büyük bir zelzele yaşanmıştı. Can ve mal kaybının çok fazla olması yeni tedbirler alınmasını zaruri kıldığından, pâdişâh emriyle binaların ahşaptan yapılmasına başlanmıştı. Bu tedbir de başka bir felaketin davetçisi oldu. Ateşi seven ağaçlar Yavuz'un gazabına mı dayanamadılar, yoksa birilerinin kastıyla mı belli değil, bir gün sabaha karşı Bâyezid'de alevler gökyüzüne yükselmeye başladı. Devlet erkânının evleri, konakları hep oralardadır. Yangın öğleye kadar devam etti. Tarihî binaların pek çoğu ile tarihi değeri olan nice eserler, kitaplar, belgeler, hep kül oldular.

Haliç Tersanesi'nin Geliştirilmesi

Yavuz Sultan Selim "Karaduman adlı" atını ne kadar severse sevsin, bazı yerlerde onun işe yaramayacağını, Yıldırım gibi süratli atların da denizlerden hoşlanmadığını, gemilerin lüzumunu biliyordu. Babası Bâyezid Han'dan iyi bir donanma kalmıştı. Bunun geliştirilmesi lâzımdı. Görüşüne önem verdiği Piri Paşa da fikrini destekleyince, Haliç Tersanesi'nin büyütülüp daha çok gemi yapılması için emir verdi.

Amid Kalesi'nin Fethi (1515)

Yavuz dedeleri gibi, babası gibi Batı'ya yönelmedi. Şimdilik Avrupa'da çatışmadan, devletin doğu hududunu pekiştirmek, o taraftan bir tehlike gelmeyeceğine inanmak istiyordu. Bunun için, seferlerini hep o tarafa düzenledi. Diyarbakır konumu itibariyle önemli bir şehirdi ve İran adına Karahan adlı biri tarafından yönetiliyordu. Halk Karahan'ın yönetiminden hoşnut değildi. Kendi güçleriyle Karahan'ı alt edemeyecekleri için bir hileye başvurdular.

Diyarbakır'ın ileri gelen insanları anlaşıp İran Şahı adına uydurma bir mektup yazdılar. Güya, Şâh diyordu ki: "Bu havalideki topraklarına saldırılacak, bütün imkânınla hazırlar, seni düşman üzerine göndereceğim. Beş güne kadar şehirden çık, yeni bir emre kadar bekle...."

Mektup bir haberciyle Karahan'a ulaştırıldı. Okuyup da emre uymamak Şâh'a ihanet sayılacağı için derhal harekete geçti. Şehir garnizonunda çok az miktarda asker bırakmıştı, onlar halkın kılıcıyla doğrandı. Karahan Şâh İsmail'in eniştesi idi. Yavuz'un Tebriz'den çekilmesinden sonra, Diyarbakır İran'ın eline geçmiş ise de halkı memnun edemeyen yönetimleri çeşitli oyunların tertibini zaruri kılmıştı.

Bütün oyunların sonu Yavuz Sultan Selim'i harekete mecbur bırakıyor. Daha önceleri İkinci Bâyezid'in hizmetine girmiş bulunan İdris Bitlisi ki, o havalide saygın kişiliği olan ve Kürt dediğimiz insanların büyüklerinden sayılan biridir. Birçok Kürt Beyi onun tasavvuruyla Osmanlı Devleti'ne bağlanmıştır. Pâdişah'a Âmîdi (Diyarbakır) kurtarma fikrini aşılayan İdris Bitlisî'dir.

Erzincan Valisi Bıyıklı Mehmed Paşa ile Amasya Beylerbeyi Şâdi Paşa kuvvetli bir orduyla gittiği gibi, "İdris Bitlisi yerli halktan 10.000 cengâver toplayıp bu paşalara iltihak etmiş ve işte bunun üzerine Osmanlı Ordusu'nun o civardaki Kara Köprü'ye geldiğini duyan Kara Han iki ateş arasında kalacağını anladığı için Mardin üzerine çekilmiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa ordusu harbetmeden Amid Kalesi'ne girmiştir." Bundan sonra, Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır Beylerbeyiliği'ne tayin olunmuştur.

Doğu Anadolu'nun İşgali (1516)

Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa ile Amasya Beylerbeyi Sadi Paşa Mardin'e kadar Kara Han'ı takip ettiler. Kaleye kapanan Kara Han, Şâdi Paşa'nın, "Benim vazifem Diyarbakır'a kadardır" demesi üzerine kurtuldu. Bıyıklı Mehmet Paşa'ya Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve ayrıca İstanbul'dan yardım gönderildi. Harput Kalesi zaptolundu. Kara Han'ın başı kesilerek İstanbul'a gönderildi. Çok şiddetli bir savaş yaşandıysa da "Mardin şehriyle Ergani, Sincar, Çermik, Birecik vesaire Osmanlı idaresine geçti; bu havalideki İran hakimiyeti temelinden sarsıldı. Bu büyük muvaffakiyet Anadolu Türk birliğinin tahakkukunun da en mühim dönüm noktalarından birdir."

Dulkadir Beyliği'nin Osmanlı Devleti'ne İlhakı

Maraş-Elbistan ve Malatya'da hüküm süren küçük bir Beylik olan Dulkadirliler Bozok Türkmenleri'nden Zeyneddin Karaca Bey tarafından kurulmuştu. Sınırlarını Besni, Diyarbakır ve Harput'a doğru genişletmiş, kendisi Memlüklere tâbi olmuştu. Bir yandan Safevî Devleti'nin bir yandan da Osmanlı Devleti'nin tazyiki altında sıkıntılar yaşıyordu.

Yavuz Sultan Selim'in Doğu politikasında bu beyliğe hayat hakkı bulunmuyordu. Hadım Sinan Paşa 40.000 kişilik bir kuvvetle Dulkadir Beyliği'ni işgale gönderildi. Beyliğin başında bulunan Alaüddevle Bozkurt mukavemet gösterecek durumda değildi. Sinan Paşa'nın topraklarına girmesiyle beraber karısını ve hazinesini kurtarma telaşına kapıldı. Göksun'da iki ordu karşılaştı. Alaüddevle 'nin ordusu bozuldu, kendisi kaçtıysa da yakalandı ve öldürüldü (12 Haziran 1516).

Alaüddevle'nin ölümüyle, beyliği Osmanlı Devleti'nin bir beylerbeyiliği durumuna getirildi. Beylerbeyiliği görevi hanedandan Ali Bey'e verildi.

Yavuz Sultan Selim Alaüddevle Bozkurt Bey'in yakınlarını kanunlarına uygun biçimde değerlendirip gururlarını okşamıştır.

Mısır Seferi (5 Haziran 1516)

Yavuz Sultan Selim komutanlarını ufak tefek savaşlarla, zaferlerle oyalarken kafasında büyük hedeflerin planlarını kuruyordu. Mısır'ı fethetmeye karar verdi. Mısır Sultanlığı dünyanın 3. büyük devletidir. Birinci, Osmanlı. 2. İran. Memlüklerle İkinci Bâyezid savaşmış çok zayiatlar verilmiş sonra sulh yolu tercih edilmişti. (1490)

Yavuz Sultan Selim "Memlüklere karşı açacağı savaşı hiç sezdirmek istemiyor ve bütün harekâtını İran üzerine tevcih edilmiş gibi gösteriyordu. Kansu Gavri'ye hürmetkârâne mektup ile samur, kadife, köle ve yünlü kumaşlar hediye ederek onu iğfal etmek istiyordu. 1516 Şubat'ında gönderdiği bir nâmesinde:

"Sen benim pederimsin, sizden dua isterim; ben Alaüddevle memleketine ancak senin izninle girdim; bu bana âsi idi; pederimle Sultan Kayıtbay arasındaki fitneyi meydana getiren bu adamdı. Onun ölümü ayn-ı sevab oldu. Onun yerine tayin edilen Şehzuvarzâde hoşunuza giderse ibka ediniz, gitmezse değiştiriniz, size ait bir iştir... Ben Alâüddevle'den aldığım yerleri yine size iade ediyorum; Sultan daha ne arzu ederse onu da yaparım" diye yazıyordu."

İhtiyar Kansu Gavri yolladığı nâmede Yavuz'a "Oğlum Hazretleri", Yavuz nâmesinde "Babam Hazretleri" diyor ve ikisi de savaş hazırlığından geri kalmıyordu. Yavuz, ihtiyarı gafil avlamak için sahte evlat rolü oynarken ne kadar mertçe bir iş yapıyordu? Bu tarz, Peygamber Efendimizin "Harb hiledir" hadis-i şerifine ne kadar uygun düşüyor, bunu erbabına havale ediyoruz! O bir yana, Kansu Gavri'nin inanmadığı halde inanıyor görünmesi de ayrı bir mesele. En iyisi, o günlerin, içinde bulunulan şartların icâbı böyle hareketler yapılabiliyormuş, deyip geçelim.

Daha önceleri, kuvvetli Cengiz Han'ın ve Aksak Timur'un girmeyi başaramadığı Mısır'ı fethetmek, herhalde kolay olmayacaktı. İlkbaharda Vezir-i Âzam Sinan Paşa hareket etti. Kayseri'de 40.000 kişilik ordunun başına geçti. Beş Haziran'da orduyu hümâyun Üsküdar'dan yürüdü, Ordunun başında Yavuz var ve İstanbul Piri Paşa'ya emanettir.

Yavuz'un Mısır Seferi ve zafer kazanması şart olmuştu. Buna gösterilen en bariz sebeplerden biri bir rüyadır. Yavuz, bir gece görmediği Hasan Can'ın sabaha kadar uyuduğunu öğrenince rüyasını soruyor, o da rüya görmediğini söylüyor. Yol gösterici bir rüya bekliyormuş gibi Yavuz hayrette kalıp "Nasıl, sabaha kadar uyur da rüya görmezsin" diyor. Belli ki kendisi uyumamış. Hasan Can, Yavuz'un üzerinde durduğu meselenin basit olmayacağını biliyor ve önemli bir rüya gören olmuş mudur, diye soruşturmaya başlıyor.

Kapı Ağası Hasan Ağa merak edilen rüyayı görmüş; çok değerli olduğu için kendisine yakıştırıp, açığa vuramamış. Israr karşısında anlatıyor. Bir hayli uzundur Ağa'nın anlatışı ama can alıcı noktası şöyle:

Hz. Ali gelmiş, kendisiyle konuşmuş, demiş ki: "Resûlullah'ın Yavuz'a selâmı var. Kalkıp gelsin ki Haremeyn hidmeti ona buyruldu." Bunu söyleyen Hz. Ali beraber geldiği, bir kenarda duran üç kişiyi gösterip: "Bunlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Osman'ı Zinnûreyndir" demiş. Bu rüyanın nâkili Yavuz'un nedimi Hasan Can'dır. Hasan Can oğlu Hoca Saadeddin Efendi’ye anlatmış, Tâcü't Tevârih'e geçmiş, biz oradan alan Hammer'in Tarihi'nden istifade ettik.

Bu rüya ne kadar kıymetli ve ilginç ise, Hasan Can'dan dinleyen Yavuz Sultan Selim'in söyledikleri de en az o kadar ilginçtir. Belki daha, hatta belkisiz daha kıymetlidir. Anlasın anlamasın bazı Batılıların ve hatta bizden olan insanların bühtanına cevaptır: Tabii ki bunların doğru olduğu üzerine bu sözler söylenmektedir: Yavuz'un Hasan Can'a söylediği: "Sana dimez miyiz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyüz." Yavuz, sözlerinin devamında kendisini ecdadından aşağı göstermeye çalışır. Onların veli olduğunu söyler: "Ecdadımız velayetten behremend idi; neman biz onlara benzemedik!"

Yavuz Sultan Selim gerekli yerlerde konaklamaktan zevk alıyordu. 26 Haziran'da Konya'ya geldi. Burada Mevlâna Türbesi'ni ziyarette bulundu, duâ etti.

Mısır'ın ihtiyar Sultanı Kansu Gavri Yavuz'un hareketinden haberdar olmuştu; ordusunun başında Haleb'e geldi. "Yavuz Sultan Selim'in elçileriyle -burada- görüşerek birçok tahkir edici sözler söyledikten sonra hapsettirdi. Lâkin Pâdişah'ın yaklaşmasında metbûlarıyla Şah İsmail arasında sulh müzâkerelerinde bulunmalarını teklif ederek, kendilerini serbest bıraktı."

Kansu Gavri'nin olacaklar için endişesi vardı. Yavuz'un önünde tutunamayacağını biliyordu. Savaşı önlemenin çarelerini araştırıyordu. Anlatıldığına göre savaş başlamadan evvel "son bir sulh teşebbüsünde bulunmak üzere ümerasından Moğolbay'ı 10 kişilik bir maiyetle Yavuz'un ordugâhına göndermiş, padişahın huzuruna pür silah giren bu kölemen elçisi Yavuz'un sinirine dokunmuş, kendi elçilerine yapıldığı gibi mukabele-i bil misil olmak üzere Sultan Selim bu azametli Mısır sefirinin sakalını, bıyığını tıraş ettirip uyuz ve topal bir eşeğe bindirerek geri göndermiş."

Görebildiğimiz sahneler bize bu fikri verdi. Zamanın zaruret yahut başka sebep, her ne ise, dâima zayıf olan karşısındakinden biraz merhamet bekliyor, bunun da izzeti nefsi çiğnenmeden yapılmasın istiyor, bu yolda çaba sarfediyor. Buna karşılık, kuvvetlide merhamet olmuyor. Elinden gelen tedbiri ihmâl etmeyen yaşlı Sultan Merci-Dabık'ta karargâhını kurmuş savaşa hazır ama barışın menfaatine olacağını biliyor. Yavuz'dan barış istiyor, Yavuz kuvvetlidir ve merhamet gösterecek durumda değildir.

Merci-Dâbık'ta, kaçınılmaz olan savaşa gelen ordulardan Osmanlı'nın 60–70 bin, Mısır'ın ise 70-80 bin mevcudu olduğu söylenir. Kansu Gavri'nin önceden kırılan cesaretine karşılık Yavuz tam bilenmiş durumdaydı. Yavuz'un harp taktiği Kansu Gavri'ye nisbette daha can alıcıydı. Ve Mısır'ın hiç topu yoktu. Kansu Gavri hatunlarını getirmemiş ama zengin Mısır hazinesi yanındaydı.

24 Ağustos 1516'da iki ordu karşı karşıya geldi. Yavuz'un ordusunda 300 top vardı. Sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, solda Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa, merkezde Pâdişâh bulunuyor, yaya ve atlılarla topçular pâdişâhın yanında.

Güneşin ilk ışıklarıyla muharebe başladı. Dünyanın üçüncü büyük devleti fazla mukavemet edemeden önce sağ taraf bozulup, kumandanı kaçtı. Sultan Kansu Gavri kaçmaya bile fırsat bulamadı. "Teessüründen nüzul isabet etti." Harp meydanında, yara almadan öldü. Yavuz'un "Pederim" diye hitabından da anlaşılıyordu ki, Sultan çok yaşlı idi. Yaşının 80, 84, 86 olduğu rivayet ediliyor.

Kansu Gavri'nin kısa zamanda hayatını ve savaşı kaybedişi askerleri arasındaki uyumu sağlayamamaktandı, diyen var. Sağlasa ne olur ki, karşısında Yavuz Sultan Selim gibi bir dâhi olduktan sonra. Çok mühimsenen bu savaşın 6–7 saatte bitivermesi karşı tarafın zayıflığına değil, Osmanlı Ordusu'nun kuvvetliliğine bağlanırsa daha adil bir hüküm olur.

"Zaferden 4 gün sonra Yavuz 28 Ağustos sabahı, dünyanın en büyük ve zengin şehirlerinden Haleb'e girdi. Halebteki Memlûk devlet hazinesinde bulunan 1.280.000.000 dolar değerindeki altın para ile son derece değerli bir takım eşya, Hazine-i Hümâyun'a alındı. Yavuz Haleb’de 18 gün kaldı ve 15 Eylül de şehri terk etti. Bu zaman zarfında, İslâm Halifeliğinin Abbâsiler'den Osmanoğulları'na devredilmesi gibi bütün İslâm tarihi bakımından çok mühim bir hâdise cereyan etti."

Yavuz 72.si 3. Mütevekkil olan Hâlifeden, hilafeti devr alarak Hazret-i Peygamber'in 73. Halifesi oldu.

Haleb Büyük Camiindeki Cuma namazında hatib, hutbeyi Yavuz adına okudu. Halifenin adını zikretmiyerek Yavuz'u "Hâkimü-1 Haremeyni-ş Şerifeyn= Mekke ile Medinenin Hâkimi" diye andı. Yavuz müdahale edip "Hakim" kelimesini "Hâdim= hizmetkâr şeklinde düzeltti."

Yavuz Haleb'de İslâm büyüklerinin türbelerini, önemli tarihi yerleri gezdikten sonra Şam'a hareket etti. Şam'da Muhyiddin Arabi'nin mezarına muhteşem bir türbe yaptırdı.

Muhyiddin Arabi'nin bir kitabında Sin ile Şin mevzuu anlatılır "Sin Şın'a gelecek" filan diye, keramet gösterip, üçyüz sene önceden, Sin'le kastedilen Selim'in Şın'la kastedilen Şam'a geleceğini, kendi kabrini yaptıracağım yazmıştır, derler.

Yavuz'un Mısır'a Hareketi (15 Aralık 1516)

Yavuz Sultan Selim muzaffer bir kumandan olmanın bütün nimetlerini tattığı Şam'da 2 ay, 19 gün kaldı. Mısır yolculuğuna çıkışı muhteşem törenle başladı.

Mısır'ın yeni Sultanı Tomanbay vatanını müdafaa için mümkün olan tedbiri almış, Yavuz da Tih ve Sina Çölleri'nden geçebilmek için lüzumlu olan araç gereç ve diğer ihtiyaçları temin etmişti.

Sonra Bir Baş Daha

İstanbul nere, Şam nere? Şam'a kadar gidilirde, Mısır alınmadan dönülür mü? Ama "dönelim" diyen var. Pâdişâh Topkapı Sarayı'nın bahçesindeki güllerin kokusunu, duvarlara çarpan Marmara Denizi'nin şımarık dalgalarım hiç özlemiyor; susuz Sina Çölü'nü aşıp Ridaniye'ye erişmek istiyordu. Vezir Hüseyin Paşa, "Tehlikelidir Sultanım" diyor ve asıl tehlikeyi göremiyor, anında idam ediliyor." Eski fatihlerin geçemedikleri ve hatta Mısır kölemenlerinin de Osmanlı Ordusu için geçilmez sandıkları kurak ve çorak bir çölün başında yükselen itiraz seslerini boğmak Sultan Selim için en tabii zaruretti."

Bir Hikâye

Arslan ormanların kralı sıfatıyla hayvanlar âleminde hiçbir itiraza muhatap olmadan yaşıyordu. Bir gün biri yakalandı. İrice bir hayvandı bu avı. Avın başında arslan, kurt ve tilki vardı. Arslan kurda avı taksim etmesini emretti. Kurt: "Şu ön bacaklar tilkiye, arka bacaklar bana, gövde de sana" dedi. Bu taksimatı gururuna yediremeyen arslan bir pençe vuruşuyla kurdu cansız düşürdü. Sonra taksim etmesi için tilkiye emir verdi. Tilki dedi ki: Ön bacaklar efendimizin sabah kahvaltısına, arka bacaklar öğle yemeğine, gövde de akşama...

Arslan tilkinin taksimatındaki zekâya hayran kalmıştı. Sormadan edemedi: Tilki kardeş "Sen bu âdil bölüşmeyi kimden öğrendin? Tilki yerde cansız yatan kurdu gösterip" "aha bundan" dedi.

Belki Yavuz'un veziri Hüseyin Paşa bu hikâyeyi hiç duymamıştı.

Yavuz bir şeye olacak demişse uğruna baş koymayı bilirdi. Suriye'yi Mısır'dan ayıran çölü -ölmezse- aşacak. Bunun için her türlü tedbir noksansız alınmıştı. Askere gereken su temini yapılmış, diğer ihtiyaçlar görülmüş, binlerce devenin taşıdığı eşyalarla yola düşülmüştü. Askerin maddî tutkusu gözönüne alınarak herbirine ikibin akçe dağıtılmış, gücü artan asker yolun meşakkatini görmüyordu.

Sinan Paşa beş bin askerle Gazze'ye, önden gönderildi. Henüz kendisi harekete geçmeden Çerkez Murad ile diğer bir elçiyi Memlûk Sultanı'na gönderen Yavuz, barış için adına sikke kesilip, hutbe okutulmasını teklif etti. Sultan'dan iyi muamele gören elçiler, Mısır'ın ünlü kumandanlarından Alan Bey tarafından başları kesilerek öldürüldüler. Barışın imkânı tamamen ortadan kalktı.

Hazırlanmış binlerce deveyle beraber çöl yoluna düştüler. Hüseyin Paşa'nın başına gelenler, diğerlerine itiraz değil, bir şey sorma şansı bile bırakmamıştı. "Çölde yaşamaya alışık düşman askerinin pusuları, akrep, yılan, sivrisinek, kış aylarında bile, gündüzleri 40 dereceyi bulan hararet vardı ve gece ısı sıfırın altına düşüyordu. Rüzgârın uçurduğu kumlar iyi korunan kapların içine girebiliyordu.

Mısır tahtına Sultan Gavri'nin ölümünden sonra Tomanbay geçmişti. Yeni Sultan, Gavri'nin yeğeniydi, aynı zamanda vekiliydi fakat onun yerini almaya pek istekli değildi.

Tomanbay'ın sultanlığı Merci-Dâbık'tan sağ kurtulan Emirlerin ısrarı üzerine gerçekleşmişti. Ridâniye'de göreceğiz Tomanbayı, bakalım amcasının kumandanlığını aratacak mı?

Ridâniye Zaferi (22 Ocak 1517)

Ölüm tüneli sayılabilecek 400 km den fazla bu çölü 13 günde geçen asker bitkin vaziyettedir. Bir haylide telefat olmuştur. Tomanbay'ın muazzam ordusuyla Yavuz'un ordusu karşı karşıya; şartlar ev sahibinden yanadır. Şah İsmail'le yapılan savaştan daha zor geçecek olan bu muharebe "henüz başlamış idi ki, baştanbaşa çelik zırh giyinmiş bir süvari fırkası Memlüklerin sol kanadından ayrılarak, dosdoğru padişahın sancakları üzerine yürüdü. Bunlar bizzat Tomanbay ile onun en iyi generalleri olan Alan-bay ve Kurtbay idi. Üçü de pâdişâhı canlı veya ölü olarak ele geçirmeye and içmişlerdi. Yavuz Sultan Selim zannı ile Vezir-i Âzam Sinan Paşa'yı ele geçirebildiler. Sinan Paşa Ramazanoğlu Mahmud Bey ile Haznedar Ali'nin arasında bulunuyordu. Tomanbay pâdişâh sanarak, doğru Vezir-i Âzam'm üzerine yürüdü. Alanbay Mahmud Bey'e ve Kurtbay da Ali Bey'e saldırdılar. Üçü de hasımlarını mızrakla öldürdüler. Bu cüretli hareketlerinden sonra -Alanbay bir kurşunla ağır yaralı olmakla beraber- üçü de ordularına döndüler."

Osmanlı Ordusu'nun hareket kabiliyeti Mısır Ordusu'nda şaşkınlık yaratıyordu. Ellerinde 200 top olduğu halde kullanma imkânı bulamadılar. Buna, Yavuz'un ordusu onlara top kullanma şansı tanımadı, demek daha doğru olur.

Avrupa'dan getirdikleri toplar bir mevziye yerleştirilmiş, ancak öne doğru ateş edebilirdi; yerleri keşfedilip, arkadan kuşatılınca değersiz bir demir yığını olarak kaldılar.

Osmanlı Ordusu'ndaki toplar her tarafa hareket edebiliyordu, böylece, büyük avantaj sağlandı. Savaş çok hızlı başlamış, hızlı devam ediyordu. İki tarafta var gücüyle saldırıp neticeyi kendi lehine çevirme gayretindeydi. İki taraftan da birçok asker ölüyordu.

Tomanbay, merkeze Yavuz'u öldürmek amacıyla saldırıp, Yavuz yerine Sinan Paşa'yı bedel almıştı ya, burada amacına ulaşamayışı moral bozukluğu yarattı ve ayrıca vücuduna bir yara aldı. Vaziyetin kötü gidişi karşısında kaçmak zorunda kaldı. Bu arada Ayntab Sancakbeyi Yunus Bey de şehit düştü. Memlûkler, her şeye rağmen cesaretle savaşıyorlardı. Fakat 25 bin askerleri öldü, bir kısmı esir düştü, sonra da, kalanlar kaçtı. Ölenler arasında büyük kumandanlar vardı. Zafer kazanan Osmanlı Ordusu'na Kahire yolu açıldı.

Kısa bir sürede biten Ridaniye Muharebesi'nde Tomanbay'ın çadırı ile hazinesi de Yavuz Sultan Selim'in eline geçmişti. O gece Ridaniye'de kalan Yavuz, ertesi gün yapılan cenaze töreninde gözyaşlarını tutamıyordu. Bütün şehitler için üzüldüğü muhakkak ise de çok sevdiği Sinan Paşa'nın şehadeti farklı bir acı yaşatmış Yavuz'a ve şöyle söylemiştir: "Mısır'ı aldık emma Yusuf'u gaaib ittük" Paşa'nın ismi "Sinanüddin Yusuf" olduğu için Hz. Yusuf'a telmihte bulunulmuştur."

Kahire

Ridaniye'den yaralı olarak kaçan Tomanbay, geceleyin gizlice Kahire'ye girer. Sekiz gün sonra da Osmanlı ordusu Kahire'dedir. Memlûklar bu sefer kendilerini daha iyi savunurlar; savaş tam üç gün devam eder. "Sultan Tomanbay'ın ancak 10.000 askeri vardı. Fakat yüzlerce yıldan beri dışarıdan bir istilâ görmemiş olan mağrur Mısır Türkleri, kadınlarında katılması ile şehri şiddetle savundular."

İşte bu savaştan sonradır ki, Peygamber Efendimizin mukaddes emânetleri ve Memlûk hazinesi Yavuz'un eline geçti. Ganimetlerin sadece altın ve gümüş olanları 1000 deve yüküdür. Bu ganimetler ve Emânât-ı Mukaddese ile Yavuz'un hilafeti devraldığı III. Mütevekkil de İstanbul'a gelenler arasındadır.

Üç İdam

Yavuz zafere sevinirse de, içinde acılar, öfkeler var. Bunlardan birini içine sindiremez. Ridaniye'de öldürülen Vezir-i Azamı Sinan Paşa'dır unutamadığı. Onu öldüren Kurtbay'ın bulunmasını emreder. Kurtbay bulunur Sultanın huzuruna getirilir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

"Yavuz Selim sorar:

- Sen at kahramanısın. Şimdi senin yiğitliğin nerede?

Kurtbay şu cevabı verir:

- Yiğitliğim bakidir!

- Orduma ne yaptığını bilir misin?

- Pek güzel biliyorum.

- Tomanbay ve Alanbay ile yapmaya cesaret ettiklerinize hayret ediyorum. Benim Vezir-i Âzamimin hayatına mâl olan cüretinizin akıllı bir hareket olduğu söylenemez."

Yiğitçe konuşmaları belki takdir görebilirdi, fakat küstahça ağır hakaretlere başlayınca Yavuz'un yapacak bir şeyi kalmamış. Belki arkasından üzülecektir ya, cellât çağırmaya da mecburdur. Kötü örnek olmaması için.

Tomanbay da adamlarının kalleşliğiyle, yakalanıp Yeniçeri Ağası'na teslim edilir. Elleri bir mendille bağlanmış olarak Pâdişah'ın çadırına getirilir. Tomanbay'ın ürkek, üzgün ve saygılı selamına Yavuz'un ilk mukabelesi şudur:

"Elhamdülillah, işte şimdi Mısır fethedilmiş oldu." Daha sonra iki tarafta biribirini savaşa sebebiyet vermekle suçlamaya başlar. Yavuz'un, "niye direnip kan dökülmesine sebep oldun" sualine, Tomanbay memleketini korumanın görevi olduğunu söyler ve sorar: "Lâkin sen bu haksız taarruzdan Cenab-ı Hakk'ın huzurunda kendini nasıl temize çıkaracaksın?"

Yavuz, çeşitli sebepleri sıraladıktan sonra, bütün hareketlerinin fetva ile olduğunu söyleyip konuşmayı bitirir. Şanına lâyık saygı gösterilmesini tenbih ile şimdili

Link to comment
Share on other sites

Bir Tebessüm Bir Öfke

Her zaman olduğu gibi yine asker usanmıştır. Fethedilen topraklar vatandan sayılmıyor olmalı ki, vatan hasretine dayanamıyorlar ve bir cesur adamla Yavuz'a duyurmak istiyorlar. Daha önce bu tür istekte bulunan başını kaybettiği için çok tehlikeli bir konuşmayı kimse kabullenemiyor. Anadolu Kazaskeri büyük âlim Kemalpaşazâde Allah'tan başka bir şeyden korkmayan cesur bir adamdır. Sultanın saygı duyduğu bir değerdir ayrıca.

Bir gün beraber gezerlerken Yavuz sorar. "Askerler ne düşünür? Seferin uzadığından şikâyet edenler var mı?

Kemâlpaşazâde der ki, "Nil kıyısında bir asker türkü söylüyordu.

Yavuz, "peki der, neymiş bu türkü!"

Kemalpaşa zade sözleri terennüm eder.

Nemiz kaldı bizim mülkü Arab'da

Nice bir dururuz şam ü Haleb'de

Cihan halkı kamu ays-ü tarab da

Gel ahi gidelim Rum illerine

Yavuz Sultan Selim'in kaşları çatılmaz. Gergin yüzü gevşer, gülümser. Mesajı aldığını belli eder. Dönüş için hazırlıklara başlanır. Birkaç gün sonra Kazaskere sorar. "O Türküyü sen mi uydurmuştun?"

Kemâlpaşazâde'nin "evet" demesine darılmadığı gibi 500 duka altınla mükâfatlandırır. Bu âlimle ilgili bir güzel hatıra daha var. Bir gün at üstünde yanyana giderlerken çamurlu bir yere gelirler. Kemâlpaşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz'un kaftanını kirletir. Yavuz derki. "Bir Âlimin atının sıçrattığı çamur benim için şereftir. Bu çamurlu kaftan, öldüğüm zaman sandukamın üzerine konsun." Vasiyeti yerine getirilir.

Bir Vezir Başı Daha!

Mısır'dan dönüş hareketi başlar "Katiye Çölü'nü geçtikten sonra Yavuz Sultan Selim yanında giden Vezir-i Âzam Yûnus Paşa'ya dönerek:

- İşte Mısır arkamızda kaldı, yarın Gazze'de bulunacağız dedi. Yunus Paşa kendi arzusu dışında girişilmiş olan bu sefer hakkında gizli görüşünü bu münasebetle ortaya koyan şu cevabı verir.

- Bu kadar zahmetler, bu kadar yorgunluklar, ordunun yarısının savaşmalarda ve kum çöllerinde telef olmasından ve Mısır'ın hainlerin idaresine geçmesinden başka ne faide verdi?"

"Pâdişâh hemen atının dizginlerini çekip Vezir-i Âzam'ın idamını emretmiş. Paşa'nın boynu vurulmuştur. Yavuz'un bu huyu;

Rakibin ölmesine çare yoktur Vezir olsun meğer Sultan Selim'e

Beytiyle divan şiirine ve hattâ darbımesel şeklinde halk ağzına geçmiştir."

Dönüş

Yavuz Sultan Selim 5 Haziran 1516’da ayrıldığı İstanbul'a 1518'in Temmuz ayının sonunda döner. Çok zor ve acılı günler yaşanmıştır ama yapılanın turistik seyahat olmadığı, ulvi bir amaç için çöllerle kucaklaşıldığı düşünülünce kutlu dönülmüştür, diyoruz. Dünyanın çehresini de, dengesini de değiştiren büyük savaşlar ve büyük fetihler gerçekleştirilmiş,

Osmanlı Türk Devleti'nin topraklan iki mislinden fazla genişletilmiştir. "Mısır Seferi'nde fethedilen toprakların üzerinde bugün Mısır, Cezayir, Sudan, İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün, Yemen devletleri ile Suudi Arabistan ve Libya devletlerinin bir kısmı ve Türkiye'nin Gaziantep, Hatay, Adana vilayetleri, Tarsus gibi birkaç kazası bulunmaktadır."

Zafer öyle tesirli bir iksir ki, kapatamayacağı savaş yarası yoktur. Yavuz, o iksirin sahibi olarak, yüzbinlerce kişi tarafından beklenmektedir. Büyük başarıların Başbuğuna büyük törenler hazırlanmaktadır. Yüzbinlerce coşkun insan duygularını, minnettarlıklarını göstermek için heyecanla bekleşirken, Yavuz haberdardır hazırlıklardan. Devlete ait meselelerde ne kadar katıysa, ne kadar keskinse Yavuz, kendi şahsıyla ilgili işlerde o kadar utangaçtır, çekingendir... Beklendiği vakti de bilmektedir. Yolu biraz hızlı alıp erken gelir İstanbul'a. Halk sabahı beklerken, o yatsı vakti havanın karanlığından istifade ederek boğazdan bir kayıkla Topkapı Sarayı'na geçer. Mahcubiyetle yaşayacağı merasimden böylece kurtulur.

Ayrılık ve Kavuşma

Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra donanmaya ait çalışmaları hızlandırır. Şehzadeliğinden beri mücâdele ettiği Alevi ayaklanmalarının üzerine gider.

Şâh İsmail'i mağlub etmekle, Anadolu'daki faaliyetlerin kökünü kazıyamamıştır. Bozok Türkmenleri'nden Celâl adlı birinin etrafına topladığı 20000 kişiyle Amasya'dan Tokat'a geldiği, Mehdiliğini anlatmaya çalıştığı duyulur. Kısa zamanda icabına bakılır.

Hiç bir karşı koymayı affetmeyen Yavuz'un ilme duyduğu aşkı, âlime gösterdiği hürmeti herkes tarafından kabul edilirdi. Hürmetini kazanan âlimlerden biri de "Zembilli Ali Efendi" diye meşhur olan Müfti Ali Cemali'dir. Bu zata Zembilli denmesinin sebebi ise; sorulan, istenen fetvaların çokluğundan, herkesi tek tek dinlemeye vakit ayıramadığı için, meseleleri yazılı isteyip, pencerelerinden sarkıtılan zembillerle gelen soruların, yine zembille "olur" yahut "olmaz" cevabını ulaştırmasıdır.

Bu âlime bir gün, Yavuz sorar: "Bütün dünyayı fethetmek mi, yoksa milletleri İslâm'a getirmek mi daha makbuldür?" Cevap: "İslama getirilmeleri makbuldür" olur. Pâdişâh derhâl kiliselerin camiye çevrilmesini ve İslâm dinine girmeyenlerin öldürülmesini emreder. Bu emri alan Vezir-i Âzam yanlışlık olduğunu düşünür, hemen Müftiye koşar; Müfti Zembilli Ali Efendi ile Vezir-i Âzam Piri Paşa, Fatih'in Hıristiyanlara verdiği hakların geri alınamayacağına, Zembilli'nin soruyu tam anlamadan yanlış cevap ver¬diğine ikna ederek, Yavuz'a emrini geri aldırtırlar.

Celâli İsyanı (Nisan 1519)

Suriye'yi, İran'ı, Mısır'ı ele geçirmek için zehirli yılanlarla, akreplerle boğuşan Yavuz, Anadolu'nun orta yerinde kuvvetli bir isyan hareketiyle karşılaştı. Çok tehlikeli ve affı mümkün olmayan davranışa başlamıştı Bozoklu Celâl. Bir asırdan fazla Anadolu'nun kana boyanmasına temel olan, bu hareketin isim babası Celâl Turhavi taraflarında bir mağarada itikâfa girip, ibadetle günlerini geçiriyor, dindar halkın sevgisini kazanıyordu. Etrafına bir hayli mürit toplandı. Kendisini mehdi ilân ettiği zaman emrindeki piyade ve süvari sayısı 20 bini bulmuştu.

Dünya saltanatını elde etmeye çalışırken kullandığı ünvân "Şah Veli" idi. Celâl, askeri güç itibariyle Osmanlı beylerinden üstündü. Havalideki beyler ve memurlar da ona boyun eğmeye, yanında yer almaya başladılar, durum tehlikeli bir hal aldı.

Pâdişâha akseden durum ciddi bir tehlike olarak görünüyor, acilen halli gerekiyordu. Üzerine kuvvet göndermekten başka çare yoktu. Vezâret payesi verilmekle itibârı yükseltilen Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa İstanbul'dan, Şehsuvar oğlu Ali Bey Elbistan'dan harekete geçtiler. Artık Celâli adım almış olan asiler hükümet kuvvetleriyle çarpışmayı göze alamayıp kaçtılar. Şeyh Celâl'in başı kesilip İstanbul'a gönderildi. Askeri dağıldı ama Orta Anadolu'ya atılan Celâli takımı zaman zaman dal-budak saldı, ileriki zamanlarda devletin başına belâ oldu ve günahlı günahsız onbinlerce insan bu ad etrafında öldü.

Rodos Seferi'nin Ahiret Seferi'ne Dönüşü

Rodos üzerine gidilmesi düşünülür. Sultan Selim, Hasan Çan'la Eyüb Câmii'nde namazdan çıkmaktadırlar. Gemilerin hazır olduğu haberini alır ve sorar. "Yeterli barut var mıdır?" söylenen miktarın az olduğunu duyunca kızar, der ki:

"Dört aylık barutla ne yapılır? En az iki katı olmalı. Yoksa siz benim de, dedem Fatih gibi geri çekilip mahcup olmamı mı istersiniz? Bu yarım hazırlıkla Rodos'a gidemem. Hem öyle sanıyorum ki, Âhiret yolculuğundan başka artık seferim yoktur."

Yavuz 50 yaşındadır. Aslan yapılıdır, cevvaldir de. Fakat omzundaki çıbanın, (Şirpençe) boğazına uzanacak Azrail'in eli olduğu içine doğmuştur.

İstanbul’dan Edirne'ye gidilecek. Çıbanın verdiği ağrı artar. Hasan Can rica eder arabaya binmesi için. Sultan ata biner. Çorlu'nun bir köyü geçilirken, ağrısı şiddetlenir. Bu köy babasıyla taht kavgasına giriştiği köydür. Kim bilir, maziye nasıl gider gönlü ve gözleri bilemiyoruz ama çelik iradeli Yavuz'un hassas kalbi yaş olup kirpiklerinden bir kaç damla süzülmüştür herhalde. Bu yaşları, isteyen dayanamadığı ağrının isteyen babasının hatırasına duyduğu saygının işareti sayabilir.

Edirne'de son gece. Yavuz yatakta. Hasan Can'ın, "Sultanım Allah'la olmak vaktidir" dediği, Sultan'ın da ona, "Hasan Can biz şimdiye kadar kimleydik ki?" dediği zamandır.

"Hasan Can 'Yâsîn' sûresini okuyor, Pâdişâhın titremekte olan dudakları beraber okuduklarını gösteriyordu. Hasan Can: "Selâmün kavlen min Rabbin Rahim" (Rahim olan Rabdan onlara selâm gelir) âyeti kerimesine gelince, Yavuz Sultan Selim, şehâdet parmağını kaldırarak diğer parmaklarım yumar ve hayata gözlerim kapamıştır. (22 Eylül 1520) Nur içinde yatsın.

Yavuz'un vefatı oğlu Şehzade Süleyman gelene kadar gizli tutulur. Sekiz gün sonra Manisa'dan gelen şehzade 25 yaşında, dünyanın bir numaralı devletinin başına geçer. Babası 7 milyon km kareye yakın bir memleket bırakmıştır. Bu büyüklükteki bir devletin korunması da kolay iş olmaz herhalde. Bir ucundan öbür ucuna atla aylarca gidilmesi lazım.

Yavuz oğluna Piri Paşa gibi bir Vezir-i Âzam'la, çok değerli âlimler de bırakmıştı. Güçlü bir donanma ile Barbaros kardeşlerin şanlı zaferlerinin temeli atılmıştır. Süleyman, Babasına lâyık olacaktır. İlk olarak O'nun cenazesinin defni ile işe başlayacak. Hep böyle oluyor zaten. Padişahlığın kaderi bu. Eski pâdişâh gözyaşlarıyla ebedi istirahatgahına tevdi edilir, sonra şenliklerle saltanata başlanır.

"Cenaze namazı Fatih Câmii'nde kılındı. Cenazesinin gömüldüğü yere, oğlu sonradan bir türbe ve türbenin yanına da tek kubbesi ile meşhur muhteşem Sultan Selim Câmii'ni yaptırdı."

Yavuz Sultan Selim'in bir tek evliliğe, bir tek evlâda sahip olması sakal bırakmaması, çok kısa süren saltanatı, çok büyük fetihler yapması özelliklerindendir.

Saraylarda sefa sürmeyi düşünmemiş, bütün enerjisini memleketini büyütmeye, İslâmiyet'e hizmete harcamıştır.

Yavuz Sultan Selim'in Şahsiyeti

"Uzuna mail orta boylu, toparlak kırmızı yüzlü, çalma siyah kaşlı, iri kemikli büyük başlı, koç burunlu, uzun iri bıyıklı ve sakalsız"dı. "Bakışı müessir yani keskin ve naçiz, mizacı asabi idi. Konuşurken fart-ı zekâ ve asabiyetinden dolayı birkaç defa tekrarlardı.”

Yavuz devlet işlerini gelişi güzel değil bir program dahilinde günlerce düşünüp, vezirleriyle fikir alışverişinde bulunur ondan sonra uygulardı. Sorduğu meseleler, genellikle korku belasına kendi istediği gibi cevaplandırılırdı. Kendisiyle korkusuzca konuşabilen insan sayısı çok azdı. Bunlardan ilk akla gelenler Piri Paşa ile Kemal Paşazâde'dir. Piri Paşa'yla ilgili küçük bir diyalog aktaralım.

Vezirler her an ölümle yüzyüze yaşıyor ve birçoğu en küçük yanlışları sonucu -ki yanlışsa eğer- can verdiler. Piri Paşa Sadrâzam olmuştu da ne zaman öldürüleceğinin merakı içindeydi. Birgün "Pâdişâhım, dedi, önünde sonunda bir bahane ile beni öldüreceksin, hemen bir gün evvel halâs etsen münâsiptir." Piri Paşa'nın naz ve yeis dolu sözüne Pâdişâhın karşılığı şöyle olmuştu:

"Benim dahi bu mânâ muradım: Lâkin senin yerini tutan adam bulunmaz, yoksa seni muradına eriştirmek kolaydır."

Yavuz ilim ve edebiyat meraklısıydı; bu yolda mesafe almış olanlara sevgisini esirgemezdi. Farsça şiirleri olduğu önceden belirtilmiştir.

Malûm olduğu üzere saraylarda vakit geçirmeyi tercih etmemiş, sekiz senelik saltanatı gazalarla geçmişti. Savaş o kadar zamanını almıştı ki, hayır eserleri yaptırmak için fırsat bulamamıştı. Belki de yaşlanacağı yıllara saklıyordu hayırseverliğini, ona da ecel fırsat vermedi. Banisi olduğu eserlerin hepsi Şam'da Muhyiddin Arabî adına yaptırdığı cami ve türbe ve bir de Konya Mevlevi tekkesine getirdiği su. Sâhibül hayrat dedirtemedi kendisine.

Savaşları anlatıldı. İlim ve ilim adamı sevgisi belirtildi şairliği söylendi. Bir beyitle Türkçe şiirinden örnek verilmişti İsmail Hami Danişmend Yavuz'un bir beyitini "Türkçe yazdığı tek beyit" diye veriyordu. Bir de aynı iddiayla takdim etmiştik. Uzunçarşılı bir gazelden bahsediyor. Yavuz'un "Türkçe bir gazelinden, diyerek iki beyit almış kitabına, onun bir beyiti şu aşağıdaki:

Ey Selim kan dökerse Çeşm-i giryanın nola

Lâl-i yâre dil verenler Lâl-i cevherden geçen

Ecnebi tarihçiler Yavuz Sultan Selim'in kan dökücülüğünden bahseder. Doğrudur. Yalnız o günler, elinde kılıç taşıyan, eğer kullanabiliyorsa mutlaka kana bulaştırırdı.

Bu kanın kime ait olduğunun düşünüldüğü yoktu. Avrupa devlet ve devletçikleri taç için analarını bile harcarken Osmanlı'da bu olmamış, bir aile savaşı yaşanmış ise erkekler arasında yaşanmıştı.

Bazı durumlarda bir bardak kan akıtmak, bir bidon kanın akıtılmasını önlemişse, bunu ayrı değerlendirmek lâzım.

İşin bir garip tarafı Yavuz'u eleştiren Batılılar hiç yumruğunu yememiştiler. Devamlı Batı'yla dost kalma gayreti güden Yavuz, Doğu'da devletinin arkasını güçlendirmeye çalışmıştı.

Bütün zamanların değil ama yaşadığı zamanın en büyüklerinden sayılması, hatta zamanının en büyüğü kabul edilmesi onun mevcut itibarına bir şey katmaz.

Yaptığı fetihlerin müftü fetvasına uygunluğu dikkate alınınca keyfi "kan döktü" demek yanlış olur. Cesurdu, kuvvetliydi, imkânı vardı bunları Müslüman milleti adına kolladı. Hilafetin Araplardan Türklere geçmesini sağladı. Sekiz senelik iktidarına büyük fetihleri sığdırmayı başardı ve en iyisi -belki-Şehzâde Süleyman'a rakipsiz bir devlet bıraktı.

Link to comment
Share on other sites

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN

(1520–1566)

10bp9.jpg

En uzun saltanat süren, en şaşaalı yaşayan Padişah. En büyük hukukçular, en kabiliyetli denizciler, en derin şairler, en namlı ilim adamları, en dirayetli devlet adamları onun zamanında boy gösterdi. Avrupa ona "Muhteşem" derken biz "Kanunî" dedik. Şimdi Muhteşem Kânunî'nin devrinden ve hayatından bazı resimler seyredeceğiz...

Yılmaz Öztuna'nın başladığı gibi başlamak hoşumuza gitti; ondan bir küçük paragrafla ki ayet mealidir- başlıyoruz:

Besmeleyle:

"Süleyman, Allah'a dönüp O'na sığındı: 'Allah'ım; dedi; beni yarlığa! Bana öyle bir saltanat ver ki, benden sonra kimse ona nail olmasın. Şüphe yok ki her isteğimizi veren sensin.' Biz de ona rüzgârları musahhar kıldık. Rüzgâr, tatlı tatlı eserek Süleyman'ın emrini dilediği yere iletirdi... Bu devlet, bu saltanat bizim vergimizdir." (Sûre-i Sâd, 34–39).

Âyette geçen Hz. Süleyman'dır. Davud Peygamberin oğlu. Hem Peygamber hem Devlet Başkanı'ydı. Halk arasın yaygın olan kanaate göre 500 sene yaşamıştı. İlim adamlarının tespiti ise 60 seneden fazla yaşamadığı yönünde. Cenabı Allah'ın kendisine verdiği imkânlar, ömrünün çok uzun sürdüğü zannını veriyor olabilir. Kimin, dünyevî haşmeti, elde ettiği dünyalıkla öğünür gibi görünü dikkat çekse, "dünya Sultan Süleyman’a kalmadı" denerek boşa öğünmemiz tembihlenir. Bu darbımesel'in muhatabı Süleyman olduğu halde Kanunî Sultan Süleyman olduğunu düşünenler de çıkar.

Yukarıda zikredilen ayet Cenâbı Allah'ın kelâmıdır ve tabii ki Peygamber Süleyman'dan bahsediyor, acaba bizim Süleyman da öyle bir dilekte bulumuş muydu? Bize ulaşan bilgilerde böyle bir kayda rastlamadık. Bilinen o ki, Osmanlı Devleti tarihinin en uzun saltanat süreni Kanuni Sultan Süleyman olmuştur.

Önceki padişahlar çok şehzade sahibi idiler; hem hayatları, hem de ölümleri kargaşalı oldu. Yavuz'un tek erkek evladı olması, Süleyman'ı kardeş kavgasından, kardeşkanı dökmekten korumuştu. Rakipsiz olarak, muhteşem mirası devraldı. Bu miras O'nun kabiliyeti, disiplini ve kânunlara saygısıyla maddi-manevi iki sahada da gelişti. Yeri geldikçe anlatılacaktır; acı görmeden şehzadelik sürüp, acılar çekmeden tahta oturması ömrünün acısız geçeceği manasına gelmiyordu. Ömrü başarılarla geçerken, yüreği en elim acıları tadacaktı, tattı.

Şimdi, Şehzade Süleyman'ın padişahlığa ilk adımını atışıyla mevzua girip, önemli sayılan olayları sırayla anlatmaya çalışacağız.

Süleyman, babası Yavuz Trabzon'da Vali iken 1494–1496 arası yıllarda doğmuştu. İlk tahsiline-eğitimine Trabzon'da başladı. Son şehzadelik yılları Manisa Valiliği'yle geçiyordu. Babası Çorlu yakınında vefat edince, Vezir-i Âzam Piri Paşa Silahdarlar kethüdası Süleyman Ağa'yı gönderip, acele gelmesini tembih ettirdi. Şehzade 30 Eylül 1520'de Üsküdar'a geldi. Yavuz Sultan Selim'in ölümü de bu günlerde, Piri Paşa tarafından açıklandı. Kısa sürede Çorlu'dan İstanbul'a dönen Piri Paşa cülus hazırlığı yaptı.

Yavuz'un ölümüne gösterilen matem havası, yeni Pâdişah'a gösterilen kutlama hareketlerine karıştı. Önce cenazenin demi yapıldı. Sıra, taht sahibinin yeni vazifelerine geldi. Yeniçeriler 3000 akçe karşılığı 50'şer altın, diğer sınıflar biraz daha düşük miktarda altın aldılar. Vezir-i Âzam Piri Paşa mevkiini korudu. Padişah, Manisa'da Lalası bulunan "Kasım Paşa'yı Vezirlikle taltif etti. Bu suretle divanda ilk defa dört vezir bulunması (İkinci Vezir Mustafa Paşa, Üçüncü Ferhad Paşa, Dördüncü Vezir Kasım Paşa) usulü ihdas edildi.

Kanunî Sultan Süleyman, babası tarafından Tebriz'den getirilen 600 evden mürekkep sürgünlere hürriyetlerini iade etti. İsteyenin memleketine dönebileceğini, isteyenin de İstanbul'da kalabileceğini bildirdi.

Canberdi Gazali İsyanı

Sultan Süleyman, kan dökmeden saltanata başladı ve kanunlara itaatkâr tavrıyla hürmet kazandı. Bu demek değildi ki işler hep sükûnetle devam edecek! Canberdi Gazali adlı bir adam var. Dalmaçyalı bir Slav esiriydi; Tomanbay'ın devlet adamları arasına girdi. Şam emirliği yapıyordu; Mısır Seferi'nde Yavuz tarafına geçti. Seferden sonra Yavuz Selim onu "Kudüs ve Gazze" sancakları ile beraber Şam eyaleti Beylerbeyiliği'ne getirdi.

İşte bu Slav Canberdi Gazali Sultan Süleyman'ın cülusunun ilk aylarında isyana kalkıştı. Suriye ve Filistin'i ele geçiren Gazali Mısır'a yönelip Hilafeti ele geçirme fikri taşıyordu. Arap ve Kürtler'den 15.000 kişilik askeri ile tam Ali kıran baş kesen olmuştu.

Kanunî, isyankârı cezalandırmak için Üçüncü Vezir Ferhad Paşa ve Anadolu, Rum, Karaman Beylerbeyileri'ni gönderdi. Saltanatın ilk kanını Canberdi Gazâli'nin isyankâr başının kesilmesiyle gören Kanunî, bundan sonra da bol miktarda görecektir. Kırk altı senenin savaşlarla, zaferlerle dolacağının ilk adımı, ilk işareti Gazali âsisiyle atıldı ve artık devam edecek.

Belgrad: 1. Sefer-i Hümâyun (18 Mayıs 1521)

Belgrad netameli yerdir. Fatih'in yaralanmasına sebep olan, ama bir türlü alınamayan Belgrad'a bu üçüncü seferdir. Sırplar'dan alınıp Macarlara verilmişti. Şimdi Kanunî "emanetimizi verin" demeye gidiyor. Macarlar vergi isteyen Behrâm Çavuşu öldürmeseydiler, belki de bu sefer başka zamana kalabilirdi.

Belgrad, başlangıçta Sırplar'a ait idi. Yoğunlaşan Türk akınlarından bunalan Sırplar, şehri koruma ümitlerini kaybedince "Müslüman Türk'ün eline geçeceğine Hıristiyan Macar'ın olsun" deyip Belgrad'ı Macarlar'a devrettiler. Türk-Macar sulhu yaşanıyordu. Yavuz'un ölümü, Kânunî'nin cülusu dost devletlere bildiriliyordu. Âdet olduğu için yapılan bu vazifeyi Macarlar'a karşı yerine getirecek olan elçi Behrâm Çavuş ya ağır hakarete uğramış yahut öldürülmüştü. Kâfi bir bilgi mevcut değil. Hangi hal olursa olsun savaş sebebidir. Elçi hakarete uğramış olsa da sulh anlaşması bozulmuş demektir. İşte bu olaydan sonra harekete karar verildi.

Bütünüyle durumu değerlendirmek için Karadeniz'den Tuna'ya kadar olan sahil güvenliği Danişmend Reis'e verildi. Akıncılar Mihaloğlu, Turahanlı ve Bosna Beyi Yahya Paşazâde Bâli Bey komutasında Macaristan içlerine sevk edildiler.

Daha önceki padişahların seferinde rastlanmayan yeni bir şey vardı Kanuni’nin ilk seferinde. Edirne, Filibe ve Sofya medreseleri talebeleri (softalar) savaşmak için Padişah’ın ordusunda yer almıştılar. Bundan dolayı da Belgrad'a Darül Cihad adı verilmişti.

1521'in Mayısında İstanbul'dan hareket eden ordu, birkaç küçük kalenin fethiyle oyalanarak Belgrad'a geldi. Burada Sava Nehri'ne köprü kurulmasına uğraşıldı, 12 günlük çalışmadan sonra tamamlanan köprüden askerler karşıya geçtiler. Kalenin teslim alınması uzun çarpışmalara mal olacaktı. Ağustosun sonuna kadar çalışıldı, şehrin ve kalenin teslim alınması için.

Sultan Süleyman Belgrad’a camie çevrilen kilisede Cuma namazını kıldıktan sonra İstanbul'a hareket etti. (18 Eylül)

Piri Paşa'nın maceradan uzak tavsiyelerinin Belgrad fethinde önemli rol oynadığı kabul ediliyor. Üçüncü Vezir Ahmed Paşa (Hâin Ahmed Paşa) Pâdişâhı Budin fethine iknaya çalışırken Pirî Paşa Belgrad'ın kilit sayıldığını, burası alınırsa Macaristan fütuhatının kolaylaşacağını padişaha kabul ettirmişti.

Belgrad Kalesi'nin teslim alınmasından sonra kalede yaşayanlardan bir kısmı Macaristan'a gitti. Aslen Sırplı olanlar ise aile halkıyla beraber İstanbul'a gönderildiler. Sur ile Koca Mustafa Paşa arasında kalan Yedikule civarındaki Belgradkapı adı bu Sırplar'dan kinayedir. Yerleştikleri mahalleye Belgrad Mahallesi dendiği gibi Sur kapısına da Belgrad-kapı denmiştir. Şimdi o Sırplardan eser görünmemekte. İhtida edip İslâmlaşarak Türklerle kaynaştılar mı? Yoksa tekrar memleketlerine mi gittiler? Bilinmiyor.

Rodos 2. Seferi Hümayun (18 Haziran 1522)

Dünya Hıristiyanlarının en dindar savaşçılarının küçük memleketi Rodos "Saint-Jean" (Hazret-i Yahya) Dindar şövalyelerin tarikatının adı bu. Aralarında yerli halk hariç, sıradan insanlar yok, Bunlar, pek çok Hıristiyan ülkesinin, dinleri adına Müslümanlarla savaşacak asilleridir. Kalelerine daha önceki padişahlar da saldırmış başarı sağlanamamıştı. Bu ada sahipleri her fırsatta Türk düşmanlığını ön plana çıkarır, şehzade kavgalannı körükler, Türk gemilerine karşı korsanlık yapar... Kısacası Türkler için müzmin baş ağrısıdırlar. Giderilmesi gerek.

18 Haziran'da Rodos'a dümen kırar donanma, irili ufaklı 700 gemiden meydana geliyordu ve Marmara'dan Ege Denizi'ne akıp gidiyordu. Donanmanın sevi ve idaresinden sorumlu kumandanı meşhur Kurdoğlu Muslihiddin, başkumandan Pulak Mustafa Paşa. Gemiler, 24 Haziran'da adaya geldi, Kanunî daha sonra gelip Temmuz sonlarına doğru adamı muhasarasına başlandı.

Rodos kolay alınacak kalelerden değildir. Divan görüşmelerinde Piri Mehmed Paşa, Çoban Mustafa Paşa ve Kurdoğlu'ndan başka bütün Paşalar, bu sefere taraftar olmamışlardı. Rodos'un Avrupa devletlerinden yardım göreceği, fethinin tehlikeli olduğu savunulmuştu; fakat Kanunî bilhassa Vezir-i Âzam Piri Paşa'nın görüşüne ehemmiyet vererek teşebbüse geçmişti. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra şövalyelerin gücü tükendi, bazı şartlarla teslim olmayı kabul ettiler.

20 Aralık'ta şartname imzalanarak, ada boşaltılıp teslim alındı. Sonradan, Kanunî Sultan Süleyman Üstâd-ı azamın ihtiyarlığını düşünerek adadan ayrıldığına üzülmüş. Bu insani bir duygudur Kanuni’ye pek yakışır ama herhalde Kanuni’yi asıl üzen şey 20.000 şehidimiz olmuştur. Büyük meydan savaşlarında bile bu kadar şehit verilmiyordu. Bizzat padişahın ve Vezir-i Âzam'ın iştirak ettiği ve 4-5 ayda zor fethedilen Rodos'un ne kadar müstahkem ne kadar tehlikeli bir yer olduğu da anlaşılmış oluyordu. Buna göre küçük bir adadır diye, kazanılan zaferi küçük görmek, herhalde doğru değildir. 20. asırda başımızın büyük belalarından biri olan 12 adanın da o savaşla elimize geçtiğini düşünürsek, bir kat daha önem veririz bu zafere. Ve on iki adayı bugüne kadar elimizde tutamamış olmamızın suçlularına da rahmet dilemeyiz.

Rodos'un boşaltılmasından sonra gereken ne ise yapılarak, Sancakbeyliği'ne Kurdoğlu Muslihiddin Reis tayin edildi. Bu zaferin yankılan Avrupa'da büyük olmuş. Kânunî'nin büyük hedeflerinin habercisi saymışlar bu fethi ve Papa VI. Hadianus haberi duyunca üzüntüsünden ölmüş.

Bir Üzücü Haber

Koskoca bir dünya devletinin her tarafında, her işin düzgün gitmesi, elbette kabil değildir. Kanunî Rodos işiyle meşgul iken, Anadolu'da hoş olmayan bir olay cereyan etmiş. Olayı İsmail Hami Danişmend'in Kronolojisinden özetleyeceğiz: "Elbistan-Maraş ve havalisindeki Dulkadir Devleti Osmanlı idaresine girdikten sonra Yavuz Sultan Selim tarafından beylik makamına tayin edilmiş olan Şehsuvaroglu Ali Bey Dulkadir hükümdarlarının sonuncusudur... Ali Bey'in Osmanlı Devleti'ne çok büyük hizmetleri vardır... Yavuz devrinin sonlarında çıkan Bozoklu Celâl İsyanı'nı, Kanunî devrinin başında çıkan Canberdi Gazali İsyanı'nı, bu isyanları bastırmakta görevli Ferhad Paşa'dan çabuk davranarak bastırmış. Canberdi'nin kesik başını Kânunî'ye göndermiştir. Kânunî'nin de sevgi ve güvenini kazanan Şehsuvaroglu Ali Bey'in başarısı Hırvat dönmesi vezir Ferhat Paşa'yı kıskandırmıştır. Ferhat Paşa Kânunî'ye, Ali Bey'in halka zulmettiğini, padişahın aleyhinde faaliyetler içerisinde bulunduğunu ustalıkla anlatmış, Kânunî'yi yalanlarına inandırmış, Kanunî, icabına bakılmasını emretmiş. Ferhat Paşa'yı İran'a karşı hudut muhafazası bahanesiyle Anadolu'ya göndermiş ve Şehsuvaroglu Ali Bey'e de bir "Emr-i Şerif" çıkartarak Ferhad Paşa'yla görüşüp müşavere etmesini bildirmiş. Ferhat Paşa Emri Şerif mucibince Tokat'taki karargâhına Ali Bey'i davet etmiş. Ali Bey'in hiçbir şeyden şüphesi yoktur. Devlete hizmette kusur işlememiştir. Devletin veziri çağırır da gitmemek olur mu? Ne kadar evlâdı, kabilesi varsa hepsini yanına almış, çocuklarından karşı gelip 'Hepimizin gitmemiz hayra alâmet değildir, siz giderseniz biz kalalım" demeleri fayda etmemiş. Oğluna "Ben Âl-i Osman'ın doğrusuyum kimden ne bakim -korkum- vardır" demiş.

"Bütün oğulları, torunları, akrabaları ve adamlarıyla beraber metbûunun emrini yerine getirmek için Hırvat dönmesinin karargâhına gitmekte tereddüt etmemiştir. Türklüğe çok büyük ve parlak hizmetleri olan bu kahraman ihtiyarın bütün neslini de ******ürmesi merdane bir harekettir: Fakat bu hareket ne kadar asilse, ordugâha varır varmaz bu muhterem ve kahraman ihtiyarı bütün oğullarıyla ve adamlarıyla beraber şehit eden Hırvat dönmesinin kahpece cinayeti de o kadar mülevves -pis-dir. Tabii bu iğrenç devşirme cinayeti Kanuni’nin o muhteşem adalet devrine yakışmayan bir zulüm lekesidir: Bu leke ancak Sultan Süleyman'ın büyük bir ustalıkla aldatılarak Anadolu'da mühim bir isyan çıkacağına inanmış sırf bir isyanın önüne geçmek için Ferhat Paşa'ya istediği salahiyeti vermiş ve nihayet Ferhad'ın mahiyeti anlaşıldıktan sonra da kendi eniştesi olduğu halde cezasını vermekte tereddüt etmemiş olduğu hesap edilmek şartıyla silinebilir." Bu paşa daha sonra asılmıştır.

Sultan Selim Camii’nin İbadete Açılması (Aralık 1522)

Sekiz senelik saltanatı gaza meydanlarına geçen Yavuz, İstanbul'a bir cami bile yaptıramadan ruhunu teslim etmişti de, oğlunun gücüne gittiydi. Kanunî, babasının yaptırma fırsatı bulamadığı bu eseri onun adına başlattı. 1521'in Mayıs ayında inşaatı başlandığı varsayılıyor ki; buna göre çok hızlı çalışılmış, bir buçuk seneden az fazla zamanda bu zarif mabet tamamlanmıştır. Sultan Selim'in türbesinin de bulunduğu bu yer, âdetlere uygun olarak diğer müesseseleri bağrında taşımaktaydı. Şimdiye bir şey kalmamış olsa da, o gün imaret, tabhâne, mektep, medrese vs. eserler ile bir bütün idi.

Üzücü Bir Emeklilik (27 Haziran 1523)

Vezir-i Âzam Pîri Paşa'nın faziletleri Yavuz devrinde keşfedilmeye başlanmıştı. Amasyalı olan Paşa, Zembilli Ali Efendi'nin de yeğenidir. Böyle bir Vezir-i Azamla Şeyhülislâm'a sahip olmak Kanuni’nin en önemli şanslarındandır. İkisi de yeri doldurulamayacak değerde insanlardır amma! En üstteki, bir altta bulunan kişinin dirayetinden rahatsız olursa icabına bakar. Pîri Paşa her meselede, önce devlet, diyor. Kânunî'nin dalkavuğu olmayı asla düşünmüyordu. Kanunî de, dünyanın bir numaralı devletinin başı olarak kendisine "kul" arıyordu. Pargalı dönme İbrahim bu işe hazırdı. Piri Paşa'ya emeklilik yolu açıldı ve İbrahim Paşa'ya sadrazamlık yolu göründü.

İbrahim için Müneccimbaşı "Şehriyâr hazretlerinin tırnaklarım kesip pay-i şeriflerini gaslettikleri suyu nûş ider idi!" diyor. Yani ayaklarını yıkadığı suyu içermiş, Sultanın.

Pîri Paşa için Peçevî şöyle diyor:

"Gayet âkıl-u dânâ, sahib-i fazl-u zekâ ve müdebbir-u-kâr-âzmâ pîr-i vakur idi. Hatta arza girdikçe saadetlu pâdişâh kendüden hicâb çeker ve ziyâde tevkir-u ihtiram iderdi.

Akıllı, faziletli, zeki, tecrübeli, âlim ve ağırbaşlı olan bu Paşa bir mesele için padişahın yanına geldikçe hürmetle karşılanır, padişahtan aşırı saygı görürmüş.

Kanunî bütün dünyadan saygı görürken, ayağını yıkadığı suyu içecek bir adamı ve o adamın da sadarete münasip zekâsı var iken gereği yapılmalıydı! Bir gün Pîri Paşa'ya, Kanunî: "Kullarımdan birini mühim bir mevkie tayin etmek istiyorum: Sen hangi mevkii münasip görürsün" diye sorunca, tecrübeli Paşa: "En münâsip mevki kulunuzun mevkiidir" cevabını verir. Böylece Pîri Paşa iki yüz bin akçe ile tekâüd edilir."

İsmail Hami merhum, Osmanlı Türk Devleti'nin dönmeler yüzünden battığına inanır. Bu dönme İbrahim'le ilgili bir kısa bölümü de, onun Kronolojisinden aktaracağız.

"Kanunî devrinin bir tarihini yazan Fuirfax Dawney'nin dediği gibi artık Osmanlı İmparatorluğu'nu idare edenler, bizzat ihtida etmiş Hıristiyanlar ve Müslüman kıyafetine girmiş yabancılardır.

Saray ve hükümet hep bu türedilerle dolduğu için Osmanlı camiasında artık hâkim millet kalmamıştır! İnhitatın -çöküntünün- en büyük sebebi işte budur: Çünkü artık Türk ülkesinde her türlü, siyasi hukuku elde edebilmek için bir kelime-i şahadetten başka bir şey lâzım değildir! Bu feci güruhun en meşhur örneklerinden biri de Pîri Mehmet Paşa merhumun yerine yekten vezir-i âzam olan Hâs-odu-başı devşirme İbrahim Ağa'dır. Osmanlı membalarında Frenk İbrahim Paşa" "Makbul İbrahim Paşa" ve uzun bir ikbal devresinden sonra müstehak olduğu akibetten dolayı da Maktul İbrahim Paşa gibi isimlerle anılan bu muhteşem serseri menşe itibariyle Arnavutluk sahilinin cenubunda ve Korfu Adası'nın karşısında bulunan Parga kasabasındandır." Bu İbrahim’le ilgili malûmat çok fazladır! Biz Kanunî ile tanışmasını aktarıp esas mevzuya döneceğiz. Bir sürü rivayetten biridir bu: korsanlar tarafından esir edilip Manisa'da dul bir kadına satılan Rum çocuğu, İbrahim ismini alır. İslâmi kurallara göre yetiştirilir. O tarihlerde Kanunî, Şehzade Süleyman olarak Manisa Valisidir.

Şehzade Süleyman ağaçlık bir yerde gezintide iken, kulağına güzel bir keman sesi gelir: bu sesten etkilenen genç şehzade, "kimdir bu kemanı çalan! bulun, getirin" der ve az sonra, gayet zarif, kibar, güzel giyimli, çok da güzel bir delikanlı karşısına dikilir. Kısa bir sohbetten sonra, şehzade yabancının hayranı olur ve bırakmaz. Yaşları da birbirine yakındır, arkadaş olurlar. Fırsatları değerlendirme kabiliyetine sahip bu genç, şehzade ile beraber aynı kartalın kanadında yükselmeye başlar. Taa ki...

Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'dan uzunca bahsetmemiz boşa değildir. Onun Kanunî dönemindeki ağırlığı dikkate alınırsa, daha fazla anmamız gerekecek. Anacağız da. Çünkü o kendisini sahnenin önünde tutmayı, göze ilk çarpan görüntü olmayı başarıyor. Kanunî paşalarından bir Ahmed Paşa ki "Hain Ahmed Paşa" olarak anılır. Rodos'un fethi sırasında Mısır Valiliği’ne atanan bu Paşa, her türlü gayrı meşru yollara başvurup Mısır'da bağımsızlığını ilan etme sevdasına kapılmıştı. Adına hutbe okutup sikke kestirdi. Bunlar, iktidar alâmetleridir. Bu iktidarın Memlûklerden ve Araplardan 100.000 askeri var ki, Ahmet Paşa onlara güvenerek "El-Meli-kü-l Mansur Sultan Ahmed Han" oldu. Yedi ay sürdü Ahmed'in Sultanlığı; bu yedi ayın maliyeti kendisine de Osmanlı Devleti'ne de pek yüksektir. Yedi ayda sayısız asker telef edilip, Ahmet Paşa, adının başına gelen hainliğiyle tarihe geçerken, kesik başı da Kahire'de teşhir edildi. İşte bu olaydır ki İbrahim Paşa'ya bir önemli fırsattır, kendini göstermesi için imkândır. Mısır'daki düzensizliği düzene çevirmek için, Kânunî'nin eniştesi ve veziri âzami Dâmad İbrahim Paşa vazifelendirildi. İtibarına itibar katacak olan bu önemli vazifeyle, İbrahim Paşa yola çıktı.

30 Eylül'de İstanbul'dan ayrılan Paşa, gelenekte olmadığı halde Kanunî tarafından adalara kadar yolcu edildi. İbrahim Paşa Kâhire'ye gidip, işi yoluna koyup İstanbul'a döndü. (1525 Ağustos).

İbrahim Paşa beceriklidir ama biraz hakkının bittiği noktayı tespit edişi bencilcedir. "Veziri Âzam şan ve şerefe gark olundu. Mührü Hümâyunu, kendisine münasip gördüğü tarzda kullanmak üzere elinde tutuyordu. Kendisine atkuyruğundan altı tuğlu bir bayrak tevcih olundu (Pâdişah'ın ise ancak yedi tuğu vardı) ve bu bayrak savaş meydanında onun önünde ******ürüldü. İstediğini azl, istediğini nasbetmek selâhiyetinde idi."

"Dünyanın büyük devletinin veziri olmak böyle yapmayı gerektirir" diye düşünüyor İbrahim Paşa. Belki, belki başka şey. O sıralarda Fransa'dan Jan Frangipani adlı bir elçi gelir ki, ilk Fransız elçisidir. Kral Fransuva esir düşmüştür de, O'nun kurtulması için, annesi Kânunî'ye ricada bulunur. Kânunî'nin verdiği cevaptan kısa bir bölüm:

"— Sen ki Fransa ülkesinin Kralı olan Fransuvasın, hükümdarların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın tezkereden malûmum oldu ki, memleketinin toprakları düşman tarafından zabt olunup sen dahi şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın ve kurtarılmaklığın için bizden yardım dilemektesin."

Uzayıp giden mektupta Kanuni yardım vadinde bulunur, "atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır" der. Yıllarca Haçlı ordularının başını çekip "İslâmiyet ve Türklük yeryüzünden kalkmalı" diye mücadele veren Fransa'nın kralını Hıristiyanlardan kurtarmak, Müslüman Türk'ten rica ediliyordu.

Kânunî'nin Macaristan Seferi, Fransız elçisinden kısa bir süre sonra başladığı için, krala yardımcı olmak yönünde düşünenler olmuştur.

Fairfax Downey Kânunî'nin mektubunu anlatıp yorumlarken, biraz kibirli bulduğu sözler için bile "bu sözler boşuna söylenmiş laflar değildi. Süleyman bu sözleri 25 Nisan 1526 da Macaristan'a giden 100.000 kişilik ordu ve 300 top ile teyid etti" diyor ve ekliyor. "Salibe iman etmeyen Sultan haklı"

Mohaç: Üçüncü Seferi Hümayun (23 Nisan 1526)

Macarlarla bitmek bilmeyen kavgalarımızdan biri daha. Kanunî Belgrad seferini fetihle neticelendirmişti. Şimdi aynı netice Mohaç da niye olmasın? Niçin savaş? Bu sorunun da mâkûl bir cevabı var: Yavuz Selim'in Çaldıran Zaferi'nden sonra ölen Şâh İsmail'in yerine oğlu Birinci Tahmasb geçmişti. Devletlerarası kurallar gereği babasının ölümünü de, kendisinin iktidarımda bir heyetle Kânunî'ye bildirmesi lâzımdı. Bunu yapmayan yeni Şâh, Macar Kralı'na ve Almanya Imparatoru'na Osmanlı Devleti aleyhine ittifak teklif etmiş. Bu İran'a savaş açmak için kâfi sebeptir. İran hele bir kenarda dursun demek zorundadır. Pâdişâh: Çünkü Bolu'da başka oyunlar tezgâhlanmakta... İran Şâhı'na ağır bir mektup yazıp, tehdit dolu satırlann arasında "an karib diyarı Şark'a” geleceğini duyurmuştu. Yani "an karib' yakın zamanda beni bekle demişti Kânunî'ye göre Batı yakası daha acil çözüme muhtaçtı.

Macar Kralı İkinci Lui (Osmanlı'da Layoş) İranla işbirliğini Osmanlı aleyhine değerlendirirken, Türk hâkimiyetindeki Ulah zadegânını ayaklandırmış, ayrıca Eflak ve Boğdan Prensleriyle ittifak kurup kuvvet toplamaya başlamıştı. Yapılan küçük çaplı Haçlı Birliği temin Kanunî aleyhine idi ve savaş çıkması içir meşru bir sebepti. İşte bunun için hazırlık yapıldı. 23 Nisan'da ordu İstanbul'dan hareket etti.

Nehirlerden, köprüler kurularak geçilir. Yol üzerindeki ufak tefek kaleler alınır. 29 Ağustos'ta Türk ordusu Mohaç ovasındadır ve tarihin en mühim savaşlarından birinin vaktidir. 100.000 askeri 300 topu bulunan Kanuni’nin karşısında 150.000 kişilik ve 100 topluk Macar ordusu var. Türk ordusunun birliği bütünlüğü, diğerinin kırk yamalı oluşu dikkat çekiyordu. Macar ordusunun içinde Macarlar'dan başka Hırvat, Çek, Slovak, Sloven askerler Haç adına Mohaç Ovası'na koşuşmuşlardı!

Kanunî zırhını giyinmiş, kır atının üzerinde, ordunun gerisinde Rumeli Beylerbeyi Sadrâzam İbrahim Paşa Rumeli sipahilerine, Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa Anadolu sipahilerine kumanda ediyorlar. Öncü'yü Gazi Sultanzâde Balı Bey, ardıcıyı yine akıncı askeri ile Gazi Sultanzâde Hüsrev Bey teşkil ediyordu. Kanuni’nin bulunduğu yer bir tepeydi ve sonradan "Hünkâr Tepesi" adını alacaktı, bu tepe. Bu anı Fairfax Downey şöyle tasvir ediyor: Bir yabancı gözü ile bakalım neler görmüş, nasıl görmüş?

"Sabah namazı vaktiydi; ovada Türk ordusu mûtat olan nizamiyle sıralanmıştı: İlk safta 4000 süvariden mürekkep semendire sancakları; sonra Rumeli kıtası ve bir kısım topçu kuvvetleriyle Vezir-i Âzam, ondan sonra, altı alay muntazam süvari kuvvetinden ve kendi Hassa Alayından müteşekkil yeniçerileriyle padişah; arkada başlıca süvari kıtalarıyla Bosna sancakları bulunuyordu. Kanatlarda akıncılar volta vuruyorlardı."

"Bu kusur bulunmaz kıtaların arasında mutlak bir sükût hüküm sürüyordu; hiç kimse öksürmüyor, tükürmüyordu bile. Mollalar Muhammed adını anınca, bütün bu insanlar diz çöktüler; Allah'ın adıyla, rüzgârdan eğilen bir buğday tarlası gibi, bütün ordu alnını yere sürüp secdeye kapandı."

"Öbür tarafta bu intizamı bulmak mümkün değildi. Kanunî askeri coşturucu bir konuşma yaptıktan sonra şöyle dua etti: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi Yarabbi, imdad senden inayet dürür; Cünud-u Muhammediyyeyi nusretinden dar eyleme! Hünkârın gözleri yaşlandı ve şevk ile dolgun, kudretli sesini bütün ordu işitti. Coşkun bir yiğitlik dalgası, alev alev bir iman rüzgârı safların üzerinden geçti. Süvariler bineklerinden yere atlayarak secdeye kapandılar ve padişah uğruna canlanın fedaya and içerek tekrar atlarına bindiler."

Önce Macarlar hücuma geçti; Kanuni’nin emriyle ordu ortadan ikiye ayrılıp Macarlar'ın araya girmelerine imkân tanındı. Bu eskiden beri Türk savaş usûlüdür. İki ordu şiddetli bir çarpışmanın içindeyken, Macar ordusundaki şövalyelerden otuzdan fazlası Kânunî'yi öldürme yemini etmişlerdi, onlar da kendi hedeflerine var güçleriyle saldırdılar. Bunlardan üçü Kânunî'nin kılıcıyla can verirken diğerleri, selâmeti kaçmada buldular. Savaşın genelinde, Türk mukavemeti zayıf görünüyordu.

Macarlar ilk gördükleri pasif savunma karşısında ümide kapılmışlardı ki, karşılarında topçular belirince neye uğradıklarım anlayamadılar. Diğer yandan, ikiye ayrılıp Macarları ortaya alan askerler kapanınca, cansız gövdeler ovayı kızıla boyamaya başladı, bu gövdeler Hıristiyanlık adına savaşan Macar ve diğer devletlerin askerlerine aitti. "Düşman, Türk atlısının oyuncağı haline gelmişti. Nit¬kim iki saat içinde maktul düşen 25.000 Macar askeri dışında, geri kalan büyük Macar Ordusu bataklığa sürüldü. Bizzat Kral II. Layoş, kendini kurtaramadı ve atıyla beraber bataklığa sürüklenip boğuldu. Esir alınanlar dışında düşman ordusu Karasu bataklığında mahvolup gitti (29.8.1526).

Kanunînin gücünü bütün dünyaya bir kere daha kabul ettiren bu iki saatlik savaş, koskoca bir Macar Krallığı'nın haritadan silinmesine sebep olmuştur. 637 senelik bu muazzam Macar krallığının ömrünün iki saatte noktalanması, onların zaafından fazla, Kanuni’nin gücünün eseridir. Kanuni’nin gücü nereden geliyordu?

Sonradan "Hünkâr Tepesi" adı verilen yerde Pâdişâh konuşma yapacak iken "danışacağınız adamları buraya getirin" diye buyururlar. Hüsrev Bey ağalardan birine "çabuk var, Koca Alaybeyi, Kara Osman, Mehmet Subaşı, Adil Taviça ve Balaban Çeribaşı gelsinler, saadetli Padişah danışmayı emretti" der. Bu Ağa gider gitmez, Adil Taviça denen yiğit koca görünür. Kırlaşmış bıyıklan düşman kanı dökmeye hazır ok gibi gelir, der ki:

"— Bunda müşavere dövüşmekten özge var mıdır? Beni koca alay beyi gönderdi. Düşman alayları görünmüş, çarhacımız (öncümüz) elleşmeğe başlamış; gelin sancağınız dibinde bulunun!"

Türk Ordusu Ramazan Bayramı'nı Belgrad'da kutlar, Kurban Bayramı için başka bir yer düşünülür ve Budin'e hareket edilir (3 Eylül 1526). Birkaç kale ile beraber Budin'in fethi fazla uzun sürmez.

Mohaç Meydan Muharebesi'ni anlatan Hammer Osmanlılar yağmurlar arasında binbir müşkilâtla Mohaç'a kadar geldiler, diyor ve Mohaç'ı tarif ediyor. Mohaç Tuna'nın batısında ve bu şehrin teşkil ettiği bir adanın karşısında, bağlarla örtülü bir ovanın içindedir. Mohaç'ın alt tarafında, Tuna'nın sağ kolu yanında Karasu (Karasice) nâmıyla anılan muazzam bataklık vardır..."

Osmanlı Ordusu ne bataklıkta boğulmuştur ne de bağlarına meftun olmuştur. Bir savaş yapılmalıydı yapıldı; istikbalin emniyeti için Macarlar'a bir ders verilmeliydi, verildi. Bundan sonra ne olur? Onu Allah bilir.

Anadolu İsyanları (1527)

Kanunî Macar Krallığı'nı devirirken Anadolu'da çıkan isyanlar da onun saltanatını sallamaya çalışıyordu. Yavuz devrinde gördüğümüz ve bir hayli uğraşmakla bastırılan Bozoklu Celâl'in isyanının devamı gibi görünen hareket, adını Celâl'den alarak Celâliler İsyanı diye anılıyordu.

Bozoklu Celâl'in hareketinin temelinde Şiilik vardı. Şimdi bahse konu olan hareket ise, yine Şiilik'ten kaynaklanmaktadır. İran Safavî Devleti Anadolu'dan elini ayağını çekmiyor. Bilhassa Orta Anadolu'da bombardıman halinde propaganda yapılıyor. Buna da İsmail Hami Bey'e kulak vereceğiz: Ona göre Anadolu, sadece İran kışkırtmasıyla Şiilik sevdasından değil, bir diğer sebepten de İstanbul'a karşı cephe almış vaziyetteydi. Fatih Sultan Mehmed'in başlattığı devşirme vezirlerin iktidarı Türkler'e karşı savaş halindeydi. "Devşirmelerin elinde bulunan İstanbul hükümeti vaktiyle Karamanoğulları'nın, sonra Şiiler'in ve ondan sonra da Dulkadir Beyleri'nin tenkil ve te'dibi gibi bir takım vesilelerle Türkler'in başına muhtelif milletlerden devşirilmiş ve birer Müslüman ismi takınmış birtakım vatansız serserileri serdar edip..." Yani, diyor ki İsmail Hami Bey devşirmelere Türkler ezdiriliyor. Sonra, devşirme paşaların yaptığı zulümlerden misaller veriyor; bunlarda birini tekrar zikredeceğiz 1522 Temmuz'unda Hırvat vezir Ferhad Paşa sırf şahsi garazından dolayı Dulkadir hanedanından Şehsüvar-oğlu Ali Bey'le oğullarını, akrabalarını ve adamlarını toptan öldürtüp servetlerini müsadere etmişti."

Celâli İsyanları'nın sebebi olarak gösterilen başka sebeplerden biri de iktisâdidir; bunun için küçük bir misal vereceğiz:

"Kadı, müderris, müftü, naib gibi, hazine veya vakıflardan 'vazife-cihet' olan 'ehli şer' sınıfı (şer, şeriat manasına) bağ-bahçe, köylerde tarla ve otlaklar edinerek, çiftçilik ve hayvan besleme işi yapmaya başlamışlar idi ki, bu da köylü sınıfını ezen başka bir iktisâdi olay idi."

"Rical (İstanbul'da bulunup da vilâyetlerde hasları ve çiftlikleri bulunan hükümet büyükleri) ve ümerâ (Sancak-beyleri ile Beylerbeyi) ise, reayanın sırtından geniş servet edinme konusunda daha çok imkânlara sahip idiler. Bu gibilerin haslarının başına koydukları Voyvodaları, serbest idareye sahip has ve zeamet köylerini, hem birer vergi âmili hem de idareci olarak yönetmekte oldukları için, buralardaki yolsuzluklar sonsuz idi..."

Bir taraftan mezhep, bir taraftan ekmek ve başka unsurların bir araya gelmesiyle başlayan isyanlar her şeye rağmen bastırılmalıydı. Memleketin birliğinin bozulması Pâdişah'ın göz yumacağı bir hâdise değil. Sebepleri, giderilme imkânı varsa sonraya bırakılıp ilk elde isyanın kaldırılması faaliyetine geçildi.

İsyanların ilki "Bozok’ta Baba Zünnûn ihtilali" sonra Adana'da Domuz oğlan ve Kızılbaş halifelerinden "Veli Halife" Tarsus taraflarında "Yenice Bey" ihtilâl liderleri bu ismi sayılanlardı ve birçok yeri işgal etmiştiler. İhtilalciler üzerlerine gelen devlet güçlerini dağıtacak kadar da başarılıydılar. İstanbul'dan, asilerin üzerine gidilmesi zaruret haline gelmişti. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa 3 bin Yeniçeri ve 2 bin Sipahiyle harekete geçti.

Tehlikenin en büyüğü Hacı-Bektaş sülâlesinden olduğu söylenen Kalender-Şâh idi. Mezhep itibariyle tarafları kalabalıktı. Diğer asilerin mağlubiyeti, onlardan dağılan takımlarında Kalender-Şâh'a gelmelerini temin etti. Kâlender-Şâh gerçek Şahlık hülyalarına kapıldı. Önceleri devletin paşalarına boyun eğdirdi; birçok önemli kişi dâhil devletin ordusuna büyük zayiat verdirdi. Sancakbeyi, Beylerbeyi, Defterdar gibi büyük rütbe sahipleri Kâlender-Şâh'ın adamları tarafından öldürüldü.

Vezir-i Âzam İbrahim paşa önceleri saldırıdan uzak durup Hammer'e göre siyâset yapmış, Danişmend'e göre korkaklık göstermiş), Türkmenler'den birtakım kimseleri kazanmış, çok az adamı kalınca da, kolayca ve küçük bir müfreze ile Kalender'in yakalanmasını sağlamış. Kalender-Şâh'ın kesik başı Vezir-i Âzam'ın huzuruna getirildi.

İbrahim Paşa hiç bir şey yapmamış olsa da her şeyi yapmış muzaffer Başkumandan rolündeydi. Daha önce Celâliler'in önünden kaçan Beylerbeyleri ve diğer önemli şahsiyetleri divana çağırdı. Behrâm Paşa da bunların içindeydi. Ağır hakaretler gördü beyler ve Behrâm Paşa. Kendilerini müdafaa edemediler. İbrahim Paşa, kendisine göre suçlu olan bu insanlar için cellâtları hazırlamıştı. Piri Paşa'nın oğlu Mehmed Bey İçel Beyi idi ve o da sigaya çekilenlerin arasındaydı. Diğerleri suçtan sıyrılmak için bir şeyler söylerken hep suskun duruyordu, "sükûtu bozarak, Pâdişah'ın saadeti için duâ ettikten sonra:

"Ecdadımız bir muharebeye girecekleri zaman, Allah'tan istimdâd ve tecrübeli ihtiyarlarıyla müşavere etmeyi mutad edinmişlerdir; biz ise ne onu yaptık; ne bunu yaptık; gurur, nefsimize i'timad bu felâketleri başımıza getirdi. Cezamızı çekmek için işte kılıç ve işte başlarımız" dedi."

İbrahim Paşa, Pirîzâde Mehmed Bey'in konuşmasından müteessir olup geçmişe ait bütün suçları affetti. Piri zadeyi, dönüşünde İstanbul'a getirdi; Pâdişah'ın iltifatlarına nail olan Mehmed Bey'le ilgili gayet kötü bir hikâye anlatılır.

Hikâyeden önce kafa karıştıran bazı sorulara cevap aramaya çalışacağız: Piri Paşa'nın adı Mehmed, oğlunun da aynı adı taşıması biraz uzak ihtimal değil mi? Piri Paşa'nın oğlu, yani şimdi anlatılan zat İçel Valisi. Vâlilik'ten Kadılığa geçmiş olabilir mi? Bunlar zor cevaplanacak gibi görünüyor: Şimdi, niçin bunları anlatıyoruz?

Pirî Paşa'nın ölümü; Frenk İbrahim Paşa'nın, "yarın tekrar sadârete getirilebilir" korkusuyla zehirlettiği şeklinde anlatılıyor; zehirleyenin de Pirî Paşa'nın Edirne Kadısı olan oğlu Mehmed Efendi olduğu söyleniyor. Bütün kaynaklar aynıdır. Bizim zannımızca bu işte bir yanlışlık var. Okuyucu biraz fikir jimnastiği yaparsa Piri Paşa'yı zehirleyenin oğlu olmadığı kanaatine varır gibi geliyor. Bu konuyu daha fazla uzatmanın lüzumu yok.

Kaabız Meselesi (1527)

Kanunî Sultan Süleyman "Din-i mübîn-i" uzak diyarlara yaymaya çalışırken, bir başka din yayıcısı İstanbul'u kaynatıyordu. Macaristan Seferi'nden muzaffer dönen pâdişâhın karşılaştığı manzara hoş değildi. Taht şehrinde bir yabancı Hazreti Muhammed'i küçültücü sözler sarf ediyor, iddialarını ayetlere dayandırarak kendisini savunuyor, herkes, söylediklerinin yanlış olduğunu biliyor, ama hiç kimse onu susturmaya, daha doğrusu mat etmeye kadir olamıyor.

"İsa'yı Resulullah'tan üstün olarak beyan eden Kaabız, Şeri Şerife tam bir vukuf sahibi olduğundan, daha çok, telin ediliyordu. Eskiden olsa Yavuz Selim'in cellâtları nasıl bir süratle bu meseleyi hallediverirdi? Sanki Sultan Süleyman'ın kılıcı mı yoktu?"

Bahse konu Kaabız İranlı'dır. Türkiye'ye, saf İslâmı bozmak için gelmiştir ve ağzı iyi laf yapmaktadır. Bildiği hadisleri ve âyet-i kerîmeleri istediği manalarda yorumlama kabiliyetine sahiptir. Susturulması için kılıç değil, ilim gerekmektedir.

Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri tarafından iki gün mahkeme edilen Kaabız ilmi yönden susturulamamış ise de, ölümüne hükmedilmiştir. Fakat Pâdişâh bu hükmü geçersiz saymış. Sonra bu işin halli için "İbn-i Kemâl" lakabıyla meşhur Şeyhülislâm Kemâl Paşazade Şemsüddin Ahmed Efendi ile o devrin en büyük âlimlerinden İstanbul kadısı Saadüddin Çelebi davet edilmiştir." Bu iki âlim Molla Kaabız'la münakaşaya başlamışlar. Kaabız'ın getirdiği tümü çürük deliller Kemal Paşazade’nin ilmi delilleri karşısında tutunamamış ve Kaabız seri delillerin önünde günahkâr boynunu ipe uzatmıştır.

Bosna, Macaristan ve Dalmaçya'da Fetihler (1527–1528)

Kanunî Sultan Süleymanlı zaman Osmanlı Ordusu için baştan ayağa savaş ve zafer demek olmalı ki; bir tarihçide şöyle bir cümleye rastladık: "... Geçen kış esnasında Vezir-i Âzam'ın Divan'a, Osmanlı askerinin bir muzafferiyetini yahut bir zabtını arz etmediği gün pek nadir olmuştu" Tabii ki bu büyük abartıdır. Hele de kış, savaş zamanı değildi. Biraz şımarıklık sayılmasa şöyle denebilir "Canı dövülmek isteyen haksız işlere kalkışıyor Osmanlı Ordusu gidip dövüyor, biraz da topraklarından alıp geliyor." Ama herkes doğru durursa savaş niçin olsun ki?

Başlıkta adları anılan yerlere gidilmesine sebep, Mohaç zaferinden sonra yıkılan Macar Krallığı'nın yerine yeni birilerinin çıkmaya çalışmasıdır. Bosna, Dalmaçya ve diğer kaleler birer birer baş eğdi, İstanbul sıkça fetih müjdeleri aldı. Fetihlerin en büyük kahramanları burada anılmalı ki adları milletimiz tarafından unutulmasın. Bunlardan biri İkinci Bâyezid'in kızdan torunu Bosna Beylerbeyi Husrev Bey, diğeri Semendire Beyi Yahya Paşazâde Bâli Bey'dir. Fethedilen kalelerin isimlerini de sıralayalım Yayca, Banyaluka, Sokal, Balajesero, Orbovatz, Serepwor, Aparuc, Perga, Bassatz, Greben ve Kırbava...

Zapolya ile Ferdinand'ın Elçileri

Macaristan tahtının yeni sahip bulması her zaman için zor işlerdendi. İstiklâline son verilen Macaristan'ın Kralı Layoş vâris bırakmadan öldü. İki kişi kral olmak için yarışa girdi. Macar milliyetçileri Erdel Voyvodası Zapolya'yı, Almanya İmparatoru Şarlken de Masimilyen'in torunu Arşidük Ferdinand'ı istiyordu. Kanunî Sultan Süleyman bir görüşmede Macar zadegânına Zapolya'yı Kral tâyin edeceğinin sözünü vermişti. Mohaç Meydan Savaşı'nda Macaristan'ın istiklâli sona ermiş ama bütün Macaristan işgal edilmiş değildi. Mühim bir kısmı bağımsızlığına devam eden Macaristan'ın işte o kısımları için, iki kişinin kıyasıya mücadelesi devam ediyordu. Osmanlı Ordusu'nun dönüşünü müteakip Ferdinand'la Zapolya kapıştılar. Zapolya mağlup oldu. Zapolya, Kanuni’nin gönlü kazanılmadan, krallığı kazanamayacağını biliyordu. Bunun için çok maharetli bir sefir olan Laçki'yi Pâdişah'a elçi gönderdi. Kendisine va'dedilen tacı istiyordu.

Jeram Laçki istanbul'a geldi, Pâdişah'tan evvel vezirlerle görüştü. Venedik Gritti'nin oğlu Lui Gritti ile dostluk kurmuştu, onun sayesinde görüşme yolları açıldı. Laçki mühim bir diplomat idi. Lui Gritti'ye, büyük bir rüşvet sayılacak teklifte bulunmuştu ki, bu, Zapolya'nın sahip olacağı Krallık'taki en mühim piskoposluktu.

Lui Grittli Osmanlı idaresinde sevilen, hatırı sayılan bir büyükelçiydi; onun sayesinde Laçki rahatladı. Görüşmelerde zorluk çekmedi. Fakat herkes haddini, Dâmad İbrahim Paşa'da gücünü göstermeyi bilecekti! 22 Aralık 1527 tarihinde ilk defa, Laçki-Vezir-i Âzam görüşmesi yapıldı.

"Niçin metbûun Macaristan tacını Pâdişah'tan daha evvel istememiştir? Ofen yangınıyla Kral Köşkü'nün muhafazasının ne demek olduğunu anlamadı mı? Burada her şeyden malumat alınmıştır. Arşidük'ün, senin efendinin değerlerinin ne olduğu ve Hıristiyanlığın öteki Prenslerinin ne yapabilecekleri malumdur."

İbrahim Paşa'nın Pâdişâh gibi konuşması elçinin dikkatinden kaçmamıştı. Verdiği cevapta elçi, kendisinin teveccühüne mazhar olmayı ümit ettiğini söyleyip, İbrahim Paşa'nın gururunu okşamaya çalıştı.

Elçi ertesi gün Vezir Mustafa Paşa'yla görüştü. Bir Osmanlı Padişahı'nın ne demek olduğunu elçiye anlatan Paşa "... Sen dedi, vergisiz olarak ve Pâdişahın kullarından biri tarafından geliyorsun. Bilmez misin ki güneş gibi yegâne olan metbûumuzun gökte ve yerde hükmü geçerlidir. Sen Transilvanya Banı'nın adamı, saadetli Pâdişâhı, efendin kadar âciz, fakir bir prensin babası olmak üzere yâd etmeye nasıl cesaret ediyorsun?"

Elçi, İbrahim Paşa'yla ikinci defa görüştü. Uzun konuşmasında İbrahim Paşa Osmanlı Devleti'nin büyüklüğünü, Pâdişah'ın eşsizliğini, kendisinin gücünü, istedikleri herşeyi yapma kudretine sahip olduklanı anlattı. Bir yerde dedi ki: "Malûmun olsun ki, bizim şahin pençesinden daha korkunç pençelerimiz vardır. Ellerimiz bir kere koyduğumuz yerden çıkmaz, meğerki kesilmesin."

Daha sonra Pâdişâhla ve ondan sonra yine Vezir-i Âzam'la görüşebilen elçi şu güzel sözleri işitti:

"Şimdi metbûuna "Kral" diyeceğiz; Transilvanya Banı değil. Padişahımız, hükümdarının düşmanları üzerine bizzat yürüyecektir. Artık ne hediye isteriz, ne vergi!"

Laçki, talimatları da alıp bir yığın hediyelerle memleketine gönderildi. Zapolya'nın elçisinin başarılı bir diplomasi örneği verdiği duyulunca Ferdinand'ın da hevesi uyandı; o da bir elçilik heyeti gönderdi. 29 Mayıs 1528'de bin atlıyla karşılanıp, İstanbul'a girdiler.

Ferdinand'ın elçisi Pâdişah'tan, daha önce fethedilmiş yerleri talep ediyordu. Bu olacak iş mi? İbrahim Paşa istenen yerlerin listesini görünce hayrette kaldı ve dedi ki, "İstanbul'un da istenmemesine çok şaşırdım."

Aynı sözleri iki insanın sunuş tarzı o kadar farklı oluyor ki. Zapolya'nın ilmî siyâseti bilen elçisi Laçki mâirâne kullandığı diliyle kazanmıştı; Ferdinand'ın elçisi Hobordanski bunu başaramadı. İstenenle beraber, isteniş biçimi de Kânunî'yi kızdırdı. Elçiler dokuz ay kadar zorunlu misafirlikten sonra serbest bırakıldılar. Para ve diğer hediyelerle yolcu edilirlerken Ferdinand'a şu mesajı ******ürmeleri istendi. "Beklediği cevabı, bütün ordularımla gidip, kendisine vereceğim."

Vezir-i Âzam'm Parlayan Yıldızı (28 Mart 1528)

Pargalı İbrahim, ormanda yankılanan kemanının yanık sesiyle ikbal kapısına dayanmıştı. Kanunî ile beraber paylaşacağı günler geldi. Çok kısa sürede Vezir-i Azam oldu. Şimdi Ulu Pâdişâh, onu dâimi serasker yaparak biraz daha geniş selâhiyet verdi. Daha önce olmuş, görülmüş değildi. "Padişah iştirak etmiş olsa da, olmasa da savaşların başkumandanı İbrahim Paşa'dır: Her ne isterse pâdişâh isteği hükmündedir..."

Pâdişâhın böyle bir yetki devri nereden icabetmişse, bunu bilmek zor; çünkü henüz kendisi de genç ve usanma derecesine gelecek yorgunluk olmamıştı. İbrahim Paşa'yı Piri Paşa'nın bile görmediği salâhiyetlerle taltifi her neye dayanırsa dayansın hoş görülmemiş ama hesabı da sorulmamıştır. Padişah Allah'tan başkasına hesap verme mevkiinde değildi.

Viyana (10 Mayıs 1529) Dördüncü Seferi Hümayun

Viyana biz Türkler için yarım kalmış yanık bir türküdür. Asırlardır, ne zaman "Viyana" dense gizli bir hıçkırık genzimizi yakar.

Bu seferin açılış sebebi anlatılmıştı. Macar tahtının Layoş (Lui)'un ölümüyle boşalması ve iki adayın mücadelesi... Macar asilzadelerinin, milliyetçilerinin istediği Zapolya Kanunî tarafından da isteniyordu. Bir kısım Macarlar ile Alman Kralı Şarlken Ferdinand'ı istiyor; Şarlken'in isteyişinin herhalde en geçerli sebebi Ferdinand'la kardeş olmalarıydı.

Sonunda Macaristan iki krallı oldu. Aralarında savaştılar Zapolya yenildi. Pâdişah'ın tâyin ettiği Kral yenilmişti. Ona sahip çıkılması büyük Sultan için en tabii vazife idi.

Eyüp Sultan Türbesi ve diğer meşhur evliyanın kabri ziyaret edildi. Cenâb-ı Allah'a zafer müyesser etmesi için yakarıldı. 10 Mayıs 1529'da İstanbul'dan büyük ordu ile yola çıkıldı. Asker mevcudu her zaman olduğu gibi yine, birbirini tutmayan rakamlarla anlatılıyor. 120.000'den 200.000'e kadar değişen rakamlar, herhalde üzerinde durmamamız gereken bir şeydir. Bu seferde deve bulunduğunu ve 300 topun mevcudiyetini de not edeceğiz. Sefer'in seyrini günü gününe değil de belli başlı noktalarıyla takdime çalışırsak: 10 Mayıs İstanbul'dan, 30 Mayıs Edirne'den hareket. 5 Haziran'da Filibe. 20 Haziran'da Sofya'da görünüyor Kanunî. 15 Ağustos'ta, Zapolya taraftarı Macar milliyetçileri Türk Ordusu'na gelip itaat arz ettiler. Bir büyük kurtarıcı olarak bekledikleri Kânunî'nin gelişine karşı heyecanlı sevgilerini gösterdiler.

18 Ağustos'ta üç sene önce zafer yaşanan Mohaç Ovası'nda, Kanunî ve ordusu yaşadıklarının hatırasını canlandırıyordu. Zapolya ise, Pâdişâhı karşılamaya gelmiş, bir an evvel elini öpmek için sabırsızlanıyor. 19 Ağustos'ta Zapolya huzura kabul edildi. Otağ-ı Hümâyun, içten sırmalı kumaşlarla döşeli idi. Dıştan altın direkler üzerine kurulmuştu. Bu Otağ'da Zapolya Kânunî'nin elini öptü. Gel gelgelim Viyana Kuşatması'na.

Hammer doğruysa kuşatma 120.000 askerle yapılmıştı. İnanılır gibi değil, "20.000 deve vardı" diyor. Ayrıca Tuna üzerinde 800 balıkçı kayığından mürekkep bir İace Donanma mevcuttu.

Sayılarda yanlışlık olsa da doğru olan şu idi ki; Osmanlı Ordusu Viyana Muhasarası'nda düşmanı rahat altedebilecek kuvvetteydi. Olması gerekenle olanın benzerliği yok. Niçini şöyle cevaplanıyor:

Kralını tâyin ettiğin bir memleketin sana karşı koyması olacak iştir; ama senin onu yenemeyişin biraz sıra dışı bir hâdise olmaz mı? Tekrarında fayda var; savaşa giden Türk Ordusu Başkomutanı önce sulh yoluyla istediğini elde etmeyi dener. Bir kale ise muhasara edilen; bu yapılır, tam savaşa hazır vaziyet hâsıl olduktan sonra da kansız teslimi istenir. Kuraldır; eğer kendiliğinden teslim kabul edilirse hiç kimsenin burnu kanatılmaz, kimsenin malına mülküne kimsenin zararı dokunmaz. Ordu savaşa mecbur bırakılır, savaşır ve de kazanırsa üç gün yağma yapılır. Eğer yağma izni vermeden zafer beklerseniz asker isteksiz hareket eder.

Daha önce "Budin kalesi teslim alındığı zaman şehrin yağmasına müsaade edilmemiş olması, Ocağın Viyana muhasarasına gönülsüz gitmesiyle neticelenmiş ve yeniçeriler için bu muhasara Budin'deki mahrumiyetin intikamım almaya vesile teşkil etmiştir. Kışın ağır şartları ve hatta yiyecek sıkıntısının üzerine Şarlken'in bütün ülkelerden asker toplayıp Avupa'yı Türk istilâsından kutarmaya teşebbüsü" netice alınamayışınım sebepleri olarak sıralanır. Bunlara ila¬eten Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'nın ihaneti bile düşünülür. (İ.H.D.)

"Türk ordusu üç gün (10–11–12 Ekim) sürekli surette şehre hücum etti. Fakat bir türlü Viyana alınamadı... Vezir-i Âzam bir savaş danışma kurulu toplayarak; mevsimin ilerlediğini yeteri kadar yiyecek bulunmadığını ve bir kuşatma savaşında üç hücumu yeter gören şeriat hükmünün yerini bulduğunu belirtti. Bu bakımdan yapılan görüşme sonunda bir hücum icrası kararlaştırıldı." (H.) Burada İbrahim Paşa'nın şeriatı ileri sürerek "bu iş burada biter" demesini aleyhine bir davranış olarak kullanırlar. Çünkü "o gün açılan" "gayet de eyu" gedikler üzerine nedense hücum yaptırmamıştır."

Bir rivayete göre Osmanlı ordusunun zayiatı 40.000, bir diğer rivayete göre 14.000. Karşı taraf içinse birbirini tutmayan rakamlar söylenir. Türkler'in yarısı kadar diyen de var,iki misli diyen de. Bunlar tartışılsa da, hiç tartışılmayan bir gerçek: Kânunî'nin boynu bükük dönüşüdür! Viyana'dan mahsun dönüşün suçlusu görülen İbrahim Paşa'nın vazifesini tam olarak yaptığına inananlar da var. Hammer'e göre Viyana'yı savunanların yiğitliği, İ. H. Uzunçarşıh'ya göre mevsimin kışa dayanması Viyana'nın düşürülmesini engellemiştir.

Ordu 16 Ekim'de Budapeşte'ye hareket etti. Viyana alınamamış olsa da Avusturya'nın çarpışmaya mecali kalmayışı, Akıncılar tarafından birçok şehrinin talan edilişi başarı kabul edilmiştir. Belki teselli içindi ama şu yapılmıştı. Pâdişâh zafer kazandığı zaman olduğu gibi Viyana civarına kurulan Otağ'da tebrikleri kabul etti.

Ordu 25 Ekim'de Budin'e, iki gün sonra Peşte'ye vâsıl oldu. Peşte Ordugâhında Divan kuruldu ve burada Türk himayesi altındaki Kral Zapolya, Pâdişah'ın gazasını tebrik etti. Bunca merasimler kazanılamayan bir savaşı kazanılmış gibi göstermeye yetmiş midir acaba?

Aynı ayın 29'unda İstanbul'a hareket eden Kanunî 16 Aralık'ta gelebildi. Viyana'da kazanılan en kıymetli şey belki de Macar Krallık Tacı idi. Miladi 1000 senesinde Türk milletinin tamama yakını Müslüman olmuştu. Türkler'den olduğu kabul edilen Macarlar Hıristiyanların içinde -ortasında- yaşıyor olmakla, daha çok o dinin baskısına muhatap idi. Arpad hanedânından Macar Kralı Sen Etyen milletinin Hıristiyan olmasında mühim rol oynamıştı. (Hicrî 390) Papalık makamı tarafından Sen Etyen'e krallık unvanıyla beraber bir taç gönderilmişti. Kanuni’nin ordusunun ele geçirdiği işte bu taç idi. Bunu Zapolya'ya gönderdiler. Birçok yönüyle beraber, bir de bu tarihi taç meselesi meydana çıkınca Viyana

Kuşatması'na en çok sevinenin kim olduğu bellidir.

Şehzadelerin Sünnetleri

Viyana muhasarasının başarısızlığı kolay unutulur cinsten değildi. Pâdişâhı hoşnut edecek, diğer kalelerin fetihleri önemli idi amma, olmaza alışık değildi Kanunî ve Viyana kuşatması başarılı olmamıştı. Bunun, gönlünde açtığı hüzün yarası kapanmıyordu. 1530 Haziranı biterken, Şehzade Mustafa, Mehmed ve Selim'in sünnet düğünleri düşünüldü. Üç şehzadenin üç hafta süren düğünleri tek kelimeyle muhteşem olmuştu. Osmanlı Devleti'nin ve Kânunî'nin ihtişamı sergileniyordu. Yerli yabancı bütün davetliler paha biçilmez hediyeleriyle cömertlik yarısına girmişlerdi. Düğünde her şey yarış biçiminde geçerken, Kâğıthane'de bir de at yarışı yapılıyor, böylece şenlikler bitiyordu. : Kanunî Sultan Süleyman gülümseyen yüzünü vezir-i âzamına çevirip, soruyor:

" — Senin hemşiremle evlenmen düğünü mü, yoksa oğullarımın sünnet düğünü mü daha güzeldir?"

İbrahim'in verdiği cevap şöyle olmuştur:

" — Benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar olmamıştır. Ve kolayca da olmayacaktır."

Bu beklenmedik cevaptan biraz gücenen padişahın:

" — Neden?" diye sorması üzerine de, İbrahim Paşa şu zarif sözleri söylemiştir:

" — Sizin düğününüzde benim düğünümdeki kadar büyük davetli yoktu. Benim düğünüm zamanımızın Süleymanı olan Mekke ve Medine Padişahı’nın huzuru ile şeref kazanmıştır."

Pâdişâh bu mehabetti övmeden sevinmiş ve vezir-i âzamına takdirlerini beyan etmiştir."

Belli ki, Kanunî Vezir-i Âzam'a darılmayı, küsmeyi pek istememekte; birazcık gururunun okşanması ile hemen yatışmaktaydı.

Alman Seferi Beşinci Seferi Hümayun (25 Nisan 1532)

Kanunî Sultan Süleyman 200.000 kişilik muazzam ordusuyla Almanya üzerine giderken karşısında kendi sikletine uygun bir rakip görmek istiyordu. Hammer diyor ki:

"İbrahim Paşa'nın bir sözü vardır. Alemde sadece bir Allah olduğu gibi, dünyada da sadece bir imparator (Şehinşah)’dan fazla bulunmaması gerekir. Pâdişah-ı âzam olan Sultan Süleyman'ın karşısına çıkıp da ezilmeye lâyık biricik düşman olsa olsa Almanya'yı Türklere karşı tahrik eden Şarlken olabilirdi."

Kanunî şimdi Avrupa'nın en büyüğü sayılan bu kralla kozunu paylaşmak için yollara düşmüştü. Fakat Şarlken’e hemen hemen bütün Avrupa asker ve para yardımı yaptığı halde, ordusunu sayı olarak olağanüstü arttırmış olmasına rağmen Kanunînin karşısına çıkmaya cesaret edememiş. "Kânunî'nin bu seferi düşman ordusunu değil, düşman ülkesini ezmekle ve Avusturyalılar'dan birçok kale fethiyle neticelenmiştir."

Aynı senenin 3 Mayısında Edirne'ye hareket eden Pâdişâhı Temmuz'da Belgrad önlerinde görüyoruz. 21 Temmuz'da başlayan kale fetihleri 10 Ağustos'a kadar tam 17 kale alınmasıyla devam eder ve 8 gün sonra Güns Kalesi de teslim alınarak, sayı 18'i bulur.

Kanunî, karşısına çıkamayan Kral Ferdinand'a bir Nâme-i Hümâyun gönderir. Peçevî'nin "kâfir tarihlerinde yazılmış olduğuna göre" dediği, padişah mektubunu ondan alıyoruz.

"Bu kadar zamandır erlik taslarsın, merd-i meydanım dirsin. Şimdiye dek kaç oldu üzerine geliyorum ve mülküne dilediğim gibi tasarruf ediyorum, ne senden ne de karındaşından nâm-u nişan yok! Size saltanat ve erlik davası haramdır! Askerinden, hatta avretinden utanmaz mısın? Belki avrette gayret var, sende yoktur! Eğer er isen meydana gelesin! Hak-Teâlâ Hazretleri'nin takdiri ne ise yerine gelse gerek. Seninle saltanatı Beç sahrasında üleşelim, reaya fukarası dahî âsûde olsun! Yoksa meydanı aslandan hâli buldukça tilki gibi fırsatla av kapmayı erlik sayma! Bu sefer de meydana gelmezsen avretler gibi iğ ve çıkrık alup dahi padişahlık tacın urunmayasın ve erlik adım diline getirmiyesin!"

Bunca hakaret ihtiva eden mektup bile ünlü Şarlken ile kardeşi Ferdinand'ın kılını kıpırdatmamış, Yavuz'un Şah İsmail üzerinde görülen mektubunun tesiri, bunlarda görülememiştir:

"Kânunî'nin çarpışacak bir düşman ordusu bulamadığı için Avusturya'yı baştanbaşa bir kere daha tahrib ederek mevsim sonunda nihayet verdiği bu Alaman seferinin neticesini garb menbaları çarpıtarak, Kânunî'nin, Habsburg ordusuyla karşılaşmaktan koktuğu için kaçtığı şeklinde anlatmışlardır."

Kânunî'nin gayesi bir meydan muharebesi olduğu halde, meydanı boş bulması canını sıkmıştı. Düşman, ancak kale müdafaalarıyla karşı koymaya çalışınca bütün kaleler de fethedilmiştir. Bir yanda muazzam ordusuyla Kanunî karşısına çıkacak kral ararken, öbür yanda Akıncılar şehirleri, kasabaları, köyleri hallaç pamuğuna çeviriyorlardı. Düşmanın bir tek övüncü olmuştu bu savaşta, o da şu:

Akıncı beylerinden bir ikisi şehid düşmüştü. Bunlardan Kasım Bey'in altın üzerine murassa tulgasını cenazesinden çıkarıp alabilmişler! İsmail Hami Danişmend, Hammer'in bu hâdiseyi anlatışını kınar ve şöyle der:

"— Yalnız bunları muvaffakiyet gibi göstermenin ve bilhassa Hammer'in yaptığı gibi bir kasabanın beş yüz kişilik bir Akıncı koluna karşı tek bir kişi tarafından müdafaa edilip Türk Akıncılarını çil yavrusu gibi dağıtmış ve perişan etmiş olduğu hakkında birtakım safsatalar kaydetmenin yalnız ilim zihniyetiyle değil, akıl ve mantıkla da hiçbir alâkası yoktur; bu gibi iddialar ancak kendilerini avutmak hissiyle izah edilebilir."

Pîri Mehmed Paşa'nın Ölümü (13 Kasım 1532)

Kanunî onun ağırlığı altında rahat edemiyordu, bu derece yüksek bir şahsiyet idi. Yüklü bir aylığa bağlayarak emekliye ayırmış, o da Silivri'de çiftliğinde yaşıyordu. İstanbul'a ancak önemli zamanlarda geliyordu. Öldüğü zaman 66–67 yaşlarında idi. Pargalı İbrahim'in zehirlettiği rivayet edilir. Bu işin yardımcısı olarak verilen isim ise Edirne kadısı Molla Mehmed Efendi'dir.

Avusturya Elçisi (Ferdinand'ın Ezilişi)

Kanunî Alaman seferinde büyük avı yakalayamadan 21 Kasım 1532'de İstanbul'a dönmüştü. Avusturya anlamıştı ki Kanunî ile dost olmak, -en azından düşman olmamak- en akıllı yoldur. Sulh yapılması için elçiler gelir Ferdinand'dan. Önce Vezir-i Âzam İbrahim Paşa tarafından kabul edilen elçiler, burada adam akıllı terbiye edilirler. İbrahim Paşa, kralları ile Pâdişâh Kanunî arasındaki farkları anlatır. Nasıl davranmaları gerektiği hakkında, onlara tavsiyelerde bulunur; bu tavsiyeler ağırcadır amma, zayıf olanın katlanmaktan başka çaresi yoktur. İbrahim Paşa, Padişahını yüceltir de kendisini ihmal eder mi hiç?

"— Bu büyük devleti idare eden benim. Her ne yaparsam yapılmış olarak kalır. Çünkü bütün kudret benim elimdedir. Verdiğim verilmiş, reddettiğim reddedilmiştir. Savaş, barış, servet, kudret benim elimdedir." Bunun üzerine Kornelyus (elçi) aldığı talimat uyarınca Ferdinand'ın, Pâdişâhı babası ve İbrahim Paşa'yı da kardeşi alarak selâmladığım söylemiştir."

Avusturya ile sulh antlaşması 22 Haziran 1533'te imzalandı.

1- Kral Ferdinand pâdişâhı baba ve metbû bilecek, vezir-i azamla müsavi sayılıp ona kardeş diyebilecek.

2- Ferdinand Osmanlı ülkesine kendi arazisi gibi rivayet edecek. Pâdişâh Avusturya'yı ülkesi, halkını tebaası olarak bilecek;

3- Ferdinand Macaristan üzerindeki veraset iddialarından vazgeçecek;

4- Macar Kralı Jan Zapolya ile aralarında olacak mukaveleleri Osmanlı pâdişâhı görüp tasdik edecek, v.s.

Yapılan antlaşmada, kuvvetli bir hükümdarın âdilâne bir dünya nizâmı siyaseti var, mazlumu koruma arzusu var...

Eski Macar kraliçesi Maria'ya kocasından kalan malikâneye dokunulmaması, kadının rahatça yaşaması bile bir madde olarak metne geçirildi.

Bu antlaşmaya süre konmayıp "muvakkat değil daimîdir" denildi. Daha önceki pâdişâhlar gibi Kânunî'nin de yönü Batıya çevrili idi. Lâkin bir zamanlar daha ziyâde Kara-manoğulları'ndan köstek görüldüğü gibi İran'dan da hiç rahat nefes alınmamıştı. Şimdi yine İran, Padişahı huzursuz edecek davranışlarda bulunuyordu. Zaten bu İran köstek olmasaydı "Türk hamlesinin en aşağı Ren'de duracağı muhakkaktı. Hatta Papa'nın Şarlken'e gönderdiği bir kardinal, Avrupa Hıristiyanlığını Türk istilasından Tahmasb'm kurtardığını söylemiştir."

İbrahim Paşa'nın İran Seferi

İran'ın canı tokat istemişse vurulur. Kanunî Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'yı gönderir. Ekim 1533. Bilâhare kendisi gidecektir.

İbrahim Paşa'nın pâdişâh gibi davrandığını anlatan tarihçiler onun çok önemli işler başardığım da yazarak hakkını teslim ederler: Aleyhine kullanılan en önemli yanlışı ise kullandığı bir tabirdir. "Serasker-i Sultan" İleride çekeceği cezada bunun da payı olduğu sanılıyor.

Önceki bahislerde geçtiği gibi, Çaldıran Meydan Savaşı'ndan sonra, ölen Şâh'ın yerine geçen oğlu Tahmasb Osmanlı Devleti'nin düşmanlarıyla dost olmaya çalışıyordu. Kânunî'nin beklediği samimi davranışı esirgiyordu. Bir yandan Haçlıları Osmanlı aleyhine birliğe teşviki, bir yandan Kânunî'ye karşı kuralsız hareketi (ki, görevi devralışının bildirilmeyişi gibi), İran'a karşı savaş açılmasını zaruri kılmıştı. Öncelik Batı'da olduğu için Şâh İsmail'in oğlu, Şah Birinci Tahmasb sırasını bekleyecekti. Batı'da yapılacaklar yapıldı, ordunun yönünü doğuya çevirme zamanı geldi.

Osmanlı'nın ayağı bir yerde sabitlenemiyor zaten. Eskiden, bir Bizans veya Sırpla Batı yakasında, bir Karamanoğlu'yla Anadolu'da çarpışılırdı. Şimdi, yani yarım asırdan fazla zamandır Doğu'da; İran'la barışık olununca Batı'da Macar'lar veya Avusturyalılarla savaşılır, onlarla sulh hâli temin edilince İran'la: Dolayısıyla, İstanbul Pâdişahı'nı özler. Paşalarını, beylerini özler...

İran Şâhı'nın kendi kendine hazırladığı savaş sebebi başka sebeplerle desteklenmişti. Bu sebep, iki ülkenin hudut boyunda bulunan Üçi Vâlisi'nin ihânetiydi. Bunlardan ikisi Safavîler'in Bağdat Valisi Zülfikâr Han'la Azerbaycan Vâlis Ulema Han, bunlar İran'a ihanet etmiş Osmanlı'ya sığınmış bulunuyordu. Buna karşılık "Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bitlis Kürt Emiri Dördüncü Şeref Han’da metbuundan ayrılıp İran'a iltica etmişti."

İşte bu anlatılan sebepler iki ülkeyi savaşa mecbur etti. İbrahim Paşa önder gönderildi, daha sonra da Padişah gidecek. Biz, Kânunî'nin Seferi'nden önce araya g

Link to comment
Share on other sites

Bağdat'ın Fethi (31 Aralık 1534)

Daha nice müşküller yaşanarak yola devam edildi. Bağdad Muhafızı Teke'li Mehmed Paşa idi. Gelen Osmanlı Ordusu'yla savaşmaya ne niyeti vardı ne gücü. Maiyyetindeki askeri alarak kaçtı. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa önden giderek, yağmaya meydan vermemek istedi.

Şehrin kapılarım kapatıp, anahtarlarını Padişaha gönderdi. Bağdad savaşsız fethedilmiş oluyordu; varsın olsun. Padişah fetih müjdesini getireni ihsanlara boğdu. O zaman geliri 300.000 akçe tutan İzvornik sancağı beyliğini müjdeciye verdi.

Vezir-i Âzam gençliğinden beri, bir sırdaş gibi tanıdığı Padişahı nasıl sevindireceğini biliyordu. Bağdad'a gelmekte olan Padişahı karşılamaya çıktı. İbrahim Paşa servetini artıracak meblağlara kavuştu, Padişah sevince garkoldu. İbrahim Paşa'dan başka pek çok kişi, mevkiine göre, Pâdişah'ın cömertliğinden nasipdâr oldular; yeni mansıplar kazandılar.

Bağdad'la ilgili bir şeyler söylemeli icâbetse de, şimdilik onu geçeceğiz. Dördüncü Murad'ın fethi münasebetiyle kısa bilgiler aktarmak niyetiyle ileriye bırakıyoruz. Fetih sonrası infaz edilen bir idam ile bu faslı kapatacağız.

İskender Çelebi

Vezir-i Âzam Pargalı İbrahim Paşa'nın içi kin doluydu. Aşırı derecede şan şöhret düşkünü olan İbrahim Paşa, bir fâni için Osmanlı Devleti'nin verebileceği her şeyi almıştı. Vezir-i Âzam, Rumeli Beylerbeyi ve Serasker... bu üç makam biraz sora dördüncüsünü kattı. Bağdac Seferi'nde çıkardığı emirleri duyururken "Ser-asker Sultan" emridir diye tellal bağırtıyordu. Baş-Deftertar İskender Çelebi ağır, vakar ve devlet terbiyesine sahip bir kişiydi. Çok tehlikeli bulduğu Serasker Sultan unvanını biraz hafifletmek istedi. "Ser-asker Hazretleri" denmesinin uygun düşeceğini hatırlattı.

Bir de, İskender Çelebi'nin Vezir-i Âzam'ı çileden çıkaracak başka yanları vardı zaten. Mâiyyetinde bulunan (kend malı olan ama) devlet hizmetine hazırladığı, Hammer'in deyimiyle "bir gençler fidanlığı vardı." İbrahim Paşa malı mülki ve kaleleriyle, Pâdişâh nezdindeki itibariyle İskender Çelebi'yi kıskanıyordu Kendi sahip olduğu bütün itibarını, ikna kabiliyetini kullanarak İskender Çelebi için idam fermanım çıkarttı.

İskender Çelebi'nin İdamı (13 Mart 1535)

Pargalı İbrahim Vezir-i Âzamlığın tam tadına varabilmek için Baş-Defterdar İskender Çelebi'yi Bağdad'ın Atpazarı'nda yukarıdaki tarihte idam ettirdi. Çelebi'nin 6–7 bin kölesi saray kulları arasına, serveti de Pâdişâh hazinesine devredildi.

Bir Nisan'da Kanunî İkinci Azerbaycan Seferi'ne çıktı. 29 Mayıs 1535'te Almanya İmparatoru Şârlken Barboras'a karşı Tunus Seferi'ne çıktı. Barbaros Ağustos 1534'te İstanbul'dan hareket edip Akdeniz'i Türk hâkimiyetine sokacak faaliyetine başlamış, İtalya sahillerini kasıp kavuruyordu. Tunus fethedilmiş, Malta Şövalyeleri'nin idaresindeki Trablusgarb tehdit altına girmişti.

Barbaros'un fetihleri Avrupa'yı birlikte harekete mecbur bırakmış Almanya İmparatoru'nun bayrağı altında toplanan Alman, İtalyan, İspanyol, Portekiz, Belçika, Papalık ve Malta askerlerinden meydana gelen bir büyük Haçlı Ordusu hazırlanmıştı. Birleşik devletlerin donanması Andrea Dorya komutasındaydı. Bunca devletin sayısı belirsiz askerine karşı Barbaros'un 10–12 bin askeri vardı.

Ne yazık ki Barbaros'a Müslüman kardeşlerimiz ihanet etmiştir. İki tarafın askeri imkânı mukayese edilemeyecek kadar nispetsiz iken bir de Arap dindaşlarımız düşman tarafına geçince Halk-ul Vâd Kalesi epey mücadeleden sonra düşmanın eline geçmiştir. Bu kale "Tunus şehrinin anahtarı" durumundaydı.

Asıl Osmanlı Ordusu İran'da iken Barbaros çok az sayıda askerle yedi devlete karşı savaşıyordu. Düşman tarafı devamlı takviye alırken, Barbaros'un askeri devamlı azalıyor. Üstelik bir de dindaş ihanetiyle karşılaşılıyor. Barbaros Tunus şehrine girip canını kurtarmak istediğinde, buradaki Araplarla birleşen Hıristiyan ve bilhassa Avrupalı esirler buna mani oluyorlar. Tutunacak dal bulamayan Barbaros Tunus'u terkediyor...

Barbaros'un terkinden sonra Tunus'a giren İmparatorluk ordusu 30 bin kişiyi öldürüp, kadınlarına tecavüz etmiş, kütüphaneler yakılmış yani Tunus harap olmuştur.

Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'nın İdamı

"Pargalı bir balıkçının bu dönme ve devşirme dölüne " Osmanlı Cihan Devleti'nin padişahlık hariç her makamı verilmişti. Vezir-i Âzam, Serasker, Rumeli Beylerbeyi, bir de Padişah’ın eniştesi olmakla şereflenip "Dâmad-ı Şehriyâri" idi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, son İran seferinde, o zamana kadar hiç duyulmamış bir unvan icat ederek kendisine "Serasker Sultan" demişti: Bunca yükseklere uçarken kendisine kanat olan Kanuni’nin hangi gazabına uğrayıp da canından olmuş bir bakalım.

"Padişahı kızdıran davranışlarından biri, sefer sırasında askerin kışa yakalanmasına meydan vermiş olması idi. Başka bir suçu da Defterdar İskender Çelebi'yi astırması. Meğer saadetlü pâdişâh, İstanbul'dan ayrılmak üzere iken seraskere 'İskender Çelebi tecrübeli ve becerikli bir adamdır. Onun düşüncelerine karşı çıkma' diye tembih etmiş imiş. Ayrıca İbrahim Paşa'nın askerin kışa yakalanması sorumluluğunu İskender Çelebi'ye yüklemesi, ama sonradan onun bu işte günahsız olduğunu Pâdişah'ın öğrenmesi ve bir de Adilcevaz ile bir iki kalenin alınması gibi önemsiz bir kazanç karşılığı olarak, askerin boş yere bu kadar sıkıntıya sokulmuş olması Pâdişâh tarafından beğenilmeyen işlerindendi."

İbrahim Paşa'nın, önceleri iyi davrandığı insanlara karşı sonradan kötü olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'e saygısını iyice yitirdiği de söylenir.

Ganimet mallarından olan birkaç heykeli sarayının önüne diktirmesi hicvedilmesine vesile olmuştu:

Bir Halil gelmiş idi putları etmişti şikest

Sen Halil'im şimdi geldin kıldın halkı putperest

Burada, Paşa Halil İbrahim olarak anılırken, birinci mısradaki Halil, İbrahim Peygamberdir.

Padişahın yerine göz koyduğu dahî rivayetler arasındadır. Hammer İbrahim Paşa'nın aleyhine gelişen bütün hadisleri sıraladıktan sonra, der ki: Belki de tarihin aydınlatamadığı başka sebeplerin de katılması ile Kanunî Sultan Süleyman'a onu ortadan kaldırmak düşüncesini telkin eylemişti."

Padişahla devamlı görüşen, gecenin ileri saatlerine kadar sarayda kalan, hatta bazan sarayda yatan enişte İbrahim, yine bir gün, gelir: Yenir, içilir tatlı muhabbetle gönülleri açılır. Vaktin nasıl geçtiği belli olmaz. Amma çok geç olmuştur. Pâdişah'ın da, vezirin de uykuları gelmiştir. Paşa, "Padişahın odasına bitişik olduğu söylenen hâbgâhına çekilip câmehabına girerek izzetu ikbâl içinde derin ve emin bir uykuya dalmıştır." Cellât Kara Ali; Paşa'nın ölümüne yardımcı olarak, onun bir daha uyanmamasını sağlamıştır. O zaman Paşa'nın kırk bir yaşında olduğu sanılıyor.

İbrahim Paşa'nın öldürülmesinden sonra ikinci vezir Ayaş Mehmed Paşa Ve-zir-i Âzam olur. Arnavut olması tabiî ki suç sayılamaz amma; Türk Devleti'nin Sadrâzamı bulunurken Arnavutluk için gayret sarf etmesi sicilini lekeler. Paşa'nın zenperest olduğu da ayrı bir eksisidir.

İsmail Hami Danişmend'in kronolojisi Ayaş Paşa'dan hiç iyi bahsetmez.

"Yeni vezir-i âzam pek silik ve sönük bir şahsiyettir ve hatta hiçbir şahsiyet sahibi değildir; tarihte siyasi rolünden ziyade çapkınlığıyla iz bırakmıştır!"

Üstad, Osmanzâde Taib'den ve Peçevî'den alıntılarla yeni Vezir-i Âzam'ın ahlâkî düşüklüklerine örnekler verdikten sonra yine, ahlâkî yönü için bir cümle kullanır ki, çarpıcıdır: "Sarayında kırk beşik sallanmak vâkî olmuş idi."

İbrahim Paşa'yı aratacağa benzer Avlonyalı Ayaş Paşa.

Fransa'ya Verilen Kapitülasyon Meselesi (18 Şubat 1536)

İsmail Hami Danişmend'in izahına göre: Kanunî ile Birinci Fransuva arasında akdedilen bu mesele, galibin mağluba, büyük devletin küçük devlete, muazzam bir devletin aç, zayıf ve muhtaç bir devlete tanıdığı bazı imkânlar, demektir. Fransa gibi ehemmiyetsiz ve zayıf bir Hıristiyan devletiyle yapılmış iki taraflı bir ticaret anlaşması değildir.

Preveze Deniz Savaşı (28 Eylül 1538)

Türk tarihinin en parlak sayfalarından birini Barbaros'a borçluyuz: Osmanlı Pâdişahları'nı anlatırken, Yavuz devrinde çok az anarak geçtiğimiz bu büyük denizciyi Kanunî devrinde de anmadan, hele de muhteşem Preveze Zaferi'ni özetlemeden geçersek büyük bir hata yapmış oluruz. Barbaros ve Andrea Dorya cihanın iki muhteşem amirali; biri Hilâl diğeri Haç için, veya ikisi de ait oldukları devletler için suları mesken edinmişler, denizlerde en büyük olma yarışındalar. Bu yarışın şimdiki başlama noktası, mücadele alanı Preveze'dir.

Preveze Savaşı'nı Barbaros Hayreddin Paşa'nın hatıralarından istifâde ederek anlatmaya çalışacağız. Paşa'nın iki ciltlik hatıralarının birinci cildine başlarken, bu savaşın nasıl yapıldığını anlatan bölümü şöyle:

"Sultan Süleyman'ın Fermanı"

"Ve bundan sonra, sultan-ül azam ve melik-ül muazzam, ümmetlerin metbûu, adalet ve ihsanın koruyucusu Osman Han’ın oğlu Orhan Han’ın oğlu Murad Hân'ın oğlu Mehmet Hân'ın oğlu Bâyezid Hân'ın oğlu Selim Hân'ın oğlu, es-Sultan İbn-is Sultan Süleyman Hân Hazretleri -Allah onun mülkünü zamanın ve devrânın nihayetine kadar devamlı kılsın, âmin yâ Rabbel âlemin- bir gün ferman buyurdular ki:"

Kimsin, necisin, neler yaptın? Yaz ki bilelim. Yazdığın "eskiden yazılmış tarihlerin yanında, Hazine-i Âmire'mde bulunsun." Böyle demiş Kanunî. Barbaros da Seyyid Murâdî adlı bir yiğide hatıralarını dikte ettirmiş. Şimdi o hatıralardan Preveze'yle ilgili kısa bir bölüm alarak muhterem büyüğümüze dualar edeceğiz. Ve göreceğiz ki; şanlı denizcimiz dünyanın en namlı deniz muharebelerinden sayılan Preveze'yi nasıl tevazu içerisinde anlatmış! Kazandığı zaferde kendisine çıkardığı pay nedir? Hangi haleti ruhiye ile başlamış, neler düşünerek savaşmış, bu zaferin sonrasında ne yapmış?

"Seherde Gördüğüm Rüya

O gece:

— Allahım, İslâmı kâfirler üzerine kuvvetli kıl! İslâm'a nusret ihsan eyle! diye sabaha kadar tazarru ve niyaz eyledim. Seher vaktinde uyku ile uyanıklık arasında şunu gördüm:

Yattığımız limanın yalı kenarında sanki karada birçok ufacık serdin balığı çıkmış. Amma ol ufacık serdin balıklarının içinde iki tane karnıyarık balık vardı. Bunları seyreder dururken, bir şahıs bir al ata binmiş doludizgin yanıma geldi, atın başını çekip durdu. Bir peştemal dolusu ufacık balığı elime verip: Al bunu ya Hayreddin! Halife-i ruy-i zemin olan şevketlü Sultan Süleyman'a peşkeş ver, dedi. Sonra çıkarıp elime bir rik'a vererek kayboldu. Ben de rik'ayı açıp baktım. Gördüm ki, beyaz kâğıt üzerine yeşil hat ile -Nasrun min Allahi ve fethun karîb ve beşşiril mü'minîne yâ Muhammed- deyu yazılmış. Bunu okuyup yüzüme gözüme sürdüm.

— Sana hamd ve şükürler olsun ya Rabbi!" diyerek uykudan uyandım. Rüyayı kendim tabir ettim:

—İnşallah ol ufacık balıklar kâfir donanmasının firkateleri ve sandallarıdır. Erzak ve ganimetlerle İslâm askerinin tok doyum olacağına işarettir. Karnı yarık balıklar ise kâfirlerin kadırgalarıdır. Gâib bilinmez amma, içinde olan kâfirleri firar etmiş olmalı. Padişah-ı âlem-penah hazretlerine peşkeş ver dediği peştemal dolusu ufacık balık, inşallah, yakında Boğdan'ın fetih haberi geleceğine işarettir. Çünkü şimdilerde Pâdişah-ı âlem-penah Boğdan üzerine gitmiştir. İçinde nusret âyetleri yazılı olan rik'a ise, inşallah, Allah'ın yardımı, Peygamber'in mucizesi, enbiyaların himmeti ile düşmana mansur ve muzaffer olmamıza işarettir diyerek hamd ü senalar ettim.

Baktım ki nusret rüzgârı içerden dönmeye başladı. O zaman:

— 'Bismillah, tevekkeltü alellah, niyyeti gaza, kasdı kâfir! diyerek mübarek bir saatte salpa eyleyip, bâdbanları döküp, pupa rüzgârla fecir vaktinde seksen pare gemi olmak üzere kâfir donanmasının üzerine hücum ettim.

Preveze Savaşı'nın Başlaması

Kâfir donanmasının ise o gece üzerine bir pus çöktü ki birbirlerini görmez oldular. Benim limandan çıkacağımı ise hiç zannetmiyorlardı.

"— Barbaroşo bizden korktu, gayri limandan taşra çıkmaz." derlerdi.

Zira kâfirler gelip oraya lengerendâz olalı üç gün olmuştu. Bizden bir hareket görmediklerinden böyle kanaat getirmişlerdi. Amma, düşman düşman halinden bilmez, demişler. Bizim yattığımız Preveze Limanı'ndan öyle olur olmaz rüzgâr ile çıkılmaz idi. O sebepten çıkışı rüzgârın içerden eseceği bir mübarek saate tehir etmiş idim.

Seksen pârelik donanmamı üç bölük ettim.

Tenbih ettim

— Bizim gemi alayı kâfirin alayına karşı olsun. Bizim firkate alayı kâfirin firkate alayına, kalite alayı kâfirin kalite alayına mukabil olsun!

Böylece taksim edip at başı beraber İslâm donanması kâfir donanmasının üzerine gitmekte olduk.

Amma kâfirler karanlık pusun içinde, emir üzerinde kendi havalarında yatırlar idi.

Bizi ardımızdan sürüp oraya getiren nusret rüzgârı, varıp kâfir donanmasının üzerindeki pusu da dağıttı.

Kâfirler gördüler ki İslâm donanması üzerlerine bindirip varır. O zaman kâfirlerin içinde, bir ana baba günü bir şaşkınlık, bir rubulya koptu ki, demek olmaz!

Daha alaca karanlık olduğundan demirlerini kesip birbirlerinin üzerlerine düşüp, kâfir donanmasıyla Müslüman donanması karmakarışık oldular.

Otuz altı pare geminin önünde olarak, forsa sancaklarım dikip foralabanda arslanlar gibi yollu yolunca ateşlerimizi saçarak cenge giriştik.

Kalite alayımız kâfirlerin kalitelerini allak bullak edip kimini alıp, kimini batırmakta, kimisini ise kâfirler bırakıp kaçmakta idiler. Firkate alayı dahi, kâfir firkatelerinin kimini alıp, kimini baştankara edip, kimini dahi koğup gitmekte idiler.

Elhâsıl kâfir donanması münhezim olup, asâkir-i İslâm mansur ve muzaffer oldu.

Kâfir gemilerinden sekiz paresi kuru tekne olarak on beş tanesi alındı, yedisi batırıldı. Kâfir kalitelerinden yedisi cenk ederek, ikisi içindekilerin bırakıp kaçmasıyla dokuz kalite alındı. Kâfir firkatelerinden on iki pare firkate alındı. Netice-i kelâm kâfirlerin yüz yirmi pare donanmayı menhûselerinden otuz altı adet tekne alındı, kalanı firar edip gittiler. Firkateler ve sandallar deryanın yüzünden kâfirleri devşirdiler, kimisi de boğulup cehenneme gitti. İkibin yüz yetmişbeş kâfir esir alındı.

Büyük ziyafet verdim

Aktarmaları getirip limana koyduk, sonra kendimiz de selâmetle tekrar limana girip yattık. Sakatlarımızı onardık. Zira biz de salkım saçak olup, iler tutar yerimiz kalmamıştı.

Şehit olan gazilerin kimini deryaya kimini ise Preveze'ye defnettik.

Seksen pare gemideki gâzî askerlerden dört yüz şehit sekiz yüz yaralı vardı. Mecruhların yarasını hoşça sardık.

Bu büyük gazanın şükrü için yüzümü secdeye koyup hamd ü senalar eyledim. Sabah olunca kaptanlara ve gazilere büyük ziyafet verdim. Yeyip içip şenlik, şâdımanlık ettiler.

Bizler bu sürür ve sevinç içinde iken Boğdan'm fethi müjdesiyle Kapıcıbaşı geldi. Kapıcıbaşı'yı ihtiyaçtan beri edip başım göğe erdirdim.

Kaptanlara ve Kapıcıbaşı'ya gördüğüm rüyayı ve nasıl aynen çıktığım anlattım. Şevketlü Sultan Süleyman Han, Kapıcıbaşı ile gönderdiği hatt-ı Hümâyunda buyurmuş ki:

"Sensin ki Lalam Hayreddin Paşa. Derya gazan mübarek olsun. Kış mevsimi yakındır. Gayri ayak ayak Âsitâne'ye gelmeye acele edesin. Burada rahat ve istirahatında olasın."

Üçüncü gün Kapıcıbaşı'yı geri gönderdim. Çengin ahvalini ve sair haberleri de yazıp eline verdim. Pâdişâh hazretlerine bildirdim. Kendim ise Preveze Limanı'nda yirmi gün miktarı eğlenip, kâfirden aldığım aktarmaları donattım. Onlarla beraber yüz pare tekne olduk."

Barbaros'un, bir destanı özetlemesi olarak kabul edilecek anlatımını biraz zenginleştirelim diyoruz. Burada yine İsmail Hami Danişmend'den alıntı yapmadan geçemeyeceğiz.

"Askerinin maneviyatına fevkalâde ehemmiyet veren Barbaros bu sırada kendi amiral gemisinin iki yanına iri yazılı iki âyet astırmış ve bir rivayete göre de bir Kur'an yapraklarını denize serptirmiştir. Kâtip Çelebi büyük kahramanın bu tedbirini şöyle anlatır":

"Derhâl pâşây-ı Gazi iki âyet yazup gemisinin iki tarafına bırakdıkda rüzgâr sakin olup barçalar hareketten kaldı. Kıssadan hisse budur ki serdâr olan namdarlar yalnız esbâb-ı cismaniyyeye itimad itmeyüp kaadir oldukları kadar esbab-ı rûhaniyyeye dahî riâyet ve itibâr eylemek lâzımdır."

Bu işler yapıldıktan sonra rüzgârın kesilmesi Andrea Dorya'nın gemilerini hareketsiz bırakmış, uzaktan ateşlenen toplar, menzil dışı olduğu için Türk gemilerine yetişememiş, mermiler hep denize dökülmüştür. Ünlü Andea Dorya fenerlerini söndürüp karanlıkta kaçarken Barbaros dalga geçmiş, "ne güzel kahramanca fenerlerini öldürüyor" diye gülmüştür.

Preveze Zaferi Akdeniz'i Türk hâkimiyetine soktuğu için, çok büyük önem arzetmektedir. Barbaros kendi zaferim fazla büyütmese de Türk milleti takdirlerini ebediyen sürdürecektir.

Barbaros'un 18 Kasım'da çıktığı İtalya Seferi'ni Portekiz gemilerinden kurtardığı Türk ve Arap esirleri, Minorka Adası'nın merkezindeki Mahor Limanı'nı zaptını ve burada da birkaç yüz Türk esiri kurtardığını, şehrin bütün servetini zaptedip 5700 esir aldığını hatırlatıp geçeceğiz.

17 Mayıs 1537'de Kanunî Yedinci Seferi Hümâyuna çıkmış, 15 Eylül'de dönmüştür. Yine aynı yılda Barbaros'un Adalar Fütuhatı yer alır; yılsonunda Vertiza Zaferi kazanılır.

1538 ortasında Barbaros'un İkinci Adalar Seferi yapılır, Temmuzda sekizinci seferi Hümâyunla Kanunî Boğdan'a hareket eder. Seferler ve zaferlerle günler geçer, gider...

Hadım Süleyman Paşa'nın Hint Seferi (13 Haziran 1538)

Kanuni'nin Boğdan Seferi'ne geçmeden önce Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa'nın Hint Seferi'ne kısaca göz atmak lâzım. Hıristiyan dünyası, güçlü Osmanlı Devleti'nin yaptığı haklı savaşları ve bu savaşlarda uyguladığı o günün geçerli kuralını işine geldiği gibi yorumlar. Eğer onların çoğunun yazdığına bakılacak olsa bizim muzaffer pâdişâhlarımızın hepsi vampirdir. Kendileri tarafından o zamanlarda yapılanlar oldukça hafifletilerek bir de üzerine şartların mazereti makyajı çekildiği halde, beri tarafın yaptıkları bugünün dünya şartlarına göre değerlendirilir!

Amerika'nın keşfinde ora yerlilerinin başına gelenler dünyanın malûmudur. Bir avuç kılıç artığı, Papa tarafından, Hz. Âdem'le Hz. Havva nesline ait oldukları açıklandıktan sonra insandan sayılmıştı. Osmanlı Devleti'nin cihana adalet dağıttığı, mazlum milletlerin çığlıklarını susturmaya koştuğu zaman da o zaman (1492). İşte o yıllarda bir Portekizli "Vas-co de Gama" Hint yolunu keşfetti.

Şahsen hiç yaşamayan Hıristiyan devlet adamlarının bile birinci vazifesi dinlerini dünyaya hâkim kılmaktı. Papa bütün Hıristiyan devletlerine manen hükmediyordu. Hindistan Osmanlı İmparatorluğu'nun arkadan çevrilmesine yarayacak önemli bir yerdi. Alman İmparatoru Şarlken'in Şii İranla kurduğu dostlukta Hıristiyanlar adına ayrı bir avantaj. Eğer Kanuni biraz zayıf, iradesiz ve uysal kalırsa "Sünni" denen İslâm Şiiliğe teslim edilebilir. Venedikli casuslar Portekiz'in Hind politikası hakkında haber taşıyorlardı. Portekizliler Hindistan'ın Gücerat sahillerini işgale başladılar. Devlet'in "bedbaht" hükümdarı Bahadır Şah, İslâm halifesi olması sıfatıyla Kânunî'den yardım dileğinde bulundu. Hem millî hem de dinî bir vecibe idi. Kanunî derhal, Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa'ya buyurdu ki, Hint Seferi için donanma hazırlaya.

Bahadır Şah Hindistan'ın bir kısmına sahipti; altın ve cevahirden mürekkep 300 sandık (belki de 116 sandık) hazinesi vardı ve bunları Mısır'a göndermişti. Şah'ın oğlu Mahmud babasına ihanet edecek tiynetteydi. Portekizlilere kandı, babasının öldürülmesine sebep oldu, yerine kendi geçti. Bu hâdiseler cereyan ederken Mısır'daki hazine İstanbul'a getirtildi. Hindistan'ın büyük kısmı Timur ahfadından Bâbur Şah'ın oğlu Hümâyun'un elindeydi. Delhi'de bir Sultanlık vardı ve orası da Kanuni’den yardım istemekteydi.

Hadım Süleyman Paşa donanmayı hazırladı. Kızıldeniz'den Hint Denizi'ne hareket etti. Rivayete göre Barbaros da bu sefere iştirak etmişti. İki taraflı Türk donanmaları bekleneni vermiştir. Adalar deniziyle Akdeniz'in hâkimiyeti elde edilip, Kızıldeniz, Umman Denizi ve Hint Okyanusu Türk hâkimiyetine hazırlanır hale geldi. Aden'in zaptı da bu seferle oldu.

Sekizinci Seferi Hümâyun (8 Temmuz 1538) Boğdan

Küçük devletçiklerde mi akıl olmuyor, akıl olmadığı için mi küçük kalıyorlar? gibi bir soru herhalde pek münasip olmaz. Fakat şunu sıkça görüyor, Osmanlı Devleti'nin yanına konunca küçücük kalan bazı devlet yahut Prenslikler tekrar tekrar meydana çıkmaya ve dayak yemeye doymuyor.

Boğdan yani Maldova küçük bir Voyvodalık olduğu halde yerinde duramayıp bir zamanlar Fatih'i darıltmış, haraca bağlanmak suretiyle ipten dönmüştü. İkinci Bâyezid'le bile anlaşamadıydılar. Birkaç kale kaybıyla Bâyezid'in elinden sıyrılmıştılar. Kanunî Mohaç Seferi'nde iken düşmanla işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdi ve çiçeği burnunda Voyvoda Rareş anlaşmaları ihlâl etme yarışına girmiştir. Bunların sonucu savaştır.

Sekiz Temmuzda İstanbul'dan hareket eden Kanunî Boğdan Beyliği'ne yeni düzen verdikten sonra 22 Eylül'de İstanbul'a dönüş yolculuğuna başladı. Tabii Padişahı zahmetlere sokan Petru Rareş firar etmişti. Onun yerine, kardeşi Etyen Lacuslu tayin edildi ve maiyetine 500 yeniçeri verildi. İki senede bir İstanbul'a gelip bağlılığını arz etmesi de hükme bağlandı.

1539'un 13 Temmuzunda Ayaş Paşa'nın ölümü üzerine Lütfi Paşa vezarete getirilir. Ayaş Paşa hakkında söylenecek hiç güzel söz bulamamıştık. Onun yerini alan Lütfi Paşa çok namlı biridir de devlette önemli olan nam değil icraattır.

Lütfi Paşa Tevarîhi Âli Osman'ın müellifidir. Kanunî Sultan Süleyman'ın hemşiresi Şah Sultan'la evlidir. Dâmad paşalardandır. Ön plana çıkan özellikleri ise şöyle sıralanıyor. İlmine çok mağrur, mutaassıp, sert, kaba v.s. Başına gelen olayda, bu özelliklerinin meydana getirdiği şahsiyeti bir numaralı mesuldür.

Vezir-i Âzam Lütfi Paşa, er ile yakalanan bir fahişeyi görülmedik usulde cezalandırır. (Avret yerini oydurur) Bu hadisenin üzerine Şah Sultan, paşa kocasına, yaptığı işin edepsizlik olduğunu söyler, Paşa, Sultan'ın:

"— Sen bir muânid ve zâlim-i edebsin" demesine sinirlenip aralarında kavga çıkınca, iş pâdişâha intikâl eder ve vezir-i âzam iyi bir dayak yedikten sonra, damatlıktan da vezir-i âzamlıktan da giderilir.

"Bu çirkin faciaların çok güzel bir cephesi de vardır: O da Kanunî Sultan Süleymanla muhterem hemşiresi Şah Sultan'ın insaniyet nâmına fahişelerin bile hukukunu müdâfaada almış oldukları müşterek tavırdır. Lütfi Paşa işte bu hukuku bilmediği, insanlık mefhumunun bütün insanlara şâmil olduğunu kabul etmediği için devrilmiş ve bir daha da doğrulamamıştır. Bu vaka üzerine ikinci vezirlikten vezir-i âzam olan Hadım Süleyman Paşa, büyük servetinin dillerde destan olmasıyla da meşhudur." Merhum İsmail Hami Danişmend, Türk olmayan vezirlerin hatalarını hiç affetmez. Kronolojisinde uzun uzun Arnavud Lütfi Paşa'nın aleyhine yazar.

İstabul Seferi Dokuzuncu Seferi Hümayun (20 Haziran Pazartesi /1541)

"Kanunî Sultan Süleyman donanması Mağrip sahillerinden Kızıldeniz'e kadar Hıristiyanlara karşı Türk sancağını dalgalandırırken Habsburglarla ezeli kavgasını hal için hazırlıklara başladı. Ancak bu kavga Kanuni’nin ölümüne kadar sürecektir."

"Kanunî daha önce Macaristan topraklarının bir kısmına Zapolya'yı kral olarak atamıştı. Macar topraklarının diğer parçasındaysa Avusturya Arşidükü Ferdinand hüküm sürüyordu. Zapolya hayli yaşlanmıştı. Kânunî'den gizlice, kendisinden sonra yerini alabilecek bir çocuğu olmadığı için, Ferdinand ile ölümü hâlinde kendine ait toprakların Avusturya topraklarına katılması maddesini de içeren bir andlaşma imzalamıştı."

"Hâlbuki o topraklar aslında Osmanlı pâdişâhı Kânunî'ye aitti."

Zapolya ölümüne yakın bir çocuğunun olduğunu öğrenir ve onun kral olarak tanınmasını vasiyet eder. Çocuğun doğumu veya doğmuş olduğu etrafa yayılınca, buna kimse inanmaz. Kanunî bir elçi gönderip araştırtır ve çocuğun Zapolya'dan olduğu kanaatine varılır (pek akıl alacak iş değil ya). Ferdinand öncEden yapılan andlaşmaya dayanarak harekete geçer. Budin çevresine kadar bazı kaleleri ele geçirir.

Kanunî, toprağını korumak zorunda kalır. Önce, vezir Sofu Mehmed ve Rumeli beylerbeyi Husrev Paşalan gönderir, bunlara yardımcı olarak da Tuna üzerinden Kasım Paşa ince donanmayla hareket eder. Kanunî daha sonra gelir. Budin önlerinde iken Kraliçe İsabelle, küçük çocuğu pâdişâha gönderir, pâdişâh çocuğu sever ve anasına, çocuğu alıp Erdel'e gitmesini, kral olacak yaşa gelince, Macar Krallığı'nı kendisine vereceğini bildiren bir ferman gönderir.

Krallar tayin edilen günlere, kitaplarla da olsa seyahate çıkmak ne güzel! "İstabur seferi-İstabur zaferi" denen bu savaşın adı, "askerin dört cepheden mürekkep bir murabba teşkil etmesinden hasıl olan müstahkem ordugahların etrafına hendekler kazıldıktan başka top ve nakliye arabalarından sıralar teşkil edilmek suretiyle tahkim edilmesinden geliyor."

Çok kanlı geçen bu savaşta, Ferdinand'ın ordusu telef olmuş, bundan evvel iki defa Macaristan'ı fethetmiş olan Türk ordusu bu krallığı nihayet üçüncü defa olarak da düşman istilâsından kurtarmıştır.

"Bu vaziyet üzerine Mohaç muharebesinden evvelki Macar topraklan üç mıntıkaya ayrılmış ve netice itibariyle ortaya üç Macaristan çıkmış demektir:

1- Budin şehri merkez olmak üzere orta Macaristan bir Türk vilayeti hâline gelmiştir.

2- Şarkta Erdel: Transilvanya hanlığı Türk himaye ve hakimiyeti altında haraçgüzar bir prenslik vaziyetindedir.

3- Şimalde ve simaligarbide şerit gibi uzayan bir kısım arazi de Macaristan'ın Habsburg hakimiyetindeki kısmım teşkil etmiştir." (İ.H.D.)

Kanunî Sultan Süleyman, Türk idari teşkilâtını kurması, Macaristan'ı huzura kavuşturması için Budin valiliğine üç tuğlu Süleyman Paşa'yı tayin etti. "Süleyman Paşa bir Macar mühtedisidir."

Macaristan'da Türk adaleti tesis edilince oradaki Müslümanlar kadar Hıristiyanlar da rahata kavuştular, insanca yaşamanın güzelliklerini tattılar...

2 Eylül Cuma günü Kanunî Sultan Süleyman Budin'e girmiş, camiye çevrilen Meryem Ana Kilisesi'nde Ebussuud Efendi'nin imametiyle Cuma namazım kılmıştır.

Barbarosların sayesinde denizciliğin zirvesinde yaşıyoruz. Preveze'den sonra hep topraklarda dolaşıp ayağımızı hiç suya değdirmedik. Şimdi, biraz denize dönelim.

Hasan Ağa Şarlken'e Karşı

Şarlken'in Cezayir seferi veya Hasan Ağa'nın zaferi! Akdeniz'i namlı Andrea Dorya'ya dar eden Koca Babaros, kenara çekilmiş, vekili ve evlatlığı olan Hasan Ağa'yı Cezayir'i müdâfâya bırakmıştı. İspanya Kralı Şarlken Cezayir için çok büyük sayılacak bir kuvvetle yola çıkmıştı. Andrea Dorya kumandasındaki güçlü donanma ki; irili ufaklı, mevcudu beşyüz on adet gemi" , 12330 gemiciden başka 20000 piyade, İtalyan, İspanyol asilzadeleri, Malta Şövalyeleri ile beraber toplam 40000 kişiye yakın...

Düşman tarafı bu kadar kuvvetli bir donanma ve ordu ile gelirken, herhalde Cezayir'de Türklerin-Müslümanlann kökünü kazımak hayalindeydi! Cezayir'i mudâfâ edecek Hasan Ağa'nın imkânı çok sınırlıydı. Yapacağı en iyi iş, belki de, hemen teslim bayrağım çekmekti! Ama Hasan Ağa teslim teklifine dolambaçlı cevap verip, zaman kazanmaya çalışıyordu.

Düşman aman dinlemez, zayıf anı gözler ki kolay kazansın. Hemen karaya asker çıkarıp saldırıya geçtiler. Hasan Ağa'nın gücü kuvveti azdı ama azmi fazlaydı... Ve... "Bir süre önce bir murabıt (derviş) Müslümanların Tanrı yardımına nail olacaklarım haber vermişti"

Allah'ın yardımı geç kalmaz. Şiddetli bir fırtına başlar ki, gemilerden sahile yiyecek çıkarma imkânı bile bulamazlar. Fırtına günlerce sürer. Hıristiyanlar nasıl kaçacaklarım bilemezken, Barbaros da bir başka yerde, başka limanda havanın durulmasını bekliyordu. Bu sefer, mağrurların burnunun kırılmasına yaramıştı. Şarlken birçok asker zayiatı ve 160 da gemi kaybıyla kurtulduğuna sevinmiş. Çünkü herkesin can telaşına düştüğü fırtınalı gecede Hasan Ağa'nın baskını çok korkunç olmuş, esas asker zayiatını da o gece baskınında vermişler, binlerce ölü ve birçok esir... (23–24 Ekim gecesi)

Şarlken ve Andrea Dorya, canlarını kurtaracak sığmak bulup, fırtınanın dinmesini beklemişler. Cezayir'den kaçarken, şanlı İmparator Şarlken :"İmparator başındaki tacı denize atmış ve :

— Haydi git başımdan ey zavallı oyuncak! Bari benden daha talihli bir hükümdarın eline geç de onun başına kon!"

Bu sözler yalan da olsa güzel!

Peşte Zaferi (24 Kasım 1542)

Anlatılmadan geçilemeyecek bir zaferin tarihidir. Türk düşmanlıklarıyla meşhur olan Papa, İspanya Kralı Şarlken ve Kral Ferdinand. Üçünde de kuyruk acısı var, daha büyük acılar vererek olan Türk pâdişâhından intikam alma sevdasındalar.

Fransa ile Venedik hariç Avrupa'nın bütün devletlerinden Hıristiyanlık adına savaşacak asker toplamışlar. 100.000 kişilik bu orduyu Macaristan üzerine sevketmişler. Yeni Budin Beylerbeyi Bâli Bey'dir. Yahya Paşazade denen Bâli Bey, pek çok Bey'in, Paşanın da yardımlarını alır. Düşmanın 100.000 kişisine karşı Bâli Bey'in asker sayısı 8000'i bulur. On ikide bir!

Düşman tarafı on ikide bir nisbetindeki Türk askerine yenilmekten, onbinlerce telefat vermekten kurtulamamıştır. Bozulup darmadağın olan düşmanların peşine düşülmüş, kendisini selâmet sahiline atabilenler kurtulmuş, ama bu şanslılar galiba pek az imiş.

Kanunî zamanını bir kitap içinde bir bölümde vermek ne kadar müşkül iş imiş? Çok mühim hâdiselerin bir kısmını bile, başlıklar halinde takdime çalışıyoruz, yine de sayfalar uzayıp gidiyor. Bir yandan şanlı denizcimiz Barbaros Hayreddin Paşa'nın gazaları ki, hiç olmazsa birazcık, çok çok az değinmeden geçmek günah olur zannındayım!

Barbaros, İtalya sahillerinde rastladığı kaleleri tahrib ederek geziyor. Önce teslim teklif ediyor kumandana! Teslim olana ceza yok, kafa tutan pişman ediliyor sadece. Barbaros, Papalıkta Hıristiyanlığın payitahtı Roma'ya yakın Ostiya Limanı'na dayanmıştır. Roma'da müthiş bir panik ki, yanardağın fışkıracağı sezilmiş gibi! Rahipler, rahibeler, kadınlar, çocuklar.

— Barbaros geliyor! Vaveylaları arasında sığınaklara kaçışmaya başlamışlar. Amiral gemisinde bulunan Fransız sefiri, Barbaros'un Fransa'ya yardıma gitmesi için yalvarıp İtalya sahillerinden hemen ayrılmasına sebep olmuş. Çünkü Kanunî Fransa'yı himaye etmeye, başlan sıkıştığında yardımcı olmaya söz vermiş ve Barbaros'un donanması da bu amaçla yola çıkmıştı. İsmail Hami Danişmend'in nasıl esef ettiğine bakalım:

"— Büyük Türk amirali ırkının asırlardan beri sayıkladığı 'Kızıl Elma'ya o kadar yaklaşmıştı ki, şanlı elini şöyle bir uzatsa koparıvermek işten bile değildi." Barbaros, düşküne yardım etmenin daha insanî olacağı hesabiyle, Roma'yı da Vatikan'ı da hiç ka'le almadan, dümeni Marsilya'ya kırmış.

Fransız donanma kumandanı Barbaros'u merasimle karşılar. Nis'in (Niş) zaptı için beraber hareket edilecek. Hiç de ciddi bir hazırlıkları görülmez Fransızların. Hâlbuki Barbaros'la beraber gelen Fransız sefiri böyle olduğunu söylememişti. Nis'in iç kalesi muhasara edilirken, Barbaros'tan barut istemişler. Buna hayret eden Osmanlı amirali, Fransız amirali Dük Dankiyen'e:

"Ne güzel muharipler! Gemilerini şarap fıçılarıyla doldurup baruttan başka bir şeyi unutmuyorlar!" demiş ve yanındaki Fransız sefirine dönüp:

“İstanbul'da iken devletin büyük mikyasta hazırlandığını söylediğin zaman benimle eğleniyor muydun?' diyerek azarlamış."

Herşeye rağmen, Nis (Niş) 20 Ağustos'da teslim alınmıştır.

Onuncu Seferi Hümâyun (4 Eylül 1543) İstolni Begrad'ın Fethi

Almanlar "Stuhlveysenburg" diyor, biz Türkler İstolni Belgrad. İlkbaharda çıkılan eserde birçok kale alınarak buraya kadar gelindi. Kanunî Sultan Süleyman'ın bizzat iştirak ettiği onuncu yolculuktu. İstolni Belgrad'a ancak sonbaharda yetişildi.

Fethine çalışılacak yerin önemi Macarlar açısından oldukça fazlaydı. Çünkü: "Macaristan krallarının takdis ve defin mahalli" idi burası.

Kale kuşatması başlamadan önce Padişah, Sâhib Giray'ın oğlu Emin Sultan'ı, 5000 kişi ile düşman memleketlerini vurmak üzere akın gönderdi. Emin Sultan 1500 esir alarak döndü. Gran muhasarası daha önce yapılmış ve orada yaralanan Silistre Sancak-Beyi Sihr-mah ölmüştü, onun yerine Teke Sancak-Beyi Baltacı Mehmed tayin edildi. Bununla birlikte birçok kişinin görev yerinde değişiklik oldu.

Vezir Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, Husrev Paşa Anadolu Beylerbeyi Ahmed Paşa ve Yeniçeri Ağası siper açtırdılar, daha sonra muhasara başladı. Sekiz günlük mücadeleyle kaleden gedik açılabildi; buradan yapılan yürüyüş neticeye yetmedi. Bir hafta kadar daha uğraşıldı ve kaleye hâkim olundu.

Kanunî kale muhafızı Varkoç'un, müdafaada gösterdiği sebatı takdir etmişti; bunu el öptürmeyle açığa vurdu. Budin valisinin kardeşi Ahmed İstolni Belgrad'ın Sancak-Beyliği'ne tâyin edildi; yanına gerekli yardımcılar bırakıldı.. (4 Eylül 1543)

Şehzade Mehmed'in ölümü (6 Kasım 1543)

Kanuni’nin, doğan sekiz oğlundan üçü çocuk yaşta ölmüş, hayatta beş oğlu kalmıştı. Yaşlan 28, 22, 19, 17 ve 13 olan bu şehzadelerin ikincisi Mehmed'tir. Babasının çok sevdiği veliaht tayin ettiği çok iyi yetişmiş bir şehzadedir, Manisa valisidir. Babası Macaristan'dan dönerken ölüm haberini almış, ne kadar üzüldüğünü Allah bilir! Ama Mehmed'ini ne kadar çok sevdiğini herkes biliyordu. Naşı’nın İstanbul'a getirilmesini emreder ve Kanunî, ilk ciğer acısının ne olduğunu anlar. Cenazesi Bâyezid Camii'nde pâdişâhın da iştirakiyle "Er kişi!" niyetine kılınır.

Pâdişâh bu sevgili oğlunun adına güzel bir cami ve yanına türbe yaptırır. Mimar Sinan'ın ilk büyük eseri sayılan Şehzade Camii için 150 yük akçe sarfedildiği anlatılır.

Kanunî Sultan Süleyman ilâhî kanunun önünde boyun eğer, ciğerparesinin acısını içine hapseder. Daha sonra, derecesi bundan da yüksek ızdıraplara, yürek yangınlarına hazırlanmıştır. Saltanatın parıltıları muazzam görünür bakanlara; içinde olan acaba bir mengene gibi mi görürdü. Kanunî yirmi altı yaşından beri yirmi üç senedir gazadan gâzâya koşarken ne kadar saltanat sürebilmiş, ne kadar hizmetkâr olmuştur milletine. Bir cihan devletinin idaresi ne kadar yıpratmıştır onu?

Kış ayları biraz durgun geçer. 1544 baharı gelince, tekrar gâzâ vaktidir. Pâdişâh bütün mesâisini yapılacak yeni akınlara harcamaya mecburdur. Macaristan'ın Avusturyalılardan temizlenme vaktidir: Budin Beylerbeyi Yahya Paşazade Mehmed Paşa maiyetindeki sancak beyleriyle beraber Vişegrad Kalesi'ni muhasara eder ve on gün içinde teslim alır. Sonra diğer kale ve şehirler sırasıyla fethedilir.

Kehle-i İkbâl

28 Kasım 1544'te Veziri-Âzam Süleyman Paşa azledilir, Damad Rüstem onun yerine geçer; bu Damad Paşa bir "hoş" hikâyenin kahramanıdır; geçmeyelim: Hadım Süleyman Paşa'nın azli için çeşitli sebepler sıralanır. Doksanı bulan yaşından dolayı dendiği gibi, "Hüsrev Paşa'yla yaptığı kavga, sarfettiği edepsiz sözler padişahın kulağına gitmiş de".... Ondan, diyen de var. "Kavganın, pâdişâhın huzurunda cereyan ettiği" de söyleniyor. Bütün bunların arasında onun yerine geçen Paşa'nın tuzağına düştüğü iddiası da yabana atılır cinsten değil. Her neyse. Şimdi Rüstem Paşa Vezir-i Âzamdır. "Rüstem Paşa aslen Hırvattı. Mohaç seferinden sonra birinci silahtarlıktan imrahorluğu çıkmış, sonra Diyarbakır Beylerbeyliğine ve nihayet vezirliğe nail olmuştur. Savaştan başka bir şeyden anlamazdı. İlim ve edebiyata karşı ilgisiz idi. Şairleri de sevmezdi."

Askerliği iyi, geri kalan her şeyi kötü gösterilen, üstelik Hırvat dönmesi olan Paşa çirkinliği ile de meşhurmuş. Hırvat, cahil, çirkin ama asker! Bizim Kânunî'nin kanununa göre, demek ki askerlik her şeyden fazla önemli imiş. Onu, sevgili kızı Mihrimah Sultan'la evlendirip, dâmad yapmaya karar vermiş. Bu hususta "Kânunî'nin aklını çelen Hurrem Sultan'dır" diyenler var: Her neyse padişahın kararı kulaktan kulağa yayılır "Hırvat Rüstem güzel Mihrimah Sultan'la evlenecekmiş! Bu adamın çirkinliği yetmiyor gibi bir de cüzzamlıdır. Sultanımıza yazık değil mi?" sesleri, Kânunî'nin duyacağı kadar yükselir. Baba yüreğidir! Devlete hizmeti geçiyor ve geçecek diye mükâfatlandırılan adam, mademki böyle hastadır, bu iş olmaz. Yine de bir, doktorlara sormayı dener. Doktorlar der ki: "Cüzzamlı vücutta kehle olmaz." "Arayın bakalım" der Sultan Süleyman. Dâmad adayımız, herhalde bildiği duaları, üzerinden bit çıkması için okumaya başlamıştır.

Rüstem Paşa soyunur, vücûdu ve çamaşırları aranır ve bir adet bit bulunur. Bu bit, Rüstem'i bize enişte eder. Bu bit, Rüstem'in ikbâl merdiveni olur; ta sadârete kadar yükselmesine ve şu beyitin edebiyatımıza girmesine vesile olur.

"Olucak bir kişinin bahtı kavi talii yâr

Kehlesi dâhi mahallinde anun işe yarar"

Osmanlı İmparatorluğu sarayında rüşvet kapısını açanın da Rüstem Paşa olduğu iddia edilir. İsmail Hami Danişmend'den dinleyelim. "Herhalde Rüstem Paşa'nın, zararı kendi zamanından ziyâde kendi zamanından sonraki zamanlara şamil bir ahlâksızlık kapısı açmış olduğu muhakkaktır: Devşirmelerin devlet bünyesine soktukları fesat tohumlarından biri de işte budur. 'Vâz-ı irtişa' öldüğü zaman kaydedilen terekesi bilhassa vezâret-i uzmâ makamında temin etmiş olduğu efsanevî servet hakkında küçük bir fikir verebilecek mahiyettedir: Krallarla imparatorlardan bile resmen ve hatta muahede mucibince şahsî haraç alan ve Kanunî devrinde yıllarca vezareti uzmâ makamında bulunan bir devlet adamı için bu servetin mühim bir kısmını tabii görmek zarurîdir. Rüstem Paşa'nın 'Muhellefat'ından en mühimleri şunlardır:

8000 yazma Kur'an - 130 murassa Kur'an - 5000 yazma Kur'an - 170 köle -2900 at -1160 deve - 80 000 tülbent - 780 000 altın - 5000 hilat - 1100 altın üsküf -2009 yük keçe - 2000 zırh - 600 gümüş eğer - 500 murassa altın eğer -130 çift altın üzengi - 860 murassa kılıç - 1500 gümüş tulga - 1000 gümüş şeşper - 33 kıymetli taş -1000 yük gümüş külçesi - Anadolu ve Rumeli'de 1000 çiftlik 476 değirmen v.s."

Rüstem Paşa pek sevilen biri değil. Kanunî, devletini her şeyin üstünde tuttuğu için, onu ileri hedeflere taşıyacak devlet adamları arıyor, bu adamları bulunca, diğer kusurlarını görmezden geliyordu.

4 Temmuz Pazar 1546

Bu tarih her bakımdan çok önemlidir: Dostlarına kan ağlatan, düşmanlarına bayram sevinci yaşatan Büyük Barbaros'un mübarek hayatının noktalandığı gündür. Bu mübarek insan Akdeniz'i bir Türk gölü haline getirdiği gibi, fethettiği memleketlere hükümdar olabilme imkânı bile var idi. Fakat o, padişahın maiyetinde Türk milletine ve İslâmiyet’e hizmeti şereflerin en yücesi sayarak, hayatını ve zaferlerini bu yola adamıştı. Daha önce hatıralarından Preveze Savaşı ile ilgili bir bölümü naklettiğimiz gibi yaparak, şanlı denizcimize dualar gönderelim:

Her kim Âl-i Osman'dan Dua Alırsa

Günlerden bir gün selâmetle pulya yakasına geçti. Orada av arayıp dolaşırken iki pare barçaya (yük taşımasında kullanılan büyük gemi) rast geldi. Allah'ın yardımı ile aman zaman denmeyip kapıp aldılar içlerinden yirmi dört bin altın çıktı. Beşte bir teknelerin hakkı çıktıktan sonra kalanı leventlere dağıtıldı. Alet edevat alanın oldu. Kalan kâfirleri esir edip barçaları ateşe vurdular. İslâm askeri öyle tok doyum oldu ki ancak olur.

Hepsi zengin oldular. Nasıl zengin olmayalar ki, Âl-i Osman'dan dua almışlardır. Her kim ki Âl-i Osman'dan dua alırsa şüphesiz tuttuğu iş kolay gelir. Zira onlar bir ulu ocaktır. Kim onlara yan bakarsa onun başı aşağı olur."

Osmanlı Devleti'nin ihtişamım yansıtan bir sahneyi 1547 senesinin tek hatırası olarak aktaracağız. Türkiye'ye iltica eden Elkas Mirza'nm komik halleri de diyebiliriz bu anlatılana. Mirza'nm, Birinci Tahmasb'ın kardeşi olduğunu da bilerek, okuyalım: Mirza önünden geçenleri seyrederken:

"Her geçüp giden üzengi ağasın meselâ Arabacı ve Topçu ağalarının âyini asmâni üzre neferâtiyle zîb-ü-ziynet ile gördükte:

— Pâdişâh bu mudur? deyu ayağa kalkıp ta'zim ve takrim iderek inhînâ ile selâmlayıp sonraki yeniçeri ağası ve Mirâhûrlar ve derâkab Vüzerâi-zâm manzum oldu: Dehşet ve hayreti bir mertebeye irişdi ki saâdetlü pâdişâhı âlempenah Hazretleri devletle güzer ittiklerinde mebhût u ya'kıl olmuşdu." (Korkudan şaşırmıştı)

Kânunî'nin Onbirinci Seferi Hümâyûnu İran üzerine olur. Tebriz işgal edilir ve 1547'nin 29 Tem-muz'unda İstanbul'dan çıkan pâdişâh, 1549 sonunda döner.

Şehzade Camii

Oğlunun ölüm acısına dayanamayan Kânunî'nin 1544'te Mimar Sinan'a başlattığı caminin inşaati tamamlandı. Bulunduğu semte adını veren cami Mimar Sinan'ın ilk büyük eseridir. Şehzade Mehmed'in türbesi de tarafındaki mezarlıktadır. Acıların tesellisi hayır eserleri, ibadethaneler oluyor. Kanunî, kendi adına bir cami yaptırma imkânı bulamayan babası içinde Sultan Selim Camii'ni yaptırmıştı.

Şehzade Camii ikmâl olduğunda Kanunî seferdeydi. 21 Aralık 1549'da "busene sekiz ay yirmi üç gün" süren İran Se-eri'nden döndü. Tebriz alınmış, Van Kalesi teslim olmuş Tortum Kalesi fethedilmişti. İstanbul'a vazifesini yaptığına inanarak dönen Pâdişâh, bir diğer taraf için bir şeyler olması gerektiğini de düşünüyordu.

Süleymaniye Camii'ne Başlanıyor (13 Haziran 1550)

Kanunî, babasının beklenmedik zamanda ölümünden sonra, oğlunun gencecik ruhunu teslim edişini düşününce, kendi vaktinin çoktan gelmiş olabileceğini fark etti. Ardı şanlı bir eserde -hem de dini bir eserde- adının yaşatılmasını uygun buldu. Elinde Sinan gibi bir mimar var iken istifade etmemek de olmazdı. Ve tahmini olarak kabul edilen yukarıdaki tarihle Süleymaniye Camii'nin temel atma merasimi yapıldı.

Turgut Reis'in Malta Seferi (14 Temmuz 1551)

Turgut Reis Menekşe'nin Taşıyan köyünden Veli adında bir çiftçinin oğlu, yani, öp-öz Türk çocuğu. Barbaros Hayreddin Paşa'nın en iyi talebelerinden biri. Doğum tarihi 1485.

Şanlı bir denizcidir Turgut Reis; şanının tanınmayışı hoşuna gitmiyor. Yunanistan'ın Batı sahilindeki kanlı eli Sancakbeyi iken, yakınından gene bir Venedik harb gemisi yelken indirip selâmlaması ve de hediye vermesi gerektiği halde bunu yapmadı. Derhal top atışına tutulan gemi batırıldı. Venedik’le sulh hali vardı; elçileri Turgut Reisi Vezir-i Âzam Rüstem Paşa'ya şikâyet etti. Rüstem Paşa'nın kardeşi Sinan Paşa Kap-tan-ı Derya idi ve Turgut Reis ona rakip olma durumundaydı. Hırvat Rüstem Paşa, kardeşinin rakibini cezalandırmak niyetiyle İstanbul'a çağırdı. Âsi duruma düşmeyi göze alarak Vezir-i Âzam'ın sözünü dinlemedi.

Aradan iki sene geçmişti. Kanunî Turgut Reis'e bir Kur'ân-ı Kerîm bir altın kılıç gönderdi. Trablusgarb'ın fethini beklediğini, şayet fethi gerçekleştirirse, vâliliğinin kendisine verileceğini bildirdi. Trablus Seferi'nin birinci merhalesi olarak Malta akını başladı. Önce Malta bombardıman sonra Gazzo Adası yağma ve tahrip edildi.

Trablusgarb yolu bundan sonra açıldı. 1510 senesine kadar Tunus'daki "Beni Hafs" hanedanına ait bulunan Trablusgarb İspanyollar tarafından zapt edilmiş, o seneden beri Hıristiyanların elinde bulunuyordu. Turgut Reis Fransız, İtalya, İspanyol ve diğer bazı Hıristiyanlarla birtakım faslı Müslümanların savunduğu kaleyi üstün maharetiyle alıp Türk toprağı yapmıştır; ta ki 1911-1912 İtalyan işgaline kadar Osmanlı toprağı olarak 360 sene kalmıştır. Bugünkü hali malum.

Lippa'nın "Kalleşlikle Gelen" Düşüşü

Lippa Kalesi 22 Eylül'de alınmış, Ulama Paşa'ya emanet edilmişti. Sokullu Mehmed Paşa Timaşvar'ın fethi için yola çıktığında Lippa'yla ilgili endişesi yoktu. Düşman kuvvetler Timaşvarı kurtarmaya gelirlerken, Lippa'yı öne aldılar. Önce Lippa, dediler, sonra Timaşvar. Alman, İtalyan, İspanyol ve Macar askerinden meydana gelen 100 bin kişilik bir Haçlı Ordusu Castaldo komutasında Lippa'ya saldırdı.

Ulama Paşa'nın 1500-5000 arası gösterilen askeri, Castaldo'nun 100 bin askeriyle nasıl başa çıksın? Birkaç gün uğraşıp, bir miktar şehit verdikten sonra, teslim kararı alındı. Bu arada İmparatorluk ordusu şehrin yağmasına girişti. Henüz, oraya Müslümanlar yerleşmediği için büyük ordu, kurtaracağı dindaşlarını yağmaladı.

Ulama Paşa'nın dokuzuncu müdafaa gününde, Kardinal Martinuzzi'nin aracılığıyla anlaşma sağlandı; buna göre yirmi gün içinde hazırlanacak ve Türk askeri kaleyi boşaltacak. Bu günler devam ederken, Timaşvar kuşatmasını kaldırıp, çekip giden, Lippa'yı-Ulama Paşa'yı düşünmeyen Sokullu'nun halini anlamak zor.

Belirlenen gün gelince, Ulama Paşa kaleyi teslim etti, askerini alıp gidiyordu. Avusturyalılar, -maalesef- kalleşlik etti. Askerimizin imhasına kalkıştılar ve Ulama Paşa da şehit edildi. Bu insanlık dışı davranışa sebep olarak Kardinal'in adı öne çıkarılıyor.

Kardinal veya Castaldo, kim olursa olsun Türk askeri Hıristiyan Avrupa Birliği'nin kalleşliği ile mahvolmuştu. Elbette unutulacak bir hadise değildi. Normal savaş şartlarında geçerli olan ölme, öldürme kabul, zaten başka türlüsü olmaz, ama anlaşmaya kalleşlik bulaştırılması kötü.

Söylendiğine göre Kardinal bir Türk bir Avusturya tarafına göz kırpmış. Kardinalin sonu, kendi şatosunda, dindaşları tarafından hançerlenerek geldi.

Segedin Baskını (23/24 Şubat 1552)

Castaldo Lippa Kalesi'nde, yapılan anlaşmaya uymayıp, askerimizin perişanlığına sebep olmuştu ya, yine karşımıza çıktı. Segedin'de Misel Tot isimli kumandanını, 10 bin kişilik İtalyan ve İspanyol askerinin başında Segedin'e gönderdi. Sancakbeyi Mihaloğlu Hızır Bey gafil avlanmasına rağmen, fazla zayiat vermeden toparlandı.

Budin Beylerbeyi Hadım Ali Paşa, Semendire Sancakbeyi Rüstem Bey ve diğer kalelerden de yardım yetişti. Öyle bir savaştı ki Türk askerince düşman perişan edildi. Komutan Misel Tot ve ancak 20 asker canını kurtarabildi.

Ali Paşa kırk düşman sancağını ve zafere ait başka işaretleri İstanbul'a gönderdi. Pâdişâhtan Ali Paşa'ya hediyeler geldi.

Piri Reis'in Hürmüz Seferi (Nisan 1552)

En büyük denizcilerimizden sayılan Piri Reis, çizdiği harita ve yazdığı "Kitab-ı Bahriyye" adlı kitapla, farklı bir hizmete imza atmıştı. Gelibolu'da doğduğu ve fakat babasının Karamanlı olduğu, künyesinden anlaşılmaktadır. Stenza Deniz Savaşı'nda kahramanlığı görülen Kemal Reis, Piri Reis'in amcasıydı.

Osmanlı Devleti'nin bir Kaptan-ı Deryalığı'ndan başka, önemine binaen bir de Hint Kaptanlığı ihdas edilmişti. Piri Reis Hint kaptanıdır. Aden, Hadım Süleyman Paşa tarafından 1538'de zaptedilmiş, fakat yerli halkın Portekizlilerle birleşmesi sonucu elden çıkmıştı. Tekrar Türk Devleti tarafından zaptı Piri Reis eliyle oldu. (1548) Portekizliler Hürmüz Boğazı'na hâkim idiler. Ticaret ve askerlik bakımından bu boğazın önemi, Kanuni’ye, buranın alınması yönünde emir verdirdi. Piri Reis Hürmüz Kalesi'ni kuşatıp, tahrip etti. Kaleyi alamayınca halkı Frenklere yardım ettiği için şehri yağmalattı.

Piri Reis Basra'ya gelip vali Kubat Paşa'dan Hürmüz'ü alması için yardım istedi. Vali, Müslümanlara zulmedip mallarını aldığı gerekçesiyle yardım etmedi, ayrıca Piri Reis'i tutuklatıp elindeki malları almak istedi.

Piri Reis, Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapamaya çalıştıklarını duydu, esaret hayatını kabullenemediği gibi, bir de bu durumdan haberdar olunca üç kadırgayla denize açıldı. Yolda bir gemisi zayi oldu, elinde kalanlarla Mısır'a geldi.

Hürmüz de muvaffak olma şansı varken, kuşatmayı kaldırıp Basra'ya gelmesi rüşvet söylentilerine yol açtı. Valiyi dinlemeyip kaçışı İstanbul'a bildirildi. Bir âsi gibi yargılanan Piri Reis'in başı kesilip malları müsadere edildi. Bazen, böyle şeyler oluyor!!

Piri Reis'ten sonra Murad Reis Portekizlilerle mücadeleye başladı. Şiddetli çarpışmalar sonucu o da başarı sağlayamadı. Donanma Basra Körfezi'nde mağdur kaldı, gemilerden biri Portekizlilerce zaptolundu ve Murad Reis vazifeden alındı.

Timaşvar Fethi (26 Temmuz 1552)

Sokullu'nun azli üzerine ikinci vezir Ahmed Paşa Macaristan Serdarlığı'na getirildi. Sokullu Rumeli Beylerbeyi olarak Ahmed Paşa'nın maiyyetine verildi.

22 Nisan'da Edirne'den hareket eden Ahmed Paşa, 27 Haziran'da Timaşvar'a ulaştı. Kalenin komutanı, Lippa da Ulama Paşa'ya kalleşlik eden, kuralları hiçe sayarak Paşayı katleden adam Lozanci idi. Şimdi Ahmed Paşa'nın tazyikine dayanacak gücü yok, aynen Ulama Paşa gibi teslim olmak mecburiyetindedir. Serbestçe çekilmek ve gitmek istediğini söyleyince "tamam" dendi.

Askerin Lippa olayından ötürü Lazonçi'ye kini vardı. Rumeli Beylerbeyi ile Kasım Paşa bir taşkınlık ihtimaline karşı, muhafaza altında uzaklaştırmayı istedikleri Lazonçi'ye ulaşamayan asker onun hizmetkârını attan düşürdü. Gururlu, kibirli Lozançi buna bile dayanamayıp, "İşte Türkler'in ahdi! Silahlarımızı alalım; hiç olmazsa intikamsız mahvolmayalım" diye bağırdı.

Kendileri binlerce Türk askerini kumandanıyla beraber öldürürken ulanmayan Lazonçi, bir hizmetkârının attan indirilmesine böyle isyan etti. Bu kadarla da kalmayıp, Türklere hakaretler yağdırdı. "Azan bulur" denir ya, Lazonçi azmıştı. Lüzumsuz bir saygısızlıkla kahraman olmak istiyordu. Ahmet Paşa'nın barış adına yapacağı bir şey kalmamıştı.

Çılgınca savaşa girişen Lazonçi biraz zayiata yol açtıktan sonra kellesi kesilmek suretiyle durduruldu. Un ve pamukla doldurulan başı İstanbul'a gönderildi.

Timaşvar'dan sonra birçok kalenin zaptedilmesine sıra geldi. Banal mıntıkası tamamen ele geçirildi.

Bu cephelerdeki muvaffakiyetleri Fülek Zaferi, Salnok Fethi, Eğri kuşatması başlıklanyla verirsek, Eğri'den istenen alınamadığını da söylemeliyiz.

Eğri'ye saldıran Kanunî Sultan Süleyman'ın Başkumandanı ve ordusu güçlüydü. Lâkin düşman da çok inatçı ve yiğit idi. Kale komutanı Dö Bu Döraska, teslim olması istendiğinde, önce ihtarnameyi getiren askeri hapsedip, sonra da cevabını verdi. Cevap; iki mızrak arasına konmuş bir tabut idi ve manası, bu tabuta ya siz girersiniz ya biz! oluyordu. Türk kuşatması bir aydan fazla sürdüğü halde, amaç gerçekleşmemiş, mevsim de savaş için uygun olmayan günlere geldiğinden kuşatma kaldırılmıştır.

Fransa'nın Himaye İsteği (1 Şubat 1553)

Fransızlar Kanuni’nin merhametini keşfetmişti. Dünyanın efendisi Osmanlıların eteğine tutunmak, getirisi bol olan bir hareket tarzı idi ve bunu iyi becerenler rahat ediyordu. Donanmalarını bile rehin veriyorlar, Turgut Reis Fransa'yı himaye amacıyla Akdeniz'e açılıyor. Osmanlı Türk Devleti altın senelerini yaşıyordu; Kanunî, her şeyiyle zirveden aşağıları seyrediyordu. Oğlu Şehzade Mehmed'in acısı bile unutulmuştu. Amma, kaderin her hendeğin arkasında gizli sürprizleri vardı ve bunların kızıl mı, kara mı, ak mı olduğu tabii ki bilinmiyordu?

Onikinci Seferi Hümâyun (Nahcivan Seferi–28 Ağustos 1553)

Arada bir Şark'a doğru gidilmezse olmuyordu. Fatih gitmiş, Yavuz gitmiş Kanunî gitmişti; yine gidilecekti. "Nahcivan Seferi" Padişahın iştirak ettiği savaşların onikincisiydi bu sefer. 28 Ağustos 1553, Pazartesi günü Üsküdar'a geçildi.

Padişahlığın zor zenaat olduğunu en iyi bilenlerden biridir. Yaşının 59'a geldiğini, bunun 32 senesini padişah olarak, padişahlığının 'sekiz sene 26 gününü' savaşarak geçirdiğini de biliyordu. Kanunlarıyla ünlü olan padişah gönül kânunlarını da biliyordu. Velhasıl Sultan Süleyman çok şey biliyor; bazı şeyleri de hissediyordu!

Hürrem Sultan'a aşkla bağlı olan padişahın bu sevgili eşinin kurnazlığını bilmediği söylenemezdi. Hürrem Sultan'ın kendi doğurmadığı Şehzade Mustafa'yı bertaraf etmek, yerine oğlu Selim'i veliahd yapmak istediği de malûmdu: Dâmad Rüstem Paşa kaynanasından yana, Selim lehine çalışıyor. Asker ve kumandanlar Mustafa'yı istiyordu. Pâdişâhın üç seneyi geçkindir seferlere çıkmayışı, yerine paşaları gönderişi kocamışlığına yoruluyor, Şehzade Mustafa kışkırtılıyordu. Halk "Askerin başına güçlü kuvvetli bir Serdar lazımdır" diye söylenmeye başlamıştı. Şehzadeye "Babanız artık ihtiyarladı sefere kendisi çıkamayıp, yerine vezir-i âzamı gönderiyor. Nasıl olsa tahtı sana bırakacak, şimdiden varup Rüstem Paşa'nın başını kesip askerin önüne düşseniz, cümle asker sizi ister,' didiler. 'Koca pâdişâh dahi Dimetoka saraylarında, kalan ömrünü ibadeti taatla sarfeylesün! Sizden emniyette olduğunu bilirse safa içinde yaşar' diye Şehzade Mustafa'ya akıl verenler olunca pek memnun olarak derneğe çıktı ve tuğ-u alemlerin dikti."

Bu bir başkaldırmadır! Her şey Sultan Süleyman'ın kulağına gelmektedir. O da tedbirler almaktadır. Dışarıdaki halkın ve askerin Mustafa'yı çok seviyor olması, babasının yerini ancak onun doldurabilecek olması saraydaki aleyhdarları kadar kuvvetli değildi. Hürrem Sultan; kendi oğlunu pâdişâh yapmayı kafasına koymuş, zeki ve entrikayı beceren bir kadındır. Kızı Mihrimah, damadı Rüstem, pâdişâhla devamlı görüşebilen, Mustafa'yı gözden düşürücü haberlerle ortalığı karıştıran insanlardır. Kanunî, kanunsuz davranışlara tahammülü olmayan, devlette düzensizliği asla kabul edemeyen bir pâdişâhtır. Sultan Süleyman her acıya tahammül edebilir, lâkin devlet acısına hayır! Gelen haberler ise, bu yolda bir şeyler olduğunu gösteriyordu. Rüstem Paşa, "Şehzade Mustafa'nın İran Şahı Birinci Tahmasb'ın kızlarından biriyle evlenerek onunla işbirliği edeceğine dair birtakım sahte mektuplar tertip edip, ihanet vesikası olarak Sultan Süleyman'a göndermiş ve artık bu mülhik vaziyette pâdişâhın 'bizzat seferi Hümâyuna teveccüh' etmesinden başka çare kalmadığım arzetmiştir! Kanunî bu fena haberleri dinledikten sonra ve Rüstem Paşa'nın telhisini okuduktan sonra -Rüstem Paşa'nın elçisi- Şemsi Ağa'ya:

— Hâşâ ki Mustafa Hânum bu küstahlığa cüret ide ve benüm hayatumda böyle bir vaz'ı nâ-ma'kul irtikâb ide! Bazı müfsidler kendüler mail olduğu şehzadeye mülk münhasır olsun diyü bühtan iderler! Zinhar bu sözü bir dahi lisâna getürmeyün ve bu makûle mesâvîye vücud virmeyün!"

Görüldüğü gibi Kanuni’nin savaş meydanlarında yıpranan vücudunu dinlendirmesine imkânlar elvermez. Meydana çıkıp kendisini, sanıldığından sağlam ve dinç olarak göstermesi lâzım. Bu arada şehzadenin durumunu da yakından tetkik edebilir.

İsmail Hami Danişmend, Kânunî'nin bu seferini Şehzade Mustafa ekseninde uzunca anlatırken "İhtiyar bir babayı Nahcivan Seferi" bahanesiyle mümtaz oğlunun üzerine sevkeden âmiller işte bunlardır: -dedikten sonra- bütün suçu, Leh veya Rus olan Hürrem Sultan'la Hırvat Rüstem Paşa'ya yüklüyor.

Şehzade Mustafa'nın Boğdurulması

Konya Ereğlisi Aktepe mevkii Otağı Hümâyunla şenlenmiş, biraz sonra kopacak acı feryaddan habersiz askerler, daha sonra kazanacaklarım düşündükleri savaşın zafer sevincini yaşıyorlar, Padişah derin teessürünü zaptedebilmek için duygularını bastırmaya gayret ediyor; neler olacağını bilenler heyecandan titriyorlardı.

Amasya Valisi Şehzade Mustafa'ya ulak diye gönderilen süvariler yolda tozu dumana kattılar; bu haberciler, Şehzade Mustafa'ya, derhal ve bahanesiz huzuru Hümâyuna gelmesi hakkında Hünkar'm kesin emrini ******ürüyorlardı. Bir başka yoldan ve aynı süratle, ikinci vezir Ahmed Paşa'nın ulakları gidiyordu. Ahmed Paşa Şehzâde'ye babasından gelen emre uyması halinde alacağı mükâfatın ölüm olacağını bildiriyordu.

Şehzade hemen hemen aynı zamanda gelen iki haberi de öğrendi: Gençti; hayatı seviyordu, tahta geçip padişahlık yapmayı, hizmet etmeyi istiyordu; buna şartlanmıştı: İçindeki mücadele azmi pek şiddetli idi; nihayet müftüsünü çağırttı: "Namuslu olarak hayatını tehlikeye atmak, bir ihanet şüphesi altında yaşamaktan evlâ değil midir?" diye sordu.

Müftünün ak saçlı başı tasdik edici bir tarzda öne eğildi: "Temiz ve masum bir hayat, diye ciddiyetle cevap verdi, bütün dünyanın şehinşahlığından üstündür."

Başka bir rivayete göre Şehzade’nin başına geleceklerden haberi yoktur; sefere çıkan babasının elini öpüp hayır duasını almaya gelmiştir. Babasının otağının karşısına kurulan çadırda heyecanla el öpme anını beklerken, vezirler gelip zamanın tamam olduğunu, Sultan Hazretleri'nin kendisini beklediğini bildirdiler. Şehzade Mustafa vezirlere hediyeler verdikten sonra çadırdan beraberce çıktılar. İki yanlı dizilmiş askerlerin alkışları ve dualarıyla sultanın otağına doğru yürüdüler. Yıllardır göremediği babasını görmek, belki de, saltanatı devralacağına dair güzel sözler işitme hayâlleri kurarak yürümesi gayet normaldi. "Fakat zavallı şehzade babasının otağına varınca karşısında padişah ile saray memurları yerine kendisini idama memur yedi dilsiz görünce dehşet içinde kaldı."

"Dilsizler hemen üzerine atılıp boğmak istediler. Şehzade bunların elinden kurtulup babasının yanına doğru kaçarken saray hademelerinden Zal Mahmud Ağa arkasından yetişip, şehzadeyi altına alıp boğdu."

Bu olayı çok dramatik biçimlerde anlatanlar eksik değil, öyle anlatılmaya da müsait olan baba oğul meselesini fazla karıştırmak istemiyoruz.

Şehzade Mustafa çok iyi yetişmiş; ilme ve ilim adamlarına saygılı ve "Muhlisi" mahlasıyla şiirler yazardı. Ayrıca yedi dilsizin elinden sıyrılacak kadar da güçlü kuvvetli idi. Birkaç sevmeyeni ki, ikbâlleri için sevmiyorlardı; bunları saymazsak herkes tarafından çok sevilir, dedesi Yavuz'a benzetilirdi.

Şehzade Mustafa'nın boğdur

Link to comment
Share on other sites

Allah Allah diyelüm sancağ-ı şâhî çekelüm

Yürüyüp her yanadan şarka sipahi çekelüm

İki yerden kuşanalum yine gayret kuşağın

Bulaşup toz ile toprağa bu râhi çekelüm

Pâymâl eyleyelûm kişverini sûrh serün

Gözüne sürme diyû dûd-i siyahi çekelüm

Bize farz olmuş iken olmamız İslama zahir

Nice bir oturalum bunca günâhı çekelüm

Umarum rehber ola bize Ebu-Bekr u Ömer

Ey (Muhibbi) yürüyüp şarka sipahi çekelüm

Kanunî, evlâd acılarıyla yanmaya, Mustafa'nın taşları eritecek şiddetteki çığlıkları da kulaklarında uğuldaya dursun, Rumeli'de biri çıkar ortaya ve etrafına bir sürü insan toplar. "Birinci Mehmed ve İkinci Murad devirlerinde "Düzme" ve "Düzmece" gibi lâkaplar takılarak sahte gösterilmiş bir hakikî Şehzade Mustafa ile hakikaten sahte bir Mustafa ve bir de Küçük Mustafa gaileleri vardı: Bunlara benzer bir vak'a da bu sefer padişahın Nahcivan Seferi'nde zuhur etmiştir: Bu da bir nevi "Düzmece Mustafa" isyanıdır! Kânunî'nin Ereğli civarında boğdurtup yasını tuttuğu Mustafa'ya çok benzeyen bir Rumelili, benzetenlere, -Aman beni ele vermeyin; ben zaten başımı güç kurtardım. Her şeyin zamanı var!- diyerek Şehzade Mustafa olduğuna inandırdığı 10000 kişiyi etrafına toplamış. Bu Mustafa dengesiz bir tiptir. Etrafındaki insanlarla beraber zenginleri soyup, fukaraya dağıtmaya başlamış. Kanunî bunun haberini Nahcivan'dan dönerken almıştır.

Mustafa'nın İddiası Şudur:

"Hakiki Mustafa benim. Pâdişâhın öldürttüğü bana çok benzeyen biridir." Kanunî bunları duyunca mutlaka "ah, keşke" demiştir. Baba yüreğidir ne de olsa. Amma, hiç evladını bilmez mi, bir yabancıyı Mustafası zannıyla öldürtmesi mümkün mü?

Bu hakiki Düzme Mustafa Rumeli'nde epeyce karışıldık çıkarttıktan sonra yakayı ele verip idam edildi. Bu idamın arkasından bir tek kişi bile ağlamadı.

Kanunî İran Seferi'ne, diye harekete geçmiş en kıymetli evlâdının idamından sonra acıyla vazifeyi birbirine karıştırmadan yola devam etmişti. Yol üzerinde Arpaçay ve Karabağ tahrip edildikten başka "Taht-ı Süleyman" adlı mevkide İranlılarla bir savaş yapıldı. Sonunda İranla sulha karar verildi ve Kanunî yuvasına döndü.

Sıradışı Bir Başlık: İstanbul'da Kahve!

Dünyada var Türkiye'de yok, olur mu böyle bir şey! Şam'da, Halep'te yaşayanlar höpürdeterek zevkini çıkarırken Dünya'nın Sultanı tadını bilmeyecek; bu fevkalade ayıp! Türkiye'ye -İstanbul'a-kahvenin 1555 senesinde geldiği, getirenlerin Halebli "Hakem" ve Şamlı "Şems" adlı iki kişi "Taht-el-kal'a" Tahtakale de birer kahvehane açtıkları söyleniyor. Kahve ve kahvehanelerle alâkalı meseleler milleti çok meşgul etmiş, hatta "İmamlar, müezzinler ve zerrâk sofular" kahvehanelerin cami cemaatini azalttığına dair şikâyette bulunmuşlar.

Süleymaniye Camii'nin Yapımı (1550–1557)

Kanunî devri çok uzun, çok dolu, çok ihtişamlı ve çok acılıdır. Uzun atlamalarla 1557 senesine geldiğimizde karşımıza, bütün zamanların şaheserlerinden biri dikildi. Üstünden atlanması mümkün değil. Çünkü bu, Süleymaniye Camîi'dir:

"Bir vakti şerif ve bir sâat-i said-ü lâtif de ol camîi münife temel uruldu!" Bu yazıdan başka, caminin başlama tarihini bildiren kesin belge yoktur.

Kanunî Sultan Süleyman dünyanın en iyi mimarına sahip olduğunu bildiği için, en mükemmel bir caminin de, adına yapılmasını düşünüyordu. Bir camî ki, yeryüzünde eşi menendi olmaya, banisi de ustası da dünya durdukça anıla. Uzun arayışlardan sonra "İstanbul'un yedi tepesinden biri cami yeri olarak tespit edildi. 1550 senesi Haziran'ında büyük bir merasimle temel atıldı. Caminin yapımıyla ilgili notlarında Koca Sinan, her şeyden evvel dört mermer sütun hakkında izahat veriyor:

"Evvelâ dört mermer sütun ki makam-ı Cihan Yârı Güzindir (4 büyük halife) Her biri bir serv-i ser- efraz-ı dindir (dini yükseltendir) her biri bir diyardan gelmişdür."

Dört sütundan biri İstanbul Kıztaşı'ndan, biri İskenderiye'den, biri Baalbek'ten, biri de Sariye'den getirilmiştir: Diğerleri de cinslerine göre değişik yerlerden. Sinan bir büyük ustadır ki, çalışma usûlünü kimse anlayamaz. Yaptığı bazı hareketler saçma görünür. Bu işi bırakıp başka işlerle, başka yerlerde vakit harcadığı, caminin bitmeyeceği dedikoduları Sultanın kulağına kadar ulaşır. (Sene 1557).

Kanunî ata atladığı gibi inşaat mahalline geldi. Öfkesinden yerinde duramıyordu. Mimar Sinan'a bağırarak konuşmaya başladı.

— Niçin benüm camiim ile mukay-yed olmayıb mühim olmayan nesneler ile ta'tili evkaat eylersün? Ceddim Sultan Mehmet Han mimarı sana numune yetmez mi? didi ve:

— Bana bu bina ne zamanda tamam olur, tez haber vir! yoksa sen bilürsün! didiler. Çünki bu şiddetül hiddetle pâdişâhı Cihan penahda Kemâl-i gazabı gördüm, bu lisanıma bilâ tereddüt carî oldu ki:

— Saadetlû pâdişâhımızın devletinde iki ayda inşaallahu Teâlâ tamam olur! Tekrar suâl buyurduklarında ağalar dahi:

— Mimar Ağa Saadetlû pâdişâh ne buyururlar, işidir misin! Bu bina kaçan kapusu kapıya tamam olur?

Caminin işi o kadar çok ki, Mimar-başının "iki ayda tamamlanır demesini" yanlış söyledi veya korkudan aklım oynattı diye yorumluyorlar. O

— "İki ay tamam olunca bu binada tamam olur" diyor. Pâdişâh oradakileri şahit tutup:

— Mimar! Hele iki ay dolunca tamam olmasun senünle söyleşürüz! deyip öfkeyle saraya dönüyor.

Başta Sultan Süleyman olmak üzere herkesin kanaati, mimarın aklım oynattığı yolundadır. Kanunî tekrar adamlar gönderip, çağırtır mimarı.

— Mimar! Nice kavli kararında berkarar musun? diye sorar. Cevap aynı. İnşallah o günden iki ay dolunca anahtarları teslim edeceğim! Hiç kimsenin inanamadığı, ama Sinan'ın bildiği iş iki ay sonra biter. Pâdişâh ve maiyyeti gelirler, Sinan Ağa Pâdişâha anahtarları teslim eder. Pâdişâh sorar:

— Bu caminin kapışım açmaya en münasip kim ola? derlerki, pâdişahum Mimar Ağa bendeniz bir pir-i azizdür bu işe layıkdur.

— Bu bina eyledigün Beytullâhı sıdk ı safa ve dua ile yine sen açmak evlâdur" deyip, pâdişâh anahtarları Sinan'a verir. O da "Yâ Fettah! deyip kapıyı açar. Olmaz gibi görünen işi olduran Mimar Sinan padişahın sonsuz takdirlerine kavuşur. Süleymaniye Camii'nin etrafında değişik müesseseler de yer almaktadır. Bunlar, bir ilkokul derecesinde mektep, dört medrese, bir dar'ül hadis, bir dar'ül kırâe, bir tıp medresesi, bir dar'üş şifa, bir imaret, bir kervansaray, bir kütüphane, bir sebilhane, hamamlar ve bir de yabancılar için bir hastane. Böylece on iki burcu içine alan gök gibi, gözlere yücelik veren parlaklıkta bir şaheser İstanbul'un en büyük süslerinden olur.

Kanunî Sultan Süleyman, bütün yorgunluklarını ve acılarını bu muhteşem mabette ibadet ederek dindirmeye başladı. Yıpranmış sinirleri, kocamış vücudu, bu camide ilâhi bir huzura kavuşuyordu. (1557)

Huzuru uzun sürmedi ihtiyar Sultanın. Hürrem Sultan, onu bütün dertleriyle başbaşa bırakıp ebedî âleme göçtü. Gencecik bir esir olarak geldiği saraydan, 54 yaşında Haseki Sultan olarak ve arkasından imparatorluğun kaderini değiştiren kadın dedirtecek önemli meselelerin kahramanı unvanıyla tarihteki yerini aldı. (1558)

Kanunî artık dizinde dinleneceği Hürrem'inden de yoksundur. Hiçbir derdi kaldıracak hâli yoktur.

Evlâtlarından çocuk yaşta ölenleri çoktan unutmuştu. Mehmed'in delikanlı çağında ölüşüyle çok sarsılmıştı. Daha sonra saray partisinin tuzağından kurtulamayıp Şehzade Mustafa'mn boğdurulması; peşinden Cihangir'in ölümü. Bu Cihangir, pâdişâhı bir insanın dayanamıyacağı elemlere boğmuştu. Tatlı diliyle, güler yüzüyle teselli vermeyi beceren Hürrem de gidince, pâdişâh iyice bunaldı. Yeni seferlerin hazırlıkları, ilim ve sanat adamlarının sohbetleri, Süleymaniye Camîi'nde kılınan namazlarla duyulan huzur, kendini toparlamasına yardımcı oluyordu. Taa ki Bâyezid meselesi çıkana kadar. Hayatta kalan iki oğlu Selim ve Bayezîd idi.

Şehzadeler Kavgası (29 Mayıs 1559)

Her zaman olduğu gibi kardeşlerin taht arzusu etraftaki yarenlerce uyandırılır. Her ikisinin de isteyeni ve istemeyeni vardır. Selim 1524 doğumlu. 1559'da, 35 yaşında. Bâyezid 33 yaşında. Selim'in taraftarları arasında bir Lala Mustafa Paşa vardır ki, "bu Boşnak dönmesi" iki kardeşi birbirine düşürmede başrolü oynuyor. Hem öyle aşağılık bir rol ki, hiçbir tarafında mertlik dürüstlük bulunamaz. Esas arzusu Selim'i taht sahibi yapmaktır. Ya, aksi gerçekleşirse, diye tedbirli davranıp öbürünü de idare eder. Sonunda Bâyezid tuzağa düşen ve hayatı mahvolan şehzadedir; ama, sırf onun mahvıyla iş bitmez! Devamlı büyüye gelen devlet, Bâyezid'in elinde belki daha da büyüyecekti. Bâyezid iyi asker, iyi kumandan, iyi devlet adamı ve başka önemli vasıfları da bulunan, dedesi Yavuz'a benzetilen dirayetli bir şehzade iken, Selim'in adı "sarhoş, sefih" olarak duyulur olmuş. Devletten çok şahsî ikbalini düşünenler için, böylesi evlâdır. İşte bu Lala Mustafa, ileride, sayesinde büyük nimetlere kavuşacağı Selim için en şeytanî dolapları çevirmektedir.

İki kardeş, iki ayrı devlet gibi harb ederler. Bâyezid'in ordusu zayıftır. Yenilir. Kaçar; İran'a sığınır. Bütün bahtsız ve tahtsız şehzadeler aynı kaderi yaşıyorlar. Bu çok acıklı bir hikâyedir. Sonu, Şehzade Bâyezid'in öldürülmesiyle gelen elîm hadiseyi yürek sızlatan birbirlerine yazdıkları baba-oğulun hislerini, anlamaya çalışacağız. Bâyezid İran'a sığınmıştır; rahat değildir. İran'da hapistir. Hayatı İran lehine pazarlık konusudur. Daha önce isyanından pişmanlık duyduğunu bir mektupla babasına bildirip affını talep etmiş, cevap alamamıştı.

(Lala Mustafa marifetiyle) şimdi İran'dan yazıyor:

"Nideyim zayi edip tûl-i emelle nefesi,

Kalmadı zerre kadar dilde bu dünya hevesi,

Izdırabı ko ki, ey mürg-i revan, seyreyle,

Eskiyip işte haraba varıyor ten kafesi,

Kârbân-ı reh-i iklim-i adem menzilinin

Dokunur oldu, dilâ sem-îme bank-i ceresi.

Gafil olma, gözün aç, dide-i hak-bin olagör!

Hâr görme, has ü hâşak ile mûr-ü mekesi!

şâhîyi bi-dil ü bîmar-ü günehkâre negam,

Sen olursan eğer, ey lûtf-i Hûda, dâd-resi"

Şâhî, mahlasıdır Bâyezid'in. Babasına gönderdiği manzume de şöyledir:

Ey serâser âleme Sultan Süleymanum baba

Tende canum cânumun içinde cânânum baba

Bâyezidine kıyar mısın benüm canum baba

Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanım baba

Enbiya serdefteri yâni ki, Adem hakkıçün

Hem dahi müsi ile îsî-i Meryem hakkı çûn

Kâinatın semeri ol Rûh-i â-zam hakkı çün

Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanum baba

Sanki Mecnunum bana dağlarbaşı oldu durak

Ayrulup bilcümle mâl-ü mülkden düşdüm ırak

Dökerüm gözyaşumu vâ-hasretâ dâd el firak

Bî günâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Kim sana arzeyliye hâlüm eyâ şâh-î Kerim

Anadan kardaşlarumdan ayrulup kaldum yetim

Yok benim bir zerre isyânum sana Hakdur alim

Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanum baba

Bir nice ma'sûmum olduğun şehâ bilmezmüsün

Anlarun kanına girmekten hazer kılmazmusun

Yoksa ben kulunla Hak dergahuna varamazmusun

Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Hak teâlâ kim cihanun şahı itmişdür seni

Öldürüp ben kulunu güldürme şahum düşmeni

Gözlerim nuru oğullarımdan ayurma beni

Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Tutalum iki elüm baştan başa kan da ola

Bu meseldür söylenür kim kul günah itse nola

Bâyezidin suçunu bağışla kıyma bu kula

Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba

Kanunî Sultan Süleyman ihtiyar, bağrı yanık baba gözyaşlarıyla okur oğlundan gelen yalvarış dolu şiirini. İyice yufkalaşan yüreği, zaten hiçbir şeye mukavemet edecek halde değildi. Aynı uzunlukta bir cevap şiir yazar der ki:

Ey demâdem mazhar-i tuğyan-u ısyânum oğul

Takmıyan boynuna herkiz tavk-ı fermânum oğul

Ben kıyarmıydum sana ey Bâyezid-Hanum oğul

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Enbiyâ vü evliya ervah-ı özem hakkıçün

Nuh-u İbrahim u Musa İbni Meryem hakkıçün

Hatm-i âsâr-i nübüvvet fahr-i âlem hakkıçün

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Adem adın ilmiyen Mecnûna sahralar durak

Kurb-i taatden kaçanlar daima düşer ırak

Tan değüldür dir isen vâ hasretâ dâd el firak

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Neşet-i Hakdur übüvvet râm olan olur kerim

"Lâ-tekul-üf!" kavlünü inkar eden kalur yetim

Taate isyana âlimdür Hudâvend-i Kerim

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Ruhm-u şefkat zib-i iman olduğun bilmez müsün

Ya dem-i masumu dökmekten hazer kılmazmusun

Abd-i azad ile Hak dergahuna varmaz musun

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Hak reâyây-i mutie râi itmişdür beni

İsterüm mağlub idem ağnama zibi düşmeni

Hâşe-lillâh öldürürsem bigünah nagah seni

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Tutalum iki elün başdanbaşa kanda ola

Çünki istiğfar idersün biz de afv itsek nola

Bâyezidim suçunu bağışlarum gelsen yola

Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Ne Bâyezid'in yalvarmaları, ne Süleyman'ın affetmek arzusu bir şey ifâde eder. Şehzade, hasetçilerin kurbanı olur. İyi de, Lala Mustafa olmasaydı n'olurdu. Bâyezid yaşar mıydı? O zamanın şartlarında başka çare bulunamamış, geçelim.

Bâyezid'in İran'da öldürülmesinin mükâfatı olarak Şah'a "Süleyman tarafından iki yüz bin, Selim tarafından da yüz bin altın gönderildi."

"Hıristiyanlık dünyasının hükümdarları, Süleyman'ın böyle oğlunun kellesini ortaya koymak suretiyle yapmış ol¬uğu alışverişi istedikleri kadar hakaretle görebilirlerdi. Sanki Hıristiyanların vicdanı azaptan hâli miydi? Daha önce de üç devlet Bâb-ı âli ile bir başka âsinin Şehzade Cem'in ölümü için pazarlığa girişmemiş miydi?.. Ve bu cinayetin ücretini almak için Papa Aleksandr Barguya, dâima tercih ettiği bir silahla, yani zehirle şehzadeyi öldürmemiş miydi?"

İşte yukarıdaki de bir Hıristiyan’ın yorumu.

Sene 1562. Kânunî'nin saltanata başladığında doğan çocuklar bile yaşlandı, taht yaşlandı. Tam 42 senedir dünya hâkimiyetim denizde ve karada temine çalışan koca Sultan, tarihçilerin (Sarhoş Selim) dedikleri son oğluyla kalmıştır. Gölgesi cihanı tutan bu ulu çınarın bütün yaprakları dökülmüş, son yaprak kalmış; sarı ve cılız Sarı Selim...

Son seneler olgun meyvanın çürümeye yüz tuttuğu günler gibiydi. Sağlam kalan yanlarının tadıyla damağın memnun edilmesi hoştur amma, araya karışsan çürük kısımların acılığı öbür tadı alıp ******ürüyor. 14 Mayıs 1560 Cenbe Zaferi acıyla tatlının karışımına geldi.

1 Nisan 1565'te çıkılan Malta Seferi'inde büyük denizci Turgut Reis başına bir taş düşmesi sonucunda şehit oldu. (17 Haziran 1565) Uzun uğraşılardan, iki tarafta çokça can kaybından sonra Malta'dan eli boş dönmek yoluna gidildi. Malta Seferi bir nevi kayıp hanesine yazıldı. Türk tarafının daha kalabalık, daha kuvvetli olmasına karşılık nihâi darbeyi indiremeyişi, düşman tarafındaki cengaverliğe veriliyor. Hammer uzun uzun anlattığı bu bölümde dininin gereği -herhalde- dindaşlarını yüce makamlara çıkartıyor. Kendileri açısından, Türklere kaleyi vermemeleri büyük başarı olarak takdim ediliyor ve bir de hikâye naklediliyor. "Son hücumda Müslümanlar ve Hıristiyanlar öyle zannettiler ki, istihkâmların üzerinde kimsenin tanımadığı bir kadın ve iki erkek görünmüştür; Hıristiyanlar bunlarda Meryemü'l Azrâ ile Aziz Pol'ü ve târikatin (Aziz Yahya Tarikati) hâmisi Jan Batist'i tanımış olmak zannında bulundular. Bu görüş hakkında hâsıl olan umumî i'timat Hıristiyanlar cesaret ve kahramanlık harikaları göstermeye sevk ederek, cesaretleri zaaf göstermeye başlayan Osmanlılar için bir nevi mazeret olmuştur..."

Bizde de bazan olur ya, gaibden desteklenmek, yeşil kıyafetli bilinmedik kişilerin yardımı vs. Hıristiyanlar kendilerim Hz. Merem ile Aziz Pol'ün yardımım aldıklarına inandırmışlar.

Her ne sebeple olursa olsun, Osmanlı ordusu Malta seferinden eli boş, kalbi kırık döndü. Bundan sonra 14 Nisan 1566'da Sakız Adası'nın fethiyle biraz serinlemeye başlandı. Fakat bu büyük zaferlere alışan bir millet için alelade bir şeyden öte değildi.

Kânunî'de Son Sayfa

1 Mayıs Çarşamba: Onüçüncü ve sonuncu Sefer-i Hümâyun: Kanunî Sultan Süleyman'ın "Szigetvar Seferi"ne hareketi.

"İhtiyarlığına, istirahat ihtiyacına, hastalığına ve bilhassa bu vaziyette çıkılacak bir seferin muhakkak bir ölüm tehlikesi demek olmasına ehemmiyet vermeyerek, hükümetin gösterdiği lüzum üzerine ordusunun başına geçmekte tereddüt etmeyen Kânunî'nin bu hareketi Türk tarihinin unutamayacağı büyüklüklerdendir."

Etraftaki memleketlerin ufak tefek yaramazlıkları, Avusturya'nın doğru durmaması, padişahın sefere çıkmayışından kaynaklanıyordu. Devlet erkânı, hatta padişahın kızı Mihrimah Sultan bile huzursuzdur ve ısrar ederler; sefere çıkmaya razı olur Sultan.

Fevkalâde bir merasimle, zorla bindirildiği atın üzerinde dik durmaya çalışan aksakallı yiğit, son seferine çıkıyordu. Büyük devrin büyük şairi Bakî de bu gidişin gelişi olmayacağı endişesindedir. Yüreğini yırtarak dudaklarına gelen şiirin son mısralarıyla hislerini belli eder.

"Duamız oldur ey Bakî hatâdan saklasın Bari

Hüdâvend-i cihan Sultan-ı âdil şeh- Süleymani"

Şehir dışına kadar at üstünde giden Kanunî, arabayla yoluna devam eder. Her türlü rahatı temin edilmiştir, geçeceği yollar düzenlenmiştir ki, sarsıntı olmaya! 1521'de, yani kırk beş sene önce başlayan ilk seferi Belgrad'daydı. Yirmi altı yaşında kabına sığmayan, kanadı olmadığı için atına kahreden Sultan, daha sonra Rodos, Mohaç, Viyana, Alman, Irakeyn, Korfu, Boğdan, Budin, Estergon, Tebriz ve 1553'te Nahcivan... Onüç senedir ordusunun başında sefere çıkmıyordu.

Sultan Süleyman'ın bedeni gönlünün fermanım dinlemez ise de, o dinletebildiklerine hükmetmeye devam ediyordu. Hâlâ krallar tayin eden Kânunî'ydi ve yirmibeş sene önce verdiği bir sözü yerine getirecekti: "Yol üstünde bir mola verdi. Çadırı, eskiden Hunyad'ın şatosunun bulunduğu tepenin üzerine kuruldu; oradan Sigismond. Şapolya'ya haber yollayıp huzuruna çağırttı. Bu, vaktiyle Kraliçe İzabel'in, yüce Türk'e emânet etmiş olduğu oğlu idi ki, buna Hünkar ileride krallık vaad ediyordu. Tantanalı bir alayla gelip, yine öyle karşılanan Prens, pâdişâhın önünde üç defa diz vurup el öptükten sonra münasebetsiz bir söz sarf etti. Herkes endişeyle Sultan'a baktı. "Kendi evlâtlarına, vezirlerine ölüm cezası vermekten kaçınmayan Hünkâr "verdiğimiz sözü yerine getirmeye buralara gelmişiz ser-i sadakatine Macaristan tacı kralîsini giydirmeden geri gitmezük" deyince, ortalık rahatladı."

İhtiyar pâdişâh "gavurcuğu" cezalandırmadı ama, iki günlük yolu bir günde gelerek, askeri lüzumsuz yere yıprattığı için Aslan Paşa'nın ölümüne hükmetti. (3 Ağustos)

Sigetvar (Zigetvar) Kalesi'ne 2 Eylül Pazartesi günü üçüncü hücum yapıldı. Kale inat, pâdişâhın beklemeye tahammülü yok. Beddua ediyor kaleye: "Bu kala benüm yüreğüm yakmuşdur: Dilerüm Hakk'dan ateşlere yana!" Süleyman'ın her işareti emirdir. Odunlar yığıldı dağlar gibi, kalenin etrafında cehennemi bir ateş yakıldı, kale "bana mısın" demedi.

5 Eylül Perşembe günü, abdest aldıktan sonra vasiyetini yapan bir yeniçeri zabiti, intihar saldırısıyla bir gedik açmayı hayatı bahasına başardı, kaleye oradan askerler doldu.

6 Eylül'de iç kaleyi almaya çalıştılar; büyük bir yangın çıkardılar. Fakat Kânunî'nin ordusunun karşısında gerçekten kahraman düşman bulunuyordu. Bu, ölümü hiçe sayan kumandan Zirini'dir. Teslim için hiçbir teklifi kabul etmiyor. Aslında Sigetvar da, Zirini de, Süleyman da son anlarını yaşıyorlardı. Hepsinin de çabası son noktanın biraz geç konması içindi. Zirini'yi geçiyoruz. Kaleye son hücumu ve Kânunî'nin sonunu görelim.

"Ölüm meleği artık hükümdarın yanındadır. Verilecek kumandayı beklemekten sinirleri gerilmiş, dehşet saçan bir ateşle canlanmış olan yeniçerilerin o heybetli kitlesi nihayet onları hücuma kaldıran 'Emr-i Şâhâne'yi aldı; gökleri tutan bir 'Allah, Allah!' nârasıyla ileriye atıldılar. Savaş müthiş oldu; ...Süleyman artık savaşa bakmıyordu; bütün kuvvetini tüketmişti; varlığını saran bitkinliğe karşı boşuna cidal ederek, çadırına çekildi ve kalenin altında patlayan bir Türk lağımının bütün hisarı bir kor yığını halinde yere çökerttiğini göremedi; gecenin içinden bir ateş sütunu göklere fışkırarak karanlıklara alev saldı ve Otağ-ı Hümâyun'un kapısından içeriye vurdu, titrek parıltısı hükümdarın tâ yanı başına kadar geldi. Efendilerinin başucı bekleyen iki adam bu alev alev yanan kalenin hünkar için bir cenaze meş'ale olduğunu anladılar."

Türk Devleti'nin sınırlarını zirve ulaştıran bir zirvenin hayata vedâı savaş meydanında -gurbette- oluyordu. Tahtın varisi Selim sayılmazsa her şeyde zirveleri arkasında bırakıp gidiyordu. Zamanında yaşayanlar ve arkasında kalanlarım başlıcaları: "Edebiyatta Fuzûlî ve Baki, İlimde Zembilli-Âli Efendi, İbni Kemal, Ebussuûd, mimaride Koca Sinan, tarihte Selânik-i Mustafa, Âli, Celâlzâde Mustafa, Nişancı Mehmet, coğrafyada Pirî Reis, denizcilikte Barbaros ve Turgud muhteşem devrin adamlarıdır."

Kânunî'nin eleştirilen taraflarını birini, yine, rahmetli İsmail Hami Danişmend'den özetleyerek alacağız. O da Romanyalı Yorga'dan almış:

"Yavuz Sultan Selim dönme devşirme güruhuna karşı Pîri Paşa'yı veziri âzamlığa getirdiği halde, Kanunî bunu azledip yerine dönme birini getirmekle adeta Türk'e o makamı kapatmıştı. Dönmelerin karakter zaafı olmasının devlete zarar verdiği iddia edilir. Zaaf sebebi olarak da denir ki, bunlar menşe olarak Hıristiyanlıktan çıkmış olmadığı gibi, Rum yahut İslav ırklarından da çıkmış değildir. Çünkü yine aynı İslav ve Rum ırkları vaktiyle hürriyetlerine sahip oldukları zamanlar öyle yaşamıyorlar ve ahlakçıların gözlerine öyle görünmüyorlardı. Ancak bu ırklar mağlûbiyet zilletine düşüp alçaldıktan ve esaret içinde ahlaksızlaştıktan sonra içlerinden Osmanlı İmparatorluğu'na vezir ve paşa olmak isteye kimseler ihtida etmeye başlamışlardı. Tabii bu ihtidalar o mühtedilerin mensub oldukları milletlerin Türk hâkimiyeti altındaki esaretlerinden mütevellit ahlâkî düşkünlüklerini tamamıyla izaleyi kâfi bir deva değildi."

Bu, Hıristiyan isyanı sayılmalıdır Devletin dönme devşirme paşalardan ne kadar çok istifade ettiğini inkâr mümkün değil. Ekserisinin eski milliyetini de, dinini de unuttuğu görülmektedir. Kötüleri, zararlıları vardı; zararları belirdiği zaman padişahın "alın bunu izale edin" emri de vardı. İşin derinlemesine tahlilini yapanlardan bu devşirme paşalardan istifade edilmesini bir Osmanlı dehâsı sayanlar da yok değil!

Bir de Osmanlı'ya paşa olmak, sadrazam olmak, öyle canım çekti biraz paşa olayım demekle olacak iş midir ki, ırklarının zillete düşenleri gelip Türk devletinin en yüce makamlarını işgal edecekler! Tabiiki dönme-devşirme paşalar, zaman zaman bu milletin asli unsurunu kızdırmışlardır amma Kanunî de, diğerleri de meczub değil idiler, arada bir hatalı seçim yapılmış olsa da her seferinde de hatalı değildiler.

Sonradan İstanbul'a getirilip Süleymaniye Camii'ndeki türbesine defnedilecek olan Kânunî'nin naşı geçici olarak tahtının altına gömüldü. Ölüm haberi her zaman olduğu gibi, yeni sultan gelene kadar gizli tutulacaktır.

Kısa bir süre pâdişâha kabir vazifesi gören yere bilâhare türbe yapıldı. Bu türbenin yeri Sigetvar Kalesi'yle Macarların "Süleyman Köy" dedikleri köyün güneyindedir. Osmanlı devrinde ziyaretgâh olan bu türbe sonraları bakımsızlıktan harab olmuş. 17. asırda da maatteessüf Katolik papazlar tarafından kilise haline getirilmiş. Bu kiliseye hâlâ "Türbek" yahut Türk kilisesi denir. Fakat mezartaşı bile bulunmadığı için, "Türk mezarı nerede" diye soranlara papazlar "İşte Süleyman'ın kalbi buradadır" dedikleri rivayet olunur. (Bir noktayı gösterir papazlar)

Papazlar ne derlerse desinler, biz onun kalbinin nerede olduğunu biliyoruz. Mümin gönüllerden kopan samimi niyazlarla onun için dualar ediliyor, Süleymaniye'de, günde beş vakit. Hem de Mimar Sinanla beraber.

Ölüm döşeğinde ve 71 yaşında savaşa gidecek kadar devlet ve gaza aşkıyla dolu pâdişâhın hayata olan bağlılığını göstermesi için bir gazelinin son mısralarını alıyoruz.

Olsa kumlar sayısınca ömrüne haddü adet

Gelmiye bu şişe i çarh içre bir saat gibi

Kanuni Hakkında Son Söz

Kanunî Sultan Süleyman adalet alanında hiçbir taviz vermemiş ve uygulamaya koyduğu kanunlar kendisine meşhur "Kanunî" adını kazandırmıştır. Süleyman'a bu ünvanı kazandıran pek çok kanun hazırlayıcısı büyük hukuk adamı Ebussuud'dur. Yürürlüğe koyduğu kanunlarla her eyâleti ayrı ayrı yönetmiş, kesinlikle eyaletleri yönettiği kanunlar birbiriyle çelişmemiştir.

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ SELİM (Sarı Selim)

(1566–1574)

11ap7.jpg

7 Eylül Cumartesi günü, Kanuni’nin ölümünü askere duyurmayan vezirler, yine hiç kimseye duyurmadan müstakbel padişaha haber uçururlar. Vezirler 46 senelik padişahlarından ayrılmanın acı izlerini yüzlerinde gizlemeye çalışacaklardı ki, galiba işin en zor yanı buydu. Ulak Hasan Çavuş'un da bir şeyden haberi yoktu, bütün sır taşıdığı mektupta yazılıydı.

Hasan Çavuş Sigetvar'ın (Zigetvar) fetih müjdesini ******ürdüğü zannıyla at sürüyor, bir an evvel yetiştirmesi talimatını aldığı için acele ediyordu. Vezir-i Âzam Sokullu Mehmed Paşa "Tiz Şehzadeye bu mektubu yetiştir" demiş başka bir bilgi vermemişti. Onun da sorası yoktu, niçin acele edeceğini.

Hasan Çavuş gece gündüz demeden atını mahmuzlayıp geleceği yere gönül huzuruyla gelip, Karahisar sahrasında bulduğu Şehzade Selim'e muktubu verdikten sonra, Şehzâde'den yüklü bir bahşiş aldı. İşte o zaman aklına kötü ihtimâller hücum etmeye başladı.

Bazı tarihçilerin 'Sarı Selim' dedikleri yeni Hakanımızın sarılığı Allah vergisidir, hiçbir mahzuru da yoktur. Amma, bir başka nâm'ı daha var ki, o bizi üzer. "Sarhoş Selim" deniyor kendisine. Saltanatı müjdeleyen mektubu içki âleminde iken aldığı söylenir. Mektubu alır almaz Atâullah Efendi'yi, musahiplerinden Celâl Çelebi'yi ve Lalası Hüseyin Paşa'yı çağırtır. Onlara vaziyeti anlatır. Hemen İstanbul yoluna düşer.... Gerçi, acelesi gerekmez; nasıl olsa hiçbir rakibi kalmamıştır amma! Hani, "Şeytan doldurur!" derler ya.

İkinci Selim en hızlı biçimde İstanbul'a gelip boş tahtı doldurur. Cülus bahşişini dağıtır. Aksilikler olmaz. 42 yaşındaki padişah bazı şeyleri, meselâ yeniçerileri biraz sonra öğrenecektir. Bazı kurallar vardır, onları öğrenecektir. Belki, üç yüz yaşına yaklaştığı halde niye hâlâ bu askerlere "Yeniçeri" dendiğini öğrenecektir.

İkinci Selim Belgrad'a gelir, oradan Semendire'ye giderlerken yanındaki Anadolu Kazaskeri Perviz Efendi ile Rumeli Kazaskeri Hamdi Efendi, yeni pâdişâhın içkiye düşkünlüğünü düşünmeden, derler ki.

"Babanız merhum şarabı yasaklamışlardı, bolay ki sizin zamanı şerifinizde de memnu ola" şarap memnu olmaz amma, hemen bu zâtlar azl olurlar. İlk icraat böyle başlar. İçki yasağı kaldırılır. Yasağın, bazı şairlere ilham verdiği, çeşitli şiirlerin dilden dile dolaştığı söylenir. O günlerin meşhur şiirlerinden birinin son mısraları

"Kalbi âşık gibi viran ittiler meyhaneyi

Bi vefalar ahdına döndürdüler peymaneyi"

Nefi

Yeni padişah eski padişahın cenaze namazına matem elbisesiyle çıkar. Hâcei Sultani Atâullah Efendi, derûnî bir sesle,"Er kişi niyetine!" deyince yüz binden fazla cemaat gözyaşlarıyla, imama uyar, 77 günü dolduran pâdişâhın ölümünü yeni öğrenmiştir askerler.

Yeniçeriler eski padişahlarının acısıyla yeni padişahtan alacakları cülus bahşişinin sıcaklığını bir arada yaşıyorlardı. Namazdan sonra acının üstü örtüldü, bahşiş sevgisi öne çıktı, kulaklarını yeni padişahtan gelecek sözlere açtılar. Ondan yürek ferahlatan bir davranış ve ses zuhur etmeyince aralarında dalgalanma ve gulgule meydana geldi.

"Bizim eskiden beri olagelen kanunumuza riayet olunmadı, terakki ve bahşişlerimiz söylenmedi, ne olacaktır?" diye bağrışıp vezirlerin yanına giden yeniçeriler, tehdide başladılar.

"Niçin böyle yaptınız, sonra zahmet çekersiniz? Suçlular elimizden kurtulamazlar. Seni de ey pâdişâh ya Edirne kapısında yahut saray kapısında 'at arabası yanında' bulacağız."

Padişahı bile tehdit edenler, kendilerini padişahın kulu sayan insanlardı. Demek ki istedikleri verildikçe kul, aksi takdirde zül oluyorlar...

Ordu, yeni padişah, eski padişahın naşı İstanbul civarına geldiklerinde; Yeniçeriler gözdağı vermek gibi hareketlere başladılar. O gün güneş doğarken "Pâdişâhım çok yaşa" nidaları göklere yükselmeye başladı. Çok kalabalıktı; halktan da binlerce kişi toplanmıştı. Yeniçeriler de kaynaşmalar oluyordu. İstanbul'a girilecektir. Edirne kapısı yakınına gelinmiştir. Fakat pâdişâh dahi yerinde kaldı. Yeniçeriler herkesi durdurmuştu. Vezirler sordular:

"Ne var?" Yeniçerilerin cevabı:

"Yolda bir at arabası var, yürümeğe imkân vermiyor."

"At arabasının yanında buluşuruz" demişlerdi ya! Bu itiş kakış uzar gider. Vezirler söz dinletemezler yeniçerilere, Sadrazam Sokullu şansını dener. Avuç avuç altın dağıtır ki yürekleri yumuşaya. Fakat onlar kendi ağalarının "Kardaşlar, lütfedin, ihsan edin" diye rica etmesine bile "Sen bize sefer esnasında şekerli peksimet yedirdin, şimdi de sadrazamın ve padişahın hazinelerini kurtaracağını zannediyorsun hata ediyorsun!" karşılığını verdiler.

Bu uzun meselenin sonunda bazı vezirler atlarından düşürüldü, bazıları taşlandı, ufak tefek yaralarla kurtuldular amma, hazine, boşalana kadar dağıtıldı.

İkinci Selim haberi alır almaz İstanbul'a gelmiş ve tahta oturmuş, Cülus bahşişini de dağıtmıştı. İkinci defa, savaşta bulunanların da isyan ederek bahşişlerini almaları hazinenin tahammülünü aşıyordu, o yüzden, yedekte bir şey kalmamıştı.

İmdada Eyalet valilerinden gelen altınlar, yabancı devlet elçilerinden gelen hediyeler yetişti. Bilhassa Kaptan-ı Derya Piyâle Paşa'nın getirdiği hediyeler çok büyük yekûn tutuyordu, bütün bunlar hazinenin züğürtlükten kurtulmasına yetti.

Yeni padişah, daha işin başında zorlukları yaşamaya başladı. Bu Yeniçeriler ki, Yavuz gibi bir padişaha bile dişlerini göstermiş hatta çadırını kurşunlamışlardı. Selim'in bundan haberi olması gerekti.

Saltanata Yeniçeri yenilgisiyle başlayan İkinci Selim'in morali bozulmuş, ayrıca, siyasi kabiliyetinin fazla gelişmemiş olduğu da ortaya çıkmıştı. Bu eksiğini nasıl telâfi, edebileceğini düşünürken, musahip ve Nedimi Celâl Bey'in sözlerini hatırladı: "Evvel zamandan bir söz işidilürdü, vâki imiş! Meselâ 'Âli-Osman saltanat tahtına geçmez, mademki kul kılıcı altından geçmeye' gerçek imiş." Böyle demişti Celâl Bey! Demek ki her zaman olan işlerdendi bunlar!

İkinci Selim'in saltanat yılları fazla dolu değildir. Kanunî devrinin ihtiş***** alışanlar için devlet paslanmış saat gibidir. Belki onikiyi bulmuştur da ondandır, gidecek "ileri"nin kalmamasındandır; belki de, Selim'in saati kurmayı bilemeyişinden?

Yemen Meselesi (16 Ağustos 1567)

Hadım Süleyman Paşa Mısır vâlisiydi. Hindistan Seferi'ne çıktı. Guceral Hükümdannın ihanetiyle Hindistan'dan dönerken Yemen sahillerini işgal etti. Yemen'de bir Türk vilâyeti tesis etti. Yemen valiliğine eski Gazze Sancakbeyi Mustafa Bey'i tâyin etti. (13 Mart 1539)

San'â Kalesi Yemen'in merkezidir. San'â'yı fetheden Özdemir Paşa. Epey bir zaman Hadım Süleyman Paşa'nın maiyyetinde bulunan Özdemir Paşa Yemen Beylerbeyiliği'ne kadar yükselmişti. Özdemir Paşa'nın meşhur olmasını sağlayan olayların başında Yemen ve Habeş fütuhatı gelir. Biraz hissi olan Özdemir Paşa 1554'e kadar Yemen'de kalıp, sonra istifa edip İstanbul'a gelmişti. İstanbul'dan gönderildiği Habeşistan'da bir eyalet olacak kadar toprak kazanmış Osmanlı Devleti'ni bir hayli genişletmiş. Koca Kânunî'nin kocaman devleti Özdemir Paşa'yla iftihar ediyordu. Bu Paşa 1561'de öldü.

Yemen valiliği Mustafa Paşa, Kara Şahin Mustafa Paşa ve Mahmud Paşa'nın ellerinde uzun süre kalmış bu valiler fütuhat halkasını genişletme çabasını devam ettirmişlerdi.

Karşılarında Zeydî İmamı Mutahhan -İbnü- Şemseddin'e bir sulh anlaşması imzalayıp savaşı bitirmiş rahata kavuşmuşlardı ki, Yemen Beylerbeyiliği'ne Kara Şahin Paşa'nın oğlu Rıdvan Paşa getirildi. Kahramanlık sevdasına kapılan Rıdvan Paşa elindeki birçok yeri kaybedip, askerini boğduğundan çok kötü bir sulha mecbur oldu.

Bundan sonra Yemen iki vilâyet halini aldı. Böylece Rıdvan Paşa'nın hüküm sahası daraldı, yanlış davranışının cezası verildi ama bu, Zeydi imamın da işini kolaylaştırdı. Bir süre sonra Rıdvan Paşa azl edildi. Yemen Beylerbeyliği ve San'â Beylerbeyliği küçük parçaların yutulmasına misaldir. Önce San'â üzerine yürüyen Mutahhan, Beylerbeyi'ni şehid edip, San'â'yı işgali ve daha sonra da Yemen'i teslim almayı başarmıştır.

Özdemiroğlu Osman Paşa'nın San'â Beylerbeyliği

Kahramanlığından bir nebze bahsettiğimiz Özdemir Paşa'nın oğlu Osman Paşa, Habeş Beylerbeyliği'nde bulunuyordu. Yemen'de, San'â'da Osmanlı Devleti'ne ait çok az toprak kalmıştı. Oraların muhafazası, elden çıkan yerlerin tekrar kazanılması yiğit ve akıllı adam işiydi. Osman Paşa bu özelliklere sahip olduğu için 16 Aralık 1567'de San'â'ya gönderildi. Yine de içimizde bazen ılık rüzgârlar bazen de boralar estirecek günler yok değildir, devri İkinci Selim'de. Sadece Özdemiroğlu Osman Paşa gibi bir kahraman bile, onun zamanını güzelleştirebilir.

Şimdi, biraz uzun atlayış yaparak, 1568 senesinin Şubat ayma kadar gidelim. Biraz gözlerimize, biraz da gönlümüze cila olsun diye İran Elçisi Şahkuli Han'ın Edirne'ye gelişini, Edirne'de gördüklerini seyredelim.

İkinci Selim İstanbul'da altı-yedi ay kaldıktan sonra Edirne'ye taşındığı için, gelen yabancı heyetler de mecburen oraya gidiyordu. İran elçisi Ustaclu Şahkuli Han yeni Türk Sultanı'nı tebrik için gelmiş, bu gelişi, bu gelişteki ihtişamı anlatmadan geçmek büyük eksiklik olur: Almanya İmparatorluğu'nun, Fransa ve Polonya Krallıkları'nın, Venedik ve Dubrovnik Cumhuriyetleri'nin, Türkiye'ye tâbi olan Eflak, Boğdan ve Transilvanya Prenslikleri'nin elçileri de, bu sırada Edirne’dedirler. "Bütün bu Avrupa elçileri, Safevi Türklerinin parlak bir alayla geçecek olan muhteşem sefirini görebilmek için, Pâdişâhın emriyle Edirne caddelerine dizilmişlerdir! O zamanki fakir ve geri garbın gözleri, o zengin ve ileri Şark'ın "binbirgece" masallarını canlandıran bu muhteşem levhasından kim bilir ne kadar kamaşmıştır."

Ustaclu Şahkuli Han'ın maiyetinde 700 kişi bulunuyor, yüz yirmisi pınl pırıl elmaslar içerisinde yanan Beyler, iki yüzü altın sırmalı elbiseler giyinmiş Türkmen süvarileri, geri kalanlar tüccar takımı. Bunlar insan unsuru; ya hediyeler! Sultan Selim'e ait hediyeleri kırk dört deve ancak taşıyabiliyor, bunlar İran Devleti'nin. Ayrıca Şahkuli Hanın özel hediyeleri var ki; bunlar da tam ondört deve yükü! Yük hayvanlarının yekûnu 1700 dür. Geri kalanları bir sürü müzik aletleri. Tabi, boru, ney, nefir, tanbur, çeng, zil, çarpara, kudüm vs. Çalgıcılar, hanendeler, muganniyeler...

Sultan Selim'e takdim edilen hediyelerin belli başlılarını da sayalım: "Sayebanları altın işlemeli ve resimli iki ipek çadır, Hazreti Âli'nin yazdığı rivayet edilen murassa bir Kur'an, armut şeklinde bir Bedahşan yakutu, on miskal çeken iki inci, içlerine zehirli şeyler konunca çatlayıp kırılan sekiz adet mavi kâse ve neler, neler...

Bu gösterişli ziyaretle ilgili bir de nükte anlatılır. İran, hem kendi zenginliğini göstermiş oluyor, hem geldiği yere verdiği değeri, ev sahibi de gücünü gösterme durumundadır. Çok görkemli bir törenle karşılar Şemsi Paşa bu heyeti, Şahkuli, askerimizin ihtişamım görür ve dayanamaz, şöyle der:

— "Vallah ki, bu Leşgerün ârâyüş-ü nümayiş ve zîbi feri heman bir düğün halkına benzer!" Şahkuli, içi boş gibi görmüş askerimizi.

Ustaclu Şahkuli Han çok yanılmıştır, bu sözlerine biraz sonra Şemsi Paşa'nın sözleri pişman edecektir:

"Belî, der Şemsi Paşa, Çaldıran'dan Taçlu Hatun'u gelin getiren bu askerdir."

Malûm: Çaldıran'da Şah İsmail'in güzel eşi Yavuz'a esir düşmüştü.

Elçilerin cömertliği, nezâketi sevgiden değildir, bir kere saygı görmek için saygılı davranıldığı gibi, bir de yeni pâdişâhla ilgili bilgi ihtiyaçları vardır. Babası gibi Avrupa'ya mı devam edecek, doğuya mı yönelecek? Gelen pahalı hediyeler, işte bunları öğrenmenin ücretidir. Öğrendiler mi acaba?

28 Nisan 1568'de Yemen Beylerbeyliği eski haline getirildi. İki başlılıktan kurtuldu. Özdemiroğlu Osman Paşa'nın Yemen fütuhatı başladı. Aynı günlerde Edirne'de Selimiye Camii'nin temeli atıldı. Osman Paşa'dan ileride çok bahsedilecek. İkinci Selim'in en güzel eseri Selimiye Camiini Koca Mimar Sinan'a borçlu olduğunu bilmeyen yok. Koca Sinan Paşa İkinci Selim'e intikal etmiş kötü bir mirastır. Mısır Beylerbeyi idi. Yemen Serdarlığı'na tayin edildi. 3 Mayıs 1569'da Kahire Kalesi alındı.

4 Ağustos 1569 Perşembe

Astarhan seferi ve Don-Volga kanalını açarak Karadenizle Hazar denizini birleştirme teşebbüsü, büyük düşünce mahsulüdür. Gerçekleşseydi İkinci Selim'i büyük padişahların arasına (belki) sokardı.

Bu konu üzerinde durmak lâzım. İkinci Selim'in en önemli hareketlerinden olarak değerlendirilen bu iş neticelense idi, sonraki zamanlar için Türk milletine, Türkiye devletine sağlayacağı faydalar sayılamıyacak kadar çok olacaktı. Bu faydalardan bir kaçını, rahmetli İ.H. Danişmend şöyle sıralıyor:

1.Astarhan Hanlığının arazisini Ruslardan kurtarmak suretiyle Moskof Çarlığını Hazar Denizi'nden yukarı atmakla Çarlığın temin ettiği Karadeniz yolunu kesmek.

2.Kırım Hanlığını kuzeyden ve doğudan tehdit eden tehlikeli vaziyete son verip istikbale hazırlamak.

3.Kafkasya'nın kuzeyinde Don ve Volga nehirlerinin güneyinde ve Hazar-Azak denizleri arasında bulunan araziyi ilhak etmek.

4.Kuzey ve Güney Kafkasya'nın kolaylıkla ilhak ve işgalini temin etmek.

5.Karayollarına bir de denizyolu ilâve ederek Kuzey İran'ı her taraftan tehdit altına almak ve bilhassa İran seferlerinde ordu iaşesini deniz yollarından kolaylıkla temin edebilmek.

6.Karadeniz'den sonra Hazar Denizi hâkimiyetini de temin ederek Türkiye ile Orta Asya ulaşımım İran engellerinden kurtarmak.

Sayılan ve sayılmayan önemli faydaları temin edecek bu hayırlı işin yapılması Kanuni zamanında düşünülmüş de diğer gailelerden buna sıra gelmemişti. Şimdi oğlu bu 11 kilometrelik kanalın kazılması işine var gücüyle soyunmuş görünüyor. Gerekli bütün levazımat 4 Ağustosta donanma gemileriyle İstanbul'dan Azak Denizi'ne hareket ettirilmiştir. İstanbul'dan 30 bin asker ve amele, Kırım Hanı Devlet Giray'dan da 30 bin asker, yekûn 60 bin kişiyle bu işin başarılmasına çalışılacak. Osmanlı ordusunun kumandanı Çerkez Kasım Paşa'dır.

Heyecanla ve inançla başlanan bu büyük iş iki kilometre kadar kazıldıktan sonra bırakılmıştır. Sebep olarak, Kırım Hanı'nın Rus Çan Dördüncü İvan'dan korktuğu, onun teşvikiyle, askerleri arasında bozgunluk çıkardığı rivayetleri var. Daha önceden bilinmeyip, yeni keşfedilmiş gibi, "burada 9 ay kış, 3 ay yaz olur ve kış geceleri 3 saattir, yatsı namazını bile kılamazsınız, böyle bir memlekette sizin hayalleriniz gerçekleşmez..." Güya bunları Devlet Giray'ın askerleri söylemiş! Doğru ise yazık Giray'a. Ama hiç de doğruya benzemez. Devlet Giray'ı ürküttüğü iddia edilen Dördüncü İvan kalabalık bir orduyla kanal kazanlara hücum edince çok kan dökülmüş, harb malzemeleri güçlükle hendeklere doldurularak, kazma kürek gibi inşaat malzemelerinin ortada bırakıldığı (Peçevî ve Kâtip Çelebi gibi) eski tarihçilerin kayıtlarında bulunmaktadır.

En önemli projelerden sayılan kanal işinin suya düşmesi yetmiyor gibi, Rus taarruzuyla çok zayiat verildi. İstanbul'a gemilerle dönülürken de aksilikler devam etti ve "İstanbul'a 30 bin kişiden ancak 7 bini gelebildi.

"Eğer İkinci Selim saraydan çıkıp askerin başına geçseydi netice böyle olmazdı" diyor. İ. Hami Danişmend.

15 Mayıs 1570 Pazartesi

Osmanlı Donanması'nın Kıbns'a hareket tarihidir bugün. Kıbns, cismi küçük olmasına rağmen bulunduğu konum itibariyle her zaman önemli olmuştur. 668 senesinde Muaviye'nin Şam Valiliği zamanında Müslüman Arap orduları çok şehit vererek, bu adayı zaptetmişler, sonra haraca bağlayıp gitmişler. Devamının gelmeyeceğini anlayan Kıbns yöneticileri de bir zaman sonra haraç vermeyi kaldırmışlar. Hilafeti zamanında Harun Reşid Kıbns'ı İslâm memleketine bağlamışsa da 200 sene sonra Kıbrıs Müslümanların elinden yine çıkmış. 1570 senesine gelindiğinde Kıbrıs Hıristiyan'dır. Bize de çok lâzımdır. Savaş çıkarmak için ortada bir vesile de görünmemekte, fakat bir çare lâzım. Osmanlı İslâm ordusudur; fetvasız girişilen işin helâl olmayacağı malûm, Ebussuud Efendi'ye başvurulup görüş istenir:

"Kıbrıs'a bir savaş açmak Kıbrıs'ı fethetmek dileriz, dînen bir mahzuru var mudur?" diye sorar Pâdişâh. İşte cevap:

"Sâbıkaa bir vilayet darı İslâmdan olup bende zâmânin küffarı haksar alup medarisü mecasüdün harab kılup âyin-ı küfr ile mâlâmâl eylese..."

Bu demektir ki, geçmişte İslâmın girmiş olduğu bir yer, sonra elinden çıkar, İslama ait yerler perişan edilir, İslâmın zıddı şeylerle doldurulursa, oraya savaş açılır. Fetva budur.

Vezir-i Âzam Sokullu Mehmed Paşa muhaliftir böyle bir savaşa, ama o dinlenmez, sefere çıkılacaktır.

Sokullu Mehmed Paşa'ya birçok yabancı tarihçi Venedik dostu demiştir. Savaşa karşı çıkışını da bu dostluğa bağlamıştır. Hatta çok ileri gidip Venedik'in İstanbul'da bir casus bulundurmasına lüzum yoktu, diyebilen olmuş. Güya Sokullu'nun siyaseti Venedik balyozunun (elçi) siyasetiydi gibi yorumlayanlar eksik olmamış. Öncesini ve sonrasını iyi araştıran tarihçi şöyle yazıyor: "Sokullu'nun barışçı ve barıştan yana olduğu iddia edilmektedir; bu çok fazla abartmak olmaktadır, çünkü onun istediği zayıflar için ağır Osmanlı yönetimi için sanlı bir Pax Turcica'dır. Ve sonra, eğer Sokullu Mehmed'in siyaseti gerçekten ona atfedilen gibi olsaydı, işlerin yönetimini koruyabilir, gemi başka bir yöne giderken dümeni tutmaya devam edebilir miydi? Siyasetinin ölçülü, kaçamak kelimelerle ifade edilen ve gerektiğinde yumuşatılıp, hatta bir kenara bırakılabilir nitelikte olduğu söylenmiştir.

Tarihçi, hükmünü verirken vicdanının sesini dinlemeye çalışmış görünüyor. Esnekliğini iddia edenlere de pek katılmıyor. Efendisinin kararına karşı çıkma¬sının bir esneklik olmadığım söyledikten sonra, biraz da sarayda yaşanan sert rekabete değiniyor. Fernard Braudel ve uzun uzun anlatıyor Kıbrıs Fethi'nin başlangıcını...

Çok enteresan geldiği için, aynı yazarın Yasef Massi için söylediklerinden bazılarını aktaralım, okuyucu, bir yabancı gözünden Massi'yi seyretsin: "... Parantez içinde olmak üzere, bu rakiplerin sonuncusu (Yasef Nassi) olan şu çok kuşkulu kişi, hilekâr maliyeci (bu en azından Fransa'ya olan talepleri konusunda kesindir). Bugünkü fikirlerimizle komedi haini değilse bile, doğuştan casus olarak adlandırabileceğimiz şu kişi hakkında ne düşünülmesi gerektiği sorulabilir. Onun hakkında Batı -heyhat sadece Batı!- mektuplar ve belgeler sunmaktadır: Mikas'ın Toskana büyük dükü, Cenova, İspanya, belki de Portekiz'le ilişkileri vardır...

İhanet etmekte midir? Veyahut da, bu varsayım da geçerli olmak üzere, o da emir üzere hareket ederek, kişisel çıkar sağlamayı ihmal etmeyerek, sanıldığından daha iyi bir ortalıkta yürütülen bir siyasetin içinde hesaplı bir rol mü oynamaktadır? Paul Heore'e göre o kin ve çıkar amacıyla davranan "temizden başka her şey alan bir kişidir..."

Daha önceki icraatlarıyla büyük günahları omuzlayan Lala Mustafa Paşa'ya İkinci Selim'in minnet borcu vardır! Bu şanlı vazifeyi ona vererek ödeşirler. (Hammer'e göre 50 bin Türkün kanlarıyla sulanan) bu harbin başlama tarihiyle bitiş tarihi arasında 1 sene 2 ay yedi gün geçmiştir. Lala Mustafa Paşa Kıbrıs Fatihi unvanını alır. Bu harb İkinci Selim için de yegâne önemli başarıdır. Belki 5, belki 20 bin Türkün şehâdetiyle biten bu savaştan Venedik Başkumandanı Antanyo ile bizim Lala Mustafa Paşa arasında geçen bir konuşmayı ve sonrasını da İsmail Hami Danişmend'in Kronolojisinden aynen aktarıp bu konuyu bitireceğiz.

Galip kumandan mağlup kumandana rica! ediyor.

"Bu kadar gemi ki size verildi, deryada donanmamız var; gemilerümüz bize vasıl olana kadar beylerinden birini bize rehin ver!"

"Bey değil bir kelp -köpek- bile alamazsın!"

"Ya o kadar Müslüman esirlerin kanı!"

"Onların cümlesi benim değil idi. Her biri beylerden ve askerlerden birinin idi, vire-kalenin teslimi- gecesi katletmişler!"

Teslim şartnamesinde ayrı bir maddeyle kanunlaştırılmış olan elli Türk esirinin boğazlanmış olmalarını mazur göstermek için, köle olarak verilmişlerdi, sahipleri boğazlamışlar, diyor.

"Ya sende olanı neyledin?" deyince. Paşa, zakkum gibi cevap alıyor.

"Onlar katledince ben de katlettim!"

Paşa "O halde, der, vireyi sen bozmuşsun!"

Başkumandanın gözlerinin önünde, kumandanlarından on kişi idam edilir. Kendisinin ellerine kelepçe takılıp, önce kulaklarıyla burnu kesilir; Türk askerlerine toprak taşıttığı yerlerde kendisine de toprak taşıttırılır, birkaç gün sonra da derisi yüzülerek kahpe hayatına son verilir. Aynısını o, Türklere yapmıştı. Paşa hınç doludur, bununla işi bitirmez, intikamı tamamlamak için Girid'e ******ürülmek üzere Türk gemilerine doldurulan bütün askerleri esir olarak sayar İstanbul'a gönderir.

Ekim 1571 İnebahtı Deniz Muharebesi

Kıbrıs'ta bir zafer kazanılmıştır, ağır kayıpla da olsa, bu bir zaferdir ve Hıristiyanlık âlemi Türke diş bilemektedir. Diş bileyenlerin başı Hıristiyan dünyasının da başıdır. Papalık makamında Beşinci Pie oturuyor, en bariz vasfı Türk düşmanlığıdır. Türklere karşı Haçlı ittifakını temine epey uğraşır; sonunda, İspanya ile Venedik ikna edilir ve 15 Temmuz 1571'de anlaşmaya varırlar. Hedef; Türkleri Avrupa'dan, Afrika'dan, hatta Küçük Asya'dan atmaktır.

Hıristiyanlar iyi hazırlanırlar bu savaşa. En namdar kumandanları görevlenir donanmada. Donanma Başkumandanı İspanya Kralı II. Filip'in kardeşi ve Şarlken'in "***** oğlu" Don Juan'dır. Barbaros devrinin meşhur düşmanı Andrea Dorya'nın yeğeni Giovanni de Ceneviz gemilerinin kumandanıdır. Gemilerinin mevcudu 208–300 arası gösteriliyor. Bu rakam ne olursa olsun işi çok ciddi tuttukları bellidir.

Bizim tarafta asker acemi, Donanma Serdarı İkinci Vezir Pertev Paşa ve Kapdan-ı Derya Müezzinzâde Ali Paşa denizcilikten anlamaz, kara askeridirler. "İnebahtı limanında müdâfâ tertibatı mı alınsın, yoksa hücum mu edilsin" tartışmaları yapılıyor. Pertev Paşa müdafaadan yana, Uluç Ali Paşa da öyle, Müezzinzâde İstanbul'dan gelen fermana uyarak hücumu müdâfâ ediyor. Sözünün geçmeyeceğini anlayan Uluç Ali Paşa öfkesinden, sakalını yolarak: "Hani, Hayreddin Paşa ile Turgutça ile cenk görenler niçin söylemezler? Bir gemiye top dokununca karaya gider, askerin intizamına -bozulmasına- sebep olur" derse de dinletemez.

"(7 Ekim 1571) Preveze sahili açıklarında muharebe başladı. Şiddetli muharebeden sonra Kapdan-ı Derya Ali Paşa ile birçok beyler şehit ve Ali Paşa'nın iki oğlu esir düştüler. Bu hali gören bazı askerler kara tarafına kaçtılar. Pertev Paşa'nın gemisi batırılarak kendisi denize düşüp yüzerken Hasan Paşa oğlu Mahmut Bey tarafından kanca ile kurtarılıp gemiye alındı.

Bu deniz muharebesi güneşin doğmasıyla başlayıp batıncaya kadar devam etti. Yüz doksan Türk gemisi ya battı veya düşman eline geçti. Karşı tarafta gemi zayiatı az olmakla beraber insanca telefatı çoktu." (İ.H.U.)

"Uluç Ali onbeş İspanyol, Venedik ve Malta gemisinin epeyce uzakta toplanmış olduklarını görerek bütün kuvvetiyle onların üzerine atıldı. Bunlar da karşı koymada kusur etmediler. Uluç Ali Malta Tarikatının Kaptan gemisini zaptederek, Mesina Komandorunun başını kendi eliyle kesti. Fakat Osmanlı donanması merkezinin bozulduğunu görerek bütün yelkenlerini açıp dört kadırga ile Hıristi¬yanların ortasından geçti. Bu kanlı sa¬vaştan bazı gemiler kurtuldu. Hıristiyanlardan pek çok tanınmış denizci bu savaşta ölümü tattı; bazıları şunlar: Barbariga, Veniyero, Loredano, Pontarini gibi şöhretli denizciler ile Venedik'in asil ailelerinden yirmi dokuz kişi. Yaralananlar da pek çok olmuştur. Meşhur Don Kişot yazarı Cervantes de bunlardandır ki sol kolunu kaybetmiştir. Türklerden Kaptan Ali Paşa'dan başka Çorum, Karahisar, Ankara, Niğbolu, İnebahtı, Sakız, Midilli, Sugacık, Biga ve İskenderiye beyleri ile belli başlı bazı şefler şehit düşmüşlerdir."

Bu yenilgiden geriye iki şey kalmıştır: Birincisi Uluç Ali Paşa gösterdiği cesaretle Uluç'u 'Kılıç' yapmış. O günden sonra "Kılıç Ali" diye anılır olmuş. İkincisi ise Vezir-i Âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın Venedik elçisine söylediği; "Biz sizden bir krallık kadar yer almakla kolunuzu kesmiş olduk, siz donanmamızı yakmakla sakalımızı traş etmiş oldunuz. Kesilen sakal daha gür olarak çıkar ama kesilen kol yerine gelmez!"

Bu güzel söz gibi, "askerin bir kısmının terhis olduğu bir zamanda, denizcilikten hiç anlamayan kumandanlarla savaşa girmek şerefi de! Sokullu'ya aittir."

Sokullu'yla ilgili bir şey söyleyip, hakkını teslim etmek lâzım. Kıbrıs seferine, haçlıların birleşeceği, intikama koşacağı endişesiyle karşı çıkmıştı. Söylediği kısa zamanda yaşandı.

Askerlerin eksikliğini Peçevî şöyle anlatıyor:

"Ekser cenkçi gemilerden çıkup gemilerin çoğu askerden hâli olup ve adalarda doyumluk iken Yeniçeri ve Sipahi kendü serdarlarına pişkeşçük çeküp:

— Sılaya yakın geldüm! diyü icazet ile karaya çıkup..."

Yani sahile gelen askerlerin bir kısmı, turistik bir gezideymişler gibi hareket etmişler.

Sonuç hüsran!

Buraya kadar gördüğümüz gibi, İkinci Selim zamanı biraz sönük geçiyor. Fatih, Yavuz, Kanuni gibi padişahlara alışan bir millet için, Selim yadırganacak niteliktedir. Babasının sağlığında tahtın tek varisi olarak kalması belki de tek şansı idi. Mecbur olduğu saltanata, zevkle gelip oturdu, hiçbir zevkinden fedakârlık yapmadan sekiz sene devlete hükmetti. Veya geniş yetkilerle donattığı damadı Sokullu'ya hükmettirdi.

"II. Selim kırk dört yaşında padişah olmuştu. Kendisi tenperver, zevk ve safaya düşkün olup ordusunun başında hiçbir sefere gitmeyen ilk Osmanlı hükümdarıdır; bu da dedesi Yavuz Sultan Selim gibi Edirne'yi çok sevdiğinden ara sıra oraya giderdi; hatta bu sevgi dolayısıyla oraya meşhur camiini yaptırmıştır."

Meclisinde âlimler, şairler, musikişinaslar eksik olmazdı ve kendisi güzel manzumeler yazardı. Şu güzel beyit onun:

Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekvây-ı firakız

Ateş kesilir geçse Sabâ gülşenimizden.

Her ne kadar savaş meydanlarına çıkmamış olsa da, onun da bazı meydanlarda başa güreştiği olmuş. Mesela çok iyi avcı imiş. Yay çekmede onunla kimse yarışamazmış. İyi bir âlim imiş, çok kültürlüymüş, şairliğini tarife hacet yok. Amma en belirgin vasfı içkiciliği imiş.

Ona da, ömrünün sonlarına doğru tövbe etmiş. Şehzadeliğinde, Musahibi Celâl Beyle içerlerken kadehini kaldırıp "Halk arasında bizim için ne derler" diye sormuş.

Celâl Bey de:

"Sultan Mustafa'yı askerin, Şehzade Bâyezid'i de baba ve annesiyle Rüstem Paşa'nın istediklerini ve bunların faaliyetlerine mukabil kendisinin hiçbir tedariki olmadığını söyleyince, Selim:

"Sultan Mustafa'yı en kuvvetlisi istesin, Bâzeyid Ham ana ve babası talep etsin, Selim fakire de mevlâsı rağbet etsin; biz safamızı görelim yarının sahibi var" deyip kadehi tepesine dikmiş. "Yarının sahibi" ona saltanatı nasip etmiş.

Bu "Sarhoş Selim" içkiye tövbe edip sarhoşluktan kurtulmuş. Uzun senelerin alışkanlığını birden bıçak gibi kesince, vücudun dengesi bozulmuş. Hasta olmuş. Sultan İkinci Selim'in baştabibi "Takviyeti beden ve ıslâhı mizaçlan mutad oldukları şarabı nâba muhtacdur! dimişlerse de hall-i ukde-i yemine ruhsat virmeyüp" diyor. Kara Çelebi zade Abdülaziz Efendi'den.

Doktorunun ısrarına rağmen, sıhhate kavuşmak için de olsa tövbesini bozup içki içmiyor. Ölüm sebebi olarak gösterilen bu hadiseye bir de hamamda ayağının kayıp, düşmesi ilave edilir ki, o da yine içkinin birden kesilmesiyle ilgilidir. Başı döner düşer ve Allah'ın rahmetine kavuşur. Onbir gün hasta yattığı da söyleniyor.

İkinci Sultan Selim'in Murad, Mehmed, Süleyman, Mustafa, Cihangir, Abdullah ve Osman isimlerinde yedi oğlu ve Esma Han, Şah Sultan, Gevher Han ve Fatma Sultan adlarında dört kızı vardır.

Şehzade Mehmed babasından evvel ölmüştü. Esma Sultan Sokullu'yla, Gevher Sultan Piyale Paşa'yla evli idiler.

Manisa Valisi Şehzade Murad gelene kadar İkinci Selim'in ölümü gizlenir. Daha öncekiler de böyle olmuştu. Elliiki yaşında ölen Sultan İkinci Selim, beraberinde beş oğlunu da ******ürür. (Aralık 1574).

Her şey unutulsa bile, Edirne'deki Selimiye Camii onun her gün beş defa anılmasına, ruhuna Fatihalar gönderilmesine en büyük vesile olarak ortadadır.

İkinci Selim'in bir tek kadını bilinmektedir, o da Nurbânû Sultan'dır.

Selim öldü gitti. Avukatla da savcıya da ihtiyacı yok. İçkiyi bırakıp, hayatı pahasına geri dönmemesi dosyasından "Sarhoş Selim"liği sildirmeye kâfi değil mi?

İkinci Selim'le ilgili çok az olay anlatıldı; verilen fotoğraflar genelde, onu kötü veya en az iyi değil gibi gösterecek. Ne olursa olsun o bir Osmanoğlu idi. Barbaros Hayreddin Paşa'nın dediği gibi, Osmanlı ailesi "bir ulu ocaktır" Bir müddet eğri büğrü giden bile, sonunda istikâmeti düzeltmektedir.

Sarhoşluğuyla ünlü İkinci Selim'in ölümü hiçe sayıp içkiden uzaklaşması fazileti olarak sayılmış, yaptırdığı Selimiye Camii'nde söylenmişti. Şimdi, diğer hayır eserlerine göz atacağız; kaynağımız Hammer olacak:

"Edirne'nin Kanpınar Mahallesi'nde bir cami yaptırdı ve şehrin duvarlarını tamir ettirdi. Kabe-i Muazzama harim ve avlusunun 360 kubbe ile tezyinini emretti. Vefatından az evvel de Ayasofya Camii civarında iki medrese ile iki minare ve son yer sarsıntısında hasar gören camiin tahkimi maksadıyla iki istinat duvarına başlanmıştı..."

Link to comment
Share on other sites

ÜÇÜNCÜ MURAD

(1574–1595)

12yv2.jpg

Ertuğrul Beyoğlu Osman Gazi ile başlamıştık tarih seyahatine; yaban ellerde yurt tutmanın sıkıntılarına şahit olmuş, Osman Gazi'nin azmine, iradesine hayran kalmıştık. Devamında Bâyezid, Fatih, Yavuz, Kanuni gibi cihan sultanlarıyla bulutlarda yüzüp, arada bir yaşadığımız ufak tefek hüzünleri içimizden kovmuştuk, devamlı, bir yanımızda parlamaya hazır alevimiz bulunuyordu. İkinci Selim'le beraber hevesimiz paslanmaya, arzularımız azalmaya başladı. Şimdi Selim de vefat etti; Şehzade Murat koskoca bir Osmanlı Devleti'nin tahtına oturması için bekleniyor.

1546 senesinde dünyaya gelen Murat 1561'den beri Manisa'da Vali olarak bulunmakta, 14 seneye yakın bir süredir küçük çaplı bir saltanat sürmektedir. Selim'in başka şehzadeleri de var ama en büyük evlat olmanın getirdiği şansla, Murat hayat korkusuna fazla kapılmadan, padişah olacağı günlerin hasretini çekmekteydi.

Damat Sokullu Manisa'ya haber gönderdi, Kılıç Ali Paşa da Kadırga ile Mudanya'ya gitti; yeni padişahı deniz yoluyla İstanbul'a getirecek. Şehzade Murad haberi alır almaz yola düşüp, öyle süratli hareket etti ki; hemen Kadırga'ya atlayıp İstanbul'a uçacaktı. Fakat sahilde Ali Paşanın kadırgasını bulamadı. Beklemeye sabrı yoktu. Ferudun Bey'in kayığına binip fırtınalarla boğuşa boğuşa sekiz saatte Dersaâdete geldi. (22 Aralık 1574)

Çalkantılı deniz ve içindeki fırtınadan perişan olmuştu. Bulantılardan kurtulmak, bedenini de ferahlatmak için yıkanmak istedi. Tatlı su bulunamadı, deniz suyu getirdiler. Tuzlu suyla yıkanmak zorunda kaldı. Bunun bir faydası oldu; (o günün hatırasına, o mahale bir çeşme yaptırdı.) Sevincini gizleyip, yüzüne mahzun çizgiler nakşetmek lâzımdı, bunu başardı.

Üçüncü Murad'ın yanında bulunanlar, Manisa'dan beraber geldikleri Hasan Çavuşla Kadırga'nm kılavuzu Ahmed, yeni padişahın teşrifini bildirmek üzere Vezir-i Âzam Sokullu'nun sarayına gittiler. Bir müddet sonra el feneriyle Sokullu geldi. Yeni padişahın ilk ******ürüleceği yer, eli öpülecek Valide Sultan'ın yanı idi.

Başları siyah kavuklu devlet erkânının matemine ortak olmaya çalışacak, matemle tahta oturacak ve bundan böyle Üçüncü Murat diye anılacaktır. Eceliyle vefat eden İkinci Selim'in cenaze namazı usulüne uygun kılınırken bir şey yoktu da, Nizâm-ı âlem’e kurban edilen 5 şehzadenin boğulan feryatları İstanbulluların yüreğini burkuyordu. Belki de (ateş düştüğü yeri her zaman yakmıyor) Üçüncü Murat ne kadar üzüldü onu anlayabilen yok. Bir kural konmuş, onun uygulanması veya uygulanmaması artık padişahın bileceği işlerden değil, en azından şimdilerde böyledir.

Üçüncü Murat babasının ve kardeşlerinin cenazeleri defnedildikten sonra ruhları için Kur'an okutup, fakirlere sadakalar dağıtarak vicdanını rahatlatmaya çalıştı. Bu arada Namlı Sokullu Mehmed Paşa padişahın eteğini öpmeye eğildi, padişah Sokullu'nun elini öpmek istedi ve bu adet dışı davranışlar o sıkıntılı halin şaşırtması olarak tarihe geçti. Ne var ki sadece tarihe geçmekle kalmayıp Veziri-Âzam'ın başlattığı etek öpme işi kötü bir gelenek haline geldi.

Üçüncü Murat da ekseri pâdişâh evlatları gibi iyi tahsil ve terbiye görmüş; o da ilim adamlarına değer vermiş, edebî alanda kendisini biraz göstermek kastıyla şiir bile yazmış; fakat herkesin merak, zevk ve kabiliyeti aynı olmuyor ki; Murad, (babasına benzeyip şaraba müptela olmamış da) eğlenceye çok düşkünlük göstermiş.

Üçüncü Murat mutad olan cülus bahşişi dağıtımından hemen sonra Eyüp Sultan türbesine gidip kılıç kuşandı. Daha sonra ecdat kabirlerini ziyaret etti. Daha sonraları ecdadını hiç hatırladı mı, onlara benzemek istedi mi bilinmiyor. Amma dualarla kuşandığı kılıcı bir defa olsun kullanmadığı, hiçbir sefere iştirak etmeden 21 sene padişahlık sürdüğü bilinir. (Kronoloji'de, Müneccimbaşı'dan alınma bilgiler) "Yekpare zevku sohbete nail olup müddeti saltanatında İstanbul'dan çıkmak vâki olmadı."

İkinci Selim'e "Sarhoş Selim" deniyor olmasına rağmen oğlundan daha cevval idi. Kadın konusunda, Murad'ın anasına (Nur-Banu Sultana) olan aşkı başka kadınlara ilgi duymasma mani olacak kadar kuvvetliydi. Sultan Üçüncü Murad'ın bu yönünü anlatanlara bakılırsa, âdeta, bütün dünyası dişi mahlûklarca istila edilmiş gibi görünüyor. 28 yaşında idi. Devletini daha mükemmel hâle getirme, milletini daha müreffeh yaşatma gibi idealleri, Allah'ın rızasına koşturma gibi ulvi istekleri olmalıydı; bir Osmanlı Pâdişâhına, Kânunî'nin torununa yakışan bunlar olmalıydı.

"Menkuhaları (nikâhlısı) Mehmed Han validesi Safiyye Hatundan maada kırk nefer cariyeleri var idi. Mecmuundan yüz otuz nefer evladları olmuştur! Bunlardan da ondokuz erkek ve yirmi altı kız baki kalıp erkeklerin cümlesinin cenazeleri kendü nâ'şleriyle maan çıkup kızlar eski saraya nakl ve içlerinden bulûğa erenleri birer birer ere vermiştir."

"Hasekilerin (çocuk anası olan gözdeler) sayısı kırka cariyelerin sayısı beş yüze eriştiği, zamanında cariye fiyatlarının çok yüksek olduğu bilinmektedir."

Üçüncü Murad'ın tenperestliği bütün özelliklerinin üzerindedir ve "Rakkaselere, cücelere, maskaralara kendisini güldürüp eğlendirdikleri için kese kese altın atardı. Fakat yatak zevki bir başka idi. Bazı tarihçilerin şikâyetçi oldukları dönme-devşirme meselesi, müspet bir gözle bakmaya çalıştığımızda bile karşımıza kötü yüzleriyle çıkıyor. Nereye elinizi atsanız, bütün kirli işlerin arkasında onlarla karşılaşıyorsunuz, dişisiyle-erkeğiyle. İşte bunlardan bazıları: Kanuni ve İkinci Selim zamanlarından Üçüncü Murad'a intikâl edeni de dahil:

"İbrahim ve Hadım Süleyman Paşa aslen Rum; Ayaş, Lütfü, Ahmed Paşalar Arnavud. Şişman Ali Paşa, Pertev Paşa, Hersekoğlu, Dukaginoğlu da Hersekli idiler. Bunlara daha birçoklarını eklemek kabildir. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'dan Vezir Mustafa Paşa'ya, Lala Mustafa Paşa'dan Cenâbi Ahmed Paşaya kadar birçokları da Bosna'da doğmuşlardı."

Bunları şunun için yazıyoruz. Üçüncü Murad "tenperesttir" deniyor. Bu işin tezgâhçısı da bir kadın; hem de Murad'ın anasıdır ve bu kadın da aslen Yahudidir. Sevgili eşi Safiyye Sultan Venediklidir. Osmanlı denizcilerinin Korfu'da esir alıp, İstanbul'a getirdikleri, meşhur bir aileye mensup güzel bir kızdır. Üçüncü Murad şehzade iken kendisine hediye edilmiş. Şimdi sarayda bu iki kadının, gelin kaynananın hâkimiyet savaşı yaşanıyor. Oğlunun, gelinine düşkünlüğünü çekemeyen kaynana "Valide Sultan Nurbânu" onu gelininden soğutmanın çarelerini arıyor. Müneccimbaşı'nın tafsilatıyla anlattığı çok enteresan bir hizmet görüyor Valide Sultan. Her gün yeni bir cariye takdim ederek oğluyla gelininin münasebetini azaltıyor. Valide işi o kadar ileri ******ürmüştür ki, "Memlekette padişaha takdim olunmayan güzel bir cariye kalmayub giderek dul kadınlara dahi tenezzül olunmaya başlandı." İ. HamiDanişmend'in deyimiyle, Üçüncü Murad'ın kız kardeşi, "Sokullu'nun hanımı Esma Han Sultan, Hanım kethüdası Canfedâ ve vekilharç Ra-ziye kadınlar Valide Sultan partisinin en meşhur unsurlarıdır."

"Sarayda kapıağası hadım Gazanfer Ağa ile Murad'm Manisa'da tanıdığı ve beraberinde İstanbul'a getirip defterdar yaptığı Kadı İdris, pâdişâhın şeyhi Şüca, Çandaroğullarından Şemsi Ahmed Paşa ve pâdişâhın hocası Sadeddin Efendi işlere müdahale edenlerin başında geliyorlardı."

Yeni sultanımız, görüldüğü gibi bir yanda kadınlar bir yanda erkekler tarafından yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Kendisinin zaafları yaşayışını iyice düzensiz hâle getirmiş, kadınlarla olan münasebetinin aşırılığı âsab bozukluğuna sebep olmuş; bir de saralı oluşu eklenince, Murad Han'ın hayatı iyice karışmış, hatta asker arasında otoritesi bile fazla kalmamış. Buna misal olarak, "Sultan Murad bir gün kadırga ile bir Rum meyhanesi önünden geçerken, sarhoş birkaç Yeniçeri kendisini tanıyarak "Sıhhatine içiyoruz" diye pencereden kadehlerini kaldırmışlardı. Padişah bu kaba hitaptan öfkelenmiş, Müslümanların şarap içmesini yasaklayan bir irade yayınlamıştı.".

Böyle bir kararın uygulanmasına bile güç yetiremeyen Padişah, Subaşının ve Sadrazamın Sipahilerce tartaklanması sonucu "düzensizlik çıkarılmadan içki içilmesine müsaade" etmiştir. Bu olayların akabinde Yeniçeri Ağası'nı azl edip yerine Ceneviz asilzadesi Çigalazâdeyi getirmiş, Kaptan Paşalık ta Kılıç Ali'nin elinde bulunuyordu, böylece iki önemli deniz ve kara komutanlığı müslüman olmuş iki İtalyan mühtedisine tevdi edilmiş oldu.

Rumeli Beylerbeyi ise Siyavuş Paşa'dır. Bu zat da "Macar yahut Hırvat devşirmesidir."

— İlk pâdişâhlar nasıl sağlam bir temel atmışlarsa; bu devlet herşeye rağmen, daha asırlarca ayakta kalabilmiş demekten insan kendisini alamıyor. Osmanlı Türk Devleti'nin pâdişâhı hariç, neredeyse kalanın hepsi dönme devşirme. Padişahların da çoğunun anaları öyle!

Bizlerden bazılarımız "dönme-devşirme güruhu" diye, gayrı Türklere ısınmamaya çalışsak da, hizmetlerini inkâra gidemeyiz. Gitmemeliyiz. Onların mensubu oldukları eski ırkdaş ve dindaşları zaten kinlenmişlerdir, bir de biz onlara düşman gözüyle bakarsak, ne "İsa'ya ne Musa'ya" yaranamamış olacaklar. Avusturyalı bir Tarihçi olan Hammer:

"Bu sıralarda devletin belli başlı büyük memuriyetlerinin bir kısmında mûhtediler bulunmakta idiler. Sadrâzam Sokullu, İkinci Vezir Piyâle, Üçüncü Vezir Ahmed, Dördüncü Vezir Mahmud, Rumeli Beylerbeyi Siyavuş, Kapudan-ı Derya Kılıç Ali, Yeniçeri Ağası Cağaloğlu... Bunlar arasında anılmaktadır. Ancak İslâmı samimiyetle kucaklayan bu insanlar görevlerini hakkıyla yapmışlar ve Türklüğe bağlılıkla hizmet etmişlerdir. Bu zatlar ilk dinlerinin ve eski efendilerinin amansız düşmanı olmuşlardır." diyor.

Hammer bir başka yerde, dindaşına millettaşına hayrı olmayan bu şahsiyetsiz insanların Osmanlı'ya ne hayrı dokunur, mealinde sözler sarf ediyordu. Buradaki kanaati onun zıddıdır. Herhalde, bizim ölçümüz, kişilerin soyundan ziyade işi olacaktır. Devamlı dönme-devşirme düşmanlığı yaparak, onları işbaşına getiren iradeye hakaret ettiğimiz iddia edilirse ne diyeceğiz? Zaman zaman, öfkemiz satırlara yansıyacak olsa da, bunun umumi bir, gayri Türk aleyhtarlığı olarak algılanmasını istemeyiz.

Peçevi Tarihi'nde bir Şemsi Paşa mevzuu var ki, doğru ise, bu da ayrıca kuyruk acısı taşıyan herkesin fırsat bu¬unca intikam almaya kalkışacağına işarettir. Arap olan "Şemsi Paşa üç şanlı pâdişâha musahiplik yapmış ve avlanma gezilerinin çoğunda hükümdarla beraber at sürme şerefine erişmişti." Peçevi Tarihçi Ali'nin kitabından naklediyor:

"Bir gün Şemsi Paşanın özel dinlenme odasında oturuyordum. Saadetlû pâdişâhın huzurundan çıkan Şemsi Paşa sevinç ve neşe içinde geldi ve Koçu Kethüda'ya 'Bugün Kızılahmetlilerin öcünü Osmanoğullarından aldım. Onlar bizim ocağımıza su döktükleri gibi, ben de onların ocağını söndürecek bir başlangıç düzenledim' dedi. Sorulunca, anlattığı hikâye şöyle:

'Rüşveti tattırdım. Hatta kırk bin altın gibi büyükçe bir lokma idi, yutturdum. Bundan sonra onlar rüşvet almaktan geri durmazlar ve rüşvet ile devletleri tutunamaz, batar...'

Biz, Rüstem Paşa'nın saraya rüşveti soktuğunu biliyorduk. Şemsi Paşa pâdişâha bile rüşvet verdiğini iddia ediyor. Peçevî bu zatı tanıtırken "hal ve hareketleri laubali, davranışları gülünç ve meşrebi eğlendirici, nedimlere has tatlı laf etmesini bilen ve çok da eli sıkı bir adamdı" diyor. Böyle bir adamın kırk bin altına nasıl kıyabileceği de düşünülür!

Ceddini Halid İbni Velid'e dayandıran Şemsi Paşa'nın bir şiirinin ilk mısraları:

Şems olsam n'ola cihanda ferid

Cedid'i alam Halid ibni Velid.

Şemsi Paşa'nın Kızıl Ahmedliler dediği, Konya Selçuk Devleti'nin çöküşünden sonra Kastamonu da müstakil bir devlet kuran İsfendiyaroğullan'dır. Nesillerin değişmesiyle, bir ara Kızıl Ahmed Bey Kardeşi yahut ağabeyi İbrahim'i Sultan Fatih'le savaşa teşvik etmişti. (1459) Fatih Kastamonu'yu zapetti. Kızıl Ahmed Uzun Hasan'ın yanına kaçtı. Fatih'in ölümünden sonra İstanbul'a geldi; İkinci Bâyezid'le dünür oldu. İşte bu dünürlük Kızıl Ahmed'e bahşedilen bir şerefti. Mirza Mehmed ile Bâyezid'in kızından dünyaya gelen iki çocuk büyüdü paşa oldu. Bu Şemsi Paşa o çocuklardan biridir.

Aslında İsfendiyaroğullar olarak bilinen Kastamonu Beyliği kurucunun adını unvanını atıp kendi dedesinin adını takan Şemsi Paşa'dır. Şemsi Paşa nasıl etmişse bir şecere hazırlayıp, kendi soyunu Hz. Halid b. Velid'e dayandırmış. Nasıl olsa yıkılacak olan Kastamonu Beyliği Fatih tarafından yıkıldı, diye, onun torunlarından intikam almaya kalkışması, -hem de nimetim yediği halde- biraz karakter fukarası olduğunu gösterir. Üstelik Osmanlı Devleti bitse bile bir "Kızıl Ahmedlu" devletinin doğması hayal ötesi bir şeydi.

Üçüncü Murad'ın rüşvet almasını da ahlâkî bulmak mümkün olmasa gerek. Alınan gayrı meşru paraların, yine, gayrı meşru yollara harcandığı varsayılırsa Şemsi Paşa'nın gayrı meşru emeline hizmeti dokundu denebilir. Amma! Bu rüşvet, herhalde hediye adıyla verilmiştir.

Üçüncü Murad zamanı için ne kadar "öğünçsüz yıllar" desek de hâlâ, dünyanın en büyük devleti olmanın semeresini görmekteyiz. Hâlâ Avusturya 30 bin duka, Transilvanya 5 bin, Venedik Zonta için 3 bin, Raguza 12 bin, Moldavya 15 bin, Eflak 15 bin duka vergi vermektedir. Ayrıca padişaha hediyeler ve veziriazama da vergi veriliyor.

Bunlar sevgiden değildi! Padişah Avusturya İmparatoru'na şöyle yazabiliyordu. "Tarafımdan Lehistan Krallığına oturtulan Batori'yi rahatsız etmemelisin. Lehlilerin öteki tebaam gibi muamele görmelerini arzu ederim."

Bir başka mektubu da şöyle Sultan Üçüncü Murad'ın "Lehistan Osmanlı devletinin himayesindedir. Manyat'lara, Batori'yi kral seçmelerini emrettim. Bunun içindir ki, Lehistan, Kırım Hanlarına hâlâ bir vergi vermektedir."

Aynı tarihlerde, Kırımlılarla aralarında sürtüşmeler çıkan Lehistan için kral İstanbul'a elçi gönderir; ancak, sadrazam elçiye yüz vermez. Sebep Moldavya hududunda yaşanan haydutluklardır. Küçük komşu devletler sınır tecavüzünde bulunuyor, hırsızlık yapıyorlar. Sonra büyük devletlere şikâyet ediliyor. Lehlilerin sınırı geçip Akkerman'dan 700 bin koyun çalmaları "Osmanlı devlet ricalini Lehistan'a karşı öfkelendirmişti." Osmanlı Pâdişahı'nın kudreti o gün için bile bakın nasılmış? Avusturya Kralı bir mektubunda "Başımı en kudretli İmparatorun göğsüne dayadım" diyor.

İngiltere Kraliçesi Üçüncü Murad'la dost olabilmenin yollarını arıyor; Venedik, Malta, Sicilya, İtalya ve İspanya sahilleri elli kadar gemi ile Akdeniz Boğazı'ndan çıkan Türk gemilerinden titriyordu.

Farkında olsun veya olmasın, padişahın taş üstüne taş koyduğu yok, atalarının mirası üzerinde oturup, Yavuz'dan, Kânunî'den kalan mirası, onun getirdiği itibarı kullanıyor. Özdemiroğlu Osman Paşa Sultan Murad'ın en iyi kumandanıdır, o da ecdat yadigârı. Donanma'nın gücü yerinde ise, bu güç bile İkinci Selim zamanından kalmadır. Denizde düşmana korku salan donanma, karada Şark serhaddinde İran'ı yıldıran ordu Sultan Murad'ın dahli olmadan, yüz ağartan faaliyetler göstermektedir...

Her zaman, görülmesi rahatlıkla mümkün olan, sürpriz sayılmayan hadiselerdendir, devletin ipi kudretli bir padişahın kuvvetli elinden çıkarsa yalpalama başlar. Sultan Murad zaaf içerisinde, devlet çalkalanmaktadır. Sokullu dirayetli bir vezirdi ama onun da bazı tasarrufları akrabalarını gözetme yoluna adanmıştı. Tayinler, terfiler lâyık olduğuna değil torpile göre yapılıyordu. Halk batıl inançlara saplanmıştı.

Kuyruklu Yıldızın Görünmesi

1577 senesinde kuyruklu yıldız göründü. 21 Ocak 1578'de Piyale Paşa öldü, ondan dört gün sonra da Kanunî Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan ecel şerbetini içti. Müfti Hamid Efendi de bu arada vefat etti.

Ölüm Allah'ın emridir ama böyle üst üste gelince batıl inancı kuvvetli olan halk bunu kuyruklu yıldızın uğursuzluğuna yordu...

Pâdişâhın müsbet mânâda ilgi duyduğu yegâne ilim dalı -belki- astronomiydi. O günün dilinden "İlm-i Hayat" "Pâdişâh ile Hoca Saadeddin Tophane haricinde bir rasathane inşâ ettirdiler ki, bir nevî kuyu demek olan bu binadan gündüzleri bile görülmesi mümkün olsun diye, yeraltına yapılmıştı. Takiyyeddin adlı Kahireli bir rasadçı 3000 altın maaşla rasadhaneye tâyin olunarak Selânikli bir Yahudi astronomi âlimi dahi Pâdişah'ın telkin edilen korkuya binaen -inşası için o zamana kadar 10.000 altın sarf edilmiş olan- rasathanenin tahribine emir verildi."

Sokullu'nun Ölümü (30 Eylül 1579)

Üçüncü Murad'ın ikindiye kadar vaktini rakkaselerle, maskaralarla, cücelerle eğlenerek geçirdiği; ondan sonra da hamam eğlencelerine daldığı anlatılır. Devlet işleri daha ziyâde Sokullu Mehmed Paşa eliyle, iradesiyle yürütülürmüş. Sokullu İkinci Selim zamanında başlayan sadrazamlığının 14. senesine gelip, 74 yaşına değmiştir. Padişah Üçüncü Murad hiçbir sefere iştirak etmediği gibi, Vezir-i Âzam Sokullu da İstanbul'dan ayrılmamış. Bazı faydalı işler yaptığı söylenirken, çok akrabacılık yaptığı da kusurlarından sayılmaktadır. Kendi sülalesinden Vezir-i âzam olan Lala Mehmed Paşa Sokullu'nun amcaoğludur. Yine amcaoğlu olan Ferhat, Derviş ve Mustafa Paşalarla, oğulları Hasan ve İbrahim Paşalar... Sokullu'nun devlet hizmetine getirdiği şahıslar olarak anlatılır. Sokullu Mehmet Paşanın, sonraki nesile "büyük devlet adamı olarak tanıtılmasının sebebi zamanının tarihçilerinin kendi yakınlarından olduğu içindir. Mesela Peçevi İbrahim Efendi, akrabasıdır. 14 seneden fazla -Kanuni, İkinci Selim ve Üçüncü Murad zamanı - Vezir-i Âzamlık yapan bir insan tabiî ki, zaferler görecektir. Kıbrıs, Tunus, Şirvan, Gürcistan ve Dağıstan fütuhattan onun zamanında olmuştur, fakat kendisi hiçbirine iştirak etmemiştir.

Üçüncü Murad bazı hallerde onu istifaya teşvik etmişse de Sokullu aldırmamış. Sonunda "kendisi gibi bir Bosnalının hançeriyle öldürülmüştür."

Sokullu'nun yerine getirilen zat da hiçbir şahsiyeti olmayan, Arnavut devşirmesi ikinci vezir Ahmed Paşa'dır. Bu Ahmed Paşa, Danişmend'in yazdığına göre Kanuni’nin vezir-i âzamlanndan İbrahim Paşa'nın Irakeyn seferinde, Bağdad'ta idam ettirdiği defterdar İskender Çelebi'nin kölesidir.

1579'un sonlarına doğru Özdemiroğlu Osman Paşa'nın Dağıstan'da savaşları devam etmektedir. Lala Mustafa Paşa Şark serdarıdır, Osman Paşa'nın âmiri durumunda ama Osman Paşa kadar şöhreti yok. Pâdişâh İstanbul'dan cephelerdeki durumu takip ediyor ve Kırım Hanı Mehmed Giray'a Osman Paşa'nın yardımına gitmesini emrediyor. Durum çok karışıktır, Lala Paşa da Safavi arazisinin fethi için davet edilir ama o, bir bahane uydurarak davete icabet etmez. Şirvan'ın Safevî taarruzlarına açık halde bırakılmasının mesuliyetini Lala Mustafa Paşa'ya yükleyen İ. Hami Danişmend "Bu memleketin devşirmeler yüzünden uğradığı fenalıkların en müdhişlerinden biri budur" der.

18 Nisan 1580 perşembe: Vezir-i Âzam Ahmed Paşa'nm ölümü, Sadâret makâmının ilgası ve "Vekili Saltanat" ünvâniyle vezir-i uzmâ kaymakamlığına İkinci Vezir Lala Mustafa Paşa'nın tayin olduğu gündür.

Bu yeni icad edilen makamın bir Sinan Paşa oyunu olduğu söylenir. "Lala Mustafa Paşa'nın rakibi ve can düşmanı olan üçüncü vezir Koca Sinan Paşa bu sırada Şark Serdarıdır ve kendisi güya cephedeyken İstanbul'da rakibinin veziri âzam olması bol keseden va'dettiği büyük zaferleri suya düşürebilir! Peçevî'nin izahına göre İstanbul'daki Sinan Paşa taraftarları, Saraya para yedirerek Lala'nın sadrazamlığına mani olmuşlar."

Görevler sık sık değiştiği için takipte zorluk çekiliyor. Şimdi biraz eğlenceye dalıp ta şu ölümlerden, cephelerden uzak duralım.

Şehzade Mehmed'in Sünnet Düğünü (1582)

Bir sene evvelinden kararlaştırılan sünnet düğünü için hazırlıklara başlanır. İlk iş "Kanunî Sultan Süleyman'ın yaptığı sünnet düğünü nasıl olmuştu?" Eski defterler incelenerek notlar alınır; hiçbir şey unutulmaya! dillere destan bir düğün ola ki, dünya yankısıyla çalkalansın! "... Çevredeki hükümdarlara çağrı mektupları yazılarak, tanınmış kişilerle davetlilere gönderilmesi kararlaştırılır. Bunlar; Kırım Hanı, Mekke Şerifi, bazı Fas ve Hint hükümdarları; Rum'da kâfir hükümdarının en yükseği olan Çesar (İmparator) Fransa Kralı ve Venedik devlet başkanı (Doc), Erdel Voyvodası, Boğdan, Eflak ve Dubrovnik beyleri, Pâdişâhın egemenliği altında olan İslâm emirleri yani Mısır, Halep, Şam, Bağdat, Yemen, Budin, Diyarbakır, Bosna, Lahsa, Erzurum ve öteki beylerbeyleri."

29 Mayıs Salı günü başlayıp, elli yedi gün süren düğünde memleketin marifetli insanları bütün hünerlerini sergiler; sergilenen sadece bunlar değil, el işleri, ustalık isteyen, sanat isteyen bütün ürünler de imalatçıları tarafından teşhir edilir. Bir gösteri yapılır ki, Peçevi'nin deyimiyle "hiçbir şekilde açıklanıp deyimlenmesi imkanı yoktur." Yapılan masraf, elbette hazineler yetmeyecek kadar çoktur. Lâkin gelen hediyelerin yanında hiç göze görünmez.

Bu bir sünnet düğünü değil, evlenme düğünü olsa daha münasipti. On üç sene sonra onüçüncü Osmanlı Pâdişâhı olarak tahta çıkıp, Üçüncü Mehmed olarak anılacak şehzademiz onyedi yaşındadır. Emsallerinden nicesi baba olmuştur da, bizim şehzade erkekliğe yeni adım atmakta. Babası Üçüncü Murad daha önceleri adetlere uymayan hareketlerde bulunup; davet sahibi sıfatını unutarak, misafir gibi, şenlikleri Atmeydanı'ndaki (Sultanahmet) İbrahim Paşa Sarayı'ndan seyretmiştir. Seyir günleri bedavadan değildir. Padişah para saçmak durumundadır. "Her gün kendüler At Meydanına nazır İbrahim Paşa sarayında vâki şehnisinde oturup taşra fukaraya akça ile memlü gümüş tepsiler atarlar idi."

Sünnet düğününün en kârlısı belki de sünnetçi olmuştur. Aldığı bahşişler: Onbin altın pâdişâhtan, üçbin altın valide sultan hazret¬lerinden ve diğer hediyeler, diğer davetlilerin hediyeleri su gibi akmıştır. Bir semte adı verilen, adına hastane yapılan, camisi ve başka hayır eserleri de bulunan Cerrah Mehmed Paşa'ya bütün armağanlar helâl olsun!

Peçevî Tarihi'nde, "Düğün sırasında çıkan olaylardan birinin özeti" başlığıyla verilen çirkin bir bölüm var. Düğün şenlikleri devam ederken, Bölük halkından gençler, odalarında kadınlarla eğlenirlermiş. Bunu haber alan Şehir Subaşısı "Tanrı bilmez" Ahmed Çavuş baskın yapıp bunları yakalar; diğer odalardan yetişen arkadaşları, görevlilerin elinden kadınları alıp kendilerini de adamakıllı döverler. Subaşıyı da yaralı vaziyette pâdişâhın karşısında bırakırlar. Aynı yerde bulunan Yeniçeriler Sipahilerin üzerine saldırırlar. Kavga kızışınca Yeniçeri Ağası Ferhat Ağa "kavgayı dağıtmak için gelir. Ağa'nın gelmesi ile Yeniçeriler çoğalır ve o hengâmede iki Sipahi öldürülür. Köşkünden olayları seyreden Sadrazam Sinan Paşa Ferhat Ağa'ya "Bre kara köpek, neye geldin, iki adamın öldürülmesine sebep oldun yıkıl git" diye azarlar. Ferhat Ağa sonradan Paşa olacaktır ve Sinan Paşa ile aralarında amansız bir düşmanlık yaşanacaktır. Belki de bu düşmanlığın tohumu bu olayla atılmış oluyordu.

Şark Cephesi

Hiç değinmediğimiz Şark cephesinde savaşlar devam ediyordu. Ana başlıklarla verecek olursak: 1578,

9 Ağustos da Özdemiroğlu Osman Paşa Çıldır Zaferini kazandı.

24 Ağustos'da Tiflis işgal edildi.

29 Ağustos'ta Tiflis'de ilk cuma namazı kılındı.

9 Eylül'de Koyun Geçidi Zaferi'nden sonra 12 Eylül'de Ereş Kalesi fethedildi ve bu fetihlerden sonra Kafkasya'da ilk Osmanlı idare teşkilâtı kuruldu.

11 Kasım'da Şamahı'da yapılan savaş yine Özdemiroğlu Osman Paşa'nın zaferiyle neticelendi. Aynı yerde, 27 Kasım'da İkinci Şamahıı muharebesi yapıldı. Birincisi üç gün sürüp zaferle neticelenmişti. Fakat ikincisi zafere yanaşmadı.

Özdemiroğlu Osman Paşa 7 Ocak 1579'da Şirvanı tahliye edip Demirkapu'ya gitti. 23 Ekim'de tekrar Şamahı'ya giren Osman Paşa Şirvan'ı yeniden aldı.

1578'den itibaren Şark'ta vukûbulan olaylar, savaşlar Osman Paşa'nın kahramanlığıyla devam ediyor. 24 Nisan 1583'te Niyaz-âbad vak'ası yaşandı.

Şirvan bir gidip, bir geliyor. Şimdi anlatılan zaman için Savafilerin elindedir. Tiflis iaşe yolları Safaviler ve Gürcistanlılar tarafından tehdit altında. Bir de, bu arada bir Müslüman olup Osmanlı ordusuna katılan, sonra vazgeçip düşman tarafına geçen kumandan var. Osman Paşa'ya yardım için gelen taze kuvvet, Demirkapu'dan hareketlerini çabuklaştırmaya yaramıştı ki, İran'ın 50.000 kişilik ordusu Demirkapu'ya doğru hareket etti. İran Ordusu kumandanı İmam Kulu Han 6–10 bin kişi arası askeri Rüstem Han'ın emrine verdi. Bu ordu Şabnan şehri yakınındaki Niyaz-âbad ovasına geldi. Bunlar, Osman Paşa'ya gelen yardım kuvvetinden Rumeli Sancakbeyi Yakup Bey'in askeriyle karşılaştı. Osman Paşa'nın sözünü dinlemeyen Rumelililer isyana kalkıştı. Dediler ki:

"Hem kendi korkudan kaleye kapanıyor, hem de bizi harbden men ediyor: Kazandığı şan şöhret meğer boş imiş."

Osman Paşa'yı başka sözlerle de aşağılayan askerler kafalarına göre bir savaşa girdiler ve Rumeli Beylerinin çoğu, askerin kani ekseriyeti Niyaz-âbad ovasına biçilmiş ekin gibi serildi. Savaşa iştirak etmeyenlerle, sağ kalan bir miktar asker Osman Paşa'dan özür dileyip, pâdişâhın ve senin yoluna "başımızı veririz" dediler.

Meş'ale Savaşı (11 Mayıs 1583)

Özdemiroğlu Osman Paşa'mn büyük kumandanlığı, meşale aydınlığında daha net görünmektedir. Üç yahut dört gün sürdüğü rivayet edilen bu savaş, gece karanlığında meşaleler yakılarak devam etmiştir. Ustalıklı manevralarla düşmanı mağlup edebilen Paşa, bilhassa bu¬ada gösterdiği kabiliyetiyle Osmanlı Devleti için ne ehemmiyette bir insan olduğunu isbatlamıştır.

Osman Paşa'nın İstanbul'a Gelişi

Şam, Padişahın hayal gücünü zorluyordu. Zaman zaman Lala Mustafa Paşa'nın, Koca Sinan Paşa'nın ve başka insanların çelmeleri ayağına takılmış ise de, düşmemiş, büyük zaferlerin büyük kahramanı olmuştu. Yaptığı savaşlarda o kadar üstün meziyetler sergiliyordu ki, sevmeyeni bile hayran kalıyordu. Pâdişâhın da aklından bazı şeyler geçiyordu onun için:

5 Temmuz Perşembe 1584: Özdemiroğlu Osman Paşa'nın huzura kabulü.

Son senelerde dönme-devşirme paşalardan geçilmeyen Osmanlı devletinde, nadirattan, Türk'e de rastlanıyor. İşte bunlardan biri de bu Dağıstan kökenli yiğit Osman Paşa'dır: Babası San'a Fatihi olarak anılan Özdemir Paşa, anası "Abbasî Hanedanına dayanır." Osman Paşa İran taraflarında büyük işler başarmıştır. Yavuz Sultan Selim'den beri bir türlü uslanmayan Safevilerle çetin savaşlar yapıp Şirvan'da Safevi ordusunu bozguna uğratan Paşa, daha sonraki senelerde (Mayıs 1583) yukarıda başlığını verdiğimiz "Meşale Savaşları'nda" İran Serdarı İmam Kulu Hanla meşhur muharebesini yapmıştı. İmam Kulu Han'ın Gürcistan ve Dağıstan kuvvetleri hariç 50 bin askerine karşılık Osman Paşa'nın -rakam belli değil- daha az olduğu biliniyor. Şirvan'ın kuzeyinde karşı karşıya gelen iki ordu, kıyasıya bir savaşa tutuşur. Bu savaşa gündüz yetmez; öfkeler dinmemiştir, meşaleler yakılarak gece de devam edilir. İki gün çok kanlı geçen çarpışmalar netice vermez ve savaş üçüncü güne sarkar. Askerler yorgundur, kollarda derman kalmamıştır, ağırdan alınır dolayısıyla netice alınmaz. Bu işin bitmesi lâzım ya, dördüncü gün "Ya devlet başa ya kuzgun leşe" denir ve Osman Paşanın taarruzuyla başlayan vuruşmada karşı taraf bozguna uğrar. Kaçışan askerlere Şah'ın Serdarı İmam Kulu bağırır:"... Bre kancanı gidersiz? Şahın çöreğini kendinize haram edersiz?" Askerin canı tatlıdır, Şalım çöreği kimsenin aklına gelmez!

Savaşın ne vicdanı var, ne mantığı. İyi insan, iyi kumandan Özdemiroğlu Osman Paşa öldürülen askerlerden 7500 ünün başından kuleler yaptırır. "3000 esir alınan bu savaşta ölü sayısı 11.000 dir. Kaçanların çoğu ağır yaralı, işe yaramaz halde idiler...

Osman Paşa'ya İstanbul'dan sadaret müjdesini getiren çavuş, Pâdişâh tarafından beklendiğini söyler.

Osman Paşa, çok maceralı ve içinde Ruslarla savaşın da geçtiği bir yolculuktan sonra 21 Ekimde, yani sekiz ayda Âsitâne'ye gelir.

Kendisi hiçbir savaşa iştirak etmeyen Üçüncü Murad kahramanları taltif etmede ecdadına ayak uydurur. Paşayı Yalı Köşkünde kabul eder. Konuşmaya şöyle başlar:

"— Safa geldin Osman!" ayakta bekleyen Paşa üç defa tekrarlanan "otur" ricasından sonra Pâdişâhın huzurunda oturur.

"— Anlat Osman!" der. Pâdişâh:

Özdemiroğlu Osman Paşa anlatır, Üçüncü Murad heyecan içerisinde dinler. Çok hoşuna giden yerlerde.

"— Aferin Osman."

"— Berhudar ol, berhudar ol." diyerek memnuniyetini gösterir.

Osman Paşa Sultan'ın gönlünü o kadar hoşnud eder ki, başındaki murassa sorguç, belindeki murassa hançer Padişahın hiç gözünde kalmaz. Çıkanr, çıkarır paşaya hediye eder; hem de kendi elleriyle yerlerine takar. Bir paşa için, bir Osmanlı Sultanı'ndan böyle davranış görmek çok büyük saadettir. Padişahın iltifatı, ikramı iki tarafa da huzur vermektedir. Üçüncü Murad en sonunda ellerini açıp Allah'a dua eder. "İki cihanda yüzün ağ olsun! Hak Teâlâ Hazretleri senden razı olsun! Dünyalar durdukça durasın."

Dört saat süren bu mesut görüşme, paşaya başka bir takım hediyeler verilerek sona erdirilir. Pâdişâh rahatlar. Osman Paşa ile ilgili şikâyetler gelmekteydi kulağına. Bazı vezirler Pâdişâha;

"Osman Paşa keyfe müptelâdır, ondan gayrı âlûde-i bâde-i hamrâdur, vezir-i âzam olsa divân sürmeğe kaadir değüldür" derlermiş.

Pâdişâh, dört saat boyunca Paşanın hem başından geçenleri dinlemiş, hem de iyice halini tetkik etmiş. Paşa gidince de Bad-üs-Saâde Ağası'na:

"Osman için bize, içkiye düşkündür, esrarkeştir, diyorlardı, kendisinde öyle bir hâl göremedim. Mükeyyef olsa elbette keseli ve badeye mübtelâ olsa tağyir-i vaz ider alâyimi zahir olurdu." demiş. Böylece, Osman Paşa'nın ikbal yolundaki mania giderilmiş, yirmi üç gün sonra azl edilen Siyavuş Paşa'nın yerine, Vezir-i Âzamlık makamı, Osman Paşa'ya tevdi edilmiştir. Üçüncü Murad devrinin en mühim siması olan kahraman Osman Paşa'nın, devlete hizmetle geçen ömrü şanla, şerefle, zaferle doludur. O devrin yüz akıdır. Paşa, ekim ayında, Kırım'a çıkan isyanı bastırmak için gider. Kastamonu'ya vardığında İstanbul'dan gelen bir "Hatt-ı Hümâyunla" Şark Serdarlığı ile, yönü İran'a çevrilir. Kafkas Fatihi Vezir-i âzam Osman Paşa Serdâr-ı Ekrem sıfatıyla, Padişahın bütün yetkileriyle donanmış olarak Tebriz'e hareket eder. Sokak çarpışmalarıyla Tebriz'in yarısı işgal edilir. Safevî'nin "Adı-Yaman" dedikleri Osman Paşa'nın önünde durmaya güç yetiremeyeceğini anlayan Tebrizliler bir heyet gönderip Osmanlı tabiiyetini kabul etmek istediklerini bildirirler. Tebriz o devrin en güzel saraylaına, köşklerine sahiptir, ağaçlıklı yolları -hıyaban- dillere destandır. Osman Paşa şehrin zarar görmesini istemez.

Tebriz daha önce Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman tarafından üç defa işgal edilmişti. Bu, Osman Paşa'nın işgali dördüncü Osmanlı işgali oluyor ve Osman Paşa'nın da sonuncu zaferidir! Tebriz'in Osman Paşa'ya teslimini orduda bulunan Râhim-i zade İbrahim Harimi Çavuş isimli şair şöyle şiirleştirir:

Cemi kıldı mir-i miran ü eminâni hemân

Didi Tebriz halkı tâbi olmağın virdüm emân

Pâdişahun oldu Azerbaycan ikdam ile

Askeri zapteylenür lütfile sa-yi tam ile

Hem nida kılsun münâdiler didi ol sâzkâr

Pâdişahundur vilâyet kılmasunlar târmâr

Hazır olanlar didi fermanıma canlar feda

Ordu içre hep bu üslûp üzre olundu nida

Osman Paşa'nın karargâhı Tebriz'in uzağındadır. Şehrin yağmalanmaması yönünde emir verirse de, asker hem esir almaya hem de yağma hareketine girişir. Haberi alan paşa ağır hastadır. Buna rağmen atına binip âsî askeri bu işten men etmek için gelir. Yeniçerinin mal hırsı, paşaya olan sevgi ve saygılarından baskındır. Hiçbir sözü dinlemezler, yağma ve esir almaya devam ederler. Tebrizlilerin o gün şöyle inledikleri rivayet edilir. "Malımızdan geçtik canımızı bağışlayın."

Bir musibet vâki oldu kavmi Tebriz'e o gün

Nâle vü zârîleri kıldı felek bağrını hûn

Harimi de yukarıdaki beyitle tasvir eder o hali. Yeniçerilerin tamahı devletin itibarını zedelemekte, hem de Tebriz'in Müslüman halkının kam beyhude akıtılmakla, günah işlenmektedir. Zaten söz dinlememeyi alışkanlık haline getiren Yeniçeriler gittikçe işi azıtmaya niyetlidirler. Serdâr-ı Ekrem karargâhına dönünce, Şahın sarayını bile yakmaya çalışırlar.

Özdemir Oğlu Osman Paşa'nın Ölümü

Kış geliyor, Tebriz'den dönüş hazırlığı başlıyor. Eylül ayının sonu, sararan yapraklar gazel olup dalından düşecek. Osman Paşa da, cephelerde sararmış, solmuş. Şanlı bir gazeldir. O da ata binemediği için taht-ı revanla hareket etmektedir. Acı Çay başlarında konaklanır. Paşa yapabildiği işlerle anılacaktır ya, yapamadıklarının sızısı da içindedir. Azerbaycan ayrı bir önem taşır onun için. Ve onun için, Cafer Paşa'yı bir miktar top ve 8000 askerle orada bırakır. Askerin uzun bir müddet için maaşını kendi cebinden karşılar. Kendi malı devletin malıdır, nasılsa, böyle asil düşünür Paşa. Yılmaz Öztuna'ya göre, 80 milyon dolar karşılığıdır o gün Paşa'nın verdiği 10 milyon akçenin değeri. Ve bu para onun sadece ganimet hisselerinden değildi, büyük bir kısmı, Memlûk beylerinden olan dedesinden kalan miras idi. Onu da, kendi kazandığını da feda edip, Tebriz'de kalan askere veda ediyor Paşa.

29-30 Ekim gecesi Osman Paşa için ebedî aleme açılan geniş bir kapıdır. (1585)

Mimar Sinan'ın Ölümü (8/9 Nisan 1588)

Üçüncü Murad zamanının en önemli kayıplarından sayılan Özdemir oğlu Osman Paşa'nın vefatı Padişahı da derinden sarsmıştır. Ondan iki buçuk sene sonra Osmanlı tarihinin bir koca "yıldızı" daha kayar. Bu da Mimar Koca Sinan'dır. 1490 da Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğup, Anadolu'dan ilk devşirme usulü başladığında, İkinci Bâyezid zamanında İstanbul'a getirilen Sinan 23 yaşındaydı. Bir insan ömrünün alamayacağı kadar çok ve haşmetli eserlerin mimarı olan Sinan, İkinci Bâyezid, Yavuz Selim, Kanunî, İkinci Selim ve Üçüncü Murad devrinde yaşayıp, Çaldıran, Merci Dâbık, Ridâniye ve Mohaç Meydan Muharebeleriyle, Rodos ve Belgrad fetihleri ile Irakeyn seferinde asker olarak bulunmuş, kurduğu köprülerle orduyu zaferlere taşımıştır. 81 cami, 50 mescit, 55 medrese, 7 Darül Kurra, 19 türbe, 14 imaret, 3 Darüş Şifa, 7 su kemeri ve bendi, 8 büyük köprü, 16 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 32 hamam yapan Koca Mimar Sinan ünlü cömertliği sayesinde hiçbir maddi miras bı¬akmadan ahirete intikâl etmiştir.

Yukarıda sıralanan eserlerinden başka, Davud Ağa, Dalgıç Ahmet Çavuş, Yusuf Ağa, Haraz Memi, Mehmed Ağa gibi büyük mimarlar onun yetiştirmesidirler. Adını yaşatan en mühim eserleri olarak Şehzade Camii, Süleymaniye Camii ve Selimiye herkesin bildiği abidelerdir. 98 yaşında ölen Koca Sinan kendisine yakışan yere, Süleymaniye Camii'nin bir köşesine yapılan türbeye gömülmüştür.

Yeniçerilerin İlk Defa Kelle İstemeleri (2 Nisan 1589)

Üçüncü Murad zamanının önemli olaylarından biri de Yeniçeri İsyanı'dır. Taa Fatih'in emânet padişahlığı döneminde hafifçe kendini gösterip, sonraki yıllarda, zaman zaman debreşen isyanların büyüğü Üçüncü Murad'ın onbeşinci saltanat senesi olan 1589'a rastlar.

Asker, Gence seferinden geldikten sonra aldığı ulufeyi beğenmez. Çünki, verilen akçelerin değeri düşüktür. Bu demektir ki, yeniçerilerin maaşı kırpılmış, hem de yarı yarıya. Aldıkları para miktarı yine aynı olsa da satın alma değeri yarıya inmiştir. Bu işin tezgâhçısı olarak, Yasef Nassi görünür. İkinci Selim'ih karısı ve Üçüncü Murad'ın anası olan Nûr Bânû Sultan aslen Yahudi'dir. Saraya doldurduğu milletdaşları çok fazladır ve bunların arasında Yasef önemli bir yere sahiptir. Kendisi Portekiz Yahudisi olduğu halde bir zaman için Hıristiyanlığa dönüp, sonra tekrar Yahudiliğe geçmiştir. Asıl adı da Don Juan Miquez'dir. Çok zeki, sevimli, sokulgan olan bu akıllı Yahudi, aşırı derecede zengindir. İkinci Selim'in şehzadeliğinde yaptığı madrabazlıklarla kendisini ona kabul ettirdiği, para meselelerinde devlete çok zarar verdiği, siyasi entrikalarla insanları birbirine düşürdüğü anlatılan bu Yahudi, Selim Padişah olunca saraya kapağı iyice atmış. Şarabın müptelâsı olan İkinci Selim'i Kıbrıs fethine bile onun teşvik ettiği söylenir. Sebep ise Kıbrıs'ın meşhur şarabıdır. Bu, Selim için yakıştırılmadır. Teşvikçinin gayesi de fethedilecek Kıbrs'a kral olmaktı, deniyor.

Aradan seneler geçmiş, ama Yasef Nassi'nin tesiri bitmemiş, sarayda Yahudi gücü bir hayli de artmıştır. Onun mühim başarısının anahtarı rüşvet, yine veren ve alanı bulunan bir araçtır. Zuyüf Akçe denen, değersiz paranın basılması, askere dağıtılması Üçüncü Murad'ın en has adamlarından biri aracılığıyla yapılır. Bu bir Paşa'dır. Maraşlı Ermeni dönmesi Doğancı Mehmed Paşa. Önce Baş Defterdar Mahmud Efendi'ye ikiyüzbin akçe rüşvet teklif edilir sahte akçe tediyesi için, o kabul etmez. Yahudi aynı rüşvetle işi Doğancı Mehmed Paşaya yaptırır. Bu arada, Doğancı'nın aleyhine vezirler harekete geçirilirler, asker kışkırtılır. Vezir-i Âzam Siyavuş Paşa'ya asker sorar:

"— Siz bunu düzeltmeye kaadir iken niçün sükut idersiz?"

Paşanın cevabı tuhaftır.

"— Bu husus nedim-i Şehriyâri Beylerbeyi Mehmed Paşanın elindedir. Biz kaadir değülüz!"

Para basımım elinde bulunduran Yahudinin oynadığı oyun tutmaktadır. "Bir badem yaprağı kadar ince ve bir damla kadar hafif akçe"nin bir dağ kadar ağır faturası kesilmek üzeredir.

Yeniçeriler, kapağı açılmış baraj suyu gibi şuursuzca sarayın etrafını kuşatıp, baş istemeye başlarlar. Daha önce İkinci Selim'in tahta çıkışında saraya dalan Yeniçeriler bağırıp çağırmışlarsa da bu derece ileri gitmemişlerdi. Şimdi:

"Doğancı Mehmed Paşa'nın kellesünü isterüz!"

"Baş Defterdar Mahmud Efendünün kellesünü isterüz!" diye bağırışıyorlar...

"Müdebbiri devlet vezin elimize virsün ve illâ eyü olmaz, bilmiş olsun! Elbette Beylerbeyi (Mehmed Paşa) başı elimize girmedikçe bu divandan taşra çıkmazuz; mâhasal yaramaz olur: Yerine Pâdişâh bulunur!"

Padişahın huzurunda böyle terbiyesizlik yapılır mı? İşte bu Yeniçeriler önlerinde sağlam bir set görmeyince bu cüreti gösteriyorlar. Pâdişâh öfkelenip:

"Çünki, der. Sözüm size geçmedi. İç oğlanları ve Bostanciyan ve Baltaciyan ellerime silah alsunlar!"

Pâdişâh bu tarihî emri verince, devlet erkânı araya girer. İş daha çok büyür, diye emri geri aldırırlar. Rumeli Beylerbeyi Doğancı Mehmed Paşa ile Baş Defterdar Mahmud Efendi'nin başlan "Buyurun kesin" diye Yeniçerilere takdim edilir. Yeniçeriler hemen vazifelerini yapıp, alacaklarını aldıktan sonra dağılırlar. Yapılan işe fena halde içerleyen Pâdişâh bu işten mesul saydığı herkesi azl eder. Bu azl edilenlerin başında Şeyhül İslâm ve Sadrâzam gelmektedir. Düzenin düzensizliği midir acaba, devletin en güçlü adamları Padişahın, bir işaretiyle azl'e veya ölüme mahkûm edilirken bir Yeniçeri neferine söz geçirilemiyordu!

Yeniçeriye söz geçiremiyor olması, dünya siyasetindeki ağırlığına gölge düşürecek değil ya! Ne olursa olsun Osmanlı Devleti büyüktür; gücü hâlâ düşmanlara korku verip, dostlara rahatlık bahşetmektedir. Bu güç neticesidir ki, yine, dünyanın büyük devletlerinden biri olan Safeviler bir elçi gönderir Pâdişâha. Bu elçi Şah Abbas'ın yeğeni Haydar Mirzâ'dır ve bu elçinin bir sıfatı da 'rehine'dir. Safevilerin Şah'ı Üçüncü Murad'a teslim bayrağım çekmiştir. Kibarca şefaat dilenmek durumundadır. Karşılama ve ağırlama iki tarafın da şanına uygun vaziyette yapılır. Heyetin Şah Abbas'tan getirdiği hediyeler, bu ziyaretin önemini göstermesi bakımından bir işarettir. Kur'an-ı Kerim'den başlayıp İran'ın en büyük şâir ve ilim adamlarının el yazması, murassa, müzehhep ve musavver kitapları, bahada ağır pek çok hediye ki, fakir bir hazineyi zengin edecek değerdedir. Her ne kadar Haydar Mirza Şehzade olsa da çocuk yaştadır, resmi görüşmelerle görevli, elçi Mehdi Kulu Han adlı bir kişidir. Bu şahıs Şah Abbas'tan getirdiği nâmeyi vezir-i azama sunar, o da Pâdişâhın yakınına bunu bıraktıktan sonra:

"— Ağız cevabınız var ise buyurun!" diyerek, Padişaha şifaen söyleyeceklerini anlatmasını ister.

Elçi dış siyasetin bütün inceliklerini, konuşmasında sergiler. Bunun temeli bükemediğin bileği öpmek' olarak bilinen gerçeğe dayanır. Padişah övülür. Savaşlarla alınan yerlerin Pâdişâha ait olduğu, kendilerinde kalan yerlerin dahi Padişahın mülkü sayılacağı, kendilerinin Pâdişahın emrinde oldukları vs. vs. Sonuç ise "lütfen bizden aldığınız yerleri bize bağışlayınız"dır.

Bu ziyaret, bir sulh anlaşması imzalanarak hedefine ulaşır. Bu anlaşmanın dikkati çeken yanı ise, Sünnî ve Şii mezheplerin farkını göstermesidir. Biz diğer bölümü geçip buna ait kısmı almayı uygun gördük. Zâten diğer fasıllar klasikleşmiştir. Burada, Şii İran'ın "Ashâb-ı güzine, büyük İmamlara, Peygamberin zevcelerine, ehl-i Sünnet âlimlerine hakaretten vazgeçmesi" şart koşuluyor. İran'ın sözünde durmayacağı bu anlaşma 14 Mart 1590 da imzalanıyor.

Vezirlerin azil ve terfileri, yabancı elçi ziyaretleri ve Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa'nın huduttan gönderdiği kesik başlarla, esirlerden, bir de Yeniçeriler gibi Sipahilerin çıkardığı ve üç yüzden fazla sipahinin öldürülmesiyle sonuçlanan isyandan başka önemli bir şeyler olmadan 1594 senesine gelinir. Bu senede ise, birkaç küçük muharebe, birkaç kale fethi, bir de Eflâk ve Boğdan'da binlerce Müslümanın kılıçtan geçirilmesi faciası var. Bu facianın sorumlusu olarak, İsmail Hami Danişmend, iki paşayı görür. Biri Sadâret Kaymakamı Ferhad Paşa, diğeri Sadrâzam ve Serdar-ı Ekrem Sinan Paşa "bu iki devşirmenin ihtirasıyla tedbirsizliği binlerce Türkün kanına mâl olmuş ve devletin başına Üçüncü Mehmed devrinde devamını göreceğimiz kanlı bir gaile açmıştır."

Üçüncü Murad'ın Son Günleri (1595)

20 senedir Osmanlı tahtını işgal eden Sultan, bu tahtın gördüğü en vefalı! sahiptir. Kendisini bir gün bile terkedip şehir dışına gitmemiştir! Gerçi babası ikinci Selim'de böyleydi ya, onun iktidarı kısa sürmüş, sekiz senede bitivermişti. Sultan Üçüncü Murad'ı anlatmaya çalışırken, daha çok devrin olaylarını göre¬bildik. Kendisi hep olayların dışında kaldığı için, başka şansımız yoktu. Bir defa bile, "Seferi Hümâyun" diyemeden, Kanuni devrinin hasretini duya duya Üçüncü Murad'ın 20 yıllık devrini kapatıyoruz. Ölümüyle ilgili Hammer'in verdiği malûmat enteresandır. Yakınlarında Saatçi Hasan diye biri, gördüğü rüyayı yazıp Sultan Murad'a verir. Rüyanın kahramanları Sultan Murad, Şeyh İştibi, Sultan Süleyman ve rüyayı görendir.

Bu rüyadan üç gün sonra midesi ağrımaya başlayan Pâdişâh öleceğini hisseder; bunun, yakında olacağına inanır. Sinan Paşa tarafından yaptırılan Boğaziçi'ndeki köşke gider, denizi seyretmeye başlar. Hiç âdeti olmadığı hâlde, çalgıcılardan hüzünlü bir şey çalmalarını ister. Mûsikî nağmeleri iki Mısır kadırgasının köşkü selamlayan top seslerine karışır. Daha önceleri donanmanın top ateşlerine aldırmayan camlar, daha az gürültüye mukavemet edemeyip, şangır şungur dökülür. Bunu da hayra alamet saymayan Pâdişâh, "Benim varlığımın köşkü artık harap olmuştur" deyip ağlamaya başlar.

Üçüncü Murad padişah olarak hiçbir başarının sahibi değildir. Devraldığı miras o kadar azametli idi ki, babasından -evvel- büyük babaları, dedeleri tarafından hazırlanan bu miras yokuş aşağı bırakılmış bir araba gibi, iteni, çekeni olmasa bile gidiyordu. En azından yokuş bitene kadar. Kumandanların varlığı bu gidişe kâfi geliyordu. Önüne kuvvetli bir takoz çıkmadığı için de bir hayli mesafe kat etmişti. Osmanlı Devleti'nin sınırları son noktasına onun devrinde erişmişti.

Onun meziyetleri arasında geniş kültürü, tasavvuf bilgisi, şairliği anlatılır. En büyük kusuru olarak da kadınlara aşırı düşkünlüğü. Bunları, baş tarafta kısmen anlatmıştık.

Bir de onun rüşvet aldığı iddia edilir. Zamanında askeri teşkilat ta bozulmuştur. Devletin temeli sarsılmaya başlamıştır, diye özetlersek herhalde hata etmiş olmayız.

Devrinin Önemli Simaları

Şeyhülislâmlar: Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi, Bostanzâde Mehmed Efendi, Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa, Mimar Sinan, Şair Bakî ve başkaları.

Sultan Murad 49 yaşının içinde ölmüştür. (15 Ocak 1595). Üçüncü Muad'ın Sariye Sultan ve Şemsiruhsar Kadın adlı iki kadını görünür. Evlatlarının sayısı 130'a kadar çıkar, 100'den aşağı düşmez. Akıbetleri mi? Kısaca anlatılacak. III. Mehmed bölümünde...

Üçüncü Murad'm hayırla yâdedilmesini temin eden eserler de var. Kâbe-i Şerif duvarlarının mermerden yaptırılıp, Harem-i Şerifin suyollarının temizletilmesi, Medine'de bir mektep, zaviye ve büyük bir imaret yaptırılması, Harem-i Şerifin tamiri... Şehzade iken Manisa'da yaptırdığı cami, medrese, imaret ve tabhaneden müteşekkil Muradiye Küllisi. İstanbul'da Toptaşı Tımarhanesi...

Bunlar asıl Üçüncü Murad'ı tanıtacak nişaneler olmakla beraber, yanlış yönlendirilmesi hatalar yapmasına sebep olmuştu.

Link to comment
Share on other sites

ÜÇÜNCÜ MEHMED

(1595–1603)

13dq6.jpg

"Ölüm Allah'ın emri ayrılık olmasaydı!" Bir türkümüzün mısrâlarından biridir.

Üçüncü Murad oğlu Üçüncü Mehmed'i anlatacağız. Bir ölüm ve bir kavuşma var! Ayrılık nerede? Bunu "nizamı alem" için boğdurulan şehzadeler için söylemiş oluyoruz herhalde. Üçüncü Murad'ın 100 şehzadesinden hayatta kalan 19 tanesinin acı çığlıkları şimdiden kulağımıza geldi de hayıflandık biraz. Biz hâlâ bazı meselelerin idrakinden yoksunuz galiba, her şehzade boğulmasıyla biraz kinleniyoruz, hâlbuki rahmetli Dündar Taşer kendisine sorulan bir suale karşı verdiği cevapla izahını yapmıştı. Şehzade öldürülmesi meselesinden rahatsızlık duyan bir gence demişti ki:

"Bu aslında çok takdir edilmesi gereken azametli bir karardır. Osmanoğlu, bununla milletin rahatı huzuru, âlemin nizâmı, devletin ve din'in selâmeti için kendi ailesinden fedakârlık yapıyordu".

1566'da doğmuştu. 29 yaşındaydı. 12 senedir Manisa Valisi idi. İstanbul'dan gelecek büyük müjdeyi bekliyordu. Onun doğumu babasına duyurulunca bir kaç kese altın vermişti müjdeciye. O babasının ölüm haberini getireni servete boğacak. Sadece bu servete göz koyarak Üçüncü Murad'ın ölümünü bekleyenler bile vardı. Kimlerin gönlünde neler yatıyor, bilinmez ki!

Pâdişâhın öldüğü yine usûle uyularak yeni pâdişâh gelene kadar saklanacak, Safiye Sultan'ın çağıracağı Şehzade tahta oturacaktır. Safiye Sultan entrikalar içinde pişmiş bir kadındı. Venedik'ten esir olarak getirildiği gencecik yaşından itibaren önce şehzade sarayında, sonra pâdişâh olan kocasıyla sultan sarayında siyasetin her türlüsünü öğrenmişti. Kocasının önce öleceğini tahmin ediyormuş ki, oğlu vali olarak Manisa'ya giderken bir gümüş tası gösterip, "Bir gün emr-i Hak vâki olur da babanı kaybedersen seni çağırmaya gelenlerle bu tası göndereceğim. Bu tası getirenlere inan" demişti.

Safiye Sultan, Bostancı Başı Ferhad Ağa'nın koynuna bir mektup, eline de gümüş tası tutuşturup, Manisa'ya yolladı. Ölüm çok mühim sır olarak saklansa da bazı kulağı deliklerin de haberi oldu. Bunlardan biri "vüzerâdan" İbrahim Paşa'dır. O da Sofu Osman Ağa adlı adamını yola düşürdü. Durumdan haberdar olan Sadâret Kaymakamı Ferhad Paşa yarıştan geri kalmak istemeyecektir. O da bir taziye ve tebrik tezkiresiyle bir Ağa'yı gönderdi. Ferhat Ağa Şehzâde'nin huzuruna varıp gümüş tası da gösterince her şey bitmiştir. Kendisine müjde karşılığı olarak "Mısır" eyaletini ihsan buyurdular. Ferhad Ağa ölünceye kadar Bostancı Başı kalmayı dileyerek Mısır'ı kabul etmedi. "Şehzadeyi Mudanya'dan alıp İstanbul'a getiren Sancak Beyine de Kıbrıs eyaleti ihsan edildi." (Peçevi)

Bütün ihsanlar, sevinçler bir tarafta böyle yaşanırken, diğer tarafta on yedi yaşındaki Şehzade Mustafa duygularım şiire dökmeye çalışıyordu.

Nâsiyemde kâtibi kudret ne yazdı bilmedim

Âh kim bû gülşeni âlemde herkiz gülmedim

Ferhad Ağa'nın yeni pâdişâhtan aldığı bahşişin 20 bin duka olduğu, onun dolar karşılığı 8 milyona eşit olduğu bildiriliyor.

Yeni padişah kuşluk vakti Sarayburnu'nda karaya çıktı. 101 pare top atılmaya başladı ve İstanbul halkı Sultan Murad'ın öldüğünü, saltanatın el değiştirdiğini anladı. Yavuz Sultan Selim'in Nedimi Hasan Çan'ın babası Hoca Saadeddin Efendi'nin öncülüğünde biat merasimi başladı. Makam sırasına göre devlet erkânı birer birer yeni padişaha biat ettiler.

Yeni pâdişâh Üçüncü Mehmed için Hâlim, Selim, Kerim, Edip ve Vakur gibi sıfatlar kullanılır ve "evkaatı hamsede cemaate müdavim" denir. (Beş vakit namazı cemaatle kılardı.) "Hazreti Peygamber'in adı anıldığı zaman ayağa kalkardı" denir. Zaafı olarak da "her türlü tezvirata koşardı" diye anlatılır. Meziyetlerinden biri de iyi şairliğidir. "Çok kültürlü, iyi tahsil gördü, en iyi hocaların elinde eğitildi" diyerek göklere çıkartılır. Şiirlerinde Adlî mahlasını kullanırdı. Şu şiir onundur:

Yokdurur zulme rızamız adle biz mailleriz

Gözleriz Hakk'ın mâsın emrine kailleriz

Arifiz, âyine i âlem nümâdır gönlümüz

Rüzgârın cünbüşünden sanmayın gafilleriz

Pûte i aşk içre Adlî kaal edelden kalbimiz

Gıllu gışdan hâliyiz, âlemde safi dilleriz

"Adlî" mahlasını kendisinden önce kullanan İkinci Bâyezid bulunduğu gibi, daha sonra İkinci Mahmut da kullanacaktır. Bu, padişahlarımızın adalete olan bağlılıkları, sevgileri, saygıları ve ona verdikleri değerin ifadesidir. Adaletin mülkün temeli olduğunun idrakinde idiler, hepsi de... Her halükarda bunun tatbikine de çalışacaklardı, "din ü devlet mülkü millet" için. İşte, Üçüncü Mehmet, bu konuda birinci imtihanı veriyor. Büyük dedesi, Büyük Fatih'in kanununa uyarak ondokuz kardeşinin boğdurulmasını emrediyor. Dilsizler; süt emen bebeden, onyedi yaşındaki Şâir Şehzade Mustafa'ya kadar hepsini boğarak öldürüyorlar. İstanbulluların ağlamaktan kan çanağına dönen gözleri, Üçüncü Mehmed'in yanan bağrını göremeyecek kadar öfke doludur. O devletin bekası için en ağır acılara katlanmaya mecburdur. Eğer, yaratan onu biraz sonraya bıraksaydı, kendisinden önce gelen de aynı işlemi yapacaktı! Kader bu.

"Din-ü devlet-mülkü millet" din, devlet, vatan ve millet için yapılmayacak hiçbir fedakârlık yoktu. Yapılıyordu. Ama bu, bundan sonra değişecek. Üçüncü Mehmed valilikten gelen son şehzade ve sıralanan kardeş tabutlarını gören son padişahtır.

Üçüncü Murad'ın cenazesi kalkar, ertesi gün de ondokuz şehzadenin cenaze namazları Şeyhülislâm Bostanzâde tarafından kıldırılır. Şehzadeler sıra sıra, babalarının ayakucuna defnedilirler. "Kanunnâme-i Âl-i Osman"ın saltanat kavgalarını önlemek için konulan 'Nizam-ı âlem' maddesine mugayirdir!"

Gerekçesi ise ondokuz şehzadeden sadece dördünün yetişkin, diğerlerinin pek küçük oluşu. Yani onbeş tane şehzade nâ hak yere öldürülmüştür.

Üçüncü Mehmed'in padişahlığının üçüncü günüdür. Cülus bahşişi dağılır ki, tam 160.000 duka altını. Üçüncü Mehmed, daha sonra bazı insanların işlerine son verir.

Babasından kalan hokkabazlar, madrabazlar, sazendeler, cüceler saraydan uzaklaştırılır. Sadâret değişikliği yapılır… Vezir-i Âzam Koca Sinan Paşa gözden uzak kalınca, Ferhad Paşa padişahın gönlünü kendinden yana çelmeyi, Mührü Hümâyunun yönünü değiştirmeyi becermiştir. Aslen Arnavut olan Koca Sinan Paşa'dan sonra yine Arnavut olan Ferhad Paşa sadarete getirilir. Bu değişikliği hazmedemeyen Sinan Paşa, sipahileri kışkırtıp Ferhad Paşa aleyhine olay çıkartır, beş ay kadar sonra Ferhad Paşa azledilir, tekrar Koca Sinan Paşa sadârete kavuşur.

"Avrupa cephelerinde Osmanlı şehirleri düşman orduları tarafından yakılıp yıkılırken mevkilerinden başka bir şey düşünmeyen devşirme vezirlerin birbirleriyle uğraşıp İstanbul sokaklarında askeri isyanlar çıkartmaları devlet bünyesinin ne kadar bozulduğunu gösteren çok acı bir vaziyet demektir."

Prens Mansfeld'in Estergon Kuşatması (1 Temmuz 1595)

Koca Sinan Paşa Vezir-i Azam ve Serdar-ı Ekrem'dir. Kendisi Eflâk cephesinde bulunur, oğlu Mehmed Paşa'yı Macar serdarlığına tayin eder. Mehmed Paşa'nın, muhasara edilen Estergon'a koşup Prens Mansfeld'in 70 bin kişilik ordusunu püskürtmesi lâzım. Kalenin fazla dayanma gücü kalmamıştır. Dışkale gitmiş. Barut ve su düşman eline geçmiş, içerde yaralı askerler "bir yudum su" diye inlemektedirler. Bir kısım asker de susuzluktan ölmüştür.

Devlet o kadar büyük ki; bir baştan öbür başa gitmek isteyen, iki mevsimi yolda geçirmek zorunda kalır. III. Mehmed'e kalan, onun hükmü altında bulunan yerlere bir bakalım. 1300 senesine doğru Osman Gazi ile başlayan büyüme 300 senedir devam edegelmiş, henüz toprak ve deniz kaybına uğramamıştı. Tarihte hiçbir devletin bu kadar geniş toprağı olmamıştı. "Her biri tek başına bir krallık olabilecek güçte kırk Beylerbeyliğe ayrılmıştı."

"Bu kırk Beylerbeylikten Avrupa'da olanları: Macaristan, Bosna, Rumeli, Girit, Yunanistan, Yunan Adaları, Makedonya, Trakya, Sırbistan, Bulgaristan'la; Afrika'da: Mısır, Cezayir, Tunus ve Trablus krallıkları Asya'da ise bütün küçük Asya'yı içine alan Anadolu, Karaman, Kıbrıs Krallığı, Suriye, Mezopotamya, Gürcistan, Kafkas ülkeleri, Bağdad ve Fırat kıyıları, Trabzon Krallığı, Kudüs, Basra, Musul, Diyarbekir, Kızıldeniz kıyısındaki iki Arabistan eyaleti Aden ve Hint Denizi'nin bir kısmı, kırım ve Türkistan'ın bir bölümü vs. idi."

"Bu eyaletlere ilâve olarak Bâb-ı Âli'nin kendi kanunlarına göre hükümdarlarını seçtiği yan bağımsız ülkeler olan Erdel,Boğdan, Eflâk, Raguşa Cumhuriyeti bazen de Lehistan vardı."

İşte, bu koca ülkeyi bir kişinin mutlak otoritesi yönetiyor ve yönetecek. Şimdi bu otoritenin adı Üçüncü Mehmed. Lamartin'in sıraladığı yukarıdaki eyaletlerin bazıları Hammer'de daha değişik isimlerle takdim ediliyor ama netice aynı, tam 40 eyalet: Din, dil, milliyet farkı, iklim farkı yani, ne kadar fark olabilirse hepsi olduğu halde bu geniş coğrafyayı bir tek vatan olarak, bu kadar ayrı insanları bir millet olarak bir arada tutabilmek her babayiğidin kârı mı?

Hükmedilen ülkelerin farklılığı hükmedenlere de yansımış, Pâdişâh ve Şeyhülislâm hariç diğer yönetimlerin başı çoğu kez gayrı Türk'tür. Estergon'da askerimiz susuzluktan kırılır, bir avuç insanla 70.000 kişiye karşı koyması beklenirken onların imdadına koşmayan Paşa da gayri Türk idi.

Bu tür insanlardan iyileri çıkmıyor mu, denirse, elbette çıkıyor, denecektir. Vazifesini vazife gibi yapan kahramanlık sıfatını hak edenler de var, yeri geldikçe, övgüye lâyık olanlar övülecek, yergiyi hak eden de yerilecek. Şimdi, İsmail Hami Danişmend'in öfkesini, isteyerek paylaşıyoruz.

"Korkak oğlu korkak", Uğursuz oğlu uğursuz", "Alçak oğlu alçak". Bu sıfatlar Koca Sinan Paşazade Mehmed Paşa'ya aittir ve Estergon'daki mahsur askerlerimiz bu zatın yardımını, kurtarıcılığını beklemekteler. Mehmed Paşa'nın maiyetinde ünlü kumandanlar var. Bunlar: Budin Beylerbeyi Sofu Sinan Paşa, Timaşvar Beylerbeyi Mihaliçli Ahmed Paşa, Sigetvar Beylerbeyi Tiryaki Hasan Paşa, Halep Beylerbeyi Çerkez Mahmud Paşa ve Yanık Beylerbeyi Arnavud Osman Paşa. Bu namlı paşaların askeri gücünün yekûnu 10 bini bulmamaktadır.

İşte, bu onbin kişilik askeri kuvvet ile yetmiş binlik Almanya, Macaristan, Avusturya, Bohemya, İtalya ve Belçika kuvvetlerinin karşısına çıkılacak. Silâh üstünlüğü de karşı taraftadır. Mehmed Paşa'nın öne çıkan vasıflarından olan korkaklığı, cesaret gösterisiyle kapanacaktır. Bunun için de, bildiği bir çare var Sinan Paşazade’nin; kafayı çekmek. O da öyle yapar. Kendisinden yedi kat fazla düşmanın karşısına çıkabilmek için alınması gereken tedbirlere başvurmadan, yardım kuvveti istemeden, kumandanlarının fikirlerine hiç ehemmiyet vermeden macera peşine düşen Sinan Paşazade Mehmed Paşa, bütün korkularını örtmek için kafayı adamakıllı çeker. O kadar sarhoş ki, at üstünde duracak hali yoktur. Hatta askerin karşısında kusar; fakat emir vermekten de geri kalmaz. Bir emri:

"... Alayın önünde kusmaya başladı. Bu hâli görenler ve duyanlar onu azar yağmuruna tuttular, ama neye yarar? Kendini kaybetmiş, ne söylediğini bilir, ne de suçunu anlar durumda idi."

"Mehmet Paşa'ya ve Osman Paşa'ya «hemen yürüsünler» diye çavuşlar gönderip duyurdu. Gerçi metrisin her biri hendekle çevrilmiş birer tabya olduğu açıkça görülüyordu. Lakin Osman Paşa, «bu uçarının sözünü işitmektense ölmek yeğdir» deyip, yürüdü... O sırada Osman Paşa şehid düştü."

Bir şanlı Paşamız, bu adamın muhatabı olmayı istemeden, ölümü seçişi vahameti göstermeye yeter. Bu "korkak oğlu korkak" sonunda savaş meydanından kaçarak İslâm ordusuna büyük bir bozgun yaşattı. Hikâyesi şöyle:

"O sırada Mihaliçli Ahmed Paşa ile Sofu Sinan Paşa da üst taraftaki tabyalara saldırırken «Serdarı bî ar» Müneccimbaşı'nın tabiriyle «bilâ sebep» Kâtip Çelebi'ye göre «iki asker birbirine karışmaya karib olup top ve tüfek atulurken serdarı bedkâr askeri sındı sanıp» ve Edirneli Mehmed'e göre de «Avret gibi şaşup Budin'e doğru kaçmaya başladı."

Çok fazla şehid verilen bu savaşta bir miktar asker kaçıp kurtulmuş, 1400 kadarı da kaleye sığınmayı başarabilmişti ve savaş meydanında bırakılan her şey düşmanındı. Bu yenilginin bütün şerefi! Baba-oğul paşalara aiddir.

Estergon, Estergon!

Bu fasıldan sonra tarihimizin hem şanlı hem de acı bir safhası olan Estergon'un düşüşüne geçelim. Bir türkümüz var kanımızı coşturur, içimize yiğit acılar doldurur:

Estergon kal'ası bre dilber aman subaşı durak

Yakıyor sinemi bre dilber aman bir sinsi firak

"Korkak oğlu korkak" Budin'e kaçmış, 1400 asker kaleye sığınmıştı ya, şimdi onlar, dışarıda bekleşen 70000 düşman askeriyle savaşacaklar. Evet, sadece 1400 Türk askeri, ellerinde 42 topları var. Düşman bir günde 2000 gülle yağdırabiliyor.

Askeriyle beraber kaçan "bî ar" Mehmed Paşa'dan yardım alamayan Estergon Kalesi, Kerbelâ gibidir. Su deposu ve barut deposu da düşmanın elinde.

Asker kavrulmuş buğday yiyor, yanıyor. İçecek su bulamıyor. Serinlemek için "sarnıç çevresindeki mermerleri yalayan ve bir damla su diye can verip can alan elsiz ve ayaksız, bitkin ve yaralı, humbaradan haşlanıp gözü kapanmış ve yüzü şişmiş, pis kokulardan halkın genzi dolmuş çaresiz dertlilerin çığlıkları ve iniltileri, gönülleri çıldırtır, umutsuzluğa düşürürdü."

Bu Estergon'un acıklı hikâyesi çok uzundur. Peçevi İbrahim Efendi olayın canlı şahididir. Yazdığı tarihinde, özetleyip anlattığını, her şeyin doğru olduğunu yemin ederek kuvvetlendiriyor. Biz onun özetini de özetleyip alıyoruz.

"Kalenin içinde yaşamaya imkân kalmamış gibidir. Askerler kumandanları teslime zorlarken, kumandanlar ölmeyi tercih ederler. Mehmet Paşa «buraya ölmek için girmiş kapanmışım, ben ölmeden kaleyi veremezsiniz» der ama askerden dayak yer. Askerler sonra, esas yetkilinin Sancakbeyi Seyit Bey olduğu, bu meselenin onunla halledileceği düşüncesiyle ona giderler. O da Mehmet Paşa gibidir. Zavallı yiğit Seyit Bey'in başı yarılır, kolu kırılır. Bu direnmenin sonu yoktur...

Ertesi gün Sirem Alaybeyi Boyalı Hüseyin Beyi zorla, yumrukla, tokatla vura vura "vire" için dışarı çıkarırlar. Hüseyin Bey "Olacak oldu, gel beraber çıkalım, hazır seyirdir" der Peçevi'ye.

Vire şartlarını görüşmeleri ilginçtir, aynen aktaralım.

Sorarlar: "Kaleyi niçin veriyorsunuz, bunca çilesini çektiniz; top atışlarına katlandınızdı. Yiyeceğiniz, içeceğiniz mi kalmadı?" Alaybeyi cevap vermez, Peçevi: "Sinan Paşazade sözünü tutmadı, bu sebepten onu padişahın gözünden düşürüp, idam edilmesini temin için, ona garezimizden teslim oluyoruz." "Yiyeceğimiz çok, anbarların kapısı açık durur. Suyumuz sarnıçtan. Bir aydır içiyoruz, üç karış eksilmedi." Bunları anlatan Peçevi iyi bir anlaşmaya varmak için çaba sarfeder. Sonunda anlaşmaya varılır. Kaleye dönerken endişe içerisindedir Peçevi. Kendisi paşanın kâtibidir ama paşadan habersiz, paşanın işini yapmıştır. Durumu nasıl anlatacağını bilemez; Allah'tan yardım ister.

Kaleye dönüşünde, Mehmed Paşa'nın bir şeyden haberi olmadığını anlayan Peçevi rahatlar. Paşa, beylerle, beyoğlularla oturuyor, gözleri yaşlıdır. Beni görünce nerede olduğumu sordu. Ben de, "Sultanım, şanı yüce Tanrı'dan rica edelim, inşaallah yine Estergon'u aldığımız zaman vireyi söyleşecek bendeniz olayım" dedim. Gözleri yaşla doldu ve ağladı. Meğerse bu sözü tam vaktinde ve yerinde söylemişim. 10 sene sonra dilek gerçekleşti."

O gün, düşman tarafını, Sinan Paşazade Mehmed Paşa'ya garezlerinden teslim olmak istediklerine inandırmışlar. Onlar, yine de, kalenin yiyecek-içecek durumunu merak ederler. Kalede kendilerine göre incelemeler yaparlar, tabi hissettirmemeye özenerek. Bizimkiler de zenginlik, bolluk içinde olduklarını göstermek için epey ter dökerler. Hikâye çok uzun. Peçevi'nin, "İlginç bir konuşma" diye başlık attığı bir bölümün özetine bakalım.

"Palfi denilen (vire anlaşması için konuştuğu adam) melun çok tedbirli ve akıllı bir kâfir idi. Her ne söylerse, bir de örnek verirdi... Estergon'un viresini söyleşirken şöyle konuştu:"

"Biz eski insanlardan şunu öğrendik; Müslümanlar kapalı bir kutudur. Aman açmayalım. Açılırsa içinden yılan, çıyan, akrep çıkar, hepimizi sokar öldürür! Bu korkuyla bakardık size, meğer kutunun içi boş imiş. İşte açtık ve gördük."

Palfi cevabı Peçevi'den alır.

"Atalarınız doğru söylemişler; yanlış yapan sizsiniz. Şu anda siz kutunun üzerindeki zarfı açtınız, kutunun kapağını açmış değilsiniz. Bundan sonra açılırsa açılır. O zaman sokucu yaratıkların zararını görün, bakalım nasıl olur?"

"Eğri fethedilince, kâfir anlamıştır ve Türk'ün dediği doğru imiş, demiştir." diyor, Peçevi.

Ferhad Paşa'nın İdamı (9 Ekim 1595)

Eski sadrâzamlardan Ferhad Paşa'nın idamına sebep, sevimsiz ve geçimsiz oluşudur. Resmen gösterilen sebep şöyle:

"Tuna yakalarından bazı feryatlar gelip"

"Ehli iyâlimiz kâfire esir olduğundan gayri, meclislerinde kadınlarımıza ve kızlarımıza kadeh sürdürürler! Namus ve İslâm gayreti kanı?"

"Dediklerinde gazab u unf ile" Paşanın cevabı:

"Ya siz anlarun avretlerin ve kızların esir ittüğünüz hoşça mıydı?"

Ferhad Paşa'nın bu öfkeli cevabı; Şeyhülislâm Bostanzâde'nin idam fetvasına sebep olur. Bostanzâde'nin bu fetvayı Sinan Paşa'dan aldığı 30 bin altına verdiği iddia edilir ve ayıplanır.

Ferhad Paşa'nın idamı hemen olabilmez, çünkü kendisi Rusçuk'tan henüz dönmemiştir, yoldadır. Ölümünü, bir an evvel ortadan yok olmasını arzulayan Sinan Paşa, Şam yeniçerilerini yola çıkarırken der ki:

"- Mâlı sizin, başı saâdetlü Pâdişâhın!"

Ferhad Paşa, üzerine gelen Yeniçerilerin ayaklarına altınlar saçar, onlar altınları toplarken birkaç adamıyla Istranca Dağları'na kaçar... Oradan Valide Sultan'a kıymetli mücevherler göndererek "Hattı eman" temin eder. Bir müddet şaşa'alı yaşar. Araya başka rüşvet olayları da karışır ama sonuç değişmez. Yedikule Zindanı'nda asılmak veya boğulmak kaderidir, kaçamaz.

Ferhad Paşa'nın sonu böyle gelirse de, bütün suçlamaların bir tezgâhtan ibaret olduğu, tezgâhçının da Koca Sinan Paşa olduğu herkes tarafından bilinir. O günlerin tarihini yazan Peçevi anlatır: "Rahmetli Sultan Murad Han zamanında olsa, Ferhat Paşa'ya kıymak ihtimali düşünülemez. Oysa değil öldürülmeye azledilmeye bile müstahak değildi. Fakat Sultan Mehmed çok saf, temiz yürekli, vezirlerin hile ve entrikalarından habersiz olduğundan, böyle haksız işleri şahsî gurur yüzünden yapardı."

Ve Peçevi şunu da ilave eder sözlerine:

"Sinan Paşa Ferhad Paşa'ya kin beslediği için böyle bir iş etti ama kazdığı kuyuya kendisi düştü. Büyük Allah'tan cezasını buldu."

Köprü Faciası ve Akıncı Ocağı'nın Sönmesi

Üçüncü Mehmed devrinin önemli facialarındandır: Devletin, padişahtan sonraki en büyüğü olan vezir-i âzamin açtığı en büyük yaradır bu. Sinan Paşa'dır bu adam ki, "utanmaz adam" diye de bir sıfat yakıştırılmış ona. Yerköyü'nü Rusçu'ğa bağlayan Tuna Köprüsü'nden askeri geçirmek ister. Bu geçiş üç gün üç gece sürecektir.

Arkada düşman kuvvetleri var. Önce paşa geçer karşıya ve sonra bütün ağırlıklarla askerin geçmesine sıra gelir. Askerlerin ellerinde ganimetler vardır. Paşa'nın emriyle ganimetlerden "Bâc" alınmaya başlanır. Bunun yeri değildir ama Paşa söz dinlemez. Düşman son hızla yaklaşmakta, askerler vergi işlemleriyle oyalanmakta. Hem esirlerin hem ganimetlerin hesabı uzar gider. Hesap verenlerin içinde serhadleri titreten akıncılar bulunmaktadır. Paşa, "Basra harab olduktan sonra" vergiden vaz geçer. Fakat neye yarar. Düşman yetişir. Köprüyü top ateşiyle ortadan yıkar ve beri yakada kalan askerlerimiz kılıçtan geçirilirken, köprüdekiler feryatlarla Tuna'nın azgın sularında boğularak can verirler. Bugün, Sinan Paşa'nın kara vicdanıyla Türk'ün kanlı bir sayfası yazılmış ve "hiçbir ferd halas olmayup ol zamanda Akıncı kökü kesilüp münkariz olmuştur."

"Efradı umumiyetle Türk ırkından olan ve iki buçuk asırdan beri Avrupa'yı titreten bu ocağın sönüşü Koca Sinan denilen feci devşirmenin sebep olduğu en büyük felâketlerden biridir. Karşı yakada kalan bütün ağırlıklar düşman eline geçmiştir. "Serdar ı bî-âr"ın yüzünden o gün binlerce insan kırılmış, devlet milyonlar değerinde zayiata uğramıştır."

"Osmanzâde Tâib de Koca Sinan'ın bu faciadaki yüz kızartıcı vaziyetini şu beytiyle anlatır:

“Kendünün hod işi tebâh oldu / Kendisinin birinci işi yıkmak oldu

Balçığa düşdü rû-siyah oldu"/ Çamura saplanıp yüzü siyah oldu

diyerek Paşa'nın bataklığa saplandığı, bir asker tarafından kurtarıldığı zamanı başına kakıyor Şair Taib.

Allah, devleti böyle felâketlerden de, böyle paşalardan da korusun. Bu felâketten sonra Paşa'nın sözü dinlenmez. İstanbul yoluna düşülür. Haber İstanbul'u da mateme boğmuştur ki, Sinan Paşa Kapucular Kethüdası Ahmet Ağa'nın Haramidere'de yetiştirdiği "Hattı Hümayun"la görevden alınıp, Malkara'daki çiftliğine gönderilir.

Rahmetli İsmail Hami Danişmend kronolojisinde Sinan'ın yerine geçen Lala Mehmed Paşa'yı anlatırken sevincini gizleyemez ve yaptığı hesapları da sıralar. Ona göre, "Yeni Vezir-i Âzam Manisa eşrafından birinin oğludur. Fatih devrinden beri 142 senede 44 defa sadâret değişikliğinde 30 kişi görev yapmış. Bunların 26'sı Arnavut, Boşnak, Hırvat, Rum, Macar ve hatta Frenk devşirmesi, içlerinde 4 tane Türk var, bunlar da Karamâni Mehmed Paşa, Çan-darlı İbrahim, Piri Mehmed ve işte bu Lala Mehmed Paşa'dır."

Herhalde Üçüncü Mehmed'in yaptığı en isabetli işlerinden biri bu, vezâret-i ehline vermesidir. Amma ki, yeni vezir-i âzam hiç bir icraate fırsat bulamadan, dokuz gün sonra ecele teslim olur.

Lala Mehmed Paşa'nın beklenmeyen ölümü tekrar Koca Sinan Paşa'ya sadâret yolunu açar. Paşa'nın, beşinci defa gelişidir bu, hem de son gelişidir. Tarih: 1 Aralık 1595 Cuma.

Sinan Paşa gibi, kimse tarafından sevilmeyen bir insanın tekrar, tekrar sadâret makamına getirilmesini izaha çalışanlar koruyucularının çokluğundan bahsederler ve derler ki: "Sinan Paşa'nın kîsesi kebir ve hamileri kebir," idi.

Koruyucularının başında Şeyhülislâm Bostanzâde'nin gelmesi, ayrıca üzüntü vericidir. Bu zatla ilgili, Ferhad Paşa'nın idamına, 30 bin altın alarak fetva verdiği de söyleniyordu.

Sinan Paşa'nın Ölümü (4 Nisan 1596)

Koca Sinan Paşa'nın beş sadaretinin üçü, Üçüncü Murad devrinde, ikisi Üçüncü Mehmed devrindedir. Onu kötülemek için kendimizi hiç zorlamadık, sadece kaynaklardan bir miktarım aktardığımız onunla ilgili yazılar, yazık ki yürek ferahlatıcı değildi.

"Hilekâr, yalancı ve bilhassa palavracı" diyen I.H. Danişmend, "En büyük ve en son fenalığı devletin başına, on üç sene sürmüş bir Nemçe seferi açması ve en büyük iyiliği de Üçüncü Mehmed Eğri seferine çıkmadan evvel ölmesidir" diyor.

Sinan Paşa'nın medeniyet düşmanı olduğu da söylenir. Şâirleri ve âlimleri de hiç sevmezmiş Sinan Paşa. Şairler de onu sevecek değil ya! İşte Tarihçi Ali'nin, Paşa ölünce söylediği,

Gerçi mürd oldu gitti ol murdar

Kabr içinde azabı nârını gör

Şair Emin Bey de bir şiir yazarak tarih düşürmüş;

Vâsıl i Berzah Sinan Paşayı hod râyi anid

Sal i ömrü zulm ile yetişdi doksan yaşına

Nasb ı nefs etmişdi kesr i ırzına her bî kesin

Kasd ederdi bir fakirin ekmeğine aşına

Kalbi sahtında yok idi hiç terahhumdan eser

Bakmaz idi kimsenin gözden akan kan yaşına

Herkese "toprak başına" der idi tarih dedim

N'ola öldü ise ol bed-ahd toprak başına.

Ne bahtsızlıktır ki, ölümüne seviniliyor, şairler sinelerinde biriktirdikleri -sevgiyi değil- kini seslendiriyorlar. Koskoca bir vezir-i âzamin kaybı üzüntü yerine, millete sevinç çığlıkları attırıyor. Aradan geçen asırlar bile onun affedilmesine yetmiyor.

Koca Sinan Paşa'nın doksan yaşında öldüğü söylenir. Belki biraz daha azdır ama sekseni geçtiği muhakkaktır. Bir de çok zengin olduğu söylenir. Uzun bir liste halinde sıralanan terekesi, zamanın modasına yakışan servet cinsiyle doludur. 600.000 duka altınla başlar liste ve devam eder, akçe, kıymetli taş, zeberced, inci teşbih, inci, altın tozu, elmas gerdanlık vs. vs. En ünlü bir kaç zenginden biri olan Paşa, hazineye borçlanacak ve öde-miyecek kadar da tiynetsizdir. Tabii ki bütün serveti hazineye kalmış. (4 Nisan 1596)

Damat İbrahim Paşa'nın Sadareti

Osmanlı tarihinde iki tane çok meşhur Dâmad İbrahim Paşa var. Biri Kânuni'nin veziri Pargalı İbrahim idi, geçti; diğeri Nevşehirli İbrahim'dir, gelecek. İkisinin ortasında, bir de Üçüncü Mehmed'in damadı olan İbrahim Paşa var, bahsi geçen budur. Sinan Paşa'nın Ferhad Paşa'ya kurduğu tuzaklarda parmağı, Ferhad Paşa'nın öldürülmesinde bile rolü bulunan İbrahim Paşa'nın, son zamanlarda Sinan Paşa ile arası açılmıştı.

Sefer hazırlıkları yapılırken, ihtiyar Sinan Paşa, doyamadığı dünyadan ve servetinden ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Cenazesi, Ayasofya Camii'nde kılınmadan evvel, ondan kalan Mührü Hümayun, kendisini hasretle bekleyen İbrahim Paşa'ya verildi.

Valide Sultan

Safiye adını alıp Türkleşmiş, müslüman olmuş bulunan Üçüncü Murad'ın sevgili eşi Venedikli Bafa. Kocası üzerindeki nüfuzunu, onun ölümünden sonra oğlu üzerinde kullanmaya başladı. Valide Sultan olmanın getirdiği artıları iyi değerlendiren bu müsrif kadın yevmiye 3000 akçe, ayrıca yaz ve kış başlarında 360.000 akçe hediye alıyor. Bunlar yetmiyor gibi "Poşmak (terlik parası) nâmıyle bir milyon akçe de zam yapıldı."

Üçüncü Mehmed'i gözünün önünden ayırmak istemeyen Venedikli Bafa, bunu, kendisinin bulunamayacağı bir seferde tesirinin azalacağı için yapıyordu. Öyle bir durum hâsıl oldu ki, oğlunun sefere çıkışını önleyemedi. Öfkesine hâkim olamayan Valide Sultan, kendi eski dininden olan Hıristiyanlar için katliam teklif etti.

Safiye Sultan'ın teklifi uyulması gereken kat'i bir emir değildi. Hatırının sayılması, pâdişâh üzerinde otorite kurması, ağzından çıkan sözlerin kanun olmasını gerektirmiyordu. Bunu ancak, Pâdişah'a söyletebilirse meramına ulaşabilirdi ki Pâdişah'ın böyle bir söz söylediği yoktur. Hammer tarihinden iktibas olan bu bilgiler ne derece doğrudur bilemeyiz; doğruluğu tartışılsa dahi, kerhen söylenmiş olması da düşünülebilir. Bırakın eski dininin inananlarını, sadece insan olmaları bile, Valide Sultan tarafından katliama tabi tutulmalarını ayıp saymaya yeter. Safiye Sultan'ın parayla münasebetindeki sıcaklığın kalbini bu kadar soğutmuş olması, vicdanım altın torbalarına hapsetmesi herhalde olacak iş değil.

Eğri Seferi Hümâyunu (20 Haziran - 22 Aralık 1596)

Sadrâzamla ve diğer vezirlerle çıkılan seferlerin sonu hüsran oluyor, askerler savaştan soğuyor, herkes Kanunî devrini ve önceki devirleri özlüyordu. Asker, Niğbolu'da düşman askerinin arasından görünmez adam gibi geçip kaledeki kumandana "Bre Doğan!" diye bağıran bir Yıldırım Bâyezid'i, Kosova'da, savaş meydanında şehit olan İkinci Murad'ı, 71 yaşında Sigetvar'da can veren Kânûni'yi arıyor... Sarayda oturan pâdişâh istemiyor, asker-sivil bütün millet Safiye Sultan'a kinleniyordu.

Bütün tarihçilerin "her söze hemen kanardı" diye saflığını anlattıkları Üçüncü Mehmed, anasının tesiri altından Hoca Saadeddin Efendi sayesinde kurtulur ve askerin arzusu gerçekleşir. Babası Üçüncü Murad için söyleyemediğimiz, "Seferi Hümâyun"u bir defa için de olsa, şimdi söyleyebiliyoruz. Eski vezir-i âzamlar Serdar-ı Ekrem olarak sefere çıkarken büyük şevkle gider, haşmetle, muzaffer olarak dönerlerdi. Her sefer, memleket hudutlarını genişletirdi. Son senelerde bunlar görülmediği için Vezir-i Âzam Dâmad İbrahim Paşa bile pâdişâhın sefere çıkışına seviniyordu. Başkumandan olarak gireceği savaşın kaybı halinde, kendi "Hal"i de gündeme gelebilirdi.

Yirmisekiz yaşındaki pâdişâhın kızı Ayşe Sultan'la evli olan İbrahim Paşa'nın kaç yaşında olduğunu bilmiyoruz. Tahminimiz o ki, kayınbabasından büyüktür.

Üçüncü Mehmed'i Eğri seferine çıkması için zorlayan herkesin bir hesabı vardı: Bunlardan Sinan Paşa'nın hesabını ki, tabî Paşa sağ iken söylemişti. Peçevi anlatıyor:

"1. Sadrâzam serdar olursa kaymakamı onu desteklemez ve basan kazanmasını istemez. Sadrâzam başarısız olursa azli gerekir, yerine kaymakam geçer.

2. Eğer aşağı derecedeki vezirlerden serdar yapılırsa sadrâzam ona yardımcı olmaz. Çünkü zafer kazanırsa sadrazamlıktan başka bir makam onu tatmin etmez. Hâl böyle olunca yapılacak en doğru iş, Cihangir pâdişâhın bir yıl için zahmete katlanarak şahsen sefere gitmesi ve rahmetli Sultan Süleyman Han gibi Allah'ın inayeti ile din ve devlet düşmanlarına hadlerini bildirmesidir."

Pâdişâh, yanında bir sürü vezir, paşa, kadıasker, kazasker ve hocası Saadeddin Efendi olduğu halde, sefere hazırdır. En göz alıcı giysiler içerisinde, mücevherlerin parıltısıyla, çavuşların "Savul Irak dur!" sesleri arasında yola çıkılır. Hazinenin yarısına yakın "7.4 milyar dolar değerinde 18.5 milyar dukalık altın, gümüş de padişahla sefere gider." Hedef, Kanuni’nin zamanında muhasara edilip de alınamayan Eğri Kalesi'dir.

Senelerdir pâdişâh başkumandanlığına hasret kalan orduda her şeye azamî dikkat gösterilmektedir. Yolda padişahla konuşmak isteyen ulema efendiler, vüzera paşalar uğur saydıkları güneşe bile dikkat ederler. Baş kethüdanın işaretiyle "Otağa varıncaya kadar pâdişâha yanaşmak isteyenler güneş sağ canibinde oldukda sal canibine yanaşırlar ve sağ canibde bulunup sola yanaşmak lâzım geldükde uğur kesmeyüp pâdişâhın ardundan dolaşıp sola yanaşırlardı."

Pâdişâh Belgrad'a gelince Hünkâr tepesi'nde otağ kurulup, askere resmigeçit yaptırdı. Burada da garip bir olay yaşandı. Estergon Kalesi'nin düşmesindeki baş suçlu Menhus Mehmed Paşa denen hainin vezirlik rütbesi alındı, araya, kendisi gibi dönme olan Cağaloğlu Sinan Paşa girip padişaha ricada bulununca rütbe üç gün sonra iade edildi. Ve Belgrad muhafızlığı vazifesiyle orada bırakıldı; amma devlete verdiği zararlar için elinden alınan malları iade edilmedi. Padişahların işine de akıl sır ermiyor. Bu hain paşayı padişah affetse bile aynı hoşgörüyü göstermeyecek insanlar da vardır. Şimdi devamım görelim. Şu üç günlük dünyada, üç günde kaybeden ve bulan paşa sonra ne olmuştur?

Tuna'nın karşı yakasına geçmek için köprü yaptırma vazifesi Mehmed Paşa'nındır. Askerler azimle çalışıyorlar, işi başaralar ki karşıya geçilsin. Kış gelmeden Eğri Kalesi'ni düzeltsinler, zaferle ve bol ganimetle İstanbul'a dönsünler. Bu hırsla çalışan askerler, bir de Mehmed Paşa'yı karşılarında görmezler mi? Hemen saldırırlar. Onun korkaklığı, kalleşliği yüzünden şehit olan arkadaşları ve devletin uğradığı zarar unutulmamıştı. Paşa, alışık olduğu gibi atını mahmuzlayıp Belgrad'a kaçarak linç olmaktan kurtuldu. Onun yerine Yeniçeri Ağası komutayı aldı, köprü yapımına devam edildi. "Muhannes oğlu muhannes" Mehmed Paşa, hâlâ askerin paşası olarak kalabilecek mi?

Yapılan köprüden geçen Orduyu Hümâyun Macar Ovası'nda ilerlerken üzücü bir haber geldi. Osmanlı idaresindeki Hatvan Kalesi "Vire ile" Almanlara teslim olmuştur. Vire ile teslimin şartları vardır; en azından canlarına dokunulmayan insanlar zâti eşyalarını alıp giderler. O devrin devletler hukuku böyledir. Hukuk böyledir ya uygulayıcısının insanî hasletlerden mahrum olmaması da lâzımdır: Uygulayıcı insan değilse ne fayda? Teslim olan askerleri Almanlar kılıçtan geçirmişler. Çocukları, kadınları bile. "Nisa ve sibyan dahi cümleten katliâm edilmiş." Bu asil! Almanlar öldürmekle öfkelerini dindiremeyince, insanların derilerini yüzüp, organlarını parçalamışlar; kaleyi de temelinden yıkmışlar.

Bu feci hadisenin tatbik edicilerine insan demek kaabil değildi! —Fakat suç sadece Almanlarda mı, beri tarafın kabahati yok muydu?- gibi bir sual aklımızdan geçince, karşımıza bir mücrim dikiliyor: Bu, Cağaloğlu Sinan Paşa'dır. Dönmelere özel bir kinimiz yok ama nedense hainlikler de hep bunlardan görünüyor ve isyan ediyoruz. Sinan Paşa da malum bir dönmedir. Kaleden istenen yardımı padişah bu paşa ile gönderir, çok acele yetişmesi gerektiği halde paşa o kadar ağır hareket eder ki, iş işten geçer. Paşanın aldığı ceza; sadece padişahın hafif azarıdır.

Bu seferde bulunan Peçevi, Cağaloğlu Sinan Paşa'yı ve o zamanı anlatıyor:

"Bazı gaziler ellerinde feryat yazılarıyla gelip Hatvan Kalesi'nin ancak üç gün dayanabileceğini söylediler. Derhâl Cağalazâde emrine çok sayıda asker verilip Hatvan'ın imdadına yetişmekle görevlendirildi. Lâkin o, işi çok yavaştan aldı ve aradan beş gün geçtiği halde hâlâ ordudan ayrılmadı... Bütün asker onun ce¬alandırılmasını beklerken, olmadı ve ona bir tek lâf gelmedi."

Hammer kaledeki fecaati nasıl anlatıyor, bir de ona kulak verelim:

"Kendinden önce vaad gönder sözüne uyularak, bir mektupla kendileri İslama davet edilir. Müsbet cevap gelmeyince saldırıya geçilir. Savaşta alınan yerlerde kaybedenin fazla şansı yoktur. Zaten Pâdişâh bunu mektubunda bildirmiştir. Davete uymazsanız, Allah ve Resûlullah hakkıyçun sizi katliam edip, birinizi halâs eylemem, bilmiş olasız."

Hammer, din ve ırk gayretiyle olacak herhalde, inanmadığı yanlışı savunuyor: "Eğri Kalesi'nin fethiyle öfkeler biraz duruldu. Hatvan'ın intikamı 4500 düşman askerinden alındı." diye yazar tarihçiler. Bizim de içimiz biraz ferahlar.

Askerin dilinde bir türkü dalgalanmaya başlar:

Yokdur sizinle viremüz / Eğrülü gidi Eğrülü...

Haçova

Bizim askerlerin Hatvan'da imdad beklemeleri ne idiyse, Eğrili'ninki de o. Onlara da Arşidük Maksimilyen'in kumanda ettiği Alman ve müttefik ordusu yetişmeye çalışıyordu. Onlar da geç kalmıştı.

Eğri ellerinden gitmiş olsa da, onlar Osmanlı'ya ders vermek arzusundaydılar. Cafer Paşa 15 bin askerle Maksimilyen'e karşı gönderildi. Dördüncü Vezir Cafer Paşa yolda öğrendi ki, düşman askeri haddinden fazladır; ordugâha durumu bildirir, der ki:

"Bu kadar az bir kuvvetle kâfirlerin üzerine varmak, yalnız saltanat namusuna leke sürmekten başka bir netice vermez."

Haber alınır da kulak ardı edilir. İnanılmaz Cafer Paşa'ya, korkaklıkla itham olunur ve Vezir-i Âzam Dâmad İbrahim Paşa taarruz emri verir. Sonra da Rumeli Beylerbeyi Veli Paşa bir miktar askerle yardıma gönderilir. Fakat Veli Paşa getirdiği on bin askerle bu savaşa girişmenin çılgınlık olacağını düşünerek, gerisin geri Eğri'ye döner.

Burada, biz de bir kitaba dönüp, bir yabancı yazara biraz kulak vereceğiz. Yazar İngiliz. Krallık elçisinin silahtan ve kâtibi Ricaut. IV Mehmed devrinde İstanbul'da 5 sene kalmış, bu süre zarfında gücü nispetinde Türkleri, Türk Devlet düzenini tanımaya çalışmış. Bütün gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini biraraya getirip "Türklerin Siyasi Düsturları" diye bir kitap yazmış. Elimizdeki o kita¬tan birkaç cümle aktarıyoruz. Türklerin devlet teşkilâtında, incelemesinden çıkardığı, pâdişâhın diğerleri nazarındaki görüntüsünü, ne mânâya geldiğini şöyle anlamış:

"... Ne kadar yararsız olursa olsun buyruklarının yasa, ne kadar düzensiz olursa olsun davranışlarının örnek teşkil ettiğini, özellikle Devlet işlerinde kararlarına karşı gelmenin imkânsız olduğunu gördüm..."

Pâdişâhın buyruğuna karşı gelmek bir Osmanlı paşasının aklından geçmez (istisnalar vardır). Çoğu, böyle bir düşünceyi bilmez. Pâdişâhı inciten davranış alışılmış bir şey değil. Bir paşanın beklediği pâdişâhın teveccühünü kazanmaktır...

Cafer Paşa, Pâdişâhın korkaklıkla suçlamasına dayanamaz, kahr eder "alnımızın yazısı bu imiş" diyerek, savaşa girişir. Düşman fevkalâde üstünlüğe sahiptir, baş edilmesi ihtimali yoktur amma, Paşa "kazaya rıza" demiştir. Peçevi diyor ki:

"Kâfirlere yaklaştıkları zaman o kadar düşman askeri gördüler ki, dağı taşı kaplamış, tepe ve vadileri kat kat alaylarla doldurmuştu." Cafer Paşa'nın üzerine öyle bir gelinir ki, "yanı başındaki satır ve tüfekçileri öldürürler, adamlarını kırarlar" Paşa görür, askeri eriyip bitmekte, önünde kan su gibi akmaktadır. Fakat padişahın da buyruğu vardır; sebat gerek.

Neticede bir can değil mi vereceği! Onu zaten gözden çıkarmıştır. Lâkin bazı adamları paşayı kendi haline bırakmazlar. Maiyetinde 4-5 bin askeri kalmıştı, biraz daha durulursa onlar da bitecek. Zorla, üzengisine yapışan ağalar, harp meydanından ordugâha dönmeye razı ederler Paşa'yı. Paşa'nın bütün ağırlıkları düşmana kalır.

Bu bozgun veya mağlubiyet veya macera herkesi düşüncelere sevk eder. Tamam mı, devam mı? Makam ve mevkilerini ellerinde tutmaktan başka zevkleri, kaybetmekten başka dertleri olmayan bazı paşalar "Eğri'yi Kanunî bile alamamıştı, biz aldık, bu şeref yeter, İstanbul'a dönelim." derler. Pâdişâh da dönmeye meyillidir. Bu savaşa Padişahın yanında gelen Hoca Saadeddin Efendi, "Eğer, der. Dönüş olursa, düşman, bizi yıldırdığına inanır. Karşısındaki askerin korktuğunu hisseden tarafın gücü artar, inançla saldıran taraf kazanır. Bir de mücbir sebep yok iken 'bir kale fethi kâfidir' deyip dönmek adetten değildir" der.

Hoca Efendi, savaşa devam edilmesi için ikna edici sözler söyler ve karar alınır. Savaşa devam. Lâkin bir pürüz daha atılır ortaya. Padişah Eğri'de kalsın. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumandan olarak savaşı idare etsin! Hoca Efendi, "Bu iş paşaların kullanacağı işlerden değildir. Bu durumlarda mutlaka Padişah huzuru lâzımdır." der.

Bu mesele bir de şöyle anlatılır: Üçüncü Mehmed ilk defa bir sefere çıkmış, biraz zayiat verilmişse de, netice elde etmiştir. Eğri Fâtihi olarak İstanbul'a dönmek, buralarda, belki de kaybedilecek bir savaşa girmekten evlâdır. Savaşa karar verildiği için, orduyu bırakıp kendisi burada kalmamayı planlar. Fikrini çadırdan çadıra gönderdiği "Hattı Şerifle belirtir. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa'ya "Sen ki lalamsın, burada muharebe için seni serdâr-ı asker-i zafer şiar idüp, ben bu aradan İstanbul'a revan olsam, olmaz mı?" der.

Hasrete dayanamayan Padişahımızı yeni bir unvan uydurmuş olarak görüyoruz, "Serdâr-ı asker-i zafer şiar". Paşa bile bu unvandan ve tekliften rahatsız olmuş. Otağı Hümâyuna giderek, pâdişâhın böyle bir iş yapmasının orduda moral bırakmayacağını, felâketlere sebep olacağını anlatmış, pâdişâhı bu sevdadan vazgeçirmiş; diye anlatır tarihçiler.

Cafer Paşa'nın zayiatla geri dönmesinden dört gün sonra 120 bin kişilik müttefik ordusuyla, 100–110 bin kişilik Osmanlı ordusu karşı karşıya gelir. İlk gün oradaki bataklığın iki yakasında herkes maharetini göstermeye çalışırsa da, netice alınamaz. İkinci gün seher vakti: Pâdişâh, Hazret-i Peygamber'in sancağı şerifi ile askerin ortasında; arkasında atlı bölük halkı, sağında vezirler, solunda Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile Hoca Saadeddin Efendi bulunuyordu. Kuvvetli saldırılarla düşman ordusu galibiyete daha yakın görünüyordu. Onların toplan bizimkilere göre üstünlük sağlamıştı. Üçüncü Mehmed "Otağı Hümâyûn" civarına bir seccade döşedüp zafer duasına başlamış, ordunun mukadderatım Vezir-i Âzam İbrahim Paşa ile diğer vezirlere bırakmıştı!

Pâdişâhın gözünü korkutan düşman ordusunu, canlı şahid Peçevi şöyle anlatıyor:

"... Kısacası, düşmanın yüz belki yüzü aşkın piyade alayı olduğu kesindi. Yine aynı biçimde duran Macar atlı alayları safı, sırık ve bayrakları ile Yüce Tanrı bilir ki, büyük bir dağ gibi görünürdü. Her biri en az üç, en çok beş tüfek taşıyan Nemçe, Çek ve Leh süvari alayının sayısı elliyi aşıyordu." (Diğerleriyle beraber iki yüzü geçerdi.)

"İşte bu durumda düzenlenmiş olan düşman birlikleri taburlarından ayrıldılar ve alay alay olup İslâmlar üzerine saldırdılar. Bizim hiç bir alayımız dayanamadı ve bir adım karşılarına gidemedi. Hepsi dağılıp perişan oldu. O sahra kalabalık İslâm askeri ile doldu taşdı."

Kâfirler ordugâha kadar gelip korkmadan içeri dalıp yağmaya başladılar. Hattâ devlet hazinesinin yanma geldiklerinde, koruyucu yeniçeriler kaçtılar, düşman askerleri hazine sandıklarının üstüne çıkıp dans etmeye başladılar.

Vaziyeti gören Üçüncü Mehmed yanında bulunan Hoca Saadeddin Efendi'ye, "Efendi şimdiden geru ne yapmak gerek, çare nedir?" diye sorunca, Hoca Efendi: "Padişahım, gereken, yerinizden oynamayıp sebat etmektir, savaşın hâli budur. Yüce atalarınız zamanında da böyle olmuştur. Peygamber Efendimiz Hazretleri'nin mucizeleriyle inşallah fırsat ve zafer İslâmındır. Mübarek hatırınızı hoş tutun." dedi.

Düşman askeri yağma coşkusuyla tepinip, Pâdişâh bozgun endişesiyle terlerken, otuz kadar içoğlanı atlara binip kaçtı, kaçarken de etrafa padişahın ahır-beyi ile kaçtığı şayiasını yaydılar. Saadet-lü pâdişâhı suâl idenlere "bir koçuya bindi ve mirahur önüne düşdü dahi vakt-i asr da gitti." İşte, kaçanlar böyle diyor kalanlara. Bu otuz kişiden ayrı, binlerce asker daha can kurtarma yarışına girmişti. Düşman askerleri Türk çadırlarım işgal ettiler. Ölenler şehid oldu, kaçanlar hain, hayattaki bir miktar asker "İşimiz Allah'a kaldı" deyip dua ediyorlardı ki rüzgârın yönü değişiverdi. Yağma ve zafer sarhoşluğuyla kendinden geçip, ne yaptığını bilmeyen düşman askerlerine, ne yapması gerektiğini bilen, savaş dışı hizmet erleri ders vermeye başladı.

"At oğlanı, aşçıbaşı, aşçı yamağı, deveci, katırcı ve benzeri ne kadar adam varsa eline kazma, kürek, tava, taş, odun yani vurmaya yarayacak ne buldularsa onunla düşmana hücum ettiler. Dilleri dahi işe yaradı: "Kâfir kaçdı! Nemçeli sındı!" diye ortalığı velveleye verdiler. Düşman askeri şaşkın, Türk askeri gayrette. Her şeyden ümidini kesmiş ne kadar asker varsa hepsi ölümüne hücumda. Hiç olacağı düşünülmeyen bir iş ne güzel oluyordu!

Başlarında Cağaloğlu Sinan Paşa olduğu halde düşman askerine unutamayacakları bir bozgun yaşattılar. Diğer yandan Kırım Tatarları göz açtırmadılar düşmana. Osmanlı sağ cenahını 15–20 dakikada bozan 20 bin düşman süvarisi 20 dakikada bataklığa sürülüp imha edildi. Kaçan 50 bin askerin peşine düşen Kırım atlıları onları kılıçtan geçirdiler.

Bu büyük meydan muharebesinin sonucu 70.000 kadar düşman askerinin feci sonu. 100 adet topun Türklerin eline geçmesi ve düşman ordugâhında bulunan 10 bin duka altın (4 milyar dolar) ile birçok değerli ganimetin Türklere kalmasıdır.

Tamamen kaybedildiğine inanılan bir savaşın böyle parlak bir zaferle neticelenmesinin en büyük şerefi Hoca Saadeddin Efendi'ye aittir. Pâdişâh geri çekilmeyi düşünürken, tam zamanında yetişip, o tarihi müdahalesini yapmasaydı "İkinci Viyana'dan 87 yıl önce devlet büyük bir felâkete uğrayacaktı."

Hoca Efendi'nin, padişahı sebata teşviki, aşçı vs.nin gayrete gelip cesaretle düşmana saldırması, Kırımlı Fetih Giray'la, Cağaloğlu Sinan Paşa'nın başarılı kumandası ve büyük bir zafer!

Bu savaşın en güzel yeri son saatidir. Öncesi, bir daha yaşanmaması arzulanan perişanlıktır. Sonrasında ise, Peçevi'ye göre. Hemen İstanbul'a dönülmemeli idi. "Eğer bu gazadan sonra saadetlü pâdişâhımızı Budin'e getirselerdi, bütün uç boyu kaleleri bırakılır ve Müslümanların eline geçerdi. Hiç olmazsa o kış Belgrad'da kışlansa ve ilkbaharda, gideceğimiz yer Beç'tir deseler, Nemçe kâfirlerinin de Eflâk ve Boğdan gibi haraca kesilmiş olacağı kesindi." Bu gösterilen birinci yanlış, ikincisi Cağaloğlu Sinan Paşa'ya aidtir.

Savaştan sonra, hemen pâdişâhın huzuruna varıp, olup biteni anlatan Cağaloğlu Sinan Paşa, "bu yüz aklığına ben sebep oldum" der. Böylece sadrazamlığı hak ettiğim ima etmektedir. Hemşehrisi "burada küçük bir paragraf açalım. Sinan Paşa, Kanuni devrinde Kaptan-ı Derya Piyale Paşa'nın esir ettiği Cenevizli (İtalyan) Cigala'nın oğludur. Kendisine Cağaloğlu denmesi bundandır. İstanbul'un kültür semti Cağaloğlu bunun adından gelmedir." olan Kapıağası Gazenfer Ağa Sinan Paşa'yı pâdişâha över, "İsteği yerine getirilirse yeridir" der.

Saadetlü Pâdişâh da, "Edelim" deyince, paşa etek öpüp sevinçle huzurdan ayrılır. Pâdişâh ileride bu işe pişman olacaktır. Peçevi'den dinleyelim.

"Allah'ın hikmeti bu ya; Cağalazâde'nin sadrazamlığı herkes için bir belâ ve uğursuzluk oldu... Paşa'nın ilk işi Kırım Hanı'nı azlettirip kardeşi Fetih Giray'ı Pâdişâha hizmette bulunmuş diye Han nasbettirdi. Fetih Giray, hanlığı kabul etmek istemedi. "Aslında hizmet eden odur, benim ulu kardeşim ağamdır" dedi. Paşa'nın Fetih Giray'a zorla hanlığı kabul ettirmesi, iki kardeşin biri birine düşman olmasına, sonunda Fetih Giray'ın katledilmesine kadar gider. Yeni Vezir-i Âzam Cağaloğlu Sinan Paşa'nın çok büyük ikinci hatası, ileride 10 binlerce Türk'ün katline çıkarılan erken fermandır.

Cağaloğlu Sinan Paşa üç gün yoklama yaptınp firarileri tesbite çalıştı. Haçova Muharebesi'nde yaşanan bozgunda, kimi kendi reyiyle, kimi kumandanlarının emriyle ordudan ayrılanlar tam 30 bin kişidir. Bunların dirliklerini kesti, bütün mal ve mülklerini müsadere etti ve bunların nerede bulunursa öldürülmeleri hakkında her tarafa emirler gönderdi. Orada yakalananları derhâl idam ettirdi. Bir eski Habeş Beylerbeyi ile bir mütefer¬ikayı Belgrad sokaklarında kadın elbiseleriyle teşhir ettirdi. İ. Hami Danişmend'in Nâima'dan nakline göre, "Kefere-i fecere leşger-i İslama (harb hiledir) mıskâdınca hile tasavvur itmişken bu 'firari' namını takup düşman illerinde asker-i İslama böyle şeyn isbâtına şöhret virmiş."

Sinan Paşa'nın, bulduğunu idam ettirdiği, bulamadıkları için ölüm fermanı yayınladığı "firariler" Anadolu'da "Celâli" oldular. Cağaloğlu'nun anlatmakla bitmeyecek kötü yanları vardır. Onun gibi bir adamı sadrazam yapmak da devletin ne derece zaaf içerisinde olduğuna delildir. Gerçi bu sadaret 39 gün sürmüştür ama onun zehirli tohumuyla yeşeren isyan, Kuyucu Murad Paşa'nın elinde onbinlerce Türk'ün hayatına mâl olmuştur. Bunların içinde ölümü hakedenler olduğu gibi, pek çok masumun da boşu boşuna boğazlandığı her halde yalan değildir.

Pâdişâh savaş yerinden İstanbul'a hareket edeli 39 gün olmuş, Edirne civarına gelmiştir. Safiye Sultan'dan gelen mektup burada eline geçer. Sevgi ve tebrikten sonra Dâmad olan İbrahim Paşa'nın tekrar sadrazamlığa getirilmesi tavsiye edilir ve Pâdişâh bu tavsiyeye uyar. Valide Sultan'ın sözü dinlenir. Zaten kendisi de Sinan'dan hoşnud değildir. Mührü Hümâyunu rakibine kaptıran Sinan, Edirne'den sürgün yeri olan Afyonkarahisar'a gönderilir.

Üçüncü Mehmed, İstanbullulara coşkun tezâhüratları arasında, yollara döşenen halılarda, şallarda yürüyerek saraya gelir. Eğri Fatihi ünvanıyla kendisi de halk da mutludur. (22 Aralık 1596)

Görüldüğü gibi, Üçüncü Mehmed zorla sefere çıkarıldı; zorla savaş meydanında durduruldu; kaybedilen bir savaş at uşağı, deveci, katırcı vs. ile ad değiştirdi. Bütün bunların sonunda, Pâdişâh Eğri Fâtihi ünvânını aldı. Kısmetin çevrilmesi mümkün mü!

Sefer dönüşü, daha önce cülusunu tebrike gelemeyen Avrupa ülkelerinden elçiler geldi. Fransa'dan elçi geldi. "Mekke Şerifi Kâbe-i Mükerreme ve Ravza-i Münevvere örtülerini göndererek Halifelerin ve Selçuk hükümdarlarının cüluslarında kendilerine bu eşyadan hediye etmek hakkında, seleflerinden intikal etmiş oldukları eski usulü yeniledi. Vezirler ve âlimler mukaddes eşyaların yüklenmiş olduğu deveyi karşılamaya çıkarak, Eyüb Camii'nden Saray-ı Hümâyun'a getirdiler. Orada husûsi bir merasimle tesellüm olundu."

Mukaddes makamlarda kullanılan eşyalarla bile ilgilenen, o eşyaya dini adına saygı gösteren bir millet saygıya da lâyık oluyor. Mukaddes örtülerin görünmeye başladığı andan itibaren halkın duyduğu heyecan o kadar etkileyici olmuş ki, bu içten sevgi birçok Yahudi ve Hıristiyanı kendiliğinden Müslüman etmiş.

1596 senesi Eğri'nin ve Haçova'nın neşesiyle geçti. 1597 Haziran başında Satırcı Mehmed Paşa Serdar olarak cepheye hareket etti; Ağustos ortalarında Belgrad'a vardı. İlk önce Tota Kalesi zapt edildi; bilâhare Tuna kıyısındaki Vaç Kalesi'ne karşı teşebbüse geçildi. Bu hareket başarılı olamadı. Paşalar kazanamamayı hazmedemiyor, Vaç'daki başarısızlığın suçu, sefere iştirak etmeyen Kırım Han'ına yüklendi.

3 Kasım 1597'de Vezâret değişikliği yaşandı. Damad İbrahim Paşa'nın azline sebep olan günahı! Valide Sultan'a "Ubudiyette taksir'i" idi. Yeterince rüşvet veremediği için Valide sultan öfkelendirilmiş ve onun mektupla ricası neticesi elde ettiği koltuk, bu seferde onun öfkesiyle altından çekilmişti. Sadâretin yeni sahibi Hadım Hasan Paşa nasıl bir değirmene buğday yetiştirmesi gerektiğini biliyordu." Her mansıbı para ile sattı, âlemi birbirine kattı.

Rüşvet aldığı kimselere "Valide Sultan beni kışta kesmiştir." diyerek herkesi onun aleyhine kışkırttı.

Hasan Paşa'nın sözleri Valide Sultan'ın ve Pâdişah'ın kulağına varmaz mı? Elbette varır. Güçlü insanları karşısına alanda güç bırakılmaz. Hasan Paşa'nın günleri sayılı idi. Nahoş vasiyetli sana doğru yürüdü.

Yeni Camii

Sirkeci'de bir cami yapımı düşünülmüştü, oranın bir Yahudi mahallesi olduğu ve Yahudilerin ne kadar zor insanlar olduğu ilk başta akla gelmemişti. 9 Nisan 1598'de merasimle temel atıldı. Mademki camii yapılacak, arazi sahipleri hoşnûd edilmelidir. Pâdişâh böyle düşündü. Hak sahiplerine arsa değeri, iki kat fazlasıyla ödenmesi kararlaştırıldı. Amma, bir talihsizlik vardı bu camide; tam 66 sene ve yedi padişah değişikliğinden sonra tamamlanabildi.

Vezir-i Âzam Hadım Hasan Paşa Valide Sultan'a (Venedikli Bafa) para yetiştirme uğruna bir yığın düşman kazandı. Etrafta yaptığı konuşmalarla kendisini temize çıkarma gayreti uzaya uzaya Safiye Sultan'ın kulağına kadar varınca, onun da garazını çekti. 9 Nisan 1598'de azlolunup, yerine Cerrah Mehmed Paşa geldi. Hasan Paşa beş, altı gün Yedikule Zindanı'nda çile doldurup, sonra da idam edildi. Hasan Paşa'nın sadâretinde görülen en önemli olay Yanık Kalesi'nin elden çıkması olmuştu. Bunu anlatalım:

Rumeli'de daimi kalma çabası bütün pâdişâhların en önde tuttukları vazife olmakla beraber, bazen adam seçimi yanlış yapılıyor, düşman yanlışı affetmiyor.

Yahya Ağa isminde bir Yeniçeri Ağası Yanık Kalesi'nde görevliydi. "Sarhoş, Sefih" bir şahsiyet olan Yahya Ağa askeri disiplinden ve idareden uzaktı. Dört bin muhafızı olan kale, muhafızlarının çoğu civar şehirlerde bark sahibi olduğu için sahipsiz kalmış gibiydi. Hammer bu hadiseyi şöyle anlatıyor: "Yanık muhafızlarını teşkil eden iki bin cebeci, ikibin yeniçeri devşirmesinden ekserisi Fünfkirken'de, Kapani'de, Ustolni Belgrad'da evlenmişlerdi; buradan dolayı kale ekseriya müdafaasız kalırdı." Türkçeyi iyi bilen Şuarzenberg ile Palfi

Türk kıyafetiyle, geceleyin kaleye yaklaşarak nöbetçiye sesleniyorlar:

"Peçuy'dan zahire getirdik, yolda karşılaştığımız düşmandan zor kurtulduk. Kapıyı çabuk açın da burada yakalanmayalım; zahireyi kaptırmayalım!"

Bu sözler biraz sonra kapının açılmasına kâfi geldi. Sonu facia. Kalenin kumandam Mahmud Paşa iki elinde iki kılıçla vuruşarak şehit düştü.

Paşanın kesilen başı bir mızrağın ucunda teşhir edilerek maneviyat bozma aleti yapıldı. Savaşa savaşa kırılan askerden arta kalan 300 kişi cephane mahzenini havaya uçurup, kendi canlarıyla beraber bir hayli düşmanın ölümüne meydan verdi.

Yanık Kalesi'nden sağ kurtulup, Budin'e kaçan asker sayısı 4–5 kişidir. Kayıp asker sayısının 1000 kadar olduğu sanılıyor.

1598'in Son Olayları

8 Eylül'de Çanad Kalesi fethedildi. "Küçük olsun bizim olsun" diyoruz. "Çanad Timaşvar'm 70 kilometre güneyinde küçük bir kale, fethi de gayet kolay oldu. Kale askerlerinden kaçan kaçtı, kalanlardan kimi kılıçtan geçirilip, kimi esir edildi.

10 Eylül'de Arad Kalesi'nin işgali gerçekleşti.

2 Ekim'de Varal muhasara edildi. Hazırlıksız olunduğu için havanda su döğüldü.

8 Ekim'de Bespiren, Tatal Paşa ve Palota kalelerinin düşmana geçtiği haberi alındı.

2 Kasım'da Budin muhasaradan kurtuldu. Burada uğranılan kayıp elem vericidir. Serdar Satırcı Mehmed Paşa'nın hiçbir işe yaramadığı görünmekteydi. Şeyhülislâm ve Pâdişâh hocası Sadeddin Efendi. Budin'in uğradığı zararları, Satırcı Mehmed Paşa'ya gönderdiği tekdirnâmede şöyle anlatıyor:

"Sekiz bin hanesi mehdûm ve mesâcid-i medâris ve maâbid ve muallimhâne ve hanhânkahlan kel-madûm olup bu musibet-i ciğer-sûz ile şeb-i nûz ehl-i in-tibâhun âh-u vâhlan tebâh ve ser-hadd ehlinün günleri siyah oldu."

Bu sözlerin bugünkü dilde yapılacak özeti şu: Sekiz bin hâne, mescidler, medreseler, okullar, hanlar yıkıldı. Bu musibet yüzünden halkın, yıkılmış kaleden gelen iniltileri, günlerin karardığı vs. Burada tabii ki Satırcı suçlanmaktadır. Şehid düşen binlerce askerin sorumluluğu Satırcı Paşa'ya yüklenmektedir.

Budin'de Türklerin kara gününden bir gün sonra Vorat'ta devam eden 33 günlük muhasara kaldırıldı. Satırcı Mehmed Paşa'nın serdarlığı Osmanlı ordulannın enerjisini tüketmiş, Batı cephesinde açılan yarıklara, önceki zaferden gömülmekteydi. Sanki artık "buralarda size hayat hakkı yok" işaretleri geliyordu. Hiçbir şey kazanamadan ölenler vazife uğruna şehit oldu sayılıyor ama kalanlarda huzur yüzü görmüyor. Asker açlıkla mücadele eder hale geldi. 3 Kasım'da Varat'ı bırakan asker 4 Kasım'da Budin'e doğru harekete geçti. 20 Kasım’da Tise Nehri'ne kadar gelindi; burada erzak gemilerinin bulunacağına inandırılan aç asker, hiçbir şeyin olmadığını görünce gözü dönmüş vaziyette Serdar'ın otağına hücum etti.

Ve 1598'in sonları Batı'daki Türk ordusu için hatırlanmaması gereken kötü günlerin deposu olarak, soluk benizlerle, öfkeyle, yeisle atlatıldı.

1599

4 Ağustos Çarşamba: Devşirme hâkimiyetine karşı çıkan Anadolu Türk ihtilâlini bastırmak üzere "Serdâr-ı bî ar" denilen Koca Sinan Paşa'nın "Muhannes İbn-i Muhannes" lakabıyla ve korkaklığıyla meşhur oğlu Üçüncü Vezir Mehmed Paşa'nın serdarlığı.

Anadolu çoktan beri için için kaynamaktadır: Sarayın devşirme hâkimiyetine girmesi, hakiki Türk çocuklarının önemli mevkilere hiç yaklaştırılmaması, hattâ gayrı Türklerce Türklerin hor görülmesi, bazı şahısların millî duygularını galeyana getirmektedir. Hele de Haçova'da Cağaloğlu Sinan'ın 30 bin asker için yoklama yaptırıp, bulunmayışlarını firârilikle suçlayıp, bu suçun cezası olarak da öldürülmelerini emretmesi vaziyeti iyice karıştırmıştı. 30 bin askerden büyük bir kısmı Anadolu'daki bu isyan hareketine katılıp, devletin adamlarına silah çekmeye başlamışlardı, İsmail Hami Danişmend'in, "Amasya Tarihi" adlı eserden tarihine aldığı bazı cümleleri bir gö¬den geçirip bakalım: Resmen, "Celâli İsyanları" denen olaylar için, Hüsameddin Efendi. "Bu şakâvet değil, kuvvetli bir ihtilâldi. Çünkü bütün tımar ve zeamet Türkler'den ziyâde gayri Türklere verilmekte idi. Türklere vezâret kanunen memnu olmuştu.

Vezirlik ve sadrazamlık âdeta Arnavutlarla Boşnaklara has bir mesned-i âli idi. Frenk İbrahim Paşa'dan beri Türkler sadârete gelmemişti. Türkler aleyhine uydurulan yalanların, hezayanların sahipleri hep gayri Türklerdi.Türk olmayanların nazarında Türkler reaya'dandı." diyor.

Osmanlı Türk Devleti demeye hakkımız var da, Türklere yapılanları gördükçe şaşıp kalıyoruz. Nasıl oluyor da, asil atalarının kurduğu devlette sığıntı durumuna düşürülüyor bu millet. Hangi sebepler Türk'ü önemli görevlerden uzak tutuyor? Ertuğrul Gazi oğlu Osman Ga-zi'den gelen bu pâdişâhlar, hep babadan oğula devredilerek tahta oturmuşlardı. Araya yabancı bir pâdişâh girmemişti! Zaten girmesi mümkün de değildi. Analarının gayri Türk olması onların kendilerini de başka türlü hissetmeleri için bir sebep miydi? Bunları mümkün göremeyiz; başka sebepler var ise onu da bilmeyiz. Ve bu mevzuu erbabına havale ederiz.

Yalnız, Üçüncü Mehmed devrinin sonlarına gelindikçe gayri Türk unsurun iyice palazlandığı, devletin esas sahiplerine göz açtırmadığı gerçeğini unutmayacağız.

Hoca Saadeddin Efendi'nin Ölümü (2 Ekim 1599)

Hoca Saadeddin Efendi muhtelif vesilelerle önceki satırlarda yer almıştı. Bunlardan en hatırda kalanı Pâdişâhı Eğri Seferi'ne çıkmaya razı edişi, bir ara iyice bunalan Pâdişâhın, sebatını sağlamasıdır. Eğer, Hoca Efendi'nin Pâdişâha tesiri olmasaydı, Haçova'da tutmasaydı, Allah bilir bir Eğri Fâtihi Üçüncü Mehmed olmazdı.

Sadeddin Efendi Yavuz Sultan Selim'in nedimi Hasan Can'ın oğluydu. Çaldıran Zaferi'nden sonra Yavuz'un İstanbul'a getirdiği babası İsfahanlıydı. Hasan Can'ın babası da çok güzel sesli müezzin Hafız Mehmed Efendi imiş.

Gerçekten, yaşadığı zamanı nurlandıran, hizmetinde bulunduğu pâdişâhı verdiği telkinatla değerli davranışlara sevkeden bir insandı Saadeddin Efendi. Şeyhül-İslâm ve Muallim-i Sultan idi. Bunların dışında yazdığı ve bugünün tarih yazıcılarının kaynak olarak istifade ettiği Tacü't Tevarih adlı sadeleştirilmişi beş cilt olan kitabı pek makbuldür. Bir yabancının Tacü't Tevarihle ilgili sözleri: "Sa'deddin, ki Devlet'in kuruluşundan 1. Selim'in irtihaline kadar Osmanlı Devleti Tarihi'nin müellifi ve Fars ediblerinden Lâri'nin Umûmi Tarihi'nin mütercimidir. Sa'deddin ki, müzeyyen ve mutantan üslûbuna kendinden sonrakilerin hiçbiri yetişememiştir."

Peygamber Efendimiz kadar yaşayıp, bir rivayete göre Peygamberinizin doğduğu gün, 63 yaşında ölmüştür. Üçüncü Mehmed'in babası Üçüncü Murad'ın ruhuna ithafen Ayasofya Camii'nde Mevlid okunacaktı. Saadeddin Efendi hazırlığını yaptı. Mevlid merasimi için camiye

Link to comment
Share on other sites

Kanije Zaptı

Vezir-i Âzam İbrahim Paşa 1600'ün ilkbaharında Belgrad'dan çıktı. Fetihler mevsimiydi ve geçen seneden kalan işler bitirilmeliydi. Murad Paşa (Kuyucu) yol üstündeki Babofca'ya gönderildi. Orası küçük ve kolay zapt edilecek bir yer, esas hedef Estergon'dur. Tiryaki Hasan Paşa orduya katıldı. Müzakereler sonucu hedef değişti. Kanije'ye doğru sürüldü atlar.

Kanije kırk gün kadar muhasara edildi. Barut mahzeni havaya uçuruldu. Kaleyi savunanlar müşkül durumda kaldılar, dışarıdan yardım alma ümitleri kesildi. Mecburen, vire ile teslim oldular. Teslimden sonra hiç kimseye dokunulmadı. "Tavuk kümeslerine kadar bütün eşyalarını alıp gittiler. Bu muhasarada Osmanlı ordusunda bulunan Fransız kuvvetlerinin büyük gayretleri görüldü. Kanije Beylerbeyilik ile Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi."

Kanije'nin fethinden sonra oraya yakın bazı kaleler de kendiliklerinden teslim oldular. Serdar-ı Ekrem İbrahim Paşa Belgrat kışlağına çekildi. Kanije de Tiryaki Hasan Paşa'ya 4–5 bin asker bırakılmıştı ve bir miktarda erzak. Bu fetih haberine İstanbul'da üç gün şenlik yapıldı.

Teslim alınan Kanije Kalesi'ne derhal bir cami inşa edildi. Bir hafta içinde tamamlanan camide cuma namazı kılındı. Tiryaki Hasan Paşa'nın maceraları bundan sonra başlayacak.

Belgrad kışlağına çekilen Vezir-i Âzam ve Serdar-ı Ekrem Dâmad İbrahim Paşa hastalandı. Dört-beş gün kıvrandı ve yatağından kalkamadı; 10 Temmuz 1601'de öldü.

İbrahim Paşa'nın yerine sadârete Yemişçi Hasan Paşa tayin edildi. Bu Paşa biraz uğursuz olarak tanınırdı. Kibirli ve inad olduğu söylenirdi. Anadolu Celâli İsyanı'yla kavrulurken, Avrupa ateş çemberi iken böyle, müsbet vasıfları olmayan birinin sadâreti hoş karşılanmadı. Amma Hasan Paşa hevesliydi. İbrahim Paşa'nın yerine cepheye gönderildi, İbrahim Paşa'dan kalan Belgrad'daki her şeye vâris oldu, Paşa'nın dul eşi, Üçüncü Murad'ın kızı Ayşe Sultan'a da talip oldu. Cepheye hevesi kırılmadan gitmesi için, Üçüncü Mehmed, damatlık arzusunu da geri çevirmedi.

Şimdi kısa bir nazarla Anadolu'ya bakıp tekrar Avrupa'ya döneceğiz. Anadolu'nun Celâli İsyanı'yla kavrulduğunu söylemiştik. Devşirmelere tahammülsüzlük olarak gösterilen Celâli İsyanları'nın daha öne başladığını görmüştük. Şimdi anlatacağımızın öncekinin devamı sayılması lâzım. Şahıslar değişse de gayeler aynı. Devşirmelere, onların Türklere yaptığı zulümden dolayı duyulan kin dense de, bu taş Celâlileri aklamaz. Kara-Yazıcı Abdülhalim, Halim Şâh unvanıyla ortaya atılmış, devletin ordusuna savaş açmıştı. Şah unvanı alışı, nereden beslendiğini işaret ediyor.

Kara-Yazıcı, üzerine gönderilen Bağdad Valisi Sokullu Hasan Paşa ile savaşıp, zora düşünce dağlara çekilmişti. (25 Nisan 1600) Bundan beş ay sonra Kayseri'de devletin ordusuyla Kara-Yazıcı Halim Şâh'ın ordusu karşılaştı. Binden fazla yeniçerinin ölümüyle Devlet savaşı kaybetti.

12 Ağustos 1601'de Elbistan yaylağında karşılaşan Sokullu Mehmed Paşa'nın oğlu Hasan Paşa komutasındaki Devlet ordusu ile Kara-Yazıcı'nın adamları çok şiddetli savaştı. Celâliler 30.000 kişi kadardı; bunun üçte ikisi telef edildi; kalanlar Canik Dağları'na kaçtı.

Halim Şâh (Kara-Yazıcı) aldığı addan da belli Şahlık peşinde koşuyor. Etrafına toplanan insanlar Kronoloji'nin anlatımına göre Cumhuriyet tarzı bir idare peşindeydi. Aralarında anlaşmazlık çıktı ve Kara-Yazıcı öldürüldü. Bu Kara-Yazıcı'nın ölümüyle ilgili birinci rivayettir. Çarpışmada öldü, eceliyle öldü diyenler de var...

Şimdi, dönelim Tiryaki Hasan Paşa'ya...

Bu bir destandır. Tiryaki Hasan Paşa denen harb hileleri dahisi ihtiyarın, 4000 askeri ile 100 bin kişilik müttefik Hıristiyan ordusuyla dalga geçerek kazandığı zaferin hikâyesidir. Her safhası ayrı tat veren ve iki buçuk ay süren bu destandan bir kaç tablo seyretmeden geçilemez!!

Kanije Kalesi Türkler tarafından zaptedilince, Tiryaki Hasan Paşa'ya emânet edilmişti. Esas ordunun gittiğini bilen düşman için fırsattır, hemen Arşidük Ferdinand komutasında 100 bin kişilik bir ordu gönderdiler ve 47 adet top getirdiler yanlarında. Kaledekiler sadece 4000 kişi. İhtiyar Tiryaki Hasan Paşa düşman ordusundaki azameti görünce, hemen takviye ihtiyacım hissetti. Bir kaç yabancı dil bilen çok maharetli Kara Pençe Osman'ı, Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'ya gönderip yardım istedi. Yardım gelmesi mümkün değildir. Yemişçi Hasan Paşa bir mektupla, "gelemem" demiştir. Paşa'nın vaziyeti ayarlayıp gelmesi beklenirken gelememesi ihanet olarak değerlendirilir. Tiryaki Hasan Paşa, çok müşkül durumda kalınca her şeyi göze alarak askerin moralini bozmamaya çalışır. Yardımın yolda olduğunu yayar asker arasına ve çeşitli hilelerle düşmanı da buna inandırır.

Bu sıkıntılı vaziyet sürerken iki hademe kaleden firar eder. Firariler iki Macar kardeştir. Adları Handan ve Kenan olan kardeşler düşman ordusuna, kalenin sırlarını ifşa ederler, düşman cesaretlenir. Bir günde, binden fazla gülle yağar Kanije Kalesi'ne, kaleden hiç karşılık verilmeyişini, topun olmadığına yorar düşman, ateş menziline girer ve Hasan Paşa'nın birinci tuzağına düşmüş olur. Yüz topun birden atışa başlamasıyla neye uğradığını şaşıran askerlerden ölen ölür, ka¬anlar canlarını kurtarma telaşıyla kaçışırlar.

Hasan Paşa'nın bu vartayı atlatması Allah'a kalmıştır. O da Allah vergisi zekâsını kullanarak çareler üretir. Bir mektup yazar; satırlar, düşman tarafının bilmesi istenen bilgilerle doludur. Bu hileli mektup, taşıyıcı tarafından, düşürülmesi gerektiği yerde düşürülür ve Arşi-dük'ün eline geçer...

Olaylar devam eder. Heyecanlıdır, korkuludur, seyrine yürek dayanmaz. İki esir ele geçirilir Arşidük'ün ordusundan. Bu esirlerden karşı tarafın durumu iyice öğrenilir. Tiryaki Hasan Paşa, Beşli Ağası Ömer Bey'e teslim ettiği esirler için, kat-i emrini verir:

"- Bunları hemen öldür!"

Paşa, daha sonra Ömer Bey'e talimatını vererek gönderir. Ömer Bey iki esiri özel odasına ******ürür, kapıyı kapar ve der ki: "Gelin, rahatınıza bakın. Aynı milletteniz. Tiryaki Hasan Paşa yaman bir hilecidir. İki kişiyi mahsus salıp, kaçmış gibi gösterdi ki, öbür tarafı kandıra."

Ömer Bey iki esire Handanla Kenan'ı öyle bir anlatır ki, onların Hasan Paşa tarafından casusluğa gönderildiğine ve kendisinin de gerçek dostları olduğuna inandırır. Daha sonra da: "Bu kale çok muhkemdir. Yiyecek, içecek ve silah da pek çoktur. Ben şimdi hayatımı tehlikeye atacağım; sizi buradan salıvereceğim. Sakın, Paşa'nın yalanlarına kanılmasın." der.

Artistik kabiliyeti yüksek olan Ömer Bey, iyice inandırdığı sahte millettaşlarına bir de ziyafet çeker ki, muhasara edilen bir kalede bulunması zor olan cinstendir. Bununla amaçlanan da, bolluk gösterisidir. Ömer Bey muvaffak olur. Karınları doyunca gözleri yolda olan esirleri, gizli çıkış yerine gizlice ******ürürken,

"Şimdi, der, dikkatlice siz gidin. Ben sizi öldürdüğümü yayacağım, paşayı buna inandıracağım." İki esir hayatlarını kurtarmanın ve ordularına önemli sırlar ******ürmenin sevinciyle kaçar giderler. Bu esirlerin karşı tarafta ne kadar işe yaradığı, kaledekilere gösterilen Kenan'la Handan'ın kesik başlarından anlaşılır.

Bir mektup hikâyesi daha. Bu mektup da, güya sadrâzam tarafından Tiryaki Hasan Paşa'ya yazılmış olan mektuba ve gönderilen yardıma teşekkürnâmedir. Bunun da bir yolla düşürülüp düşman eline geçmesi sağlanır. Kara Pençe, mektup meselelerinde önemli hizmetler gören, sadrâzamla Tiryaki Paşa arasında, düşman muhasarasına rağmen mekik dokuyan kahramandır.

Tiryaki Hasan Paşa'nın hileleri bitmez; ama biz şimdilik bu kadarla yetiniyoruz.

Sadrâzamdan yardım gelmez ise de, Allah'tan öyle dondurucu soğuklar gelir ki; düşman ordusu Kanije'yi terk etmek zorunda kalır. Gidişleri de tam Tiryaki Hasan Paşa'nın istediği gibidir; toplarını ve eşyalarının büyük bir kısmını savaş yerinde bırakırlar. Sadece bunlarla kalmaz iş. Hücum sırası Türk ordusundadır. Tamamı 4000 kadar olan askerimiz kaçan 100.000 kişilik düşmanın peşine takılır...

İlk hücumda 18 bin düşman kellesi yığılır Tiryaki Hasan Paşa'nın önüne, ikinci hücumda 30.000 kelle...

Yetmiş gün, binbir sıkıntı içerisinde savunulan kaleden maddi hesaplara göre cesetleri toplanmaları gerekenler, başsız cesetlerle dağı, bayırı doldururlar.

Kanije müdafaasını uzatışımız, böyle muazzam zaferlere hasretimizdendir. Tiryaki Hasan Paşa Arşidük Ferdinand'ın otağına girer, görür ki içeride "bir âli taht, çevresi trabzan, biri altın ve biri gümüş; parmaklıkları başları elvan-ı cevahir ile murassa ve müzeyyen ve direkleri başına birer elmas vaz'olunmuş ki, her biri Rum harâci değer idi..."

Hasan Paşa burada iki rekât namaz kılıp, Cenab-ı Allah'a hamd eder ve dua edip ağlar.

Tabii ki bu ağlama sevinçtendir, der ki: "Bu nusret mücerret Hak-Tealâ'nın inayeti ve Hazret-i Resûl-i Ekremin mucizâtı eseridür!"

Kılıcım çekip, ortadan tahtı kılıçlar, üzerine oturur. Beylerine vaz-u nasihat ettikten sonra:

"Her kim bu ulu gazada bulundu ise inşaallah mağfurdur", der ve otağda bulunan cephaneden başka ne var ise askerine verir.

Haber İstanbul'a ulaşınca şenlikler yapılır. Pâdişâh, Paşa'ya gönderdiği Hatt-ı Hümâyunda, "Sen ki Kanije Beylerbeyi ihtiyar kulum ve müdebbir vezirim Hasan Paşasın." "Berhudar olasun" "Manevî oğullarumun yüzleri ağ ala".

Böylece, Padişah, Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik vermiş oluyor. Askerleri manevi oğulları olarak taltif ediyor ve "Muktezayı tertib-i saltanatıyle Hak Teâla Hazretleri'ne ısmarlıyor" hepsini!

Celâliler ve Hasan Paşa'nın Ölümü (22 Nisan 1602)

Kara-Yazıcı ile Sokullu-oğlu Hasan Paşa Elbistan'da çarpışmış, Celâliler'in 30.000 mevcudu 10.000'e inmişti. Kılıç artıkları Canik Dağları'na çekilmişti, Hasan Paşa Tokat'a. Savaşta yahut sonra Kara-Yazıcı ölmüş, yerini, kardeşi Deli Hasan almıştı. Ayrıca üç Celâli lideri daha ortaya çıktı. Şâhverdi, Yular-kasdı ve Tavil. Kimine göre bunların adı eşkıya, kimine göre Celâli'dir. Bunların hareketi devam etti. Tokat'a saldırdılar. Etrafı yağmaladıktan sonra Tokat'ı çevirdiler.

Pâdişâh, olayların büyüdüğünü öğrenince Hasan Paşa'yı azledip, eşkıyayı sindirme görevini Diyarbakır'ın valisi Hadım Hüsrev Paşa'ya verdi. Hasan Paşa Tokat'ta "Cennet Bağı" adım verdiği murassa ve mücevher sükûçeleri olan bir yerde yaşıyordu. Çünkü rahatı fevkalade idi. Azlini tebliğe cesaret edilemiyordu. Kapıcıbaşı tebliğinin mükâfatım katledilerek aldı. Hasan Paşa, aynı görevle gelen kardeşini öldürmeye kıyamadı, onu sadece huzurundan kovdu.

Celâlilerin Tokat muhasarası bir ay sürdü. Bir sabah kapı önünde oturan Hasan Paşa'ya nişan alan "iyi bir Türk nişancısı tüfeğini boşalttı." Hasan Paşa'nın öldürülmesinden sonra Tokat talan edildi. Paşa'nın bütün hazinesi Celâlilerin eline geçti. Daha güçlenmiş olarak bütün Anadolu'ya yayıldılar.

İstolni Belgrad'ın Yeniden Alınması (6 Ağustos 1602)

Belgrad elimizden çıkmıştı. Rumeli Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa tekrar almak için faaliyete geçti. Ahmed adlı bir yiğit asker molozlara basarak, Battal-kapu kulesine çıkıp elindeki bayrağı kuleye dikti. Birden gördükleri manzara karşsında panikleyen düşman yenilmekten kurtulamadı. Bütün olaylar Peçevî'nin gözleri önünde cereyan etmiş olup, o da aynen kitabında aktarmıştır. Biz savaş safahatına girmiyoruz. Fetih'ten sonra Sancakbeyi ve gerekli asker bırakılarak, ordu Budin'e hareket etti.

18 Kasım 1602

Serdar-ı Ekrem Yemişçi Hasan Paşa Belgrad fethinden sonra Budin'e değil, Erdel üzerine gitmeye karar verdi. Buna sebep Türkiye tarafından Voyvoda tayin edilen Moziş'in Avusturyalılara karşı yardım istemesiydi. Bu sıralarda, Arşidük Mathias'm ordusu Ciğerdelen önlerinde ve top sesleri Budin'e kadar yansımaktaydı. Budin Beylerbeyi Kadızâde Ali Paşa ile Kadı Nâbil Efendi Yemişçi'ye yalvardılar. Erdel'e giderse, 40 topu olan 80 bin kişilik Avusturya ordusunun Budin'e saldıracağını casuslarından öğrendiklerini söylediler. Yemişçi dinlemedi.

Yemişçi Hasan Paşa istediğini yaptı, düşmanda vazifesini ihmal etmedi. Önce Peşte'yi kolayca alıp bir yığın kadın ve çocuğu esir ettiler. Sıra Budin'e geldi. Yemişçi'ye yolda duyurulan felaket biraz aklını başına getirdi ve bir miktar kuvvetle Rumeli Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa Budin'i kurtarmaya memur edildi.

Türk askerlerinin mukavemetine hava durumu da yardımcı olunca, Arşidük çekilmek zorunda kaldı.

Anadolu'dan Sıçrayan Ateş İstanbul'a Düşer

6 Ocak 1603: Kapu Ağası ve Darüssaade Ağası'nın idamı. Gazanfer Ağa ile Osman Ağa'nın idamları Osmanlı Devleti'nin çok derin olan iç yarası bakımından önemlidir. Biraz üzerinde durmak lâzım!

Anadolu'da başlayan devlete başkaldırma hareketleri, ordudan ayrılan "30 bin sipahinin kayıtlarının silinmesi, bulundukları yerde öldürülmesi" emri ile güç kazanmış, hayatta kalabilen sipahiler Anadolu'da isyancıların safına katılıp, devlet kuvvetlerine karşı savaşmaya başlamışlardı. İstanbul'dan gönderilen ordular isyancılara karşı zafer elde edemeden dönüyorlar, bazı paşalar ise rezil oluyorlardı. Bizim bu meseleleri aktardığımız kaynak (Kronoloji) Celâlileri bastırmaya giden paşaların dönme-devşirme olduğunu, öp öz Türk olan Anadolu halkına müsamaha göstermediğini yazar. İsyanların gerçek sebebi olarak da, Osmanlı Türk Devleti'nin, dönmelerin elinden kurtarılması, gibi iddialar taşıdığı anlatılır. Ve "Türk milliyetinin devşirmelikle mücadelesinden hâsıl olmuş feci bir vaziyettir" denir.

İstanbul'da çıkan isyan Anadolu yüzündendir. Devşirmelerin Türkleri kırmasına karşı çıkan, Hüseyin Halife, Poyraz Osman, Tepegöz Rıdvan, Kazzaz Ali, Burnay Mehmed, Öküz Mehmed, Kâtip Cezmi... bunlar Sipahi Ocağı'ndandırlar. Padişahtan "Ayak Divanı" isterler.

Sultan Mehmed saray avlusuna kurulan tahta çıkar ve dinler. Hüseyin Halife, Poyraz Osman ve Kâtip Cezmi Pâdişâha Anadolu vaziyetinden çok acı bir dille bahsedip, sebep olanların kellelerini talep ederler.

İsmail Hami Danişmend'e göre Venedikli Valide Safiye Sultan'ın rüşvetle memuriyet sattığı Macar devşirmesi Kapu Ağası Gazanfer Ağa ile Darussaade Ağası Zenci Osman Ağa saraya hâkimdir. "Üçüncü Mehmed sipahileri yatıştırmak için biri siyah bir beyaz olan Gazanfer Ağa ile Osman Ağa'nın başlarını siyaset meydanına düşürdü. Halkın dualarını alarak, meydandan içeri çekildi."

Şehzade Mahmud'un İdamı (7 Haziran Cumartesi 1603)

Anadolu'da başlayan ihtilâl hareketleri, padişahın gönderdiği askerleri perişan etmektedir. Bu olaylara çok üzülen Pâdişâh yemeden içmeden kesilir. 21 yaşında ve cesaretiyle ünlü şehzadenin babasının üzüntüsüne üzülüp isyancılara karşı Anadolu serdarhğına talip olması, bu arada bir şeyhin büyü ile uğraştığı ve şehzadenin tahta göz koyduğu rivayetleri dolaşmaktadır.

Üçüncü Mehmed, 19 kardeşinin cenaze namazlarım kılarak oturduğu tahtı, oğlunun cenazesini kılarak ebediyyen terkedecektir.

Şehzade Mahmud'un boğdurulmasından sonra Üçüncü Mehmed iyice sarsılmıştır. Ne sarayda, gönlünü hoşnut eden işler olur, ne cephelerden güzel haberler gelir.

Ve Padişahın Ölümü (20/21 Aralık 1603)

Eski tarih kitaplarında kayıtlıdır. Pâdişâh bir gün dışarıdan sarayına dönerken, bir derviş bağırarak şöyle söyler: "Padişahım gafil olma 56 gün sonra büyük bir hâdise zuhur edecek." Zaten yaşama sevincini kaybetmiş bulunan Üçüncü Mehmed bundan endişeye kapılır. Elli iki gün sonra hastalanıp, dört gün yattıktan sonra ölür.

Padişahlığı dokuz sene süren Üçüncü Mehmed 38 yaşının içinde, Eğri fatihliği gibi iyi bir ün, 19 şehzade ve bir evlâdın ölümünden sorumlu kötü bir nam bırakmış olarak Allah'ına kavuşur.

Hiç bir tarihçi onun zamanını övünçle anlatamaz. Ölümü bile çok basit bir kaç satırla geçiştirilir.

Osmanlı toprağına bereketli yağmurlar yağmaz, has meyveler yetişmez olmuşsa, Mehmed ne yapsın.

Fatih, Yavuz, Kanuni o devrin nimetleri miydiler acaba? Bundan sonra öyle bir devir görülebilir mi?

Üçüncü Mehmed'in kadınları: Bir tek isim var, Handan Sultan.

Üçüncü Mehmed Nasıl Bir Padişahtı?

Peçevî'den özetle aktardığımız Şemsi Paşa'nın, III. Murad'a rüşvet verdiği yolundaki sözleri iç karartıcı idi. İftiharla diyordu ki Şemsi Paşa Osmanlı Hanedanı bundan sonra iflah olmaz. O Padişahın zamanı kötü sayılırdı, onun oğlu III. Mehmed zamanı da, Osmanlı'nın eski asaletinin erimeye başladığı bir devir olarak geçti.

Fatih devşirmelere makam vermiş, sayısız nimetler vermişti fakat almayı da bilmişti. Son iki padişah maalesef öyle çıkmadı. Çelik iradeli olması mutlak şart iken padişah, anasının iradesi dışına çıkamadı. Anadolu'da isyan hareketleri yaygınlık kazandı. Devletin günü eşkıyaya yetemeyecek kadar azaldı.

III. Mehmed'in ana sözü dinlemesi terbiyesinden, yumuşak başlılığından denir ya, padişahlık sadece terbiye ve yumuşak başlılıkla yürümüyor...

III. Mehmed'in kabri Ayasofya'da II. Selim Türbesi'nin yanındadır.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.


×
×
  • Create New...