Jump to content

Osmanlı Devleti


tarihogretmeni

Recommended Posts

BİRİNCİ SULTAN AHMED

(21 Aralık 1603–1617)

14et4.jpg

İstisnasız, "Sultan" diye anılan tek padişahtır. Bilhassa İstanbul'da yaşayan herkesin, hemen hemen her gün adım andığı tek padişah dense, yalan olmaz. Atmeydanı tarihî adını onunla değiştirmiş. Meydan, O'nun adıyla yeniden tarihî olmuş. "Çinili Cami" diye yurt dışında da meşhur olan, Türkiye'ye turist çeken Sultan Ahmed Camii onun eseridir. Mimar Kemaleddin Ağa, onun emriyle o ulu mabedi inşâ etmiştir. Halk arasında dolaşan rivayetlerdendir. Sultan Ahmed Camii'ne, hattâ sadece avlusuna girenler türbesinin yanından geçerken üç İhlâs bir Fatiha okurlar. Bununla, büyük sevap kazanacağına inanan milletimiz, dindar pâdişâhın ruhuyla hasbihâl etmenin hazzını yaşar.

Sultanahmed Camii imamlarından biri, rüyasında merhum pâdişâhı görmüş. Pâdişâh, imamı türbesinin yanından geçerken okumadığı için azarlamış. İmam Efendi camide cemaate bu rüyayı anlatmış, o günden sonra kulaktan kulağa yayılan bu nâm ile Sultan Ahmed'in ruhuna gönderilen İhlâs ve Fatiha bir hayli artmış.

Bir de, Büyük Şeyhlerden Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri ile ilgili hikâye anlatılır ki, Sultan Ahmed için olduğu kadar, büyük milletimiz adına da çok hoştur. Bu hikâyeyi, yeri geldikçe, anlatan da dinleyen de derin zevk alır.

Şeyh Efendi'ye bağlılığı o dereceye varmıştır ki genç pâdişâhın, onu görmek, sarayında ağırlamak, hizmetini yerine getirmek, eliyle abdest suyunu dökmek en yüce zevklerindendir. Günlerden bir gün, şeyhinin abdest suyunu dökerken, nicedir içinde hapsettiği arzusunu deyiverir:

"Şeyhim, bir kerametinizi görsek, dileriz!"

Şeyh Efendi ıslak, beyaz sakallarının suyunu eliyle süzerek başını kaldırır, pâdişâha mütebessim bakar.

"Sultanım, der. Koskoca bir Osmanlı Pâdişâhısın. Omuzunda havlu, elinde ibrik, abdest suyumu dökmektesin. Başka keramet mi lâzımdır?"

Sultan Ahmed aldığı cevapla mutlu olur. Şeyh Efendi cevabı öyle isabetli bir yolla vermiş ki, bu arada Pâdişâhı da yüceltmiştir. Daha huzurlu, daha sevinçli iklimlere gitmiş gönlü: Seccadeye beraberce alınlarını yapıştırırken, pâdişâhın huşuu bir kat daha artmış olmalı.

Umumiyetle dindarlığı ön plana çıkartılan Sultan Ahmed'in Peygamber sevgisi de bir başka seviyededir. Peygamber Efendimizin "Kadem-i Şerifinin resmini yaptırıp sorgucuna koyduran Birinci Ahmed "Bahtî" mahlasıyla yazdığı şiirlerinden birinde:

N'ola tâcum gibi boşumda ******ürsem dâim

Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün

diyor. Kısaca da olsa şeyhine ve Peygamber Efendimize karşı sevgisini böyle özetledikten sonra, görelim padişahlığı nasıldır?

Üçüncü Mehmed'in sağlığında ölen ve boğdurularak öldürülen oğullarından başka, iki oğlu daha vardı. Büyüğü ondört yaşında Şehzade Ahmed, Birinci Ahmed olarak tahta çıktığında Osmanlı tahtının 14. padişahı sayılıyordu. 14 yaşında idi. Padişahlık müddeti de 14 sene tutan Sultan Ahmed 28 yaşında ölür ki, bu da 14'ün iki katıdır.

Birinci Ahmed'te bazı hususlar sıra dışıdır. 14'le ilgili enteresanlıktan sonra I. Ahmed herhangi bir sancaktan değil saraydan gelip tahta oturmuştur. Celâli İsyanlan'nın Anadolu'yu huzursuz ettiği yıllarda, babası yanından ayırmamıştı. Babası Saruhan (Manisa) Valisi idi, kendisi de orada 1590 senesinde doğmuştu. Gelenek bozulmasaydı çocukluğunu yaşadığı yerde valilik yapacaktı. Sultan Ahmed, bu gelenek başladığı zamandan beri valilikten padişahlığa gelmeyen ilk şehzadedir ve bundan sonra da, hiç kimse valilikten gelemeyecektir.

Sultan Ahmed'in babası saltanata başlarken 19 kardeşinin canına kıymıştı; belki de, o olayın ruhunda açtığı yarayı kapayamamıştı, diyeceğiz de son olarak oğlu Mahmud'u öldürtmeseydi! Sultan Ahmed bir ilk olmanın övüncünü yaşayacak, halktan aldığı dualarla bahtı gülecektir.

Sultan Ahmed için ileride söylenecek sözlerden bazılarını söylemeden duramayacağız. Peygamber sevgisi, şeyh saygısı, Allah aşkı namütenahi olsa da, zaman zaman en öne çıkan bir tarafı var ki o da vefasızlığıdır. Bir de talihsizliğini söylemek lâzım: Bilindiği gibi Anadolu'da Celâli İsyanları var.

Önceki padişahların saltanata başlamalarına ekseri kan ve acı karışıyordu. Sultan Ahmet, babasının ölümüne üzüldü mü, bilinmez; ama başka bir acı yaşamadı. Hiç kimseye de acı yaşatmadı. Büyük dedesi Fatih'in "Nizamı âlem" kânunu gereği padişah kardeşlerinin boğulması âdetine uymadı. On iki yaşında bulunan körpecik Mustafa'nın canını bağışladı. Bazıları, bunun insanî duygularla değil, zaruretten yapıldığını iddia ederek, "henüz padişahın çocuğu olmadığı için, onu bağışlamıştır. Zira ileride de bir şehzade dünyaya gelmez ise hanedanın kökü kesilirdi!" diyorlar. Ve şunu da ilâve ediyorlar: "Daha sonraları Mustafa'yı öldürtmek istemişse de, araya girenler mani olmuş", padişaha mâni olmak kolay mı acaba?

Sultan Ahmed'in işe kansız başlaması milleti çok memnun etmişti. Hele de, sekiz sene önce babasının boğdurttuğu, 18 veya 19 şehzadenin çığlıklarını kulaklarında hisseden İstanbullular sonsuz sevinç duymuşlardı.

Ciğerparesi evladını, can kardeşini öldüren, öldürten insanların acısını ölçebilme imkânımız mevcut değil, ama şayet olsaydı, hariçten üzülen insanların kat kat üstünde olacağına şüphemiz yoktur.

Sultan Birinci Ahmed için, bir kişinin (Reşat Ekrem Koçu) okuma yazmayı bile zor becerdiğini yazmasını ciddiye almıyoruz. Çok dindar olduğu, mükemmel bir tahsil görerek, çocuk yaşında iyi derecede Arapça ve Farsça öğrendiği, "Bahtî" mahlâsıyla şiirler yazdığı anlatılır.

14 yaşında bulunan Sultan Ahmed, babasının ölümü duyulmadan tahta oturur, hemen bir Hattı Hümâyun gönderir, Vezir Kasım Paşa'ya. Kasım Paşa sadâret kaymakamıdır; ömründe bu kadar şaşırmamış ve korkmamıştır herhalde. Hatt-ı Hümâyun dev uluması gibidir. "Sen ki, Kasım Paşa'sın! Babam Allah emriyle vefat eyledi ve ben taht-ı saltanata cülus eyledim. Şehr-i muhkem zabteyleyesün, bir fesat olursa senin başın keserim!"

Pâdişâh Sultan Mehmed'in hastalığını bile duymayan Paşa, şaşırır. Bu bir deneme midir, gerçek midir? Anlayamaz. Anladığı zaman gidip, yer öper, sonra devlet erkânını saraya davet eder.

Biat merasiminden sonra Üçüncü Mehmed'in cenaze namazı kılınır; Ayasofya'da, babası Üçüncü Murad'ın yanına defnedilir.

Sultan Ahmed'in ilk icraatlarından hayırlı bir iş anlatılır. Venedikli Vali kızı Valide Safiye Sultanı, Topkapı Sarayı'ndan Bâyezid'de bulunan Eski Saray'a nakl ettirir. Bu Safiye Sultan ki, oğlu Üçüncü Mehmed'i bir hayli sıkıntılara sokmuştu. Esir olarak Türk korsanlarının eline geçip, İstanbul'a getirilip, Manisa'daki Şehzade Mehmed'e hediye edilen bu genç ve güzel kız; onun eşi olmuştur. Kocasının ölümünden sonra Valide Sultan olunca, zaten alışık olduğu siyasi davranışlarıyla sarayda hükmünü yürütüp, devlet için faydalı olmayan faaliyetlerde bulunuyordu. Eski Saraya gönderilerek siyasetle ilişiği kesildi. Kendisiyle beraber bütün yardımcıları da Eski Saray'a gönderildiler.

Birinci Ahmed tahta oturalı bir hafta dolduğu halde cülus bahşişi dağıtılamamıştı. Sultan Mehmed'in son günlerinde sadrâzam yapılan Malkaçoğlu Ali Paşa'nın getireceği Mısır vergisindeydi gözler. Malkoçoğlu Ali Paşa geldi ve Divân-ı Hümâyuna girip işe başladı. (29.12.1603)

Biraz garip, ama gerçektir! 23 Ocak 1604'te Sultan Ahmed'in saltanatının 33. gününde mütevâzi bir sünnet düğünü tertiplenir. Daha önceleri yapılan ve dünyayı hayrette bırakan şaşaalı, şehzade sünnet düğünlerine hiç benzemez. Sultan Ahmed, herhalde utandığından olacak, bu işi sessizce halleder. Hattâ makası görünce bile ağlamaya teşebbüs etmez! Böylece, erkekliğe ilk adımını atan pâdişâh, aldığı yaranın hafif ağrısını atlatmağa çalışırken ağır bir hastalığa yakalanır. Bu çiçek hastalığıdır. Hastalığın duyulması bütün memlekette endişelere sebep olur ve gelen bayram da, "geleneksel olan şenlikler yapılmaksızın üzüntü içinde geçer." (Hammer)

Ali Paşa'nın Almanya Seferi

Malkoçoğlu Ali Paşa istemediği halde Almanya cephesine yollanır. Genç Sultan'ın ağzından çıkan söz namludan çıkan kurşun gibidir, geri dönmez.

"Elbette senin cânib-i küffara serdar olup asker ile gitmen lâzımdır. Bu babda bahane eylemeyüb acele tedârik görüp çıkasın."

Koca Malkoçoğlu Ali Paşa'nın diyecek sözü olamaz, serdarlığına karar verilmiştir. Fakat Paşa yolda ölür. "Sadrâzam kahrından ölmüştür" diyen Hammer'e inanmıyoruz.

Malkoç Yavuz Ali Paşa kan dökmekten hoşlanan vicdanı kıt bir insandı. Yanında, özel cellâtlarıyla gelmişti. Kahrından ölmesi için, önce biraz hissiyatı olması lâzımdı! Malkoç Ali Paşa'dan sonra onda işe yarama fırsatı bulamayan Mühr-ü Hümâyun Lala Mehmed Paşa'ya verildi. (5 Ağustos 1604)

Lala Mehmed Paşa bu sıralarda Belgrad'da serdar kaymakamı idi. Rumeli Beylerbeyi iken Avusturyalılara karşı Budin'i müdâfaası çok başarılıydı. Macaristan serdarlığı da yapan Paşa bir hayli tecrübeli ve sevilen bir komutan idi. onun Vezir-i Âzam yapılması, Garp cephesi serdarlığına verilmesi orduda sevinç meydana getirdi. Bu meyanda, düşman tarafı hiç memnun olmadı. Az çok Lala Mehmed Paşa korkusu taşıyan Avusturyalılar, onun Belgrad'dan Budin'e doğru gelmekte olduğunu öğrenince, Peşte Kalesi'ni terk ettiler. Peşte Kalesi savaşmadan, Lala Mehmed Paşa'nın adına teslim edilmiştir. (25 Eylül 1604)

Savaşlarımız, artık hep Avusturyalılarla. 15/16 Ekim'de Vaç Kalesi işgal edildi. 18 Ekim'de Estergon kuşatıldı. Bazen aynı kale adları tekrarlanıyorsa bunun sebebi, o kalelerin el değiştirmiş olmasıdır.

Üç Kasım 1604. Padişahın sünneti üzerinden tam dokuz ay on gün geçmiş, kendisi de 14,5 yaşına gelmiştir. Eşi Mahûruz Haseki nur topu gibi bir şehzade doğurur. Sultan Ahmed baba olur. Çocuğa "Osman" adı verilir. O da 14 sene sonra babası gibi pâdişâh olacak ama bahtlı olmayacaktır. Genç Osman olarak çekeceği çileler onu doğduğuna pişman edecektir...

Kasım Paşa'nın İdamı

Şark cephesi de, Garp cephesi de, Anadolu da kaynamakta, İstanbul'a gelen haberler pâdişâhı şiddetle sarsmaktadır. Eski sadâret kaymakamı Kasım Paşa, Sultan Ahmed'in ilk cülus günü gönderdiği Hatt-ı Hümâyunla titremişti. Şimdi ise, Anadolu'da haksızlıklar yaptığına dair haberlerle saray çalkalanıyor ve pâdişâh onu derhal İstanbul'a çağırıyordu.

"Kasım Paşa Ankara'ya varınca reayaya salmalar saldı ve Celaliler gibi halktan vergi almaya başladı. Bunu duyan padişahtan katline ferman çıktı." Kasım Paşa dönmek istemez ise de, padişah çeşitli vaatlerle ikna eder ve İstanbul'a getirilir. Bir gün kaymakamlık makamında kalır, ertesi gün, padişah divan toplantısı yapar. Şeyhülislâm da bu toplantıda hazır bulunur.

Padişah, asi paşaya sorar:"Neden emrime itaat etmedin?"

Zavallı Kasım Paşa! Padişahın ilk fermanına muhatap olduğu gün, şaka sanmış Pâdişâh tarafından gönderilen Kethüda'ya, ipekli kumaş için de getirdiği Hatt-ı Hümâyun'a bakıp sormuştu: "Bu okunmaz yazıyı sana kim verdi? Bu Pâdişâh yazısı değil!" İnanamadığı yazının Pâdişâha ait olduğunu anlamak için Kızlarağasına şu cevabı yazmıştı. "Bu abd-i zâife bir hatt-ı şerif getürdiler; aslını bilemedük; yoksa garez bizi imtihan mıdur yahut bir murâd yiri mi vardır? Def-i şübhe buyurunuz."

O zaman uzaktaydı şimdi yanında. Konuşan dili lal olmuş Kasım Paşa'nın böyle bir çocuğun tuzağına düşen haline acıyordu hiç ses çıkarmıyor. Zaten, söyleyeceği hiçbir söz durumunu değiştiremeyecekti.

Şeyhülislâm Efendi'ye soruldu: Devlete asi olanın cezası nedir?

Verilen cevap, Kasım Paşa'nın hayatının sonunu getirdi. "Arnavud soyundan, çok çevik ve hareketli bir adamdı" diyor Peçevi. Son hareketi yere düşen başı ile yaptı Kasım Paşa; duyanlar ve görenler devlete âsi olmanın sonu bu imiş dediler. Çünkü Kasım Paşa'nın cesedi hemen yok edilmedi. İbreti âlem için bir gübre beygirinin üzerine konarak gezdirildi; kâfi derecede teşhir edildikten sonra Edirne kapısında bir hendeğe atıldı. Herhalde genç padişah, "çocuktur, bununla istediğimiz gibi oynarız" düşüncesinde olabilecekleri dikkate alarak azametini göstermek istiyordu. Kasım Paşa'dan sonra Sarıkçı Mustafa Paşa'yı aynı vazifeye tayin etti ve ona:

"Eğer senin de bir fenalığın ortaya çıkarsa, şu yatan adam gibi kılıcıma uğrarsın." dedi. Sarıkçı Mustafa Paşa ne gördüğü manzaradan, ne de pâdişâhın tehdidinden bir ders aldı.

Diğerinin yoluna kendisini hazırlamak için elinden geleni yaptı. İdarede meydana getirdiği önemli tayinler, birçoklarına göre biraz radikal hareketlerdi. Bütün amacı taraftar teminiydi belki ama, ölü bir insana hiçbir taraftarın desteği fayda vermezdi! Gerçi, Sarıkçı iyi tayinler yapmış, iki kişiyi de saraya dâmadlığa kabul ettirmişti ya, onların da faydası olmadı. Hatta ortalığı karıştırdı. "Sarıkçı Paşa tebaaya zulüm yapıyor" diye padişaha şikâyetler ulaştı. Bir kılıçlık iştir alt tarafı. Sarıkçı'nın sarıklı başı vücudundan koparılarak hayatına son verildi.

Sarıkçı Mustafa Paşa'nın cesedi de saygı görmedi. Başından ayrılan vücudu Kubbealtı'ndaki çeşmenin önüne sahipsiz bir bohça gibi bırakıldı. Kaymakamlık makamına Sofu Sinan Paşa tâyin edildi.

Birinci Sultan Ahmed'in çocukluktan sıyrılma günleri çocukça olmayan olayların içinde geçiyor. Bir oğlu dünyaya gelmiş Osman adını almıştı ya, kısa zaman sonra ikinci defa bir erkek çocuğa baba oldu. Bu ikinci oğulun adı "Mehmed" kondu.

Umûmi Manzara

Lala Mehmed Paşa Vezir-i Âzam'dır ve Garp Serdarlığı göreviyle Almanya cephesinde savaşlar yapmaktadır. Cağaloğlu Sinan Paşa Şark Serdarı olarak İran'da savaşıyor, Nâsuh Paşa Celâli Serdarı. Lala Paşa'dan gelen haberler iyidir. İran'dan gelen haberler de iyi sayılır. Anadolu'da ise Nâsuh Paşa'nın hiç bir başarısı yok. Celâli meselesinin halli aslında çok zordur. Kimi yerlerde halk isyanlardan yakınırken, kimi yerler halkının Celâlileri, sancak beylerinin ve beylerbeyinin idaresine tercih ettiği haberi geliyor. Devlet ne yapacağını bilemez durumdadır. Orta Anadolu'da ve daha doğularda faaliyet gösteren Celâliler, Bolvadin'de Uzun Halil adlı bir reisin emrinde toplanmışlar, devlet kuvvetlerine göz açtırmıyorlar.

Divan toplanır, işin hâl yolu düşünülür. Nâsuh Paşa başa çıkamadığı için, Anadolu Beylerbeyi Kejdehan Ali Paşa'ya, Nâsuh Paşa'yla birleşmesi emri gönderilir.

Celâliler Bolvadin'in güneyindeki bir köprübaşını tutmuşlar, Osmanlı ordusu köprünün beri tarafında; yapılan vuruşmada,Celâliler, orduyu bozar (12.11.1605). Canını kurtarmak için meydanı terk edip Seydişehir'e kaçan Nâsuh Paşa, suçu Ali Paşa'nın üstüne atıp paşanın başını kestirir. Ali Paşa'nın idam edilmeden önce padişaha, Celâlilerle uğraşmanın beyhude olduğunu söylemesi, merak uyandırır ve Padişah Anadolu'yu görmek ister. Bursa'ya gider. Ecdat kabirlerini ziyaret etmenin ötesinde bir şeye yaramayan bu seya¬hatten dönen genç Sultan, Eski Celâli Reisi Vezir Deli Hasan Paşa'yla kardeşlerini Belgrad'da idam ettirir.

Deli Hasan Paşa'nın paşalığı fahridir veya rüşvettir! Karayazıcı adlı ünlü Celâli reisinin kardeşi olan Deli Hasan Karayazıcı ölünce yerine geçmişti. Maiyyetinde çalışan binlerce kişiyle Anadolu'da terör estiriyordu. Hükümet, paşalık rütbesiyle gönlünü okşayıp, eşkiyâlıktan vazgeçirmiş, sonra da, Batı cephesine göndermişti. Deli Hasan'ın ve bir kaç adamının Celâlilerden koparılmasının çözüm olmadığı gibi, yeni verilen vazife de uygun düşmemiş, uyum sıkıntısı olmuş, sonuç olarak da Nuh Paşa'nın dediğine gelinmiş. Nuh Paşa: "Lakin sonra yüz Deli Hasan peyda olur, hemen bunlara kılıç evlâdır" demişti.

Devlet büyük ve dağınık topraklara hükmediyor. Pâdişâh çok genç, devlet ricali yüz sene önceki kalitede değil. Fakat bu geminin de yüzdürülmesi lâzım! Sinirleri gergin olan mesul şahıslar düzeltme işini, yanlışlıkla bozma yönüne çevirebiliyor. Nitekim Anadolu'daki isyanlar hep düzeltme adına azdırılmıştır. Devlet zaaf içerisinde yalpalamaktadır.

Sadrâzam Lala Mehmed Paşa'nın Garp Serdarlığında Almanya ve müttefikleriyle yaptığı savaşlar, Hıristiyanları iyice yıpratıyordu. Genç padişaha devlet erkânının yaptırdığı önemli hatalardandır; Paşa İstanbul'a çağırılır. Padişahın davetine uyarak gelen Paşa, üç ay sonra tekrar, geldiği yere gönderilir. (21 Mayıs 1605)

Lala Mehmed Paşa Batı'ya doğru giderken, Batı'dan bir gri duman İstanbul yolunu tutar ve hiçbir rüzgârın tesiriyle dağılmadan Osmanlı payitahtına kadar gelir. Bu, Tütün'ün Türkiye'ye ilk yolculuğudur. Söylendiğine göre Amerika Kızılderililerinden İngilizlerin öğrenip dünyaya yaymaya başladıkları bu nesne gittiği her yerde iyi kabul görmüş, Türkiye de, bu acaip şeyi hemen baş tacı etmiştir. Bilahare zararlarının görülmesi üzerine aleyhine fetvalar verenlerin bile lülelerden dumanını nefeslediği bir güzel anlatılır. Bu konuda, Peçevi'den biraz alıntı yapalım.

İstanbul sokaklarının tiryaki lülelerinden çıkan dumanlarla ne hale geldiğini şöyle anlatır:

"Evsâk-u bâzâr da dahi lüle ellerinden düşmez oldu. Birbirinün yüzüne gözüne pof pof deyü esvâk-u mahallâtı dahi kokutdular ve hakkına nice yave eş'yâr nazmidüp bî münâsebet okutdular." (İ.H.D.)

Yani çarşı-pazar esnafı mahalleleri kokutmaya başlamışlar, nice şiirler yazılmış, bu duman hakkında.

Lala Mehmed Paşa'nın Ölümü (24 Mayıs 1606)

Devlette iyi giden tek işin, Batı cephesindeki Lala Mehmed Paşa'nın başarıları olduğunu görmüştük. Lüzumsuz yere İstanbul'a çağırılıp, üç ay sonra tekrar, geldiği yere gönderilmişti. Bu gidişinde "Estergon'u alıp, imparatorla galibâne bir sulhun esaslarını kararlaştırarak müzakere etmesi münasebetiyle, Padişahın fevkalâde iltifatına mazhar olmuş ve Avusturya işini tamamen halletmek üzere o tarafa serdar tayin edilmişti." (İ.H.D.)

Lala Paşa, Erdel Beylerinden Boçkayi ile anlaşarak, onunla Avusturyalılara karşı işbirliğine gidiyordu. Baçkayi Avusturyalıları sindiriyordu. Lâkin!

Pâdişâhın körpe dimağı tabi ki kart paşanın istismarına müsaitti. Kaptan-ı Derya Derviş Paşa Lala Paşa'ya karşı buğzu yüzünden, devletin menfaatini hiçe sayıp tezvirata başlamış. Derviş Paşa için Peçevi diyor ki: "Bazı günler saadetlü Pâdişâh Derviş Paşa'yı Hasbahçe'de alıkor ve onun telkinleri ile hareket ederdi. Ertesi gün birden bire büyük bir olay meydana gelirdi. Hatta işitirdik ki, Valide Sultan hazretleri oğluna, onun sözüne ve düşüncelerine aykırı iş yapmayacağına dair annelik hakkı üzerine yemin verdirmiş."

Osmanlı Devleti'nde kadınların söz sahibi olduğu zamanlarda, hiç iyi netice vermeyen kararların alındığı görülmüştü. Daha çok, kendilerine yakın saydıkları kişilerin menfaatine yönelik hareketleri devlet menfaatine aykırı düşüyor, neticede devlet adına hayıflanılan durumlar ortaya çıkıyor. Şimdi de, genç pâdişâh sözünü kıramayacağı anasının tesiriyle iş yapmaktadır.

Peçevi'nin dediğine göre; bir gün Derviş Paşa, Lala Paşa'nın Avusturya işlerini bırakıp gelmesi yönünde padişahın aklını çelmiş. Derhal bir emir ulaşmış Lala Paşa'ya; bu emir, İran seferine gönderileceği hakkındadır ve şöyle demektedir Yüce Sultan:

"Senün Aceme Serdar olman gerektür. Hemen, yerüne Ungürus'a kimi serdar edersen et ve kendün Acem'e gitmek içün hazırlan!"

"Emir Pâdişâhındır" der Paşa ama neredeyse aklını oynatacak. "Bu yıl umulur ki Ungürus taraflarında Boçkay Kralın ortaya çıkışı sayesinde istenildiği biçimde barışa kavuşulur ve Beç kâfirin atalarının verdikleri haraca kesilir" demeye ancak gücü yeter.

Pâdişâh tekrar, "Emrim üzere tedarikte ol" diye ferman buyururlar. Paşa, Peçevi'ye anlatır: "Gelelidenberi saadetlü pâdişâhı tamamıyla fikrime bağlamıştım. Bir süreden beri Derviş Paşa'nın aleyhimde çalıştığını bilirdim. Ne kadar yüzüne güldümse sırf bu yüzden yapardım. Şimdi açıkça söyleyeyim ki, maksadım Ösek'e vardıktan sonra Drava suyu boyunca ilerleyip Vişigrad'ın üst yanından Mekomani'ye geçeyim. Boçkayi de öte yandan Pasen'i geçip Beç altına gelsin ve orada ikimiz buluşalım. Böyle olsa Nemçe’de memleket mi kalırdı ve karşımızda düşman mı kalırdı? Şimdi korkum şudur ki, Boçkayi'ye ve Macar kavmine yüz vermezler ve benim on iki senelik emeğim boşa gider." diyerek gözyaşları döktü."

Lala Paşa, padişahın davranışına aşırı derecede kırıldı, hasta oldu. 12 Şubat Pazar günü Belgrad'dan hareket edip 16 Mart'ta İstanbul'a geldi. Hastalığı devamlı artıyordu. Tedavisiyle uğraşan Portekizli doktorun ilacına zehir kattığı söyleniyordu ve bunun tertipçisi olarak gösterilen isim de Derviş Paşa'dır.

"Lala Paşa ölümüne yakın, Uzun Kâtip isimli, padişahın çok sevdiği adamla padişaha haber gönderip dedi ki:

"- Benden Saadetlü Pâdişâhın eteğini öpesin ve vasiyetimin şu olduğunu söyleyesin. Altı tane saçı bitmedik, ana sütüne muhtaç yetimim var. Bunları el kapısına muhtaç etmesin; her ne ihsan ederse Hazret-i Hak bin o kadar eylesin."

"Ağa, Pâdişâhın huzuruna ağlayarak vardı." Ne ağlarsın buyuruldu. Ağa:

"Pâdişâhım şöyle Karadağ gibi bir vezirin gidiyor, ne haline inanan oldu, ne de kadri bilindi."

Pâdişâh:"Ol giderse yerine bir dahi gelir."

Ağa:"Pâdişâhım onun yerini tutanı buluncaya kadar çok vezir değiştirirsin." Deyince

Pâdişâh öfkelendi:"Hele nakit varlığına el konulsun, diğer eşyaları alınmasın." dedi.

Fakat Derviş Paşa, Lala Paşa'nın her şeyine el koyar. Peçevi onbeş sene yanında vazife yaptığı Derviş Paşa'yı uzun uzun iyilikleriyle anlatıyor, Derviş Paşa'nın da merhametsizliğinden fazlaca yakınıyor.

İ.H. Danişmend Lala Paşa'nın memlekete çok hizmet ettiğini devşirmelerin en iyilerinden olduğunu yazıyor. Uzunçarşılı da Sultan Ahmed'in Lala Paşa'ya yaptığı vefasızlığı çok görüyor.

Bilhassa Peçevi uzun yıllar maiyyetinde çalışıp, çok sevdiği Lala Mehmed Paşa'nın gördüğü muameleye çok içerlemiştir. Sultan Ahmed'i açıktan suçlayamayıp, öfkesini Derviş Paşa'yı kötüleyerek alıyor. Biz de, padişahın yaşının küçük, tecrübesinin kıt oluşu hatalar işlemesinin sebeplerindendir, diyoruz:

Derviş Paşa'nın Sadrazamlığı

Lala Paşa'nın devlete yaptığı hizmetlerinin aksamasına, sonra da ölümüne sebep olan Derviş Paşa'dır. Hastalığına bile inanmamış, padişahın dahi inanmamasını sağlamıştı. Gayretinin semeresi olarak, ölen Paşa'nın makamını devraldı. Padişahın henüz pişmediği, iyi ile kötüyü net olarak seçemediği belli oluyor.

Derviş Paşa'nın sadrazamlığı millete de, devlete de, kendisine de yaramaz. Millet sevgisinden yoksun, hizmet aşkını tatmamış, devlete bağlılığı şahsi menfaatinden zayıftır.

Sadârete geçer geçmez, evlerin balkon vâri çıkıntıları için 1000 akçe vergi almaya başlar ve kadınların şiddetli nefretlerini kazanır. Onların dış dünyaya açıldıkları tek yerdir orası. Gücü yetmeyenler, balkon sefasından vazgeçmeye mecbur kalır. Bu Paşa cimriliği yüzünden kendisine de hiç yaramamıştır. Millete yaranamayışı da uzun hikâye. Onun çok dikkat çekici olayın, olayların şahidi Peçevi'den, kısaltarak alıyoruz.

Bir ikindi vakti beylerbeyilikten azledilmiş nur yüzlü bir ihtiyarı yanına çağıran sadrazam, "Senin oğlun davul ve sancak sahibi bir mirliva imiş, ondan şikâyetçiler geldi" der. İhtiyar ne yapsın, "Elimden bir şey gelmez" der. Derviş Paşa der ki, "Senin elinden gelmezse benim elimden gelir" ve orada ihtiyarın başını kestirir. Güya suçlu oğlun cezasını babasına çektirir.

Peçevi'nin "Velinimetim, Efendim" dediği Lala Mehmed Paşa'dan dolayı Derviş Paşa'ya kini fazladır. Onun kirli çamaşırlarım teşhirden büyük zevk alıyor.

Derviş Paşa'nın Ölümü

Paşa'nın diğer kötülüğü cimriliğinden kaynaklanır ve ölüm sebebidir. Uzun sözlerle anlatılan son cimriliği şöyle: "Devletin en önemli makamının sahibiyim, şanıma uygun bir köşk yaptırayım" der; vekilharcı bir Yahudi’yi bu işle görevlendirir. Bir gün Yahudi sarraf elinde hesap defteriyle önünde dikilir, masrafların dökümünü Paşaya saymaya başlar, "Bu kadar borcun oldu" der. Paşa, ahiretini satarak biriktirdiği paralarına kıyamaz, Yahudi'ye hiddetle bağırır. Yahudi sarraf kurnaz tilkidir, işin sonunun nereye varacağını anlar, hemen tavrını değiştirir. "Aman Sultanım, der, bu benim size hediyemdir. Para istediğim yok." Ama plânını hazırlamıştır. Henüz tamamlanmamış olan köşkün inşaatı ikmâl edilirken pâdişâhın sarayına bir tünel kazdırır, sonra, pâdişâhın bu tünelden haberdar olmasını sağlar. Pâdişâha gönderdiği haber bir suikasd ihbarıdır. Paşa bu tünelden saraya gelerek Pâdişâhın hayatına kastedecektir. Suçu sabit görülen Derviş Paşa, Şeyhülislâm fetvasıyla, bostancılar tarafından boğularak öldürülür. Bu ölüm haberi İstanbul'da zafer müjdesi gibi sevinçle karşılanır. Böylece Derviş Paşa hileyle ortadan kalkmasına sebep olduğu Lala Paşa'dan 5 buçuk ay sonra, günahlarıyla beraber dünyadan göçer. (9 Aralık 1606)

Lala Mehmed Paşa demişti ya, "Benim yerime geçecek adam benim yaptığımı yapamaz, 12 senelik emeğim boşa gider." Gerçekten de öyle oldu. Osmanlı Devleti, Lala'dan sonra Avrupa'da ağırlığını kaybetmeye başladı ve ağır bir andlaşmaya imza koymak zorunda kaldı.

Zitvatorok Barış Antlaşması (11 Kasım 1606)

Sultan Birinci Ahmed devrinin önemli olaylarından sayılan bu tarih, karşı taraf için ne kadar sevindirici ise beri taraf içinde o derece üzücüdür. Şimdiye kadar yapılmış olan barış anlaşmalarında, Osmanlı Devleti -yenik durumda olsa dahi- ağabey rolü oynardı. Zitvatorok barış görüşmelerine Avrupa beynelmilel hukuku geçerli olacak usulde başlandı. Bir üstünlük işareti sayılan ibare tabii ki karşı taraf için zül idi ama bunu mevcut şartlarda düşünebilen mi vardı ki? Bu gün bile geçerli olan durum kime meçhuldür. Dünyanın süper devleti hangi devletle kendisini eşit seviyede görüyor? Hammer şu ibareden pek fazla rahatsız "Osmanlı Avusturya ahidnâmelerinde şu hakaretamiz tabir bulunuyordu: "Daima muzaffer olan Padişah tarafından daima mağlup olan Viyana bîdinine lütfen ihsan buyruldu." Hakikaten, insan böyle sözleri kendi milleti, memleketi için kabul edemez. Ne çare ki kabuller ve redler gönül işi değil, kuvvet işidir. Osmanlı Devleti Başpehlivan olmanın keyfini epey sürmüş ve buna alışmıştı; ne çare ki her şey bir düzende gitmiyor.

Zitvatorok barışına zayıf girdi Osmanoğlu. Anadolu topraklarında Celâlilerin zayıf düşürdüğü Osmanlı askeri, Avrupa topraklarında dağılan Osmanlı askeri, kırılan devletin gururu! Gururun düşünüleceği günler değil, zayiatın en azla geçiştirileceği günler yaşanıyor.

Teklif pâdişâh tarafından değil düşman tarafından geliyor, ya kabul et, ya da barış olmasın, karşı tarafın meselesi bu kadar basit. Osmanlı Devleti'nin barışa ihtiyacı kangren olan bir uzvun kesilmesi kadar ciddi. Kaleden kaleye atlayıp, her birini yiğitçe sahiplendiğimiz şehirlerden ve Tuna'dan uzak olmayan bir yerdir. Zitvatorok. Orada toplandı atlı kişilik Türk heyeti ile Avusturya heyeti.

Seçilen heyetler 17 maddelik andlaşma metni için üç hafta uğraştılar. Bu metinde yer alan maddelerden biri ile Avusturya her sene ödemekte olduğu 30 bin duka altım bundan sonra ödemeyecek. Bir diğeri, Devletlerin başları bundan sonra eşit olacak. Avusturya Kralına artık "İmparator" denecek. Öbür maddelerde ise bunlara benzer denklik hâkimdi. Osmanlı Devleti'nin üstünlüğü tamamen ortadan kalkmış oluyordu. "Bazı tarihçilere göre bu antlaşma, on yedinci asrın başında Macaristan'ın Osmanlı idaresinden ayrılışına ve Osmanlı Devleti'nin gerileyişine bir işaret sayılıyordu."

"Şaşılacak İşlerden"

Şu yukarıdaki başlık Peçevi'nindir. Hayretine giden bir tartışmayı aktarıyor; bizim de merakımızı mucip oldu, naklediyoruz: Peçevi de bunu Hasanzâde Tarihi'nden almış: Sultan Ahmed bir gün toplantı tertip etmiş. Şeyhülislâm Sunullah Efendi, Hoca Efendi, büyük vezirler, kazaskerler hep huzurdalar. Pâdişâh, kışın gelmekte olduğunu, sefere çıkmıyacağını söyleyince Sunullah Efendi ordunun bir aydır Üsküdar'da beklediğini hatırlatıp, askerin oradan dönmesinin itibar sarsıcı olacağını, Sultan Süleyman'ın sefere nasıl çıktığını filan anlatır. Pâdişâh: "O zamanın şartları öyle gerektiriyormuş, bu zamanın şartları böyle" diye cevap verir, tartışma uzar ve sıra para meselesine gelince Sunullah Efendi: "Bari iç hazineden sefer zahiresi satın alınması için bir miktar para verilemez mi?" deyince, Pâdişâh: "Hazinede para yoktur, nerden verilsin?" der. Sunullah Efendi: "Mısır hazinesinden inayet buyurulsa olmaz mı?" deyince, Pâdişâh: "Mısır hazinesi bizim harçlığımızdır, ondan nasıl verilir?" buyururlar.

Sunullah Efendi pes etmek niyetinde değildir. Tarihi bir misal verir: "Rahmetli atanız Gazi Sultan Süleyman Han, Zigetvar seferine giderken sarayda ne kadar altın ve gümüş kabkaçak varsa darphaneye verdiler ve para kestirdiler, savaşta onu harcadılar. Düşmandan öç almaya çabalamak, din ve devletin namusundandır." diyerek, fazilet dersi verir:

Pâdişâh biraz sinirlenerek Şeyhülislâm'a şöyle seslenir: "Sen benim sözümü anlamıyorsun, ancak zaman zamana uymaz ve o zaman bu zamana kıyas olunamaz. O vaktin zorunluluğu, o imiş ve öyle yapmışlar, o vakti bu zamana niçin misal gösterirsin?"

Bu, biraz kısaltarak verdiğimiz tartışmadan sonra, Sunullah Efendi başından olmaz. Sadece şeyhülislâmlıktan azledilir.

Bu olayın Derviş Paşa'nın sağlığında meydana geldiği, hatta Şeyhülislâm Sunullah Efendi'nin Derviş Paşa'yı savaşa yollamaya çalıştığından dolayı öfke oklarına hedef olduğu Hammer tarafından naklediliyor. Ve bundan sonra Sunullah Efendi Sadrâzam tarafından düşman ilân edilmiştir. Bunun sonucu olarak görevden alınan Sunullah Efendi'nin yerine Ebul Neyâm'ın ikinci defa getirilmiş olduğu söyleniyor. Hammer Nâima'dan naklettiği bu sahneyi devam ettirirken şöyle yazıyor:

Ulemâ, Vezir-i Azam kendilerine müsait bulundurmak için, askeri harekâtı İstanbul'dan idare etmesi lâzım geleceğini beyân ederek, onun düşüncelerine revaç verdiler. Hatta içlerinden biri:

"Benim sultânım, sen bir âfitâb-ı halem-tâbım; yerinde otur ve etrâf-ı âleme neşr-i nûr edip cihandan zulmeti ******ür" dedi.

Pek de inanılacak sözler değil. Âdeta pâdişâhla dalga geçiliyor...

Bu görüşmelerden sonra Deli Ferhad Paşa İran ordusu seraskerliğine tayin edildi. Deli denilmesinin haklılığını ispat eden Ferhad Paşa askerle geçinemedi.

Kuyucu Murad Paşa

Sultan Ahmed'in saltanatını sarsan, ona gençliğini yaşatmayan, saltanatın sefasını sürdürmeyen en mühim sebeplerden biri Anadolu'daki isyanlardır. Kendisinden önce başlayan, kendi zamanında iyice alevlenen bu isyanlar, ona bir ağabey ve bir baba kaybına sebep olmuştu. Gerçi bu olaylar başına gelmeseydi, pâdişâh tacı da belki geçmeyecekti ya!

Celâli İsyanları denen ayaklanmalarda, babası Üçüncü Murad'ın askerleri başarı sağlayamadıkça kahrolan Şehzade Mahmud, babasından Anadolu'ya serdar olmayı isteyip, şimşekleri üzerine çekmişti. Babasının "Bu işi nasıl halledeceksin?" demesi üzerine "Kılıcımla ve nasihatle" diye cevap vermiş de, Baba, evladının kendisine de baş kaldıracağı vehmiyle oğlunun başını ortadan kaldırmıştı. Küçük bir delikanlı olan Ahmed, o zaman çok üzülmüştü. Şimdi Celâliler bütün şiddetiyle Anadolu'yu kasıp kavuruyordu. Halkın ezilmişliğine çare olmak niyetiyle ortaya çıkan isyancıların etrafı o kadar kalabalıklaşmış ki, küskün sipahilere ilaveten, ipten kazıktan kopma ne kadar serseri varsa, eline silah alıp dağa çıkmıştı. Kendi kötü arzularını tatmin için en kötü fiillere teşebbüs ediyorlardı. Köylülerin mallarına, canlarına, namuslarına saldırıyorlar, karşılarına çıkan devlet kuvvetlerine saldırıyorlar, devleti zaafa uğratıyorlardı. Osmanlı ordularının doğuda ve batıda başarısız olmaları, biraz da memleketin kendi içindeki bu çalkantılardan ileri geliyordu. Tecrübeli ve devlet mefhumuna aşk derecesinde bağlı olan Kuyucu Murad Paşa, Anadolu'daki ayaklanmaları bastıracak yegâne unsur olarak görülür. Aslen Hırvat olup İslâmiyete sonradan giren Murad Paşa'nın, Karaman Beylerbeyi iken katıldığı bir savaşta Safevilerle çarpışırken atından bir kuyuya düşmesi, ona "Kuyucu" lâkabını verdirmişti. (1590) Bazıları "Anadolu'da öldürttüğü insanları kuyulara doldururdu, ondan adı böyle anılır oldu" dese de işin aslı yu-karıda söylendiği gibidir. Amma, ikincisi de yakışmaz değil!

Nakşibendi tarikatına mensup, çok dindar bir insan olarak anlatılan Murat Paşa'nın ne olduğunu tam anlayabilmek kaabil değildir. Haftada bir Kur'an hatmetmesi, savaşta bile günlerinin çoğunu oruçlu geçirmesi, devlete sadâkati artıları olarak kitaplara geçen Paşa'nın, gaddarlığının üstünü örtmek mümkün olamıyor. Yalnız, bu gaddarlığının tevil ******ürür yanları aranırsa bulunabilir. (Düzendir)

Peçevi, Murad Paşa'ya gelen Hatt-ı Hümayunu ve Paşa hakkındaki görüşünü şöyle yazar:

"Sen ki, vezirim Murad Paşasın, hiç kimsenin telkini ve ricası olmadan sadece kendi arzumla sana Vezir-i âzamlığı verdim ve Mühr-ü Hümâyunumu gönderdim. Umarım ki, Cenab-ı Hak her işinde yardımcın olur. Göreyim seni, her işte nasıl çalışacaksın?"

"Cihada alışkın ve yaradılıştan adaletle yoğrulmuş olan Murad Paşa" bu müjdeyi Zitvatorok andlaşması yapılırken almıştı. (9 Aralık 1606)

Şimdi kısaca değineceğimiz, Zitvatorok andlaşmasının asıl sebebidir. Daha doğrusu, Türk tarafını tavizkâr olmak mecburiyetine iten sebep. Anadolu'da, çapı fazla dikkate alınmayan Celâli İsyanları Haçova Meydan Muharebesi'nde (27 Kasım 1596) önce bir bozgun yaşanmıştı. Amirlerinin emriyle geri çekilen askerden etrafa dağılanlar olmuş, Sadrâzam Cağaloğlu Sinan Paşa üç gün yoklama yaptırmış, bulunmayan asker için görüldüğü yerde vurulmaları emrini çıkarmıştı. Bundan sonra o, hazır olmayan 30–40 bin asker Anadolu'ya geçip Celâlilere katılmış ve Celâliler düzenli devlet ordusundan daha güçlü hâle gelmişti. Anadolu'nun elden çıkma durumu varken, Avusturyalılarla rahat pazarlık yapma şansını düşünmeyip, bir an evvel sulha kavuşmak yeğlenmişti.

Celâliler üzerine gönderilen Osmanlı paşaları arkasına bakmadan İstanbul'un yolunu tutarken, Padişahın uykuları kaçıyordu. Vicdansız ve iradeli bir sadrazamla Celâlileri sindireceğini uman Birinci Ahmed Hırvat dönmesi Kuyucu Murad Paşa'yı seçmekle isabet etmişti. Kısaca, Kuyucu Murad Paşa'nın faaliyetleri şöyle şöyle deyip geçeceğiz. Teferruatıyla anlatılması çok ayrı bir konudur.

2 Temmuz 1607'de Üsküdar'dan hareketle işe başlayan ihtiyar paşanın 5 Ağustos 1611'e kadar süren serdarlığı, bir yanıyla büyük bir temizliğin, bir yanıyla tarifsiz hükümlerin hikâyesidir. "Temizliğin" diyoruz, çünkü Anadolu elden gitmektedir.

Sebeplerin, haklı ya da haksız olmasından ziyâde, mevcut durumun gösterdiği tehlike yönünden bakılırsa, kuvvetli ve vicdansız bir serdarın bu kıyım hareketini yapması lâzımdı.

Bu biraz ölçülü yapılamaz mıydı? İşte, paşaya ateş püskürenler burada ısrarlıdırlar. Her nedense Kuyucu hiç bir ayrım yapmaz, namlusunun önüne gelen herkesi vurur. Yolunun üstüne çıkan herkesi tepeler, çıkması muhtemel herkesin vücudunu ortadan kaldırır. Bu davranışlarında -Hırvat olmasından dolayı- bir Türk düşmanlığı aramak mümkün müdür? Yoksa vazife aşkı ile izahı yeterli mi? Kuyucu'nun vicdanını seyretmek için bir sayfa açıp bakalım, neleri nasıl göreceğiz? Celâli Reislerinin en namlılarından biri Canbolatoğlu; Paşa'ya mektup gönderir, der ki: "İstenen benim vücudumun ortadan kalkması ise, güvendiğin bir adamını gönder, kendi çadırımda kafamı kessin, kellemi mübarek huzurunuza ******ürsün, amacınız eşkıyanın kökünü kazımak ise, Halep! bendenizin üzerinde bırakın ve hep beraber İranlıların üzerine varalım; öncünüz ben olayım; orada kırılan kırılır, kırılmayanların kimini kalelere koymakta, kimini de başka yoldan, kısacası hepsini kolay ve rahatlıkla yok edelim."

Kuyucu Murat Paşa'nın cevabı bir mısralıktır:

"Düşmanı kılıçtan özge aralar gördün mü hiç?"

"Bir kez Celâli bayrağının dibinde toplanmış bulunanları, pâdişâh bayrağı dibine gelenlere katmadı, tövbe ve itaatini kabul etmedi. Kesinlikle eşkiyaya güler yüz göstererek kendine çekmek yoluna gitmedi."

Yine Peçevi'den, Canbolatoğlu'nu seyredelim.

Kuyucu'ya ricasını kabul ettiremese de tuttuğu işten pişmanlıkla dönen Canbolatoğlu bir yolunu bulup pâdişâhın yanına gelir, padişahın iltifatlarına mazhar olur; Timaşvar Sancakbeyliği görevine atanır.

Orada, Canbolatoğlu iki sene çok başarılı hizmet görür. Herkese kendini sevdirir. Fakaat! Kuyucu bu haberi alınca, "Canbolatoğlu Celâlilerden olduğu halde neden sağ kalır?" deyip, Pâdişah'a rağmen ölümünü gerçekleştirir.

Gerçi, bir savaşta attan kuyuya düşmesi ile Kuyucu lâkabım aldığı söylenir, fakat bu esas kuyuculuğundan önemli değildir. Onun hâlâ bu türlü anılmasını Peçevi şöyle anlatır:

Anadolu'da yakaladığı Türkleri "Kuyu başında çöktürdü ve birer birer boynunu vurdurdu ve bu yolla her gün bir iki kuyu dolardı. Akıbet Kuyucu Paşa deyip dünyaya velveleler verdi."

Bir de İ.H. Danişmend'in Naima'dan aldığı sahneyi görelim. Bir gün otağının önünde iskemlesinde oturup kuyulara insanların dolduruluşunu seyrederken, ileride, giden bir atlının terkisinde küçük bir çocuğu görmüş. Hemen, demiş, alın getirin şu çocuğu. Çocuk getirilir, ufacık bir sabidir. Aslı-nesli araştırılır Paşa'nın emriyle ve anlaşılır ki fakir bir çalgıcının küçük oğludur. Paşa acı acı gülüp: "Vay, der. Baban Celâlileri güldürürdü!" Hemen cellatlara emreder: "Urun boynunu!" Cellatlar: "Bu sabiyy-i masum nice öldürelüm?" deyince, yeniçerilere, onlar da yüz çevirince iç oğlanlarına emretmişse de, öyle bir şenaati hiç biri kabul etmemiştir."

"Oğlancuk meydanda kalup, bu emre uyar bir kimse bulunmadığından Ve-zir-i Pir merrih-i felek-serîr gibi arkasından kürkün bırakıp ve kalkup sabiyi kendü eliyle alup kuyunun kenarına ******ürüp başını burup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya attı."

Murad Paşa iyi idi, kötü idi yorumuna girmeye lüzum yok. Anlatılanlar, yaptıklarıdır.

Okuyucu elbette bir kanaate varır!

Sultan Ahmed'i Celâli isyanlarından kurtaran Paşa'nın öldürttüğü insan sayısı 65 bin ilâ 100 bin arası gösterilir; daha fazla diyenler de var.

5 Ağustos 1611'de ölen Kuyucu'nun, makamına göz diken, Diyarbakır Beylerbeyi Nâsuh Paşa tarafından zehirletildiği rivayet edilir. Öldüğü zaman 76 yaşında, 90 yaşında olduğu gibi çeşitli görüşler bulunur. Şu sözler Paşa'nın sıkça söylediği vecizelerdendir: "Hakim, içten Hazret-i Musa ve dıştan Firavun gibi olmalıdır." Ahmet Yeseviye ait bir söz onun sıkça tekrarladığı sözlerden imiş."

Kâ'be Örtülerinin İstanbul'dan Gönderilmesi (Ağustos 1610)

Osman Gazi zamanından bakılınca, devletin hangi temeller üzerine bina edildiği apaçık görülmekteydi. Oğlu Orhan'a vasiyetinde Osman Gazi "adil ol, iyi adam ol, bütün reayayı eşit olarak himaye et. İslâm dinini yaymaya gayret et. Yeryüzünde hükümdarların vazifesi budur..." demişti. Bütün padişahlarda, iyi bir Müslüman olma, Allah'a hoş gelecek davranışlarda bulunma eğilimi ilk anda dikkat çeken hususiyetlerdendi. Hiçbir Hıristiyan, dinini değiştirmeye zorlanmamış fakat özendirilmiştir. Şunu rahat söyleyebiliriz; Osmanlı Padişahları İslâmiyet’e yürekten bağlı idiler.

Sultan Ahmed'in dindarlığı baş tarafta kısmen gösterilmişti. Onun başlattığı bir yeniliği de burada anmak istiyoruz. Yavuz Sultan Selim Halife sanını aldıktan sonra, kendi ismi işlenen Kâ'be örtüleri Mısır'dan gönderiliyordu. Sultan Ahmed, artık, Kahireli sanatkârların iyi örtü işleyemediğini öğrenmiş ve bu geleneği değiştirmiştir. İstanbul'da işletilen, merasimle yola çıkartılan örtülerin maddi değerinin de bir hayli yüksek olduğu söylenir.

Kâ'be örtüleri 1060 zira tutuyor ve 48 bin dirhem ipekle işleniyordu. 7 Temmuz 1610'da İstanbul'dan gönderilmeye başlanan Ravza-i Mutahhara örtüleri de 910 zira tutup, 17682 miskal altın sırmayla işleniyordu

Sultanahmed Camii'nin Temel Atma Merasimi (4 Ocak 1610)

Eski adı Atmeydanı olan bugünkü Sultan Ahmed meydanında Paşa konakları vardı. Makbul İbrahim Paşa sarayı ve karşısında Sokullu Mehmed Paşa ile Ahmed Paşa'nın konakları. Sultan Ahmed büyük bir cami yaptırmayı arzuluyordu. Bulunan en uygun yerdeki konakları satın alıp yıktırdı. Burada meşhur caminin temeli atıldı. O kadar meraklıydı ki pâdişâh, eteğiyle toprak taşıdığı bile söyleniyor.

Safevilerle Savaş ve Barış

10 Kasım 1611'de Kuyucu Murad Paşa Tebriz'in Kuzeyindeki Arıçay yakınlarında Safevilere sulh teklifinde bulundu. Şartlan kabul olunmadı. İki tarafın da savaşa niyeti olmadığı için birbirini kolluyordu. Geri çekilişinde şerefli olması, önce diğerinin çekilmesine bağlanmıştı. 16 Kasım'da Kuyucu elindeki esirleri iade etti, Safeviler de aynıyla mukabelede bulundular.

Son günlerini yaşamakta olan Kuyucu Murad Paşa Tebriz önlerinden Diyarbakır'a döndü. Bir süre sonra da orada öldü. Kuyucu'nun ölümünden sonra Sadârete Nâsuh Paşa getirildi. İran barış görüşmelerinin yapılması için İstanbul'a elçi gönderirken, "haraç olarak 200 yük altın ve gümüş sırmalı kumaş göndermişti."

Genel görüntü her ne kadar zafiyet resmi verse de, hâlâ eski günlerin ağırlığı anlaşmalara hâkimdi. Safevilerle yapılan sözleşmede şartlar Osmanlı Devleti tarafından dikte ettirildi. Buna göre:

Kanunî Süleyman zamanındaki sınır esas sayıldı. Osmanlı işgalindeki yerler Osmanlı'nın olarak kaldı. Irak hududundaki âsi beylere İran'ın yardım etmeyeceği hükme bağlandı.

İran'dan hacılarımızın geçiş yolu yeniden düzenlendi ve meşhur madde yine yerini aldı. Mezhep taassubuyla Şiilerin ashaba hakaret etmemeleri de bir madde olarak yazıya döküldü.

Başka maddelerinde bulunduğu Osmanlı-Safevi sulh anlaşmasında Sevgili Peygamberimizin sevgili ashabının manevî şahsiyetleri kanun altına alındı. Bunun mânâsı ve sonra, Kâ'be örtülerinin dâhi İstanbul'dan gönderilişi hesap edildikten başka, o devrin Arabistanın'da petrol meselesinin mesele olmadığı da düşünülürse, Türklerin Arapları sömürdüğü yalanını dört asır sonra ortaya atanlar utanmalıdır!

İçki yasağı, Sultan Hanımların düğünleri, donanmanın Malta akını ile 1614 senesine gelindi. Son iki senenin bilinen en önemli olayları bunlar ise gayet sakin yaşanmış sayılır.

Kazakların Sinop Baskını ve Nasuh Paşa'nın İdamı

Ruslar'ın Don Kazakları ile Lehliler'in Dinepr Kazakları; Osmanlı'nın Kırım Tatarları'na mukabil bunlar da Hıristiyan akıncıları mesabesindedir."Hafif gemilerle hareket eden Kazaklar'ın en mühim akınlarından biri de bu sıradaki Sinop Baskını'dır." Sinop o zamanın en gelişmiş limanlarından idi ve bir de ad takılmıştı. "Âşıklar şehri" deniyordu Si-nop'a. "Kölelerin ihanetinden istifade eden Kazaklar kaleyi zaptedip kadınları ve çocukları esir ettikten sonra bir sürü de ganimet alıp şehri yakıp yıkarak kaçıp gittiler."

Kazaklar alelacele kaçıp giderlerken Kırım Tatarları'nın baskınına ve Şakşaki İbrahim Paşa'nın taarruzuna muhatap oldular. Neye uğradığını şaşıran Kazaklar'ın kimi kılıçtan geçirildi, kimi esir edildi.

Kazaklar'ı perişan eden Şakşaki İbrahim Paşa 8 Eylül 1598'de Çanad Kalesi'nin fethinde Belgrad nâzırı iken Fetih'ten sonra Sancakbeyi yapılmıştı. Yıldızının parladığı o gün önemli olmalı ki, Nişancı Abdi Çelebi bir şiirle lâtife yapmıştı:

Şimdi zamane mansıbı ekser şakidedir

İnanmaz isen işte biri (Şakşaki) dedür

Şakşaki İbrahim Paşa'nın Sinop'ta da yaver giden şansı Vezir-i Âzam Nâsuh Paşa'ya yaramadı. Pâdişâh Sinop'la ilgili kulağına gelen sözleri Nâsuh Paşa'ya doğrulatmak isteyince, beklediği cevabı alamadı. Paşa, olayı hiç yaşanmamış gibi göstermeye çalıştı. Pâdişâh işin iç yüzünü tafsilatıyla öğrendi ve bundan sonra Vezir-i Âzam Nâsuh Paşa gözden düştü. Nâsuh Paşa'nın birçok yanlışından biri de Kırım Hanı'nı padişahtan habersiz değiştirmesiydi. Diğer hatalarıyla cem edilen yanlışları Nasuh Paşa'yı önce azil ve sonra da idamla karşılaştırdı. (17 Ekim 1614)

Sultanahmed Camii'nin Açılışı (9 Haziran 1617)

4 Aralık 1610'da temeli atılmıştı. 6 sene 5 ay sonra Mimar Ahmed Ağa anahtarı teslim etti. Cami avlusuna bir "Otağ-ı Hümâyun" kuruldu. Devlet erkânına ziyafetler verildi. Tebrikleri kabul eden pâdişâh erkân ve ulemaya hilatlar, fukaraya sadakalar dağıttı. Atmeydanı diye bilinen tarihi meydan caminin ihtiş***** dayanamayıp adını değiştirdi. O gün bu gündür Sultanahmed Meydanı olarak anılmaktadır.

Bütün selâtin camilerde olduğu gibi Sultanahmed Camii'nin etrafında da zamanın ihtiyaçlarından sayılan yapılar sıralanmıştı. —Medrese, imarethane, dârüş-şifa, tâbhâne gibi.-

Sultan Ahmed, önceki padişahların olgunluk yaşlarında yaptırdığı en büyük eseri gencecikken yaptırmıştı. Sultanahmed Camii'nin ikmalinde padişah henüz 27 yaşını bitirmemişti. 14 yaşının içinde oturduğu Osmanlı Devleti tahtı bir ateş topuydu. Çocukluğa hakkı olmadığını idrakinde taşıyan padişah, yaşının değil tahtın hakkını vermeye çalıştı. İçeride ve dışarıda tokat isteyene tokat, tebessüm isteyene tebessüm ile karşılık verdi.

Sultan Ahmed Pâdişâh olmadan az evvel Tebriz Kalesi Safevilere teslim edilmiş, Nahcivan'ın tahliyesi yaşanmış, Erivan şehri ve Kalesi Şah Birinci Abbas'a boyun eğmişti. Yani demek istenen o ki, saltanata gözünü açarken ve açtığında Safevilerle uğraşılıyordu.

15 Haziran 1617'de İran Seferi için Vezir-i Âzam Halil Paşa Serdâr-ı Ekrem olarak İstanbul'dan Üsküdar'a geçti. Vezir-i Âzam Şark'ta çabalarken Osmanlı-Lehistan sulhu yapıldı.

Lehlilerle anlaşmaya varılan belli başlı noktalar: Kazaklar'ın Osmanlı Devleti aleyhine akınlara girişmemesi, Kırım Tatarları'nın da aynı şekilde Lehistan'a zarar vermemeleri idi. Osmanlı Devleti adına Lehistan'ın Kırım hanlığına ödediği haraca devam edilecek... Bu sulh anlaşmasının tarihi (27 Eylül 1617).

Birinci Sultan Ahmed'in Ölümü (21/22 Kasım 1617)

Sultan Ahmed dindarlığı ile bütün meziyetlerinin önündedir. Ağzına hiç içki koymadığı gibi, bütün memlekette de içki yasağı uyguladığı söylenir. Giyiminde sadeliği sevdiği, bazı padişahlar gibi harem hayatına dalmadığı ifade edilen padişahın Kösem Sultanı'nın sonradan, devletin ve oğlu Muradın başına belâ olduğu da malûmdur.

Padişahlığının hemen ilk günlerinde kadınların saray hâkimiyetine son vermek için büyük anası "Venedikli Bafa" Safiye Valide Sultanı eski saraya nakletmesi hayırla yad edilen işlerindendir.

Kuyucu Murad Paşa eliyle yüz bin civarında Anadolu Türkünün öldürülmesi, devrinin unutulmayan acılarındandır. 14 senelik saltanatı boyunca hiç bir sefere gitmediği de, eksi hanesine kaydedilir.

Öldüğü zaman 28 yaşının içindeydi, geride yedi şehzade bırakmıştı.

Onun unutulmazlığı devlete yaptığı veya yapmadığından fazla camii sayesindedir.

Link to comment
Share on other sites

  • Replies 76
  • Created
  • Last Reply

BİRİNCİ MUSTAFA

(1. Dönem - 22 Kasım 1617)

15qu4.jpg

Osmanlı cihan devleti onbeşinci padişahına şaşkınlık içerisinde kavuşmuştur. Üçüncü Mehmed'in hayattaki iki oğlunun küçüğü Mustafa, ağabeyi Sultan Ahmet padişah olunca hayatına dokunulmadığı için bir karışıklığa sebep oluyordu. Koca Fatih'in evlat katline cevaz veren Şeyhülislâm fetvası, Devletin bekası için şart idiyse de uygulanmamıştı. Şehzade Mustafa birilerinin kışkırtmasıyla gaile çıkarmasın diye de tedbir olarak bir mahpese kapatılmıştı. Kendisine gerekli hizmetçiler ve cariyeler verilerek, dört duvar arasına mahkûm edilen Mustafa, onbeş sene yaşadığı bu tecrit hayatında aklî, fikri gelişmesini sağlayamamıştı. Duyduğu her ayak sesiyle cellâtların ellerini boğazında hisseden bir çocuğun, dünyada ve memleketinde olup bitenlerin merakı içinde, bir an sonrasının boğulmak olabileceği korkusuyla yaşaması delirmesine sebep sayılır.

Aklî muvazenesi tahta geçmesine şer'an mani olsa da, Şehzade Osman padişahlık için daha uygun bulunsa da, bütün gelenekler, usuller, fetvalar bir yana bırakılır; Mustafa'nın padişahlığına karar verilir.

Darüssaade Ağası Sultan Mustafa'nın durumunu en iyi bilenlerdendir. Şeyhülislâm Esad Efendi'yle Sadâret Kaymakamı Sofu Mahmud Paşa'ya, aklından noksanlık olan birinin pâdişâh yapılmasının doğru olmadığını anlatır; dinletemez. Rum kızı Kösem Sultan'ın bu işte parmağı olduğu galiba doğrudur! Sultan Ahmed'in eşi olan Kösem Sultan, Şehzade Osman'ın üvey anası, Murad İbrahim ve Kasım'ın öz anasıdır ve ileride Murad'ın tahta geçmesinin hesaplarını yapmaktadır. Mustafa'nın saltanatı onun, oğlu Murad lehine çalışmasını kolaylaştırabilir. Nasıl olsa tahtta fazla kalamayacak olan "deli" padişahın yerine Murat, biraz büyüyünce padişah oluverir!

Kösem Sultan bu hesabının tutması için "bazı kişileri paraya boğmuş" diye anlatılır.

Düzencilerin düzeni işler; Sultan Mustafa şaşkınlıkla tahta oturur. Böyle bir padişahı ne o şanlı taht görmüştür, ne de halk. Onun için başta, padişah oluşuna, padişah şaşırır, onun durumunu bilen herkes şaşırır. Kılıç kuşanmaya gidişinde görülen acayip hallerine asker şaşırır. Eğer idrakleri olsaydı denizdeki balıklar bile şaşırırdı. Onlar da hiç görmedikleri bir şeye şahit oluyorlardı. İlk defa, dişlerinin kesmeyeceği bir yem atılıyordu kendilerine. Bu yem Devlet hazinesinin altınlarıydı; bu yem, padişahın cömert ellerinden "balık kullarına" atılan cülus bahşişiydi!

Balıklar belki bilemezdi altınların kıymetini, ama sokaklara saçılan altınların toplayan halk altının değerini, padişahın aklî durumunu biliyordu. Devletin nasıl ellere kaldığının üzüntüsünü yaşıyan milletin yanında, memnuniyetini gizleyemeyenler de elbet eksik değildi. Onlar da keramet senaryoları hazırlıyorlar, padişahın ne yüce bir kişi olduğunu ustalıkla etrafa yayıyorlardı.

Sultan Mustafa'yla ilgili keramet hikâyeleri dizenler, en az diğerleri kadar biliyorlardı ki bu iş yürümez. Üç kuruşluk dünya menfaati uğruna deliyi veli göstermenin vebalini, bile bile yükleniyorlardı.

Mustafa'yı tahta getiren sebep, Fatih Sultan Mehmed'in yerleştirdiği kanunun uygulanmamış olmasıydı. Birinci Ahmet saltanata geçtiğinde kardeşinin canına kıymış olsaydı, şimdi, tereddütsüz, büyük oğlu Şehzade Osman tahtta bulunacaktı. İyiliği kötülüğü ayrı tartışma konusu olan Fatih Kanunnamesi uygulanmamış, Şehzade Mustafa'nın hayatı bağışlanmış fakat elinden hürriyeti alınmıştı. Yetiştiği şartlara dayanamayan Mustafa aklına mukayyet olamamıştı. Hem kendisi huzursuz hem bütün devlet.

Birkaç dünyaperestin ve Kösem Sultan'ın izanı yaşanan dramın suhuletle sona ermesine yetecek. Hiçbir beklentisi olmayan, tahtı, lâyık olana bırakmaya can atan Mustafa alışık olduğu hayata dönse, kıyamet kopmayacak.

Bir gerekçe var Mustafa'nın tahta davet edilişine. Cengiz Han ailesinden Osmanlı Hanedanına intikal eden "Yaşça büyük olan kişinin yönetimin başı olması." Bu böyledir ama bu kişinin aklî ve bedenî durumunun İmamlığa elverişliliği de bir önemli kural idi. Çiğnenen böyle bir kural, ilgili kişileri nasıl rahatsız etmiyorsa bunu anlamak kolay değil.

Sultan Mustafa'yla ilgili anlatılan hiç bir şey gönlümüze huzur vermez; fakat Fatih'in, Yavuz'un, Kânuni'nin muhteşem devirlerini iftiharla aktarmaya çalıştığımız gibi, bu zamanı da öz alarak, ama özümüzü ezilerek anlamaya, anlatmaya mecburuz.

Vezirlerin kavuğunu atması, altınları ve en kıymetli mücevherleri sokaklara saçması ve diğer bütün hâl ve hareketi ile gülünç durumlara düşen pâdişâh, hazineyi de boşaltmak üzeredir ve ayrıca bu da bir tehlikedir. Durumdan en çok rahatsız olan, elinden gelen her şeyi yapmaya çalışan Dârüssaade Ağası Mustafa Ağa, Kösem Sultan'ın hışmını göze alır ve direnir. Önceki rica ve yalvarmaları hiç kale alınmayan Mustafa Ağa, devlet erkânına tekrar bir haber yollar: "Pâdişâh cümle şehzadeleri katle damender mizandur. İnkıraz-ı nesl-i Âl-i Osman'a sebeb olur ve bu hususa mâni olmanuzu iz'ân itmeğle mansıblarınızu bir kaç ednâya tevcih ediyor!"

Bütün şehzadelerin öldürülüp Osmanlı soyunun kurutulması, Devletlülerin azledilmeleri çok önemli olaylardandı! Hemen akli dengesizliğinden dolayı halline fetva çıkarılır.

Kapu kullarına haber salınır, maaşlar dağıtılacak diye, saraya toplanırlar, devlet erkânı da gelir. Gayretli Dârüssaade Ağası Sultan Mustafa'nın bulunduğu dairenin kapısını kilitler, Şehzade Osman öbür kapıdan çıkarılıp tahta oturtulur. 3 ay 4 gün sonra ikinci bir cülus bahşişi alacak olmaları askerlere sevinç verir. Böylece Sultan Mustafa'nın birinci dönemi sona erer.

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ OSMAN (Genç Osman)

(1618-1622)

16rn2.jpg

Sultan Mustafa'nın haksız olarak gelişi, haklı olarak gönderilişi ve yerine İkinci Osman'ın tahta çıkarılışı üç ayda üçüncü pâdişâhın görülmesi demekti. Biraz da el çabukluğunun marifetine şahid olduğumuz bu günler büyük olayların sancılarını taşıyordu.

Ondördüne yeni giren Osman, Dârüssaade Ağası'nın gayretiyle tahta otururken, hiç kimsenin kaldıramıyacağı ateş dağının da altına girmişti.

Geleneğe uyularak gidilen Eyüb Sultan'da kılıç kuşanılır, dönüşte ecdad kabirleri ziyaret edilir. Sultan Mustafa'nın yaptığı anormal hareketler görülmez. Balıklara ve sokakta gezen insanlara al¬tınlar saçılmaz. Sultan Osman'ın çocuk yaşı, büyükler gibi davranmasına engel değildir! "Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi Şark ve Garp dillerini klasiklerden tercüme yapacak kadar güzel öğrenen" II. Osman, kendisine "cimri" dedirtecek derecede paranın kıymetini biliyordu.

Genç Osman ataları gibi şiire de meraklıydı. Fârisi mahlasıyla şiirler yazardı. Önce şiirinden örnek verelim.

Gülsen içre bitmedi bir gönce cânâ harsız

Dünyâda hasıl değil nev-cüvân ağyârsız

Kimi ol yârı benüm der kimisi dâhi benüm

Orta yerde "fârisi" âvâre kaldı yarsız

Birçok pâdişâh da görüldüğü üzere, Genç Osman da erken olgunlaşmış, bu olgunluğu şiirine de yansıtmıştır. Büyük divân şâirleriyle boy ölçüşecek değerdeki bir gazelini okuyunca anlıyoruz ki o onsekizine değene kadar bir onsekiz daha yaşamıştır. İşte gazel:

Nevruz olucak diller şâd olmağa yaklaşdı

Dilde gam-u gussa ber-bâd olmağa yaklaşdı

Virane gönül varsa vecr-ü gam-i dilberden

Müsde ana ol mülk âbâd olmağa yaklaşdı

Üstada çıkup dilber öğrendi vefa resmin

Aşıklara lütfa mu'tâd olmağa yaklaşdı

Seyr i güle olduk da ol ruhları gülrengün

Kârı dil-i zârunferyad olmağa yaklaşdı

Çok aşık-u meftunu var sen gibi şirinim

Faris kulun emmâferhad olmağa yaklaşdı

Mehmet Giray'ın Firarı

Kırım Hanı Selâmet Giray'ın kardeşi Mehmet Giray ağabeyinden kaçıp padişaha sığınmıştı. Birinci Ahmet, Mehmet Giray'ı Edirne seyahatinde kabul etmişti. Ondan sonra da hapse atılmış olan misafirin durumunu bilmiyoruz. Hammer tarihinde nasıl kaçtığı şöyle anlatılıyor:

Sultan Osman'ın cülus günü, kılıç alayı yapılacak. Mehmed Giray Mirzâları atlandırmak bahanesiyle otuz kırk at ödünç almış ve bunlara kendi adamlarını bindirmişti. Bu küçük birliğe Yedikule Zindanı avlusunda manevralar yaptıran Giray kule komutanına lâtife yollu: "Kaçacak olsam ne dersin" dedi.

Kale dizdarı sözün manasını kavramaya uğraşırken Mehmet Giray ve adamları kapıdan fırladılar. Kaçtılar ama kurtulamadılar. Peşlerine takılanlar daha becerikli çıktı ve daha sıkı hapis cezasıyla Mehmed Giray Yedikule'ye kapatıldı.

Başlamışken, bir Giray hikâyesi daha okuyalım. Selâmet Giray'ın diğer kardeşi Şahin Giray da İran'da sığınmacı olarak bulunuyordu. O da Sultan Ahmed'in öldüğü gün Şâh Abbas'tan Kırım'a dönmek için ruhsat istedi. İran Şahı Giray'a olağanüstü itibar ediyordu. Dileğini rica saydı, merasimle yola çıkardı ve hatta atının üzengisini tuttu. Şâh'n Giray ata binerken Şahin lâtife yapacağı tuttu:

"Hanzâdem, dedi. Eğer Osmanlılar seni serdar ederse Acemlerle muharebe eder misin?"

"Şüphesiz" dedi Şahin Giray.

Şâh biraz şaşırdı. Bu kadar hürmete, saygıya boğduğu Giray'dan daha yumuşak cevap bekliyordu. Şâh duramadı bir sual daha yöneltti:

"Bana kılıç çeker misin?"

Şahin Giray kurulmuş gibi; aynı ses tonuyla aynı sözü tekrarladı:

"Şüphesiz!"

Kırımlıların Osmanlı Devleti'ne bağlılığının çok önemli işaretlerinden sayılan bu düşünceler iki taraf için de faydalıydı; keşke hiç bozulmasaydı!

Pül-i Şikeste Bozgunu (10 Eylül 1618)

Sultan Osman saltanata başladığında Osmanlı Ordusu İran sınırındaydı. Kırım Hanı, Defterdar Baki Paşa'nın tecrübesini reddedip Diyarbakır, Van, Sivas, Rumeli, Halep ve Erzurum Beylerbeyi ile Van'dan, hareket etti. Hareket o kadar süratli yapılıyordu ki, askerin ne hale düşeceği hesabı hiç akla gelmeden sadece varılacak yere bir an evvel ulaşılması hedeflenmişti. Normalde sekiz günlük olan yol iki buçuk günde alınmış, hiç kimsede savaşacak güç kalmamıştı. Serav sahrasına varan ordu Tebriz kumandanının tuzağına düştü. Kanlı bir muharebe başladı. Birçok askerle beraber Rumeli, Diyarbakır ve Van Beylerbeyi de şehit düştü. Kırım Han'ı yeniçerilerin savaşçılığı sayesinde hayatını kurtarabildi. Tebriz kumandanı Karçgay Han İran Şâhı'na zaferinin alâmeti olarak 500 esir başı gönderdi.

Yenilginin en müessir sebebi tecrübeli Baki Paşa'ya kulak verilmeyip, ganimet hırsıyla acele hareket edilmesiydi. Garp cephesi tatsız boğuşmalarla Türklüğün şanını hasır ederken, Şark cephesinde de böyle bir ezilme yaşandı. Pül-i Şikeste Bozgunu denen bu yenilginin ardından barış görüşmelerine geçildi.

Kırım Hanı aceleciğiyle başına dert açtı, esas Osmanlı Ordusu Serasker Sadrâzam Halil Paşa'nın buyruğu altında idi. Yenilmiş vaziyette kaçmanın askerde mânevi yıkıntıya yol açacağını düşünen Halil Paşa Endebil üzerine yürüme kararı aldı.

İran Şahı, Halil Paşa'nın bu hareketinden sonra sulh müzakereleri için teşebbüse geçti.

Halil Paşa Şah’tan zahire istemiş ve Şah 800 deve yükü ihtiyaç maddesi göndermiştir. Bir de elçi yollamıştı. Şah ki, bu elçi büyük burnu ile meşhur Burun Kaasım adlı biriydi. İki taraf konuşmaya başlamıştı. Bulunulan mekân çok rüzgârlı bir yer, İran elçisi biraz böbürlenerek konuşuyor. Vezir Dilâver Paşa mevzuu yumuşatmak niyetiyle:

"Bu taraflar hep böyle rüzgârlı mı olur?" diye sordu. Osmanlı-İran arasında geçen bütün görüşmeler biraz da gösterişe dayanıyordu. İki taraf da üstünlüğünü sergilemeye çalışır, bundan büyük zevk alınırdı. Sözle üstünlük sağlamak da gösterişin bir parçasıdır. Baki Paşa nükteden hoşlanan ve yeri geldiğinde kelimeleri iyi kullanan bir kişidir: Rüzgâr meselesini duyunca dedi ki: "Hayır Sultanım, bu şiddetli rüzgâr Kaasım Bey'in burnunun yelidir." O zamanın anlayışına göre çok zarif olan bu nükte uzun gülüşmelere yol açtı. İran Şah'ı da nükteden hazzederdi. Baki Paşa'nın nüktesi kulağına eriştiğinde, duyduğu memnuniyeti keten yüklü üç katar deve göndermekle gösterdi. Bunlar işin lâtife tarafıdır. Ciddi meselelerin görüşülmesi ciddi bir hava içerisinde cereyan etti.

Yapılan anlaşmadan sonra "Şah Osmanlı Ordusu'na zahire yüklü 1800 deve hediye etti. Vezir-i Âzam helvalar, şekerlemeler, meyveler ve bilhassa limon ve nar hassül hâs un, pirinç yüklü dokuz kadar deve aldı. Diğer ileri gelen erkâna çeşitli hediyeler verildi.

Osmanlı ordusu yenilir; fakat devlet hâlâ antlaşmalarda kendini hissettirecek kadar güçlüdür. Sulh görüşmelerinde, İran'ın işgal ettiği yerlere karşılık, her sene 100 yük ipek kumaş vesair hediyeler vermeye ve Ashaba "Sebb-ü Şetm" etmeyeceklerine dair imza verirler.

Devletin ehemmiyetine bakın ki, ordusu mağlub olduğu halde, sulh andlaşmasına kendi istediği maddeleri koydurabiliyor... Yalnız, Avrupa'da bunun aksi olduğu görülmüştü. Sultan Osman'ın ilk zamanlarında Fas ve Merâkeş'den de elçiler geldi. Bunların esas amacı yeni pâdişâhı tebrik idi ve bir hayli hediyelerle gelmiştiler. Bu küçük İslâm ülkeleri genç Sultan'dan Bosna körfezinde Araplarla kâfirler tarafından yapılan haydutluğun önlenmesini istediler.

Biz Yavuz ve Kanunî zamanlarının parlayan yıldızını göremediğimiz için Osmanlı göğünü kararmış saysak da onda hâlâ kıpırdayan aydınlıklar vardı; vardı ki, mağlûpken bile galip rolü oynuyordu.

İlk heyecanlı günler geçtikten sonra Sultan Osman etrafına bakmaya başladı. Gördüğü insanlardan Halil Paşa gözüne batıyordu. Bu sevimsizliğin sebebi şu idi. Sultan Ahmed'in ölümünde tahtın vârisi Osman olması gerekirken, Halil Paşa'nın gayretkeşliği yüzünden Mustafa tahta getirilmişti. Bu, Osman'ın üç ay ertelenen saltanatının yanında, hazineye üç ayda iki defa cülus ödeme yükü demekti. İki sebep de Sultan Osman'ı Halil Paşa'ya karşı kinlendirmişti. Durumunun vahim olduğunu hisseden Halil Paşa Şeyh Aziz Mahmud Hüdai'nin Üsküdar'daki tekkesine sığındı. Şeyhin şefaatiyle hayatına dokunulmadığı gibi ikinci vezirlikle Derya Kaptanlığı'na tayin edildi. Vezir-i Âzamlık Kara Mehmed Paşa'ya verildi. (18 Ocak 1619)

Genç Osman'ın cimriliğinden bahsedecektik, araya İran savaşı-sulhu ve diğer olaylar girdi. Şimdi Güzelce Ali Paşa'nın Derya Kaptanı olarak çıktığı bir sefer sonrasını ve gelişen olayları göreceğiz. Buradan da Sultan Genç Osman'ın paraya olan tutkusuna ışık tutulacak. Ayrıca Ali Paşa'nın işbilirliği de sergilenecek:

Kapdan-ı Derya İslamköylü Ali Paşa seferden döner. Getirdiği ganimetlere göre Paşa'nın seferi çok bereketli geçmişe benzer. İslâmköylü, iş adamı mantığı taşıyor olduğundan, kazandığının bir kısmını padişaha takdim edip, padişahın gönlünü fetheder. II. Osman altında kalmaz bu güzel hediyelerin, Ali Paşa'ya sadâret mühürünü veriverir. Aniden yapılan sadâret değişikliği, alan tarafı sevinçten uçururken, veren taran da gayrete getirir, yani, Dâmad Mehmed Paşa gayrete gelir, araştırır ve bulur aradığını.

Venedik elçisi, Ali Paşa'nın savaşa girmediğini, getirdiği malların savaş ganimeti olmadığını, işkence ile kendilerinden alındığını, hem de Ali Paşa'nın zorla aldığı malların saadetli pâdişâha takdim edilenden kat kat fazla olduğunu söyler...

Ali Paşa çok maharetlidir. Bir yandan, susturmak için Mehmed Paşa'nın eteğini öper, hediyelere boğar, bir yandan da pâdişâhın hediyelerini artırır ve işi kapatır. Başına, ileride bir iş açmasın diye Mehmed Paşa'yı Halep Valiliği'ne atayan Sadrâzam Peçevi'nin yazdığına göre verdiği hediyelerin çok fazlasını geri alır. Ondan sonra başka devletlilere de "birer bahane bularak" sataşır, alabildiklerinden haraçlar alır, alamadıklarını sürgüne gönderir.

Bu arada pâdişâha "Pişkeş"i hiç eksik etmez, hattâ "Kul aylıklarını verdikten sonra pâdişâha bir kaç kese göndermeyi kararlaştırır."

Sultan Genç Osman'ın ilk saltanat zamanı maalesef, böyle. Çocuk yaşta olmasından ötürü, önce, annesi Mahuruz Sultan'ın tesiri altında iş yapmaya çalışırken, amcası Mustafa'nın hal'i ile kendisine saltanat yolunu açan Dârüssaade Ağası Mustafa Ağa'nın ve hocası Ömer Efendi'nin de mânevi baskısı altında idi. Şimdi ise Güzelce Ali Paşa güzelce planlarla Dârüssaade Ağası Mustafa Ağa'yı Mısır'a sürüp malına el koymuş, Hoca Ömer Efendi'ye de Mekke'ye gitmesi için emir çıkartmış, padişahla aralarına girecek kimseyi bırakmamış. Fakat, Ömer Efendi hemen değil, hazırlanıp gidecektir. Hazırlık bitip Üsküdar'a geçtiğinde ise Sadrâzam Güzelce Ali Paşa ölür, Ömer Efendi sürgünden kurtulur.

Haleb'e sürgüne giden Dâmad Mehmed Paşa'nın adının başında şimdiye kadar söylemediğimiz bir isim daha vardı. "Öküz" Dâmad Mehmed Paşa denen bu zatın babasının nalbantlığından kinaye böyle anıldığı söylenirken, bazıları da tevile giderek, "Aslında, yazının yanlış okunması var; Öküz değil, Oğuz olması lâzım" derler.

Her ne ise, Dâmad Mehmed Paşa Haleb'e hareketinden evvel yeni sadrazam bütün servetini zabtettiği için, yeni vazifesine "Uryan-u Nâlan" gitmiş ve orada teessüründen ölmüştür.

Lehlilere Karşı Kazanılan Zafer (20 Eylül 1620)

Genç Osman'ın saltanatı üçüncü yaşında. Askere de, millete de heyecan lâzım. Paşaların, beylerin, ağaların menfaat çekişmeleri kimsenin yüreğini kabartmıyor. Savaş lâzım! Zafer lâzım! Bu savaş, Kırım Hanı Canbey Giray'ın da içinde bulunduğu Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenen kahramanlar resmigeçididir. İskender Paşa komutasında: Rumeli Beylerbeyi Yusuf Paşa, Niğbolu Sancakbeyi Tiryaki Mehmed Paşa, Vidin Sancakbeyi İhtiyar Hızır Paşa, Hızır Paşa: Osman Gazi zamanında Müslüman olan Köse Mihal'in torununun torununun... torunudur.

Mihaloğlu Hızır Paşa öncü akıncıları kumandanıdır; düştüğü büyük tehlikeden Tiryaki Mehmed Paşa kurtarır. Şiddetli vuruşmalarda Lehliler perişan edilir. "Tatarlar ve Nogaylar" kazanılan zaferde büyük pay sahibi olurlar. Lehistan ordusu da savaşta yok edilir.

Düşman başkomutanının gövdesiz başı padişah sarayının kapısında teşhir edilir. Halk bununla moral bulmaya çalışırken, bir şair de iki mısra ile olayı kıymetlendirmek ister.

Asıldı seri dergeh-i şahda

O da buldu rıfat bu dergâhda.

(Komutanın başı pâdişâhın sarayına gelerek değer kazandı.)

Halk, şairin diliyle, Pâdişâhın sarayına gelebilen düşman kellesine bile yücelik atfederken, padişahından da yücelikler bekler. Padişahsa, hüsran yaşatır milletine, tebaasına.

Şehzade Mehmed'in İdamı (12 Ocak 1621)

Genç Osman'ın kafasında bir sefer var, gönlünde kahramanlık hülyaları yüzüyor. Lehistan seferi düşünülüyor ya! Gönlündeki kahramanlık hülyalarına karşı, kafasında kırk tane tilkinin yarışı var. Onlar da muhtemel aksilikler üzerine tasarı üretiyorlar. Darüssaade Ağası Süleyman Ağa'nn söylediği, Genç Osman'ın zihnini kemiriyordu. "Fitneyi defetmek lâzım." demiş, bununla da taht için tehlike saydığı Şehzade Mehmed'i kastetmişti. Sultan Osman İstanbul dışına çıkmadan evvel bu meseleyi halletmek durumundaydı. Sultan Osman, padişah olarak milletine bir "oh" dedirtememiş idi. Şehzade Mehmet'ten, Genç Osman'ın yapmadığı ve yapamadığı her şeyi bekliyorlardı. Mehmed çok zekidir, anlayışı, kavrayışı çok muhkemdir. İnsanların ümididir.

Genç Osman "fitneyi defetmeyi" kafasına koyar, Şeyhülislâm'dan fetva ister, red cevabı alır. "Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzâde Kemâleddin Efendi Şeyhülislâm olmak ümidiyle fetvayı verir." Padişahın tehdidi ile fetva verdiği "suçlu ise" diye kayıd koyduğu da söylenir. İki iddiadan biri doğrudur da, idam meselesinde kimsenin itirazı yoktur. İdam yapılmıştır.

Aşağıdakiler Şehzade Mehmed'in son sözleridir:

"Osman, dilerim Allah'tan ömrü devletin berbat olup, beni ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasın." (12 Ocak 1621)

16 yaşındaki Şehzade Mehmed'in hayatına kıyılınca veliaht olma sırası Şehzade Murad'a gelmişti. Kösem Sultan'ın ikbâl güneşi bulutları yırtmaya başlıyordu. Sultan Osman'ın önünde, kardeşinin bedduasından çekeceği günler vardı!

İstanbul Boğazı'nın Donması (9 Şubat 1621)

Şehzade Mehmed'in boğularak öldürülüşü, pâdişâhı halkın nazarında küçültmüş, herkes ona nefretle bakmaya başlamıştı. Ta ki, kendi feci akıbetine kadar birçok insanın buğzu devam edecektir. Cenab-ı Allah da sanki Sultan Osman'ın nefret kazanmasına katkıda bulunuyordu. Halk tarafından uğursuzluğuna inanılan bir olay yaşanıyordu. Şiddetli kışta, önce Haliç baştanbaşa, sonra da Üsküdar'la beri yaka arası boğaz donmuştu.

Boğazın kışa teslimi hayat pahalılığına, dolayısıyla insanların huzursuzluğuna sebep oluyordu. Fetihten beribenzeri görülmemiş olan bu hadiseyi halk Sultan Osman'ın uğursuzluğuna yorup, ondan uzaklaşıyor, bir an evvel baştan gitmesi için dua ediyordu.

Halk kendisine beddua ededursun, o da içindeki hayallerle, hırslarla büyük pâdişahların yapabileceği işleri tasarlıyordu.

"Avrupa'nın otuz yıl savaşlarına başladığı bu yıllar, yeni bir Türk hamlesi için en müsait zamandı." Amma, Osmanlı Devleti'nin düzeni buna müsait miydi? Tecrübesiz padişah, askerini darıltmış, kendi itibarını sarsmış bulunuyordu. "Dediğim dedik" anlayışıyla yeniçerilere hükmedemeyeceğini kavrayamamıştı; kumandanlara rütbelerine göre davranmıyor, en ufak itaatsizliği görüleni ağır cezalara çarptırıyor, halkın ve askerin güneş tutulmasını uğursuz saydıklarını bilerek seferi bir gün ertelemiyordu.

"Bu seferde niyet fevkalâde, tedbir zayıftı." diyen İsmail Hami Danişmend'in Ma-dame de Gamez'den aldığı bu seferle ilgili bahsi aktarıyoruz.

"Onun maksadı Lehistan'ı yarıp Baltık Denizi'ne çıkmak, orada bir donanma kurmak ve bu suretle Atlas Okyanus'una geçip Avrupa Hıristiyanlığını hem Akdeniz, hem Okyanus donanmalarıyla çember içine alarak ve Almanya İmparatorluğu'na karşı Türkiye'ye temayül göstermede olan Protestanlığı da himayesi altına alıp Hıristiyanlığı parçalayarak bütün kıtaya hakim olmaktır."

Madam'm zannı doğru ise, bu kadar önemli hedefleri olan bir sefere çıkacak padişahın, savaşacak askerinin moral durumunu hesaba katmaması, ancak tecrübe eksikliğiyle izah edilebilir. Osmanlı ordusuna "savaş makinesi" deniyordu ama bu makinenin ruhu ve kalbi de vardı. Sultan onu unutmuş görünüp, lüzumsuz işlere girişiyor, dinlenmelerde bazı askerleri canlı hedef yaparak okluyordu. Yeniçerilerin firarı mevzu olunca sayım işiyle uğraşıyor ve cimriliğini de devam ettiriyordu. Yılmaz Öztuna'nın, "İstanbul'daki Kapıkulu Ocakları doymak bilmez bir milis haline gelmişti. Her olayı, kendilerine temin edeceği menfaate göre muhakeme ediyordu." sözü isabetli ise, mevcut durumdan iyi bir sonuç, hele de yukarda anlatılan projenin gerçekleşeceği bir sonuç nasıl beklenebilirdi? Genç padişah ilmiye sınıfını, ulemayı bile darıltmıştı.

Pâdişâh Sultan Osman'ın ordusu 2 Eylül 1621'de Hotin Kalesi yakınına gelir, 3 Eylül'de savaş başlar. Kalede başarı sağlanamaz, yalnız Lehistan içine yapılan akınlarda Ulu Nogay mirzalarından Kantemir Bey'in ve Nureddin Sultan'ın kahramanlıkları görülür.

Nureddin Sultan'ın 100 bin esirle ordugâha dönmesi Türk askerinde sevinci yükseltir, köle fiyatlarını düşürür.

Bir zafer kazanılmamış olsa da; Sultan Osman muzaffer olmuş gibi etrafa fetihnameler yollayıp, bir sulh yaparak 28 Ocak 1622'de İstanbul'a döner.

Ortada başarısız biten bir savaş ve suçu birbirine atan iki taraf var. Padişah, isteksiz savaşan askere, asker idaresiz padişaha dargın. Padişahın işi zor. Padişahın idealleriyle tecrübesi denk değil. İyi müşavirleri değerlendiremiyor; gerçeklerden çok o anda hoş görünen sözlere kanıyor. Bu mühim savaşın kaybına sebep olarak gösterilenlerden biri de Ve-zir-i Âzam Hüseyin Paşa'nın kıskançlığıdır ki, gerçek olması muhtemeldir. "Bu şiddetli taarruzun kahramanı olan Budin Valisi Karakaş Mehmed Paşa Avusturya muharebelerindeki muvaffakiyetleriyle meşhur olduğu için, kendisinin düşman ordugâhına girip bayrak diktiğini gören Vezir-i Âzam Arnavut Hüseyin Paşa'nın kıskançlık damarlan kabarmış. Karakaş Paşa muvaffak olduğu takdirde sadaret mührünün ona verileceğinden korkarak harbin en şiddetli anında taarruza memur ettiği zavallı kahramanı düşman ordusunun ortasında yardımsız bırakıp seyirci kalmış ve nihayet işte bu yüzden Karakaş Paşa göğsünün iki yerinden kurşunla vurulduğu için pek çok zayiata uğrayan askeri geri çekilmiş."

Neticesi zafer olmayan Lehistan zaferi, bazılarıca öyle görülmüyor. Meşhur Şâir Nef'i

Aferin ey rüzigânn şehsuvâr-i safderi

Arşa as şiimdengirü tiği Süreyya gevheri

demiştir.

Savaş sonrası aklı başında vezirlerle oturup durum muhakemesi yapmak, görülen yanlışların düzeltilmesi yoluna bakmak lâzımken, tam aksi hareketlere devam edilir. Bir padişahın doğruları, bir de yaşanan hayatın doğruları var; Sultan Osman kendi doğrularında ısrarlıdır. Yalnız, o doğruların tatbiki, yanlış gördüğü insanların kılıçlarıyla kabildir. O kılıçlar ise sahiplerine daha yakındır, işte, bu inceliğin hesabını yapamayan Genç Osman maceradan maceraya atılır. Hâlbuki ataları olan namlı padişahlar askerini hoş tutarak zaferden zafere koşuyordu. Onları darıltarak bir şey yapabilmenin mümkünatı yoktu. Belki olurdu ama olağanüstü güçlü bir padişahla ve olağanüstü siyasetle olabilirdi. O da genç padişahımızın sahibi olmadığı bir şey idi.

Hata üstüne hata yapmaya devam eden padişah, kıyafet değiştirip gece hafiyeliğine başlar; meyhanelerde kahvehanelerde yeniçeri avcılığı yapar. Yasakladığı fiilleri işleyen yeniçerilerin, sipahilerin cezası çok ağır olur. Ölenin sesi kesilir fakat kalanlar pâdişâha diş biler. Bir de emsali olmadığı halde, Genç Osman evlenme usulünü değiştirir. Kendisinden önceki bütün padişahlar cariyelerle evlenmiş iken, o hür kızlarla evlenmeye başlamıştı.

Atalarının cariyelerle evlenmesindeki inceliği belki anlayamamıştı, belki de her şeyde olduğu gibi, bu müessesede de bir yenilik yapma hevesindeydi. Lâkin asker arasında hoş karşılanmıyordu Sultan Osman'ın yaptıkları.

Sade giyimi tercihi, basit koşumlu atlara binip sıradan insanlar gibi görünmeye çalışması, para konusunda oldukça tutumlu davranışı, Türk kızlarını pâdişâh eşi yapması, yeniçerilerin disiplinden uzak, sadece para için ve canları isterse savaşacak hale gelmeleri dolayısıyla, ıslahını düşünmesi ve benzer birçok arzuları...

Sultan Genç Osman'ı, çok büyük kahramanlardan yapabilirdi. Ama başarsa idi ki başaramadı...

Keşke, kendisinden daha akıllı, daha güçlü ecdadının taklitçisi olsaydı, onları anlamaya çalışsaydı, tecrübelerin ortaya koyduğu kânunun kuvvetini kavrasaydı...

Hiçbir padişah, askeri kendisine düşman ederek, yerleşmiş kuralları tepeleyerek tek başına yenilikler icat edememiştir. Yaptığı hataların göz yumulmayacak derecede ehemmiyetli olduğu yerli-yabancı herkes tarafından anlatılmaktadır. Cimriliğinden savaşta kesilen düşman başı ücretini bir altına indirmiş, neferler homurdanmışlardı. Söyledikleri şuydu: "Kendi başımızı tehlikeye atarak bir altın almak ne demek?"

İşte bu gibi cimri davranışı, askere, almaya alıştığının çok azını verip, hizmetin azamisini beklemesi haksızlık sayıldı. Geceleri polis gibi, bekçi gibi sokaklarda dolaşması yasak ettiği filleri işleyen askeri görünce ölüm cezasına uğratması, ahaliden sarhoş yakalananların taş gemisine konması düşman sayısını artırıyordu. Ne asker kalmıştı hakiki sevgiyle bağlı olan, ne de sivil kesim çoğunluk onu sevmiyordu.

Sultan Osman'ın harem hayatını benimseyen yoktu; bu da mühim eksilerinden biri. "Aslen Rus olan Haseki Sultan'ın padişah üzerinde pek büyük nüfuzu vardı. Haseki'nin memnuniyeti celbedilmek için şenlikler yapılıyordu. Lehistan Muharebesi'nden bazı sahneler canlandırılmakla kadın gönlüne yol aralanıyordu. Bütün bunları yapan cimriliğiyle meşhur pâdişâh olunca, doğal olarak göze batıyordu.

Sultan Osman'ın başına dert açmaya müheyya en geçerli sebeplerden biri, yaptığı aykırı evlilikler idi. Yabancı kadınlarla evlenen ecdadının aksine yerli kızları tercihi iyi karşılanmıyor, bunun akla gelen mahzurlarından halk rahatsız oluyordu. Devlet erkânı ve ordu rahatsızdı bu yerli kızların saraya girişinden evlilikleriyle ilgili yorum yapmaya girişmeden, yapılmış kısa bir yorumu buraya alalım; bir yabancı gözü ve mantığıyla anlamaya çalışalım, dersek: "Sultan Osman üç zevce daha seçti. Fakat mütâd olduğu veçhile cariyelerden değil, tebaasının hür kızlarından. Bu ise, tehlikeli ve kanuna aykırı bir şeydi. Çünkü Padişahın akrabalık kurduğu kudretli ailelerin sonradan saltanat davasında bulunmalarından korkuluyordu. Osmanlı kanunu ister ki, Padişahın zevcesi çocukluğunda ailesinden alınmış, hamisiz akrabasız bir cariye olsun; bu zevce ancak Haseki Sultan, yani veliahdın validesi ve sonra Valide Sultan, yani Pâdişahın validesi olmakla bir imtiyaz kazanabilirdi. Padişah da, hür bir kadının değil, bir cariyenin oğlu olmak lâzım gelir; ta ki hükümranlık iradelerinde hiçbir aile nüfuzunun rolü ve tesiri olmasın..."

Genç Osman'ın en büyük hatası olarak takdim edilen Türk kızlarıyla yaptığı evlilik bir başka ve iyi olan yoruma da müsaidtir. Bu bir millileşme hareketinin saraya da yansımasıdır. Yavuz devrine kadar yabancı prenseslerle evlenilirken, ondan sonra cariyelerle evlenmeler başlamış, "Osmanlı hanedanı ana tarafından bir cariye sülâlesi haline gelmiş ve bilhassa Türk ailelerinin sıhriyet nüfûziyle kuvvetlenmelerinden korkulduğu için saraya artık Türk kızları alınmamasından dolayı da Birinci Ahmed devrinde üç bini bulan ecnebi halayık yüzünden "Harem-i Hümâyun" tamamıyla kozmopolit bir kütle hâlini almıştır."

Bu durum karşısında Genç Osman sarayı yerlileştirme hamlesini başlatmıştı. Geçmiş asırların yerleştirdiği kuvvetli bir anane olan böyle bir düzen varken hem sarayda hem orduda bir yığın gayrı Türk unsur söz sahibi iken, düşünülen işin gerçekleşmesi kolay değildi. Amma her büyük işin fedaileri olmak gerekirdi. Genç Osman bilerek yahut bilmeyerek fedai olmuştu.

Genç Osman’la yeniçerilerin arasının iyi olmayışı normal sayılsa da, sevgisizliğin Pâdişâh tarafından aleniyete vurulması siyasi bir hata olabilir. Yavuz Sultan Selim onların kahrını çekmiş ancak uygun pozisyona geçtiği zaman kesilecek başların yerinde durmasına müsaade etmemişti. Ve Yavuz hiçbir zaman için bütün yeniçeri sınıfını karşısına almamıştı. Genç Osman ondan zayıf olduğu halde, onun gösterdiği sabırdan uzaktı.

Hac Niyeti

İstanbul'da pâdişâh huzursuz, vezirler huzursuz, askerler huzursuz, halk huzursuz. Devletin semasında karabulutlar dolaşıyor; Sultan Osman'ın beyninde yenilik şimşekleri çakıyor. Bir şeylerin aniden yağacağı belli oluyorsa da bunun rahmet mi, azap mı olacağını bilen yok. Yeniçeri Ocağı, çok şanlı bir tarihin şerefini üzerinde taşıyor olmasına rağmen, o şana uygun amel ve davranışlardan bir hayli uzak görünüyor. Genç Osman sayım yaparak bir hileyi meydana çıkarıyor ki, maaş alanla mevcut olan arasında uçurum var. Rakam göremedik ama her halde bütçeyi sarsacak miktarda bir hile olmalıydı! 20000 kişi kayıtlı görünüp adlarına maaş tanzim edilir, bu maaşı 15000 kişiye dağıtırsanız, geri kalanı komutan makamındakilerin cebine gider. Bunun açığa çıkarılması, bu cürmü işleyecek kadar tiynetsiz adamları her yola sevkeder. İşte Sultan Osman karşısına bu adamları alıyor. Devletin en önemli silahlı gücü de bunlardır.

Canı sıkılınca vezir kellesi isteyen, pâdişâh değiştirmeye kalkan bu askeri, Genç Osman istemiyordu. Anadolu'dan, Şam'dan, Halep'ten yeni askerler tedârik edip köhnemiş ocağın kökünü kazıyacaktı. Hacc'a gitmeye teşebbüs etti. Darüssade Ağasıyla, Hocası Ömer Efendi gitmesini teşvik ederken Vezir-i Âzam Dilâver Paşa aksine kanaat beyan ediyordu. Sultan kararını vermişti. Sonra bir rüya gördü, endişeye kapıldı. Bu rüya şöyle imiş.

Sultan Osman tam savaş kıyafetiyle tahtına oturmuş, Kur'an-ı Kerim okuyorken Peygamber Efendimiz gelir, elinden Kur'an'ı, sırtından zırhı alarak bir tokat vurur. Sultan tahtından düşer, perişandır. Hazret-i Peygamberin ayaklarına kapanmak ister, olmaz, onu başaramaz ve dehşet içerisinde uyanır.

Hocası Ömer Efendi'nin bu rüyayı yorumu biraz madrabazca görünüyor, niyetini bilemeyiz. Der ki: Pâdişâhım, Hacca gitmekteki tereddüdünüz için tokatı hakkettiğinize, Peygamberin ayağına yüz süremeyişiniz de, mübarek kabirlerine yüz süreceğinize işarettir.

Genç Osman tedirgindir. Ömer Efendi'nin yorumu rahatlatmaz. Bir gün namazdan sonra İmam Efendi'ye anlatır rüyayı ve yorumunu ister; akıllı imam ona doğru adresi verir. Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdâi bir mürşid-i kâmildir, Sultanım, der. Ona anlatın. Şeyh Efendi'nin yorumunda hiç bir müjde yok, sadece korku var. Der ki Aziz Mahmud Hüdâi:

"Okuduğunuz hükm-i şer-i şeriftir, uyulması lâzım. Oturulan taht vücût cübbesidir, yani alemi vücûttur" ve bu rüyanın korkulu olduğunu, tövbe istiğfar etmesini ve başka tenbihleri olur Şeyh Efendi'nin. Sultan Osman da ne yapacağını bilememe halinin rahatsızlığı hakimdir. Sıkıntısı ziyadedir.

Şeyhin kafadan atmayacağını bilir. Şeyhülislâm'ın fetvasından medet umar. Aynı zamanda kayınpederi olan Şeyhülislâm Esat Efendi'nin fetvası da arzusuna uymaz.

Demektedir ki: Fitne çıkması muhtemelken Hacca gitmek caiz değildir. Sultan, Şeyhülislâmı da, Aziz Mahmud Hüdâi'yi de dinlemek istemez, yalnız içinde şüpheli korku tohumlan çoğalır, Eyüp Sultan'a gidip dua etmek, fakirlere sadaka dağıtmak ve kurban kesmek ister.

Padişah gitmeden Eyüp'te kurbanlar hazırlanmalıydı ama ne gezer; böyle istiğfar edilip sadakalar dağıtılırken kurbanlık teminine gidilir, bir kaç koyun bulunur, fakat büyük baş kurbanlık bulunamaz. Ne gam? Bostancılar, kağnılardan boşalttıkları öküzleri sürerler kurbanlıklar diye. Sahiplerine de değerlerinin çok altında ödeme yaparlar ve padişaha bol bol beddua aldırırlar.

Pâdişâh, kayınbabası Şeyhülislâm'ın "Padişahlara hac lâzım değüldür. Yerinde oturup adl eylemek evlâdır." sözünün neresine uymuş oluyordu? Haccdan vazgeçmediği gibi, adl'ede muvaffak olamamış, sipahilerinin sayesinde kurbanı bile haram maldan kesmişti. Bir insana talih karanlık yüzünü göstermek isterse, her şey nafile!

Sultan Genç Osman'ın şevki kırılmıştı. İnadını da kırabilseydi, belki faydası olurdu; ancak, bunu şimdilik yapamıyordu. Mütereddit halde iken, Otağı Hümâyun Üsküdar'a kuruldu; asker, İstanbul'dan ayrılacak olan padişahın, yeni bir orduyla geri dönüp, kendilerinin hayatlarına son verileceğine inanıyordu.

Hâile-i Osmaniye'nin Birinci Günü (18 Mayıs 1622)

Yeniçerilerle sipahiler Sultanahmet Meydanı'na bir sel gibi akmaya, felâket saatleri çalmaya başlamıştır. Padişahın Hacc bahanesiyle yeni bir ordu kurma arzusunun protestosudur bu selin gayesi. Oradan padişaha bir haber gönderirler.

"Hacc-ı Şerife gitmek istemüşsün, gitmiyesüz! ve dahi eski kulları cümleten kırup yerlerine Halep'ten ve Şam'dan cedîden kullar yazup Şam-ı Şerife'de taht-ı sultani kurmak istemisüz, biz ona râzi değilüz!"

Pâdişâhın cevabı:

"Bildükleründen kalmasunlar. Ben Hacc-ı Şerife gitmekten vazgeçmezem!"

Âsileri yola getirmek için büyük Hoca efendiler vazifeliydi. Bunlar Şeyhülislâm Esad Efendi, Nakibüleşrâf Gabari, Ayasofya Vaizi Ömer Efendi, Cerrah Mehmed Paşa Camii vaizi İbrahim Efendi ve diğerleriyle beraber oniki kişi. Asilerin yaptığı gösteriş değil blöf değil, bir şeyler istiyorlar onu alacak güçte olduklarına inanıyorlar. Bir de padişahın kendilerini yok etme arzusu taşıdığına inandıkları için mesele onlara göre olmak yahut olmamak noktasındaydı. Var güçleriyle saldırdılar. Yaptıkları neye uyarsa uysun şer'i bir dayanak istiyorlardı. Pâdişâhı birilerinin yanlış yola sürüklediğini, bu kişilerin suçlu olduğunu, haklarında şer'an ölüm kararı verilmesi gerektiğini düşündüler. Hammer'in ifadesiyle, yukarıda işaret edilen "on iki büyük şeriat memuruna müracaat ederek Hoca Ömer Efendi'nin, Kızlar ağası Süleyman ve Sekbanbaşı Nâsıh Ağaların, Kaymakam Ahmed, Defterdar Baki, Sadrâzam Dilâver Paşaların katilleri meşru olduğuna dair fetva talep ettiler."

Yeniçeri ihtiyarları kendi hazırladıkları sorunun cevabını almak istiyor. Soru da cevap da aşağıda:

"Pâdişâhı cihanban-ı azdurup Beyt-ül-mâl-i müslimin-i telef itdürüp bunca fitne ve fetarete sebep olan kişilere şer'an ne lâzım gelir!" diye Şeyhülislâm'a sordular.

El cevap:

"Katl-i lâzım gelür!"

Sultan Osman isteklere -fetvaya-boyun eğmeye yanaşmadı. Yeniçeri ve sipahi isteğini pâdişâha getiren tecrübeli zatlar iknâya çabaladı. İki şerden hafif olanı seçmek gerektiğini kabul ettirmek isteyenler, geçmişten misallerle hatırlatmada bulundular. Dillerinin döndüğünce uğraştılar. Padişah, kendisine takdim edilen fetvayı yırtıp attı. "Fetvayı yırtıp atarak dinin siyasete alet olmasını reddeden yegâne Pâdişâh da, şahsen dindar olmakla beraber dinle dünya arasına bir sınır çekmek isteyen Genç Osman'dır."

"Erkekliğin onda dokuzu kaçmak, biri de yakalanmamak." derler. Sultan Osman şimdilik kaçmaktan yana değil. Fetvayı yırtıp atmakla, bardağı taşıran son damlayı koymuş oldu. Dinle devlet işini ayırmayı istediği masum bir yorum olsa gerektir:

Pâdişâha takdim edilen bu fetvanın kaderi yırtılıp atılmaktır ve bardağı taşıran son damlalardan biridir.

İsyan eden sade yeniçeriler olsa, padişah diğer askerleri onlara karşı hazırlar, en azından bir mücadele şansı doğabilirdi. Hiç bir tedbire başvurmadan, asilere karşı yiğitlik taslıyorken, donanma askeri de yeniçerilere iştirak eder.

Yeniçerilerin padişahtan ilk istekleri, Hacca gitmekten vazgeçip, Hoca Efendi'yle Darüssaade Ağası'nın vazifesine son verilmesi ve sürülmesidir. Küçük de olsa bir geri adım atmak ister, Genç Osman:

"Varun söyleyin, der, Kâbe’ye gitmekten feragat eyledüm; emmâ anları makamlarından uzaklaştırmam!"

Hâile-i Osmaniye'nin İkinci Günü

19 Mayıs 1622 Perşembe: Osmanlı Devleti tarihinin yaşanmış en uzun, en acı günlerinden birinin güneşi, kan gibi doğmaktadır. On binden fazla yeniçeri ve sipahi tam silahlanmış olarak Fatih Camii'nin yolundalar. Orada ulemadan kimse bulunmadığı için, dua edip çıkar, Sultanahmet yolunu tutarlar; kanlı bir düğün alayı gibidirler, tekbirleri bile, öfkeli seslerinden dolayı ürkütücüdür.

Asiler Sultanahmed'e doğru yürürken camide Şeyhülislâm ve eski Kazaskerlerden Şair Yahya Efendi ve diğer ulema Ocak Ağalarıyla pazarlık yapıyorlardı. Asiler altı kişinin başına kastetmişler, onları almadan dağılmak istemezler. Sultan Osman'a ulaştırılan listede kurbanlıklar şöyle sıralanıyordu: 1. Vezir-i Azam Dilaver Paşa, 2. Hoca Ömer Efendi, 3. Darüssaade Ağası Süleyman Ağa, 4. Nişancı Ahmet Paşa, 5. Baş Defterdar Baki Paşa, 6. Sekbanbaşı Nasuh Ağa.

Nâsuh Ağa, yeniçerilerin iki numaralı adamıdır ama isyana muhalif tavrından dolayı onun da hayatı kendi adamları tarafından istenmektedir. Diğerleri de yeniçerilere göre değişik suçların sahipleridirler. Listeyi pâdişâha sunan ulemâ sözcüsü:

"Pâdişâhım, istediklerini ver, yoksa hâl harap olur. Cemiyet azim cemiyettir. Ehveni şerri tercih lâzımdır."

Sultanın sert tepkisi ulemânın ümidini sarsacak, en kötü ihtimalleri düşündürecek ağırlıktadır:

"Siz mukayyed olun, onlar başsız askerdir, tiz dağılır." der.

"Kul tayfası cemiyet ettikçe istediklerini alırlar, ecdâd-ı izamınızdan alagelmişlerdir, mukaddemce olmak evlâdır." diyerek, önceleri de benzer olayların yaşandığını hatırlatırlar.

Genç Osman şüphelenir, "Bu fitneyi siz azdırmışa benzersiz. Evvel sizi kırarım, bâdehû onları. Zaten ol taifemin tedarükü görülmüştür!"

Şair Yahya Efendi, Pâdişâhın sözlerinden üzüntü duyar. Hem kendilerine yakıştırdığı rol, hem de tedbire yanaşmaması arzu etmediği bir hâl idi.

"Hâşâ Pâdişâhım, bizim bunda dahlimiz yoktur. Ancak hacca gitmenizi istemezdik." diyerek, kenara çekilir.

Eski Vezir-i Âzam Ohrili Hüseyin Paşa:

"Pâdişâhım, bu kulunu dahi isterlerse viresüz: Heman sen sağol!" der.

Ohrili'nin sözünü de ciddiye almaz Genç Osman. Hâlbuki vaziyet müşküldür. İşin ucunda pâdişâhın hayatı var gibi. Eski Vezir-i âzam "beni dahi ver" derken bunu işaret ediyordu.

Pâdişâh âsilerle anlaşmaya yanaşmaz ve anlaşma teklifini savunan heyetin saraydan ayrılmasına da müsaade etmez. Âsiler acele haber beklemekteler, sabırları kalmamıştır. Vahşi arzulan gerilmiştir iyice.

Onbinlerce yeniçeri, sipahi, donanma askerinin arasında İstanbul'un yığınlarca külhanbeyi ve ne kadar serseri varsa oradadır. Herkes çıkacak vahşetten pay alma peşinde. Sarayda, olması gereken hiçbir şey yok.

Ama, isyancıların bir şüphesi var. "Sultan Osman'ın direnmesi boşa değildir." Bu zan silahlı onbinleri korkutuyor. Ayasofya minarelerine çıkıp saray avlusunu gözetleyen birkaç âsi, kimseciklerin olmadığını haber verince cesaretleri geliyor ve saraya hücuma karar veriyorlar.

Tepeden tırnağa silahlı olan yeniçeri ve sipahilerin, sonradan aralarına karışan Cebeci, Topçu ve Acemi Oğlanlarla ayak takımı güruhu silahsızdır. Onları aralarından ayırmak isterler ki, kazanacakları zafer! yalnız kendilerinin olsun, hem de ayaklarına dolaşılmasın.

"Varun, aramızda bulunman: Asker çıkarsa bize ayak bağı olursuz!" diye, yanlarından uzaklaştırmak isterler. Çapulcuların vatanseverlik ve din duygulan! o kadar kabarmıştır! ki, "Askeri İslâm kandeyse biz de andayız! Asâkiri islâmsız bize dirlik haramdır. İslâm askeriyle bile diriliriz, öleceksek beraber ölürüz." yollu sözler söylerler.

Gözü dönmüş kalabalık sarayın dış avlusuna dayanıp bekler. Birkaç saat geçer, haber çıkmaz. Bağırırlar, "Şer ile Darüssaade Ağasını isterüz! Şer ile Hocayı isterüz! Şer ile Dilaver Paşa'yı isterüz!"

Boğazlan yırtılacak gibi çıkan sesleri korkuyla titremektedir. Saray avlusunda görünen kimse yoktu ama, Bostancılar zebellah gibidirler. Ya onlar çıkar da, silaha sarılırlarsa? Nicesinin canı cehennemi boylamaz mı?

Ne yazık ki, akşamdan aldıkları işaretle canlarını kurtarmanın yolunu çoktan bulmuştu onlar; saray, gerçekten bomboştur.

Yeniçerilerle sipahiler birkaç saat daha, merakla beklerler, hiçbir ses yok, karşı koyma yok, saray mezar gibidir. İkinci avluya girilir; ne hikmetse kapılar itince açılıyor, kilit yok, nöbetçi yok. İçeride bulunan elçilerden Gubâri Efendi görünür, herhalde karışıklığa kurban gitmemek için olacak, yeniçerilerle sipahilere seslenir:

"Bizim sözümüz geçmedü. Siz kendünüz gidüp söylen!"

Bu söz âsilere bir işaret idi. İçeride her şeyin lehlerine olduğunu beyan ediyordu. İsyancılar üçüncü kapıdan da evlerine girer gibi girdiler. Padişahı koruma vazifesi olanlar, hep kaçmışlar, eli silahlı kimse yoktu.

Âsiler, pâdişâhı ayak divanına çağırdılar. Bu ân, belki de kaderin çizileceği ân idi. Bir akıllı siyasi manevra, kaybedilen savaşı kazandırabilirdi. Genç Osman, gururunu hayatına feda etmeyi düşünemedi, görüşme teklifi reddedildi. Bundan sonrası için iyi bir ihtimal kalmamıştı. Asilerin arasında Sultan Mustafa'nın anası Valide Sultan'ın adamları da eksik değildi. Onlardan biri ki, Damat Davud Paşa'dır.

Kalabalık arasından bir ses:

"Sultan Mustafa Han'ı isteriz!" diye bağırdı. Bu meçhul kişinin ağzından çı¬kan söz diğerleri tarafından birkaç defa tekrarlandı. O ân'ı, Nev-i Hüseyin İbni Seher'den kitabına alan İ.H. Danişmend şöyle anlatıyor:

"Ol zamanda ki, asâkir-i İslâm arasında bir sadâ peyda oldu; söyliyen kim idüğün kesretten bilmediler. Söylediği söz bu idi kim: “Şer’ ile Sultan Mustafa Han'ı isterüz!” deyüp, sözün üç kere tekrar idince hikmet-i yezdân-i ve kudreti sübhânî birle cemî askerin lisânına bu söz cari olup cümlesi bir gezden na'ralar urup: “Şer’ ile Mustafa Han'ı isterüz!» Narayı tekrar eyledüler."

Bu "Mustafa Han'ı isterüz!" diye bağıran kişinin Mahpeyker Kösem Sultan'ın -IV. Murad'ın anası- ayarladığı biri olduğu anlatılır. Sebep olarak da Mustafa, aklî durumundan dolayı hal edilmişti. Nasıl olsa tekrar o padişah yapılmaz. Sultan Osman gittikten sonra sıra Murad'ındır.

Âsiler Sultan Osman'ı tamamen gözden çıkarmış olduklarından Deli Mustafa'yı aramaya başlamışlar. "Şer ile Mustafa Han'ı isterüz!" naralarını atıp sağa sola koşuşanların Şer'den ne anladıkları ise belli değildir. "Allah'ın emri" diye, şeytanın isteğini gerçekleştirmeye çırpınıyorlardı. Zavallı Genç Osman! Kokuşmakta olan askerî teşkilâtıyla bile dünyanın en güçlü devletinin padişahı iken, eşkıyanın elinden canını kurtarmanın telaşına düşmüştü. Daha önce kaçıp Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdai tekkesine sığınan Vezir-i Âzam Dilaver Paşa'yı getirtip, Darüssaade Ağası Süleyman Ağa ile beraber âsilere teslim ederek isyanı yatıştırmak istemişti ama çok geç kalmıştı. Âsilere iki kelle çerez gibi geldi. Hemen oracıkta, anında parçaladılar. İşte tam bu anda Şeyhülislâm Esad Efendi cesaret edip:

"Yoldaşlar, dedi. Gelin Mustafa Han dursun! Sultan Osman, istediğinizi verdi (ve) dahi kimi isterseniz Padişahtan alıp verelim."

Asilerin makul hiçbir sözü dinlemeleri kabil değildi ve dinlemediler.

Diğer grup Mustafa'yı arıyordu. Sarayda saygı gören hiç kimse, saygı gösterilen hiçbir daire kalmamıştı. Harem kapısına geldiklerinde bir has odalı içoğlanı işaretle: "Bu semtte olmak vardur!" diyerek Mustafa'nın bulunduğu yeri isyancılara göstermişti. Kadınlar dairesi olan bu yerin içeriden kilitli olan kapısı açılamıyordu. Bir süre, nafile uğraştılar. Çareyi, dairenin kubbesini delip oradan içeriye girmekte buldular.

Bir trajik roman mevzuu olan bu işleri uzatmayalım. Delinen kubbeden içeri iple sarkan adamlar Mustafa'yı bir minderin üstünde oturur vaziyette, başucunda iki cariye ile buldular. Hemen yer öpüp, "Padişahım taşrada asker size müntazırdır." denince Mustafa meczup halde, "Su!" der. Etrafındakileri görmez bile. Padişah olduğunu söyleyenlere söylediği ilk söz "Su" başkada işe yarar bir söz söylememiştir. Söylemeğe ihtiyaç duymaz. Hâlini bilmekte, hayatta olmaktan başka bir arzu taşımamaktadır. Hiçbir arzuya aklen muktedir değildir. Ne yazık ki, -Allah'ın takdiri dışında- kaderini çizenler çapulculardır.

Delik tavandan sarkıtılan suyu içtikten sonra, iple yukarıya çekilip çıkartılırken cariyelerini de ister, onlar da çıkartılır. Ev kıyafetiyle bulunan Mustafa için ferace temini bile mümkün olmadığı için, zavallı deli o günkü anlayışa göre yarı çıplak vaziyette pâdişâh yapılmaya çalışılıyordu.

Ulemâ sınıfı çapulculara: "Yoldaşlar peşiman olursunuz. Mustafa Han'dan vazgeçin, o dursun." diye yalvarıyorlar, akli durumunun saltanata müsait olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Onlar ise kılıç çekerek ulemayı biate zorluyorlardı. Can korkusuyla biat edenler arasında korkudan mı, kahrından mı? belli değil. Kafzâde adlı bir efendi oracıkta, yere cansız düştü!

Bu, zorla yaptırılan biat merasiminden sonra, Sultan Osman'ın korkusundan, Mustafa'yı eski saraya ******ürmek isterler. At sırtında duracak hali olmayan yeni pâdişâh hasta arabasına bindirilir. Önce eski saraya, oradan da yeniçerilerin kışlasındaki orta camiine ******ürülür. Bu arada büyük zaferin! sevinç nişanesi olarak hapishaneler boşaltılır. Ne kadar hırsız, yankesici, ırz düşmanı serseri varsa İstanbul sokaklarına salınır. Bunlar da devlet adamlarının konaklarını yağmalamaya başlar.

Sultan Genç Osman, hâlâ kendisini pâdişâh saymakta, işi nasıl düzene sokacağını düşünmektedir. Dilaver Paşa'nın âsilerce parçalanışıyla boşalan yerine Hüseyin Paşa'yı yeniden tayin eder. Adamlarından Bostancıbaşı Pir Mehmed Ağa ile vezir-i azamdan gayrisini evlerine gönderip, kalanlarla yapılacak işleri görüşmeye başlarlar.

Mevcut şart ve imkânlar kullanılıp bu gailenin içinden çıkılacak. İlk akla gelen çare Sultan Osman'ın Anadolu'ya geçmesidir.

Bir kayığa atlayıp denizden geçebilir, atalarının taht şehri olan Bursa'ya ulaşabilirse gerisi kolaydı. Bursalılar Sultan'a sahip çıkar, bütün Anadolu sahip çıkar; yeni ve inançlı bir orduyla İstanbul'a gelirse, özü çürümüş, paradan başka kutsalı kalmamış çapulculara dönen ocağı sindirebilir, ideallerinin gerçekleşmesine devam ederdi. Hayatının bundan sonraki safhasını devlete iyi hizmetlerle geçirebilirdi. Yaşı ne ki! 17'yi biraz geçiyor, daha çocuk bile sayılır. İnancı, azmi, kuvveti var ve gençliği var... Ne yazık ki, sahilde bir tane bile kayık yok. Neler olabileceğini düşünen isyancılar o tedbiri de ihmal etmemişler. Sahilde ne kadar kayık ve kayıkçı varsa, hepsini kaybetmişler. Yüzerek geçmek mümkün değil!

İkinci bir yol bulmak gerekir. Sultan Osman'ın haysiyetine dokunsa da, akla başka bir çare gelmediğinden, boyun bükmesi teklif edilir. Yeniçerilere boyun bükmek! Bu teklifin sahibi, ikinci defa Vezir-i Âzam yapılan Ohrili Hüseyin Paşa'dır ve Paşa biraz şaibelidir. Paşa'nın teklifi de şaibelidir. Acaba, bu bir tuzak mı? Hiç kimse daha iyisi var mı, diye düşünemedikten sonra, bulunan çürük ip de olsa sarılmaktan başka çare ne ki?

Yeniçeri Ağası Kırkçeşmeli Kara Ali Ağa, pâdişâha bağlı iyi bir adamdır. Sultan Osman'ın kendisine sığınması ne büyük şereftir, bunu bilir. Yeniçerilere bir konuşma yaparak, onları istediği yöne çevirir. O yön Genç Osman'ın yanıdır. Eğer sipahilerle yeniçeriler ayrılırsa gerisi kolay.

Gece yarısı Vezir-i Âzam Hüseyin Paşa, Bostancıbaşı Pir Mahmud Ağa (Sofu Mahmud diyen de var) Hüseyin Paşa'nın tezkirecisi Sıtkı Çelebi, pâdişâhın yanında Ağa kapusuna gelirler. Yolda, Tezkireci Sıtkı Çelebi'nin Vezir-i Âzam'la bir konuşması var ki, "Vah zavallı Osman" dedirtiyor insana. Peçevi'nin, sonradan dinleyip tarihine geçirdiği konuşmanın özeti:

"Paşam, bütün Yeniçeriler sözbirliğiyle Sultan Mustafa'yı biz Pâdişâh yaptık, diyorlar. Sultan Osman'ı onların ayağına ******ürmek, niçin? Paşaya birkaç defa sordum, cevap alamadım. Üçüncü soruşumda, "Sen ne diyorsun ki? Alem biribirine girip kıyamet mi kopsun? Devlet hangisinin başında ise Pâdişâh ol olsun. Tek âlem nizamu intizam bulsun!"

Bu teşebbüsün tatbiki için ağa kapusuna (Yeniçeri Ağası'nın Sarayı) varılır. Ağa, Sultan Mustafa'nın yanındadır; ulaşan haberi alır almaz koşar gelir. Sultan Osman'ın eteğini öper.

Ağa Pâdişâha bağlıdır da, emrindeki askere nasıl söz dinletilir? Bunun yolunu aramaya başlarlar.

Yeniçerilere rüşvet vermek en kolay yoldur. Buna hazine dayanabilir mi? Ayrı mesele! Her birine 50'şer duka altını (20000 dolar) ihsan, maaşlarına zam, elbiselerinin pahalı Venedik çuhasından yapılması, yüksek rütbeli subaylara ayrıca mükâfaatlar... Yani, hepsi para ve itibara boğulacaktır. Bunların karara bağlandığı zaman vakit geceyarısını bulmuştu. Sabaha karşı Yeniçeri odalarına giden Ali Ağa 25 odabaşıyla görüşüp, Sultan Osman'ın vaadlerini anlatır. Onların verdiği cevap belirsizlik ihtiva eden şu cümledir:

"Mâkûl Sultanım, siz bu sözü kul taifesine söylen; biz dahi mâkûl diyelüm. Virmek Hüdânundur!"

Meseleyi kul taifesine iletmek tehlikelidir. Bunun iki neticesi olabilir. Birincisi; Yeniçerilerin safça kabul etmesi ki, bu biraz mümkünü olmayan temennidir. Araya giren bunca kuyruk acısından sonra Sultan Osman'a güvenmeleri zordur. İkincisi ise, Ali Ağa'nın hayatına kastedilmesidir. Buna rağmen hayatını hiçe sayar Ağa.

Ali Ağa sabah erkenden Orta Camii önünde Yeniçerilerin yanına varır. Geceden ikna etmeye çalıştıkları Odabaşıları oradadırlar. Gönülleri askerin vaatlere kanmamasından yanadır. Ağa Yeniçerilere Sultan Osman'ın tekliflerini. "Yoldaşlar, pâdişahunuz mübarek ala! Emma hali bellü: Sultan Osman da Kapuya geldi. Ocağınıza sığındı." diye anlatmaya başlar. Biraz da, "Ocağınıza sığındı" derken hislerine hitap etmeye çalışıyordu. Fakat duygu mu kalmış ki? Bir ses duyuldu. "Urun, söyletmen!"

Kara Ali Ağa'nın parçalanması için sayısız satır yerine geçti bu söz. Ali Ağa, sevdiği Genç Osman için kırk parçaya bölündü. Ondan sonra, Ağa Kapısında bir garip misafir gibi bekleyen, Osmanlı Devleti'nin genç padişahına sıra geldi.

Ağa'nın parçalanmış cesedi Aksaray'da dört yol ağzına konurken, onunla beraber gelen çavuş ve kethüda güçlükle camiye sığınabildiler.

Mustafa'yı padişahlığa getirenlerden Zoğancıbaşı ile birkaç zabit Sultan'ın anasına danışıp bir sadrâzam tayin etmek üzere eski saraya gitti, aday hazırdı. Bosnalı Davud Paşa Valide Sultan'ın damadı Sultan Mustafa'nın eniştesidir. Tam böyle bir zamanda sadârete en çok yakışacak tiynette biridir. Yeniçerilerin beğeneceği yegâne insan dense mübalağa sayılmaz.

Valide Sultan teklif edildiğinde: "İçinizde iyi yazısı olan var mıdır?" diye sordu: Musâb adlı yeniçeri ileri atılıp, Valide Sultan'ın dikte ettirdiğini yazdı. Böylece, Vezir-i Âzam, Davud Paşa, Yeniçeri Ağası Baş İmrahor Derviş Ağa, Baş Çuhadar Kara Musâb yapıldılar.

Yuvasından düşen, kanatlanamayan bir yavru kuş gibi durur Sultan Osman, eli silahlı yeniçerileri görünce ne düşünür bilemeyiz. Kendimizi onun yerine koyup düşünmeyi de istemeyiz. Kitaplardan, Genç Osman'ın saklandığı yerden çıkarılıp "bir alçak halli şahsın beygirine, başı açık ve arkasında bir beyaz entari olduğu halde bindirildiğini" okuyoruz. Bu bile yeniçerilerin durumunu anlamamız için kâfi bir ipucudur. Koskoca padişahlarını uyuz bir beygirle taşıyacak kadar saygıdan yoksun bir güruh!

Pâdişâh ata bindirilirken Vezir-i Âzam Hüseyin Paşa ne haldedir? Sultan Osman'a yeniçerilere sığınma fikrini veren adam Yeniçeriler tarafından parçalanmıştır. Kaçmasına rağmen, kovalanıp, yakalanmış ve parça parça edilmiş.

Devletin başı, başı açık, uyuz bir beygirin sırtında Orta Camie doğru gidiyor. Yatak kıyafetiyle. Gözleri yaşlı. Etrafta bir yığın seyirci. Bunlardan bir sipahi başındaki tülbendi çıkartıp Sultan'a verirken, diğer Sipahi matrak geçiyor.

"Canım Osman, Çelebi Osman, meyhaneleri basıp Yeniçeri ve Sipahi'yi taş gemisine koyup deryaya atmak olur mu?"

Altuncuoğlu diye anılan bir rezil herif Genç Osman'ın kaba baldırını çimdikleyip öyle kötü sözler söylüyor ki, Peçevi, "O sözleri değil yazmak, ağza almak bile mümkün değil." diyor. Varın düşünün! Ve zavallı yavru! Padişah da olsa 17.5 yaşında değil mi, ancak delikanlı sayılacak yaşta değil mi bu yavrucak... Altuncuoğlu alçağının hakaretine karşı dayanamayıp uyuz attan atlayıp, adamı tartaklamaya çalıştığı ve şöyle söylediği anlatılır "Behey edepsiz melun pâdişâhınız değül müyüm? Nedür bu ittüğünüz cefa?"

Sultan Osman saygısız hakaretler arasında, bu kısa yolculuğu tamamlayıp Orta Cami'ye getirilir. Sultan Mustafa, caminin mihrap tarafında, iki cariyesi yanında, Valide Sultan orada, Çavuşbaşı Mezak Ağa orada ve Davud Paşa orada.

Hâile-i Osmaniye'nin Üçüncü Günü

Günlerden 20 Mayıs Cuma, 1622. Bu güne tarihler, "Haile-i Osmaniye'nin üçüncü günü derler. Sultan Ahmed'in, dolayısıyla Sultan Mustafa'nın eniştesi olan Davut Paşa'nın Vezir-i Âzam olduğu, Sultan Osman'ın son demlerini yaşadığı gündür bugün. Sultan Osman'ı destekleyenlerle ona karşı gelenlerin en heyecanlı anları bugün yaşanır. Dışarıdan sesler gelir:

"Zinhar Sultan Osman'a dokunulmaya. Vücuduna bir zarar erişmiye; bir kılına ziyan geldiğine rızamız yoktur. Şimdilik Sultan Mustafa Han pâdişahdur. Sultan Osman mahbus dursun; sonra nice iktiza iderse öyle olsun!"

Genç Osman'ın canına kıyılmaması için can atanlar yok değildi, ama onlar siyaseten güçsüzdüler. Yine de, sükûneti sağlamak isteyen Davud Paşa Sultan Osman'ı pencereden gösterip, hayatına dokunulmadığını ispat ediyordu.

Sultan Mustafa ise hapis hayatında arkadaşlık ettiği iki câriye yanında olduğu halde caminin mihrabında oturuyordu. Dışarıdaki gürültüden korkuyor, ne olduğunu anlamadığı sesleri merak edip pencereye koşuyor, validesi "gel arslanım gel" diye yanına çağırıyor. Genç Osman etrafındakilere Sultan Mustafa'yı işaret ederek:

"Görün ey derdmendler, padişah ettiğiniz adam nicedir? Hanedanın kesilmesine sebep oluyorsunuz!" diye inliyor...

Bu kötü hareketin içinde olup da pişmanlık çekenlerden bir yeniçeri generali, Sultan Osman'ın başı açık, gözü yaşlı haline acır. Kendi başından başlığını çıkarıp Genç Osman'a uzatır, der ki: "Pâdişâhım, alın pakçadır. Mübarek başınız açık kalmasın, sarın!"

Başkaları da Sultan Osman lehine davranışlara başlayınca, Davud Paşa telaşlanır. Cebecibaşı'na bir işaret verir. Bu, "vakit tamamdır, icabına bakılsın" manasınadır. Cebecibaşı, ibrişim kemendi Genç Osman'ın boynuna atar. Sultan Genç Osman güçlü kuvvetli delikanlıdır, kemendi boynundan çıkarır. Bazıları isyan ederek bağırırlar: "Neylersiz? Şimdi dışarıya duyulursa nice olur? Cümlemizi kırarlar!"

Bundan sonrasını Peçevi'den dinleyelim.

"Bunun üzerine Sultan Osman, Davud Paşa'ya dönerek 'Be hey zalim, ben sana neyledüm? İki defa mucib-i kati cürmünü afv idüp öldürmedüm; mansıb virdüm. Bana adavetün nedür?' diye söylendikten sonra Ocak Ağalarına dönerek: Bu zalim beni komaz öldürür." diye sızlandı. Ağalar: "Hey Pâdişâhım, ne ihtimaldir? Mübarek hatırınızı hoş tutun. Ortalık biraz yatışsın, yine Sultanımız sizsiniz. Hâşa ki vükela kulların sana kıya ve ihaneti lâyık göre!»

Sultan Mustafa'nın anası telaştadır. Duramaz: "Ah ağalar siz bilmezsiz bu ne yılandır. Burdan sağ kurtulursa ne sizden bir kişi koyar, ne bizden." diye korku vermeye çalışır.

Cebecibaşı bir dahi atar kemendi. Bu sefer ağaları mâni olurlar. Genç Osman'ın boğulmasına ve Sultan Osman, Mustafa için konuşur: "Anun hükmü nafiz olur mu? Ol divânedir. Kendü ismini bilmez. Aç şu pencereyi, dahi kullarıma söyleyeyüm."

Pencere açılır, dışarının gürültüsü dolar içeriye ki, tam bir kurt dalmış sürü gibidir seslerin telaşı. Sultan Osman onlara "Benüm Sipahi ağalarım ve Yeniçeri ihtiyarları babalarum! Tazelik belasıyla münafık sözüne uydum. Beni nolaydı bu hakaretle ******ürmeden orda öldüre idünüz!"

"Yılana sarılma" denemesidir genç Sultan'ın yakarmaları. Bu kararmış gökten, bir afetin kopmasını engellemek Allah'a kalmıştır. Osman Han yine de son çareleri değerlendirmek için sorar:

"Benim Yeniçeri ve Sipahi ağalarım! Beni istemez misiniz?"

Herkes birbirinden bile korkar o hengamede. Kim o anda, isteğini istediği gibi dillendirebilir ki? Bir kişinin sesi çınlar yılan çıngırağı gibi ve Sultan Osman'ın yarasına bir avuç tuz atar.

"Her kim seni isterse Allah onu istemesün!"

Bir başka ses vicdanlı bir yürekten zorla kopmuş gibi gelir:

"Seni hilafete kabul itmezüz ve katline dahi rızamuz yoktur!"

Genç Osman, Yedikule Zindanı'na gönderilmemesi için de dil döker. Davud Paşa'dan çekindiğini anlatır, faydasızdır bütün yalvarmalar. Boşnak olduğu bilinen, dünyanın en alçak adamlarından sayılan Kara Davud Paşa, devletin Vezir-i Âzamı'dır. Korkusu da, kini de bayağılığı da âzamidir.

Sultan Mustafa'nın Topkapı Sarayı'ndaki dairesine hapsedilme isteği de dinlenmez Genç Osman'ın ve Cuma'dan sonra, bir pazar arabasının içinde türlü hakaretlerle Yedikule Zindanı'na ******ürülür. Yol boyunca ağlayıp merhamet gösterenler olduğu gibi, en galiz küfürleri eden aşağılık takımı da eksik değildi. Genç Osman hâle bakıp ağlıyordu.

Yedikule Zindanı'nda on cellâtla mücadele edecek, üçünü yumruğuyla yere serecektir. Sultan Osman gücünü sonuna kadar kullanıp elinden geleni yapmaya kararlıdır. Davud Paşa'nın has adamlarından, "Sipahilerden Subaşı Kethüdası Kilindir Uğrusu (ugru-hırsız) denen şahıs da oradadır.

Şehirde bütün taşlar yerinden oynamış, asayiş kalmamış olduğundan her tarafta yağma hareketleri devam ediyor, iyiler can ve mallarını korumaya çalışıyor, Genç Osman da bir kaç saniyelik ömrünü birkaç saate ulaştırmak için enerjisini tüketiyordu.

Acaba diyorum, zavallı Genç Osman bu can pazarında Şehzade Mehmed'in sözlerini hatırlıyor, pişmanlık duyuyor muydu? 12 Ocak 1621 tarihinde, sefere çıkarken boğdurduğu kardeşi şöyle beddua etmişti: "Osman, dilerim Allah'tan ömrü devletin berbâd olup, beni ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi behremend olmayasm."

Adi cellâtlardan biri eline baltayı alır, bütün gücüyle sallar. Sultan Osman'ın omuzu ağır yaralanır. O acıyla kıvranırken saldırıya geçen Kilindir Uğrusu denen adi, husyelerine saldırır Sultan'ın ve Genç Osman Osmanlı Türk Devleti'nin 323 senelik tarihinin, zindana atılan, boğulan, şehid edilen ilk pâdişâhı olarak tarihe geçer. Onu bu millet burnunun direği sızlayarak anarken, öldükten sonra burnunu, kulağını kesip, mevtaya işkence yapanları kıyamete kadar lanetleyecektir... Herhalde Cenâb-ı Allah'ın rahmeti Sultan Osman'a, gazabı da o hainlerin üzerinedir.

Genç Osman'ın arkasından, âşıklar türküler, destanlar yazar, ağıtlar okur. O gün ölümüne alkış tutanlardan çoğu vicdan azabıyla, cehennemi ruhlarında yaşarlar. Nevi mahlaslı bir şairin yazdığı şiir dillerde dolaşır, durur...

Bir şahı âlişân iken şâhî cihana kıydılar

Gayretlü genç arslan iken şâhî cihana kıydılar

Gazi bahadır hân idi âli neseb sultan idi

Namiyle Osman Han idi şâhî cihana kıydılar

Niyyet idip hacı olmağa koomadı kullar gitmeğe

Kulak gerek işitmeğe şâhî cihana kıydılar

Hükmetmeye kaadir iken emr-i Hak'a nazır iken

Haccitmeğe hazır iken şâhî cihana kıydılar

Ol bir sânı âlâ iken hep cümleden evlâ iken

Şer-i şerif icra iken şâhî cihana kıydılar

Esrât-ı saatdür bu dem devri kıyametdür budem

Bize nedâmetdür bu dem şâhî cihana kıydılar

(Nevi) ciğerler oldu hûn derdin bir iken oldu bin

Kanağladı ehlifünun şâhî cihana kıydılar.

Link to comment
Share on other sites

Genç Osman'ın Şehit Edilmesi

Padişah otağının Üsküdar'a kurulacağı günden bir gün önce Yeniçeriler Süleymaniye'de toplandılar. Ayaklanan yeniçeriler saraya girip bazı devlet adamlarını öldürdüler. Yeniçeri ve sipahileri ikna etmek isteyen Sultan Genç Osman, yeniçeri ağalarını merhamete getirmeye çalıştı. Ancak bunda başarılı olamadı. Yerine kardeşi Sultan Birinci Mustafa ikinci kez tahta çıkarıldı. İsyancılar o an için Sultan Genç Osman'ı öldürülmesini düşünmüyorlardı.

Ancak Sultan Genç Osman'ın ne kadar dirayetli bir padişah olduğunu bilen isyanın elebaşları padişahın Yedikule zindanlarına ******ürülüp orada öldürülmesini istediler. Sultan Genç Osman sekiz tane cellata kahramanca karşı koymasına rağmen boğularak şehit edildi.

Sultan Genç Osman'ın naaşı, ertesi gün Sultanahmed Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Sultan Ahmed Camii'nde babasının türbesine defnedildi. Sultan Genç Osman'ın şehit edilmesi Anadolu'da bazı isyanların çıkmasına sebep oldu.

Osmanlı halkı padişahın şehit edilmesini hiçbir zaman hazmedemedi. Sultan Genç Osman, gençliğinin en güzel günlerinde tahta çıkmış ve hep milletinin iyiliği için çalışmış, azim ve irade sahibi bir padişahtı. Ancak gençliği ve tecrübesizliği kendisine bu hazin sonu hazırladı.

Link to comment
Share on other sites

BİRİNCİ MUSTAFA

(2. Dönem 19 Mayıs 1622 – 10 Eylül 1623)

15qu4.jpg

Dört sene, iki ay, yirmi bir gün Topkapı Sarayı'nda mahpus hayatı yaşayan Birinci Mustafa, bir kaç kişinin şahsî hırsı yüzünden, tekrar, Osmanlı cihan devletinin tahtına zoraki oturtulmuştu. Sultan Osman bahsinde, hangi şartlar altında o yüce makama getirildiğini beyana çalıştığımız için üzerinde durulmayacaktır. Yalnız, bir kere daha lanetlemek için, Kara Davud Paşa'dan bahsedeceğiz.

Taht sahibi görünse de, dünya âlem biliyor ki, Mustafa, hiçbir şeye kadir değildir. Bütün işler validesi eliyle, bu hain paşaya yaptırılmaktadır. Yapılan işlerin içinde bir tane iyi iş bulunmayışı da gayet normaldir. Çünkü: Başta iyi niyet yoktur. Devlet çarkı tersine işlemeye, bir masum şehidin kanı üzerinde dönmeye başlamıştır.

Kitaplarda, çeşitli şekillerde anlatılan Sultan Genç Osman'ın şehâdeti sonrasının ana çizgisi, bir kaç kişi hariç, herkesin vicdan azabından kıvrandığı yolundadır.

Vicdanı rahat olan vicdansızlar, başta Davud Paşa, sonra Cebecibaşı denen tiynetsiz ve Kilindir Uğrusu namlı alçak. Bunların başında mı, yoksa arkasında mı? denir, bilmiyorum. Sultan Mustafa'nın anası ve bir de ince hesapların kadın Kösem Sultan. "Kilindir, Güney Makedonya'da bir kasabadır. Uğru ise hırsız demektir."

Valide Sultan, Mustafa'nın yerine devlet işlerini idare ederken halk ve askerin büyük kısmı da vicdanlarındaki kini temizleme yarışındadır. Önce Sipahiler, Davud Paşa'nın sarayı önüne birikip, "Biz sana emânet eylemiştik, neden Sultanımızı katleyledin?" diye hesap sorarlar. Paşa, "Sultan Mustafa'nın fermanıyla katleyledim, benim mesuliyetim yoktur." diyerek savuşturur. Her işin içinden sıyrılma becerisine sahip olan bu alçak Paşa'nın hiç bir insanî haslete sahip olmadığına bir misal daha. Memleket en sancılı günlerini yaşarken Darüssaade Ağası'nın saray döşemelerini ve pâdişâhın hazinesini bile soymuştur.

Yeniçeri ve sipahiler Sultan Osman'dan memnun değildi. Tahttan uzaklaştırılsın ama hayatına dokunulmasını istemiyorlardı. Birçok kişi ölüm hadisesine içerlemişti. Mesul kişileri affetmiyorlardı. Hem Sultanı öldürülenleri, hem de Sultan'a yanlış yaptıranları temizlemek niyetlerini durmadan meydana koyuyorlar.

Üç hafta sonra (11 Haziran 1622) tekrar toplanan Yeniçeri ve Sipahiler "Sultan Osman'ın müşavirlerinden olup ihtilal günü Kızlarağasıyla sadrâzamın akıbetinden kurtulmuş olan Hoca Ömer Efendi'nin Kaymakam Ahmed Paşa'nın, eski Kethüda Hüseyin'in, Kara Ali Ayos ve Nasûh Ağaların başlarını istediler…

Davud paşa iktidara nasıl geldiğini bildiği gibi nasıl gideceğini de biliyor, bütün mesaisini kendisini bertaraf edecekleri bertaraf etmeye harcıyordu. Bu cümleden olarak Sultan Ahmed'in oğullarının hepsini ortadan kaldırmaya azmetmiş, ilk sırada, en büyük Şehzade Murad var; daha 10 yaşında. Büyük vaadlerle saraya yerleştirdiği bir adamı Şehzade Murad'ın işini bitirecekti ki, kendi işi bitti. Murad kurtuldu. Bu Murad istiklâlin Dördüncü Murad'ıdır.

Davud Paşa'nın yakayı ele vermesi zor olmadı. Şehzade Murad'ı öldürmekle vazifelendirdiği Akağalar reisinin yakalanıp idam edilmesi, bunun yapmaya çalıştığı icraatın arkasında Davud Paşa olduğuna inanılması kâfi idi.

Bütün mesele Genç Osman'ın feci akıbetinin hazmedilmemesidir. Berbat hallerin mesulleri Sipahi ve Yeniçeri olmakla beraber, bunların tamamı değildi. Artık, ölüm olmayacaktı. Ölüm işini Davud Paşa'nın organize etmesi yığınlarca kinin üzerine yönelmesine yetti. Halkın da asker kadar nefreti üzerindeyken makamında kalması doğru bulunmayıp Valide Sultan'ın emriyle azledildi. Davud Paşa'dan alınan Mühr-ü Hümâyun Mere Hüseyin Paşa'ya verildi." Mere Hüseyin en adi cinsinden bir Arnavud'dur..." Bu sözler Hammer'e ait.

İhtilalin dağılmayan tozu dumanı arasında iyi adamların yüzü seçilemediği için, öne fırlayan kötüler yetki sahibi oluyor.

Mere Hüseyin'in sadâreti uzun ömürlü olamadı. Yeniçeri askeriyle ters düştüğü için padişaha şikâyet edildi. Sultan Mustafa tahtta oturup Valide Sultan devlet yönetmeye çalışırken şikâyetlerin muhatabı da haliyle Valide Sultan idi.

"Sadrazamlığa Dâvud, Gürcü Mehmed Paşa veya Lefkeli Mustafa Paşa'dan birini seçin. Sizin intihab edeceğiniz kişi benim makbûlumdur..." Pâdişâhtan kendilerine tercih selâhiyeti verilen asker insiyatif kullanamadı. Kavgada baş istemekten daha zor gelen bu işi üzerlerinden atarak:

"Pâdişâh kimi isterse onu tayin edebilir" diyerek kenara çekildiler. Mühür Lefkeli'ye verildi. Tercih sebebi de, Lefkeli'nin hanımı Pâdişahın dadısı idi.

Taht boş Sultan Mustafa'yı bir kalıp olarak oraya oturtanlar ne yapsalar olmuyor. İçini gerçeklerle dolduramadıkları zavallı delinin veliliğini yaymayı denediler. Şeyhlerden biri Ramazan'ın son cumasında, konuşmasını kerametlerle, Sultan Mustafa'nın velayetiyle süslüyordu. Vaazında diyordu ki Cerrahpaşa Camii İmamı İbrahim Efendi.

"Ümmeti Muhammedi Pâdişah-ı veli üç gündür bir tenha odaya girüp kapanmış; namaz kılup ağlamaktadır. Hiç kimseye söz söylemez; esrarına ancak kendisi vâkıftır. Sultan Osman Hân'ın mertebesini âlem-i rüyada müşahede eylemişler. Pek yüksek görmüştür; Hakk Teâlâ rahmet eyleye!"

Şu aşağıdaki uydurmadır deniyor:

"Davud Paşa denilen mel'un, Sultan Osman'ı boğazlamaya gitmiş imiş. Sultan Mustafa bunu anladığında, hemen tahtından fırlayıp bağırmaya başladı." Kıyma, zalim kıyma." Bu sözü tekrarladı durdu. Sonra da "Kıydı, kâfir kıydı; Yüce Tanrı'dan bulasın. Bu saltanatınız gerekmez, işte Padişahınız." diye ağladı durdu."

Sultan Mustafa deli veya veli, hangi sıfat yakıştırılırsa ona uyar; ikisi arasında zar kadar mesafe var. Veliliğini, menfaatlerine uygun görüp de halka yayanlar utansın. Mustafa'nın akıl zarını deldiği gün gibi aşikâr olduğu herkesin ma'lumu olduğu halde neler neler uydurdular. Yine de onu akıllandırmaya güçleri yetmedi.

Bu arada devlet ne yapıyordu? İyi-kötü vezirlerle ayakta duruyor. Olağan işler yürüyor. Tayinler, aziller, nakiller süratle devam ediyor. Halkın, Sultan Osman'ın katillerine karşı beslediği kin selvi gibi büyüyor. Tek tek, mesul kişilerden intikam alınması dileği yüreklere sığmıyor. Herkes diyet ödemeliydi ki gönüller ateşi birazcık söne.

Bir Derviş Ağa var idi. Sultan Osman'ın yerine oturtmak için Sultan Mustafa'yı arayıp bulan. Bu adam Yeniçeri Ağalığına terfi ettirilip emeğinin karşılığını almıştı. Timaşvar Eyaleti'ne gönderildi. Orada attan düşerek boynunu kırdı ve birkaç gün sonra öldü.

Vicdanı rahat olan vicdansızlardan biri de Kilindir Uğrusu denen Cebecibaşı da hakettiğini bulacaktır. Yedikule Zindanı Kilindir Uğrusunun dünyaya bakabildiği son yerdir.

Sultan Osman'ın ölümünde dahli olmayanlar, bilhassa sipahiler halkın yakıcı bakışlarından usanmış, suçlu olmadıkları halde suçlu sanılmaktan acı duyuyorlardı. Sultan Mustafa'ya zabitlerini göndererek "Sultan Osman'ın katlini eğer Pâdişâh emretmişse, bunu açıklasın" mealinde bir arz-ı hal takdim ettirdiler." Bir gün sora Şeyhülislâm'dan, katiller için fetva istediler. Diğer gün Pâdişâhın kulağına ulaşacak kadar gürültü çıkarıldı. Mesele anlatılınca, Sultan Mustafa'dan:

"Sultan Osman'ın katledilmesini ben istemedim; Davud Paşa öldürdü: Katiller kim ise haklarından gelinsin." diye bir Hatt-ı Hümâyun çıktı.

Bunun üzerine asker:

"Tiz katiller bulunsun!" diye çağrıştılar.

Sultan Osman'ın kulağını Sultan Mustafa'nın validesine ******ürmüş olan bir Kara Mezak Çavuş vardı. Sultan Osman'ın yanık bağrını serinletmek için su istediği çeşmenin yanında bulunup, boynu vuruldu. Yine o devrin yaramaz adamlarından, yalnız, maksadı meçhul "beni dahi isteseler virin" diye Sultan Osman'ı korumaya çalışıyor gibi görünen Ohrili Hüseyin Paşa'nın vücudu parçalandı.

Davud Paşa o zamanın birinci derecede yüz karası, merhametsizliğin heykeli sayılırdı. Devrilmek korkusuyla saklandığı bir samanlıkta yakalandı. Pejmürde bir kıyafet içinde, bir arabayla Yedikule Zindanı'na getirilip oradan lâyık olduğu yere (Cehenneme) gönderildi.

Abaza Paşa'nın İsyanı

İstanbul'da Sultan Osman'ın öcünü alma çalışmaları devam ederken, Erzurum Valisi Abaza Paşa isyana kalkıştı. Celâlileri de arkasına alan Abaza Paşa'nın maceralarını bundan sonraki bahiste ele almak üzere, şimdilik erteliyoruz.

Birinci Mustafa, ikinci defa iliştirildiği tahtta otururken, hiç farkında olmamıştır ama, çok hareketli, kanlı günler yaşanıyordu. Sadece, değişen sadrâzamlar, olayların delili olarak sayılsa yeter. Ohrili Hüseyin Paşa sadrâzam idi. Parçalanarak öldürüldü. Dâvud Paşa yerine getirildi. Yirmi üç gün sonra da Mere Hüseyin Paşa geldi. Arnavud olup, Türkçeyi tam konuşamayan Paşa, önünden ******ürülmesini istediği idamlıklar için, Türkçedeki "******ürün" manâsına gelen Arnavudça "Mere" dediğinden dolayı adı Mere Hüseyin kalmış. Zulüm ve soygunda emsalsiz olan bu Paşa, vazifesine ancak 25 gün devam edebilir. Ondan sonra Lefkeli Mustafa Paşa iki ay 14 günlüğüne iş başı yapar. Lefkeli'den boşalan sadâret makamı Gürcü Mehmed Paşa'ya emanet edilir. Gürcü Mehmed Paşa 4 ay 14 gün süren dağdağalı bir dönem yaşadıktan sonra, bu makamı daha önceki sahiplerinden Mere Hüseyin Paşa'ya bırakmak zorunda kalır. Mere Hüseyin Paşa'nın müddeti 6 ay, 25 gündür.

Sultan Mustafa'nın ikinci dönemi bütün cepheleriyle karmaşa yaşamaktadır. En büyük ayıbı yaşayan ve yaşatanlar bu halden utanmaya başlayacaklardır, az kaldı! Mere Hüseyin'den sonra Kemankeş Mehmed Paşa Vezir-i Âzam olup, aradan on gün geçmiştir. Bir delinin iktidarda kalmasına artık kimsenin gücü yetmeyecektir.

Abaza Mehmed Paşa Erzurum Beylerbeyi'dir. Başkaldırmış, Sultan Osman'ın katlinin hesabını sormak istiyor. Kemankeş Ali Paşa da devlete düzen vermek için çırpınıyor, Yeniçerilerle Sipahiler ne yapacağını bilemez durumdalar. Padişah Mustafa bir şey yapamayacağı için, fazla bir şey bilmesi de önemsenmiyor. Ne var ki, çok şey bilip, çok şey yapacak mevkîdedir.

Sultan Mustafa, saltanat makamında bulunmasında şahsi kabahat sahibi de değildir. Bütün suç, onu malûm durumda iken zorla oraya getirenlerin omzundadır. Hâlbuki Yüce Yaratıcı, onu her türlü mesuliyetten uzat tutulacak hale getirmişti.

Zavallı Mustafa, padişahlığın ne demek olduğunu bilemeden zorla oturtulduğu tahtta günlerini geçirirken, belki de güdü ile, bazen yanık yanık bağırıyor:

"Osman nerdesin? Gel, beni kurtar!

Gel Osman beni kurtar!"

Bu çığlıkların sahibinin, daha fazla ızdırap çekmesini doğru bulmazlar. Vezir-i Âzam, Şeyhülislâm ve Kazasker Mustafa'nın hal'i için anlaşmaya varırlar, Valide Sultan'a haber gönderilir:

"Sultan Mustafa tahtında otururken varalım, sorular soralım." "Adın nedir ve kimin oğlusun, bugün nedir?"

Ne kadar acı, hattâ gülünç olsa da maalesef, böyle. Mustafa bu kadar soruya bile doğru cevap verebilse, padişahlığı devam edecek. Tabii ki Mustafa'nın kendinden haberi yok. Yeğeni Sultan Osman'ın boğdurulmasından sonra, olan aklı da gitmiş, tam bir divânedir.

Valide Sultan gelince durum müzâkere edilir. Valide; hayatına dokunulmaması şartıyla, oğlunun tahttan indirilmesine rıza gösterir.

Şimdi mühim bir engel kalmıştı; para. Malûm ya, tahta her geçen pâdişâh askere cülus bahşişi verir. Eskiden pâdişâhlar uzun seneler görev başında kalır, fetihler yapılır, taşınamayacak kadar ganimetlerle taht şehrine dönülürdü; hazine dolup, taşardı. Uzun zamandır ganimetten mahrum kalındığı gibi, son 5-6 senede üç defa dağıtılan cülus bahşişi ve rüşvetlerle, soygunlarla hazine fukara ambarına dönmüştü.

Vezir-i Âzam askerin ileri gelenleriyle görüşür, konuşur ve anlaşırlar. Bu seferlik, iktidar değişikliğinden kimse para beklemeyecek. Yeniçeriler, tutamayacakları bir söz vermişlerdir. Amma bu sözle Sultan Mustafa onbeş sene yaşayıp, yine orada öleceği saray dairesine gider. Yeğeni, 11 yaşındaki Murad 17. Osmanlı Pâdişâhı olarak tahta oturur. (10 Eylül 1623)

Bu zamana ait iyi bir iş var mıdır, diye araştırdık, aşağıdaki hâdiseyi bulduk.

Sultan Mustafa Devrinden Bir Güzel Tablo

Memleketin her tarafını matem bulutları örterken, vicdanındaki ağır baskıya dayanamayıp meydana atılanlar da yok değildi. 21 Haziran 1622'de sadrâzamın dağıttığı rüşveti paylaşmaya çalışan askerin arasına dalan bir sipahi "Kanı benim Osman Han'ımı neylediniz?" diye tekrar tekrar bağırarak bir mülâzımbaşıyı öldürüp sekiz kişiyi ağır yaralamış. Döğüşe döğüşe Sultanahmet Camii'nin minaresine çıkan sipahi, okları bitene kadar direnmiş, 80 kadar askerin kimini öldürüp, kimini yaralamış. Sonunda yakalanıp başı kesilerek cezasını görmüş. En azından yapılan zulme nasıl bir hınçla baktığını göstermesi açısından enteresan bir olaydır, bu Sipahi'nin serdengeçtiliği.

Link to comment
Share on other sites

DÖRDÜNCÜ MURAD

(1623-1640)

17zr4.jpg

Osmanlı Devleti dirayetsiz ve çocuk padişahlar dönemine girmiş, beş senede üç saltanat değişikliği yaşamıştır; bunlardan biri, bir daha Allah göstermesin diyeceğimiz padişah katliyle olmuştur. Askerde asayiş, vezirlerde sadakat, devlette düzen unutulanlar arasına karışmış, birinci sınıf devlet adamları çağı sıkıca kapanmış, devleti yönetmeye çalışan ikinci - üçüncü sınıf erkân birinci sınıf soygunlarla itibar aşınmasına devam ediyor. Kadın hâkimiyeti umûmî menfaatlerin zıddına kendini her yerde hissettirmekte, onların teşvikiyle elde edilen makam sahiplerine sel gibi rüşvet akmaktadır. Aklî durumundan dolayı hal edilen Mustafa'nın yerine tahta çıkarılan Murat, işte böyle bir düzenin üzerine gelmiştir. Kendisinden önce üç tane Murad gören tahtta Dördüncü Murad olarak saltanat sürecek; murad almaya çalışacak; ama henüz onbir yaşındadır ve hiç bir sıraya, sayıya girecek halde değildir. Bütün ipler başkasının elindedir. Dördüncü Murad bir çocuktur.

Atlattığı ve yaşadığı bütün badirelere rağmen devlet hâlâ çok büyüktür ve büyük pâdişâh hasretindedir. Valide Kösem Mahpeyker Sultan’ın tek amacı oğlunu avucunun içine alıp, idarede bir numaralı görevi yapmaktır ve uzun süre yapacaktır. Vezir-i Âzam Kemankeş Ali Paşa'nın yeni padişahın tahta cülusunda hizmeti dokunmuştu, onun karşılığını almaya kendi usulüyle çalışacak, bu münasebetle cüretkâr teşebbüsleri olacak, adı büyük rüşvetlere sıkça karışacaktır. Şeyhülislâm Yahya Efendi siyaset bilmemenin cezasını Vezir-i Âzam eliyle görecek, yerini eski Müftü Ömer Efendi'ye bırakacaktır.

Küçük Murad'ın padişahlığı konuşulurken, hazinenin müflis olduğu, cülus bahşişi verilemiyecegi söylenince "hay hay" diyen askerler kazan kaldırdılar. Elde bulunan altın, gümüş cinsinden ne varsa saraydan darphaneye gitti, eritilerek para kesildi ve askere dağıtıldı. Bunların haricinde de çok şeyler oldu... Çocuk pâdişâh seyretti. Seyretti ama herşeyi hafızasına nakşederek... Yeri ve zamanı gelince gördüğü her şeyden istifade edecektir. Anasını bile unutmayacaktır. Anası Kösem Sultan bir Rum Papazı'nın kızı iken küçük yaşta yetim kalıp, Bosna Beylerbeyi'nin eline esir olarak geçince saraya takdim edilmişti. Şimdi kendisi bile hatırlamasa da, adı Anastasya imiş. Güzel Anastasya Mahpeyker adıyla Sultan Ahmed'in gözdesi olmuş, sonra da kadını. İktidara düşkünlüğü ile kocasının zamanında çok nüfuz kazanmıştı. Oğlu Murad'ı saltanata getirenlerin birinci sırasında görülmektedir. Oğlunu sever Kösem Sultan. İktidarı, gücü elinde bulundurmayı daha çok sever. Şimdi iktidar ipi onun kuvvetli ellerindedir.

Kösem Sultan'm siyasi entrikaları çok mükemmel bildiği kabul edilir. İ. H. Danişmend'in Mademe de Gamez'ûen nakline göre: "Birinci Ahmed'in vefatında veraset usulünün değişmesine ve bu suretle Deli Mustafa'nın saltanatına, Kösem Sultan'ın çevirdiği entrikalar sebep olmuştur: Onun bundan maksadı, kudretli bir şahsiyet olan Genç Osman'ı tahttan uzaklaştırarak kendi oğullarının saltanatına yol açmaktır; hatta gene aynı kaynağa göre "Hâile-i Osmaniyye" bile bu müthiş kadının eseridir."

Dördüncü Murad'ın dört kardeşinden Bâyezid ile Süleyman ayrı anadan Kasım'la İbrahim Mahpeyker Kösem Sultan'dan doğmadır. Kösem'in ömrü iktidarı kendi elinde, tahtı, doğurduğu çocukların altında görmek için adanmış gibidir. Amma önce kendi tatmini gelir:

Sultan Mustafa'nın ikinci saltanatı İstanbul'da, "kimin eli kimin cebinde" dedirtecek kadar karışıklığa sahne olmuştu. Anadolu kaynamaktaydı. Bağdad adamakıllı karışmıştı. Önce Abaza Paşa'ya bakalım.

Abaza Paşa'nın Erzurum'dan Gelen Sesi

Genç Osman'ın katlinden sonra Anadolu panik halindeydi. Başa geçmiş bir Osmanoğlu milletin babası yerindeydi ve millete danışılmadan tahttan indirilmişti. İnsanların kulağına erişen, Sultan Osman'a isnad edilen kabahatler görünürde o insanlara olan sevgiden işlenmişti. Türk kızlarıyla evlenmek, orduyu millileştirmek. Hacca gitmek Türk milletinin beğenmeyeceği davranışlar değildi. Bunun için Anadolu "Osman" diye ağlıyordu. Aradan 1 sene üç ay geçmiş, çocuk da olsa, yeni bir pâdişâha kavuşulmuştu. Artık, insanlar sükûnet bekliyordu. Daha önceleri, kendine, herhangi bir sebepten sükûneti haram eden insanlar yani Celâliler ki birçoğu asker kökenlidir, onlar da yerlerini buldu. "Kuyucu Murad Paşa'nın elinden kurtulan Karayazıcı, Canbolat, Kalenderoğlu, Said ve Tavil" gibi Celâli elebaşıları Sultan Osman'ın intikamcısı olmak üzere Segbân sıfatıyle Abaza'nın sancağı altında toplanmışlardı."

Erzurum'da başlayan Abaza Paşa İsyanı genişleyerek devam ediyor. Abaza Paşa "Pâdişâhın katilleri" diye binlerce yeniçeriyi öldürtmüş, kendine bağladığı Sipahilere dokunmamış; bir de Segban! namıyla başına topladığı askerler gücünü bir hayli artırmıştı. 40 bin kişiyi bulan kuvvetiyle Ankara'yı kuşatan Abaza Paşa devletle, devletin selameti için savaştadır. Ankara Kalesi'ni alamayınca Sivas ve Kayseri vilayetlerinin Türkmenlerinden yardım ister; gelen cevap Paşa'ya reddiyedir. Derler ki:

"Bizim ol yükte bac'ımız yoktur; somun yediği adamlar ile iş görsün."

Burada küçük bir paragraf açalım: Rahmetli Faruk Sümer'in Oğuzlar -Türkmenler adlı kitabında Selçuklu Sultanı Alp Aslan'ı eleştiren bir bölüm var. Orada Alp Aslan'ın "İranlı vezirleri öne çıkardığı, Türkmenleri memnun etmek için tedbir almadığı" anlatılır. Oradan yola çıkarak, Abaza Paşa'nın "Türkmenler" dediği kişilerin hakiki Türkler olduğunu anlayabiliriz.

Daha sonra Abaza Paşa'nın safında devletin askerine kılıç çekenler ayrılmaya başladılar. Müttefik olarak görünen Sivas Valisi Tayyar Mehmed Paşa ile Mürteza Paşa da Abaza'nın askerlerine kılıç üşürünce, Abaza'nın durumu sarsıldı. Sonu; özür dileyip, af edilmesine kadar giden Abaza Paşa İsyanı kendisi için başarısız geçmiş sayılıyor, ama yine de Erzurum Valiliğinde bırakılıyordu.

Irak'ın Elden Çıkması (11/12 Ocak 1624)

Abaza Paşa'nın isyanı başka taraflarda da gevşemelere sebep olmuştu. Bunlardan en mühimi Bağdad'ta yaşananlardır. Genç Osman'ın katlinden sorumlu tutulan yeniçerilerin itibarı adamakıllı sarsılmış, Bağdad Subaşısı etrafına oniki bin asker toplamıştı. "Yerli kulu" denen bu gönüllülerle Bekir Subaşı'nın durumu validen daha kuvvetli olmuştu. Artık valiyi bile takmıyordu. Bir gün Yerli Kulu askeriyle Bekir Subaşı âsi bir aşireti sindirmek için şehri terkedince, itibardan düşmüş sayılan vali Yusuf Paşa "bir rivayete göre "Mehmed Kanber Ağa" ismindeki Azebağasını elde edip Bekir Subaşı'nın ailesini imha ettirdi, sonra kendisini şehre sokmamak için tertibat aldı. Bekir Subaşı'nın bu vaziyetten haberdar olan oğlu Derviş Mehmed Ağa hem babasına haber göndermiş, hem idaresinde bulunan askerle Mehmed Kanber Ağa'yı mağlûb edip içkaleye iltica mecburiyetinde bırakmıştı. Oğlunun haberiyle şehre gelen Bekir Subaşı, Yusuf Paşa ile Mehmed Kanber Ağa'yı iç-kalede muhasara etti bir müddet çarpışmadan sonra bir kaza kurşunuyla şehid oldu. Bundan sonra kaleyi mecburen teslim eden Kanber Ağa iki oğluyla beraber Dicle'nin üstünde "Neft ile" tutuşturulan bir kayığa konulup su ile ateş arasında çırpınarak idam edildi."

Bekir Subaşı için bir başarıdır bu ve devamı gelir. Kendisine ne kadar muhalif var ise kılıçtan geçirilir. Subaşılığı beğenmeyen Bekir, İstanbul'a arıza gönderip, Vali yapılmasını talep eder. Uygun bulunmaz bu talep ve üzerine Hafız Ahmed Paşa Serdar olarak gönderilir. Bekir Subaşı Hafız Paşayla çarpışmayı göze alamayınca, Şah Abbas'a haber gönderip şehri kendilerine teslim edeceğini ve tabiiyetlerine geçeceğini bildirir.

Safevilere ne büyük müjdedir; Bağdat'a yeniden sahip olmak! Hemen 300 kişilik bir heyetle Şiilik tacı ve valilik menşuunu yola çıkarırlar; peşinden de Şah Abbas 30000 kişiyle harekete geçer.

Bekir Subaşı'nın Bağdad'ı Safevilere teslim etme teklifi Hafız Paşa'ya ulaşınca rüşvet yarışı başlar. İşler iyice karışır. Bekir Subaşı tercihde zorlanır. Ama sonunda Hafız Paşa'nın Bağdad Beylerbeyiliği teklifine dayanamaz; bir anda Subaşı Bekir'likten "Bekir Paşa" oluvermek o kadar cazip gelir ki, şehrin anahtarlarını almaya gelen 300 kişilik heyetin başı Şahkuli Han, Subaşı'nın teşekkürünü alıp dönmek durumunda kalır.

Bekir Paşa! Hafız Paşa'nın teklifini kabul ederken ona Bağdad'tan uzaklaşıp Diyarbakır'a çekilmesini şart koşmuş, Hafız Paşa da şarta uymuştu. Safeviler kuvvetli bir orduyla Bağdad'ı muhasara edince, Bekir Paşa onlarla başa çıkamıyacağını anladı ise de Safeviler yardım yollarını kapamışlardır. Bekir Paşa'nın kendilerine yaptığı kalleşliğe kızan Şah-kuli Han, "Bu kongay gidi (koca pezevenk) ne herzesini yer, meğer bizim şahımız aglancık mıdır." diye isyan etmişti. Şimdi intikam almak için elinden geleni yapacaktır.

Bekir Paşa kuvvetinin yetersizliğine rağmen iyi müdafaa yapar. Yiyecek sıkıntısından, kaledeki kediler, köpekler bile gıda olarak değerlendirilir... Tabii ki bu hale herkes dayanamaz. Asker ve zabitlerden firar edip, Sefevilere sığınanlar olur. Bu kaçaklar kalenin sırlarını düşmana açıklayınca, kötü son kaçınılmaz hale gelir.

Bekir Paşa'nın, "Narin Kale" denen iç kalenin muhafızı bulunan oğlu Derviş Mehmed'e yapılan ihanet teklifi netice verir. Babasının yerine Bağdad Valiliğine getirilmek istenmesi, kale kapısının açılmasına yeter.

Bekir Paşa yakalanıp Şah'ın huzuruna ******ürülünce, Şah sorar:

"Niçin böyle yaman iş ittün?" Bekir Paşa:

"Şahum, yaman iş ben itmedüm. Bu veled-i zina ittü!" deyince, oğlu bu hakaret karşısında dayanamaz:

"Sen Bağdad'ı virmeğe ahd idüp sözünde durmadın. Ben ol ahdi yerüne getirtip virdüm." der.

Şah, Şiilerle Sünnileri ayırır. Sünnileri işkenceyle öldürtür. Kadı Ömer Nuri ile Camii Kebir hatibi Mehmed Efendilere, Şeyheyn'e söğmeleri, (Hz. Ebubekir'le, Hz. Ömer) Şiiliği kabul etmeleri halinde af edilecekleri söylenirse de, onlar Şah'a hakaret edip, işkenceler altında şerefleriyle can verirler.

Bekir Paşa da uzun işkencelerden sonra, kendisinin daha önce Kanber Ağa'ya reva gördüğü gibi, neft yağıyla tutuşturulan kayıkta can verir. Oğlu Derviş Mehmed'e gelince, Şah Abbas: "Babasına ihanet eden kâfirin bana ne hayrı d¬kunur." deyip, Horasan'a sürer. Yolda kaçmaya teşebbüs eden Derviş Mehmed, yakalanır ve öldürülür.

12 Ocak 1624. Bağdad 89 yıl 1 ay 4 gün sonra (Y.Ö.) Osmanlı hâkimiyetinden, tekrar Safevilerin eline geçer. Şii hâkimiyetinden kurtulmak, mutlu günlere dönebilmek için onbeş sene, Dördüncü Murad'ın büyümesini bekleyecektir. Bağdad elden çıkmış olmakla, gözden hiçbir zaman çıkmamıştır.

Vezaret Değişikliği (3 Nisan 1624)

Kemankeş Kara Ali Paşa Dördüncü Murad'ın cülusunda oynadığı önemli rolün gururunu taşıyordu. Sanıyordu ki, Küçük Padişah hiçbir şeyden anlamaz, ne yaparsa sadrazam yapar ve yaptığı yanına kalır! Bu zan tıynetindeki, hoşa gitmeyecek hareketleri alenen yapmasına yol açtı.

Memuriyetleri rüşvet karşılığı dağıtmaya başladı. Halil Paşa ile Gürcü Mehmed Paşa'nın idam edilmelerine çalıştı; onları Abaza isyanının teşvikçileri olarak gösterdi, onlar masumiyetlerini ispat ettiler. Sadareti zamanında sükût eden Bağdad'ı Pâdişâhtan gizleme yoluna gitti; foyası meydana çıktı. Bütün bu anlatılanlar idamına kadar giden kâfi sebepler idi. İdam edildi. Sedârete Çerkez Mehmed Paşa tâyin olunup, 28 Mayıs'ta Abaza Paşa'nın üstüne gönderildi.

Kırım'da İsyan (Mayıs-Temmuz 1624)

Pâdişâh küçük diye dertlerde küçülmüyor. Devletin büyüklüğü nispetinde, büyük olaylar patlak veriyordu. Kırım Osmanlı Devleti'nin elidir, ayağıdır, belki de belkemiğidir.

Kazanılmış nice zaferlerle Kırım askerinin kılıcı parlamıştı. Kırım atları, Osmanlı Devleti adına Avrupa içlerinde doyasıya kişnemişti. Kırım'da meydana gelen bir isyan Anadolu'daymış gibi yankı yapar, devlete yara açardı.

Sultan Osman'ın tahta çıktığı gün Yedikule Zindanı'ndan kaçıp sonra da yakalandığı anlatılan Mehmet Giray ile yine İran'dan memleketine dönen Şahin Giray isyanın iki tarafıdır.

Mehmet Giray yakalanıp Rodos'a sürülmüştü. Mere Hüseyin Paşa, sadrazamlığında bu Giray'ı Kırım Hanlığı'na tayin etti. Kardeşi Şahin Giray da veliaht oldu.

Mehmed Giray âsi ruhludur. Osmanlı hanedanından daha asil bir aileye mensup olduğuna inanmaktadır. Sultan Mustafa'nın saltanatında Abaza Paşa ve ona benzer birilerinin isyana kalkışması Kırım'da da hareketlenmelere meydan verdi.

Padişahlık Dördüncü Murad'a geçtiğinde, Ruslar cülus tebrikine, hediyelerle beraber iki elçi gönderdiler. Mehmed ve Şahin Giraylar hediyeleri alıp, elçileri idam ettiler. Edirne üzerinden İstanbul'a, taht şehrine işgale niyetlenmiş, bunun için ordu toplamaya başlamışlarken, İstanbul uyanmış. Hanlıktan Mehmed Giray azledilip, Rodos'ta oturan eski Han Canıbek Giray tekrar tayin olunup İstanbul'a getirilmişti.

Dört kadırga ve bir miktar askerle Kefe'ye gönderilen Canıbek Giray'ın peşinden onun muhafazasına memur edilen Hasan Paşa ve yardımcısı İbrahim Paşa Kefe'ye vardıklarında Mehmed Giray'ın muhalefetiyle karşılaştılar. İstanbul'dan Kaptan-ı Derya Recep Paşa donanmayla Karadeniz'e sevkedildi. Üç paşayla beraber Kefe Beylerbeyi Mehmed Paşa müştereken bir mektup yazıp Mehmed Giray'la Şahin Giray'ı yola getirmeye çalıştıysalar da nafile. Mora ve Hersek kendilerine teklif edildiği halde Giraylar kabul etmediler.

Gemi azıya alan Kırım'ın Girayları Osmanlı Hanedanı yerine geçmeyi kafalarına koymuştular. 100 bin Tatar ve 8–10 bin Kazak askeriyle, 10 binden az olan Osmanlı askerine savaş ilân ettiler. Kaçınılmaz olan savaşa girişildi ve olması gereken oldu. Serdar Hasan Paşa ile yardımcısı İbrahim Paşa şehit düştü. Birçok şehit verilen savaşta Kırımlılar o kadar çok esir aldı ki "Bir adam bir çamçak bozaya" satılacak kadar ucuzladı. Anlaşıldığı kadarıyla, Kırımlılar iyi terbiye edilmiş aslan gibiydi. Pençeleri kuvvetli ama uslu. Onları kullanmayı bilmeyen azdırıyor, azdıkları zaman da hoşa gitmeyen durum meydana geliyor:

Geri adım atmak zorunda kalan Osmanlı tarafından Recep Paşa, Mehmet Giray'ın Hanlığını tasdik eden bir menşur gönderdi. Mehmed Giray 300 atli ile aldığı menşura öpüp başına koydu. Fakat yine de mesele hallolmuş sayılmadı. Şahin Giray 30.000 atlı ile saldırıp Akkerman, Kili, İsmail ve Yerköyü gibi Osmanlı kalelerini yakıp yıktı. Sıra Babadağı'na gelmişti. Meydana, Mağay beylerinden Kantemir Mirza çıktı. Şahin Giray'ı Tuna boylarında bozguna uğratan Mirza, bütün karşı kuvvetleri imha etti; yalnız; Şahin Giray bir kayıkla kaçarak canını kurtarabildi. Kantemir Mirza'nın hamile karısının şişe takılarak ateşte yakılıp öldürüldüğü, bundan dolayı intikamının acı olduğu söyleniyor.

Abaza Paşa'nın Mağlûbiyeti (5 Eylül 1624)

Abaza Paşa kuvvetleri çığ gibi büyüyerek, sel gibi yıkarak ilerliyordu. Kendisine gönüllü iştirak edenlerin dışında, bir de korkudan katılanlar olmuştu. Sivas valisi Tayyar Mehmed Paşa ile Şarkî-Karahisar Valisi Murteza Paşa zoraki Abazacı olmuştular.

Abaza üzerine gönderilen Serdâr-ı Ekrem, önce onu mektupla yola getirmeyi denedi, olmadı. Kayseri civarında Karasu mevkiinde çarpışma başladı. Tayyar Mehmed Paşa ve Murteza Paşa askerleriyle beraber hükümet kuvvetlerinin yanına geçtiler. Osmanlı topçu ateşi karşı tarafı dağıttı. Bir de, Abaza'nın yedek atlarından biri başıboş kalıp kaçarken asker tarafından görülüp Abaza Paşa'nın maktul düştüğüne yorulunca, âsi ordu tamamen bozuldu.

Bozgundan canını ve hazinesini kurtaran Abaza Paşa Erzurum yoluna düştü, geride kalan askerinin birçoğu kılıçtan geçirildi. Yine ölenlerin çoğu Türk ve öldürenlerin çoğu Türk. Çarpışılan meydan Osmanlı Türk toprağı!

Hafız Ahmed Paşa'nın Sedâreti ve Serdarlığı (Bağdad Seferi)

Vezir-i Âzam Çerkez Mehmed Paşa'nın ölümünün ardından, Sedâret mührü Diyarbakır Beylerbeyi Harız Ahmed Paşa'ya verildi. Yarım kalan bir hesabın görülmesi amacıyla Bağdad Seferi'ne Serdar-ı Ekrem olarak çıkan Paşa, 5 Mayıs'ta Diyarbakır'dan hareket etti. Zafer heyecanı taşıyan Ahmed Paşa, topladığı Harb Meclisi'nde yaptığı konuşmayı: "Kal'amn miftahı ceybümdedir" iddialı cümlesiyle süsledi. Kesin olarak fethine inandığı kalenin anahtarını cebinde sayması, askere moral vermek bakımından iyi ise de, yalancı çıkmakta bir o kadar kötüydü. Ufak tefek vuruşmalar cereyanı ile geçen yolculuk, Hafız Ahmed Paşa'ya kısmî başarılar tattırdı. Esas hedef olan Bağdad'a varıp kalenin muhasara edildiği tarih 13 Kasım 1625'tir. Aradan geçen zaman altı aydan fazla.

Hafız Paşa'nın ordu mevcudu 90-100 bin civarında, kale kuşatması için elzem olan top sayısı ise maalesef sadece 4 adet. Topsuzluğun telâfisini, kazdırdığı 52 lağımla mümkün görüp, bunun için iki ay harcadı. Karşı tarafın bu lağımları keşfi, çekilen emekle harcanan zamanı faydasız hâle getirdi. Hafız Paşa, yapabileceği ne varsa ortaya koyup başarıya ulaşmak istiyordu. Ancak muhasaranın 72. günü patlatılan bir lağımdan ufak bir gedik açmaya muvaffak olunabildi; oradan içeri girmeye çalışan askerin bir kısmı telef olup, sağ kalanlar dönmek zorunda kaldılar. Bu geri çekilme Hafız Paşa'yla alay edilmesine yol açtı. Sebep: Bağdad fethini hafife alıp "anahtarları cebimdedir" demesiydi. Görülen kötü vaziyet, Hafız Ahmed Paşa'yı İstanbul'dan yardım istemek zorunda bıraktı. Bundan sonrası şöyle gelişir; İstanbul'a Pâdişâh Dördüncü Murad'a bir manzume yazıp gönderir. Şiire sığınmıştır Paşa. Biraz da dâmad olmanın verdiği güce güvenmiştir. Kayınbiraderinden istimdat bekleyen manzum şiiri şöyle Hafız Ahmed Paşa'nın:

Aldı etrafı adüv, imdada asker yok mudur?

Din yolunda baş verir bir merdi server yok mudur?

Bir acep girdaba düştük, çaresiz kaldık meded

Âşinâlar zümresinden bir Şinâver yok mudur?

Cenk de hempamız olup bas virip baş almağa

Arse-i âlemde bir merdi hünerver yok mudur?

Def-i bidâdâ tekasülden garaz ne bilmezüz

Derdi mazluman sual olmaz mı mahşer yok mudur?

Hafız Paşa'nın isteği makuldür de, isteyiş biçimi biraz ağıra kaçmış. Sefere çıkarken Bağdad'ın anahtarlarının cebinde olduğunu söylüyor, işin zor olmadığını anlatıyordu. Şimdi, mahşerle pâdişâhı korkutmaya çalışıp, imdâd istemesi, çocuk pâdişâhı biraz büyütür. Zaten büyümeye acelesi olan Dördüncü Murad bir manzumeyle cevap gönderir:

Hafıza Bağdad'a imdad itmeğe er yok mudur?

Bizden istimdâd idersin sende asker yok mudur?

Düşmen-i mat itmeğe ferzâneyim ben der idin

Hasma karşı şimdi at oynatmağa meydan yok mudur?

Gerçi laf ırmakta yoktur sana hempa bilürüm

Lik senden dad alan bir dadküster yok mudur?

Bu Hanife şehrin ihmalünle perişan itdiler

Senda âyâ gayreti din-ü Peygamber yok mudur?

Rüşvet ile cûnd-i İslâmı perişan eyledün

İşidülmez mi sanursun bu haberler yok mudur?

Bir Ali sîret vezir-i şimdi serdâr eyledüm

Hızru Peygamber muin olmaz mı rehber yok mudur?

Bu manzum cevabı yazan Sultan Murad onbeş yaşının içindedir. Yavaş yavaş "devlete ağırlığımı koyuyorum" demekte ve aynı zamanda Dâmad Hafız Paşa'ya, görevden alındığını şiir diliyle bildirmektedir. Böylece Halil Paşa'ya sadâret yolu açılmıştır.

Vezir-i Azam Halil Paşa'nın Abaza Üzerine Hareketi

Kayseri'de uğradığı yenilgiden sonra Erzurum'a kaçan Abaza Paşa tehlike olmaktan çıkmış değildi. Yeni Vezir-i Azam Halil Paşa Abaza Paşa üzerine serdar tâyin edildi. 4 Aralık 1626'da Üsküdar'a geçti. Anadolu ve Rumeli askerleri ve yeniçeriyle sipahiden büyük bir ordu vardı emrinde. Abaza Paşa'nın kolay ele geçmeyeceği belli ya, Halil Paşa'nın marifetleri henüz görülmemişti. Olayların içice yaşandığı zamanlar oluyor, ordu parça parça sağa sola dağılıyor. Bu defa Safeviler'in Ahıska'yı kuşattığı haberi alındı ve Anadolu Beylerbeyi Dişlenk Hüseyin Paşa 4-5 bin askerle 17 Ağustos 1627'de yola çıkarıldı. Ayrıca Abaza Paşa'ya Kerkük Valisi Bostan Paşa gönderilip, şayet Ahıska'ya yardım ederse bağışlanacağı bildirildi. Halil Paşa'nın teklifini Abaza Paşa bir mektupla reddetti; diyordu ki Abaza:

"Ben Pâdişâhın bir kemter bendesiyim; lâkin levendlerin askerden, özellikle yeniçerilerden korkmakta olduğunu bilirsiniz. Siz lütfedip kapıkulu ile Muş canibinden teveccüh ediniz ki, mutmain olsunlar. Bende bu taraftan Ahıska üzerine gideyim. Seraskerliği de bana ihsan ediniz."

Serasker, Abaza'nın isteğini münasip bulmayarak bir mektup gönderdi ve dedi ki:

"Asker senin seraskerliğine razı değildir. Sana emredildiği gibi sefere çıkıp hizmetini göster, böylece Pâdişâh nezdinde daha makbul olursun!"

Abaza Paşa kurnaz adamdı. Yazışmalardan, kendisini mahvetmek için tuzak kurulduğunu hissetti. İtaate mecbur olduğunu ama ihtiyatlı hareket etmesi gerektiğini düşündü. Ahıska üzerine yürümek bahanesiyle Erzurum yakınlarıda ordusunu kurdu, Erzurum kadısını paşalara gönderdi.

Dişlenk Hüseyin Paşa Abaza'nın pazarlığa girişmesini devletine yakıştıramıyordu; kadıya öfkeyle konuştu: "Abaza da kim oluyormuş ki böyle davranıyor? Ben ondan daha namlısının hakkından geldim. Pâdişâh için kılıç çekmek icabederse Abaza'nın hakkından gelmek hiç de zor bir şey değildir."

İki taraf da birbirinin tasavvurlarından habersiz gibi birbirine tuzak kurmaya çalışıyordu. Abaza Ahıska'ya gidiyormuş hissini vererek Dişlenk Paşa'nın üzerine yürüdü. Paşa Abaza'nın hareket tarzından şüphelenip Diyarbakır'a dönmeye karar verdi.

Abaza Paşa cesur ve hileleri affetmeyen bir adamdı. Diyarbakır yolu üzerinde Dişlenk Paşa'nın ordusuna hücum etti. "Dişlenk zırhsız, yeşil bir ipek zıbın ile atına sıçradı; Abaza'nın hazineden silahsız cengâverin üzerine hücum ederek, mızrağını boynunun bir tarafından öte tarafına geçirdi. Dişlenk ve Husrev Paşalann oğulları birkaç Paşa ile beraber cenk meydanında kaldılar."

Dişlenk Hüseyin Paşa boğazından aldığı yarayla acı çekerken oğlunun akıbetini daha çok dert ediniyordu. Kanlar içinde, hazin bir haldeydi. Abaza Paşa onu görünce dayanamadı. Atıdan inip Paşa'nın başını dizlerine koyan Abaza müşfik bir sesle: "Paşa kardeş aç gözünü; oğlun için merak etme, o sağdır!" diye teselliye çalışırken, Dişlenk ancak acı bir ah! çekebildi. Erzurum'a giderlerken yolda öldü.

Abaza Paşa'nın en büyük düşmanı yeniçeriler Erzurum'da kıyıma uğratıldı. Bir tane bile canlı bırakılmamasına çalışıldı. İnsana yakışmayan tahkire uğrayan yeniçerilerden biri, cellâdın merhametiyle kurtulup yaşanan faciayı tarihe emanet etti.

Büyük bir sükseyle yola çıkan Serdar-ı Ekrem Halil Paşa'nın yaşadığı bu bozgun utanç vericiydi. Dünyayı titreten devletin ordusunu bir âsi paşanın ordusuna mahvettirmişti.

Erzurum'da Abaza'yı sıkıştırmak, hesabını görmek istedi. Başaramadı. Şiddetli kar yağışı askeri perişan etti. Abaza Paşa'nın muhkem savunmasını kıramayıp kar altında kar gibi eriyen askerin daha fazla zayiatı göze alınamadı. 25 Kasım 1627'de Tokat yoluna düşüldü. Savaştan beter sıkıntıların pusu kurduğu yolculuk tam kâbus halinde devam etti. Dağ, dere aşılırken, soğuk, açlık, çığ, uçurum, yerinden oynayan buz kütleleri ve hastalık birçok askerin telef olmasına yol açtı. Şimdiye kadar hiçbir Osmanlı Ordusu böylesine muhataralı böylesine soğuk havada, böylesine fena yolculuk yapmamıştı.

Bu kötü netice Halil Paşa'nın sadâretten azline kısa zaman sonra da ölümüne sebep oldu. (6 Nisan 1628)

Halil Paşa için Hammer sadâret makamına gelmiş zeval içinde en mutedil, en insaflı olmakla tanınırdı, derken İsmail Hami Danişmend "Çok ihtiyar olan bu Ermeni dönmesinin Erzurum seferi bir faciaydı" diyor. Dimitri Kantemir'in Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Çöküş Tarihi adlı kitabında silahını bırakarak bir adamıyla kurtulmuş bir sadrâzam olarak, Halil Paşa ayıplanıyor.

Halil Paşa'dan sonra sadarete Husrev Paşa geldi. Tokat'a giden Husrev Paşa (1 Haziran 1628) icraatine kanla başladı. Hamid Muhassalı Emir Defterdar, ordu nişancısı Tokatlı Osman Efendi, Manisa Beyi Sultanzâde Hacı Paşa, Husrev Paşa'nın ilk kurbanlarıdır.

Osmanlı Hanedanı ile akrabalığı olanlar ayrıcalıklı sayılırdı; bu yüzden cellât sultan zadenin idamında biraz mütereddit davrandı. İdamları çadırının önünde bir sandalyeye oturarak seyreden Bosnalı Husrev Paşa cellâdın tereddüdünü ayağının altına beş yüz değnek vurdurmak suretiyle cezalandırdı. Paşa'nın insafla arası iyi değildi. Kan görmekten de hoşlanıyordu, kimi kişileri daha cezaya uğrattı. Arada mükâfat verdiği de oldu.

Husrev Paşa'nın hedefi Halil Paşa'nın yapamadığı işi yapıp, Abaza Paşa'yı teslim almaktı. Gerekli hiçbir tedbiri ihmal etmedi. Topun ne kadar elzem olduğunu biliyordu ve topları vardı Husrev'in. Erzurum muhasara edildi. (5 Eylül 1628) Abaza'nın dayanma şansı yoktu. En büyük toplarla Erzurum Surlaları çepeçevre kuşatılmıştı. Devamlı umudu azalan Abaza, Vezir-i Âzam'a kefenleri boyunlarında altı kişi gönderdi. Eğer âmân verilirse, şehri teslime hazır olduğunu bildirdi.

Her zaman görülmüştür hiçbir oyun zora dayanamıyor. Bu defa da Abaza'nın oyunu Husrev'in zoruna karşı dayanamadı.

Teslim bayrağını çeken Abaza Paşa, Husrev Paşa'dan hüsnü kabul gördü. Çadınrı sadrâzamın çadırının yanına kuruldu. Husrev kan dökülücülüğünün tersine Abaza'ya verdiği sözü tuttu, onu şanına! yakışır biçimde ağırladı.

Artık iş bitmişti. Asker üç seneden beri İstanbul'dan uzaktaydı ve özlemle yanıyordu. Vezir-i Âzam da zaferini pâdişâhın huzurunda yaşamak, onun iltifatlarına nail olmak için acele etmekteydi. 14 Ekim 1628'de yolculuk başladı, 9 Aralık'ta Üsküdar'a gelindi.

"Husrev'in muzafferiyeti, diyor Hammer, ne ganimetlerin zenginliğiyle şöhret buldu; ne de şark galiplerinin mu'tad debdebesiyle; zaferinin en güzel armağanı -bu kadar zamandır yeniçerilere dehşet vermiş, bu kadar zamandan beri kendisini Sultan Osman'ın intikamcısı saymış olan- mağlubun şahsı idi."

Uzun zaman, devletin bir numaralı gailesi olmayı devam ettiren, büyük miktarlarda devlet askerinin kırılmasına yol açan, bilhassa Anadolu'da asayişsizliği hâkim kılan Abaza'ya Sultan Dördüncü Murad çok içerlemekteydi. Altı senelik saltanatının Abaza kâbusuyla dolması, küçücük yaşından istifade eden diğer kişilerin yaptığından daha ağır geliyordu: Yine, iktidar olup da -çocuk görüldüğü için- muktedir edilmeyişi izzeti nefsini yaralıyordu.

Huzuruna çıkartılan Abaza Paşa'dan bütün ezilmişliğinin acısını almak ister havadaydı. Abaza'ya:

"Bre kafir! der. Bu senin isyanun ne idi?"

Abaza Paşa'nın maruzatı, yiğit pâdişâhın hoşuna gidecek türdedir.

"Devletlü Pâdişâhım, Yeniçeri, merhum karındaşunuzu katlitmeğle cümle beğlerbeğler kanın taleb itmeğe kâğıtlaşduk ve ittifak itdük. Kulunuz ikaamet itdüm, anlar yan çaldılar ve bendenüzü pareden itdiler; yoksa bir Abaza kölesi pâdişâh olası degül idüm! Üzerüme gelen vüzerânun sözleründe sebat olmaduğun bilürdüm; can korkusuyla serfürü itmedüm; emr Pâdişahun. İşte boynum, işte kılıcum!"

"Var imdi, kâfir. Çün haddün bilürmüşsün, seni afvitdüm."

Sultan Murad'ın hoşuna giden, "Abaza Paşa'nın hanedana olan bağlılığıdır", gerçi hanedan askeriyle savaşmıştır ya!

Yiğitçe tavırları affına ve Bosna Beylerbeyliği ile taltifine sebeb olur. Bir müddet İstanbul'da kalan yakışıldı ve cesur Abaza Paşa'nın giyim tarzı, tavırları çok farklıdır. Kendisini gören, tanıyan insanlar, onun tesiriyle kıyafetini taklide başlarlar ve "Abaza kesimi" diye bir moda çıkar. Sultan Murad bile bu modadan kendini alamaz.

Hemedan ve Bağdad Seferi (10 Haziran 1629)

Kan dökücülüğü göz ardı edilirse, Husrev Paşa Abaza Paşa zaferiyle büyümüştü. Bağdad komşu evine dönmüş, devamlı şen gidilip yaslı dönülüyordu. Paşaların bir kısmı, Kahraman olmak hülyasıyla atıldığı Bağdad yolundan mevkilerini kaybederek geliyordu.

Yıldızın parlama yahut sönme ölçüsü sayılacak bu yol, bu defa Husrev Paşa'ya göründü. 10 Haziran 1629'da İstanbul'dan, 9 Temmuz'da Üsküdar'dan hareket edildi. Uzun yol, Gul'anber Kalesi'nin inşaatı derken 5 Mayıs'ta Mihriban'a varıldı. Mihriban Kalesi'nin alınması Şehr-i zûr vilâyetinin emniyeti bakımından lüzumluydu. "Haleb Beylerbeyi Mogay Paşa'nın maiyyetine verilen Rumeli Beylerbeyi Deli Yusuf, Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed, Sivas Beylerbeyi Halil ve Adana Beylerbeyi Softa Sevündük Paşalarla Tornacıbaşı Mustafa Ağa kumandasında bir yeniçeri müfrezesi, Husrev Paşa tarafından görevlendirildi. Mevcud asker sayısı 10.000 civarındaydı. Başa çıkamayacağını anlayan muhafız teslim oldu.

İş bu kadar basit değil. "Hân-ı Hânan" denilen Safevi Başkumandanı Zeynel-Han 40.000 kişilik bir orduyla geldi. Osmanlı'nın 10.000 kişisi perişan hâle düştü. Yenilgi ayan beyan olmuşken Sivas Valisi Halil Paşa'nın direnci ve bir miktar takviye kuvvetin yetişmesi, Safeviler'in bozgununa sebep oldu. Burada gösterdiği mukavemetten dolayı Halil Paşa'ya Demir-kazık lâkabı verildi.

Ordu 9 Haziran'da Hemedan'a vardı. Hemedan şöhretli bir şehir. Çok istilalar atlatmış. En son Cengiz Han'ın tecavüzüne maruz kalan şehirde ahâli katliama uğramış, şehir harap edilmişti. 1001 Direkli Camii ile de ünlü olan Hemedan Cengiz Han'ı aratmayacak misafirini lanetlemeye hazırdır.

Husrev Paşa'nın geldiğini duyan ahali şehri terk etmiş. Taşınabilir eşyalar kaçırılıp, diğerleri toprağa gömülmüş. Saklanan eşyalar bulunup şehir ateşe verilip, taş binalar yıkılarak, ele geçen insanlarla kılıçtan geçirilerek kendisinden sonraya orada şöyle bir isim bırakmış Vezir-i Âzamimiz. "Husrev Hân-ı bi emân!"

Bağdad Muhasarası

Asıl hedef Bağdad idi. Bu yolda yapılanlar yemek öncesi alınan iştah şurubu mahiyetindedir. Bağdad zor! Bağdad yükseklerden seslenen Humâ kuşudur; sesi dinlenir, kendisi ele geçmez. Ele geçiririm diyen babayiğitlerin çoğunun kaderi yüksekten düşmektir. Nitekim Bağdad hisarına doğru Allah Allah nidalarıyla yapılan hücum epeyce askerin şehâdetiyle neticelendi. Öyle bir durum vardı ki, Osmanlı Ordusu'nun kahramanlığı da işe yaramıyordu. Ve kahramanlar bir bir doğranıyordu. Zor Murtaza Paşa bayrak dikmeleri için iki alemdarını gönderdi, ikisi de vurulup düştü. İstihkâmlara bayrak dikilmeliydi. Murtaza Paşa "Allah" deyip kendisi davrandı. Hançerini merdiven gibi kullanarak tırmandığı duvara sancağı dikeceği sırada, bir kurşunla göğsünden vuruldu. Sadrazamın muhafızları bile şehit düştü. Ahmed Paşa ağır yaralandı.

Eğer kahramanlığın meyvesi zafer olsaydı, bu çarpışmada Osmanlı Ordusu birkaç zafer birden kazanmış olurdu. Husrev Paşa bu sefere çıkmadan önce, Üsküdar'da birçok can telef etmişti. Bağdad'ta Safeviler onun ordusunu telef ederken "kudurmuş gibi (ağzından) köpükler saçarak çadırına girdi. Hiddetinden (ne yapacağım bilmiyordu) evvela mahbûs ve mahremi olan Baba Hân'ın başım kestirdi. (...) Arnavud İskenderiyyesi (İşkodra) beği cenk esnasında: "Eğer burada kalırsam, beni İmam Mûsâ toprağına defnediniz!" diye vasiyet eylemiş, olduğu için, sadrâzam: "Bu hain Şii midir; başı önümde yuvarlansın!" diyerek onu da idam ettirdi."

Bağdad muhasarası 19 Kasım'da kaldırıldı. Yolda iken 25 Kasım'da Husrev Paşa azledildi. Aynı gün Hafız Ahmed Paşa'nın ikinci sadâreti başladı. Husrev Paşa'ya azli haberi henüz ulaşmamıştı. Diyarbakır'a geldi, Tatar askerlerini kışlamaları için Hasankale'ye gönderdi. İstanbul'a, baharla beraber tekrar sefere çıkacağı haberini gönderdi.

Azlini öğrendiği zaman yeniçerilerle sipahileri el altından isyana teşvik etti, kendisi itaatkâr görünme gayretiyle Tokat'a çekildi. Yeniçeriler ve sipahilerden zorbalığa özenenler Husrev Paşa'yı destekliyordu. Onun lehine Pâdişâha istida veriyorlardı. Hatta Husrev Paşa'nın azil emri geldiğinde yeniçeriler: "Bunca bela ve mihnete beraber katlandık, düşmandan intikam almadan çekip gitmek olmaz. Biz senden başka sadrâzam istemiyoruz. Bu emri getiren kimdir?" diyerek emri getiren çavuşu parçalamak üzere aramaya başladılar. Husrev Paşa'nın hoşuna giden bu tavır, aslında kendi düzeninin bir parçasıydı. Rıza göstermediği işi onların eliyle diliyle saraya ulaştırmak istiyordu. Yeniçerileri yatıştırma babında nasihatte bulunup, pâdişâha âsi olunamayacağını, eğer bir istekleri varsa bunu adab-ı muaşeret dairesinde yapmalarını tembihledi. Kapıcılar kethüdhası Ahmed Ağa'nın getirdiği Ferman-ı Hümâyunu soğukkanlılıkla kabul etti. Mühr-ü Hümâyunu teslim ederken "Pâdişâhın emrine mutî'im" dedi. Kethüdayı da hediyelerle memnun etti.

İsyanlar

Bir Recep Paşa var, uzun bahislerle anlatılacak adamdır, münasebet düşmedi, pek anmadık. Husrev Paşa'dan sonra sadâreti umuyordu, olmadı. Daha üçbuçuk ay uğraşması, desiseler kurması gerekiyor ki, bu konuda pek mahirdir. Husrev Paşa'nın azlini kabul etmek istemeyen yeniçerilerden ve sipahilerden bir kısım âsi, Paşa'nın göreve iadesi için teşebbüse geçtiler. Bunların arkalarındaki adam Recep Paşa'dır. İnce hesaplarla kendi makamını hazırlamaya çalışmaktadır. Muhtelif vilâyetlerde bulunan bu zorbaları Recep Paşa ulufe bahanesiyle İstanbul'a topladı. Sonra da saraya hücumlarını sağladı. Bu bir isyandı. Üçüncü günde sarayın üçüncü kapısına kadar dayanıp, "Pâdişâha sözümüz vardur! Divana çıksun!" diye haykırmışlar, Dördüncü Murad avluda kurulan tahta çıkıp, "ayak divanı" etmeye mecbur kalmıştır.

Zorbalar: "Onyedi muteber erkân-ı devleti bize vir, pâreliyelüm" diye bağırıp vücud-ı pâdişâha dest diraz olmak mertebelerine kadar gitmişlerse de, Pâdişâh nasihatle söz dinletmeye uğraşmış, dinletemeyince de içeri çekilmişti.

Bu âsiler Husrev Paşa'nın sayesinde derebeyi gibi yaşamaya alışan kişilerdi, bunların adları bile farklıydı. "Dağlar Delisi, Seydişehir, Beyşehir, Karaman, Bozkır ve o civar Sipahileri bunun avanesindendirler. Yine bu zümreden Rum Mehmed, Deli İlahi." Rum Mehmed isimli Sipahi zorbası Konya'ya gelip Abaza'ya karşı şehri müdafaa eden Kâtip Mustafa Çelebi'nin karısını nikahlayıp! el ve kol peyda ederek Konya (Karaman) valisinin hüküm ve nüfuzunu hiçe indirmiş ve bütün işlerde merci olmuştu."

Afyonkarahisar'da Baba Ömer, Aydın'da Kınalıoğlu, Eskişehir'de Kör Ali, İskilip'te Köse Şaban ve daha niceleri...

Senelerdir, seferlerden gelmeyen askerin İstanbul'a çağrılması ile bu adı geçen zorbalar ve maiyetleri de İstanbul'a gelince, şehir bunlarla dolup taşmış ve asayiş bozulmuştu.

Doğru dürüst bir yerde barınamayan serseri güruhunun mekânı Kurşunlu Han, fesat yuvası haline gelmişti. Aralarında söz söyleyip dinletecek bir ağır başlı adam bulunmayışı, birbirinin şeytanı olan başıbozuk takımını iyice çıldırtıyordu.

Birinci ve ikinci günde, isteklerinin sonraya atılması, zaten bozuk olan morallerini biraz daha tarumar etmişti. Artık kendilerini devletin bendesi değil, devleti kendilerine bende gibi görüyorlardı. Pâdişâhın içeri çekilip, kapıyı kapattırması âsileri tamamen azdırdı, tehditler savurmaya başladılar.

İçeride ise, Topal Recep Paşa var. Hafız Paşa'nın rakibi Recep ayaklarına kapanarak Dördüncü Murad'a yalvardı:

"Pâdişahum! Bu müfsidleri teskin lâzımdır. Kul taifesi istediğini alır. Beni dahi isteseler verin. Ahvâl müşkül olur." diye gözdağı verdikten sonra, dışarı çıkmaya hazırlanan pâdişâha haince bakarak; "Abdest alsanız iyi olur, Sultanım." diye, padişahın öldürülebileceğini ima etti. Padişah bunu unutmayacaktı.

"Mademki onyedi kişiyi bize vermezsin biz işimüzü bilirüz."

Dışarıdan gelen tehdit sesleri, böyle söylüyor. Recep Paşavâri... İstenenlerin başında Hafız Paşa bulunuyor. Pâdişâh onu korumak için Üsküdar'a göndermişti. Vezir Bayram Paşa adam yollayıp geri dönmemesini tenbih ediyor. Canı korunmak istenen Hafız'ın, kendi canına önem verdiği yok, elçiye gülerek: "Var bizden Paşa hazretlerine selâm eyle, zuhur edecek kazâ-i mübremi rüyamda gördüm, ölmekten gam çekmem." diyerek, geri gönderiyor.

Pâdişâh âsilerin tehditlerine dayanamayıp, tekrar dışarı çıkınca, Hafız Paşa da Üsküdar'dan dönüp gelmiş bulunur. Ve padişaha: "Sultanım, bin Hafız kulun yoluna fedadır! Ricam şudur ki, beni sen katletmeyip, bu zalimler şehid etsinler." deyip vasiyetini yazar.

Çocuklarını Pâdişâha ısmarladıktan sonra, "İnnâlülâhi ve innâ ileyhi raciûn" deyip, âsilerin arasına dalar. Bir tokatla bir sipahiyi yere serer. Öyle bir tokat ki bu, sonradan "Hafız Paşa tokatı" diye darb-ı mesel olur. Fakat diğer Sipahi başına kılıcı öyle bir vurur ki, başı kulağına kadar ikiye bölünür. Bir diğeri göğsüne hançer sallar. Yere düşen Paşa'nın cesedinin üstüne çıkan kahraman! yeniçeri, başını gövdesinden ayırır.

Yirmi yaşına değen Sultan Murad'ın her şeye aklı ermekte ve bu feci cinayeti gözyaşlarıyla seyretmektedir. Her işin başının Topal Recep olduğu da malûmudur.

Saray hademesi, Paşa'nın cesedini bir örtüyle saklarken, Sultan Murad, "Bre Hakk'dan korkmaz, Peygamber'den utanmaz, şer'e ve Pâdişâha itaat etmez zâlimler" diyerek tahttan kalkıp sarayın harem kısmına geçti.

İdamı istenen onyedi kişiden biriydi Hafız Paşa. Onun işi bitirildi. İkinci sıradaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, saklandığı için sırayı şimdilik savmıştı. Görevden azl edildi, yerine Ahizâde Hüseyin Efendi Şeyhülislâm yapıldı. Diğer listezedelerde öldürülmek için âsiler tarafından aranıyorlardı.

Sultan Murad, Sadâret mührünü Topal Recep Paşa'ya verdi, ondan habersiz, Husrev Paşa'nın öldürülmesi için adam gönderdi. Hafız Paşa'nın katli dönüm noktasıdır. Bundan sonra hiçbir zalime, haine, âsiye aman yok.

Husrev Paşa'nın kanlı başı İstanbul'a getirilince Topal Recep Paşa, onun yarenlerini el altından kışkırtıp, Pâdişâhı "Ayak Divanı" yapmaya zorladı. Bu sefer zorbalar, Başdefterdar Mustafa Paşa'nın, Yeniçeri Ağası Hasan Halife'nin ve Musahip Musa Çelebi'nin kendilerine teslimini istediler:

"Bu didüklerümüzü bize virmezsen sen bize padişahlığa lâzım değilsün! Sen Husrev Paşa gibi yarar bir veziri katlettin. Şehzadeleri dahi öldürürsün; elbette şehzadelerini görmek isteriz, sağ iseler çıkar bize göster!"

Bu zorbaların istekleri bitecek gibi değildi. Neye sahip çıktıkları ise hiç anlaşılamıyor. Hem devletin kıymetli adamlarını ortadan kaldırmaya, hem kıymetsiz bir adam için pâdişâhı tehdide kalkışıyorlar. Şimdi de şehzadelere hâmî olma sevdasındalar. Kalabalığın arasında şehzadelerin öldürüldüğü dedikodusu fısıldanır. Bu sefer şiddetle, "Şehzadeleri görmek isterüz." naraları çınlar.

Sultan Murad'ın emri üzerine, kardeşleri askerin huzuruna çıkarılıyor. En büyükleri Şehzade Bâyezid, Sultan Murad'ın üç ay küçüğü. Süleyman, Kasım ve İbrahim daha küçüktür.

Bâyezid ile Süleyman, âsilere yaptıkları işin yanlış olduğunu anlatırlar. Devlet düzeninden dolayı zaten her anları ölüm korkusuyla geçen şehzadeler:

"Bizden ne istersiz? Biz pederimizin sarayında pâdişâhımızın şefkati altında halimizle meşgul iken, rahat bırakmayıp lisana düşürmek nedendir? Bizi halimize bırakın, sizin himayeniz bize gerekmez."

Bu söz üzerine fazla bir şey bulamayan zorbalar, işgüzarlık aşkıyla konuşuyorlar:

"Pâdişahum, şehzâdelerümüzün hayatına dokunmayacağunuza kefil ver. Elbette sana inanmayuz!"

Sultan Murad çocukluk gönlerini geride bırakalı çok olmuştur. Devleti demir pençesine almaya başlamıştır da, henüz gücünü asilerin bildiği yoktur. Topal Recep Paşa ile Şeyhülislâm Ahizade de bilmiyorlar. İkisi birden yay gibi öne ûrlayıp, dediler ki:

"Biz kefilüz!"

Bu söz âsilerin dağılması için paydos düdüğü, Topal Recep Paşa ile Ahizade için de idam fermanlarına mühür oldu. Günü gelince basılacaktır.

Ayak Divanı dağıldıktan sonra âsiler idamlarına hükmettikleri zevatın peşine düştüler. Hasan Halife'yle Defterdar Mustafa Paşa'yı ayrı ayrı yerlerde bulup işlerini bitirdiler. Sırada Musa Çelebi var. Çelebi ki, Murad'ın can şenliğidir; bir sürü hilekârın arasında bunalınca, onun insani duygularına koşuyor, aradığı samimiyeti onda buluyordu. O da, Murad'ın ufkundan kara dumanları dağıtan sözler diziyordu sohbetlerine. Ve âsilerin "İlle de Musa Çelebi'yi isterük" dediği de yoktu. Musa Çelebi fitne başı Topal Recep Paşa'nın desisesine kurban gitmiştir. O günlerin şahidi Peçevi'yi dinleyelim:

"Onları Pâdişâh hazretleri saklamış değildir. Onların meydana çıkarılması için sizden fazla gayret etmektedir; hatta Musa Çelebi'yi, hizmetlerinde olduğu halde, onu da gece göndermişlerdir. Onlardan çok sevdiği halde Musa Çelebi'yi göndermekten kaçınmamıştır. Eğer onlar Hasbahçe'de olsalar, önce onları göndereceğine şüphe yoktur."

Bu sözleri Topal Recep isyancılara anlatıyor. Bu sözler Musa Çelebi'nin üzerine dikkat çekmedir; hedef göstermedir. Âsiler saraydan aldıkları Musa Çelebi'yi de öldürüp, Sultan Murad'ın kolunu kanadını kırmış, Recep Paşa'ya da kuvvet kazandırmış oldular!

Sultan'ın, gerçekten çok fazla üzüldüğü bu hadise, kininin de önüne geçilmez noktaya gelmesine sebep oldu. Bir şiirle arkasından ağladığı musahibinin ve diğer parçalanan insanların intikamını alma vakti gecikmeyecektir.

Sultan Murad'ı okudukça ağlatan şiire bir bakalım:

"Yola düşüp giden dilber

Musa'm eğlendi gelmedi

Acep yolda yol mu şaşdı

Musa'm eğlendi gelmedi"

Musa gelemeyecektir! Buna hiç kimsenin gücü yetmez ama birilerinin, onun gittiği gibi gitme vakti gelmektedir. Pâdişâh, validesi Kösem Sultan'ın elinden iktidar iplerini almaya başlamıştı. Şimdi sıra askerin huzurunda kendisini himayeye kalkışıp küçük düşürenlerdedir. Sonra da başkalarına sıra gelecek. Sultan Murad'ın tam iktidar olma vaktidir. Onsekiz Mart sabahı güneş yeni bir güne doğmaktadır. Bu günün adı iktidardır.

Sultan Murad, sekiz senedir iğreti oturduğu tahtta kendisini hakiki sultan gibi görmeye başlar ve âni bir emirle Vezir-i Âzamin huzuruna çağırtır. Sesindeki ton bile değişiktir.

Huzura süklüm püklüm giren Paşa tedirgindir. Etek öpmeye hazırlanırken, Sultan haşmetle gürler:

"Gel beru bre topal zorba başı!"

Topal Recep Paşa durumun farkına varır, ürkek bakışlarını beyhude dolaştırır etrafta. Görünürde imdada gelecek kimse yoktur. Valide Sultan'ın koruyucu eli kafes arkasından ulaşacak durumda değildir. Dâmad olmanın da kendisine yetmediğini anlayan Paşa, küçülür, küçülür bir zerre kadar kalır. Dördüncü Murad büyüdükçe büyür; sesi de dev uluması gibidir. Senelerin ezilmişliğinin itmesiyle gözünün önüne gelen sahneler sabırsız etmiştir Sultanı.

Kulağında Topal Recep'in "Sultanım abdest alıp da taşra öyle çıkun" diyen sesi zehirli akrep ıslığı gibidir. Paşa:

"Hâşâ Padişahım; vallah ve billâh Padişahımın arzusundan zerre kadar oynak hareketüm yokdur!"

Sultan Murad tiksintiyle iteler ve tekrar gürler:

"Abdest al bre kâfir!"

İşte o an, her şeyin biri için bittiği, diğeri için başladığı andır.

"Şu hainin başın tiz kesin!"

Padişahın, yıldırım gibi düşen bu emrini alan zülüflü baltacılar, kaplan gibi saldırırlar. Topal Recep'in bütün fitne ve desiselerinin mürüvveti üç ay yedi günde ebediyen biter.

Kendisine bağlı adamları dışarıda bekleşirlerken, önlerine atılan cesedi şaşkınlıkla seyre dalarlar. Pabucun pahalı olduğu anlaşılınca dağılıp giderler. Recep Paşa'nın 100 bin duka altını (40 milyon dolar) devlet hazinesine alınır.

Link to comment
Share on other sites

Yeni Dönemin Başlangıcı

Topal Recep'in ortadan kalkması ufuktan irice bir karabulutun dağılması demektir. Pâdişâhın kendini bulması demektir. Topal'ın yerine Mühr-ü Hümâyun'a sahip olan Tabanı Yassı Mehmed Paşa da sevilen, sayılan, şahsiyetli, devlete ve padişaha bağlı bir adamdır. Sultan Murad, birazda, bu paşa sayesinde kendi gücünü fark etmiştir. 20 yaşında, zeki, akıllı, güçlü, kuvvetlidir pâdişâh. Kas kuvveti efsaneleşmiştir. Bire bin katılarak anlatılıyor yiğitliği. Birini de biz analım. İri yarı iki kişiyi iki eliyle havaya kaldırabiliyordu. Gücünü kötülere karşı kullanma yarışına başladı. Devir Murad devridir.

Burada bir kitaptan alıntıya yer vermek lüzumu görülüyor: Dördüncü Mehmed zamanında, beş sene İstanbul'da kalan İngiliz elçi kâtibi ve silahdarının "Türkler'in Siyasi Düsturları" adlı kitaptan; yazdıklarını mümkün olduğu kadar akıl ve erdemle yaptığını söyledikten sonra yazar:

"... Fakat bütün bunlarla Türkler'in Devlet teşkilâtını yalandan incelediğimde ve bir hükümdarın kişiliğinde mantıksız, erdemsiz ve haksız mutlaka bir kudreti ve ne kadar yararsız olursa olsun buyruklarının yasa, ne kadar düzensiz olursa olsun davranışlarının örnek teşkil ettiğini, özellikle devlet işlerinde kanunlarına karşı gelmenin imkânsız olduğunu gördüm."

Bazı dalkavukluk ve yolsuzluk misalleri de veren yazar şöyle devam ediyor: ("... bu imparatorluğun uzun ömrünü, içte sarsılmaz sebatını ve dışta ordularının mutlu başarılarını onu yönetenlerin bilgeliğinden ziyâde tabiatüstü bir sebebe dayandırarak hayran olmamak mümkün değildir; sanki, her şeyin en iyisini yapan Tanrı bu güçlü milleti, Hıristiyanların günahlarını ve kusurlarını cezalandırmak için yüceltmiş ve desteklemiş gibidir."

Aynı kitaptan olacağımız kısa bir bölüm daha (şimdilik) ("... bu siyasi gövdenin bütün yaralarını onaran şey adaletin süratle ve merhametsizce uygulanmasıdır.")

Sultan Dördüncü Murad'ın vefatından on-onbeş sene sonra Türkiye'de bulunup araştırma yapan ve öğrendiklerile gördüklerini yazan Ricaut Türk'ün padişahına gösterdiği sadakate, itaate padişahın adalet duygusuna hayrandır. Sultan Murad artık, merhametsiz adaletiyle kasırgalar estirecek, iyi ve kötü davranışıyla zirve olacaktır.

Fitne başı Recep Paşa'nın vücudu ortadan kalktıktan sonra, elebaşılardan Ahmed Ağa, Canım Ali, Yemişçi Mustafa, Salih Efendi, Mahmudoğlu, Sarı Mustafa, Gül Abdi, Bıçakçıoğlu Mehmed, Kumru gibi belli başlılar da öldürüldüler. Diğerlerinin cesareti kırılmıştı; yine de Sultanahmed Meydanı'nda bir Ayak Divanı istediler padişahtan, padişah kabul etti.

Sahanın hâkimiyetini kaptıracak değildi artık. Sipahiler ve yeniçerilerle ayrı ayrı görüşüp, onların sözcülerine çok tesirli konuşmalar yaptı. Devlete, padişaha ve devlet malına sadakatten aynlmalarının devleti çökerteceğini, buna hakları olmadığım, ecdadından kalan devletin selâmette olması gerektiğini, yoksa herkesin felâkete sürükleneceğini söyledi. Tesirli bir üslup kullanıyordu. Boyun büken yeniçerilerden ve sipahilerden aralarında hain barındırmamalarını, barınan varsa teslim etmelerini istedi.

Sultan Murad'm nasıl bir ortamda idareye ağırlığını koymaya çalıştığını göstermesi bakımından, Ziya Nur Aksun'un Tarihi Gılmani''den aldığı bir pasajı aynen aktarıyoruz. Görelim İstanbul'un hali nasılmış?

"Ol zaman kul'un şol mertebe tuğyanı vardı ki, gündüz hamamdan peştemâl ile avrat çıkarmak ve gulâmiye (vergi ve cizye toplayanların aldığı aidat) aldıkları günde, Sultan Mehmed Camii'nde duhan içmek ve müslümanların ırzın pây-imâl etmek ve köşelerde aşikâre ayak üzre zina ve livâta etmek ve kan dökmek ve evler ve saraylar basmak ve bayram günlerinde salıncak kurup, bizzat pâdişâhı ve validesini ve vüzera ve ehl-i divanı mumlar ile salıncağa okumak gibi bahusus kahvehanelerde ve meyhanelerde fiili nâmeşrû etmeleri gibi, şol mertebe âlem nizâmu intizamundan çıkmıştı ki vasfa gelmez."

Şimdi, Sultan Murad bu işleri yapan ve yaptıranlarla mücadeleye başlamıştı. Onların komutanlarına nutuk çekiyordu.

Konuşmayı dikkatle dinleyen ihtiyar Çorbacılardan biri, "Devletlu Pâdişahum, sen bizim pâdişahımuzsun, bizim sana veçhile muhalefetimüz yoktur, dostuna dost, düşmanına düşmanız." dedi. Pâdişâh:

"O halde, sözünüze inanmam için aranızda müfsidleri himayeden vaz geçün. Siz kullukta sabitkadem oldukça, ben de sizin haklarınıza riayet ederüm!"

Hepsi birden pâdişâha muti olduklarını, eşkıyayı himaye etmeyeceklerini yüksek sesle haykırınca, teker teker Kur'an üzerine yemin ettirip, "Vallahi mi, billahi mi, tallahi mi?" diye sorup, tasdik aldıktan sonra kayda geçirdi. Kâğıtlar orada mühürlendi ve temizlik harekâtına başlandı. Önce; Saka Mehmet, Gürcü Rıdvan, Cadı Osman ve bazıları kati olunup cesetleri denize atıldı. Ve bu iş hem İstanbul'da, hem de Anadolu'da devam etti.

Ne kadar zorba varsa birer ikişer, bulundukları yerde hayatları nihayete eriyordu. Kimi evinde şarap içerken, kimi yolda yürürken yakalanıyor, devletin nizamı için öldürülüyordu. Ne Dereli Halil kaldı, ne Rum Mehmed, Balıkesir'de isyan çıkarmış olan İlyas Paşa da su yolunda kırılanlardandı. Temizlik harekâtı fasılasız devam ederken, İstanbul'un beşte birini yakan bir yangın çıktı; doludizgin giden sıkıyönetim için bulunmaz fırsattı ve Sultan Murad bunu iyi değerlendirip, kahvehaneleri kapatıp, tütün yasağını koydu. Çünkü yangına tütün içilmesinin sebep olduğu söylenmektedir. Kahvelerin kapatılması ayak takımının işini zorlaştırdı; tütün yasağı, o zehirli dumanı ağzına doldurup "puf" diye etrafa üfürerek, içindeki sıkıntıyı, hıncı boşalttığına inanan tiryakileri bayağı rahatsız etti. 28 senelik mazisi olduğu söylenen acı misafir iyi kabul görmüş, candan dostlar edinmişti kendisine.

Sadık dostlarının arasında şairler de eksik değildir. Bunlardan biri;

"Zararsız bir duhân hakkında neyler bunca dikkatler

Duhân-ı âh-ı mazlûmânı men'eylen hüner oldur"

Tütünü yasaklamanın değil, mazlumların ahını engellemenin hüner olduğunu padişaha bildirir. Amma, herhalde kendi adım bildirmemiştir. Ve tabii ki, padişah, yaptığı her işi fetvaya dayandırır. Meşhur Vaiz Kadızâde'nin fetvasıyla kahvehanelerin binaları bile yıkılıp yerlerine dükkânlar yaptırılır.

Sultan Murad asayişi sağlamaya yeminlidir. Kıyafet değiştirip şehri -bilhassa geceleri- dolaşmaya çıkar, yasağa uymayan kimi görürse öldürtür. Cesetlerini de ibret-i âlem için caddelerde bıraktırdı. İstanbul kabadayılarının hiçbir yerde sesleri çıkmıyordu. Bu arada, bir miktar suçsuz insanın da ölebileceği normal karşılanmalıdır. Padişah geceleri evleri gözetlemeyi ihmal etmezken tütünün daha keyifle içileceği mesire yerlerini de unutmuyordu.

Bir gün Kâğıthane'deki köşke sandalla giden Sultan Murad, bazı insanların piknik yaptığını görür. Öğrenir ki, zamanın tarikat büyüklerinden Abdülmecid Sivâsi Efendi ile dosttandır; dostları da ilim erbabıdır. "Getirün kitaplarını göreyim." der. Bazı kitaplar gelir, içlerinde Şeyhülislâm Yahya Efendi'nin divanı da var. Sultan Murad sevinir, diğer kitapları da tedkik ettikten sonra insanların gönül eğlendirmekten ziyade beyin doldurmakla meşgul olduklarını anlayınca, "Kitaplariyle seyre giden ulemaya, seccade ve nidasıyla giden dervişane ve kalem ve hokkalarıyla giden kâtiplere bizim sözümüz yoktur, hemen kendi âlemlerinde olsunlar." der. Allah muhafaza, bir tütün kokusu olsaydı, herhalde efendiler ertesi günü göremezlerdi.

Sultan Murad özel bir tipti. Padişahlar içinde çok az tarafı çok az kişiye benzeyebilir. Kötülerin kendisine çektirdiğinden daha fazlasını çektirmekten haz alıyordu. Ölen, sürünen olursa olsun o devletin gücünü bütün tebâya göstermekten yanaydı. Bozulan asayişi yeniden hayata geçirirken heba olacak hayatlar umurunda değildi. Onu mecbur eden birçok sebep arasında dürüst insanların korunması da vardı.

Eşkıyanın hâkim olduğu şehirler ki, günlerce dükkânların açılamadığı, dürüst insanların dışarıya çıkamadığı zamanlar yaşanıyordu. Kötülerin kökü kesilince, iyiler rahata kavuştu. Osmanlı devlet düzeninde çok mühim mevkii bulunan, amma fevkalâde çürümüş, itibardan düşmüş Timarlı Sipahi teşkilâtını ele alıp, mümkün olduğu kadar düzen verdi. Bir şey için iki ihtimalden başkası olamazdı: Ya iyi olacak, yahut yok! İyileşmeye müsait görünen şahıs, kurum veya başka şey iyileştirilirken, istidadı olmayanlar yokluğa boyun eğmek zorundadır. Bu, ister kadı, ister Şeyhülislâm olsun, hiç farketmez. Sultan Murad'ın ikinci döneminin, devlete hâkim olma kuralının "olmazsa olmaz"ı budur.

Şeyhülislâm Âhizâde'nin İdamı (7 Ocak 1634)

Sultan Murad hem İstanbul'un etrafını teftiş etmek, hem de avlanmak niyetiyle Bursa'ya kadar gitmek ister. Yolunun üzerinde İzmit ve İznik var. İznikliler kadılarından şikâyetçidir. Kadı Efendi yol tamiratında ihmal davranıyormuş. Sultan af etmeyi lügatinden çıkardığı gibi, Kadı'nın hayatını da gözden çıkarır, resmi kıyafetiyle, kale kapısında astırır.

Pâdişâh Bursa'ya kadar gider, ecdat kabirlerini ziyaret eder. Bursa'da birkaç gün kalmak arzusundadır amma validesi bırakmaz. Validenin de mazereti var, Şeyhülislâm sıkıştırmaktadır. İznik Kadısı'nın hiçbir soruşturma görmeden asılması, Şeyhülislâm'a kadar şikâyetlerin ulaşmasına sebep olmuş, Şeyhülislâm da Valide Sultan'a bir tezkire gönderip şunları söylemiş:

"Kendülerini bedduadan sakınırız, memuldur ki siz kendülere nasihat buyurup zümre-i ulemanın hayır duasını alasız; zira henüz âlemin herc-ü-merci sönmeğe yüz tutmuşken kil-ü kaale mueddi olacak ahvalden cenab-ı hılâfetpenahiyi sıyanet ederiz."

Bu tezkire, Şeyhülislâm Âhizâde Hüseyin Efendi'nin sevmeyenleri tarafından abartılarak Vâlide'ye anlatılmış ki, pâdişâhın hal ile tehdidi var burada, Şeyhülislâmın niyeti kötüdür! Valide Sultan, hemen bir mektup yollar oğluna, der ki:

"Benim arslanım acele üzere gelesiz, cülus tedbiri için sözler ve tedbirler olmaktadır."

Sultan Murad'a huzurlu birkaç gün bile çok görülür, alel acele İstanbul yoluna düşer. Tam da yolsuzluklara, asayişsizliklere "dur" dediği günlerde böyle bir olayın zuhuru canını ziyadesiyle sıkmıştı. Biran evvel tahtına oturup, yayını germek, avını vurmak istiyordu.

Hiç bir tahkikata lüzum görmeden, İznik Kadısı'nı astırdığı gibi yapar. Şeyhülislâm'ın ve onun oğlu olan İstanbul Kadısı Mehmed Çelebi'nin sürülmelerini emreder. Baba-oğul ayrı gemilerle Kıbrıs'a sürgün hayatı yaşamaya giderlerken Sultan Murad'ın gazab-ı şahanesi tatmin olmaz, denizden çevrilip idam edilmelerini ister. Bostancıbaşı, boğazdan çıkmadan önce Şeyhülislâm'ın gemisine yetişir. Yedikule'den çıkan Sultan Murad, yanında Abaza Paşa olduğu halde, Hüseyin Efendi'nin yakalandığını görünce, Bostancıbaşı'yı çağırıp, "Tiz şimdi katleyle." der.

İstanbul Kadısı Mehmed Çelebi canını kurtarmış, babası ise ağır davrandığından Kalabriya köyünde boğdurulmuştur. Tarihte hiç görülmemiş, emsalsiz bir olaydır bu. İlk Şeyhülislâm idamını Sultan Murad gerçekleştirmiş. Sultan Murad halkın vicdanında açılan derin yarayı kendi vicdanında da duyarak üzülmüş ise de, onu rahatlatan bir geçmiş var idi.

Bir "Ayak Divanında, kardeşlerinin katledilmemelerine Topal Recep Paşa'yla beraber bu Şeyhülislâm Hüseyin Efendi kefil olmuş, kendisini çok fena duruma düşürmüşlerdi.

İşte o geçmişten yüreğine çöreklenen kin, teselli bulmasına yetiyordu.

Bekri Mustafa

Dördüncü Murad'ın ipleri tamamen eline aldığı, sorgusuz sualsiz adam öldürdüğü günlerdi. Hikâyeye göre: Tebdili kıyafet dolaşan pâdişâh, bir adamın çamur içinde yuvarlandığını görüp, merakından sormuş "bu adama ne oluyor?" Aldığı cevap: "Şarabı fazla kaçırdı; kendinden geçti; sarhoşluğundan ne yaptığım bilmiyor!" Hikâyeye göre, Pâdişâh henüz içkinin marifetlerini bilmiyor ve yine soruyor: "Bu ne biçim bir içkidir?" Konuşanları dinleyen Bekri, bu arada biraz toparlanmış, Pâdişâha hakaret dolu sözler sarfedip, oradan gitmesini söylüyor. Sultan Murad öfkeye kapılıp Bekri'ye: "Alçak, diyor. Pâdişâh olduğumu bilmiyor musun ki, benim buradan çekip gitmemi söylüyorsun!" Bekri diyor ki: "Bende Bekri Mustafa'yım; ne olmuş yani. Bu şehri satmak istersen ben satın alırım. Pâdişâh ben olurum, Bekri Mustafa da sen olursun. Sultan Murad, bu şehri satın alacak parayı nereden bulacağını sorunca, Bekri iyice sınırlan yıkıyor: "Bu şehirden başka (Pâdişâhın anasının esir olduğunu işareten), esirenin oğlunu da satın alabilirim" diyor.

Pâdişâhla Bekri arasında bir pazarlık geçiyor. Pâdişahın emriyle biraz sonra Bekri saraya ******ürülüyor. Birkaç saat sonra sarhoşluğu geçip de kendine gelen Bekri, sarayda olduğunu farkedip şaşırıyor ve etrafındakilere rüyada mıyım gerçek mi, diye soruyor. Bekri, gerçekten, sarhoşken yaşadığından habersizdir. Anlatılınca afallıyor, korkudan, çareler bulmaya çabalıyor. Hasta olduğu için şarap içmesi gerektiğini söylüyor. Pâdişâh görmeden ölmesi istenmediğinden dolayı bir maşrapa şarap getiriyorlar. İçtiği zannını veriyor ama şarabı elbisesinin içinde saklıyor.

Pâdişâhla karşılaştırılınca sakladığı şarabı çıkarıp: "Haşmetmeabım, diyor. Şehri satın almak isteyen aslında ben değildim, buydu.

Pâdişâh hayretle: "Bu nasıl olur?" diyor.

Bekri, dolu bir yudum alıyor. Sonra Pâdişâh bir yudum alıyor. Bir yudum daha alıyor... Alışık olmadığı şarap Pâdişâhı sarhoş ediyor.

Dördüncü Murad bir müddet sonra sızıyor ve birkaç saat sonra da başağrısıyla uyanıyor. Derhal Bekri'yi çağırtıyor.

Pâdişâhın durumunu bilen Bekri "Devletlim işte ilacınız", deyip şarap dolu bir bardak uzatıyor... Böylece içki Bekri ve Padişah arkadaş oluyorlar. Bekri ölünce Pâdişâh çok üzülmüş, bir daha neşeli günler yaşayamamış.

İçki Yasağı (5 Ağustos 1635)

Lehistanla bir anlaşmazlık vardı da Sultan Murad sefere çıktıydı (8 Nisan 1634) Lehliler Osmanlı hükümetinin şartlarına uyacaklarını bildirince seferden döndü. Lehistan'la savaşamadı. Yolu Edirne'yi geçemedi. İstanbul'a döner dönmez “İçki Yasağı”nı ilan etti.

Bekri Mustafa belki de dünyanın sayılı alkoliklerinden idi ve Sultan Murad onunla candan dostluk kurmuştu. Sultan kendisini de alıştırmıştı ve bayağı içki tüketiyordu. Başka insanlara yasakladı. Meyhane binalarını temelden yıktırıp, buraların başka hizmet görmesini bile engelledi. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" akla geliyor. Kendisini men edemediği bir muzır nesneden kendi dışındakileri korumaya çalışıyor. Sultan Murad çok mu dindardı, tebeasını cehennem ateşinden korumaya mı çalışıyordu? Bedenen harap olmamaları için mi, dinen memnu olan bu nesneden uzak tutuyordu insanlarını?

Sultan Murad içindeki acıma duygusunu öldürmüştü. Çocukluğunda Sultan Mustafa'nın deli olmasına rağmen iki defa saltanat sürdüğünü/yahut iktidar hırslıları tarafından ona saltanat sürdürülmediğini görmüştü. Sultan Osman'ın başına gelen, başından geçen iğrenç insanların iğrenç işkencesi Sultan Murad'ın aklından çıkmamıştı. Kendisine kurulan tuzaktan, Davud Paşa'nın kanlı tuzağından nasıl kurtulduğunu unutmuyordu. Sırası gelip de tahta çıkartıldığında 11 yaşında idi ve onbir yerinden kuşatılmış mânevi işkence görüyordu. Sultan Murad kuvvetlenmeyi ve kötü adamlardan intikam almayı aklına yazmıştı. Arada büyük yanlışlar da yaparak, kötüleri iyi edemezse yok ediyordu.

Geceleri tebdil gezen Pâdişâh gördüğü birçok sarhoşu eliyle öldürmüştür. Meyhanelerde insanları men etmekle yetinmeyip o binaları kökten yıktırmasına tarihçinin cevabı kısa: "Bu şiddetin hakiki hedefi, o zamanki İstanbul'u doldurup asayişi ihlâl eden zorba döküntüleriyle serserilerin imhasıdır."

Abaza Paşa'nın İdamı (24 Ağustos 1635 Perşembe)

Şeyhülislâm'ın idamı üzerinden yedi buçuk ay geçmiş, Sultan Murad'ın can alıcı öfkesi geçmemişti. Genç Osman'ın öldürülmesinden sonra intikam alma sevdasına kapılıp Anadolu'da altı sene mücadele veren, sonra da padişaha boyun büküp Bosna Valiliğini alan Abaza Paşa, padişahın gözdelerinden olmuştu. Padişah onu o kadar sevmişti ki, giyimini bile taklit ederek, sevgisini alenen gösteriyordu. Şeyhülislâm'ın idam fermanını verdiği zaman da yanında bulunan Abaza Paşa idi. Anlatılanlara bakılırsa, Abaza Paşa biraz âdab dışı hareketlerden sakınmaz imiş. Pâdişâhın yanına girişlerinde silahlardan arınmış olması gerektiği halde, bu usûle riâyet etmez, kılıcım çıkarmazmış...

Sultan Murad'ın Abaza Paşa'ya, gösterdiği cesaretten, Osmanlı Hanedanı’na duyduğu sevgiden belki biraz da deliliğinden dolayı zaafı var. Abaza Hasan Paşa'nın dolu bir tabanca olduğunu bilen Pâdişâh, her an tetikte bulunmaktan usanmıştı. Abaza bir gün Sultan Murad'a:

"Pâdişâhım, dedi. Acem ikliminin bütün yollarını bilirim; güç kolay bütün hududuna vukufum vardır. Zât-ı şahanenizi üç bin süvari ile Ejderhan ve Demirkapı semtlerinden Şirvan'a çıkarayım; mutad olduğu üzre ordu dahi Erzurum'a gelsin; az müddet zarfında Şirvan'ı ve bütün İran'ı zaptederiz."

Pâdişâhın İran sevdası bütün ateşiyle yanarken Abaza'nın anlattığı çok hoş geldi. Hatta Abaza'ya duyduğu sevgiden hoşnutluğu arttı. Bu meseleyi açtığında, kaymakam Bayram Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi ve Pâdişâhın nedimi Silahdar Mustafa Ağa uygun görmediklerini beyân ettiler; Pâdşahın fikrini çeldiler. Onlara göre Abaza Paşa maceraperest idi. Daimi dostluğa alışık olmayan Sultan Murad Abaza'yla ilgili düşüncelerini değiştirdi.

Bir gün Topkapı civarında dolaşan Pâdişâh, Eğrikapı'da Abaza Paşa'yla karşılaştı. Belin'de kılıç olduğu halde atından inip etek öpmek isteyen Paşa'dan evvel Pâdişâh yanındaki Bostancı zabitine Abaza'yı atından indirip, kılıcını almasını emretti. Derhal attan inip, kılıcını kendi eliyle teslimi azar yemesini önlemedi. Pâdişah'ın yanında kılıç taşımanın adaba aykırı olduğu bilinen bir husustu. Abaza Paşa buna uymada biraz geç kalmıştı.

Sultan Murad'ın gözlerinin iri bakışının tehdidâmiz olduğu anlatılırdı; herhalde, tarife uygun baktı ki, muhatabı korkmuştu. Anadolu'ya geçmenin yolunu bulup, bir an evvel İstanbul'dan, Pâdişah'ın çevresinden uzaklaşmak istedi. Üsküdar'a 50 at gönderdi. Yapılan hazırlık duyuldu, şüphe canlandı. Bir de, Ermenilerle Rumlar'm Kudüs'teki Kamâme Kilisesi'nin kendilerine satılması için 20.000 guruş gönderdikleri açığa çıktı.

Abaza'yı gözden çıkaran Sultan Murad, idamı için muhkem sebebi bulmuştu. İdam fermanını hazırladı. Abaza Paşa idam fermanım mütevekkidâne karşıladı.

"Pâdişahımun emridir" dedi. Abdestlenip namaz kıldıktan sonra başını cellâda teslim etti. Sultan Murad için kolay olmayan bir icraat daha böylece yerine getirildi.

Abaza Paşa'nın cenaze merasimine bütün devlet büyükleri iştirak etti. Bâyezid Camii'nde kılınan namazdan sonra Kuyucu Murat Paşa Türbesi'ne defnedildi.

Şâir Nefi

Sultan Murad'ın hayranı olduğu büyük şâir. Sultan Ahmed'e, Sultan Genç Osman'a kasideler yazmış. Sultan Murad zamanında yıldızı inanılmaz derecede parlamıştı. Onu ve şiirlerini sevenler kendilerini ona sevdirmeyi pek başaramamış. Zehirli hicviyelerinden kurtulabilen olmamış; hattâ, usulsüz bir nefes alanın bile kellesinin gittiği günlerde, Nefi hoyrat gönlünden gelen nağmeleri açığa vurmadan duramamış. Hicvedilecek bir konu yakalayınca, en yüksek rütbeli şahısları rezil etmekten büyük zevk almış. Bazen bir mısraı için servetler veren bir vezir, bazen bir mısraı için canını almaya azmetmiş. Altmış üç yaşını bulması Sultan Murad'ın ona karşı beslediği sevgiyle olmuştur ama o yeri geldiğinde Sultan Murad'ı da mısralarına malzeme yapmaktan çekinmemiştir.

Genç Osman için yazdığı kasideden;

Aferin ey rûzigârın şehsüvârı safderi

Arşa as şimdengerü tîği süreyyâ gevheri

Bir pâdişâha "aferin" diyebilecek kadar kendini büyük sayan şâir, belli ki her şeyin üstünde kendini görmektedir. "Mademki, diyor Allah bana bu kaabiliyeti vermiş, herkes ayağını denk atsın."

Ben cihan ârâ şehensâh-ı cihan-ı ma'niyim Sözlerinde padişah-ı kâmrânıdır sözüm

"Dünyayı süsleyen, pâdişâhlar pâdişâhı sözleri söyleyen ben, her arzusuna kavuşanım."

Aslında Nefi'nin derdi şiirdir. Kendine olan hayranlığı da şiirdeki başarısından geliyor.

Babasını bile;

Peder değil bu belâyı siyâhdur boşuma

mısraı ile yerin dibine batıran şâir, elbette, dilinden çıkan her zehirli okun kendisine dönebileceğini, bir gün hayat damarını koparacağını bilmektedir; ve buna razıdır. Nefi, hicviyelerini "Siham-ı-kaza" isimli bir mecmuada toplamıştır.

Sultan Murad bir gün Siham-ı Kaza'yı okurken ayakucuna düşen yıldırımı, şiirlerin uğursuzluğuna verir. Şaire hicvi yasaklar, yemin ettirir yazmayacağına dair. Nefi samimiyetle yemin ederse de, bir gün öyle bir sahne yakalar ki, ölmeye değer bulur ve yazar yazacağını, verir başını.

Dördüncü Murat budur! Gazabının şiddeti daima sevgisinin, merhametinin önünde gitmektedir. Son zamanları önemli insanların yok edilmesiyle doldu. Yavuz Sultan Selim'de çokça vezir idamı görülüyordu. Dördüncü Murad'da biraz farklı kişiler hedef oldu öfke oklarına. Yeni toprakların yeni havasını teneffüs etme zamanı geldi; bakalım bundan sonra ne olur?

Revan Seferi (10 Mart 1635)

Nicedir ki Osmanlı Pâdişâhları ordunun başında sefere çıkma âdetine uymazlardı. Kânunî'den sonra sadece, Üçüncü Mehmed ısrarlar karşısında mecbur kalıp Eğri Seferi'ne çıkmış, bir de Genç Osman'ın Lehistan Seferi vardı. Millette, askerde cevval padişah hasreti çekiyorlardı. Sultan Murad'ın sefere çıkacağı haberi herkeste bayram sevinci meydana getirdi.

Sefer hazırlığı yapıldıktan sonra 10 Mart 1635'de Üsküdar'a geçen padişaha şanına uygun merasim ihmal edilmemişti. Üsküdar'dan hareket edilmeden önce görülecek hesaplar çıkar ortaya ve Sultan Murad kılıçla hesap görmeye alışıktır zaten.

Kati emir vermişti, demişti ki: İstanbul'da benden habersiz hiç bir asker bırakılmayacak. "Maltepe geçilip Kazıklı Derbendi'ne gelindiği zaman solakbaşılardan Galatalı Çelebi'nin bir neferi İstanbul'da bıraktığını duyunca emekdarlığına bakmayarak derhal önünde çökertip boynunu vurdurdu." Sultan Murad, Erivan'a varmadan kendi vatanındaki temizlik harekâtını tamamlamak istiyordu. "Konya ayanından Karayılan denilen iki kardeşi katlettirdi." Yetmiyordu. "Manisa Sancakbeyi Duducu Hasan Paşa iki bin kişilik maiyetiyle alay gösterip, Pâdişâhın eteğini öpeceği sırada, "Bir iki düşman öldürmeğe muktedir olamadın, şimdi bana alay gösterirsin bire mel'un" deyip, katlini emretmiştir."

Bu bilgileri aldığımız İ.H. Uzunçarşılı, devam ediyor:

"Karaman Beylerbeyi Celeboğlu Ali Paşa bu göreve zorbalıktan gelmiştir" ve katli kaçınılmazdır. Sırada Karaağaç Kadısı var. Hakkındaki şikâyetler onun da öldürülmesi için kâfi sebeptir, öldürülür. Sonra? Konya'da, sipahilerden Gürcü Osman ele geçer. O da Sultan Osman'ın katlinden suçludur ve zeametli divan çavuşu tütün içtiği için suç işlemiştir, cezalarını hayatlarıyla öderler!

Sultan Murad hep adam öldürmemiştir aslında, Konya'da Mevlâna dergâhını ziyaret edip, oradaki insanların gönlünü Revan'dan evvel fethetmişti. Ölüm haberini verirken insicam bozulmasın diye peş peşe sıraladık.

Padişahın öldürttüğü bir de Konya Kadısı var, Şehla Mehmed Efendi. O da şikâyet üzere canından olmuş, sonra "Beyşehri Sancakbeyi Keskinli Ali Paşa yaptığı mezalime binaen katlolundu."

Daha Revan yolundayız, savaş başlamadı. Öldürülenler işledikleri suçların cezasını çekiyorlar, bazan kurunun yanında yaşın yanması normal karşılanacak. Bunlardan birine misal olarak Demirkazık Halil Paşa gösterilir ki, bu paşa savaş esnasında gösterdiği sebattan dolayı "Demirkazık" lakabını almıştır.

Halil Paşa ile Vezir-i Âzam vekili Murteza Paşa'nın araları açıktır. Murteza Paşa'nın eline fırsat geçer, o fırsatı iyi değerlendirir ve Halil Paşa boğdurulur.

Pâdişâhın hışmından, yeri geldiğinde hayvanlar da nasipleniyor. Kayseri'den Develihisar sahrasına doğru gidilirken pâdişâhın arabasının önünden bir yaban keçisi süratle kaçtı. Derhal at verilmesini emretti. At geldiğinde nasıl bindiği farkedilmedi. O kadar çevik hareket ediyor ki, görenler bilmese, onu zaten atın üzerinde idi sanacaklardı. Eline bir mızrak alıp keçinin peşine düşen pâdişâh mızrağı öyle şiddetle vurdu ki keçinin diğer yanından çıkan mızrak toprağa saplandı. Ordu olanlardan duyduğu hayreti "Aleyke avnullah!" nidasıyla dile getirdi.

Dördüncü Murad'ın fevkalade atik, çevik, kuvvetli ve maharetli olduğu zaten bilinen hususlardı. "Birkaç ay atının eğerinden başka yastık, atının gaşiyesinden başka örtü görmeden" yaşadığı olurdu.

Yolculuk devam ediyor. 23 Mayıs 1635'te Sivas sahrasına varıldı. Burada tayinler, terfiler, aziller yapıldı. Bir bostancının Hatt-ı Hümâyunu taklit ederek bazı beylerden ve beylerbeyilerden para çarptığı ortaya çıktı. Sultan Murad'ın, gözü üzerinde kaşı olanı cezalandırması kimilerince hiç önemsenmiyor, ama o her suçu önemsiyor. Bostancı'nın derisi yüzülerek, cezalandırıldı. Sultan Murad'ın gözü kulağı hem ileride hem geride. Geriden, İzmir Kadısı'nın idamı hak ettiğini öğrendi Murteza Paşa'ya emir gönderdi.

10 Mart'ta başlayan yolculuğun üzerinden 4 ay, 11 gün geçti. Revan yakınında Pâdişâh otağı vardı, etrafına diğerleri de kuruldu. 26 Temmuz'da Revan kalesi yakınına topların altına varıldı. Şiddetli bir rüzgâr esiyor, havayı kaplayan tozdan şehir görünmüyordu. İstihkâmların eteğine varılmıştı. Padişaha kılavuzluk eden kişi tehlike sınırına gelince durdu:

"Pâdişâhım, Revan Kalesi bu vadidedir; çok yakınına geldik ama dumandan görünmüyor. Burada durunuz ki asker gelsin" dedi.

Sultan Murad'm âdeti felsefesinin -ölümle hayat arası düşüncesinin- özeti dudaklarından döküldü:

"Bre korkak, ne duruyorsun, insan ecelsiz ölür mü?" Az sonra çıkan rüzgâr dumanı dağıttı. İstihkâmlardan toplar atılmaya başladı. Mermiler çok yakından geçiyordu; Pâdişâh ordusunun yanına döndü. Bütün tedbirler alınıp savaşa hazır vaziyete geçildi:

28/29 Temmuz Revan Muhasarası

Sıra Revan'-Erivan-ın işini bitirmeye gelmişti. Ordu mükemmel hazırlanmıştı bu savaşa. Beylerbeyi Küçük Ah¬ed Paşa adamlarıyla kale bedenlerindeki askerleri telef ederken "Deli Hüseyin Paşa adıyla ünlü akıllı kişi kaleye hakim tepede şâhî darbezenlerle kalenin içini ve dışını bombardıman ederdi." Diğer paşalar da işlerini en iyi biçimde yürütürken, yaralı askerlerin tedavisi zamanına göre mükemmel bir surette yapılıyordu. Padişahın coşturduğu paşalar ve askerler kale komutanı Emir Gûne'nin gözünü yıldırmışlardı.

Pâdişâh, burada diğer cephesini gösteriyordu. Kumandanları kahraman yapmanın usûlünü çok iyi bildiği de burada belli oldu. Her birine söylenmesi gerekeni söylüyor, Küçük Ahmed Paşa'dan başladı:

"Başka Küçük Ahmed! (İsyankâr İlyas Paşa'yı kastederek) İlyas'ı tuttuğun ve taşları delerek Ma'n-oğlunu çıkardığın bir şey değildir; erlik zamanı bugündür. Göreyim seni. Dîn-i mübîn hizmetine uğur-u hümâyunumda nasıl merdâne çalışacaksın." Ahmet Paşa yer öptü:

"Başüstüne. Pâdişâhım! Ahmed kulun askeriyle beraber yoluna can-baş vermekten kaçmaz" dedi.

Pâdişâhın ikinci muhatabı olan Canpulat-zâde'dir:

"Baka Kürdistan Beğzadesi! Canpulat oğulluğu vakti şimdidir. Erlik hükmünü verip de namusu vezareti hak edecek gün bugündür. Canın pulat (çelik) gibi olmaktır."

Murteza Paşa'yı bulduğu konuma göre heyecanlandırdı. Sıra Yeniçeri Ağası'na geldiğinde ona da:

"Şehirde sarhoş değmekle iş olmaz, erliğini burada göreyim" mealinde sözler söyledi. Döndü askere hitaba başladı ki bu sefer üslûp farklıydı. Herkese, göstereceği fedakârlık nisbetinde mükâfat vaat edildi. Şehitlerin mükâfatı Allah'tan.

Muhasaranın haftasıydı. Kale'de büyük büyük gedikler açılmış, Acemlerin işi zorlaşmıştı. Osmanlı Ordugâhına Tahmasbkuli Han'ın bir elçisi gelip, münasebetsiz bir teklifte bulundu:

"Sekiz günlük mütâreke yapalım, eğer bu zaman içinde yardım alamazsak kaleyi size teslim edelim!" Hiçbir diplomatik nezaket taşımayan bu teklifi getiren, neredeyse canından olacaktı. Sadrâzam şefaatçi oldu da, bağışlandı.

Bir yandan kale hırpalanıyor, gedikler açılıyor, öbür yandan tamir yapılıyor. Görüldü ki dayanılacak gibi değil Safeviler teslime mecbur kaldı. Tahmasbkuli Han'ın (Yani bizim Emir Gûne'nin) Kethüdası Murad Ağa birkaç basamak çıkıp padişahla görüşme imkânı buldu. Ahmed Paşa sadrâzama, sadrâzam pâdişâha çıkardı elçiyi. Pâdişâhın "kaleyi niçin teslim etmediniz sorusunu" elçi "Biz aciz karıncaların zamanı, Süleyman'ına mukavemetimiz, Padişahın âvâze-i celâdeti Şâh'ın kulağına varsın kahramanlık velvelesi İran'ın en uzak köşelerine kadar ulaşsın içindir!"

Pâdişah'ın sesi yumuşadı, hükmedici tonu devamda: "Eğer affınızı isterseniz kaleyi hemen teslim ediniz!" dedi. Ertesi gün teslim şartları görüşüldü (8 Ağustos 1635)

Revankapıları Osmanlı Ordusu'na açıldı. Emir Güne merasimle pâdişâhın huzuruna geldi. Pâdişâhın iltifatına mazhar olan, adamlarının bağışlanmasına sevinen, adı Yusuf olarak değiştirilip Paşalık verilen Emir Gûne'nin önünde yepyeni bir yol açıldı. Halep Beylerbeyiliği verilip yola çıkarıldıysa da olmadı. Kâhyasıyla boğuşup sonra da öldürünce, yeni vazifeden vazgeçilip İstanbul'a çağrıldı. Haleb'e bir başkası tayin edildi. Yusuf Paşa İstanbul'da Dördüncü Murad'a can yoldaşı oldu. Şâir Nefi ile Mûsâ Çelebi'nin yokluğunu unutturacak. Unutturma işi biraz fazla ileri gidip, Padişahımız kendi hayatını bile unutacak. Sevgi gösterip, saygı gösterecek tütün ve şarap tiryakiliği gibi Emir Güne tiryakiliğine bulaşacak Pâdişâh!

Şehzadelerin Katli (26 / 27 Ağustos 1635)

Sultan Murad'ın dört kardeşi vardı. Şehzade Bâyezid, Şehzade Süleyman, Şehzade Kasım ve Şehzade İbrahim. 12 Mart 1632'de saray basan zorbalar pâdişâha müşkül ânlar yaşatmıştı. Kardeşlerini öldürttü şayiası yayıp, sonra da biz şehzadelerin yaşadıklarına inanmıyoruz. Eğer yaşıyorlarsa çıkar göster! diye bağırmıştılar.

Sultan'ın henüz idareye hâkim olamadığı günlerdi ve hakaretleri hazmetmede zorlanıyordu. Şehzadeler içtima edildi. Asiler yatışmadı. Padişahın onları yaşatmayacağı korkusunu taşıdıklarını haykırdılar. O zaman Vezir-i Âzam Topal Recep Paşa ile Şeyhülislâm şehzadelerin hayatına kefil olup, Dördüncü Murad'ı biraz daha hor ve hakir mevkiie indirmiştiler. İçine demirden bir top gibi yerleşen kinini, adı geçen kişileri öldürterek eritmişti.

Aradan geçen 3 sene, 5 buçuk ay ne çok değişiklik gördü. Pâdişâh ülkenin eleştirilmesi imkânsız hâkimi oldu. Hükmetmenin büyüsü ile kendinden geçti. Dünyaya bakışı başkalaştı. Bu gün önünde hiçbir engel olmadığı gibi, yarın da olmamasının teminine çalışmak, kardeş sevgisinin önüne geçti. Revan da Safevi ordusuna boyun eğdirmiş olmak hülyalarını zenginleştirdi. Yarın için kurduğu hayallerin gerçekleşmesi için önünde arkasında hiçbir mânia bırakmamaya karar verdi...

Dördüncü Murad, Revan seferi ve fethiyle paşaların ve askerlerin gönlünde taht kurmuş, herkes onun, dünyanın en iyi, en muktedir insan olduğuna inanmıştı. Gerekli tayin ve terfiler yapılır. Bu güzel havadan istifade ederek bir de katl işi planlanır. Plan hemen tatbike konur. Revan fethinin müjdesiyle beraber Veliahd Şehzade Bâyezid'le Şehzade Süleyman'ın idam fermanları da İstanbul'a gönderilir.

Yirmi üç yaşındaki Bâyezid'le, yirmi buçuk yaşındaki Süleyman'ın ölümü, Revan fethini bastırdığı için, İstanbullular matem tutmayı, bayram yapmaya tercih ederler. Bu şehzadelerin katli, Avrupa'da bile yankı bulur, onlar için trajedi sahnelenir.

27 Aralık 1635 Perşembe günü, Dördüncü Murad zafer alayıyla İstanbul'a girer. Resmi tebrikler olsa da, milletin kalbi idam edilen iki şehzadeden dolayı kırıktır.

Sultan Murad, adını Yusuf yapıp, paşalık payesi verdiği Emir Gûne'yi Boğaziçinde bir köye yerleştirir. Daha doğrusu, boğazın en güzel köyünü bu Acem oğluna hediye eder. Acem oğlu işini çok iyi bilir; sık sık tertiplediği eğlencelere padişahı davet ederek, şimdi onun adına izafeten "Emirgân" diye anılan yerde, içkili âlemler yaparlardı. İstanbul'da, hatta diğer vilayetlerde içki içmeye cesaret edecek kimse kalmadığından, Emir Güne ile Sultan Murad'a haddinden fazla şarap kalmış, onlar da bunu bitirmeye yarışıyorlardı! Bilâhare elden çıkan Revan'ın fethiyle kazanılan moral bir süre yetmişti.

Küçük Ahmed Paşa'nın Kahramanca Ölümü (1 Ekim 1636)

Başlık Hammer'e ait. Bizim tarihçiler de Ahmed Paşa'yı metheder, ama bir yabancının methi daha hoş. Ahmed Paşa'ya "Küçük" denmesi boyunun kısalığından; tıpkı küçük Sâid Paşa gibi. Şam Beylerbeyi ve Musul muhafızıydı. Geçmişte kahraman olduğunu ispat etmişti. Peşinde olduğu şey nam kazanmak değil vazife yapmaktır. Biz bahsetmedik, şimdi kısaca değinelim.

Eşkıyalığın devlete boyun eğdirdiği günlerde idi. (Ağustos 1632) İlyas Paşa denen eski Anadolu Beylerbeyi memleketi olan Balıkesir'de isyan çıkarmış, Manisa'yı dahi zaptetmişti. Küçük Ahmed Paşa İlyas Paşa'yı yakalayıp İstanbul'a getirmişti. Tabii, asinin cezası idamdı. Lübnan'da isyan çıkaran Ma'n-oğlu Fahrüddin'i esir alıp İstanbul'a getiren de Ahmed Paşa idi.

Küçük Ahmed Paşa'nın son savaşı Safavilerle oldu. Mihriban önlerinde, kendi askerinden kat be kat fazla bir orduyla savaşmak zorunda kaldı. At üstünde duramayacak kadar hasta, askeri az ve bir de askeri arasında bulunan Şamlılar kalkıp kaçtılar. Bir kere bozgun başlayınca bunun önlenmesi çok defa mümkün olmuyor ve olmadı. Ahmed Paşa savaşı kaybetti.

Küçük Ahmed Paşa hayatını da başı kesilerek kaybetti. Karşı taraf, kestiği başı sahibinin yiğitliğine hürmeten iade etti ve bu gövdesiz baş Küçük Ahmed Paşa'nın Şam'daki türbesine defnedildi.

Solnok Bozgunu (3 Ekim 1636)

Sultan Murad Revan fethiyle rehavete, halk şehzadelerin idamıyla yeise kapılmıştı. Batı cephesinde ufak çaplı bir hareketlenme meydana geldi. Bu hareketlenmenin mimarı Rokaçi idi.

Erdel Prensi Betlen Gabor 1629'da ölmüş, onun yerini doldurmak isteyen üç kişi ortaya atılmıştı. Transilvanya Kralı ve Macaristan hâkimi tâyini, Osmanlı Devleti'nin göreviydi. Bahsedilen yerler Osmanlı'ya tâbi ve haraç veriyor olduğu için yöneticisini seçmek de Divân-ı Hümâyun'un hakkıydı. Adaylar, kendilerine göre başlattıkları baş olma mücadelesinde kafalarına uygun yollar deniyor. Etiyen Betlen Osmanlı'ya Segel Mazes İsveç'e, Rokaçi Viyana Sarayı'na dayanıyordu.

Osmanlı Devleti ağabeyliğinin gözardı edilmemesi için imparatora üstü örtülü ihtarda bulundu. Viyana'ya bir mektup gönderdi. Müteferrika Ahmed Ağa ile gönderilen mektup şu cümleyle esas sözü söylüyordu: "Bir zaman gelir ki gülünç bir haset büyük fenalıklara sebep olabilir; bilakis zahiri bir fedakârlık kıymetli faydalara menbâ olur."

Budin Valisi Nasûh Paşazâde Hüseyin Paşa'ya sığınan Etiyen Betlen Osmanlı desteğini arkasına aldı. Rokaçi de karşısına almak istemediği Osmanlı'ya elçi gönderdi. "Elçiler padişahın eteğini öpme şerefine nail olamadılar... Ancak tahtın üç adım gerisinde yer öpmekle yetindiler."

Nasûh Paşazâde Etyen'in kral olması hakkında İstanbul'dan ferman getirtti. Krallığı kendi hakkı olarak düşünen Rokaçi'nin boyun eğmeye niyeti olmadı. İşin hakkını vermek yapılacak savaşa kaldı.

Solnok, Gyula sahrasında bir yer, karşılaşma orada oldu. Rokaçi, Hüseyin Paşa'nın karargâhını basacak kadar ilerlediği halde şansı yaver gitmedi. Birdenbire "vezir bastı!" diye bir söz atıldı ortaya. Bu, sihirli iki kelime Rokaçi'yi şaşırttı. Neye uğradığını anlayamadan, her şeyini bırakarak kaçtı. Rokaçi'nin ordugâhı ve bütün ağırlıkları orada kaldı.

Rokaçi'nin bozulup kaçması Hüseyin Paşa'nın muzaffer olması mânâsına geliyor idiyse de, İstanbul böyle meyil taşımamış, yok yere devletin başına gaile açtığına hükmetmişti. Çünkü Rokaçi'yi mağlûp etmiş olmasına rağmen kendisi de Budin'e kaçmaya mecbur kalmıştı. Bundan sonra Nasûh Paşazade Hüseyin Paşa azledildi. Rokaçi'nin Transilvanya hükümeti makamında kalması Osmanlı Devleti tarafından kabul edildi.

Rokaçi uzun süre görevinde kaldıktan sonra, yerine oğlunu vasiyet edecek duruma geldi. Bunun için pâdişâhtan bir ahidnâme bile aldı.

Sultan Murad'ın adını ebedîleştiren son seferine gelmeden evvel görülen pek önemli bir şey yok; denebilirse de, Kırım'da yaşanan karışıklıklar yüzünden, Azak Kalesi, Rusya'ya tâbi Don-Kazakları ve Lehistan'a tâbi Zaporag Kazakları tarafından zaptedildi.

Rusya Karadeniz'e inme imkânı olmadığı için bu kaleden istifade edemeyecekti, taş taş üstünde bırakmayana kadar kaleyi yıktırdı. Bana yâr olmayan başkasına da yâr olmasın, mantığı belki haklıydı.

Şehzade Kasım'ın İdamı (17 Şubat 1638)

Taht tek kişilikti. Ona oturan insan eğer bir şeyler yapmayı hayal ediyorsa -eğer varsa, daima o hayalin ama yeğen veya bilhassa kardeş tarafından karartıldığını vehmeder. Sanki aniden gelip o tahta biri oturacak ve pâdişâh bütün hayalleriyle beraber yok olacak. Sultanların en müşkil imtihanları buradadır.

Dördüncü Murad Bağdad Seferi'ne çıkacak, dönüşünde tahtım baş bulamama kâbusundan kurtulamıyordu. Kardeşi Kasım'ı bunun için feda etti.

Bağdad Seferi

Son muhasara üzerinden 14 sene üç ay geçmiş, feth edilemeyen Bağdad, Sultan Murad'ın aklından çıkmamıştır. Önceden, paşalarla ön hazırlıklar yapılır, bütün tedarikler görülür. 8 Nisan 1638'de büyük bir merasimle Sultan Murad, Üsküdar'a geçer, bir ay sonra Üsküdar'dan Bağdad'a hareket eder.

Peçevi, bu seferin haşmetini o kadar ballandırarak anlatır ki; devlet zirvede bulunduğu Kanuni zamanında bile, böyle bir sefer görkemi yaşanmamıştı. "Hizmetçi ve seyisler sayılamayacak kadar çoktu. Bunların dışında pâdişâh defterine kayıtlı olan hademe ve seyislerin sayısı hesaba sığmazdı." dedikten sonra, "Yanında dokuz yedek at ******ürülüyordu. Örtüleri altınla ve yüksek değerli taşlarla işlenmişti. Kırk tane cirit atı, ayrıca üçyüz at cirit oyunu için. Bu atlar sefil olmasınlar diye seyyar ahırlar yaptırılmıştı. Her ahırda yedişer, sekizer tavla at bağlanır, has ahırların tavlası yemlikleri som gümüşten yapılırdı." Pâdişâhın atlarının bağlandığı kazıkların da gümüşten olduğunu yazan Peçevi, bu seferde "bin iki-yüz kadar deve, yediyüz kadar süratli yürüyen katır, ayrıca iç halkı denen pâdişâh haremi hizmetçileri ve ağalarından her birinin gücüne göre yirmişer, otuzar atı ve daha başka görkemli süs eşyası vardı ki, bunların burada anlatılması mümkün değil." Bir de pâdişâhın seyyar köşkünü anlatan Peçevi, insanı hayrette bırakır:

"Meleklerin oturmasına (!) layık süslü ve iç açıcı, taşınabilir bir köşk de yaptırılmıştı. Köşkü meydana getiren bina parçalan birbirine geçme ve burma çivilerle bağlanmıştı. Konulan yerde kurulur, kalkarken parçalara ayrılarak, bir sonraki konakta yeniden kurulurdu. Öyle ki, inceleyenler, bu tekniğe hayran kalırdı. İşte bu köşk de padişahın debdebe ve şaşaasının hayret veren bir göstergesi idi ki, şimdiye kadar hiç kimseye nasip olmuş değildi."

Atları, seyyar ahırı, katırları, develeri ve portatif köşküyle, kona kona Konya'ya gelen Sultan Murad, Mevlâna dergâhını ziyaret eder, görmek istediği yerleri gezer, istirahatını tamamlayıp yola koyulur. Tabii olarak, Sultan Murad'ın sıkı disiplini her zaman fasılasız devam eder.

Bolu Beyi Abdi Paşa ile Niğde Sancakbeyi Şems Paşazade haklarındaki şikâyetler Sultan Murad'a ulaşınca, ikisinin de hayatlarına kıyılır. Asayişin bozulmasına asla müsaade yoktur.

Bağdad'a Varış ve Muhasara (15 Kasım 1638)

Pâdişâhın otağı yüksekçe bir tepeye kurulur. İmam-ı Âzam Ebu Hanife'nin kabrini ziyaret, zafer sonrasına ertelemiştir. Sultan Murad: "Bağdad'ı fethetmeden ser-mezhebimizi ziyaretten utanırım" demektedir.

Sultan Murad, 24 Aralık'ta muradına nail olur, olur da, şehâdete erişen Sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa'nın acısı da içindedir. Tayyar Paşa'nın şehâdetini anlatanlar, kılıcı elinde çarpışarak şehit düşen ilk sadrazamdır, derler.

Bağdad fethi, belki de Tayyar Paşa'nın fedakârlığıyla gerçekleşmiştir. Sultan Murad bunu bilir. Çünkü Paşa bizzat, sur'un kulelerine çıkmış, orada vuruşa vuruşa şehit olmuştur.

Safevi ordusunun kumandanı Bektaş Han akıllı bir adamdır. Askerinin devamlı kırıldığını, Sultan Murad'ın askerine karşı koymanın imkânsızlığını anlar ve "Vire" ile teslim olmak ister. Yanına bazı kumandanlarını alıp sadrâzamın otağına, oradan da pâdişâhın huzuruna çıkar. Bektaş Han, yer öptükten sonra ellerini kavuşturup dikilir, Pâdişâh sorar:

"Sen kimsün, adun nedür, neye geldin?"

Sultan Murad karşısında duranı bilmez mi? Bilir de, ona söyletmek ister.

"Kal'âi Bağdad hakimi Bektaş Han,kulunum. Kal'âyı Pâdişâhıma teslim itmeğe geldüm!"

"Ya, niçün karşı kodun? Bu kadar muhalefet neden lâzım geldi? Dahi evvel kulluk itsen olmaz mı idi?"

"Çünkim veliyyi nimetümün uğruna kaadir olduğumuz metrebe vuruşmak uhdemize lâzım idi. Nitekim saadetlü Pâdişahumuzun kulları dahi uğur-u hümayunlaruna sarf-ı iktidar iderler. İşte bir avuç kanum ve başumla cânun. Huzûr-i şeriflerine geldüm; dilerse afveylesün, isterse katleylesün; ferman Pâdişahundur!"

"Hele böyle olur. Efendine hidmet itmek ise ancak olur! Sana ve askerüne ve hanlara eman virdüm."

Bektaş Han da Emir Güne oğlu gibi Osmanlı Devleti hizmetine girdi; fakat kalede kalıp, hâlâ teslimi kabul etmeyenler var ve bunlar kaleye giren yeniçerilere ateş açıyorlar. Kumandanları Bektaş Han onlara teslim olmalarını söylediğinde aldığı cevap: "Bugün hammama varsak gerekdür, yarın çıkıp varalum."

Pâdişâhın emriyle yeniden başlayan çarpışma Safevilerin biraz daha kırılmalanndan başka işe yaramaz...

Sultan Murad İstanbul'a fatihnâme gönderir, der ki:

"Sair melâin-i haşirin çıkmakda tereddüd itmeğle irtesi askeri İslâm süyû-fi berk iltima-i düşmen iltikaam ile üzer¬lerine hücum idüp zamanı yesirde yirmi otuzbin mikdarı Kızılbaş tu mei şemşir olup..." İ.İ.H.D.) "Lüzumsuz yere inatlaşan melunlar kılıçlarla lokma lokma olarak ziyana uğradılar; hem de 20–30 bin kişi." diyor.

Savaştır bu, tabii kansız olmaz. Osmanlı askerinin şehit sayısı da beş binden fazla. Safeviler mezheben Şiidir a¬ma, onların da en az dörtte üçü Türk. Herkes mensubu olduğu devleti için savaşıyor ve Osmanlı Devleti kazanıyor. Kanuni zamanında fethedilip 89 sene elimizde kalan Bağdad 14 sene önce kaybedilmişti. Şimdi 278 sene bizim olmak üzere topraklarımıza yeniden katılıyor. Dördüncü Murad'ı Bağdad fatihi yapan bu fetih, dilimize de bir güzel söz yerleştiriyor ki, uzun süre önce kaybettiğimiz Bağdad için bu güzel sözü sürekli tekrarlarız da söyledikçe burnumuzun direği sızlar, gözlerimiz dolar:

"Ana gibi yar, Bağdad gibi diyar olmaz."

Sultan Murad, "Şimdi yüzümüz oldu" diyerek, İmam-ı Âzam'ın türbesini ziyaret ile kurbanlar kestirir ve türbenin güzelleştirilmesini emreder. Diğer önemli şahısların türbe ziyaretlerini dahi ihmal edilmemiştir.

17.5.1639: "Kasr-ı Şirin Andlaşması" diye tarihe geçen, İranla sulh antlaşması yapılır. Daha öncekilerde olduğu gibi yine önemli maddelerden birisi; "Şeyheyne seb" idi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve bazı sahabelerle Hz. Aişe Val¬demize sövmeleri, hakaret etmeleri yasaklanıyordu.

Sultan Murad, Revan seferi hatırasına Topkapı Sarayı'na yaptırdığı köşke, "Revan Köşkü" adını vermişti, Bağdad hatırasına, saraya "Bağdad Köşkü'nü irade etti."

Dördüncü Murad padişahlığının boşa giden dokuz seneye yakın zamanının acısını çıkarmaya çalışıyordu. Çalışacaktı. Anası Kösem Sultan'dan ve vezirlerden idareyi eline geçireli sekiz seneye yaklaşıyordu. Memlekette ne asi, ne zorba kalmış, bütün dik başlar, önünde eğilmiş, eğilmeyenler koparılmıştı. Devletin uzun zamandır rahatını kaçıran Bağdad meselesi de hallolunca, gözünü Avrupa'ya çevirmişti Sultan Murad. Avrupa'da yapacağı fetihlerin planı beyninde olgunlaşırken, hastalığı da bünyesini çürütüyordu.

Sultan Murad'ın en büyük zaaflarından sayılan Emir Güne, Silahtar Paşa ve Venedik mühtedisi Biyanki gönlünü eğlendirirken, hastalığının ilerlemesine sebep oluyorlardı. Hiç bir pehlivanın karşısına çıkmaya cesaret edemediği kuvvet sembolü vücûdu çökmeye başlamış, doktorları kesinlikle içkiden uzak durmasını tavsiye ediyorlardı. Kendisine söz geçiremeyene kim tesir edebilir ki?

"Tüfek kurşunundan daha uzağa ok atan kollar" kımıldayamaz hale gelmiş, en cesur insanların, gazabı şahanesinden eridiği bakışlar bulanmış, "koşan bir atın üzerinden diğer koşan atın üzerine sıçrayan" vücut yatağa serilmiş yatıyordu. Saray İmamı Yusuf Efendi başucunda Yasin suresine gözyaşlarını karıştırırken, Sultan Murad'ın ruhu da ebedi âlemdeki yerine uçuyor, ecdad ruhlarına karışıyordu. Geride bir uçurumun kenarından çekip düz yola düşürdüğü devlet arabası kalıyor ve bu devlet, bu yolda, onun verdiği hızla daha bir müddet son sürat gidecekti. (9 Şubat 1640)

Link to comment
Share on other sites

SULTAN İBRAHİM

(1640-1648)

18nq9.jpg

Ölüm Allah'ın emridir; acısı da, hüznü de doğumlar kadar tesirli değildir. Doğum, hele de Osmanlı Devleti'nin kaderine el koymaya, tahtına oturmaya bir doğum ise...

Dördüncü Murad ezile ezile gelişip, devleti güçlü pençesine almıştı, o güçle disiplin en bozuk yerlere bile ulaşmıştı. Yüce Mevlâ ondan aklı, zekâyı kuvveti esirgememişti, o da bu vasıtaları iyi kullanmıştı, belki de aşın kullanmıştı. Bir zamanlar aleyhine dönen çarkı lehine çevirmeye çalışırken bu çarka takılıp üğütülenler olmuştu, kimi haklı kimi haksız yere. Bu üğütülenlerden üç kişi var ki yürekler yanmış onlara uzun zaman. Bâyezid, Süleyman ve Kasım adlı şehzadelerdi bu üç kişi ve bir şehzade daha vardı, o, çarkın uzağında kalmıştı. Şehzadelerin en zayıfı, taht için en münasip olmayanı, Şehzade İbrahim'di bu. Sultan Murad, elbette taht için ayırmamıştı onu; kendi oğlu olacak, büyüyecek, veliaht tayin edilecek, padişahlığa hazırlanacaktı. Murad yaşlanacak; 50, 60, 70 yaşına gelecekti... Bunlar Sultan Murad'ın hesapları; bir de, Cenâb-ı Allah'ın, bilinmeyen hesabı var ya! Murad'm kız çocukları olur, hem de yedi kız, gelinlik çağına gelirler, erkek çocukları dört sene yaşamaz.

Murad Han 28'ini doldurmadan ölür, taht rakipsiz İbrahim'e kalır.

Şehzade İbrahim yedi senedir kafes arkasında, amcası Sultan Mustafa gibi yaşamaktadır. Onun aklî durumu kaygı verici idi; bunun da baş ağrıları! Ve onun ürktüğü ayak sesleri bunu da hep ürkütmüştü. Üç ağabeyinin öldürülüşüne şahit olunca, kendi hayatından korkmaya başlamıştı. Ne bilsin ki, pâdişâh veliahtsız, genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuşacaktı!

Kapısı sürgülü bulunan odasında, dışarıdan gelecek her türlü olumsuzluğa karşı tedbirli bulunmaya çalışan Şehzade İbrahim tedirgindi. Duyduğu her sözü dikkatle dinliyor, kendisini ilgilendiren kelimeler işitmeyince rahatlıyordu. Sultan Murad'ın ölüm haberi ile kendisine padişahlık müjdesi getirenlere de inanmak istemedi; inanamadı. Her zaman olduğu gibi yine acele ediliyordu; yeni pâdişâh bir an evvel tahtına oturmalıydı.

Ayak seslerinden devamlı ürkmüş olan İbrahim, Kapuağası'nın başsağlığı dilemesine de, tahtı müjdelemesine de inanmaz; kandırılıp da cellâda gitmeyi istemez; en azından biraz direnmeye yeltenir. Hileyi anladığını belirtmek için Kapuağası'na der ki:

"Siz bana mekr-ü âl idersiz, bana saltanat gerekmez. Karundaşım sağ olsun! Benden ne istersiz?"

Saygıda kusur etmemeye çalışılırken kapıyı kırma denemesi de yapılıyordu. Sultanım! Hitabı bile İbrahim'in ikna olmasına kâfi gelmiyor, devamlı ayak diriyor kapıyı açmıyordu.

Tabii ki, bu ne şakadır, ne de hile. Bir Kapuağası'ndan korkan, cellada ******ürüleceğini zanneden Şehzade İbrahim, şimdi Sultan İbrahim'dir. Cellâtları cellata teslim edecek imkâna sahiptir. Çağırıldığı yere gider, tahta oturursa; artık herkes ondan korksundu! Kapuağası'yla olmaz bu iş. İktidar hırsıyla tutuşan Valide Kösem Sultan sabırsızdır. Kendisini sıradan bir saray kadını hayatına mahkûm eden oğlu Murad'ın ölümüne, İbrahim'in tahta geçeceğine o kadar sevinmektedir ki, kapının kilidini kırdırır; yirmi beşine basan Şehzade kollarından sürüklenerek Sultan Murad'ın yattığı yere ******ürülür. İbrahim, gerçek olan ölümü ağabeyinde görünce, yalancı dünya saltanatına sahip olduğuna inanır. Tahta çıkıp pâdişâh olan bu garibin ilk sözleri "Elhamdülillaah Ya Rab ki, benim gibi zaif bir kulunu bu makama lâyık gördün. Ya Rab, eyyamımda (saltanatım sırasında) ümmeti (milleti) hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle!" Bilhassa son üç kelime, fazlasıyla ilgi çekicidir. Çünkü "ilâhi hukuk" teorisinde hükümdar, Tanrı tarafından milletinin başına geçirilmiştir ve mükellefiyet tek taraflıdır; hükümdar, ancak Tanrı'ya hesap verir.

Bu İbrahim Pâdişâha bazıları "Deli İbrahim" diyorlar. Deli bir insanın yukarıdaki sözleri sarfetmesi akla yatmaz. Yılmaz Öztuna diyor ki:

"Sultan İbrahim müzmin baş ağrılarından şikâyetçiydi. Bu derdi hayatının sonuna kadar çekti. Aşırı hareketlerini, bu hastalığına bağlamak mümkündür. Ancak "deli" değildi. Şuur bozukluğuyla alâkası yoktu. "Deli" olduğu son zamanlarda kendisine yakıştırılmıştır. Gene son zamanlarda pek çok tarihçi, Sultan İbrahim'in rehabilitasyonunu yapmaya çalışmışlar. Sultan İbrahim çağı orijinal vesikalardan incelendiği, XVII. yüzyılda bulunduğumuz unutulmadığı takdirde, bu hükümdarın iade-i itibar etmesi mümkündür. Zira onun yaptığı aşırı hareketlerin çok fazlasını yapan birçok hükümdar göstermek kabildir."

Sultan İbrahim'in tahta kavuşması akşamın geç vaktinde olmuştu. Ertesi gün cülus merasimi yapılır, daha sonra yeni padişahın da katıldığı Sultan Murad'ın cenaze namazı "Er kişi" niyetine kılınır. Cenaze Sultan Ahmed Türbesi'ne dem edildikten sonra, Sultan İbrahim validesinin telkinleriyle işi yürütmeye başlar. Ağabeyi kendisine boğulacak şehzade bırakmadığı için elini kardeşkanına bulaştırmaz. Yaptığı, en önemli ilk icraatı "EmirGûne" diye tanıdığımız Emir Güne oğlu Tahmasb Kuli Han'ın yani, yeni adıyla Yusuf Paşa'nın idamıdır.

Emir Gûne'nin vücudunu ortadan kaldırmakla, Sultan Murad'ın içki mübtelası olmasına sebep olduğu için ona diş bileyenlerin gönlünü rahatlatır. Emirgan'daki muhteşem yalıyı Vezir-i Âzam Kemankeş Mustafa Paşa'ya ihsan ederek de isabetli bir iş yapar.

Geldiği yer hapishanede olsa, bulunduğu makam Osmanlı Devleti Padişahlığı idi. Bir Osman oğlu olarak ağırlığını hissetmesi ve hissettirmesi gerekiyordu. "Divân-ı Hümâyun Sultan İbrahim'in cülusunu ecnebi hükümetlerine haber verdi..."

Dış siyaset fasıl kabul etmez. Rusya dâhil birçok Avrupa ülkesiyle devamlı münasebeti bulunan Osmanlı her işi vaktinde görmek mecburiyetindeydi. Pâdişah'ın acemiliği geçene kadar devlet büyükleri vazifelerinde daha dikkatli olacak pâdişâhın bir eksikliği varsa bunu dışarıya belli etmeyecekler.

Adına ne denirse densin Sultan İbrahim'de normal olmayan bir hal vardı. Aslında devletin hali de normal bir hal değildi. Her yeni pâdişâhla beraber şehzade cenazelerine gözyaşı döken insanların büyük korku çemberiyle sarıldığı, hiç kimsede huzur olmadığı dikkatlerden kaçmıyordu. Erkek evlât bırakmadan hayata veda eden Sultan Murad, devletin istikbalini düşünenleri korkutmuştu. Senelerdir kadınlarla münasebeti olduğu halde "baba" olma zevkini tadamamış olan bir pâdişâh bu kaygıları daha da artırıyordu...

Sultan İbrahim'in bunalımlı şehzadelik yollarında uğradığı zaafların giderilmesi için annesi Kösem Sultan'ın çok gayret sarfettiği anlatılır. Sultan Murad'ın bir erkek evlat bırakmadan genç yaşta ölmesi, sorumlu mevkideki insanların içine korku salmıştı. Ya, İbrahim de veliaht bırakmadan ölürse. Hanedanın kökü kesilir, devlet krizlere duçar olurdu. Bunun için Valide Sultan oğluna devamlı güzel cariyeler takdim etmeye başlar. Ne yazık ki, pâdişâhın bu güzel kızlardan zevk aldığı yoktur. İşi ilaçlara, sonra da hocalara kadar ilerletilir. "Cinci Hoca" denen genç bir yobaz, mânevi telkin hususunda gerçekten başarı gösterdi. Sultan İbrahim birden azgınlaştı. Aynı gece birkaç cariye birden kabul etmeye başladı.

"Bunun ilk meyvesi alındı. Bir şeker bayramının arefe günü, 1642 milat yılının ilk gününün (1 Ocak) geceyansına doğru, veliahd şehzade, müstakbel IV Mehmed doğdu ve bütün imparatorluk rahat bir nefes aldı."

Yılmaz Öztuna yukarıdaki bilgileri verdikten sonra, Sultan İbrahim'in doğan çocuklarım şöyle sıralıyor:

Veliahd Şehzâde'nin annesi 14 yaşlannda genç bir kadın olan Hadice Tarhan Haseki idi. İlk defa olarak 1 yıl 10 ay 21 gün varissiz kalan Osmanoğulları tahtı, varisine kavuştu. Artık ardarda birçok şehzade ve sultan doğdu. Veliahd şehzadenin doğumundan ancak 3 ay 14 gün sonra 15 Nisan 1642'de Sâliha Dilâşat Haseki, Şehzade Süleyman'ı (III. Süleyman), ondan 10 ay 10 gün sonra Hadice Muazzez Haseki, Şehzade Ahmed'i (II. Ahmed) doğurdu. 1 yıl 12 gün sonra Şehzade Selim dünyaya geldi."

Bunların arasında doğan kızlar da vardı. Ümmü Külsüm Sultan, Fatma Sultan, Ayşe Sultan, Beyhan, Âtike ve Gülten Sultanlar... Pek küçük yaşta ölenlerin de bir hayli fazla olduğu anlatılır.

Genelde, her pâdişâh kendi Vezir-i Âzamını seçerdi; fakat Sultan İbrahim Kara Mustafa Paşa'yı yerinde bırakmıştı. Bu hareketinin çok isabetli olduğu kısa zamanda fark edildi. Geniş yetkiyle kuşatılmış olan Vezir-i Âzam dış ilişkilere öncelik vermişti. İhtilaflı meselelerin halli huzurlu günlerin yaşanmasını sağlamıştı. En fazla rahatsızlık duyulan Sultan İbrahim'in bir çocuk babası olamayışı idi, o da halloldu. Peş peşe gelen şehzadeler çorak gönüllerdeki çimenleri yeşertti. Sevinçler, ümitler doyasıya yaşanmalıydı; ne yazık ki öyle olamadı.

Şehzadelerin doğumları hanedan için duyulan endişeleri giderdi ise de, padişahla ilgili tereddütler derinleşti. Hadsiz hesapsız ve de farklı bir eğlencenin kölesi oldu pâdişâh. Ufak çaplı bir zelzele ile beraber, çıkan yangınlar, müneccimlerin haberleri, yıldız kaymaları, yıldırımlar... Bunlar Sultan İbrahim’in dizginsiz hareketleriyle yan yana gelince, yüreklerdeki huzur buhar oluyordu.

Devlet yönetimi Vezir-i Azamla Kösem Sultan'ın ellerinde. İktidara doymayan Kösem Valide Sultan son oğlunun mürüvvetini doyasıya içine sindiriyordu. Oğlunun, diğer eğlencelerle oyalanması Kösem için büyük şans olmuştu. Sistem sağlam temele dayalı idi ve Sultan'ın hiç müdahalesi olmasa da vezirler eliyle çalışıyordu. Dışişlerinde elde edilen başarılardan dahi bahsedilebilir. İçeride ise, pek değişiklik yok.

Şehzadelerin doğumuyla hanedan kurtulmuştu. Sultan İbrahim, çılgınca eğlencelerine devam edebilir, devleti Vezir-i Azamla Kösem Sultan'a bırakabilirdi. Dördüncü Murad'ın kurduğu düzen, tütün yasağıyla beraber devam ediyordu. Tiryakilik öyle yaman bir tutku ki, bir yolu bulunup, bu yasak delinmelidir; bunu da bulurlar. Tiryakiler uzun yollara gitmeden, küçücük bir değişiklikle vaziyeti kurtarırlar. Ağızla tütünün dumanını solumak yerine, burunla enfiye çekilse ne olur? Belki aynı zevki vermez; ama hiç yoktan iyidir. (26 Haziran 1643)

Malî İşler

Büyük pâdişahların "Büyük Zaferler" kazandığı seneler geride kaldı. Osmanlı Devleti'nin en büyük gelir kaynağı kurudu. Zafer yok, ganimet yok, haraç yok, hediye yok... Fakirlik daimi misafir gibi, kovsan bile gitmiyor. Sadrâzam değeri düşen para meselesine el attı. Yeni para bastırıp -kestirip, "kuruşun kıymetini 125 akçeden 80'e, altınınkini (duka) 250 akçeden 160'a ve Mısır parasınınkini de 2 akçeye tenzil etti..."

Parayla ilgili şikâyetler padişahın da kulağına gelmekteydi; o da sıkıntı içindeydi. Yeni para basılması yönünde sadrâzama Hatt-ı Hümâyun gönderiyor, diyor ki: "Padişahlara bir hutbe bir sikke lâzımdır ya, bizim dahi sikkemiz kesilmiyor; bu babda ne dersin? Akçe kesilsin münasip değil midir?" Gerçi kendi âleminde idi, acayip şeylerden zevk alıyordu, ama devletin ve milletin başı olduğunu unutmamıştı. Her padişahın kendi adına, sikke kestirmesi ve hutbe okutması geleneği onun için uygulanmamış mı idi ki, biraz da sitemkâr davranıyor!

Bir de İstanbul'da yaşayanların geçim sıkıntısı çektiği kulağına gelmiş, onu da soruyor..." Sen ki Vezir-i Âzamsın... İstanbul'da gerçekten kıtlık vardır deyu söylenir... İstanbul efendisine muhkem tenbih ile marh ahvâline ziyâde takayyüt etsün, gezsün, dolaşsm, yohsam kendüsü bilür ve göreyim seni, ahvâl-i âlem ile can başla çalış..."

Pâdişâhın ince düşünceli olduğunu anlamamıza yarayabilecek birkaç söz daha; kendisi Vezir-i Âzamına söylüyor: "Şöyle ortalığı idelim ki, hayır duaya mazhar düşeli, âdil pâdişâha eyü vezire düştük deyü..."

Bizim, üzerinde durmak istediğimiz konu olmamasına rağmen arada bir dikkatimizi çeken durumlara dikkat çekmeye çalışıyoruz. Yine, Sultan İbrahim'in deliliğiyle ilgili sözümüz var. Sadrâzamı bir mânâda gaza getirmeyi deniyor; havaya sokuyor. Aman dikkatli çalış, insanlar memnun kalsın da arkamızdan iyiliğimizi söylesinler... Bu düşünce mühim bir beyinden çıkabilir sanıyoruz. Yeri geldikçe mevzua dönebiliriz.

Paşaların Kavgası

Birinci Ahmet zamanında bir Nasuh Paşa vardı. Hiç bir başarısı bulunmayan, hilekâr, kan dökücü, hırslı idi ve hatta padişahın makamına bile göz dikecek kadar şuursuzdu. Onun oğlu Hüseyin Paşa da babasına benzeyen huylar edinmiş.

Vezir-i Âzam Kemankeş Paşa da, Hüseyin Paşa da Arnavud'dur. Vaktiyle aralarına kan girmiş, o yüzden biribirini sevmez ve çekemezler. Buna sebep, Hüşeyin Paşa kapucubaşı iken Kemankeş Mustafa Paşa'nın bir akrabasını idam ettirmesi imiş. Aradan zaman geçer de davalarının harı bir türlü geçmez. Şimdi, iktidarda Sultan İbrahim kendi alemindedir. Paşalar kendi davalarında. Hüseyin Paşa Erzurum Valisi olduğu halde, pâdişâh adına Tuğra çekiyor, Sadrâzam men ediyor, Vali âsidir.

"Tuğra Keşlük bana mirasdur. Ben veziroğlu vezirim ve tuğrayı bana Sultan Murad gibi gazi sahib kıran ısmarladı!" Hüseyin Paşa Vezir-i Âzam hakkında aşağılayıcı kelimeler kullanmaktan da çekinmez. Sadrazam da onu cezalandırmak için Halep valiliğine tayin eder. Orada Hüseyin Paşa'nın sevildiğini duyar üzülür ve Sivas'a getirir. Bu Paşa ile Vezir-i azamın mücadelesi bağımsız iki devlet gibi savaşmalarına kadar uzar gider. Hüseyin Paşa'nın ordusuyla sadrâzamın gönderdiği Çiftdereli Osman Paşa'nın ordusu Bulgurlu da (Üsküdar) vuruşmaya başlarlar, Osman Paşa maktul düşer. Paşası ölen askerler dağılır. Ancak Pâdişâh işe el koyar, bir Hatt-ı Hümâyun gönderir, Hüseyin Paşa buna baş eğer ve der ki:

"Şer ile davamı görmeğe geldim, çün olmadu, emir Pâdişahundur!"

Hüseyin Paşa'nın Hatt-ı Hümayun'a baş eğmesi, başını idamdan korumasına yetmeyecek, 27 Haziran 1643'te cellâda teslim edilecektir.

Sadrâzamla Cinci Hoca'nın Kuvvet Yarışı

Kemankeş Kara Mustafa Paşa önemli bir rakipten kurtulmuş, sonra da "Pâdişâhın sefahatle meşgul olmasından cüret alarak şiddetli bir tedhiş siyasetiyle devletin başında müthiş bir diktatör kesilip halkın nefretini kazanmıştır."

Kemankeş Paşa, Sultan Murad'ın sadrâzamı iken, onun ölümüyle Sultan İbrahim'e miras kalmış ve vazifesine devam ediyordu. Mührü biraz keyfine göre kullanmaya, salahiyetini genişletmeye meyyaldi. Sultan İbrahim her ne kadar sefahata kapılmış idiyse de bazı şeyler gözünden kaçmıyordu. Ayrıca pâdişâh Vezir-i Azamdan hoşnut değildi. Önceleri bahsettiğimiz bir "Cinci Hoca" vardı ya, asıl adı Hüseyin olan, pâdişâhın kadınlara ilgisizliğini gidermiş, pâdişâh da onu olağanüstü ihsanlara boğmuştu. İşte bu zat Pâdişâh Hocası ve Anadolu Kazaskeri'dir. Henüz 30 yaşındadır ve pâdişâh avucunun içindedir. Bu Cinci Hoca, padişahtan gördüğü itibar dolayısıyla başta Vezir-i Âzam olmak üzere, devlet erkânının şimşeklerini üzerine çekmektedir. Güç kullanmaktan hoşlanan Vezir-i Âzam, Cinci Hoca ile başa çıkmanın yollarını arıyordu. Kendi gücünün Cinci'den üstün olduğunu ispat etmesi gerekir, yoksa makamını muhafaza etmesi bile mümkün olmayabilirdi. Çünkü Yusuf Paşa da Vezir-i Âzamın dost olmadığı bir insandı. Yeniçerilere keseler dolusu para bile gönderildi.

Vezir-i Âzam Kemankeş Paşa, Yeniçerileri ayaklandırmanın çaresini aramaya başladı, ahbabı olan Kul Kethüdası'm buldu, niyetini ona açtı, o da ocağın akıl hocası Müslihiddin Ağa'ya sordu ve: "Aman sakının, bu doğru değildir. Sultan Murad'ın nice bin nüfuzu öldürerek söndürdüğü fitne ateşini uyandırmayın." tenbihini aldılar, sonra Müslihiddin Ağa Vezir-i Azama gidip yeniçerileri niçin kışkırttığını sorunca, o öyle bir işin aslı olmadığım söyledi. Daha sonra da vaziyet pâdişâha intikal etti. "Bunun üzerine Pâdişâh, Müslihiddin Ağa'yı davet ederek:"

"Baka! İhtiyar kullarım çorba yememek isterlermiş aslı var mıdır?"

"Hâşâ Pâdişahum, cümlesinin boynu kıldan incedir, cümlesi emrinize mutidirler; bu sözden asla haberleri yoktur."

Müslihiddin Ağa başka sözler de söyleyip padişahın endişesini tatmine çalıştıktan sonra, Pâdişâh:

"Ya ben şimdi lalamı katletsem, kullarım buna incinirler mi?"

"Hâşâ Pâdişâhım, belki cümlesi hazzederler ve Padişahıma hayır dua ederler."

Asker adına konuşan Ağa'dan öğrenildi ki sadrazamın ortadan kaldırılması kimsenin umurunda olmayacak; ama, Pâdişâh onun baskısından kurtularak istediği hayatı daha rahat yaşayabilecek ve Hocası Hüseyin Efendi de derin bir nefes alacak. Padişah sevindi.

Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın şahsi hataları varsa da devlete bağlı olduğu, bu yüzden de bazan Pâdişâhla aykırı düştüğü söylenirdi.

Uzunçarşılı'nın tarihinden bir pasaj aktarıp ters düşüşlerine misal verelim.

Bir gün divan toplantısında, divanı bozup iki saat evvel gelmesini söyleyen padişaha sebebini soran Kemankeş Paşa; "Kethüda Hatun'a ferman ettiğim odun bu vakte dek niçin verilmedi?" hitabıyla karşılaşınca, aynı sertlikte: "Pâdişâhım tenbih edelim verilsin" deyip, biraz daha hiddetle devam etmiş: "Pâdişâhım ben senin vezirinim, divanı bozdurup bu makule cüz'i maslahat için beni çağırdırsın.

Beşyüz çeki odun onbeşbin akçe eder; bu kadar şey-i hasis için beni getirtip umurı mühimmeyi ta'vik ettirirsiz ve siz bana râiyyet ve hazine ve serhadler ahvalini sormazsız."

Paşa, pâdişâha kızıyor; ufak tefek şeyler için devlet işlerini bıraktırdığını, önemli olan savaş ve hazineyi sormayışını eleştiriyor, tabii pâdişâhın da takdirini hak ediyor. Paşa ile pâdişâh arasında geçen bu konuşma bilâhare Şeyhülislâm Yahya Efendi'nin kulağına gitmiş de, Şeyhülislâm adam gönderip: "Bre, zinhar sakınsın, pâdişâhlara böyle söz söylenmez." demiş.

"Can çıkmadan huy çıkmaz" derler ya, Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın boynu Cellat Kara Ali'nin kemendine takılınca, hem cam hem de huyu çıkıvermiş.

Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın idam edilişini Hammer biraz daha tafsilatlı anlatıyor. Ona göre, divanı kafes arkasından seyreden Pâdişâh Vezir-i Âzamın iş sahiplerine kaba davrandığını gördü. İnsanlara şiddet uygulanması Sultan İbrahim'e göre önemli hata idi. Birden öfkeye kapılıp, "Divan'nın tatili için eliyle iki defa kafese vurdu. Kara Mustafa Paşa, divan sonunda mu'tad olduğu üzere huzur-ı şahaneye girmek istediği halde, kabul olunmadı. Mahremlerinden biri, Muslihiddin Ağa'nın Pâdişâha macerayı haber vermiş olduğunu bildirmesi üzerine, Kara Mustafa Paşa koynuna bir Mushaf-ı Şerif alarak saraya gitti; demir kapıdan içeri girip Pâdişâhı yürüyerek gezinir buldu. Sultan İbrahim hiddetle:

"Lala! Ne acaip ki babanın evine gider gibi davetsiz geliyorsun" dedi.

"Sadrazam, hareketini haklı göstermeye çalıştı. O zamana kadar yeniçerilerin dizginlerini zaptetmeye çalışmıştı. Şimdi itaatsizlik göstermeleri, kendisinin iktidardan düştüğünü anlamış olmalarından kaynaklanıyordu. Sultan İbrahim:

"Yalan söylüyorsun! Fitneyi çıkarmak isteyen sensin; mühr-ü hümâyunuma senden lâyık birini bulurum" dedi ve hazır bulunan bostancıbaşıya dönerek: "al şunu" diye seslendi.

Aynı yazara göre: Bostancıbaşı aldığı emri, öldürmek değil oradan uzaklaştırmak gibi yorumlamış. Daha sonra ise kaçmış olan sadrâzam yakalanıp idam edilmiştir. Bu, Paşa'nın idamı çok maceralıdır, tafsile gerek görmüyoruz.

Bir Dalkavuk Paşa

Osmanlı Devleti'nde mühr-ü hümâyuna talip çoktur, kısmeti olanın koynuna girer, ekseri orada bir çıban gibi durur; çıbanın patlaması gibi patlayınca taşıyıcısını zehirler, öldürür. Yine de "öleceksem seninle öleyim" diyen vezirler her zaman çok olmuştur. Şimdi yeni Vezir-i Âzam Semiz Mehmed Paşa'dır. Bu paşa "Sultanzâde" diye de anılır. Fakat bu sıfatı kendisine çok gören de var. Soyunun, meşhur kehleyi ikbal Rüstem Paşa'ya dayanması, bir kaç göbekten, Kânuni'nin kızı Mihriban Sultan'a varması sultanzâde olarak anılması için kâfi görülmez; ve onun için Yılmaz Öztuna:

"En adi cinsinden bir dalkavuk, riyakâr, hilekâr, değersiz bir adamdır." derken, Danişmend biraz daha ileri gider:

"Ayyaş-u kalleş sıfatlarıyla tavsif edilen bu ahlâk düşkünü bilhassa yalancılığı ve dalkavukluğuyla meşhurdur. Sultan İbrahim'in en çılgınca sözlerini bile birer 'İlhamı Rabbani' sayarak sinirleri zaten bozuk olan pâdişâhı çileden çıkarmıştır." diyerek Paşa'ya duyduğu öfkeyi açığa vurur.

Aklı Olan Delirir

Sultan İbrahim'in nasıl bir idareye, daha doğrusu nasıl çevreye sahip olduğuna biraz daha yakından bakalım. En gözde adamı Cinci Hoca'dır. Kemankeş Paşa ve sonra Şeyhülislâm Yahya Efendi de ölmüş, Cinci Hoca iyice rahatlamıştır. Çünkü üzerinde onların baskısı vardı. Tek korkacağı insan Sultan İbrahim de minnet duygusuyla, ona hiç ummadığı makamı kazandırmıştı. Hatırlayalım, Pâdişâh kadınlara ilgi duymuyordu da, onun nefesiyle değişmişti!

Cinci Hoca veya artık öz adıyla söyleyelim, Hüseyin Efendi Anadolu Kazaskeri mevkiinde, gücünün eriştiği bütün makamları parayla satıyor, rüşvete tam manasıyla müptela olmuş. Parasını da çarçur etmiyor, büyük çaplı bir servete sahiptir. Padişahın yanındaki nüfuzu da günden güne artıyor olmalı ki, güzel bir saray yaptıran Padişah, Hüseyin Efendi'ye hediye etmişti. Böylece, devlet çarkı da dönüp duruyordu.

Dünyaya nizam vermeye kalkılmış, bir hayli de başarı sağlanmıştı. Ağacın asaleti midir, toprağın mahareti mi her ne ise üç kıtaya dal salınmıştı. Dünyanın haşeratı kökünü kemirmeye seferber olduğu halde hâlâ gür bir biçimde semaya doğru yükseliyor; sahipleri tarafından dibine vurulan baltalara bile aldırmıyor. "Bu çarkı bir gizli el döndürüyor" diyesi geliyor, insanın. Sultan İbrahim'in aklını -ekseri- yanlış yolda kullanmasına, üçkâğıtçı -sahtekâr- hoca geçinen bir maceraperestin çok yüksek bir makamı işgaline ve haysiyetsizliği karakter edinen bir paşanın sadaret mührünü taşıyor olmasına rağmen bakın neler oluyor:

Girit Seferi (19 Nisan 1645)

Mesela: Asırlardır Venediklilerin elinde bulunan Girit, Osmanlı Devleti için bir çıbandır. Bir örnek olarak, Kızlar Ağası Sünbül Ağa'nın Hac'ca giderken uğradığı baskını görelim.

Sünbül Ağa, padişahın gözünden düştüğü için, önce Hac'ca gitmiş, oradan da yerleşmek üzere Mısır'a giderken Girit Adası civarında korsanların baskınına uğramışlar. Yanında "Mısır eyaletinin beş yıllık vergisine muadil hazinesi, elli güzel cariyesi, birçok köleleri ve 40 Arap atından başka beşyüz kadar müsellâh muhafızlarıyla" Malta korsanlarının eline geçmişler. Sünbül Ağa ve Kaptan İbrahim Çelebi dahil 500'den fazla insan ölmüş, sadece 60 kişi sağ kalmış, onlar da esir pazarına düşmüşler.

Bu bir faciadır; devletin itibarına indirilmiş bir darbedir; çaresi, iyi hazırlıkla çıkılacak bir seferle Girit Adası'nın fethedilmesidir. Silahtar Yusuf Paşa İkinci vezirdi; Girit üzerine serdar tayin edildi. Bu sefer için en büyük destek Cinci Hüseyin Efendi'den, köstek Vezir-i Azamdan geldi. Köstek, itibar görmeyince gemiler yola dizildi. (30 Nisan 1645) Serdar Yusuf Paşa'nın Hıristiyan ve asıl adının Jozef Markoviç olduğunu, Ali Ağa adlı birinin kölesi iken sonradan saraya intisab ettiğini, Hammer'den öğreniyoruz. Bunun şimdiki adı Yusuf ve bizim paşamızdır. Girit fethi için yoldadır da, açıkça söylenmez. Malta seferi, diye yayılır etrafa. Ancak 21 Haziran'da ifşa edilir. Kaptanlar bile bugün öğrenirler asıl hedefi, dümenler Hanya üzerine kırılır.

25 Haziran'da Aya Todari adasındaki Turlulu Kalesi'nin işgali ve Liman Kalesi'nin fethi, 19 Ağustos'da Hanya Kalesi'nin teslim alınması, 22 Ağustos'da Venediklilerden tahliye edilen kaleyi Türk ordusunun işgali, 25 Kasım Cumartesi günü donanmanın İstanbul'a dönüşü gerçekleşir.

Semiz Mehmet Paşa'nın Azli Baş defterdar Salih Paşa'nın Nasb-ı (17 Aralık 1645)

Vezir-i Âzam'ın azil sebebi iki kişinin birbirini çekememesinden kaynaklanır. Girit seferini lüzumsuz görüp, karşı tavır takınan ama güç yetiremeyen Semiz Mehmed Paşa, sefer dönüşü Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa'yı aşağılama yarışına girer. Pâdişâhı, kazanılanın kaybedilene değmediğine iknaya çalışır. "Bu nasıl fetih ki, elde doğru dürüst bir ganimet bile yok, pâdişâha takdim edilen işe yarar bir hediye yok... Venediklilerden Paşa rüşvet almıştır." gibi ağır suçlamalarla Sultan İbrahim'in kafasını karıştırmaya uğraşır. Daha önce bahsetmiştik; bu paşa, pâdişâhın her sözüne (İlham-ı Rabbani) diyen adamdır. Neredeyse Peygamber yerine koyduğu Pâdişâha karşı saygısızca sözler sarfediyordu. Kaptan-ı Derya onun suçlamasına karşı daha gerçek olan benzeri bir iddiayla cevap verir.

Venedik elçisinin, Girit seferine mani olmasına karşılık olarak 60 bin filori rüşvet teklifini Vezir-i Âzam'ın kaçırmak istemediğini yüzüne karşı söyler. Pâdişâhın huzurunda yaşanan bu sahnelerden sonra Vezir-i Âzam'ın azli gerçekleşir. Önceki sayfalarda, bu adamın fazilet fukarası olduğu anlatılmıştı. Bir de, Pâdişâhın kendisine gönderdiği Hatt-ı Hümâyunlardaki hitabı ile, biraz daha tanıyalım deriz.

"Bre karpuz kıyafetlü püzeveng" şişmanlığından ötürü Semiz deniyordu. Pâdişâh da "karpuz kıyafetlü" diyerek şişmanlığını anlatıyor. Geniş karınlı Paşa, Pâdişâhın kendisine hitabını isyansız karşılarmış!

Ne yazık ki "pezeveng" denmesini umursamayan şahıstan alınan devlet mührünün yeni sahibi de "mehr-ü ihtiyariyle maruftu, hilekâr ve gururludur, yani.

Yusuf Paşa, Vezir-i Âzam'ın azlini sağlamıştır da, kendi durumunu sağlama alamamış. Sultan İbrahim, Girit'ten hazineler beklerken kuru bir fetihle dönmesini içine sindirememiş. Sefahate sarfedeceği para sıkıntısı ile bunaldığı bir gün ki, o gün 27 Ocak 1646'dır. Şiddetli kış hüküm sürmektedir ve sefere çıkmak kesinlikle doğru değildir.

Huzura çağırılan Yusuf Paşa'ya, Pâdişâh; derhal gidip, Girit'i almasını emreder. Yusuf Paşa, mevsimin böyle bir sefer için müsait olmadığını, yeni gemiler yapıldığını, zamanını beklemek gerektiğini söyler.

Pâdişâhın aklına Semiz Mehmed Paşa'nın sözü takılır. "Sizin sözünüz İlham-ı Rabbani"dir, diyordu. Madem öyle, şimdi Yusuf Paşa niçin dinlemez? Sözleri İlham-ı Rabbani ise bir hayır vardır ve uyulması gerektir. Sinirlenir, der ki:

"Sen kendini bir hizmet mi ettim sanıyorsun? Bu kadar hazinemi sarfedip, akibet bir alay mel'unu katletmeyip, mallarıyla beraber memleketlerine gönderdin."

(Yusuf Paşa alttan almayı bilmez.)

"Gerçi hazine sarf eyledik amma büyük bir kaleyi memlekete ilave ettim. Kudretim nisbetinde uğrunuzda hizmet ettim. Bir kulunuz dahi varup ben kadar hizmet etsin!"

(Sultan İbrahim adamakıllı şaşırır; bu nasıl iştir? Bir kul pâdişâhına itaatsizlik edebilir mi?)

"Ne yabani sözler, sana var git, dedim, durma git, yoksa seni katlederim!"

Yusuf Paşa inadında samimidir, pes etmez.

"Şimdi vakti değildir, gidilmez!"

Sultan İbrahim sözden anlamayan paşaya başka söz söylemez. Nasıl olsa dinlemiyor; itiraz etmeyecek adam mı yok? Bostancabaşı'ya döner: "Kaldır şunu." der.

Bostancıbaşı'nın nasıl kaldıracağı malûm. Yusuf Paşa, hiç eyvallah etmeden, ölüme kendiliğinden yürür gider. Onun yerine pâdişâhın ayaklarına Vezir-i Âzam kapanır ama beyhudedir.

Pâdişâhın, daha sonra paşanın idamına üzüldüğü, ağladığı ve "Ne güzel elma gibi yanakları var imiş, yazık oldu ki kıydım." dediği anlatılır."

Ah! Şu Hastalık...

Az sonra trajikomik bir idam sahnesi seyredeceğiz. Biri idam edilen diğeri idam emri veren iki kişiden birine haksız cezası için acırken cezacıya bile acımadan kurtulamayacağız. Sultan İbrahim görünürde, hep zevku safa içindeymiş gibidir; oysa çektiği acılar hiçbir zevkten tat almasına müsaade etmiyor. Onu acılarıyla tanıyabilmek için, sadrâzamına yazdığı hatt-ı hümâyunlara bir göz atmak kâfidir: "Sancı deyu yaturum, kâh arkama gelür, irkilür, kulaklarım tıkalur... Şöyle sıkılmam vardır ki, ölüyorum, gayetle hâlim yaman olmuştur... Yangından beri eski hastalığım ziyâdelendi, ne kollarım ve ne de başım vardır... Ziyâde elemdeyim... Pek hâlim mükedderdir; şöyle mizacımda küdürat vardır ki tâbir olunmaz..."

Pâdişâh bir çocuk gibi acısını haykırdığı sadrâzama âdeta yalvarıyor: "Göreyim seni, bu benim derdime nice çalışursuz... Beni seversen buna çare bulasın, ona buna sorasın... Hekimbaşı ile söyleşiniz birkaçı bile olsun... Etraf ve enkafa haber sal, bilen adamları huzuruma getür, sen bilürsün..."

Sadrâzamdan ağrılarını dindirecek ilaç dilenen Pâdişâh sabredemez. Bizzat kendisi yollara düşer. Kâh at veya araba ile bazen de tahtı revanla İstanbul'u dolaşır ve kendisini okutmak üzere, ismini duyduğu okuyuculara giderdi.

Bu dolaşmaların birinde, köyden şehire gelen arabalardan biri yolu üzerine tesadüf ettiğinden canı sıkılarak, Vezir-i Âzam Salih Paşa'ya arabaların şehre girmelerinin yasak edilmesini emreylemişti. Yine bir gün, dolaşırken önüne araba çıkınca, emrinin yerine getirilmediğine kızarak, "Tiz veziri çağırın" diye emreder, üst üste adamlar gönderir. Biraz sonra huzuruna telaşla gelen Vezir-i Âzam'a, hiddetle: "Ben arabaları yasak etmişken niçin benim tenbihim tutulmaz, ben pâdişâh değil miyim? Tiz boğun." diye bağırınca, Salih Paşa, özür dilediyse de aldırmayıp, "Tiz boğun" diye tekrar etmesi üzerine zavallı sadrâzamı imamın evindeki kapu ipiyle boğdular.

Sultan İbrahim'in deli olmadığı, sonraki tarihçilerin bu sıfatı uydurduğu, belki doğrudur da yaptığı işlerin akılla izahı da mümkün değildir. Onun delilikten değil de, kadınlar yüzünden muvazenesizleştiği anlatılır. Kadınlar yüzünden hazinenin iflâs ettiği, yine kadınlar yüzünden pâdişâh ailesinden insanların hizmetkârlık yaptığı da anlatılır. Bu kadınlar ki, dünya güzelleridir. Pâdişâhın hem yüreğini hem aklını oynatırlar... Sonra da, her iş şirazesinden çıkar! İsimlerine bakalım bu afetlerin ve sömürdükleri devlet hazinesine göz gezdirelim:

En meşhurları Şekerpare denilen Şehsuvar Usta; buna devlet hazinesinden bir ev alınmış. Diğerlerine sancak ve vilayetlerinde haslar verilmiş ki, her biri o zamanın külliyetli parası olan yüzerbin kuruş. Haslar; Şam Eyaleti, Bolu Sancağı, Niğbolu Sancağı, Hamid Sancağı, v.s.

Humaşah Sultan adı verilen Telli Haseki, pâdişâhın gözdelerindendir. O yemek yerken pâdişâhın hemşireleri, yeğenleri hizmet ederlerdi.

Kadınlarla ilgili Hammer'in söylediklerinden bir paragraf şöyle:

"Bu yedi gözdesinden her birinin hususî sarayı, Kethüdası bulunur, her biri 'paşmak bahası' olmak üzere bir sancağın varidatını alır, kendilerine kıymetli taşlarla ziynetlenmiş sandallar, arabalar tahsis edilirdi. Pâdişâh nazarında iltifata mazhar olan sultanlardan (kadın) başka, ayrıca gözde cariyeleri vardı ki, bunların en şöhretlileri "Şekerpare" ve "Şeker-boli" idi. Sultanların paşmak bahâsı olmak üzere sancakları bulunur, cariyeler ise devletin en büyük makamlarının satışını inhisar altına alırlardı."

Sayfanın altındaki not bu konunun daha geniş aktarılmış olması gerektiğini bildiriyor. Eline geçen vesikanın ikinci sahifesinin yırtık oluşu, konuyu yarım vaziyette bulma ve yarım vaziyette olma mecburiyeti getirmiş. Bizim için daha fazlasına gerek olmasa da Hammer üzülmüş!

Sultan İbrahim'in, hayatına ve icraatine parça parça bakıldığı zaman çift şahsiyetli gibi görünür. Özel yaşayışında dengeden eser yok; bunun dışında ise iyi bir Devlet Başkam manzarası seyredilir. Yine, onu değerlendirmek için, öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak icabeder. Önceleri, daha ziyade akıl hâkimdir yaptıklarında; sonraları âdeta bir meczup. Sonraki İbrahim'in akıl katili Semiz Mehmed Paşa sayılsa yeridir: Çektiği acılardan devamlı şikâyetçi olduğu bilinen pâdişâhı değişik vehimlere sürükleyen Sefih Paşa'nın sözlerine bir daha bakalım:

Daha önceki Vezir-i Azamla yeni Ve-zir-i Âzam'ı arasındaki muazzam farkı farkeden pâdişâh, bir gün "Lalam (kara) Mustafa Paşa gani bana itiraz edip 'bu iş nâ-mâkuuldür' derdi; senden hiç anın gibi söz sâdır olmadı. Cümle kelâmın 'sa-daka'1-emir' kaaidesine bina olduğunun aslı nedir?" diye hayretle sordu. Kendisini hatasız görmeyen pâdişâh hiçbir sözünün itiraza uğramayışına tacccüp ediyordu. Beşer olması hasebiyle, arada bir hata yapmış olacağına inanıyordu. Garip durum kafasına takılmış, bunun esrarına vâkıf olmak istiyordu. Bu sorunun sorulduğu ân Sultan İbrahim'in hayatının dönüm noktasıdır. Adam gibi bir sadrâzam olsaydı ve adam gibi cevap verseydi her şey farklı gelişebilirdi. Sadrâzam Semiz Mehmed Paşa'nın cevabı: "Siz yeryüzünün halifesi, zıllu'llah'sınız (Allah'ın gölgesi) zamîr-i münîrinize (hatırınıza ne gelirse Tanrı ilhamıdır) ve kavlen ve fi'ilen sizden bî-hûde hata zuhur eylemez ki i'tiraza mecal ola!"

Zavallı Sultan İbrahim! Böyle bir yakıştırmanın manasızlığını anlayamayacak kadar hasta idi. Saf bir çocuk gibi, dalkavuğun sözlerini gerçek sandı. Aklına ne gelirse onu işlemeye başladı. Mademki içine doğan her şey Allah'ın ilhamıdır, bunun ertelenmesi de, reddi de Allah'ın rızasına aykırı olurdu! Önceleri görülen hatt-ı hümâyunlarda tevazu dikkat çekecek kadar belirgindi "Eğer bir yanlış yazdım ise bildiresin" diyordu. Şimdi; bir emrine karşı gelinmesini aklı almıyor.

Kadınlarla ilgili aşın davranışını hoş görmek elbet mümkün değil, ama onu bu hâle düşürenler de ortada duruyor... Uğraşa uğraşa frenini patlatanlar, çarptığı duvarları gösterip, yaptığı hasarın hesabını soramazlar! Biz yine de, yorumları bir tarafa bırakıp yazılı tarihten kısa aktarmalar yapalım. Kadınlarla ilgili anlatılacak o kadar çok hikâye var ki, her biri ayrı roman mevzuudur. Fakat bilhassa kadınlardan biriyle ilgili hikâye hepsinden beterdir; rezalet üstü rezalettir...

Bu çirkin hikâyeyi, o günlerin canlı şahidi Evliya Çelebi ile Danişmend'in kronolojisinden ve Uzunçarşılı tarihinden özetleyerek aktarmaya çalışacağız. Bunlardan alacağımız bilgilerle Sultan İbrahim'e bakışımız biraz bulanacak. İbşir Paşa'nın yüzüne tüküreceğiz. Varvar Ali Paşa'yı alkışlayacağız... En kötüsü, vah devletim! Zavallı milletim diye inleyeceğiz...

Pâdişâh, belli ki devleti yönetecek vasıfta değildir. Biraz soydan gelen hünerler var idiyse de, "Yürek sıkılması ve sevdâvi illet" denen hastalığı onu da alıp ******ürmüştü. Büyük zaferler görmeyen devlet fakirleşmekte, mevcut hazine varlığı rüşvetlere sarf edilmekte, pâdişâh dahi para sıkıntısı çekmekteydi. Bu sırada Vezir-i Âzam, Hezarpâre denilen Ahmed Paşa'dır. Varvar Ali Paşa Sivas valisidir ve Sivas'ta güzelliği dillere destan bir kadın yaşamaktadır. Peri kızı gibi bu kadın, Musul Han kızı Peri Han'dır. Kocasının adı İbşir Mustafa Paşa. Bunların hepsi Pâdişâh İbrahim Sultan'ın kullarıdır. Sultan İbrahim rüşvetle küpünü doldurmaya çalışan Vezir-i Azanıma emreder, der ki:

"Sivas valisi Varvar Ali Paşa'ya adam sal, bana 30 bin kuruş ve İbşir Paşa'nın karısını acele göndersin!"

Emir gider Ali Paşa'ya ve der ki Ali Paşa:

"Ben bu kadar parayı nereden vereyim; yol keserek halkın malını mı alayım?"

Para meselesini reddettikten sonra:

"Bir müslümanın nikâhlısını başkasına nasıl teslim edeyim?" diye çıkışır.

Varvar Paşa elçileri eli boş gönderirken akıbetini hiç düşünmez ve bu kadarla da kalmak niyetinde değildir. "Devlet işlerinin kadınlar elinde olması dolayısıyla sık sık yapılan azil ve tayinlerin önünü almak için bazı ıslahatlar yapmak isteyen Ali Paşa, kendisini ortaya atarak i¬yan etmiştir." Varvar Ali Paşa:

"Pâdişâh devlet işlerine mukayyed değildir; işler ve saltanat kadınlar elindedir, ümera ve beylerbeyiler az zamanda azlolunuyorlar, reaya (köylü) perişan, memleket harap bir hale gelmiştir; bu hale nihayet verilmesini devlet adamları pâdişâha bildirmelidir; üç sene tamam olmayınca idari ve askeri memuriyetler değiştirilmemelidir."

Ali Paşa, bu fikirlerini etrafındaki adamlarına açıkladı. Kısa zamanda isyan hareketi başladı. Ali Paşa'nın asayişi düzeltme isteği adamları tarafından anlaşılamamış olmalı ki etrafa kötülükler yapmaya başladılar.

Pâdişâh, Varvar Paşa'nın isyanını duyunca, tebdili işini İbşir Paşa'ya havale etti. İkisinin dostluğu vardı. Emri alan İbşir Paşa; "Hak söz söyleyen adamın üzerine nasıl varayım?" diye itiraz etti ise de, ikinci defa gelen emirde, "Ya başı ya başın" deniyordu.

Bunun üzerine İbşir, Sivas'a yürüdü. Ali Paşa tarafından karşılandı. Ali Paşa: "Ben pâdişâha âsi değilim. İşte mansıp. Çünkü size tevcih olunmuş, Allah mübarek eylesin." dedi.

Ali Paşa'nın makamda gözü yoktu. "Benim şer ile davam vardır." deyip oradan ayrıldı. Zannediyordu ki, İstanbul'a gelip her işi yoluna koyacak. Hikâye uzun. Özeti ise; Varvar Paşa, Karaman Beylerbeyi Mehmed Paşa tarafından yaralı olarak yakalanıp İbşir Paşa'ya getirildi. Hazindir, İbşir Paşa sordu:

"Paşa baba, bu ne haldir? Niçin kendini böyle muhataraya uğrattın?" Ali Paşa'nın cevabı:

"Ben ne işledim? Senin avradın talep ettiler, ırzını koruyup vermediğim için seni üzerime gönderdiler. Zulümle halkın malını alıp göndermediğim için bana katil mi icab eder?"

İbşir Paşa'yı bu sözlerle, adamlarının yanında utandırmıştı.

Evet! Varvar Ali Paşa, kaderde bu da var, bu yüzden senin ölmen icab eder ve bu ölüm Ibşir Paşa gibi zelil yaşamaktan bin defa daha iyidir.

İbşir Mustafa Paşa aldığı ferman gereği Varvar Ali Paşa'nın kellesini İstanbul'a göndermek durumundaydı. Hadiselerin muhasebesini yapacak, doğru olan hareketi tercih edecek hali yoktu. Nitekim olanlar oldu. Varvar Ali Paşa'nın, gövdesinden koparılan başı İstanbul'a getirilip saray kapısına asıldı. İbret-i âlem için, Paşa'nın gövdesiz başı üç gün teşhir edildi. Sultan İbrahim'in bundan ne kadar zevk aldığını bilemiyoruz! Yalnız, kesik kelleler hoşuna gitmiş olmalı ki, biraz sonra da Kaptan-ı Derya Mehmed Paşa'nın başı kesildi. Sırada Ahmed Paşa var; onun akıbeti öncekilerden beter. Ortalığın Sultan İbrahim'in kafasından daha karışık olduğu günler kâbus g¬bi geçiyor; yarının nelere gebe olduğu bilinemiyor, ama, iyi bir şey beklentisi kesinlikle yoktu.

Hezar Pare Ahmed Paşa

Ahmed Paşa'nın iyi bir insan olmadığını anlatan tarihçiler, riyakâr ve dalkavuk, kalleş, vicdansız ve yalancı idi derler. 21 Eylül 1647'de Vezir-i Âzam yapıldı. Pâdişah'ın samur ve amber tutkusunun zirveye çıktığı zaman idi. Hazine fakir. Ahmed Paşa pâdişâhın gönlünü (kendi gönlü hoşnut olsun diye) incitmemeye bakıyor. Devlet ricalinden vergi toplamaya kalktı. Ne için olduğu belli! Paşa herkesten vergi ister, hem de olmayacak biçimde. Kendi servetine asla dokunmak istemez. Vergi, vergi, vergi... Herkes acayip isimler altında vergi veriyor. İnsanların kasasından-kesesinden çıkan her kuruş binlerce misli kin olarak kalplerine oturuyor. Pâdişâha da Vezir-i Azama da lanetler okunuyor... Hele de Ahmed Paşa için beddualar bir an evvel canının çıkması yönündeydi.

Ocak Ağaları "devletin başı"nın zayıflığı nisbetinde güçlü oluyor. Sultan İbrahim çok zayıf, dolayısıyla ağalar güçlü.

Vergi istenen bu ağalar Vezir-i Azam için güzel bir son düşünmekteler.... Sadece Vezir-i Âzam değil Pâdişâh bile gözden çıkarılmıştır. Her şey sırayla yapılacak; ilk sıra Ahmed Paşa'da.

Sadâretinin yaşı dolmak üzereydi. 10 ay, 16 gün geçmişti aradan. Önce azlini sağladı ağalar; sonra, Şeyhülislâm Abdürrahim Efendi'nin fetvasıyla idam ettiler.

Ahmed Paşa idam edildikten sonra yeni bir lâkap kazandı "Hezarpâre." Cesedini Sultanahmed Meydanı'na bıraktılar ve etrafa bir şayia yaydılar... "Şahmi âdem-i mefasıla deva!" Bu demek ki; insan vücudundaki yağ romatizma hastalığına birebir şifadır.

İstanbullulardan o kadar çok romatizmalı var ki, duyan, Sultan Ahmed Meydanı'na koşuyor. Birkaç saat içinde parçalanmış kemiklerden başka bir şeyi kalmayan Ahmed Paşa'ya "Hezar pare" (bin parça) deniyor.

Hezar pare Ahmed Paşa'nın korkak olduğu dahi söylenebilir; bunun için küçük bir misal kâfi: Kırım Hanı İslâm Giray Ruslar'm Türkiye aleyhine kaleler yaptığını görüp, akın hareketiyle onları sindiriyor, külliyetli miktarda esir alıyor da, Ahmed Paşa Giray'ı azarlıyor.

"Rus bizimle barışık etmişti..." diye öfke dolu mektup yazıyor. İslâm Giray gönderdiği cevabi mektupta hakkı olduğunu ispat ediyor ki, gerçekten çok esaslı bir iş yapmış olduğu anlaşılıyor.

Son'a Çeyrek Kala

Ahmed Paşa'nın azlinden sorumlu olanlar idamından da sorumlu idi. Pâdişâhın adı var hükmü yok; kendisi de artık durumun farkında, fakat belli etmemeye çalışıyor. Yeni tayin edilen Vezir-i Âzam Sofu Mehmed Paşa'dır.

Henüz Mühr-ü Hümâyun Padişahta ve Ahmed Paşa'nın başına gelenden haberdar değil. Mühr-ü istemeye gelen yeni görevliye dedi ki:

"Sakın ha eski sadrâzamın hayatına dokunulmaya!"

Pâdişâh Vezir-i Âzamin hayatına dokunulduğunu öğrenince, kızdı. Sadrâzamın öldürülmesi belki kendi hayatı için de bir ihtar sayılabilirdi. Sultan İbrahim öfkeyle:

"Bre köpek koca! Kendin Vezir-i Âzam olmak için kulu tahrik ettin. Bu cemiyet bertaraf olduktan sonra görürsün!"

Bu sözlerle öfkesi yatışmadı Pâdişâhın. İhtiyar Mehmed Paşa öyle bir yumruk yedi ki, yeni Vezir-i Âzam neye uğradığına şaşırdı. Pâdişâh bu yumrukla yetinmeyip bir de tehdid ediyordu. "Ben ne yapacağımı bilirim." Kara Mehmed Paşa, ihtilâl heyetinin teşviki ile gelip mührü hümâyunu istemişti, Padişah da kendisini mecbur hissettiği için vermişti. İkisi de durumdan pek memnun değildi.

Bundan sonra Sultan İbrahim hiç kimseye yumruk atamayacak, sadece kendisi kaderinin dayağını yiyecek, başkalarından merhamet bekleyecektir. Çünkü teşkilât iyi kurulmuş, aleyhindeki faaliyet iyi çalışıyor, bunlara karşı koyacak gücü yok. İnsanları zulümle yönetmenin, kadınlara samur, vaşak vs. temini için milleti soymanın gelip dayanacağı nokta hal idi.

Uzun uzun anlatmayacağız; asker ve ulemanın el ve güç birliği ile yapılmakta olan ihtilâli pâdişâha bildirmek işi için bir adam seçmek durumundaydılar; buna münasip adam ağırbaşlı, hürmet gösterilen biri olmalıydı, en münasip görülen Mekke Kadılığından ayrılma Bosnalı Beyazî Hasan Efendi'yi pâdişâha gönderdiler. Sultan İbrahim:

"Veziri öldürdüler, daha ne isterler?" deyince, Beyazî Hasan Efendi:

"Pâdişâhım, beytülmali israftan Bosna'da ve Boğaz'da düşman dururken onu defe himmet etmediğinizden dolayı cumhur sizden şikâyetçidirler; asker, ulemâ ve vezir bendeleriniz sizleri görmek isterler." Sultan İbrahim cevap vermez. Hasan Efendi geldiği yere yarenlerinin yanına döner. Fetva alınmıştır. Valide Sultan'a denir ki: "Büyük Şehzade Mehmed, camie getirilsin." O der ki: "Camide cülus olmaz, sizler saraya gelin."

Sarayda Sultan İbrahim var, Sultanın bostancıları var, topları var, sarayı koruyan 12 bin askeri var. Ve Sultan İbrahim hayatım korumak için tedbirini alır.

Valide Sultan'a heyet gelir. Yüz yüze niyetlerini konuşurlar. Valide, oğlunun tahtta kalması, bir vezirin vasiliği altında görevine devam etmesi yönünde fikrini beyan ederse de, heyet razı olmaz. Vâlide'nin,büyük şehzadenin daha "yedi yaşında çocuk" olduğunu söylemesine karşılık, Anadolu Kazaskeri Hanifl Efendi; Sultan İbrahim'in düşman hücumlarına karşı koymadığını, rüşvetle iş görmenin devlet düzenini iyice bozduğunu, samur merakı ve kadınlara düşkünlüğünden fakir fukaranın perişan halde olduğunu, padişahın vazifeye devamı ile ırza tecavüzlerin, zulümlerin devam edeceğini söyledikten sonra, "Mezhebimizin imamları olan Hanefi ulemasının; büyük, akıldan yoksun olursa sultanlık edemez; akıllı küçüğün sultanlığı caizdir buyurdukları kitaplarımızda yazılıdır. Buna göre fetvalar verilerek iş bitmiştir. Masum cülus eder, veziri işleri yürütür." der.

Valide Sultan, bütün yolların kapandığını, kararın kesin olduğunu anlar; direnmek nafiledir. Oğluna fenalık yapılmamasını rica ettikten sonra: "Varayım şehzadenin sarıcığını sardırıp çıkarayım." diyerek müstakbel pâdişâhın yanına gider. Yedek taht ortaya çıkartılır, az sonra babaanne torun okula gidiyor gibi elele tutuşmuş vaziyette gelirler. Torun, hazırlanmış olan tahta oturur, hâzirûn alkış tufanı koparır ve sırayla ak sakallı, kara sakallı güngörmüş erkân, yedi yaşındaki pâdişâhın minicik elini öperler. Biat merasimi uzatılmaz, ola ki, çocuk korkar diye kısa tutulur.

Valide Sultan ve Bostancıbaşı küçük pâdişâhın muhafazasına memur edildikten sonra büyük pâdişâhın makamına duhul olurlar. Vakit ikindi. Günlerden Cumartesi. 8 Ağustos 1648.

Sultan İbrahim'in huzuruna gelen heyet üyeleri, durumu kendisine bildirince, derin bir yeis içinde bulunan Pâdişâh hiddetle: "Bre hâinler, pezevengler, ben sizin pâdişâhınız değil miyim? Bu nasıl iştir?" deyince, Kazasker Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, hem makamına yakışmayan, hem de pâdişâha mün¬sip görülmeyecek biçimde hakaretlerle cevap verir.

Sultan İbrahim her anı boğulma tehdidi altında geçen on altı senelik şehzadeliğinde feleğin sillesini yemişti. Onun yaşadığı hayatı yaşayan hangi akıllıda akıl kalır ki onda kalsın! Abdülaziz Efendi'ye, yaptığı hakaretler yakıştınlamaz. Neyse, geçelim Abdülaziz Efendi'nin pâdişâha söylediği sözlere:

"Umur-i şeriyye ve diniyyeye ademi takayyüdle cihan-ı haraba virdün ve evkaatunu lehv-ü gafletle geçürüp rüşveti faş ve bunca zalemeyi âleme musallat ve Beytülmâli telef ettün."

Sultan İbrahim direnmenin fayda vermeyeceğini anlamıştı. Ellerini kaldırıp huzurdakilere beddua ettikten sonra: "... başımıza yazılan bu imiş, emir Allah'ın." deyip kadere rıza gösterir ve hakkını veremediği tahttan ayrılır.

Bir küçük daireye hapsedilip yanına iki cariye konduğu zaman şu sözleri söyler:

"Elhamdülillah, hele bir cemaatin başı oldum."

Bu sözlerle hanedanın kendi çocuklarından yürüyeceğine sevindiği sanılır.

Sultan İbrahim'in konduğu yeri Bahai Efendi şöyle anlatıyor:

"Hemen hayyen defnolundu (sağ iken mezara kondu), zira bir gusulhâne ve bir abdesthane ile bir ocağı havi iki küçük oda ile bacası gökyüzüne bakan bir ocak ve bir yemek sahanı sığacak kadar bir pencere yeri olup başka hiçbir taraf görünmezdi."

Bu anlatılan yerden kaçacağına dair bir şayia çıkartılınca, Vezir-i Azamla Şeyhülislâm sahan girecek pencereden başka hiç bir açık yer bıraktırmazlar.

Kaçma ve kaçırılma ihtimaline karşı böyle mezara çevrilen yerde yaşamaya mahkûm edilmişti. Bütün tedbirler kaçmaması - kaçırılmaması içindi.

En basit benzetmeyle, ağzından emziği alınıp bir kenara fırlatılan çocuk gibidir eski pâdişâh. Feryad ederek ağlar durmadan. İbrahim yanık sedalar çıkarır; duyanlar dayanamaz. En fazla bu çığlıkları dinleyen enderun halkıdır ve bunlar aralarında, onu çıkartıp tekrar cülus ettirmek çarelerini arıyorlardı. Bu vaziyet karşısında hayatta bulunduğu müddetçe işlerin salim bir şekilde idaresinin mümkün olmayacağını anlayan devlet erkânı "zarar-ı âm'dan zarar-ı hâs tercih oluna" kararına vardı ve cemiyet halinde saraya giderek, Şeyhülislâm'ın verdiği fetva üzerine" duvarı yıkarak İbrahim'i çıkardılar. Öldürülmek istendiğini anlayan eski pâdişâh: "Beni göre göre öldürüyorlar, benim iyiliğimi gören, bana acıyan kimse yok mu?" diye figan edince; taş yürekli cellad Kara Ali bile kaçmış, bir tarafa sinmişti. Vezir-i Âzam Sofu Mehmet Paşa, Kara Ali'yi vazifesini yapmaya zorla ******ürmüş, "Sultan İbrahim gül renginde bir atlas entari" içerisinde, cellâdının karşısında titrerken, Şeyhülislâm'a sitem etmeden alamaz kendini:

"Baka Abdurrahim, Yusuf Paşa bana senin için bir dinsiz fettandır, tepele demiş idi. Seni öldürmedim; çünkü Allah'tan korktum. Meğer sen beni öldürecekmişsin -elindeki Kur'an-ı Kerim'i göstererek- İşte Kitabullah, beni ne hüküm ile öldürürsünüz? Zalimler."

Fetva hazırdı: "İzâ ictemaa'l-hâlife-tün, fektulü ehadi minhumu (Eğer iki halife içtimâ ederse biri katlolunur)". "Bu, âyet değil, hadis değil, eimme içtihadı değil idi." Ama bir padişahın hayatına son vermeye yetmişti.

Sultan İbrahim katlolunduğu 8 Ağustos 1648 Cumartesi günü, 32 sene, 9 ay, 4 günlük bir ömürmüş idi. Bunun 8 sene, 5 ay, 28 günü pâdişâh olarak -on günü mahpus- geçmiştir.

Oğulları Mehmed (Dördüncü Mehmed) 6,5 yaşında idi. Şehzade Süleyman 6, Şehzade Ahmed 5,5, Şehzade Selim 4,5 yaşında idi.

Küçük bir not: Sultan İbrahim zamanının en önemli kaynağı sayılan kitap, Kazasker Konaçelebizâde Abdülaziz Efendi'ye ait; o da Pâdişâhı hiç sevmeyen biridir. Sayın Yılmaz Öztuna'ya göre Sultan İbrahim'in kötü tanınmasında adı geçen zatın rolü büyüktür.

Link to comment
Share on other sites

DÖRDÜNCÜ MEHMED

(1648–1687)

19zd9.jpg

Kaderin kendisine biçtiği rol padişahlıktı. Henüz altı yaşını yedi ay geçiyor "Pâdişah-ı nevcüvan" hazretleri... Varsın olsun, devleti yönetecek insan mı yok Osmanlı'da? Vezir-i Âzam ve diğer vezirler, ağalar, bir de üç nesildir hevesini tatmin edememiş Valide Sultan, yani büyük Valide Kösem Mahpeyker Sultan. Ayrıca Küçük Mehmed'in anası Haseki Turhan Hatice Sultan da var ama o şimdilik birinci plâna çıkamayacak, ancak ileriki yıllarda kayınvalidesini saf dışı ettikten sonra kendisini gösterebilecektir.

Sultan Mehmed'e en ihtişamlı urbaları giyindirilir. Başında üç sorguç; en tepedeki sorguçta irice bir zümrüt... Bindirildiği atın koşumları altın işlemeli, yuları büyük imrahorun elinde... Her şey, Küçük Sultan'ı biraz büyük gösterebilmek için ayarlanmış amma, o yine de bir çocuktu.

Yol kenarlarına dizilen meraklı ahalinin alkış ve "Aleyke avnullah" (Allah'ın yardımı üzerine olsun) sedaları arasında Eyüp Sultan'a kılıç kuşanmaya gidilir, adet yerini bulduktan sonra dönülür. Sıra diğer bir âdete gelir... Bu adet, olmazsa olmazlardandır; alimallah küçük kıyamet kopar, kopar da; tamtakır hazineden cülus bahşişi vermek ne mümkün?

Günler, para bulmak için çare arayışıyla geçerken; parayı bekleyenler etrafta dırdıra başlarlar. "Yeni padişahın tahtı eskidi; gibi sözler, Ocak ağaları aleyhinde ileri geri konuşmalar, eski padişahın hal'inden pişmanlık duyulduğu, bunlar ortalığa telâşe verir.

Devlet erkânının beyninde bir şimşek çakar; bu şimşeğin aydınlattığı sahnede bir sima sırıtır; bu sima, üfürüğü ile hükmü altına aldığı Sultan İbrahim'in sayesinde devleti emerek semiren Cinci Hoca'dır. Herkesçe malûmdur ki, Hüseyin Efendi devletin makamlarını satarak zengin olmuştu; gün bu gündür.

Cinci Hoca'ya iki yüz kese akçe için gidenler, eli boş dönünce, Çavuşbaşı ve divan çavuşları gidip Cinci'yi alıp sadrâzamın huzuruna çıkarırlar. Kırk dereden su getirmesi, servetini inkâra çalışması Cellât Kara Ali'ye yarar! Canı tatlı olan Cinci Hüseyin Efendi, iki yüz kese akçeye kıyamazken üç bin keselik servetinin tamamından olur. O sıralar devletin kestirdiği paraların Züyuf akçe olması Cinci'nin paralarının değerli oluşu, kullananlar arasında (Cinci akçesi) deyiminin çıkmasına yol açar.

Elinden bütün paralan alınan Cinci Hoca, Mısır'a sürgün edilir, araya çeşitli sebepler girmesiyle sürgün cezası Mihaliç'te ikamete çevrilir, fakat bu da uzun zaman devam edemez. Kader defterinin kara sayfalan bir kez dönmeye görsün, insanın başına neler neler gelir? Cinci Hoca'nın kaderinde yağlı ip var imiş, boynunu uzatmaktan başka ne çâre!!

Bir cincinin ölümü, bulanık bir denizi durultacak değildi. Devletin başında muktedir pâdişâh olmayınca neler olduğunu daha önceleri görmüştük. Çocuk Pâdişâha "Devletlü Sultanım" denmesinde samimiyet yoktur. İşler karmakarışık. Kimi, Sultan İbrahim'in boğdurulmasını bahane ederek Şeyhülislâm'la Vezir-i Azama yüklenilirken kimi de alamadığı hakkını kurtarma çabasına düşer.

Ağalar Saltanatının Başlaması (28 Ekim 1648)

Ağalar Saltanatı denen bu dönemde bazıları bazı haklar elde eder, bazı başlar gövdelerden gider. Vezir-i Âzam Sofu Mehmed Paşa azledilir. Yeniçeri Ağası Kara Murad Ağa o makama yükselir. Arnavud olan yeni Vezir-i Âzam için "fenni mekru hilede bî nâzir" dense de, bu zatın hilekârlıkta emsalsiz olması makamını korumasına yetmeyecektir. 9 ay 15 gün sonra giden Sofu Mehmed Paşa'dan biraz fazla kalması daha iyi olduğu manasına da gelmeyecektir.

Bir Küçük Muharebe (7 Temmuz 1649)

Dördüncü Murad'ın saltanatı asileri yola getirmekle geçmişti. Zorbalık yapan Yeniçeri ve Sipahilerden birçoğu isyanlarını canlarıyla ödemiş, içlerinden bazıları da canını saklamayı başarmıştı. Bunlardan biri de Sipahi Gürcü Nebi idi.

Gürcü Nebi Dördüncü Murad'ın kılıç artığı olup Niğde'ye çekilmiş, zorbalığına orada devam ettiriyordu. Görünüşte Sultan İbrahim'in öldürülmesine bir tepki, aslında kendi ceplerini dolduramamanın öfkesi olan Sultanahmet Vakası'nda (28 Ekim 1648) birçok sipahi kırılmıştı. Aynı tarih Ağalar Saltanatının da başladığı gün olarak bilinmektedir. Bu olaydan aldıkları yaranın tamiri için birleşen Anadolu'daki eşkıya sürüsü 15 bin kişiyi bulmuştu. Meşhur Katırcıoğlu ve Konya sipahileri de bu grubun içinde. İstanbul üzerine yürüyen Gürcü Nebi'nin başıbozuk ordusuna karşı Vezir-i Âzam Kara Murad Paşa komutasında devlet kuvvetleri çıktı.

Asi Nebi öldürülen sipahilerin acısını yüreğinde taşıyormuş gibi, onların ölümünden sorumlu saydığı sadrâzamın ve fetva sahibinin cezalandırılmalarını talep ediyordu. Devlet âsiye boyun eğemezdi, eğmedi. Üsküdar Bulgurlu'da devletin öncü kuvveti Katırcıoğlu'nun askerine mağlup oldu fakat Gürcü Nebi bunu değerlendiremedi. Kendileri yeniliyormuş gibi kaçmaya başladı. Bir müddet sonra gafil avlanarak, Kırşehir Sancakbeyi İshak Bey tarafından başı kesilip İstanbul'a gönderildi. Katırcıoğlu eşkıyasına gelince: O sonradan devletin affına uğradı, Beyşehri Sancakbeyliği'ne tâyin edildi.

Pâdişâh çocuk olsa da, devletin erişkinliği bir kere daha ispatlanmıştı. Bir avuç eşkıyaya boyun eğecek kadar zaaf devlete yakışmazdı elbette.

Girit'te Devam Eden Savaş

30 Nisan 1645'te Osmanlı Donanması (Malta Seferi) diyerek Girit'e hareket etmişti. 24 Haziran'da Girit'e asker çıkarıldı. Aynı gün gece yarısı Aya-Todori adasındaki Tortulu Kalesi işgal edildi. 25 Haziran'da aynı adadaki Limon Kalesi fethedildi ve ordu Hanya yoluna düştü. 27 Haziran'da Hanya kuşatıldı. 19 Ağustos 1645'te Hanya Kalesi teslim alındı. Ordu ve donanma Ekim'de İstanbul'a hareket etti. 2 Şubat 1646'da Gazi Deli Hüseyin Paşa Girit muhafızlığına tayin edildi. Bazı kalelerin fethinden sonra mühim sayılan Kandiya Zaferi 19 Şubat'ta yaşandı. 30 Nisan 1648'de Kandiya Kalesi ve limanı ateşe tutuldu. 30 Mayıs'ta büyük zafer güneşi doğdu. 6–7 Temmuz'da Kandiya haricindeki tabyalar zaptedildi. Bütün bunlar Sultan İbrahim'in saltanatı sırasında yaşanan olaylardı. Kalelerin, tabyaların düşmesi demek, kâfi zafer elde edildi demek sayılmıyor. 30 Ağustos 1649'da hâlâ Kandiya Muhasarası devam ediyordu. Yani Girit'te savaş bitmemişti. 15 Mart 1650'de Venedik Donanması Çanakkale Boğazım ikinci defa ablukaya almış, bu olay da Osmanlı Donanması'na korku salmıştı. Her yerde her iş yolunda gitmiyordu.

Kara Murad Paşa'nın Sadaretten İstifası (5 Ağustos 1650)

Devlet tek başlı olmazsa düzenden bahsetmek zor. IV. Mehmed'in çocuk oluşu, iktidar hırsı taşıyan insanların çokluğu sesin de çokluğu demekti. Çok sesin her biri kendi başına bağırınca curcuna meydana geliyor; hâlbuki bir yönetici şeflik yapsa güzel bir mûsiki neşesi tadılırdı.

Ocak Ağaları saltanatı denmişti ya, işte bu saltanat düzenli iş görülmesine engel idi. Murad Paşa sadârete başladığında Ocak Ağalarına danışmadan iş görmüyordu. Âdeta sadrâzam memur, Ağalar amir idi! Ağaların en itibarlısı, Küçük Valide Turhan Sultan'ın desteklediği Çelebi Mustafa Ağa ki kendisine Kethüda Bey deniyor. Vezir-i Âzam Kara Murad Paşa büyük Valide Sultan tarafından tutulmaktaydı. Sanki partiler meydana gelmiş partilerden kimi bu kimi o tarafı tutuyor. Hangi parti kuvvetli gelirse küçük padişaha hâkim olacak, ona hâkim olan devleti yönetecek.

Kara Murad Paşa aleyhine çalışanlar onu eğlence hayatına dalmış olarak suçlamaya başladılar.

Bir müezzinle beraber bağlarda bahçelerde eğlenceye kapıldığı, devlet işleriyle yeter derecede alâkadar olmadığı Valide Sultan'a anlatıldı. Zaten taraftan değildi; böyle bir eksiği de meydana vurulunca Valide Sultan küçük pâdişâh oğluna şöyle bir Hatt-ı Hümâyun yazdırttı:

"Ben seni bağlarda bahçelerde ıyş-ü işret etmen için mi vezir ettim? Memleket işleriyle bir güzel tekayyüd eyle. Bir daha ayyaşlığım işidirsem başını keserim." Pâdişâh Vezir-i Âzami böyle tehdid ediyor. Reisülküttâb Sıddıki Efendiye dert yanan Vezir-i Âzam diyor ki:

"Ben ne zaman vazifemde kusur ettim? Hakkımda söylenenler düşmanlarımın, rakiplerimin iftirasıdır!"

Bunları söyledikten sonra Pâdişah'ın yazı hocasını yanına çağırtan Murad Paşa azarı basıyor:

"Pâdişâh küçük bir çocuk, böyle bir yazıyı nereden bilecek, bun sen öğretmişindir" diyor.

Güzel yazıya hüsn-i hal denirdi. Bütün pâdişâhlar bu meziyete sahip olmalıydı lâkin IV Mehmed'in küçük oluşu, henüz bu vasfa sahip olamayışı için mazeret sayılıyordu.

Kara Murad Paşa aleyhine çalışanlara mukabele edebilecek halde olmadığını anladı. Bektaş Ağa'nın tavsiyesi de mevcud şartlara eklenince saraya gitti pâdiâhla görüştü. Ocak Ağalarını kastederek:

"Şevketli hünkârım dedi. Bir devlette dört sadrazam olmaz. İşte mühr-ü hümayununuz. Fakat Yeniçeri ocağından birine vermeyiniz, çünkü devletinizin zevaline sebep olur."

Osmanlı Devleti Sadrâzam sıkıntısı çekecek değil ya; hizmet için sıra bekleyen, her ırktan yığınla insan var. İşte bir Ahmed Paşa. Bu Ahmed Paşa'nın geçmişi iyidir. Bir de meşhur lâkabı var, Malak! Abaza olan Ahmed Paşa'ya Malak denirmiş, sonradan a'lar e olarak değişmiş ve Melek oluvermiş. Kendisini Evliya Çelebi çok sever, göklere çıkarır, hep "Efendim, Sultanım" diye bahseder Melek Paşa'dan.

Melek Ahmed Paşa'nın Rüyası ve Sadareti (5 Ağustos 1650)

Evliya Çelebi'nin "salih rüya" diye kitabına aldığı bu rüya uzundur, özetini vereceğiz. Paşa Varna'da, Evliyamız'da O'nun yanındadır. Bir sabah Melek Ahmed Paşa:

"Bismillah, Evliya! Salih rüya odur ki," diye başlar anlatmaya. Paşa abdest alırken Rus Kazakları sırtına dokunur. Paşa deri giyimli Kazakların bir kısmını elindeki misvakla yaralar, onlardan akan kanı Rıdvan Halife, Çerkeş Ali, Kürd Mustafa vs. içerler, sonra yere tükürürler. Evliya Çelebi bu rüyayı hayra yorduktan sonra, o gün öğlen vakti Kazaklar'ın Varna'ya saldırdığını, ama alınan tedbirler neticesi fazla zararlı olamadıklarını yazıyor. Başka yerlerde de Evliya Çelebi'nin uçurduğu Melek Ahmed Paşa'nın sadârette hizmeti fazla değildir. İktisâdi sıkıntının hüküm sürdüğü memlekette, yeni gelirler türetilmezse, hangi yönetici rahat edebilir ki? İşin garibi, böylesi sıkıntılı zamanlarda yokluktan istifadeye kalkışan insanların bolca bulunmasıdır.

Altının azlığına binaen "Züyuf akçe" bastırır Paşa; maaşlar böyle ödenirken iş yapıp da para kazanması gereken esnaf, düzensizlikten iş yapamaz hale geldiği için vergi ödeyecek durumda da değildir. Ama ağalar saltanatı parasız olmaz. İşin sonu, esnafın saraya yürümesine kadar dayanır. Abaza Melek Ahmet Paşa'nın yerine Abaza Siyavuş Paşa getirilir.

Siyavuş Paşa'nın Sadareti Öncesi Mali Durum

Ocak Ağalarının saltanatı sürüyor. Hâlâ Kethüda Bey bir numara ve diğerlerine tahakküm ediyor. Aralarında fazla birlik ruhu kalmadı. Mali durum kötü. 1650 senesinde 1651–1652 senelerinin gelirleri harcanıyor. Vezirlerden, hâslarından alınan paralardan vazgeçmeleri teklif edildi. Divanda ortaya atılan bu görüş keselerine dokunmak olduğu için vezirleri huzursuz etti. Heyecanını yenemeyen Gürcü Mehmed Paşa Vezir-i Azama: "Siz dedi, küçük bir mansıbı elli keseye bey eylediğinizde yirmi kese kendinize alırsınız. Hâslarınız tamamen gitse de siz rahatsız olmazsınız. Bizim ise geçim kaynağımız bu hâslardır; bunlar giderse ekmek parası bile bulamayız. Böyle giderse divanda vezir kalmaz!"

Gürcü Paşa'dan sonra söz alan Dâmad Yusuf Paşa: "Benim on yük akçe (1 milyon hassım var; bayram hediyesiyle Sultanın masrafına yetmez. Hâs kalkarsa bu masrafımız da kalkar..." Sultan kocası olmanın maddî müşkilâtı Yusuf Paşa tarafından çok veciz ifâde edilmişti.

Daha birçok kötü senaryolar çizildikten sonra ağalar birbirlerinin gözlerine bakarak dağıldılar.

Ağalar silahlı güce hükmetmenin ayrıcalığını yaşamak istiyor, vezirlerin sıkıntıya düşmesini önemsemiyor, canları sıkılınca toplantıdan ayrılıyorlar.

Vezirler gelirlerinden, Ağalar maaş artı diğer kaynaklarından fedakârlığa yanaşmayınca bütün yük sesini çıkaramayacak insanlara yüklenmek istendi. Bunlar devletten "mevâsât" adı altında ücretten sayılmayan maaş alan emekliler, dullar, yetimler ve ulemâ ve şeyhler idi. Defterdar Emin Paşa hazine açığının kapanması için 70 milyon akçe tutan mevâsât tahsilâtlarının satılmasını teklif edince, Kösem Sultan: "30 bin kişinin ekmeğiyle oynamanın doğru olmadığı, bunların beddualarının alınmaması gerektiği" yönünde haber gönderdi. Valide Sultan'a Devletin müsteşarı olan Sarı Kâtip şu cevabı verdi:

"Filan mollanın, filan dervişin duâsıyla kale fethedildiği işitilmiş şey değildir; bu muharebeyi kim kazandı, şu kaleyi kim aldı diye sorarsanız ya Sarhoş İbrahim Paşa yahut filan zâlim paşadır. Fakir dervişlerin lanetleri de duâları gibi tesirsizdir. O lanetleri ben üzerime alırım."

Hâsılı kelâm mevâsât maaşları kesildi, yine de ihtiyaç görülmedi. Melek Ahmed Paşa sikke ayarını düşürdü. Normalde 50 akçenin yerini 160 akçe tuttu. Bu yol çıkmaz sokaktı. Şimdiye kadar kaç defa girilmiş ise çıkılamamış askeri isyana sevk etmişti.

Esnaf Ayaklanması

Yahudiler ve sarraflar vasıtasıyla Belgrat ve Bosna'dan tedarik edilen züyuf akçeler sağlam paralarla değiştirilirken esnafın tepkisi hesap edilmemişti.

Esnafa yapılan teklif; 118 akçeye bin altın idi. Kârını zararını kavramakla mahir olan insanlar buna razı olmadı. Bir araya gelen 8–10 bin esnaf kendilerine yapılmak istenen maddî zulmü anlatmak için Vezir-i Azama gittiler.

Kesattan, vergilerden bîtap olduklarını, dükkân kiralarını veremez hâle düştüklerini anlatıp, "züyûf akçenin 118'ine bin altın istemek ne demektir? Bin veçh ile kudret ve imkânımız yoktur" dediler.

Bizim Evliya Çelebimizin uçurduğu Melek Ahmed Paşa esnafa öyle bir azar yetiştirdi ki o kadar olur. "Yıkılın bre kâfir gidiler, varın tedârik edin" dedi.

Vezir-i Âzamin huzurundan kovulan esnaf Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi'nin konağına gidip, hallerini pâdişâha anlatmasını rica ettiler. Şeyhülislâm böyle şeylere karışmayacağını, tekrar Vezir-i Azama gitmelerini öğütledi.

Esnaf ekmek derdinde, çoluk çocuğunun nafakasından fedakârlık edecek durumda değildi. Canı hepsinden fazla yanan "Saraçlar Kethüdası Ramazan Dede ile birkaç söz sahibi adam ileri gelip: "Kendinizden kürkler istenince ayağa kalkıp Sultan İbrahim'i ve veziri katlettiniz. Ya şimdi bizim ahvalimiz için neden karışmazsınız? Elbette emir şer'in, ya kalk önümüze düş, ya hemen ne olacak ise olsun!"

Karaçelebizâde işin içinden sıyrılamadı. Esnafın zorla bindirdiği atla saraya doğru yürürken tellallar açık olan dükkânların kapanması, bütün esnafın yürüyüşe katılması yönünde çağrı yaptı. Sayılan 10 bini aşan esnaf Babüssaâdeye kadar girip küçük Pâdişâhı Ayak Divanına buyur ettiler.

Pâdişâha, kendilerine yapılan fena muameleyi, dayanma güçlerinin kalmadığını, Melek Ahmed Paşa'dan memnuniyetsizliklerini anlattılar. Padişah:

"Size yapılan zulme benim rızam yoktur" dedi. Bir de Vezir-i Âzamı dinlemek istedi fakat Paşa gelmedi. Esnaf Padişahtan istediğini aldı. Daha da isteyecekleri vardı; onları da sıraladılar. Zulüm ile âlemin harap olduğunu vezirin ve 16 kişinin kendisine padişahlık ettirmediğini, onların miri'ye ait malları yediğini söylediler. Kara Çavuş, Bektaş Ağa, Kethüda Bey, Samsuncu Sarı Kâtip, Deli Birader gibi isimleri sayarak, bunların katlini sonra da Vezir-i Azamla Ocak Ağalarının katledilmelerini istediler.

Bütün bu olayların verdiği netice; esnafın maddi cezadan kurtulması ve Melek Ahmed Paşa'dan mührün alınmasına Siyavuş Paşa'nın Sadâretine kadar birtakım yenilikler oldu.

Kösem Sultan'ın Öldürülmesi (2/3 Eylül 1651)

Dördüncü Mehmed'in uzun saltanat dönemi henüz yerine oturmamıştır. Sık sık Vezir-i Âzam değişikliği yaşanır. Büyük Valide Kösem Sultan'la Küçük Valide Turhan Sultan arasında rekabet bir hayli hareketli geçer. Büyüğü Ocak Ağalarına, küçüğü Saray adamlarına dayanmakta, güçlerini oralardan almaktalar. Sabırları da bitmektedir. Şu küçük pâdişâh büyüyene kadar iktidar zevkini tatmak lâzım; bunun için de birine göre diğerinin hayatı fazladır. Ya Kösem Sultan yahut Turhan Sultan gitmeli. Kösem Sultan imha planını hazırlarsa da, casusların canı sağ olsun! Hatice Turhan Sultan'ın kulağına her şey akıtılır. En sadık adamlarından Baş Lala Süleyman Ağa sadakatini ispata hazırdır. "Has odalıklardan müsellah bir cemaatle Kösem Sultan'ın dairesine saldırıp, dört pâdişâh devrinde yarım asra yakın Osmanlı İmparatorluğu'na hâkim olan ve o sırada 62 yaşında bulunan Valide Sultan bir perde ipiyle boğdurulur. 2–3 Eylül gecesi: 1651."

Ağalar Saltanatı'nın Sonu (3 Eylül 1651)

Siyavuş Paşa'nın sadâretine açtığımız paragraf o kadar uzadı ki; yine de olayların ancak kısa özeti verilebildi. Kösem Sultan'ın bir romanlık öldürülme hadisesi de kısa tutuldu. Bu arada pâdişâhımız büyümekte, aklı bazı şeyleri kavramaya, kendi reyiyle kararlar vermeye başlamaktadır.

Büyük Validenin hayatına son verilmesi, devlette düzeni zayıflatır, Ocak Ağalarının hükmünü de sıfıra indirir. Bir tertiple halk "Sancağı Şerif" altına çağrılır. Çocuk padişahın tahtı Babüssaade önüne kurulur. Çağrıya uymayanlar, Ocak Ağaları ile Kazasker ve Vezir-i Âzamdır. Kazasker ile Vezir-i Âzam azlolunurlar. İyi bir temizlik hareketi başlatılır.

İstanbul'da asayiş düzelmeye yüz tutar, et bile ucuzlar. Siyavuş Paşa'nın yerine doksanlık Gürcü Mehmed Paşa sadârete getirilir. Bu paşa da "ümmiliği ve ahmaklığıyla meşhurdur."

Uzun Süleyman Ağa'nın emrini dinlemekten başka bir işe yaramaz. Dolayısıyla vazifede ancak 8 ay 23 gün kalabilir. Onun yerine Arnavut Tarhuncu Ahmet Paşa geçer. Nihayet o da 9 ay sonra harcanır, yerine Çerkez Derviş Mehmed Paşa tayin edilir.

Derviş Mehmed Paşa'ya başlamadan evvel Tarhuncu hakkında birkaç satırlık bilgi edinmek lâzım.

Tarhuncu hademelikle işe başlamış, feleğin çemberinden geçe geçe yüksek mevkilere, sonunda en yükseğe yerleşmiş bir Arnavud idi. Şiddetten hoşlanır, bu husustaki icraatını kimseden esirgemezdi. Sadâretinin ilk günlerinde, geceleri hapishanelerde suçluları boğdurdu. Bir de, zengin sanılmaları için öldürülen mahkûmlara işlemeli gömlek ve kemerler giydirip sokağa attırdı. Böylece, zenginlere aman vermediğini işaret ediyordu.

Devlet harcamalarını kısmak için kanunî olsun olmasın her yola başvurdu. Ulema ile büyük memurlarla uğraştı. Gümrük Emini ile çatıştı; ondan üç yüz kese akçe istedi. Gümrük Emini "İmkânı yok" deyince acı acı gülerek: Şefaatçi bulacağını umuyorsun ama bulamazsın, asılacak herif! Himaye zamanı geçti, bugün üç yüz keseyi defterdara teslim et, eti de ucuzlat, yoksa seni dört pare ederek her pareni şehrin bir kapısına asarım" dedi:

Kapıcıbaşıları azarladı. Gürcü Paşa'nın verdiği memuriyetleri iptal etti. Bütün valilere ve memurlara vergi koydu. Etrafta kendisine hiç dost bırakmadı. Hiçbir dostu kalmayan Tarhuncu hakkında IV. Mehmed'i hal edip, kardeşi Şehzade Süleyman'ı tahta getirmek işlediği yalanı uyduruldu. Delikanlı Pâdişâh bu yalana inandı. Bir gün saraya çağırılan Tarhuncu'nun elinden Mühr-ü Hümâyun alındı ve hemen boğduruldu.

Tarhuncu'dan alınan mühür Çerkez Derviş Mehmed Paşa'ya verildi (16 Mayıs 1654). 1 sene 7 aylık sadaret döneminde Çanakkale Boğazı açıklarında Venedik donanmasıyla savaşıldı ve bu savaş kazanıldı.

Derviş Paşa felce yakalandı. Evinden dışarı çıkamayacak haldeydi. Azl edildi. Çerkez'den sonra sıra Abaza'da:

İbşir Mustafa Paşa

Bir buçuk sene sonra, güzel karısıyla meşhur olan İbşir Mustafa Paşa Vezir-i Âzamlığa yükselir. Sadâret müjdesini Anadolu'da alan İbşir Paşa dört ay sonra İstanbul'a gelir. Bu geç gelişin sebebi "hayati korkudandır". Abaza Mehmed Paşa'nın isyanı, isyankârlığı, daha sonraları, yiğeni olan İbşir'de de görüldüğü için başına bir şey geleceğinden korkar. Anadolu'da kendi adamlarını mühim mevkilere yerleştirerek, çıkabilecek nahoş olaylara karşı tedbir alır ya, pek işe yaramaz. Sadârete geçtikten sonra çıkan anlaşmazlıklarda kendisini koruyacak hali ve imkânı bulunmadığından istifa ile kurtulmaya çalışır.

Yeniçerilerin ve Sipahilerin ısrarı üzerine "kaydı görülüp" kesik başı kendisini destekleyen âsilere gönderilir.

İbşir Paşa'dan sonra Kara Murad Paşa 3 ay 9 gün, ondan sonra Ermeni Süleyman Paşa 6 ay 10 gün Vezir-i Âzamlık yaparlar. Denenmedik adam kalmayacaktır. Gelen gideni aratır olmuştu. En son Ermeni Süleyman da faydalı olamayınca düşünülen bir isim vardır ki, bu da Girit'te bulunuyor. Kendisi bir kahramandır. Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa.

Sultan Mehmed bir Hatt-ı Hümayun gönderir Deli Hüseyin'e. "Eğer senin vücudun Girit ceziresinde lâzım değilse, karadan gelesin. Eğer hareketinde din ve devlete terettüp edecek mahzur ihtimali varsa muhafaza hizmetinde olasın."

Deli Hüseyin Paşa'ya haberin gitmesinden altı gün sonra Siyavuş Paşa Vezir-i âzamlığının ikinci dönemine başlar; bir ay 22 gün sonra Boynueğri Mehmed Paşa görevi devralır.

Sadârette Köprülüler Dönemi (15 Eylül 1656)

Boynueğri de, 4 ay 19 gün sonra Köprülü Mehmed Paşa'ya mührü teslim eder. "Köprülüler Dönemi" onunla 15 Eylül 1656' da başlar...

Dördüncü Mehmed'in 8 Ağustos 1648'de tahta oturmasından bu zamana kadar geçen (15 Eylül 1656) 8 senede Sadâret mührü on beş defa el değiştirmiş, ancak şimdi, uzun süre taşıyacak sahibini bulmuştur.

Paşa'dan biraz bahsetmek gerekiyor; ama, daha önce bir olayı anlatmaya çalışalım, sonra Köprülü Mehmed Paşa'ya dönüp, iyiliğinden ve kötülüğünden birer sahne seyredelim.

Vak'a-i Vakvâkıyye

Sultan Mehmed'in ilk devrinde yaşadığı önemli olaylardan biridir, bu vak'a. Pâdişâhın pişmesini sağlamıştır. Yaşı da delikanlılık noktasındadır. (4 Mart 1656) Esnaf mal satmaya korkuyor. Hakiki değeri olan madenler rüşvetçilerin elinden yastık ya da toprak altına mahpus edilirken, asker maaşları düzenli verilemiyor, verilen paraların da ayarı çok düşüktü. Bundan asker de, alışveriş yapılan esnaf da memnun değildi. Çoğu zaman biribiriyle geçinemeyen Sipahilerle Yeniçeriler anlaşarak Pâdişâhı "ayak divanına" çağırmaya karar verirler. Kötü yönetimleriyle devleti perişan eden, rüşvet alan 30 kişinin ismini bir liste halinde takdim ederek pâdişâhtan kelle isteyecekler. Dediklerini yaparlar.

Alay köşkünün penceresine gelen 14 yaşındaki pâdişâh, Sultanahmed Meydanı'nı dolduran kalabalığın isteklerine boyun eğip, içlerinde Kösem Sultan'dan Turhan Sultan'a miras kalan Meleki Usta isimli kadının da bulunduğu 30 kişiyi âsilere teslimi kabul eder.

"Vakvak efsanevi bir ağaçtır. 100 arşın yüksekliğinde olan bu ağacın insan başına benzer yapraklan rüzgârda biribirine dokundukça vak, vak diye bir ses çıkardığı için bu isim verilmiştir."

Beş gün süren bu isyanda birer ikişer ele geçirilip öldürülen otuz kişi Sultanahmed Meydanı'ndaki bir çınar ağacında başları aşağı getirilerek teşhir edilmiştir. Cesetlerin birbirine -rüzgârda- dokunmalarıyla çıkan sesten dolayı bu vakaya da bu isim verilmiştir.

Gelelim Köprülü'ye... Arnavutluk'tan gelip Samsun'a yerleşen bir ailenin oğlu olan Mehmed, meşhur olduktan sonra, yaşadığı yere ismi verilen bir kişidir. Şimdi Samsun'un ilçesi olan Vezirköprü, adını ondan almıştır. Devletin alt kademelerinden yavaş yavaş yükselip vezirlik payesine erişen Mehmed Paşa'nın şahsiyeti pek parlak görünmez, biraz siliktir. Onu, ancak hususi sohbet arkadaşları tanır, iyi işler yapacağına onlar inanırlar. Bunlar Mimarbaşı Kasım Ağa, Tarihçi Solakzâde, Hemdemi Efendi ile meşhur seyyah Evliya Çelebi'dir. Dördüncü Mehmed henüz Validesi Turhan Sultan eliyle tayinler yaptığından, Mehmed Paşa'nın sadrazamlığa tayini tavsiye edilirse de, adı ortalıkta fazla dolaşmayan silik bir insanın ne yapabileceğini bir türlü anlayamayan Valide karar veremez.

Başka isimler üzerinde tartışılan bir gün, Kasım Ağa Köprülü'nün Kubbe vezirliğine tayinini temin eder. Geçen zaman içerisinde sık sık değiştirilen Vezir-i Âzamlar, makama uygun insanın bulunamayışındandır. Biraz daha iyi araştırıp "en münasibi bulunmalı" diye düşünülürken Kubbe Veziri Köprülü'nün adını söyler Kasım Ağa. Valide pek ciddiye almak istemez. Köprülü Mehmed Paşa cevvaliyet ve dirayet isteyen bu yüce makam için pasif görünür. Evliya Çelebi, o günleri İstanbul dışında Melek Ahmed Paşa'nın yanında yaşayan bir seyyahımızdır. Paşa'ya gelen bir haber üzerine aralarında geçen konuşmayı yazıyor. Şöyle:

"Kırım Sultanı Mehmed Giray Han'ın Çolak Dadaş isimli ulağı İstanbul'dan gelip Kırım'a giderken Paşa Efendimize mektuplar getirdi. Okuyunca Paşa, "garip şey" diye hayrette kaldı. Ve dedi ki:"

"Evliyam! Haberin var mı? Boynueğri Mehmed Paşa Sadaretten azledilip, Köprülü Mehmed Paşa Vezir olmuş!"

Bunun üzerine Mühürdar Osman Ağa:

"Gare... a., ne günlere kaldık ki, Köprülü gibi bir miskin, iki öküze saman vermeğe kadir olmayan adam sadrazam oldu!"

İşte Köprülü'nün dışarıdan görünüşünün aynası o zaman böyle!

Köprülü'yü Valide Sultan'la görüştürürler; Valide onun sadârete gelmesine, deneme mahiyetinde rıza gösterir. Köprülü'nün hemen atılacağını umar. Paşa hiç de meraklı görünmez.

"Şartlarım vardır, Sultanım" der. Sultan Valide şaşırır. Kul kısmının ne şartı ola ki? Talih güneşi üzerine doğmuşken, bulut aramanın manası mı olur! Valide Sultan, şartlarını soruyor yine de. Köprülü Mehmed Paşa anlatıyor:

"1. Huzur-u Hümâyundan ne telhis edersem kabul edilip reddolunmaya.

2. Rütbe ve tayinlerde müdahale olunmaya, azillere karışılmaya.

3. Vüzerâ ve vükelânın işlerine hatır karıştırılıp, otoritem sarsılmaya.

4. Aleyhimde konuşanlar çıkacaktır. Onları dinleyip de, beni dinlemeden hakkımda karar verilmeye.

Bu şartlar kabul edilirse; Allah'ın inayeti, duanız bereketiyle her işin üstesinden geliriz."

Valide Sultan'ın cevabı:

"Vallahilazim bu ricaların kabul olunur!"

Köprülü'nün şartları pâdişâha takdim edildiğinde; "Bu şartlara riayet olunmak üzere seni mustakilen Vezir eyledim, göreyim seni nice hizmet edersin." demistir. Bunun üzerine Köprülü ağlayarak: "Şevketlü Pâdişâhım, Allah ömrünüzü, devletinizi uzun etsin. Doğrulukla hizmetinizi görür, bu uğurda canımı veririm. Duanız bereketiyle Hak Teâla başarılar nasib eyleye." deyip huzurdan çıkar.

Sadrazamlık süresi 5 sene 1 ay 15 gün tutan Köprülü, bir rivayete göre 75, diğerine göre 85 yaşında idi. İhtiyarlığı, yapacağı icraata mani olmamış, dâhili ve haricî pek çok hadiseyi halletmek için delikanlılar gibi enerji sarf etmiş. Devlet Genç Osman zamanındaki gibi başıboş insanların tahakkümüyle inlerken, içeride hiç kimse huzur yüzü görmüyordu. Dışarıdan Venedik donanması Çanakkale Boğazını tutmuş, Türk gemileri geçemiyordu, hem de nice zamandır.

Köprülü Mehmed Paşa'nın iyilik hanesine yazılan icraatı çok fazladır. İktidarda kaldığı süre içerisinde dirliği, düzeni sağlayıp devlete kaybolan itibarını kazandırdı. Amma; günah hanesi de boş değil, Paşa'nın: "Mehmet Paşa, meşhur Kuyucu Murat Paşa'dan sonra Anadolu Türklüğünü ezen en müdhiş tiptir. Kendisine ve hattâ sadâretini vasiyet ettiği oğluna rakib olabilecek ne kadar siyaset ve idare adamı varsa hepsini idam ettirmiş, yüz kadar devlet adamı bu hunhar ve haris ihtiyarın kinine kurban gitmiş, bilhassa Girit'in şanlı serdârı Deli Hüseyin Paşa merhum gibi Şarkın ve Garbın hayran olduğu büyük bir milli kahramanı bigünah olarak idam ettirmekten çekinmemiş, bütün mazlumların 'emvalin müsadere' edip muazzam bir servet yapmış ve beş senelik sadaretinde 36 bin kişinin kanına girmiştir."

Ricaut Köprülü Mehmet Paşa'yla ilgili enteresan bilgiler veriyor. Bir Sadrâzamın şunları söylediğini yazıyor: "Paşalara hitap eden Sadrazam" kardeşlerim bildiğiniz gibi bu makamda ihtiyarlamak hemen hemen yok gibidir ve faziletin, itinalı ve kabiliyetli olmanın bir yararı yoktur, kısacası Sadrazamlar, ölmelerini çabuklaştırmak için Tanrı'nın kanat taktığı karıncalara benzer!" ... Nihayet şimdilik Sadrazamın babası ve vezirlerin en bilge ve yaşlısı olan Köprülü Mehmed Paşa söz aldı ve sürekli olarak tehlike içinde yaşayan bir Sadrâzamın yerinde kalması için Padişahın zihnini daima meşgul tutması ve dikkatini dış savaşlara çevirmesi gerektiğini belirtti."

Koca Köprülü ile söylenecek söz çoktur ama şimdi sıra onun nasihatlerini dinleyen oğlunda.

Fazıl Ahmed Paşa'nın Sadareti

Hatice Turhan Valide Sultan'ın sayesinde padişahın da hiç bir işine müdahale etmediği sadareti ölümle noktalanan Köprülü, muktedir bir padişah gibi saltanat sürmüştü. Sonrası da öyle oldu. Yerine oğlu Fazıl Ahmet Paşa geçti. Osmanlı tarihinin en genç sadrazamı olan Fazıl Ahmet Paşa 26 yaşındadır. Padişah ise 20 yaşının içinde.

Görelim bakalım İkinci Köprülü neler yapacak? Dördüncü Mehmed'i, Birinci Köprülü gibi rahat ettirebilecek mi?

Padişahımız Dördüncü Mehmed, Avcı Mehmed olarak da anılmaktadır. Avcılık merakı taht merakının önünde yürüdüğü, devlet işlerinden ziyade avlanmayı düşündüğü, dolayısıyla ömrünü avcılıkla geçirdiği için, bu lâkap ona uygun düşmüştür.

Dördüncü Mehmed, malûm olduğu üzere çocuk yaşta, babasının hal'i ile zoraki padişah yapılmış, devlet yönetimi önceleri Büyük Valide’nin nezaretinde vezirler ve ağalar tarafından yürütülüyordu, daha sonra kendi anası tarafından vezarete tayin edilen, bütün salahiyeti nefsinde toplayan Köprülü Mehmed Paşa idare etti. Padişah da, boş olan zamanını avcılıkla değerlendiriyordu. Bunun için İstanbul'dan daha uygun şartlan bulunan Edirne birinci tercihi idi. Hükümet merkezi olan İstanbul sadaret kaymakamına emanet, divan toplantıları bile Edirne'de yapılıyordu. Yaşlı Köprulü'nün sayesinde, padişahın keyfine diyecek yoktu. Edirne'de avlanma merakını giderecek ormanlar, yanında gönül boşluğunu dolduran Gülnûş Sultan vardı. Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa'nın esir alıp saraya hediye ettiği bu Rum kızının güzelliği, padişahı kendisine bağlayışı uzun uzun anlatılır. Biz padişahımızın hanımı ve bilâhare padişah anası olan bu sultanın sadece güzelliği, esirliği, Rum kızı olduğu hususlarını aktarıp geçiyoruz. Bir de padişahın bu sultana olan aşkının derecesini göstersin diye (Af. Çağatay Ulu-çay'dan naklen): "Avcı Mehmed Gülnûş'u çok seviyordu. Kendi oğullarını tahta çıkarmak için, bir ara kardeşleri Süleyman'la Ahmed'i öldürmek istedi; fakat Turhan Valide Sultan buna engel oldu. Gülnûş Sultan da Avcı Mehmed'i çok seviyordu. Bu yüzden eşinin hoşlandığı cariye Gülbeyazı denize atmak suretiyle öldürtmekten çekinmedi."

Başlamışken, pâdişâhın diğer kadınlardan da bahsedelim bari:

Gülnar Kadın: Hakkında pek bilgi yok.

Afife Kadn: Padişahın ona, onun padişaha şiirler yazdığı söylenir. Kitaplara geçen, onlara izafe edilen şiirler pek güzel değil, buraya almıyoruz.

Dördüncü Sultan Mehmed'in sarayda kadınlarla, arazide avlarla hoşça vakit geçirdiğini anlamış bulunuyoruz.

Dördüncü Murad da çocuk yaşta padişah olmuş, en netameli bir dönemde tahta oturmuş, pişe pişe yetişip devletin ipini eline almıştı. Onun Köprülü gibi Vezir-i Âzamı yoktu. Bu, belki de onun bir şansıydı! Dördüncü Mehmed'e sadrazam olan Köprülü Mehmed Paşa ve ondan sonra oğlu Fazıl Ahmed Paşa, çocuk padişaha iş düşürmeyecek kadar iyi yönetim sergiliyorlar, Dördüncü Mehmed de sere serpe büyüyordu. Bu sıralarda bilinen bir iş yapmıştır, o da babasının katili olarak deftere yazdırdığı 70 kişinin adları... ve ileride teker teker onların defterlerinin dürülmesi... Bunun dışında bütün zamanını sürek avlarıyla geçirip, devlet hazinesini mahvetmiştir.

Devlet zaaf içerisinde görünürse düşmanlar boş durur mu? İç ve dış gaileler meydana çıkmaya başladı. Sadaret değişikliği devamlı bir ısınma döneminde, boşlukla geçer, o zamanı değerlendirmek için düşman faaliyetleri artar, işte Fazıl Ahmet Paşa'nın sadârete geçişiyle Saruhan ve Aydın'da isyan hareketleri başladı; fakat Kaptan Mustafa Paşa, çoğunu kılıçtan geçirip isyanı büyümeden önledi.

Uyvar Seferi (12 Nisan 1663)

Avusturya Kralları Osmanlı Sultanı'nın valisi gibiydi, devir değişip de kimliklerini bulduklarında Osmanlı topraklarına kaleler yapmaya başladılar. Vezir-i Âzam Fazıl Ahmed Paşa Avusturya Seferi'ne çıktı. İstekler fazla değildi. "Yapılan kaleleri yıktırın ve Sultan Süleyman zamanında başlamış olan 30 bin altın verginizi vermeye devam edin." Avusturya sözcüsü, bilhassa altın işine sert tepki gösterip, der ki: "Bu olmayacak iştir. Çasar efendim şimdi böyle midir ki, Ali Osman Padişahına haraç vere; biz bunu kabul etmeyiz." İmparatorun elçisi Vezir-i Azama böyle diyebiliyordu. Diyordu ama Osmanlı ordusundaki ihtişamı görünce herhalde pişman olmuştu. Zaten Vezir-i Azamın da, "asıl niyeti para değil, Almanların gururunu kırmaktı."

Fazıl Ahmet Paşa; ordu erkânını toplayıp, üç yoldan hangisini tercih ettiklerini sorması üzerine "nereye emrederseniz oraya gideriz" cevabını almıştı.

Yanıkkale, Komaron veya Uyvar. Vezir-i Âzam Uyvar'ı uygun bulmuştu, karar oraya verildi. Elçiyi tekrar getirtip, şartları biraz hafiflettikten sonra da, elçinin: "Çasar efendimin sikkeli akçe vermeye rızası yoktur." demesi üzerine Vezir-i Azam Fazıl Ahmed Paşa:

"Mademki sulhe yanaşmadınız, biz işimizi biliriz; sen var Budin Kalesi'ne otur; zevk ve safada ol; hatırını hoş tut. Elçiye zeval yok; biz efendinin memleketine gideriz. Bakalım Allah ne gösterir?" diye elçiyi tekrar Budin'e yolladı.

Vezir-i Âzamın cevabı haşmetli zamanlardan akıp gelmişti. Sulha yanaşmayan İmparator, ordumuza, nicedir hasret kaldığımız bir büyük zaferi yaşatacaktı. Yine, evvelden olduğu gibi Türk akıncıları Morava ve Sizelya'dan Bohemya ve Avusturya'ya indiler. Olmütz çevresi, yani şimdiki Çekoslovakya'nın tam ortası harabe haline geldi. Olmütz, Viyana'nın 160 ve Budapeşte'nin 260 km. kuzey ve kuzeybatısındadır. Brotislava ve Viyana banliyöleri de yakılıp yıkıldıktan sonra Köprülüzâde 28 Ekim'de Uyvar önlerinden ayrıldı. Ancak akınlar Kasım, hatta Aralık aylarında da devam etti. 3 Aralık'ta Uyvar-Belgrad yolunu 1 ay 6 günde alan Orduyu Hümayun, Belgrad'a geldi. Köprülüzâde kışı Belgrad'da geçirecek ve baharda tekrar Almanya üzerine yürüyecekti."

Uyvar, böyle birkaç cümlelik anlatıma sığmaz. 58 sene önce fethedilip, Osmanlı tabiyyetinde olan Boçkay'a devredilmiş fakat bilahare Avusturyalılar almıştı. Önceden de temas edilmişti; bir yer bir kere alındıktan sonra öz mal sayılıyor, onun elden çıkması biraz da izzeti nefis meselesi yapılıyor. Eski malımız bildiğimiz Uyvar Kalesi muazzam bir hazırlıktan sonra çok kalabalık askerle muhasara edildi. Verilen rakamlar 120.000 Osmanlı askerinden başka, 100.000 Kırım askeri Harılan komutasında, ayrıca 15-20 bin Kazak atlısı Han'ın kardeşiyle gelmişti.

Avusturya elçisiyle Ösek konağında yapılan sulh görüşmesi netice vermeyince (3 Temmuz) hareket ciddileşti.

Budin Valisi San Süleyman Paşa Vesprem taraflarından külliyetli miktarda ganimet almıştı; bu haberin duyulması orduda sevinç yarattı. Sadrâzamın emriyle bir kale yapıldı ve bu kalenin yapımı dört günde tamamlandı. 8000 kişilik Türk öncü kuvveti Neutra Nehri'ni geçti. Uyvar Kalesi kumandanı aldığı yanlış bir rapor yüzünden köprünün ortadan kırıldığını sanıyordu. Üzerlerine yaklaşmakta olan Türk askerini kırmak için tam fırsattır düşüncesiyle hücuma geçti. Türk askeri savaş oyununu da hilesini de iyi bilir. Düşman askerini kandırmak amacıyla kaldırılan dubalar lüzum görünmesiyle beraber yerlerine konuldu. Nehri hızla geçen İbrahim Paşa ve Kaplan Paşa komutasındaki 20.000 asker öncü 8000 askere kavuştu ve üzerlerine gelmekte olan Macarlar'ın hiç şansı kalmadı. Yarıdan fazlası harp meydanında kalan düşman askerinden canını kurtaranlar vaktinde kaçmayı becerenler oldu. Kumandan Forgaç kaçanlar arasındaydı. Öldürülen Macar askeri 6000 kadardı ve 1000 askerle esir alınmıştı.

Uyvar'ın Muhasarası (17/18 Ağustos 1663)

Uyvar önüne varılıp, Kumandan Forgaç'a bir mektup gönderildi. Şöyle deniyordu mektupta:

"Pâdişah-ı rûy-i zemin hazretlerinin serdâr ve sipehsâlân sadrâzam, Forgaç'a i'lân eder ki: Uyvar Halife'i Müslimin nâmına teshir etmek için yer ******ürmez askere mâliktir. Eğer Macarlar bi'ttavvel rıza kal'ayı teslim ederlerse mal ve canlarına ilişilmeyecektir. Teslim etmedikleri takdirde, Hâlık'ı zemîn ve âsumân olan Mevlâ'yı Müteâl şâhid olsun ki cümlesi kılıçtan geçirilecektir. Macarlar kendilerine Pâdişâhın ne kadar şefkat etmekte olduğunu bilseler, uğrunda evlâdlarını kurban ederler. Vesselam..." (Bir eski kaynaktan Hammer.)

Kalede Türkçe bilen olmadığı için mektubu getirenler Macarca'ya çevirdiler. Kumandan dinledi. Elinden gelen bir şey yoktu. "Kale benim değil, efendinize cevabımı yarın veririm" dedi.

Türk tarafı kan dökülmesini istemiyor fakat Macarlar içinde kale teslimi kolay değildi. Beklenen müspet cevap alınamadı. Ertesi gün kurbanlar kesilip, dualar edildikten sonra sabah namazında toplar gümbürdedi. Buradan itibaren, savaşın sefahatini Hammer'den özetlemeye çalışıcağız: "Arslan Paşa Mitra suyunu Neuhausel hendeğine ******üren suyollarını kuruttu.

Kırım Hanı'nın oğlu Ahmed Giray 100.000 Tatar'la geldi; peşinden kardeşi Mehmed Giray 20.000 Kazakla göründü. Kaplan Mustafa Paşa gelecek imdat yolunu kesti. Muhasara ordusu pek şiddetli ateş ediyor, büyük bir kısmı isabet kaydedemiyordu.

Günlerce sürdü Türk tarafının ateşi; inatla savundu Macarlar. Sadrâzam Fazıl Ahmed Paşa bütün birliklere nezaret ediyor, birinden öbürüne durmadan metrisleri dolaşıyordu. Askerin şevkini daima uyanık tutmaya çalışan davul-zurna, trampet, dümbelek sesleri gece gündüz hiç susmuyor."

Uyvar'ın Teslimi (24 Eylül 1663)

Uyvar Kalesi döğüle döğüle halsiz kaldı. Bekledikleri yardım gelmedi. Markiler birer birer yaralandı. Türk tarafı umûmi hücuma hazırlanırken, 24 Eylül 1663'te kumandan teslim bayrağını çekti. Türk ordusuna bir elçi gönderen kumandan teslim şartlarının görüşülmesini istedi. 8 madde üzerinde anlaşmaya varıldı.

1. Mal ve canlarına dokunulmayacak.

2. Tatarların yüzünü görmeyecekler.

3. Eşyalarının nakline 1000 kadar araba verilecek.

4. Kaleyi iyi müdafaa ettiklerini bildiren bir belge imparatora verilmek üzere hazırlanacak.

5. Macarlar kaleden çıkmadan Osmanlı askeri girmeyecek.

6. Zahire verilecek.

7. Yaralılar iyileşene kadar kalede kalabilecek.

8. Kaleden ayrılışlarında bayraklarını açıp trampetlerini çalabilecekler.

Sadrâzam bütün teklifleri sükûnetle dinledi. Sekizinci teklife taaccüp ederek:

"Böyle yapmaya utanmazsanız yapın tabıhanenize (bando muzika) düğün borularınızı çalın ve bayraklarınızı açın." dedi. Diğer şartlardan makul, olanlar olduğu gibi kabul edilirken, makûl olmayanlar biraz törpülendi. Onlar çekip gitti. Kale Türk askeriyle tahkim edildi.

Uyvar Önünde Bir Türk Gibi

Uyvar'ın fethi geniş akisler meydana getirdi. Bu olaydan sonra o kadar çok eser yazıldı ki daha önce hiçbir savaş için böylesi görülmemişti. "Uyvar kalesine o kadar üstün kuvvetlerle hücum edilmiş, muhasara o kadar şiddetle idare edilmiş, o kadar çok sürmüştür ki, bu gün bile Avusturya-Macaristan'da (tabii ki Hammer'm zamanında) çok gayret gösterildiğinden ve sarsılmaz bir mukavemet gösterildiğinden bahsedilmek istenirse 'Uyvar önünde bir Türk gibi' derler."

İki İdam

Fazıl Ahmed Paşa da babası gibi af sözünü sevmeyen bir sadrâzam. Evliya Çelebi Seyahathamesi'nde bütün safhalarıyla anlatılan iki idam olayı, burada en kısa biçimde ifadeye çalışılacak. Reisülküttab Sâmizâde ve damadı İbrahim Paşa'nın Fazıl Ahmed Paşa'dan gördüğü cezaya sebep şu. Sâmizâde pâdişâha bir mektup yazasıymış, diyesiymiş ki. "Benim damadım sadârete lâyıktır, mührü Fazıl Ahmet Paşa'dan alıp ona vermeniz münasip olur." Bu mektup sadrâzamın eline geçmiş. Samizade'nin birisinin düşmanlık için böyle bir oyun oynadığını, kendisinin asla bu niyeti taşımadığını yalvararak anlatması hiçbir işe yaramamış ikisinin de başı kesilmiştir. Bu idamlar fetihten dört gün önce olmuştur.

Diğer Bazı Kalelerin Alınması Novigrad Fethi

Vezir-i Âzam Uyvar'ın fethiyle ününü pekiştirdi. 26 yaşında sadrazam olup 28 yaşında dünyada yankı yapan bir zaferin komutanı olmak elbette gururunu okşadı. Yaptığı işi sağlamlaştırmak için etraftaki Polanka ve kalelerinde alınması lâzımdı. Kuvvetler sevk ederek fetihlere devam emri verdi. Alınacak kalelerin en mühimi, söz edilmeye değeri Novigrad Kalesi idi. Azimli ve güçlü bir muhasaradan 27 gün sonra teslim alınabildi. Bu küçük zafer de kâr hanesine geçti.

Uyvar'ın fethinde gösterdiği fedakârlıkla değeri artan Kırımlılar boş durmadı. Onlar için zaten en mühim hareket tarzı akıncılıktı. Burada da sevdikleri işe memur edildiler. "Moravya ve Silezya ile Macaristan'ın Avusturya işgalindeki arazisini yağma ve tahrip ederek 80 bin esir aldılar.

Mevsim kışa yürüyordu. Ordu göçmen kuşlar gibidir. Soğuklar havayı işgale başlayınca, akınlardan sılaya dönüş zamanıdır. Serdar-ı Ekrem Fazıl Ahmed Paşa 9 Kasım'da Belgrad kışlağına harekete geçti.

Sigetvor'ı Düşman Kuşatması (25 Ocak 1664)

Avrupa'nın ortasında sahip olunan memleketlerin, kalelerin muhafazası kolay değil. Kış geldi diye ordunun Belgrad'a çekilmesinden biraz sonra Avusturya İmparatoru'nun askeri Mur ve Drava üzerine harekete geçti. 21 Ocak 1664'te İmparatorluk Ordusu Kumandanı Graf Wolf Julius von Hohenloche 6000 piyade ve 1000 süvari ile Macaristan Ordusu Kumandanı Pouchard 12.000 Bavyeralı Kont Leslie 700 piyade 6 bölük süvari ile Serinwar Kalesi yanında toplandılar. Toplam asker sayısı 20.000'i buldu. Hammer'in verdiği rakam böyle ise de Uzunçarşılı’ya göre düşman askeri 30.000 idi. Bu askerler Sigetvor'a yakın bazı Palankaları zaptedip halkını esir aldılar. Daha sonra Sigatvor'ı kuşattıkları duyuldu. Derhal hazırlık yapılıp üzerlerine gidildi. Üç taraftan kuşatılan düşman, vaziyetin fena olacağını anlayınca terk etmeyi selâmet saydı. Vaziyet düzelir düzelmez Vezir-i Âzam tekrar Belgrad'a döndü.

Barış yapılması için girişilen teşebbüsler netice vermedi. Yeni bir sefer için ilkbaharın beklenmesi karan alındı. Yeni seferin Serdar-ı Ekremli görevi, pâdişâhın gönderdiği bir Hatt-ı Hümâyun da yine Vezir-i Azama verildi.

Vâni Efendi

Belki IV Mehmed devrinin önemli simaları başlığı altında Vani Efendi'den de bahsetmeliydik. Hammer özel bir bölümde anlattığı için, onu takliden biz de aynı yolu takip ediyoruz.

Hammer'e göre Vâni Efendi şeyh ve vaiz idi. Edirne ve İstanbul'da Osmanlı askerinin muzafferiyesi için öteden beri yapılan dualar devam ediyordu. Müfti Minkarizâde Yahya Efendi ile vaiz Şeyh Vâni Efendi arasında şiddetli bir çekişme oldu. Sebep; Müfti duanın cami içinde yapılmasını isterken, Vâni Efendi bütün halkın işitebileceği geniş bir meydanda, açık havada yapılmasını istiyor. Müfti, duâ nerede yapılırsa yapılsın Allah nezdinde makbul olacağını savunsa da galibiyet Vâni Efendi'de kaldı. Çünkü zât-ı Şahanenin teveccühü Vâni Efendi'den yana idi.

Hammer bu basit meseleyi anlattıktan sonra biraz, Vâni Efendi'ye tarizde bulunuyor. "Sofuların ve Hıristiyanların şiddetli düşmanı idi. Riyakârca bir taassub gösterir, halka telkin ettiği şiddetli kaideleri asla kendine tatbik etmek istemezdi." diyor. Onu gözden düşürmek için bir hikâye anlatıyor Hammer.

Ahablanndan biri Vâni Efendi'ye sormuş: "Sultanım! Zühd ve takvada emsalsiz olduğunuz malûm; lâkin dünyaya ve nazik cariyelere, inci ve cevahire samura rağbetinizin sırrına eremedim."

Vâni Efendi'nin cevabı çok ağdalı ve uzun. En anlaşılır ve kısa bir bölümü şöyle:

"Behey nâdân! Her şey herkes için aynı değildir. Bir şey seninle bana aynı durumda olmaz. Meselâ! Yemek yerken diş arasına giren et parçasını sen zor kullanarak yerinden çıkarır yutarsın, sana mekruh olur. Ben nazikâne dil hareketi ile kurtarıp yutarım bana helâl olur?"

Hammer, kötülediği Vâni Efendi'yi -herhalde- Hıristiyanları sevmediği için aşağılayıp, dalga geçerek keyifleniyor. IV Mehmed'le beraber oluşunu, onu av ve harem hayatından uzaklaştırmaya yanaşamayışını kusuru olarak sıralıyor.

Vâni Mehmed Efendi Türkiye'de tefsiri ile meşhurdur. Bugünkü dile aktarılmayan Arapça tefsirinin adı "Arâis-ül Kur'ân ve Nefais-ül Furkan"dır. Birçok Arapça tefsirlerin ısrarla Türkleri Ye'cüc ve Me'cüc yapmaya çalışmasına karşılık, Vâni Efendi bu yanlış görüşü çürütmüştür; zaten çürüktü ya...

Vâni Mehmed Efendi Mâide Sûresi'nin 57-58. Âyetlerini Feth Sûresi'nin 16. âyetini, Muhammed Sûresinin 40. Âyetini yorumlarken Türk milletine büyük öğünç payesi çıkarır. İsabetli midir değil mi? Erbabı tartışsın. Amma bizim bildiğimiz Vâni Efendi Hammer'in anlattığı gibi değil.

Biz Vâni Efendi ile oyalanırken Osmanlı Ordusu Belgrad'da, kışı, dinlenerek ve savaşa hazırlanarak geçiriyor. Kararlaştırıldığı üzere ilkbaharla beraber harekete geçilecek. İlkbahar, çimenlerin, ağaçların yeşerdiği, tomurcukların patladığı, meyve fidanlarının toprağa kök salmak üzere dikildiği mevsim. Aynı zamanda Türk ordusunun Avrupa'da kökünü güçlendirme mevsimi. Bir gün çürüyeceği akla getirilmeden, tıpkı tarlaya tohum saçılır gibi...

Uzaklarda, ölmek ve öldürmek yaşamanın tek yolu hâline gelmişse, bu iki tarafın da kana susamışlığından değil, o devrin şartlarındandı. Paşalar ordu başında, cephelerde cenk ederken, pâdişâh cins atları, tazıları ve de yanında ahu gözlüleri olduğu halde başka bir cenk peşinde terliyordu. "Avcı Mehmed" denmesini sevmese ne çıkar, ona bu isim provayla dikilmiş elbise gibi uyuyordu.

Avcı Mehmed 1642 doğumlu. 1/2 Ocak Perşembe günü sabaha karşı dünyaya gelmiş, altı yaşının içinde taht sahibi olup pâdişâh olarak büyümüştü. 1664'te 24 yaşında Uyvar'ın fethi müjdesini aldığında şevki bir kat daha artmıştı. Yeni müjdeler bekliyor, bekleyecek hem de uzun zaman...

Yeni Camii'nin İbâdete Açılışı (8 Şubat 1664)

9 Nisan 1598'de temeli atıldı. Üçüncü Mehmed'in anası Safiye Sultan yaptıracaktı. Birçok aksilikler çıktı; inşaat işi uzadı. 1605'te Safiye Sultan öldü; inşaat durdu. 22 Temmuz 1661'de IV. Mehmed'in anası Hatice Turhan Sultan masrafın üstlenip, yarım kalan inşaatı hızlandırdı. 8 Şubat 1644 Cuma namazıyla ibâdete açılışında Pâdişâh, validesi ve bütün devlet adamları hazır bulundu. 46 seneyi bulan muhataralı ve biraz da maceralı yolculuk fakir fukaraya altın-gümüş paralar dağıtılarak kutlandı.

Dördüncü Mehmed'i mutlu eden bir camiyi ibâdete açma merasiminin dört ay sonrası, istikbâlin İkinci Mustafa'sı dünyaya geldi; pâdişâh bir kere daha sevindi. Rabia Gülnûş Sultan şehzade anası olarak, Padişahın gönlündeki tahtını sağlamlaştırdı.

Alman Seferi

İmparatorluk başkenti pâdişâhın sevincine tempo tutarken uzakta bir savaş yaşandı. Geçen sene üstün Türk gücüne mecburen boyun eğen düşman tedarikliydi. Dinî duygulan öne çıkaran Papa, Hıristiyanlık adına yaptığı çağrılarda İspanya, Fransa ve Almanya'nın yardımım Avusturya'nın önüne serdi. Kanije 60.000 kişilik düşman kuvveti tarafından muhasara edildi. Kanije Beylerbeyi Hasan Paşa (Tiryaki Hasan Paşa 61 sene önce idi) kuvvetli düşmanı 36 gün oyalamış, yıpratmış, Vezir-i Âzam muhasarayı haber alıp yola düştüğünde, düşman da kaçış yoluna girmişti. Hasan Paşa'nın kahramanlığından hoşnutluğunu göstermek isteyen Vezir-i Âzam onun "Panter olan lakabını Yensur (yardım eder) olarak değiştirdi, bu değişiklik bütün orduya duyuruldu."

Sadrâzam Fazıl Ahmed Paşa imparator ordusunu takibe koyuldu. Koyun ağılına benzetilen ama sonradan kullanışlı bir kale haline getirilen Serinwar önüne gelindi. Mur Nehri'ni geçen birçok yeniçeriden kimi düşman tarafından öldürüldü kimi nehirde boğuldu. Bir hayli zayiatın sebebi olan Kont Strozzi fazla sevinçli olamadı, zaferini tadamadı bir kurşunla can verdi. Onun ölümü üzerine Mareşal Montecuculli orduya iştirak ederek başkumandanlığı aldı.

Birleşik orduda kumandanlar şan alma yarışında. Hohenloc, Kodori, Zirini, Batani, Madasdi ve zabitler, asil olan olmayan, küçük büyük hepsi elinden geleni yaptıysa da, bir kısmı can vermek, bir kısmı da kale vermekten kurtulamadı. Serinwar zaptedildikten sonra yakıldı.

Sadrazam Serinwar'dan sonra Yanıkkale üzerine yürüdü. Küçük Komern muhafızlarına teslim olmalarını söyledi. Direnecek halleri yoktu, birkaç şart ileri sürdüler. Sadrâzam onların Babacsa ve Benzencze müdafilerine kış ortasında yaptıkları zulmü hatırlatıp, bir şey istemeye hakları olmadığını söyledi. Müdafiler 200 kantar barutla 4 topu bırakıp gitti. Kale havaya uçuruldu.

Aynı çevrede birbirine yakın kalelerin alınıp imha edilmesiyle asıl hedefe yaklaşılıyor. "Lewenz 'Muharebesi' Hammer'e göre Ali Paşa 23.000 kişilik kuvvetiyle Suçhes'in 12.000 kişilik ordusuna dayanamamış, bozulmuştur. Burada 6.000 şehit verilmişti. Ali Paşa dâhi şehitler arasındaydı.

Sulh Görüşmesi

Sürpriz kayıplar sayılmazsa, Osmanlı ordusu istediği kaleyi alıyor; yıkıyor, yakıyordu. Şehirlerde akın hareketleri yapılabiliyor; bu da, düşman devletin hayrına olmuyordu. Papa'nın teşvikiyle bir araya gelen birleşik devlet orduları da, Türkleri durdurmaya güç yetiremedi. Avusturya'nın hudut kumandanları imparatorlarına Türklerle barışılması için müracaat ettiler. Çekilen kıtlık, ayrıca durumlarını zora soktuğu için makûl karşılanan teklif, Başvekil tarafından bir mektupla Vezir-i Azama bildirildi. Avusturya’nın murahhası Osmanlı ordusunda bulunan kapı kethüdaları Simon Reninger seçilmişti. Türk tarafı da murahhasını seçti. Uzun müzakerelerden sonra on madde üzerinde mutabık kalındı. Yalnız, tespit edilen ve üzerinde anlaşma sağlanan maddelerin geçerliği imparator ile padişahın tasdikinden sonra başlayaca¬tı. İki devlet başkanının kabul etmesine kadar geçecek sürede Osmanlı ordusu serbest idi.

Sen-Gotar Muharebesi (1 Ağustos 1664)

Sen-Gotar Macaristan ve İstirya hududu üzerinde, "Roab ve Lofintz nehirlerinin birleştikleri ve Roab'dan çok uzak olmayan bir mahalde Sen-Gotar Manastırı vardır." (H., c. 6, s. 131) Bu savaş, söylenen manastırın yakınında geçtiği için aynı adla anılmıştır.

Daha önce yapılan barış antlaşmasında iki tarafın pâdişâhı ve imparatoru tasdik edene kadar serbestlik vardı. Vezir-i Âzam bulunduğu yelden hareketle Roab Nehri kenarına geldi. Burada Feld Mareşal Montekukuli (Montecucali) ile karşılaştı. Mareşalin maiyetinde Alman, Fransız, İspanyol ve diğer birleşik ordu kuvvetleri mevcuttu.

Osmanlı Ordusu'nun suyu geçme mecburiyeti vardı. Nehrin geçite elverişli bir yeri olmalıydı, bunun için arayışa geçildi. Sen-Gotar'ın bir saatlik yukarısında dört atlının yanyana geçebileceği bir geçit bulundu. Burada suyun derinliği at üzengisine kadardı. Bu dar geçitte bir köprü kuruldu. Maalesef, yapılan köprü ilk asker geçişinde yıkıldı.

Daha sonra yapılan köprüden Bosnalı İsmail Paşa kumandasında bir miktar asker geçti. Üç bin yeniçeri ile üç bin süvariden meydana gelen ilk kuvvetin köprüyü geçişi düşman tarafına panik havası verdi. Hemen bir miktar askerin daha geçişi sağlanınca karşı yakada 10.000 Türk askeri toplandı.

İlk geçen askerle harbe tutuşulmuş ve karşı taraf üstünlük sağlamak üzereydi; ikinci asker geçişi mevcudu artırınca Osmanlı Ordusu galibiyete yaklaştı. Montekukuli'nin "askerleri kaçıyor, en değerli kumandanları Türklerin kılıçları altında can veriyordu; kendisi ise mizacının dehası icabı sahip olduğu soğukkanlılıkla püskürtülen askerlerini toplamaya çalışıyordu."

Osmanlı Ordusu kendini galip mevkiinde görmeye başlamışken, İmparator ordusunun cenahları muharebeyi yeniden canlandırdı. Birleşik ordunun canlanma sebebi Roab suyunun taşmasına bağlanabilir. Kendileri birçok devletin askerleri olarak mevkilerinde rahat savaşabilirken, yağan yağmur nehir suyunu taşırmış olup, Türk askerinin kalan kısmı savaş meydanına geçememişti. 10.000 kadar Türk askerinin karşısında en az 50–60 bin kişilik düşman kuvveti savaşıyordu.

Türk askerinin kumandanı Bosnalı İsmail Paşa ve bazı paşalarla beraber bir hayli şehit verilmişti. Ayakta kalanlar canlarım kurtarmak için geri çekilmeye başlayınca esas bozgun meydana geldi.

Hayatta kalanların hepsi geçit yerine yığıldı. Bu demekti ki, düşman bütün gücüyle bir noktayı vuracak; nitekim öyle oldu. Çok az sayıda askerimiz karşı yakaya geçebildi, büyük kısmı suda boğularak şehid düştü.

Bu olayın Batı kaynaklarına yansıması, gerçeğin bir hayli abartılmış halidir. Onlar 6000 karada, 8000 suda öldü diyerek Türk şehit sayını 14.000 gösterirler. Hatta yekûnunu 25.000'e çıkaranlar bile var. Tabii, bunlar doğru değil. Zaten suyun diğer yakasına geçen asker sayısı 10.000 idi. Batılıların verdiği rakamlar, kendi canlarının istediği gibidir.

Avrupa'nın mübalağalı rakamları kendi şanlarını artırmak içindir. 60 bin kişinin 10 bin kişiyi yenmesi zafer sayılmayacağı için, düşmanlarını kalabalık gösterme yansına girmişlerdir.

Bu savaşın Türk tarafı için kesin yenilgi olduğuna inkâr mümkün değil. Hammer'in anlattığı Sen-Gotar Muharebesi, kendisine göre çok zevklidir. Bir yerde şöyle diyor: "Köprülü Dük de La Feuillad'ın kumandasındaki Fransızlar gelirken, bunların pudralı yapma saçlarını görünce:

'Bu genç kızlar kimdir?' dedi.

Fakat bu dediği genç kızlar, o dehşet verici 'Allah!' sedasından korkuya kapılmayıp, onlar da 'Yürüyelim! Yürüyelim! Öldür! Öldür!' diyerek Türkler'in üzerine hücum ettiler. Can pazarından kurtulmaya muvaffak olan yeniçeriler, uzun seneler sonra bu 'Yürüyelim! Yürüyelim! Öldür! Öldür!' seslerini ve Dük de La Fe-uillade'a vermiş oldukları 'Fulâdi' (Çelik Adam) ismini hatırlamakta idiler."

Burada iki taraf arasındaki fark gözden kaçmıyor. Türk tarafı, yaptığının Allah nzasına uygunluğu düşüncesiyle "Allah! diye bağırıp Allah'tan yardım isterken, diğer tarafın çıkardığı ses öldür! öldür! oluyor.

Türk askerine yenilmekten bıkan Avrupa'nın bütün kumandanları verdikleri bir şehire karşılık, aldıkları bir arsanın bayramını yaparlar. Sen-Gotar galibiyetiyle sarhoş olan "Süvari generali Jean Sport başı açık olarak yere kapanıp yüksek sesle:

"Ey gökyüzündeki büyük kumandan! Eğer bu gün evlâdın olan Hıristiyanlara yardım etmek istemezsen, hiç olmazsa Osmanlı erkeklerine de yardımcı olma ki, memnun ve mütebessim olasın" diyordu.

Başkumandan Montekukuli'nin ruhundan yansıyan bayram neşesi, dini içeriği olan konuşmalarda görüldü.

Vasvar Sulhu (10 Ağustos 1664)

Daha önce hazırlanan barış şartları ancak savaştan sonra yürürlüğe geçti. Avusturya'nın isteğiyle yapılan barış anlaşması tasdik için imparatoru ve pâdişâha gönderildiydi. Onların onayını alıp gelene kadar savaşlar devam etti. Anlaşma on madde idi. Sen-Gotar'da yenilen Osmanlı Devleti barış anlaşmasında galip gibiydi. Avusturya İmparatoru Pâdişâha hediye -belki rüşvet- vermek zorundaydı ve bu anlaşmanın maddelerinden biriydi.

Birkaç Aykırı Sahne

Göğsümüzü kabartan devirlere benzeyen ve Vezir-i Âzam Fazıl Ahmed Paşa'yla Dördüncü Mehmed devrini güzelleştiren günlerden bir sahne, enteresandır.

Fransa geçmişi unutmuş, Osmanlı Türk Devleti'ne saygısını yitirmiş, yaptıkları bir yanlışın cezasını çekmeleri gerekiyordu.

Türk ordusu Kandiye muhasarasında iken, Fransa diğer Hıristiyan devletlerden daha fazla bize karşı cephe almış, bu yüzden de notu epeyce kırılmıştı. Dördüncü Mehmed Yenişehir'e geldiğinde 14. Lui'nin oğlu Büyükelçi Lahey'i kabul etmişti. Lui'nin oğlu babasının Osmanlı Devleti'ne kırgın olduğunu, İstanbul’dan büyükelçisini çekip, maslahatgüzarla yetinmek istediğini söyleyince, padişah sinirlenip, konuşmayı kestirdi, gerisini dinlemek istemedi. Ve dedi ki: "Şikâyetin varsa, sadrâzama vekâlet eden Rikab-ı Hümayun Kaymakamı Paşa'ya söyle!"

Lahey, Paşa'ya gider; Paşa yüz vermek istemez, kendisinin şikâyet dinlemeye selâhiyetli olmadığını ileri sürer ve Pâdişâhın peşinde buralara niye geldiğini sorduktan sonra konuşacağı kişinin İstanbul'daki Sadâret Kaymakamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olduğunu söyler. Büyükelçi her adımda biraz daha küçülmekte ve ne yapacağını bilemez haldedir. Çaresiz, İstanbul'un yolunu tutar. Merzifonlu'yla görüşmek de o kadar kolay olmasa gerek! Bekler Lahey, epeyce bekler; Paşa bir gün çağırır huzuruna, derdini sorar. Büyükelçi anlatır, Paşa dinler ve konuşur; büyükelçiyi şaşırtan sözler sarfeder: "Senin şikâyetin çok önemlidir. Muhatabın ancak sadrâzam olabilir; onun için doğru Girit'e gidip Fazıl Ahmed Paşa'yla görüşmeye çalış."

Yılmaz Öztuna'dan aldığımız bu sahneye Hammer'in yorumu, "Avrupa'nın güneş hükümdarı, geleneksel Türk dostluğunu hafife almanın cezasını böyle tahkir edilerek çekmektedir."

Biz, Sultan Dördüncü -Avcı- Mehmed'in padişahlığına ait olayları bulup anlatmaya çabalıyoruz. Birinci hedefimiz, devletin başındaki insanların hayatını anlatmak, icraatlarını gözler önüne sermekti.

İşte Sultan'ın bir işi:

Huzura hesap vermeye gelen Filistin ve Lübnan Beylerbeyi Şerhi Mehmed Paşa'nın duyduğu, duyup da titrediği ilk söz: "Behey asılacak, ben sana o vilayeti viran etmek, ahâlisini perişan eylemek içün mü virdüm?" Paşa'nın seyrettiği son sahne, duyduğu son söz pâdişâh sözüdür. Birazdan boynu vurulur.

Sultan Mehmet ağırlığını hissettirince, cezasında bile tat aranmaya başlanıyordu. Meselâ yukarda anlattığımız büyükelçinin çektiği sıkıntılar yine Hammer'den Ata Bey tere. Y.Ö. naklen: "Fransa elçisi dayak yedikten sonra tekrar İstanbul sefaretine rağbet eylediğinden, o zamanın dayaklarında bir lezzet-i mahsusa almak gerektir." diye, dalga geçiyor. Dindaşı Hammer diyor bunu.

Yine o

Link to comment
Share on other sites

Fazıl Ahmed Paşa'nın Ölümü Merzifonlu’nun Sadâreti

Dördüncü Mehmed'in rahatça saltanat sürmesini sağlayan baba Köprülü'den sonra, oğul Köprülü de hayata veda eder. (2/3 Kasım gecesi 1676) 15 senelik sadâretinde iyi iz bırakan Paşa, vefatında 41 yaşındaydı.

Yerine, kardeş gibi bir arada büyüdüğü eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa geçer. İ.H. Uzunçarşılı'ya göre, Fazıl Ahmed Paşa vefat ederken yanında bulunan kardeşi Fazıl Mustafa Bey mühr-ü hümayunu Paşa'nın boynundan alarak Padişaha ******ürmüş; Padişah da Kara Mustafa Paşa'yı yanına çağırıp: "Seni kendime vekil-i mutlak ve cümle ibadullahı sana emanet eyledim" diyerek, mesuliyeti yeni Vezir-i azama yüklemiş. Çok haşin ve gururlu olduğu söylenen Merzifonlu'dan etrafındaki insanlar rahatsızdır ama onun için; çok zor adam beğenen İsmail Hami Danişmend bile "Osmanlı tarihinin en büyük vezirlerindendir" diyor.

Cehrin Seferi (14 Ağustos 1677)

Doresenko adlı, Kazakların hatmanının kalleşliği ile Ruslara teslim edilen Cehrin Kalesi, Dördüncü Mehmed'in canını sıkıyordu. Rus Çarı'ndan gelen bir nâme dostluktan bahsediyor olsa da Çehrin'den hiç söz etmiyordu. Pâdişâh kendisine ait olan bir kalenin işgalinden sonra nasıl dost kalınacağını anlayamaz. Çar'a bir haber gönderip, der ki:

"Nâmenizin cevabı Cehrin önünde verilecektir." Bu savaş ilanıdır, çok tehlikeli bir savaşın ilanı.

Sonunda, zor geçen ama kazanılan savaş yapılmıştır. Bu savaşın ehemmiyeti, küçücük bir kalenin fethinde değil, tehlike olmaya başlayan Ruslara darbe vurulmuş olmasındadır.

"Pâdişâhın da bu savaşa iştirak ettiği söylense de Tuna nehrini geçmeyip, beri yakada avlanarak oyalanmıştı."

Enteresan Birkaç Çizgi

Dördüncü Mehmed'in avlanması mevzuunda Hammer'den biraz alıntı yapmak zaruri oldu. Sadece avla değil, başka sahalarla da ilgilenen pâdişâh, hiç kimsenin dikkatini başka sahalara çekememiş. Amma Hammer "IV. Mehmed'in Edebiyatla İştigali" diye bir başlık atmış kitabına. Abdi, iç oda hademesi fakat kalemi kuvvetlidir. Pâdişâh onu zamanın vakalarını yazmaya memur etti (Vakanüvis). IV. Mehmed'i en iyi anlatan eserin Abdi'ye ait olduğu söylenirse de, biz onu, anlatanlardan öğreniyoruz. Doğrudan Abdi'nin tarihini görmeden, ikinci elden nakledeceğiz:

"Sultan Mehmed bir gün bir tavşan takip ediyordu. O esnada doğurmakta olan bir ineği seyre daldı. İnek sahibine İslâmiyete girmesini teklif eden Padişah müspet cevap alarak onu Kapıcıbaşılığa tayin etti. Bir başka gün bir yaban domuzu ve pars avlayan Pâdişâh bunların da tarihe kaydolunmasını istiyordu ki kaydolunmuş." Pâdişâhla Abdi arasında geçenler uzar gider; biz birkaç seçme ile iktifa edeceğiz:

Müverrih (Abdi) hastalandığında pâdişâh onu ziyaret eder, hatırını ve ne yazdığını sorardı. Yine bir gün: "Bugün ne yazdın?" diye soran pâdişâha Abdi'nin yazacak hiçbir mühim vâk'a görmediğini söylemesi enteresan bir vak'aya sebep oldu. Zavallı Abdi, pâdişâhın ciridiyle yaralandı. Bundan sonra Avcı Mehmed Abdi'ye dedi ki:

"Şimdi yazacak bir şey var mı?"

Abdi'nin esas arzusu nişancı olmaktı. İyi tuğra yazmak bu mesleğin nişanesi sayıldığından, pâdişâh Abdi'nin -müsaade ile- yaptığı tuğrayı görüp beğenmişti. Sonunda Abdi muradına erecektir de biz bu konuyu uzatmayacağız.

Viyana acı acı kendine çağırıyor; şimdi, bütün safahatını özetleyeceğimiz Viyana macerasına geçiyoruz. Birinci şahsı Kara Mustafa Paşa olan bu acı maceranın anlatımında arada bir şiddeti ve para hırsı öne çıkarılan Merzifonlu için söylenenlerin, bir mağlûba atılan iftira olma ihtimali unutulmamalıdır.

Viyana

Üçyüz senedir ne zaman tarihe dalsak Viyana kapkara bir sayfa olarak yayılır önümüze, bir tarafta en büyük geri adımı attığımız bozgun, bir yanda Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa ve yüreğimizin bütün yufkalığıyla Viyana'ya üzülürken, iftihar ettiğimiz Merzifonlu'ya acırız; hainlere ise kinimiz alevlenir...

Son dönemlerinde cihangir pâdişâhlara hasret kalan milletimiz, biraz da Allah'ın lütfüyle ihtişamlı günler yaşamaya başlamıştı. Ne gariptir ki, Dördüncü Mehmed'in çocukluk yıllarında hükümran olamaması, daha sonra da avcılığı her şeyden öne çıkarması bile devletteki büyümeyi durduramamıştır. Buna, sadarete geçen Köprülü Mehmed Paşa, sonra Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa sebep olarak gösterilebilir. Şimdi de, yine onlardan sayılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa devletin kaderine hâkimdir. Devlet cihanın bir numaralı devletidir.

Hayatın hiçbir safhası hatayı affetmez; hele de devlet hayatı kırk düşünüp bir hareket etmeyi gerektirir; yoksa düşüş öyle acı olur ki, hiç kimse ayağa kaldırmaya kadir olamaz. Avrupa Hıristiyan devletlerinin kralları Osmanlı pâdişâhının dengi değildi. Padişahın tayin ettiği Vezir-i Âzamınn da dengi değildi. Bazen vezirlerle muhatap olmaları onlar için gurur vesilesi sayılıyordu. İşte böyle bir zamanda Tökeli İmre adlı bir Macar asilzadesini Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa kral tayin eder. Ne muhteşem bir şey!

Fakat, bu Tökeli'nin "Vezir-i Âzamı Macar altınlarıyla avladığı" söyleniyor. Paşamızın para konusunda zaafı olduğu, bir de vicdanen zaaf sahibi olduğunu anlatıyorlar; ayrıca gaddar olduğu iddiası da eksik değil. Şan-şöhret için maceralara atılmaktan da çekinmezmiş. Tökeli İmre de biraz maceraperest görünüyor. Osmanlı Devleti'nin himayesini her kapıyı açan anahtar olarak gören Tökeli, Avusturyalıları durmadan taciz eder. Onlar şikâyetini Vezir-i 'Azama yapar; Vezir-i Âzam: "Memleketlerini almak isteyene karışmayız" diye cevap verir.

Tökeli'ye ait bazı yerler Avusturyalıların eline geçmiş imiş. Şimdi, "hazır Osmanlı gücü arkamda iken topraklarımı neden almayım" diyen Tökeli haklıdır; Osmanlı'ya yükleyeceği fatura umurunda bile değil. Yine, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi bir hami mevcutken tadını çıkarmaya devam eden Tökeli İmre, sık sık san altınlarla Merzifonlu'yu mest etmeyi unutmaz. Ve Merzifonlu'nun en mest halinde isteyeceğini ister.

Avusturyalıların elinde Macarlara ait üç kale bulunmaktadır, bunların geri alınması için devletin yardımı lâzımdır. Merzifonlu, Avusturyalılarla önceden yapılmış bulunan anlaşmanın bitmesine iki sene olduğu halde, Tökeli'nin arzusunu kabul eder.

Avusturya ile Tökeli için, Tökeli'nin yanında Türk askeri savaşır, kaleler alınır; Tökeli'ye teslim edilir. Olaylar Osmanlı Devleti'ni ateş hattına çekmektedir.

Bu gidişte Tökeli İmre'nin payı inkâr edilemiyecektir. Ancak, pâdişâhın savaşa, en azından Avusturya ile savaşa rızası yoktur. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa akıbetine büyük bir istekle itilmekte, padişahı el altından tahrike çalışmaktadır. Bunun için Yeniçeri Ağası Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa'yı fikrine inandırır, onun vasıtasıyla yeniçeri askeri kışkırtılır. 1664'te 10.000'e yakın askerlimizin şehid düştüğü Sen Gotar muharebesinin acısını unutmamış olan yeniçeriler de sabırsızdırlar:

"Pâdişâh bizi niye besler, oturmaktan kötürüm olduk; cenk isteriz. Sen Gotar'da kalan elbiselerimizi varup düşmandan alalım." diye kendi aralarında pâdişâhın kulağına gitmesini istedikleri sözleri konuşmaya başlarlar. Bir yandan da serhat beylerinden asılsız şayiaların yayılmasına çalışılır. Bundaki amaç da, Avusturyalılar doğru durmuyor, taarruzlarıyla bizi canımızdan bezdirdiler." Diyecek beyler, pâdişâhı savaşa mecbur edecekler. Bütün bu planların Vezir-i Azama ait olduğu, onun "ille de savaş" dediği anlatılıyor. Merzifonlu'nun amacı; birinci defada başarılamayan Viyana fethini gerçekleştirip, Türk Devleti'ni yıkılamaz derecede sağlamlaştırmak, kendi adını da büyük kahramanlar arasına geçirmektir. Pâdişâha anlatılan ile yapılacak olan sefer çok farklıdır. İlk elde halline çalışılan; Pâdişâhı savaşa ikna etmektir; bunun adı da Yanıkkale'nin alınmasıdır. Pâdişâh buna bile yanaşmadığı içindir ki, çeşitli yollar denenmektedir. Bu yollardan biri de pâdişâhın hocası Vâni Efendi'ye savaşın lehinde vaazlar verdirmektir.

Avusturya İmparatoru, pâdişâha savaş çıkartılmaması için elçi gönderir. Elçi reis-ül Küttap -dışişleri bakanı- ile görüşmesinde eski antlaşmayı yenilemek teklifinde bulunur. Reis-ül küttap ise Yanıkkale'nin terki şartını ileri sürer, yani işi yokuşa sürer. Elçi; yetkisinin, sadece normal şartlarda bir anlaşmayı yenilemekten öte olmadığını ve haksız yere bir savaş çıkarmanın beyhude kan dökülmesine sebep olacağını anlatmaya çalışır, faydası olmaz. Elçi, İslâm inancına göre işin nasıl olacağını öğrenmek için Şeyhülislâm Ali Efendi'den fetva ister.

"İslâm şeriati üzere boğazına bez bağlayıp aman dileyene kılıç olur mu? Üzerine sefer caiz midir?"

El cevap: "Caiz değildir."

Kara Mustafa Paşa, fetvayı dikkate almaz. İnat adamdır. Kafasına Kanunî zamanını koymuş, o haşmeti yakalamaya azmetmiştir. Bütün engelleri birer birer devirip, sonra da Viyana fethim başaracak, tarihin altın sayfalarına geçecektir. Gönlünde böyle bir aslan yatıyor; görelim Mevlâm neyler?

Avusturya elçisi son defa Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa ile görüşüp, şansını dener. Arzusu, savaş çıkmasın.

Yeniçeri Ağası'nın cevabi teklifi:

"Üzerinize sefer yapılacak. Yanıkkale'yi verirseniz, antlaşma yenilenir!"

Elçinin yapacağı birşey kalmamıştır. O da son sözü söyler:

"Kale kılıç ile alınır, kalemle değil."

Bunun üzerine, 2 Ocak 1683'te Edirne Saray-ı Hümâyunu'nun kapısına pâdişâhın sefer alâmeti olan 9 tuğu dikildi. Pâdişâh avlanarak Çatalca'ya kadar geldi. Bu savaş başlangıcının mimarı olarak gösterilen Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa kimi tarihçiler tarafından gayet haklı bulunurken; haksızlığına dair görüşler ileri süren bir isim var: Paşa hakkındaki bütün menfi görüşler ondan yayılmıştır; o biraz garezkarane davranmış gibi görünüyor. Sınır boylarından gelen beylere ait şikâyetleri, Vezir-i Âzamin uydurduğunu söyleyen de bu tarihçidir. İ.H. Danişmend''den kısa bir aktarma ile bu zatı tanımaya çalışalım.

"Herhalde bir devşirme çocuğu hissiyle, Kara Mustafa Paşa'nın son derece aleyhinde bulunan ve hattâ "Vezir-i Âzam bir müteharrik kavga kaşağısı, mütekebbir, ta'makâr devlet haraplığın ister, anûd-u kenûd (inatçı, nankör) ve mağrur Türk" demekten utanmayan Silahtar Fındıklık Mehmed Ağa, savaşın neticesi Kara Mustafa Paşa'yı haklı çıkarsaydı, hakkında söylenenler farklı olurdu. Kader...

Avusturya elçisi Çappara'nın çabası sulhseverlikten değil, devletinin içinde bulunduğu sıkıntıdan kaynaklanıyor. Bunu da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa biliyor ve fırsatı değerlendirmek istiyordu.

Osmanlı'nın kaderini değiştiren bu Viyana Seferi bazı tarihçiler tarafından çok abartılı rakamlarla anlatılmış. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Serdâr-ı Ekrem olarak 24 Mayıs'ta Belgrad'dan hareket ederken, başında bulunduğu ordunun mevcudu Timarlı Sipahi, Yeniçeri, Cebeci, Kapıkulu Sipahisi, Kırım Süvarisi, Orta Macar, Boğdan ve Eflak askeri olmak üzere 718.500 kişi olarak hiç kimsenin inanamayacağı biçimde verilir. Gerçek rakam, 60.000 artı Kırım Süvarileri ve Akıncılarla diğerleri, herhalde hepsi 100 bini ancak bulurdu.

Savaşa istekli, zafere şartlanmış ve inanmış Türk Ordusu'nun hedefi Yanıkkale idi. 27 Haziran'da İstolni Belgrad'da harb divanı toplanır ve durum değerlendirmesi yapılır. Kırım Han'ı Vezir Dâmad İbrahim Paşa'nın fikrini destekleyip, bu yıl Komaron ile Yanıkkale'nin alınmasını; Avusturya'nın, Kırım atlıları ve Akıncılarla yıpratılmasını savunur; başka farklı fikirlerde olmasına rağmen Reis-ül Küttap -dışişleri bakanı- Mustafa Efendi Serdarı Ekrem'in görüşünü destekler. Bu görüş doğrudan Viyana muhasarasıdır. Ağacın yapraklarıyla ve dallarıyla oyalanmak yerine, baltayı doğrudan gövdeye indirmek. Toplantı Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa'nın Viyana'ya gidileceğini bildirmesiyle dağılır. Tabii, padişahın da arzusu hilafınadır bu karar. Avusturya bazı sıkıntılar yaşıyor olsa da, imdadına koşacak geniş bir Haçlı kitlesi var ve bunlar Türklere karşı veya Hilâl'e karşı birleşip, haysiyetlerini korumak, Türklerin dünyaya sahip olmasını engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Vezir-i Âzam çok büyük riskleri göze alarak hayati bir karar vermiştir. İşin sonu arzu edildiği gibi gelirse yapılan hiçbir fedakârlık göze görünmeyecek, devletin gücü, belki de asırlarca sarsılmayacak biçimde artacak; mâzallah, zafer elde edilemezse, hem şahıs hem de devlet bazında telâfisi mümkün olmayan yıkım yaşa¬acaktı. Bunu, kimin ne kadar hesap edebildiği de bu savaşın sonunda belli olacaktı. Aslında kâr ve zarar incecik bir ipin üzerindedir; ne yana kayacağı sonunda belli oluyor.

Viyana muhasarasına karşı olanlardan Kara Mehmed Paşa Yanıkkale'yi almak için hazırlıklar yapıyordu. Kale kumandanı bir haber gönderdi: "Kalenin ehemmiyetini idrâk ettiğini, bu sebepten son askeri ölene kadar savunmaya devam edeceğini, bunun bir askerlik şerefi olduğunu, Türk tarafının da takdir etmesi gerektiğini" bildirdikten sonra "halbuki Viyana düştüğü takdirde Yanıkkale kendiliğinden teslim olacaktır. Burada fazladan kan dökülmesine lüzum yoktur." dedi.

Savaş öncesi yapılan toplantıda Ve-zir-i Âzam: "Gerçi maksadımız Yanıkkaleyle Ko-maron'dur. Lâkin bu böyle olunca sade kale almış oluruz, memleket değil. Muradım Beç'e (Viyana) gitmektir ne dersiniz?"

Herkes susuyordu. San Hüseyin Paşa'ya bakan Vezir-i Âzam:

"Ağzın bağlı mı? Niye söylemezsin?" deyince Paşa:

"Ferman sizden, hizmet bizden" cevabını vermişti. Kırım Han'ı ise bu savaşa muhalifti. Önce iki kalenin fethini, seneye de Viyana muhasarasını teklif etmişti. Merzifonlu zafere çok inanmış; Viyana'yı almak onun için vazgeçilmez bir tutku halindeydi. Viyana önlerine giderken Belgrad'da bulunan pâdişâha bir telhis gönderen Paşa, yapmakta olduğu işi anlattı. Dördüncü Mehmed kendinden habersiz yapılacak bir savaş için hayrete düşüp telhisi getiren İsmail Ağa'ya ve yanında bulunan zevata, "Kastımız Yanık ve Komaron kaleleri idi. Beç kalesi dilde yoktu. Paşa ne acaip saygısızlık edip bu sevdaya düşmüş? Hoş şimdi Hak Teâlâ asan getüre; lâkin evvel bildirseydi rıza vermezdim." diyerek endişesini gösterdi.

"13 Temmuz’da Viyana göründü. Serdar-ı Ekrem yarım saatlik dinlenme verdi. Kırım Han'ı, birkaç vezir ve beylerbeyi ve 1000 atlı ile surlara kadar sokuldu. 154 yıl önce Kanuni Sultan Süleyman Han'ın otağını kurduğu yere geldi. Ertesi gün muhasara başladı."

İkinci Viyana Muhasarası (14 Temmuz 1683)

Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa hırsını aklının önüne almış görünüyor; bu, mağlubiyetten sonra varılan hükümdür. Ya zafer olsaydı? En azından iddia edilen ihanetler yaşanmasaydı, zafer hiç de uzakta değildi.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kendine fazla güvenmenin; her halükârda herkesin, devlet menfaatini her şeyden üstün tutacağı inancında olmanın cezasını görmüştür, diyebiliriz.

"Viyana muhasarasına bütün gücüyle sarılsaydı, bir an evvel silah zoruyla fethine uğraşsaydı" diyor tarihçiler. O farklı düşüncelerle askeri etrafa dağıtmış, muhtelif şehir ve kalelerin fethiyle, yağmasıyla uğraşan asker, çok da başarı sağlamış; o kadar bol ganimete kavuşmuşlar ki, çabucak memleketlerine dönüp, ganimetlerin tadını çıkarma hayallerine dalmışlar. Öldürdükleri insanlar bir yana aldıkları esirlerin sayısı akılalmaz miktarlara erişmiş.

Elde edilenlerin piyasayı nasıl etkilediğine bakalım:

Alınan esirler: 6000 delikanlı, 11000 genç kadın, 14000 genç kız ve 20-30 yaş arası 50000 kadınla erkek: Yekûn 81000 kişi.

Esirlerin fiyatı düşmüş, "en müstesna cariye kırk elli guruşa ve Serdar-ı Ekrem 2 bin 500 koyunu elli guruşa almıştır" diye nakledilir. Y. Öztuna farklı rakamlarla anlattığı bu olayı biraz çelişkili gösteriyor. "En güzel genç kızlar 50 altın guruşa (10.000 dolar), aleladeleri bunun onda bir fiyatına, bir koyun 10 dolara satılmıştır." diyor ki, eğer böyleydi ise cariyeler çok pahalı sayılmalı! Her neyse...

Esas meselemiz bu savaş olduğuna göre; biz, bizi asırlardır geri geri iten Viyana muhasarasına dönelim ve bunu da özet olarak aktarmaya çalışalım. Herkesin malûmu olan bu feci yenilginin en meşhur tek sebebi olarak gösterilen Kırım Han'ı Murat Giray ve ondan biraz daha az suçlu olarak takdim edilen "Arnavud Koca İbrahim Paşa'nın ihaneti" Türklerin kara talihi olmuştur.

Kırım Han'ı Murad Giray ordusuyla Tuna Köprüsü'nü muhafaza ile görevli iken, Vezir-i Âzam muhasaranın neticesinden emindi. Mevcut savunmayı alt edecek gücü vardı ve şehrin düşmesi an meselesiydi. Yardımcı düşman kuvveti Tuna Köprüsü'ne geldiği zaman Murad Giray adeta, onlara mihmandarlık yapıyordu. Hâlbuki görevi, ne bahasına olursa olsun onları durdurmaktı. "Benlik" denen illet benliğini kemirmese; bir milletin, belki de dünyanın kaderini etkileyecek hatayı yapmasaydı, bugün hain olarak anılmayacaktı. Hattâ belki de, Kırım halkı Rusların boyunduruğuna düşüp hayvan vagonlarında Sibirya'ya sürülmeyecekti. Bir Lenin, bir Stalin zulmünü Tatar Türk'ü görmeyecekti. Tarihçilerin anlattığına göre, öteden beri Kırım Hanları Osmanlı hanedanını hazmedememişti. Cengiz soyundan olmaları, Cengiz'i tarihin en büyük Han'ı olarak görmeleri, davranışlarına tesir ediyordu. Yılmaz Öztuna'nın yorumuna göre, Kırım Han'ı Osmanlı hanedanını sonradan görme bir aile sayıp, onlara itaati gururuna yediremiyordu. Hele de, Viyana muhasarasında, bir Sipahi'nin oğlu olan Kara Mustafa Paşa'nın emrinde çalışmak, çarpışmak izzeti nefsine dokunuyordu. Çünkü kendisi Cengiz'in 18. göbekten torunuydu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın biraz geçimsiz bir adam olduğu belli. Onu sevmeyen, belki de Türk olduğu için çekemeyen bir hayli devşirme devlet adamı aleyhine çalışmaktadır. Bunlardan biri de Fındıklılı Mehmed Ağa'dır. Ki, bu adam Merzifonlu'nun hasmı gibidir. İsmail Hami Danişmend de bu adamı hiç sevmez ama ondan aktardığı malûmata bakalım.

Murad Giray'ın vazifesi Viyana'ya yardıma gelen Hıristiyan ordularına geçit vermemekti; bunun için köprübaşını tutmuştu. Yaptığı işe bakın!

"Düşman Tuna Köprüsü'nü geçerken bir tepe üstüne çekilip düşmanın geçişini seyreden Han'a kendi imamı bile dayanamayıp itiraz ediyor, yaptığının yanlış olduğunu anlatıyor. Kırım Hanı'nın cevabı düşmanın güllesinden daha ağırdır.

"Sen bu Osmanlunun bize ettüğü çevri bilmezsün. Bu düşmanın defi yanumda lâşey (birşey değil) idi ve bilürüm ki dinimüze de ihanetdür! Lâkin gayret benü komadı. Anlarda görsünler kendülerin kaç akçe adam imiş. Tatar kadrin bilsünler." (Kırım Han'ının bu kadar haince davranması, en azından kendi istikballerini de etkileyeceği için, pek inanılır gibi gelmiyor. Acaba başka sebepler mi vardı?)

Kırım ordusu köprüden düşman askerinin geçişine müsaade edince, Kara Mustafa Paşa'nın yapacağı fazla bir şey kalmıyor, yine de gerekli tedbire başvurup son çarelerle bozgunu önlemeye gayret ediyordu. Ne çare ki çareler çaresizdi. Han'ın dışında bir de, Koca İbrahim Paşa ihanet etmiş; o da, düşmanın ilk hücumunda askerini alıp Yanıkkale'ye doğru kaçmıştı.

Vezir-i Âzam elinde kalan 9–10 bin askeriyle beraber akşama kadar dövüşmüş, hatta "şehid olmak için düşmanın içine atılmak istemişse de" Sipahiler Ağası Osman Ağa; "Efendim lütuf ve kerem et, iş işten geçti, senin vücudun askerin ruhudur. Feda olmakla asker felâkete uğrar; buyurun gidelim." diyerek, Sancağı Şerifi alıp otağın arka kapısından çıkarak Yanıkkale'ye doğru kaçtı; bütün eşyası, hazinesi çadırında kaldığı gibi üçyüz top, onbeş bin çadır, hesapsız harp levazımı, ordu hazinesi, hülasa ordunun bütün eşyası düşmana terk edildi.

Viyanalılar 1683 senesine Türk yılı ismini vermişler.

Hıristiyan âleminin en büyük bayramlarından sayılan bu zafer günleri için ne kadar sevinseler azdır; bizler de ne kadar yansak az. Bu acı bozgundan sonra, bozguna sebep en önemli birinci kişi görevden alınır. Kırım Hanlığına II. Hacı Giray getirilir, daha az suçlu görülen Paşa ise hayatıyla cezalandırılır.

Vezir-i Âzam Yanıkkale'de Koca İbrahim Paşa'yı huzuruna davet eder; kaçışının hesabını soracak. Hasta olduğunu söyleyip gelmez, korkusu var ya! "Görülecek iş vardır" diye kati emri alınca, mecburen gelir, etek öper. Vezir-i Âzam:

"Bre dinsiz koca melun; seni bu kadar zamandan beri Pâdişâhımızın vezirleri arasında gayret ve hizmeti vardır diye itibarda tutardık; bu defa cümleden evvel kaçarak bütün askerin bozulmasına sebep oldun."

Karşısında cevap vermeye takati olmayan İbrahim Paşa için Vezir-i Âzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Çavuşbaşı'ya emrini verir. İbrahim Paşa'nın duyacağı son sözdür bu.

Ama söyleyeceği son sözü Merzifonlu'nun hoşuna gidecektir. Koca İbrahim Paşa hayatının son günlerinde yaptığı yanlışın büyüklüğü kadar büyük bir laf eder öldürülürken; bu laf değerini bulsaydı; belki, her şey değişebilirdi. Paşa diyor ki:

"Bu adam beni haksız yere öldürüyor, zayiatı telâfi edecek yine odur; Pâdişâhımıza söyleyin öldürmesin." Koca İbrahim Paşa kocaman bir hizmet etmek istemişse de, bu söz arada kaynayıp gitmiştir.

Viyana bozgununu Belgrad'da öğrenen pâdişâhımız Avcı Mehmed, avlana avlana Edirne'ye, sarayına dönmüş. Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa bu bozgunu hazmetmek niyetinde değildir. Yapılan hatalardan ders çıkarıp, hatasız ha¬ırlıklarla yeniden Viyana'ya saldıracak ve neye mâl olursa olsun bu kara yazıyı değiştirecekti. Paşa'nın saraydaki düşmanları boş mu duruyor ki; Paşa fırsat bulabilsin.

"Kara Mustafa Paşa'nın sarayda Kızlar Ağası zenci Yusuf ve Baş Emir âhur Boşnak Sarı Süleyman isimlerinde iki zehirli düşmanı vardır.

Viyana başarısızlığını haber alınca "ellerine mikrameler alıp döne döne" oynadıklarından bahsedilen bu sefiller, Paşa'nın uşaklığından yetişmiş olan Sadâret Kaymakamı Kara İbrahim'le el birliği edip askerin Kara Mustafa Paşa'yı istemediğinden bahsederek ve hattâ zavallı Paşa'nın saltanat makamına göz diktiği hakkında bir takım vesikalar uydurarak pâdişâhı zehirlemeye başlamışlar." Vezir-i Âzam, padişahın gönlü incinmiştir, düzeltmeye çalışayım düşüncesiyle Belgrad'dan hediyeler gönderir ama, bunu düşmanları pâdişâha ulaştırmaz.

Kara Mustafa Paşa'nın Edirne'ye gönderdiği telhisci -mektupçu- İsmail Ağa pâdişâhla görüşmeyi beklerken, Paşa aleyhine bin bir dolap çevriliyor, hayatının ortadan kaldırılması planlanıyordu.

"Sultan Mehmed, âdeti olan avdan dönüp saraya gelince İsmail Ağa'yı çağırıp hudut vaziyeti hakkında bazı şeyler sormuş ve sonra hiddetlenerek:

"Paşa da, sen de bir alay yalancı melunlarsız; devletim yıkıp ırzım pâymal eyledi; askerim kırdırıp benam -namlı-paşalarım öldürdü ve memleketlerimi kâfirlere aldırdı." diyerek İsmail Ağa'nın tevkifini emredip içeri hareme gitti ve Kara Mustafa Paşa'nın katliyle mühr-ü hümâyun, sancağı şerif ve Kabe anahtarının alınıp getirilmesine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi."

Merzifonlu gözden çıkarılınca yerine biri gerektir, o da Kara İbrahim Paşa'dır. Pâdişâh Mühr-ü Hümâyunu yeni Vezir-i Âzamına verirken ihtarını da yapar!

"İbadullahı sana ve seni Allah'a emanet ettim, gözünü aç. Sonra seni selefinden beter ederim."

Pâdişâh, eksileri başkalarına yazıyor da artıları acaba nasıl hesab ediyordu bilemeyiz; ama, kendisi birinci vazife olarak avlanmayı kabul ettiğine göre -ki aksini iddianın imkânı yok- pâdişâh olarak sorumluluğunun altından nasıl kalkacaktı. Yoksa kendisini hiç bir vazifeyle sorumlu saymıyor muydu?

Kara Mustafa Paşa kayıpların telâfisi için neleri nasıl yapacağını hesap ederek günlerini geçiriyor, ibadetlerinden sonra Cenab-ı Allah'tan zaferle vatana dönmeyi niyaz ediyordu. Yine niyaz vaktiydi. 15 Aralık Çarşamba gününün öğle namazı için abdestini almış, İmam Mahmud Efendi ile namaza başlamak üzere ayağa kalkmıştılar. Tarihi kayıtlara göre, İmam Efendi namaza başlamış olacak ki, Paşa, imama namazını bozmasını söyler. Çünkü kulağına gelen nal sesleri merakını celbetmiş ve pencereden dışarıya bakınca manzarayı görüp, manâyı kavramıştır. Gelenler Yeniçeri Ağası, Kapucular Kethüdası ve Çavuşbaşı'dır. Atlarından inip Merzifonlu'nun yanına çıkan misafirler, Paşa'yı selamlar, eteklerler. Vezir-i Âzam "ne haber" diye sorunca, Kapıc¬lar Kethüdası Gazaz Ahmed Ağa mühr-ü hümâyunla sancağı şerif ve emanetlerin istendiğini söylemiş ve o da bunları te¬lim edip, "Bize ölüm var mı?" diye sormuş. -Ahmet Ağa gözleri yerde cevaplamış soruyu- "Ölmek gerek, Allah imandan ayırmasın!" Kara Mustafa Paşa hiç şaşırmamış, "Rıza Allah'ın" diyerek seccadesini serip öğle namazını kılmış.

Bundan sonrasını İ.H. Uzunçarşılı’dan aynen nakledelim; o da Silahtar Tarihi'nden almış ki, bu tarihçi Paşa'yı sevmeyen biridir.

"Kendüye asla infial gelmedi ve dua edip el yüze çaldıktan sonra iç oğlanlarına 'artık siz varın gidin beni duadan unutman' dedi ve kendi eliyle kürkünü, sarığını çıkarıp 'gelsinler ve şu kaliçeyi (halıyı) kaldırın; cesedim toprağa âlude olsun' dedi. Kaldırdılar ve cellâtlar dahi gelip iplerini hazırladıkta, kendi elleriyle sakalını kaldırıp 'bir hoş usulüyle takın' deyip kazaya rıza verdi, onlar da takıp, iki defa çekip teslimi ruh eyledi." 25 Aralık 1683

Paşa'nın talihi yaver gitseydi, çok az pâdişâha nasip olacak bir merasimle Edirne'de karşılanacaktı. Savaşı kaybedince hayatını ve itibarını da kaybetmek törenin gereğiydi.

Pâdişâh hasetçilere kulak vermeyip, Paşa'ya mühlet verseydi; belki de ikinci hamlede "Şah" deyip Viyana'yı alır, yine muzaffer dönerdi vatanına.

İsmail Hami Danişmend'e göre Sultan Mehmed'in en büyük hatalarından biri; Paşa'nın canına kıymasıdır. Ve yine aynı tarihçiye göre, Kara Mustafa Paşa öpöz bir Türk oğludur ve dönme devşirme güruhun çekememezliğinin kurbanı olmuştur. Aleyhinde yazılanlar da yine onu çekemeyenlerin kaleminden çıkmadır. Merzifonlu'dan sonra vezir-i Âzam olanların dirayetsizliği, duraklama devrinin başlamasının başlıca sebeplerinden sayılmaktadır.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'dan sonra vezir-i âzam olan üçüncü vezir Kara İbrahim Paşa savaşa gitmemek için hastalık icad eden bir devlet adamıdır. Kayıpların başladığı bir zamanda, kaybetmeyi umursamayan insanların iktidarda bulunması düşmanlar için aranan fırsattır; bunu kim olsa değerlendirmez ki?

Padişahın av partileriyle gününü gün etmekten başka gayesi olmadığı biliniyor. Vezârete bundan böyle Köprülü Mehmed, Fazıl Ahmed ve Merzifonlu Kara Mustafa gibi adamları bulmak mümkün değildir. Şimdi, Kara İbrahim Paşa sadrâzam iken neler olmuş?

I.H.D.'den başlıklar:

1684, 18 Haziran Pazar: Vişgrad Kalesi'nin sükûtu.

27 Haziran Salı: Vayçen Bozgunu.

15 Temmuz Cumartesi: Avusturya ordusunun Budin muhasarası. Venedik Cumhuriyeti'nin Türkiye'ye harb ilanı.

8 Ağustos: Ayamavri Kalesi'nin sükutu...

26 Eylül Salı: Lehistan Kralı Sabieski'nin Kamaniçe Bozgunu.

28 Eylül Perşembe: Preveze'nin sukutu.

2/3 Ekim Perş./Cuma gecesi: Budin'in muhasaradan kurtulması.

7 Nisan Cumartesi (1685): Bosna Beylerbeyi'nin Sin-Sing Zaferi.

3 Haziran Pazar: Koron Muhasarası.

16 Ağustos Perşembe: Gran Usturgon -Estergon- Kalesi'ni muhasara eden Macaristan Serdarı Şeytan/Melek İbrahim Paşa'nın ricati.

19 Ağustos Pazar: Uyvar Kalesi'nin sukutu.

10 Ekim Çarşamba: Lehistan cephesinde Bojan Zaferi.

18 Aralık Salı: Kara İbrahim Paşa'nın azli: San Süleyman Paşa'nın sadâreti.

15 Haziran Cumartesi (1686): Navarin'in sukutu ve neticeleri.

Budin'in Sükûtu (2 Eylül 1686)

2 Eylül Pazartesi: Budin'in sükutu ve netice itibariyle Macaristan'ın elden çıkması.

Burada birazcık duralım. Budin'de çok kanımız, terimiz var. Bir daha sahiplenemeyeceğimiz Budin'e biraz göz gezdirelim. Hasretiyle yanacağımız "Nazlı Budin"e veda edişimizin resmini çizmeye çalışalım...

Kanunî Sultan Süleyman zamanından hatıradır Budin. Bir buçuk asırdır bizim idaremizde, bizden incinmemiştir asla. Bir çiçeğini koparmamışız, bir duvarını yıkmamışız. İnsanlarına insanca muamele etmişiz; Türk'ün adaletini yaşatmışız 144 yıl. İyiliğin de, kötülüğün de neşri güçle olurmuş. Biz gücümüzü eritmeye başlayınca, Budin'de erimeye başlar ve elimizden kayar, gider. Estergon'a yaktığımız

"Estergon kal'ası bre dilber aman subaşı durak

Yakıyor sinemi bire dilber aman bir sinsi firak"

türküsü gibi, Budin'i de mısralann arasına gömüp, gözyaşıyla acımızı sulamışız. Suçu da verene değil, alana yüklemişiz.

“Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i"

Çeşmelerde abdest alınmaz oldu

Camilerde namaz kılınmaz oldu

Mamur yerlerimiz hep harab oldu”

Ne yapalım, tutmayı bilemezsen kaptırırsın. Tutmak için imkân var mıydı? diye sorarsak, çok şey söylenir ama hiç birisi hiçbir şey ifade etmez. Belki de,

“Şah-ı İslâm'ı dileriz Budin'e

Nazarı merhamet ede bu dine”

diyen şairin dediği olsaydı da IV. Mehmed ordunun başına geçseydi, asker daha şevkle savaşırdı, ağlatan mısraların yerine coşan mısralar fısıldanırdı!

Yenilmez cengâver olduğumuz iddia edilmiyor, çok az yenildiğimizi dünya biliyor. Bir tuhaf şey kaçmak, çünkü kovalamaya alışıktı askerimiz. Merzifonlu'nun suyunu ısıtanlardan biri Kara İbrahim Paşa idi. Hayatını gazaya adamış bir sadrazam talihsizliğin, ihanetin ipiyle can verirken yerine geçen yerinden hareket etmiyor, cepheye Yeniçeri Ağası'nı gönderiyor. Harp oyununa bir sıfır mağlup başlıyor Osmanlı Ordusu. Yenilmeye alışıyoruz.

Sarı Süleyman Paşa'nın sadâreti talih rüzgârını değiştirecek kabiliyete sahip değil. Hastalık icadıyla şehir dışını kendisine yasak eden selefi gibi değilse de çapsız bir adamdı. Kendi isteğiyle serdarlığa tâyin edilip 50.000 kişilik orduyla Macaristan'da ilerlemeye başlaması nafiledir.

"Kırım Han'ı Selim Giray'a da kırk bin altın çizme baha ile murassa kılıç, hil'at yollanıp icap eden yerlere kuvvet göndermek üzere hudutta hazır bulunması bildirilmişti."

Karşı taraf işi daha sıkı tutuyordu. "Latheringen kumandasındaki Macar, Hırvat, Alman (Frankonya Brandenburg, Suab, Saksonya ve Bavyera kuvvetleri) ve hemen bütün Avrupa'nın milletleri şövalyelerinden mürekkep doksan bir kişilik bir kuvvet" (aynı yer) Budin'i üç yanından sardılar. Süleyman Paşa aheste hareket ediyor. Durumun vahim olduğunun bildirilmesini önemsemedi. Ve 78 gün süren kanlı mücâdeleden sonra Budin Valisi Abdi Paşa şehit düştü. Budin öldü.

Budin, bir taraf için verdiği elem nispetinde öbür tarafa sevinç taşıdı. Bir tarafın kaybı kadar diğer tarafın kârı oldu. Ve Budin yalnız kendini Türk'ten ayrı düşürmekle kalmadı; Macaristan gitti, cepheyi terk ederek İstanbul yoluna düştüler.

Süleyman Paşa ordudan evvel İstanbul'a gelip mührü teslim etti. Pâdişâh saltanata başladığı günlerdeki aczi yaşıyordu. Askerin seçtiği yeni sadrazama mührü gönderdi ve cephenin terkedilmemesini emretti. Artık ok yaydan çıkmıştı. Asker İstanbul'a doğru yola devam etti. Meydanı boş bulan düşman Esek, Varadin Sirem ve Zemlin kalelerini zaptetti.

Bir Diğer Durum

Anadolu eski isyan günlerine dönmüş; "Akkaş, Kara Mahmud, Yadigaroğlu ve Bölükbaşı Yeğen Osman adlarındaki elebaşılar, Sekban ve Levend kuvvetleriyle Sivas'tan Bolu'ya kadar olan yerlerde faaliyete geçerek köy ve kasabaları yağmaya başlamışlardı."

Anadolu köylüsü hem devlet, hem eşkıya kıskacında bunalmakta, canından bezmektedir. En büyük desteği padişahtan bekler. Padişah av hayvanlarının hayalini silemediği gözlerini başka yana çevirip kimseyi göremez. Yine de paşalar vazifelendirilir eşkıyayı sindirmek için; iki paşa beceremez, üçüncü olarak Vezir Cafer Paşa hazırlık yapar Anadolu'ya, eşkıya üzerine gitmeye; biraz fazla oyalanır, ağır bir hatt-ı hümâyuna muhatap olur.

"Memur olduğun türedi eşkıyası üzerine neye varmayup avrat gibi gezip durursun? Ya varup haklanndan gel, veya başını (sen kendi başını) rikâbı hümâyunuma gönder."

Sultan Mehmed'in bu sert emri bile faydalı olmuş, Paşa daha sıkı sarılmış vazifeye ve tehlike fazla büyümeden önlenmiş. Padişahın varlığı da bir işe yaramış, ama bu kadarla insanların yetinmesi ne mümkün. Her tarafta padişahtan hoşnutsuzluk almış yürümüş, herkes, aleyhinde konuşmaya başlamış. Ulemanın şikâyetleri padişahın kulağına ulaşacak gürlüğe erişmiş.

"Memleket elden gitti, avdan nice bir feragat etmez ve halktan utanmazsa Allah'tan da korkmaz mı?" gibi feryatlar giderek artmışsa da padişahın aldırdığı söylenemez.

Avcı Mehmed ne yazık ki "önce avcıyım" ısrarındadır. Dini konulara da bigâne değil herhalde. Davudpaşa da, avlanmak için bulunurken cami de vâ'z etsin diye Hacı Evhad Tekkesi Şeyhi Hacı Hüseyin Efendi'yi çağırtır. Hüseyin Efendi hemen koşacak adam değildir. Belki de benzeri ender olabilecek bir tepki gösterir.

Budin, izi kaybolmayan derin bir yaradır yüreğimizde ve bu yara bedenimizin gücünü emmektedir. Aradan bir sene geçmeden Kânunî'nin hatıralarından biri daha elimizden çıkmıştır ki, 20 bin şehidimiz bu kaybı görmemiş. Macaristan'ın tamamen bizden gitmesidir Mohaç'ın kaybı. 12 Ağustos Salı, Mohaç'ın alnından 160 senelik Türk mührünün silindiği gündür.

Maddi kayıplar diğer kayıpların önünü açan, bazı setleri yıkan sel gibidir. O yıkılan setlerden dizginlenen öfkeler, hırslar kolayca aşarlar. Savaş kaybeden komutan itibarını muhafaza edebilir mi? Tabiî ki edemiyor ve...

İsyanlar, idamlar pâdişâha karşı gelmeler...

"Sahipsiz olan vatanın batması haktır" mısraı boş yere söylenmiş değildir. Ne ki sahipsiz ayakta kalabilmiş, onun sahibe ihtiyacı yoktur ve ne ki sahibe ihtiyacı var, sahipsiz var olamamıştır. Uzun seneler Köprülülerin, daha sonra da Merzifonlu'nun sayesinde eksikliği fazla hissedilmeyen Padişah, av merakını tatmin edememiş; devlet küçülüyor; orduda huzursuzluk almış başını gidiyor; Anadolu kaynıyor... IV. Mehmed Edirne ormanlarında sürek avıyla oyalanıyor...

Askerin İsyanı

Macaristan'ın elden çıkması ve diğer cephelerde uğranılan yenilgiler, Dalmaçya ve Mora'da belli başlı kalelerin kaybedilişi isyan ateşini körükledi. Vezir-i Âzam'ın değişmesi isteniyor, hatta saltanat değişikliğine gidilmesi bile dile getiriliyor.

İsyana kalkışmış da affedilmişti. Cepheye savaşması için gönderilmişti. Yeğen Osman Paşa geçmişi unuttu; Amasyalı Küçük Mehmed'le beraber askeri kışkırttı. Kapıkulu Ocakları Süleyman Paşa'nın otağına yürüdü. Kendisini tehlikede gören Vezir-i Âzam, Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa ve Defterdarla beraber Belgrad'a kaçtı. Sadrâzamsız kalan orduya, aciliyeti varmış gibi, pâdişâhtan habersiz Siyavuş Paşa'ya gidip "Seni Vezir-i Azam ettik" dediler.

Asker kafasına koyduğunu yapıyordu. Dördüncü Mehmed'in hal'ini kararlaştırıp, "Va'z dinlemek isteyen herkes gibi gelir, meclisimizde hazır bulunur. Buraya gelsünler, benim söyleyeceğim, avdan vazgeç, gelip tahtında otur, ibadet ve taatle meşgul ol, vilâyetler harap oldu. İbadullahı gör, gözet."

Pâdişâha böyle haber yollar Şeyh Efendi ve Pâdişâh incinir bu sözlere. Başka bir şeyhi davet eder Avcı Mehmed. Himmetzâde Abdullah Efendi'dir bu zatın adı ve himmet eder, Davutpaşa Camii'ne gider va'zını eder.

"Ümmeti Muhammed, devlet sahipsiz kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler kilise oldu. Fiili¬nizi değiştirin, günahlarınıza tövbe edin; şimdiden sonra bize lâzım olan gözümüz yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır." dedikten sonra padişaha tariz ile:

"Nedir bu inip binme, bu hay huy ve nefs-i emmarenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatarsunuz? Gerçi pâdişâhlar ava gide gelmiştir, ancak şimdi zamanı değil, her zamanın bir icabı var." dedi. Fakat bu sözler pâdişâhın kulağına girmediği gibi Şeyh Efendi va'z ederken o binip ava gitti ve ava gittiği yerlerin camilerinde va'z edilmesini menetti."

Pâdişâh, Şeyh Efendi'nin sözlerine aldırış etmeyince halkın huzursuzluğu bir kat daha artar. Ulema, Şeyhülislâm'a şikâyete gider. Sadaret Kaymakamı ayyaş ve sefih Recep Paşa'dan tiksintiyle bahsederler. Pâdişâhın şikar (av) dan el çekip tahtında oturmasını, Cuma günleri camide görünmesini, dualarda bulunmasını arzu ettiklerini, padişahın bunlardan haberdar olmasını rica edip, beklerler.

Ulema Efendilerin dilekleri padişaha erişince; arkada Ocak Ağalarının da bulunacağı hesabıyla biraz boyun bükülür ve o pazar günü ava çıkılmaz. Pazartesi günü Pâdişâh; camide muzafferiyet duasına icabet eder. O günlerde Budin'in elden çıktığı haberi şiddetli bir deprem gibi halkı sarsar; sarsıntı nispetince pâdişâha olan saygı-sevgi! de nasiplenir. Hatta Şeyhülislâm, pâdişâhın görüşme talebini: "Bizim gelmemize ulemânın rızası yoktur; emirleri ne ise bildirsinler" diyerek reddeder. İtibarının ne kadar azaldığı bu vesileyle kendisine de bildirilmiş oluyordu. O da, salâhiyetini kullanıp Şeyhülislâmı azl eder, yerine yenisini getirir. Yeni Şeyhülislâm da pâdişâha şikardan bir müddet el çekmesi için ricalarda bulunur. İma ile tahtını kaybedebileceğini söyler. Bu tehdit üzerine: "Şikardan vaz geçtim" diyen Sultan Mehmed, tersanedeki köşke taşınır; bir ay kadar ava çıkmaz.

Rüyalarında avlanıyor Pâdişâh. Uykuları kaçıyor... dayanamıyor. Gururunu ayaklarının altına alıp devlet ricaline rica ile ava çıkmak için müsaade istiyor ve belirli sınırları aşmaması şartıyla izin alıp yine, müptelası olduğu harekete başlıyor.

Bu sefer de hazinenin sıkıntısı ortaya atılıyor; Pâdişâhın hevâyı nefsine uyup beytül mali israf ettiği dile getiriliyor, çare isteniyor. Para, ormanlarda avlanacak av değildir ki, bir kaç kurşunla veya ok'la elde edilebilsin. Yolunca tedbirlere başvurulur, bu yollardan biri de ulema sınıfından "imdadiye" ismiyle iane alınmasıdır, ama netice vermez. Bir sürü karışıklığa, tayinlere sebep olur. Şehrin zenginlerinden para toplanarak acil sıkıntıların giderilmesine çalışılır. Daha önceleri yapılan savaşlarda bolca ganimet elde edilirken, son senelerde gelen yenilgilerle, devlet hazinesi düşmana bırakılır olmuş, maddi durumu bozulan askerde disiplin de kalmamıştır.

Pâdişâh, av hastalığına çare bulamadığı gibi, orduda meydana gelen disiplinsizlik hastalığına da deva bulamaz. Son zamanlarda tam bir kaht-ı rical (işe yarar adam kıtlığı) yaşanmaktadır. Duyulan en iyi haber, Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa'nın Kemanice Zaferi'dir. Bunun dışında, cephelerden hep bozgun çığlıkları ve askerlerin isyan sesleri gelmektedir. Son sesler ise pâdişâhın tahtını sallayacak kadar pervasızdır. Bu seslerin sahipleri de, daha önceleri olduğu gibi, yine acaip isimler taşımaktadırlar. Bu isyancılardan önce, onların başındaki yani ordunun başındaki adama bakalım. Adı, Sarı Süleyman olan bu Paşa'yı İsmail Hami Danişmend, "...Macaristan'ın elden gitmesine sebep olduğu için Osmanlı tarihinde kupkuru bir hatıra bırakan bedbaht bir Boşnaktır" diye tanıtıyor. Yı¬maz Öztuna ise ona, "Sarı Süleyman Paşa'nın askerlikten, tedbirden ve cesaretten zerre kadar nasibi yoktu." diyor. İşte bu sadrazamın Serdar-ı Ekrem olarak bulunduğu cepheler kaybedilir, askerde nizam, intizam kalmaz; hakkında pâdişâha ulaşan şikâyetler üzerine Paşa kaçar, saklanır ve yerine Abaza Siyavuş Paşa tayin edilir. Bilahare San Süleyman Paşa’nın kellesi uçurulur. İsyanın elebaşıları yeni sadrâzamı kukla gibi oynatacak beceride insanlardır. İsimleri: Küçük Mehmed, Cadı Yusuf, Fetvacı Hüseyin, Kel Piri ve Hacı Ali'dir. "Bu subaylar IV. Mehmed'i tahttan indirip, Köprülü'den evvelki devirde olduğu gibi zorba diktatörlüğü kurmak istiyorlardı."

Pâdişahın av hastalığı milleti kendisinden soğutmuştur. Devlet, memleketler kaybederken, onbinlerce asker cephelerde şehit düşerken, hazinede fareler cirit atarken Pâdişâh hiçbir savaşa iştirak etmediği gibi, Topkapı Sarayı'na bile uğramıyor, ara sıra geldiği İstanbul'da Davutpaşa'daki köşkte kalıyor, çoğu zaman da Edirne'de oturuyordu. Nerede olursa olsun "kelle isterük" sesleri kulağına gelmeye başlamıştı.

IV. Mehmed özel hayatından tavizler vermeye, avdan vazgeçmeye başlasa da asker söz dinlemiyordu. Daha önceleri dedeleri ve babası da bu tür halleri yaşamışlar, onlara da yakınları "Kul taifesi istediğini yapagelmiştir Sultanım" demişti. Yine de Sultan son çareleri değerlendirme yoluna giderek, Köprülü Mehmed Paşa'nın küçük oğlu Fazıl Mustafa Paşa'dan yardım umar. Sadâret Kaymakamı Recep Paşa'nın korkup vazifeden kaçması üzerine, Köprülüzâde bu makama getirilir ve Pâdişâh onu alay köşkünde kabul eder. Geçmişte kendisiyle hiç de iyi olmadıklarını ima ile:

"Sana ettiğim cevirlere göre memur olduğun hizmette kusur etmedin, berhudar ol. Baban ve kardeşin sadâretinde rahat olmuştum. Sen dahi şu alevlenmiş ateşin itfasına çare görmek gereksin, duam seninle beraberdir."

Pâdişâh askerle ilgilenmediği için vaziyetin vahametinin de farkında değildi. Bu tedbir, ağaçları köküyle beraber söküp sürükleyen selin önüne birkaç moloz parçasından yapılan set gibidir; hiçbir hükmü olmaz.

"Pâdişâh ava tövbe etti; av tazılarını elden çıkardı, oturması gereken Topkapı Sarayı'na yerleşti. Atlarıdan bin kadarını sattırdı, beş yüzünü atsız olan Kapıkulu süvarilerine verdi; masrafı azaltmak için 500 kadar cariyeyi dışarı çıkarttırdı." ise de, iş işten geçmişti.

Yenik ordu Viyana önünden, Belgrad'dan, Budin'den Edirne'ye kadar gelmişti. Pâdişâhın "Edirne'de kışlasınlar" emri dinlenmiyordu. Vezir-i Âzam Siyavuş Paşa'ya gönderdiği hatt-ı hümayunda Pâdişâh son sözlerini söylüyordu.

"Sen ki Vezir-i Âzam Siyavuş Paşa'sın. Cümle ocak ağaları ve kullarıma selâm ve dua ederim; üç defadır hatt-ı şerif gönderdim. Belgrad ile Edirne arasını kışla tayin ettim, muradınız her ne yüzden ise gerek ulufe ve gerek gönderdiğiniz defterde mastür ül-esâmi olan devlet hainlerini tutup irsalini va'd eyledim; asla müttefir olmayıp hatt-ı şerifime itaat ve inkıyat etmediğinizden fikriniz belli oldu. Muradınız beni tahttan indirmek ise oğlum Mustafa size Allah emaneti olsun. Yerime geçirip beni kendi halime koyasız ve Küçük Ahmed'i (Üçüncü Ahmed) dahi size Allah emaneti eyledim. Hakk Celle ve âla hazretlerinin bir ismi de Kahhar'dır. Dilerim Allah'tan ki cümleniz kahr olasız."

Dördüncü Mehmed'in Hal'i

Bombanın pimi çekilmiş, geri sayım başlamıştı. Bomba imha uzmanları da yoktu, olsa bile işe yaramayacaktı.

Pâdişâh da bunu fark etmiş olacak ki, fazla eyvallah etmiyor. Paşaların da yapabileceği birşey olmadığına göre kan dökülmesini önlemek, tek düşünce haline gelmişti.

Fazıl Mustafa Paşa, ulemayı Ayasofya Camii'nde toplayıp istişare eder ve bu toplantıdan "Hal Fetvası" çıkar.

Dördüncü Mehmed alınan kararı duymaz; kardeşi Süleyman tahta oturup hatt-ı hümâyunu hazırlayana kadar, son durumdan habersizdir; ama hazırlıklıdır. Darüssaade Ağası Ali Ağa kendisine hatt-ı hümâyunu getirip, "Muradullah bu imiş buyurun hapishaneye" deyince, itirazın fuzûli olduğunu bilen IV Mehmed tek endişesini hemen söyler.

"Bize katl var mı?" Ağa'nın cevabı soru kadar kısadır:

"Hapis emrolundunuz."

1642 senesinin Ocak ayında dünyaya gelip, yedi yaşının içinde tahta oturan IV Mehmed, 39 sene 3 aydır sürdürdüğü saltanatını 9 Kasım 1687'de böyle noktalar. Binlerce maiyetiyle, cins atların üstünde, yüzlerce tazıyla sürek avlarına çıkan, Topkapı Sarayı'nda bile sıkıntıdan patlayan Pâdişâh mahpus hayatını sevinçle karşılar.

Kırk altı yaşındadır, yaşadığı hayat onu hiç yıpratmadığı için çok dinçtir, güçlü kuvvetlidir. Avcılığın bünyesine kazandırdığı dayanıklılıkla 20 saat hiç inmeden at sırtında durabildiği anlatılır.

Hapisliği bir dairede idi ama yine de orman havasını saraya tercih eden bir pâdişâh için kolay katlanılacak gibi değildir. Ancak 5 sene, 1 ay, 28 gün yaşayabilmiş ve kardeşi II. Süleyman'dan sonra tahta çıkan kardeşi II. Ahmed'in saltanatında hayata veda etmiştir.

Avcılığı ile devleti ihmal etmesinin dışında özel kusurları bulunmayan IV. Mehmed, bazı tarihçilere göre en büyük hatasını Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı idam ettirmekle yapmıştı.

Yenicami'deki anasının türbesine cenazesi defnedilen Dördüncü Mehmed, Edirne'de ölmüştür.

Son Söz

Çocuktu; Köprülü Mehmed Paşa, yapacağı hiçbir icraata karışılmaması şartıyla sadâreti kabul etmişti. Kan dökücülüğü kusur sayılmazsa, Köprülü iyi hizmet verdi; Padişah rahat etti. İkinci Köprülü de rahat ettirdi Padişahı ama devlet yetkilerini Sadrazam kullanırken o da kendisine yeni bir yetki alanı buldu. Avcılığa alıştı. Niyet ne olursa olsun Avcı Mehmed'i bu ortama iten sebepler düşünülmeli...

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ SÜLEYMAN

(1687–1691)

20ye4.jpg

Önceden alışık olduğumuz bir acıklı sahne... Mevzu aynı, tereddüt aynı, korku aynı, şahıs farklı. Hani bir zamanlar fazla yaşamasını istemediği birine tanıdığı, "Yavuz'a vezir olasın" dermiş ya. Böyle bir beddua var mıydı bilmiyorum ama bu kafamla o günleri yaşasaydım, sevmediğim birine şöyle bir bedduam olabilirdi. "Padişahın ikinci şehzadesi olasın."

Babaları Sultan İbrahim hal olduğunda; Şehzade Mehmet altı buçuk yaşını bir ay geçiyordu. Süleyman ondan 3 ay küçüktü, (anaları ayrı) Şehzade Mehmet padişah olup tahta çıkınca, Süleyman'a mahpus hayatı düşüyordu. Şimşirlik denen dairede yaşamaya mecbur edilmişti. Bu mecburiyeti 40 seneye yakın sürdü. "Gerçi buna tam olarak mahpusluk denmez. Edirne'ye ve başka yerlere de gittiği olmuştu, fakat bu gidişler de kendi iradesiyle değildi." Ağabeyi hal edilince, ona da taht yolu göründü. Nöbet değişikliği gibi bir şeydi bu. Tahtta oturan mahpese, mahpesdeki tahta lâyık görülmüştü. Ne kadar garip cilvedir, pâdişâh devletin tartışmasız en üstün tek gücü; hatta devletin sahibi! Geri kalanlarsa kul taifesi; tekrar tekrar söylüyoruz. Pâdişâha o gücü veren de, alan da kul taifesi oluyor. IV. Mehmed'e öfkelenen kul taifesi bütün yetkilerini elinden alıyor, kardeşine veriyor... Kimsenin sesi çıkmıyor. İnsanın aklı karışıyor, gerçekte iktidar kimin?

Dördüncü Mehmet'in gönderdiği tavizkâr hattı hümayunu dinleyen ocaklıların "Bu hattı hümayunu gönderen adamın mutlak Padişahlığını istemeziz" demeleri ile işi biten bir Pâdişâh, yine aynı insanların "isteriz" dediği şehzade... Şehzade Süleyman, 2. Süleyman olarak, kurulan tahta oturtulacak. Bu vazife her zaman olduğu gibi, Darüssaade Ağası'nındır. Ağa Şimşirlik denen mahpus dairesine Süleyman'ı almaya gittiğinde direnmeyle karşılaşır. Karşısında saltanata can atan bir adam bulamaz. Şehzade Süleyman yaşadığı hayattan memnundur. "Hayır" der Ağa'ya, Ağa yalvarır. Araya Valide Sultan girer oğlunu iknâya çabalar. Darüssaade Ağası Ali Ağa.

"Benim şevketlü Pâdişâhım, korkmayın vallahi ve billahi zarar maksadına gelmedim, cümle vezirler ve ulema ve ocaklı kulların sizi Pâdişâh edip teşrifinizi bekliyorlar." derse de Şehzâde'nin aklı öldürülmesine kilitlendiği için inanamaz müjdeli habere;

"İzâlemiz emrolundu ise söyle, iki rekât namaz kılayım, ondan sonra emri yerine getir. Çocukluğumdan beri kırk yıldır hapis çekerim, her gün ölmekten ise bir gün evvel ölmek yeğdir, bir can için ne bu çektiğimiz korku diyerek ağlamaya başlar."

Darüssaade Ağası'na inanan hapis arkadaşı, küçük kardeşi Şehzade Ahmet (İkinci Ahmed) ağabeyini de inandırmaya, Ağa'nın yalan söylemediğini anlatmaya çalışır. Güçlükle yola getirilen Şehzade giyinip, kuşanıp gelir tahta cülus eder.

İşe yaramaz Siyavuş Paşa'ya sadâret mührünü verir. Her taraf asayişsizlikten perişandır, ne halkta ne askerde huzur var; cepheler birer birer terk ediliyor. Padişah dünya ahvalinden bihaber; ama biliyor ki hiçbir şey yolunda değildir. Ne yapılabilirse yapmak azmindedir. Siyavuş Paşa'ya:

"Seni kendime vezir-i âzam ve vekili mutlak ettim, şer'i şerif üzere hareket edip hilafından sakın. Allah'ın rızasında olalım, kırk yıldır bir karanlık yerde mahpus ve hayattan meyus iken yeniden dünyaya gelip gözüm açtım ve âlemi herc-ü merc buldum. İki eteğimizi belimize çalıp din ve dünyamıza hayırlı olan işlerde bulunup gereği gibi ibadullaha hizmet edelim, eşkıya define (yani bu ocaklı isyanına) çare görüp dağıtmak gereksin" dedi.

Dilekte bulunmak kolaydı; arzu etmek de güzeldi fakat bir işin gerçekleşmesi güç meselesiydi ve Pâdişâh güçsüzdü, paşa güçsüzdü, devlet güçsüzdü. - iyi vezirler iyi atlara binip gitmişlerdi - Bir öfkeyle taht sahibini değiştiren insanlara nasıl söz geçirilir? Üstelik bu insanların çoğunun tek derdi para ve aylardır cepleri boş ise! Yeni Padişah adet olan cülus bahşişini tedarik edemez, ocaklılar çılgınlıklarını artırır. Senelerdir ganimet görmeyen, mevcudu savaşlarda kaybeden tamtakır hazine hiçbir ihtiyaca cevap veremez... Altın-gümüş ne kadar özel eşyalar varsa saraydan çıkarılıp para kestirilir, dağıtılır, kâfi gelmez. İsyan üstüne isyan yaşanır. İstanbul'da asker Vezir-i âzam Siyavuş Paşa'nın sarayını basar, paşayı öldürüp sarayı yağma ederler.

Köprülü Mehmed Paşa'nın kızı olan Fatma Hanım Siyavuş Paşa'nın eşidir, o dâhil, saraydaki bütün insanları esir alıp köle gibi satmaya çıkarırlar. Fatma Hanımı hamiyetli bazı subaylar kurtarır. Âsilerin saldırıları sadece paşalar ve devletin diğer büyüklerine değildi, hele de işin ucunda para meselesi olduğundan şehrin zenginlerini çok rahatsız etmeye başlamışlardı. Elebaşlarının verdiği talimat gereği, devletten alacaklı göründükleri miktarı zenginlerden almaya yeltenmişler ve de almışlardı. Akıldan, mantıktan, insani duyguların bütününden yoksun bir yığın eli silahlı serseri, hiçbir ölçü gözetmeden kasırga gibi esiyordu. O günleri yaşayan tarihçiden, İ. H. Uzunçarşılı aktarıyor.

"Bir mertebe sokaklar izdiham oldu ki vasfolunmaz. Şehirde oğlan, avrat, ehli ırz dışarı çıkamadan kaldı; alım satın bertaraf olup halk bir derde müptela oldu ki mutasevver değildir. Mesela çarşı pazarda halkı cebren soymağa ve nicelerin öldürmeğe başladılar; zapt-u rapttan kalıp zabitlerin dinlemez ve sözlerin tutmaz, karşı söyleyenleri öldürür oldular. Mesela beş, on erzel (rezil) ellerinde birer testi şarap aralarında birini bir eşeğe bindirip sairleri etrafını alıp halka karşı şarap içerek çarşı, pazar gezerler ve bir ehli ırz adamı tutup cebren, iç şu şarabı diye teklif ederlerdi. Hangi birisin yazalım, âlem harabe varıp hercü merc oldu. Hasılı kelâm..."

Zorbalar halka zulümlerini devam ettirirken kelle istemekten de geri kalmıyorlar... Fazıl Mustafa Paşa kellesi istenenlerin başında gelmektedir. Bu isteğe Şeyhülislâm fetva vermez ve der ki:

"Cürmü nedir? Pâdişâha âsi mi oldu? Düşmana kal'a mı verdi? Düşmandan yüz çevirip bozgunluğa mı sebep oldu? Söyleyin. Allah'ın emri Peygamberin şeriatı üzere sizin fermanınız verilmelidir ki, hem Padişaha âsi oldunuz ve hem nice bî günah ümmeti Muhammedi soyup vilayeti haraba verdiniz. Ben anın hakkında fetva vermem. Veren var ise benden izin." Zorbalar Şeyhülislâm Debbağzade Mehmed Efendi'nin azlini sağlarlar, yerine Feyzullah Efendi geçer, araya yeni vezir-i âzamın da girmesiyle Fazıl Mustafa Paşa'nın başı zorbalardan kurtarılır.

Pâdişâh bir yandan Rumeli'deki toprak kayıplarıyla derin üzüntüler yaşarken, bir yandan da asilerin zulmüne göğüs germeye çalışmakta, durmadan hattı hümâyunlar yayınlamaktadır. Birinde şöyle söyler:

"Siz ki Vezir-i Âzam ve Yeniçeri ve Sipahi ve Cebeci ve topçu kullarımsız; cümlenize selâm, dualar ederim; bu ane gelince payitahtımızda ve Rumeli ve Anadolu'da halkı ateşlere yakıp âlemi haraba verdiniz; bu devlet Padişahlığım yoksa size mi sipariş ettiler. İçeru ve taşra mansıblarımda olan ocak ağalarımı istediğiniz gibi tebdil ve tağyir edip gün geçmez cemiyetten şehri İstanbul'u berbad edip zengini fakir ve fakiri zelil oldu ve bir alay ibadullahın ırzların pâymal ve âleme rüsvay eylediniz; yoksa size dünyada cevap verir yok mu? Ba'delyevm bu fena hallerden el çekip hayır duam alasız ve illâ bedduama uğrarsız; vezir-i azamı serdar ettim; sefere âmâde olup gönül birliği ile din-i mübîn, uğur-ı hümâyun ve hizmeti ibadullahta bulunasız vesselam."

Hattı hümâyun tesirli olur, amma hükmü uzun sürmez; yine bir sürü uygun olmayan davranışlar sergilenir askerler arasında. Hileler, tuzaklar yarışmaya başlar; erken davranan, düzeni kuvvetli olan karşısındakinin canını alır. Bu arada ortalığı karıştıranlardan Fetvacı Hüseyin Çavuş Yeniçeri Ağası tarafından öldürülür, biraz sonra da kendi vücudu parçalanır...

Burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum: İkinci Süleyman'da görülen Hatt-ı Hümâyun'un benzeri daha evvelki Pâdişâhlarda da görülmüştü. "... hayır duamı alasız ve illâ bedduama uğrarsız!" Pâdişâhın hayır duasını almanın önemi üzerinde düşünülmesi lâzım: Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa'nın sözleri de hatırlanmalı.

Sancak Vakası

Ortalığı kasıp kavuran kargaşadan bizar olan esnaf, dükkânlarının yağmalanmasına seyirci kalmaktadır, ama bıçak kemiğe dayanır... Son olarak "zorbalardan bir kısmı yağlıkçı ve sipahi çarşılarını yağmalamaya başlayıp bu arada esnaftan bir Yağlıkçı Emir'in dükkânını da boşaltırken bu adam bir sırığın ucuna beyaz bir yağlık bağlayarak:

"Ümmeti Muhammed'den olan sancak dibine gelsin" der. Canından bezmiş olan esnaf bir şeyler yapmak heyecanıyla, bunu Sancak-ı Şerif zannederek, altında toplanmaya başlar. Bir beş, on derken, saraya gelene kadar sayılan 12 bini bulan halk, kapıdan içeri dolar ve zorbalardandır diye Kapıcılar Kethüdası'nı parçalarlar.

Pâdişâhı Sancak-ı Şerifi çıkarmaya davet ederler. Eşkıya elinden çektiklerini dile getirip "Bir âdil Padişahsın; hakkımızı hak et; şerlerinden bitap kaldık; ehli iyalimiz dağıldı, mal ve mülkümüz gitti; ölümü ihtiyar ettik; sancağı şerifi ihsan buyurun, eşkıyayı kıralım, ya biz burada ölürüz veya sancağı şerifi çıkarırız."

Esnaf can yangınıyla canını ortaya koymuş, ya şerefimizle yaşayalım, ya da ölelim, diyordu. Padişah bile korkmuştu. Aralarına bir adam gönderiliyor ki, esnafın esas meramını anlasın, fakat bu talihsiz adam casustur diye öldürülüyor. Padişah devlet ricalini saraya davet edip yapılacaklar hakkında istişareyi deniyor; bir hayli tartışma sonucu sancağı şerif çıkartılıyor ve Pâdişâh: "Zorba şakileri üzerine sancağı şerif çıkardım. Ümmeti Muhammed'den olan sancak dibine cem olsun; gelmeyen kendi kâfir ve avreti boştur." diye ocaklara haber gönderdiği gibi halkı da tellallarla sancağı şerif altına davet ediyor..."

Hadise, ilerleyen saatlerde öyle bir raddeye geliyor ki, padişahın indirilip yerine biraderi Ahmed'in; sonra, Şehzade Mustafa'nın geçirilmesi veya Kırım Hanı'nın getirilip pâdişâh yapılması bile tartışılıyor. Neticede bazı tayinlerin yapılmasıyla gün bitiyor, sükûnet sağlanıyor. Devam eden günlerde bazı âsiler canından oluyor, İkinci Süleyman'ın padişahlığının beşinci ayı dolarken (Mart 1688 de) hava duruluyor...

İçeride güçlünün zayıfı ezmeye çalışması nice can ve malın heba olmasına, nice ırzın ayaklar altına alınmasına zemin hazırlarken ve insanların ezilenleri kan ağlarken, cephelerden de Türk askerinin acıklı inlemeleri duyuluyordu. Çocukluğundan başlayıp 46 yaşına kadar tedirgin bir kafes hayatı yaşamış olan Padişah, hükümdar olmanın, hükmetmenin tadına varamamıştı. Tahtla beraber karşılaştığı ilk görüntüler; fakir bir hazine, söz dinlemeyen asker, kelle isteriz diye bağıran âsiler olmuştu. İçeride sükûneti sağlamadan dışarıya yapabileceği bir şey yoktu. Kaleler birer birer yıkılıyor. Osmanlı'nın Avrupa'daki varlığı kar gibi eriyordu. Daha önce de gördüğümüz üzre, devlette devlet adamı kıtlığı vardı. Avusturya cephesi kritik günler yaşıyor. Belgrad'ın elimizde ne kadar kalacağının hesabı yapılırken "denize düşen yılana sarılır" atasözünde olduğu gibi, eşkıyalıktan devlet kademesine geçen Yeğen Osman Paşa'ya Serdarlık veriliyordu. Paşa, her ne kadar devletten unvanlar alsa da, ruhunu eşkıyalıktan arındıramamıştır. Elindeki onbin kadar askeri İstanbul'dan gelen zorbalarla bir hayli artırınca, padişah gibi tasarruflarda bulunmaya başlar.

Yeğen Osman Paşa'nın serdarlığıyla ilgili bir iddia var, Serdarlık beratı aslında Hazinedar Hasan Paşa'ya gelmiş amma, "Benim istediğim mansıbı almak elimdedir" diyebilen Yeğen Paşa, beratı kendi adına okutmuş. Her ne şekilde ise Paşa Serdar olmuştur. Kendisini göstermesi, vazifesinin üstesinden gelmesi beklenir, fakat o zoru görünce Belgrad'ı düşmana teslim eder.

Avrupa'da Osmanlı varlığı bitme noktasına gelirken, son zamanlardaki başarısızlığı ile bu işlerde payı olan Yeğen Osman Paşa hükümette ve saltanatta değişiklik yapma sevdasından kendisini alamıyor. "Şer ile davam var, Âsitane'ye giderim" diye isyankârlığını iyice su yüzüne çıkarıyor. Pâdişâh tarafından gönderilen Hatt-ı Hümâyun yerinden ayrılmamasını emrediyor; bir de hançer gönderen II. Süleyman zoraki Serdarı onurlandırmaya çalışıyor. O ise emaneti getiren Kapıcı Başı İsmail Ağa'ya; hançeri geri ******ürmesi, aldığı yere iade etmesi için dil döküyor. Bunun büyük saygısızlık olacağını, araya giren adamlarının ısrarla söylemeleri üzerine, lütfen! Kabul edip beline takıyor ve:

"Baka ağa, Pâdişâhın emri üzere kudretim mertebe bu tarafları korurum ve yine kasımdan sonra davamı görmeğe Âsitane'ye (İstanbul'a) giderim; Vezir-i Azama böylece söyle." tehdidini esirgemiyor. Cephede hiçbir varlık gösteremeyen Paşa, devlete böyle haysiyetsizce gözdağı verirken, düşman tarafının acı sözlerini duymazdan geliyordu: Padişaha haberler geliyor hepsi yıkımla ilgilidir; sevinçli müjdelere rastlanmıyor. "Osmanlı askeri oklanmış şikârımızdır" "hedefimiz İstanbul'dur" diyecek kadar ileri gidiyorlardı. Bu sözler; dörtyüz senedir duyulmayan, duyulması muhtemel olmayan ağır sözlerdir ve pâdişâhı sefere çıkmaya zorlar mahiyettedir. Ordu, başında Pâdişâhını görünce daha şevkle savaşacağından, mağlubiyetler zincirinin kırılması, gerilemenin noktalanması belki mümkün olabilecekti.

Nişancı İsmail

Paşa'nın sadareti Anadolu'daki isyanı bastırmaya yararken, rüşvete boğulan saray erkânıyla uğraşması azline yol açtı. Bekri Mustafa Paşa'mn sadâreti sırasında İstolni Belgrad Kalesi ve hemen peşinden Belgrad Kalesi sükût etti.

İkinci Süleyman istemediği halde, şartların mecbur bırakmasıyla oturduğu tahtta şimşirliğin huzurunu arar hale geldi. Ne içte yüz güldüren manzara, ne dışta yüz ağartan başarı var. Belgrad'ın düşman tarafından kuşatılması Serdar Yeğen Osman Paşa'nın beceriksizliğinden istifadeyle oldu. Kendisi nehri geçerek karşı koymanın imkânsızlığından bahsedip Nis'e kaçarken, müdafaa için Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa'yı bırakmıştı. Nemçe Kumandanı Maksimilyen 30 bin kişiyle Zemlin'e gelip oradaki Tökeli İmre ve Osmanlı kuvvetlerini perişan etti. Belgrad'a geçip, zaptetmesi pek zor değildi. Serdar'ın kaçmış olması orduyu cesaretsiz, ne yapacağını bilemez duruma düşürmüş, düşmanı tam bir şahin sürüsüne çevirmişti; avlarını almakla zorlanmadılar. (8 Eylül 1688)

Belgrad'dan sonra ufak tefek kaleler, palokalarda düşmana terk edildi, Macaristan'da sadece Timaşvar yokluk içinde, perişan bir hâlde direniyor...

Eğriboz Zaferi (30 Ekim 1688)

Bire kırk veren bir tarlaydı Osmanlı Ordusu. Hastalık bulaştı. Tarla çoraklaştı. Büyük zaferler büyük adamlarla beraber kaçtı. Sevinci basitleşti devletin. Venedik Donanması'na karşı gösterilen başarı övünç oldu bir zaman için ve Çelebi İbrahim Paşa alkışlandı canı gönülden.

Eğriboz bizim. Muhafazası Vezir Çelebi İbrahim Paşa tarafından bir avuç askerle yapılmaktadır. Denizcilikte kuvvetli olan Venedik her taraftan dökülen devleti görünce hem karadan hem denizden kaleyi kuşattı. Durmadan ateş yağdırdı Türk askerinin üstüne tam 106 gün.

İbrahim Paşa eski zamanları andıran bir kahramanlık örneği sergilemiş, askeri canla başla savunmuş ve düşman neye uğradığım şaşırmıştı.

Ummadığı mukavemetle karşılaşıp, büyük kayıplar veren Venedik Başkumandanı Morasini çekilmek zorunda kalıp gitti. Savunmaya hayran olduğunu belirten kumandan bizi de sevindirmiş oldu, istemeden!

Selim Giray'ın Gelişi

Osmanlı Türk Devleti'nin orduları içeride ve dışarıda kan kaybederken, Kınm'da; Selim Giray, Osmanlı'nın göreve getirdiği çok değerli bir devlet adamıydı ve Kırım Hanı olarak Osmanlı'ya sadâkati had safhadaydı. Viyana Bozgunu'nun baş sorumlusu Murad Giray'a hiç benzemiyordu. Osmanlı'nın düştüğü müşkül vaziyete dayanamayan Han vezir-i Azama bir mektup gönderir:

"Düşman ayakta olup bu kışta Kınm'da, Boğdan, Eflâk ve Erdel ve bütün Rumeli Hıristiyanları isyan edip Karadeniz kenarlarına kadar bütün memlekete yayıldı; bundan dolayı İslâmiyet gayr¬tiyle Kırım'dan çıkıp Bucak'ta kışlamak için hareket etmek üzereyim; bu işe göz yumulursa memleket elden gider. Bundan başka bizzat gelip Padişah hazretlerini ziyaret etmek isterim." diye izin ister.

Bu isteği istişare eden devlet erkânı sevinçle karşılayıp "Gelmesi Hızır yetişmiş gibidir" "meclisinden safalanırız" derler.

31 Aralık 1688'de Selim Giray Edirne'ye gelir, Kara Mustafa Paşa'dan kalan saraya yerleşir. Bir hafta sonra düzenlenen bir toplantıda ısrarla ilk konuşmaya başlaması istenir ve başlar.

Kendisine ulaşan bilgilerle devletin bütün sıkıntılarını bildiğini konuşmasıyla belli eder. Sözlerinin dikkatle dinlendiği anda istediği noktaya gelir ve diyeceğini der. Mevzu Yeğen Osman Paşa'dır.

"Yeğen dediğinizde korkunuzdan akciğeriniz görünür; kahtı rical mi vardır! Kaldı kaldı da devlet bu herife mi kaldı? Ulema ve meşâyihten bazıları sen sahibi huruçsun diyorlarmış; çok yazık Âli Osman devletine ki bir hayırhah adama kalmamış; eğer bunun tedâriki görülmezse ne taraftarınız olurum ne işinize karışırım ve ne de kılıç salıp içinizde bulunurum."

Devlet erkânı içinde, Yeğen Osman Paşa'yla ilgili fikrini beyandan kaçınanlar vardı. Aldıkları cesaretle ferahlandılar. Yeğen Osman ve yanındaki âsiler hakkında katilleriyle ilgili fetva alındı.

Yeğen tehlikeliydi. Yanına yaklaşmaya korkuluyor, kendisi hakkındaki düşünceler bir sır gibi saklanıyor. Ayrıca her an fikrini değiştirmesi ihtimali de göz önünde tutuluyordu. Harekete geçmeden önce maksadını anlamak için Kamaniçe kumandanlığı tevcih olunup, oraya gitmesi istendi.

Durumun vehameti dikkate alınarak Rumeli Eyaleti'ne seferberlik emri gönderildi. Bu emirleri ******ürecek olan Arap Recep Paşa'dır ve Paşa'nın işleri bu kadarla bitmemektedir. Arap Recep Paşa'ya Ungürus Serdarlığı verildi.

Arap Recep Paşa ilkönce Selim Giray'ı karargâhından alıp Edirne'ye ******ürmeye mihmandar tayin edildi. Padişah tarafından Edirne'de kabul edilecek olan Giray gitti ve tam bir ay kaldı. Bir ay sonra Ruslar'ın saldırısını haber alınca memleketine döndü.

Yeğen Osman Paşa'ya Kamaniçe'ye tayinini bildirmek üzere gönderilen Çavuş "Şimdi seni öldürürüm lâkin elçisin; seni gönderenlerin maksadı beni Kamaniçe'ye gönderip orada katletmektir. Kendimi onlara teslim etmem, işte meydan, ellerinden geleni yapsınlar!" gibi tehditler işitti.

Çavuş döndü; duyduğunu ve gördüğünü anlattı. Yeğen Osman Paşa meselesini fazla uzatmayalım dersek:

Arap Recep Paşa Serdar olarak Yeğen Osman Paşa üzerine yürür. Osman Paşa'nın adamları kademe kademe kendisini terk eder. Sonunda, sadık adamlarıyla beraber başları kesilir, bu gaile de biter.

Bir Zafer de Selim Giray'dan

Kırım Tatarları yahut Tatar Türkleri Osmanlı Devleti'nin en vurucu güçlerinden sayılır. Onların varlığının ifade ettiği mânâ satır aralarında anlatılmıştır. Her zaman Osmanlı Ordusu saflarında savaşa iştirak eden Han'lar pâdişâhın takdirini ala gelmişlerdir -biri istisna-.

Ruslar Prens Vasili kumandasında, Kazaklar da Halman Mazeppa kumandasında olmak üzere 300 bin kişilik bir büyük orduyla, "Tatarların Unkapu dedikleri Penekap'a kadar ilerlemişler."

Moskoflar'ın niyeti önce Kırım'ın boğazını sıkmak, sonra da İstanbul üzerine, arkalarını güvencede hissederek yürümek. Selim Giray ordusunu hazırlayıp düşmanın önüne geçti. Belirtilen yerde, beş gün süren çarpışmadan kalabalık düşman ordusu ağır yara alarak çekilmek zorunda kaldı.

Tatarlar'ın savaşçılığım ispata yarayacak bir savaştı bu. Ruslar kaçarlarken bile Han'ın askeri tarafından hırpalanıp Selim Giray'a büyük bir zafer hediye ettiler. (30 Mayıs 1689)

Selim Giray Rus ve Kazak saldırısını Edirne'de iken haber almış ve memleketini korumaya gelmişti. Bu zaferden sonra tekrar Pâdişâhın yanıma döndü.

İkinci Süleyman'ın Sefere Çıkması (Mart 1689)

Macaristan'da türkülerimiz söylenmiyor; Belgrad bile sükût etmiş; düşman Sırbistan içlerine kadar girmiş. Daha önce Avusturya'dan "hedefimiz İstanbul'dur" diye tehdit gelmişti ya, ona çare düşünülür. "Nefir-i âm" - seferberlik -ilân edip devletin toprakları sayılan her yerden asker toplanması yoluna gidilir. Padişahın otağı Edirne sahrasına kurulur, tuğlar çıkarılır, halk galeyana gelir. Nice zamandır padişahın sefere çıktığını görmeyen halk ta, asker de memnundur:

Fakat Pâdişâh hastadır; ancak Sofya'ya kadar gider, orada kalır. "— Bu sırada Avusturyalılara karşı ordunun başında "Macar Serdarı / Macaristan Seraskeri, ünvâniyle Arap Receb isminde bir belâ vardır. (Yeğen Osman asisinin definde faydalı olmuştu.) Kızlar Ağası'nın iltimasıyla Sofya Beylerbeyliği'nden serdarlığa çıkarılan bu aciz adam orduyu felâketten felâkete sürüklemiş olmakla meşhurdur.

Padişah Sofya'da, cepheden iyi haberler bekliyor. İyi haberler mazide kalmıştır; bunu II. Süleyman da biliyordur amma; gönlü kabul etmiyor. Önce Ömer Paşa ve askeri, peşinden Recep Paşa mağlup döner cephe gerisine. Zaten fakirliğin pençesinde kıvranan devletin topları, çadırları, mühimmatı düşmana hediye edilir; müjde yerine bu haberler ulaşır hasta Padişaha, Pâdişâh ağlar, ağlar inanmak istemez kara habere.

"Bir sadık kul'um yok ki ortalığın ahvâlini doğru söyleye" diyerek gönlünden geçen müjdeden gayrısını yalan saymaya çalışır. Birinci Süleyman böyle yeis yaşamamıştı; İkinci Süleyman'ın ise bundan başka şansı görünmüyor. Ordunun ne başında hayır kalmış ne eteğinde; zoru gören asker cepheden kaçmayı marifet sayıyor.

İkinci Süleyman'ın Sofya'da beklemesi hiçbir fayda sağlamamıştır. Edirne'ye dönmek için hazırlıklar yapılır; Padişahın gözyaşlarıyla, askerin kanlarıyla sulanan topraklardan boynu bükük ayrılır. Bu bir uzun vedadır. Yankısı ne zaman biter belli değil. Padişah üzgün; yanında bulunanlar üzgün; Sofya halkı perişan! İ.H. Uzunçarşılı Silahdar Tarihin'nden o anı şöyle anlatıyor:

"... Namazgâh mahallinde, mevcut ikibin neferiyle Yeniçeri Ağası, daha ötede Sipah silahdar ağaları selâmladığı vakit keçelerin (başlıkların) ellerine alıp hal diliyle 'Bizi garip kodun Pâdişâhım' deyu bir mertebe zarluklar ettiler ki vasfolunmaz ve alelhusus şehir halkı büyük, küçük, erkek; kadın ve çocuk yalınayak ve başıkabak sokaklara dökülüp 'Bizi nereye koyup gidersin Pâdişâhım, düşmana esir etmeğe mi?' deyu saçların sakalların yolarak kaldılar ve reaya ise 'Üzerimize havale olunan onbeş teklifi (örfi vergileri) bin türlü mihnet ile eda ve tek Pâdişâhımız iş görüp düşmandan intikam ala deyu her cefaya sabr ve tahammül ve zulmü kendimize rahmet bilip fermana itaat eden bir alay zuafâyı dörtyüz yıldan beri kulluk eden fıkarayı Nemçe keferesine verdin' deyu ağlaştıkları aynelyakîn müşahede olundu."

Sultan Süleyman'ın hareketinden sonra Recep Paşa idam edilir. Avusturya cephesi Mora Muhafızı Halil Paşa'ya emanettir. Pâdişâh Tatar Pazarı'na gelince Vezir-i Âzam Bekri Paşa'nın zulmünden şikayetler başlar. Şeyhülislâm, yanında Pâdişâh hocası Abdülvehhab Efendi'yle huzura girince "Devletin hayırhah bendeleriniz, cümle ulema elinizi öperler, vezir-i Âzamin hıyaneti meydana çıktığından azlini rica ederler" deyince:

"Ya efendi, der Pâdişâh. İstanbul'da Bağdad Köşkü'nde hepiniz bunun salâbet ve diyanet ve akıl ve firasetini arz edip her ahvaline kefil oldunuzdu; evvelki sözünüz şimdiye uymadı; bundan maksadınız nedir?" deyince Şeyhülisâm Debbağzâde:

"Hata etmişiz, me'mulümüz (umduğumuz) gibi çıkmayıp, hilafı zuhur etti; azl-i ihmâl olunur ise devletin berbadına ve memâliki İslâmiye'nin düşman eline girmesine sebep olur; behemehal azli lazımdır" sözleriyle ısrar edip kendisine padişah hocası da yardım edince İkinci Süleyman:

"Dün serdar ettik, bugün azlolunmaz, dört taraftan düşman ağız açıp ayakta iken azli askerin dağılmasına sebep olur. İstediğinize müsaade ederim; lâkin Edirne'ye varıp, kasım geçsin düşman ayağı kesilsin, müşavere olunup münasip birine sadâret verilir" diye cevap verdi."

Olayların gelişimi Pâdişâhı fazla sabırlı davranmaktan alıkoyar, vezir-i azam azlolunup yerine Köprülü zade Fazıl Mustafa Paşa tayin edilir. Yeni vezir-i azamın "çok kuvvetli bir kültür sahibi olduğundan bahsedilir... Her şeyden evvel orduyla maliyenin ıslahına ehemmiyet veren Mustafa Paşa seleflerinin halkı ezen vergilerini kaldırmış, sarayın gümüş takımlarını Darphaneye gönderip sikkeyi ıslah etmiş, narhı ilga edip ticaret serbestisini ilân etmiş, gayrı-meşrû servet yapan devlet adamlarını müsadereye tâbi tutarak hazineye para yığmış ve "Nefir-i âm" usulüyle toplanan gayrı muntazam askerleri terhis edip orduda ıslahat yaptıktan sonra istirdat siyasetini tatbike karar vermiştir."

Fazıl Mustafa Paşa babası gibi vezir-i âzam olmak istiyordu. Bunun için gereken tedbirleri almaya çalışıp ilk icraat olarak vezir-i âzam azillerinde başrolü oynayan Darüssaade Ağası'nın işine son verdirdi. Serdâr-ı Ekrem olarak görevlenip Kırım Hanı'nı ve eyâlet valilerini Sofya'da toplanmaya çağırdı. Bu sıralarda Tiryaki Hasan Paşa ile anılan Kanije kalesi, koruyucularının aç kalması sonucu vire ile teslim edildi.

Vezir-i Âzam Fazıl Mustafa Paşa Serdâr-ı Ekrem olarak 13 Temmuz 1690 da Edirne'den Belgrad'a hareket etti ve ilk başarısını Şehirköy ve arkasından Musa Paşa palangalarını alarak gösterdi; sonra Niş üzerine yürüdü. Niş Kalesi vire ile teslim alındı. Semendire Kalesi cebren fethedildi. (27 Eylül) Hedef Belgrad! (8 Ekim 1690) Yenilgiler sayfası kapanmış sayılır. Artık Türk askeri zaferlerle yoluna devam etmektedir. "12–16 bin düşman tepelenmiş ve Tuna üzerinde 12 düşman gemisi zapt edilmiştir. Ele geçen top sayısı 396’dır. —Bu büyük muvaffakiyet üzerine Tuna boyundaki muhtelif palangalar düşmandan temizlendiği gibi, vaktinde Fatih tarafından yaptırılıp bu sefer Avusturyalılar tarafından yıkılan Böğürdelen Kalesi tamir ve tahkim edilmiş ve biraz sonra Vidin'in istirdadıyla Tuna boylan tamamıyla temizlenip düşman artık öte yakaya atılmıştır."

Belgrad Kalesi 2 sene, 1 ay düşman işgalinde Türk'ün hasretine katlanmıştı. Şimdi yine kendisini sevenlerin koruması altına girdi; bakalım ne zamana kadar devam eder?

Pâdişâh Edirnelilere Yük mü?

Sadâret makamına uygun bir insanın getirilmesi, devletin kaderinin değişmesine sebep olabilirken, bazen, bu işi en kötü biçimde yapacak insanlara mührü hümâyun teslim ediliyordu. Fazıl Mustafa Paşa, etrafına akıllı ve becerikli insanları toplamış, kayıpların telâfisine çalışıyorlardı ki, bir mahzur atıldı ortaya. Pâdişâhın Edirne'de bulunması, Edirnelileri sıkıntıya sokuyor. "Reayaya angaryadır" diye İstanbul'a dönmesi teklif ediliyor. Devletin-milletin hayrına her türlü fedakârlığa rıza göstermesi gereken pâdişâh, bu masum isteği kabule yanaşmıyordu.

Sultan II. Süleyman'a bazı adamlarının, kardeşi Dördüncü Mehmed'i örnek göstermeleri Sultanı korkutuyor. Türk Ali Paşa ile iletilen teklife cevap, aykırı geliyor ve diyor ki Pâdişâh:

"Artık ben İstanbul'a gitmem, vezir-i âzam doğru buraya gelsin, burası da tahtımızdır; burada yazlayıp kışlarız."

İstanbul'a gidince hal edileceği, yerine yeni pâdişâhın geçeceği korkusu ile böyle hareket eden Sultana gönderilen ikinci haber:

"Bu münafık sözüdür; herkes pâdişâhtan hoşnuttur; hâşâ ki suikast oluna, burada oturmak zararlı olduğundan gidilmek münasip görülüyor."

Ali Paşa bu haberle pâdişâha tekrar gelip, der ki:

"İstanbul'a gidilmesini yalnız vezir-i âzam kulları murad etmedi, vükelânın reyiyle olmuştur, niçin şüphelenirsiniz?"

Reayanın maddî sıkıntılara duçar olduğunu anlatır; Pâdişâhı ikna eder ve 17 Kasım 1690'da İstanbul yoluna düşülür.

Pâdişâhtan bir buçuk ay kadar sonra Belgrad'dan dönen Fazıl Mustafa Paşa büyük iltifatlar görür.

"— Hoşgeldin, berhudar ol, yüzün ak, kılıcın berrak ekmeğim sana helâl olsun" diyen Pâdişâh hil'at üstüne hil'at giydirip, belinden çıkardığı hançeri beline, başından çıkardığı murassa sorgucu başına taktıktan sonra ağlayarak:

"— Ben mükafat etmeğe kadir değilim. Allah iki cihanda yüzünü ak etsin." diye bir hayli dua etti. Zafere susamış milletin minnetini ifade etmeye çalışıyordu Pâdişâh; vezir-i âzam mutluydu, seyredenler memnundu.

Herşey hareket halindedir; durmak, yok olmaya rızâdır. Üç cephede savaş, devlette telaş var. Vezir-i Âzam İstanbul'dan cepheleri idare etmek düşüncesinde, devlet erkânı sadrâzamsız savaşın kazanılmayacağı görüşünde ısrarlı. Pâdişâh hastadır. IV. Mehmed'in taraftarları, mahpus bulunan eski pâdişâhı yeniden tahta geçirme sevdasıyla yanıp tutuşuyorlar; işler karma karışık. Pâdişâhı İstanbul'da bırakmak uygun görünmemekte, çıkacak bir karışıklıkla tahtıyla beraber hayatından da olacağı endişesi ağır basmaktadır. Devlet erkânı vezir-i azama pâdişâhın Edirne'ye ******ürülmesini teklif eder; vezir-i âzam "Pâdişâhı bir dahi İstanbul'dan çıkarmamak şartiyle getirdik" demesi tehlikenin büyüklüğü yanında cılız kalır ve karar verilir. Pâdişâh Edirne'ye gidecek:

Fazıl Mustafa Paşa bu kararla huzura varınca, Pâdişâh:

"Behey Paşa bak ne haldeyim" diye şişmiş olan vücudunu gösterdi ve "Bu hal ile nasıl giderim. Vükelâ halimi bilmezler. Dün gel bugün git, gidecektik niye geldik."

Karar ciddidir, uygulanır. Önce IV. Mehmed ile Küçük kardeşi Şehzade Ahmed, Mehmed'in oğulları Mustafa ile Ahmed, peşlerinden Pâdişâh Edirne'ye yolcu olurlar. Bütün bu tedbirler tahtı dolduracak birinin tahta yakın ve yalnız bulunmaması içindir. Zahmetliyse de katlanılır. En küçük fırsatta kendi adamını padişah yapma arzusuyla yanan insanlar varken, buna müsait ve arzulanan bir ismi tahtın dibinde bırakmamak icab ediyordu.

Pâdişâhın Ölümü (22 Haziran Cuma 1691)

Pâdişâh Davutpaşa'da iken hastalığı şiddetlendi. Hekim Yahya Efendi'nin muayenesi ancak teşhise yarayıp, çare olamayacaktı. Vaziyetin ümitsizliğini vezir-i azama anlatınca, yerine kimin geçeceği ciddi biçimde düşünülmeye başlanır. 40 senelik saltanattan sonra hal edilen IV. Mehmed, oğulları Mustafa ve Ahmed ve padişahın küçük kardeşi Ahmed arasında ağırlık küçük kardeş Ahmed'den yana basar.

İkinci Süleyman'ın oğlu olmadığı için, hanedanın devam edeceği pâdişâh adayı olarak seçilen Ahmed'i, Vezir-i Âzam bilhassa istemektedir. Edirne'ye tahtırevanla gidecek kadar durumu ağır olan Süleyman'dan ümit tamamen kesilmiştir. Vezir-i Âzam da sefere çıkmayı aksatamıyacağından, geride kalanlara sıkı tenbihatta bulunarak vedâlaşır.

Vezir-i Âzam Köprülü zade Fazıl Mustafa Paşa vedalaşmak için yanına girdiğinde hasta Pâdişâh:

"Mustafam! Seni Cenâb-ı Hak'ka emânet eyledim, inşaallah fütuhatı celile ile dönesin" dedikten sonra gözyaşlarını tutamaz.

Fazıl Mustafa Paşa devlete zaferler kazanmaya giderken gözü her an ölümü beklenen pâdişâhta, kendi şehadeti ise aklına bile gelmemektedir. Birkaç gün sonra 22 Haziran 1691 Cuma günü Pâdişâh Hakk'ın rahmetine kavuşur.

İkinci Süleyman 45 sene 7 aylık ömrünün 40 seneye yakınını kafes hayatıyla geçirmiş olduğundan pek talihli sayılmaz. Zaten öncesi de çocukluk dönemi idi. "Padişahlığı 3 sene 6 ay 24 gün sürmüştür. Bunun iki senesi istiska denen hastalığın ızdırabiyle doludur. Kanunî Sultan Süleyman Türbesine def¬edilen İkinci Süleyman'ın hâlim selim, dindar bir insan olduğu söylenir.

Yüzlerce cariyesi olmamış, zevk-ü sefa peşinde koşmamıştır.

Vefatından az önce Davutpaşa’da onlara bırakmayı düşündüğü bir miktar parayı "Sen ki Darüssaadetim Mehmed Ağasın, hattı şerifim mucibince tevzi edesin" diye Mehmed Ağaya vasiyetini bildirip, kadınlarının kendisinden sonra perişan olmamalarını düşünmüş, onları da Allah'a emanet etmiştir.

Kendisini hafızalara nakşettirecek önemli bir şeyi olmadığı gibi, bir evlat da bırakmadan dünyayı terk edişi, "garip yaşadı, garip öldü." sözüne uygun düşüyor.

Kendisinden önceki padişahlar gibi şairliğine rastlanmıyor; şiir yazmayan ender padişahlardandı. Muhteşemliği, Kanuniliği birincisi aldığından, İkinci Süleyman'a bir şey kalmamışsa da, en azından kimsenin kötü diyemeyeceği bir insan olarak elinden geleni yaptığı anlaşılıyor.

Link to comment
Share on other sites

SULTAN İKİNCİ AHMED

(1691–1695)

21tv3.jpg

Sultan İkinci Ahmet de malûm sebepten dolayı saray hapishanesinde yaşlanmıştı. Ağabeyinin ölüm gününde bile tutsak muamelesi görüyordu. Vezir-i Âzam ile saray erkânı kendisini istemeselerdi, ya eski padişah veya onun oğlu Mustafa tahta geçirilecekti. Şans Ahmed'den yanaydı. Vezir-i Âzamin sıkı tembihini dikkate alan görevliler, Edirne'de tahtı Şehzade Ahmed'e takdim ettiler.

Sultan Ahmed aksakallı bir ihtiyardı. 49 yaşına, kuşlar gibi hür olmadan değmişti. Belki de biraz erken kocamış, çektiği ürküntü dolu senelerin izlerini yüzüne nakşeden kaderine sitemler etmişti. Şimdi, padişahlık etmek için vazifeye başladı ve birikmiş dertlerin üstesinden gelebilmek için yapabileceğini yapacaktı.

Defalarca taht sahibi değişmiş, her defasında aynı sıkıntılar yaşanmıştı ya, yine yaşanıyor, askerler cülus bahşişi bekliyorlar. Malûm olduğu üzere hazine boş.

Cephede ise Avusturyalılarla savaşan Vezir-i Âzam Fazıl Mustafa Paşa alnından vurularak şehid düşmüş, devlet son yıllarda bulduğu en iyi vezirinden olmuştu. Pâdişâh bunalınca "Ben bu makamı ne istedim, ne de bekledim. Hak Teâlâ fazl-u kereminden bu aciz kuluna nasib etti, bu nimetin şükür borcunu ödeyemem" diyecektir. Vezir-i Âzamin şehadetiyle ordunun bozulması ve kaybedilen savaş, binlerce askerin şehid düşmesi, Tuna'nın beri yakasında kalmaya mahkum olan Osmanlı Devleti, Pâdişâhı çok üzüyordu. Sadrâzamın, askerlerin, toprağın ve harp levazımatının kaybı... Hiç birinin telafisi mümkün değildi.

Salankemen Bozgunu acı hatıralarımızdandır ve yeni padişahın yediği ilk darbedir.

Salankemen Bozgunu (19 Ağustos 1691)

Salankemen Bozgunu ve Vezir-i Âzamın şehâdetinden bir miktar bahsetmek lâzım. Türk milletinin gönlünden, kök tutmaya başlayan ye'isi atan, soluk yüzüne renk getiren Arnavud Köprülü-zâde'nin şehâdeti hikâyesi şöyle:

Savaşa Serdar-ı Ekrem olarak giderken, arkasında hasta ve hassas bir pâdişâh bırakmıştı. "Gidip de gelmemek"ten ziyâde, "gelip de görmemek" yer etmişti zihninde, göremeyeceği pâdişâhına gözyaşı dökmüştü. Fazıl Mustafa Paşa 13 Temmuz 1690'da helâlleşti pâdişâhla, aynı tarihte yola düştü. Zaferler kazandı. Pâdişâhı, ulaşan iyi haberler güldürememiş olsa da sevindirdi. Çok sürmedi sevinç ve 22 Haziran 1691'de İkinci Süleyman öldü. İkinci Ahmed pâdişâh sıfatıyla mührünü gönderdi cepheye. "Sadrazamlığın benim saltanatımda da geçerlidir" demekti.

Şu yağmurlar... nehirlerin taşması düşman kılıcından fazla zarar vermiştir askere. Fazıl Mustafa Paşa Budin'i düşmandan almak istiyordu. Belgrad'daki ordugâhından harekete geçti. Zemun yakasından, kurulan köprüyle askerin bir kısmı Macaristan topraklarına taşındı. Tuna ile Sava nehirlerinin taşması geri kalan askerin, beri yakada mahkûm kalmasını mecbur kıldı. Düşman askeri fazla, Türk askeri az. Tutuşulacak bir savaşın muhtemel neticesi yenilgidir. Vezir-i Âzam cesur, düşmandan korkmuyor: Yine de "hemen hücuma mı geçmeli yoksa siperlere çekilip karşı tarafın hücumunu mu beklemeli" diye paşalara danıştı. "Kul kâhyası, Yeniçeri Ağası Eğinli Mehmed ve yaşlı vezir Hoca Halil ikinci yolu tercih ettiklerini söylediler. Vezir-i Âzam Köprülü İhtiyar Halil'e: "Bir hayalet gibi değil, bir insan gibi görünmen için seni davet ettim," dedi. Halil sakalım sıvazlayarak ona cevap verdi: "Yaşayacak az günlerim var, bunun için bu gün veya yarın ölmemin bence önemi az; ama imparatorluğa utanç veya felâket dermekten başka bir şey düşmeyecek bir yerde bulunmak istemezdim" dedi.

Köprülü Fazıl Mustafa Paşa bazı yerlerde tecrübenin cesaretten daha üstün olduğunu o ân kavrayamadı. Toplan ileri sürdürdü, siperden çıktı. Karada iki ordu karşı karşıya gelmekteyken denizde (Tuna nehrinde) Türk donanması zaferini kazandı.

Binlerce defa duyulan Allah Allah nidaları, Kemankeş Ahmed Paşa'nın "cesaret" diye haykırışı, "cennette huriler sizi bekliyor" diye askeri şevke getirmesi işe yaramadı.

Düşman ateşi askerin istikametini değiştirdi. Türk askeri atlarını geldiği yöne çevirmişti. Avusturya birlikleri sancağı şerif üzerine doğru ilerledi.

Vezir-i Âzam, askerin kaybolan cesaretini toplaması için ne yapmak gerektiğini silahdar kâhyası ile müteferrika başına sordu. "Elde kılıç savaşalım" dediler. Onun da başka düşüncesi yoktu. Elde kılıç ileri atılan Vezir-i Âzamı görüp galeyana gelen asker azim kazandı, düşmana saldırdı. Bir başka cenahta bir başka vezirin, Kemankeş Ahmed Paşa'nın askeri bozuldu. Karaman Beylerbeyi Vezir Çelebi İsmail Paşa iki kat fazla olan düşmanın yaya ve süvarilerini bozdu. Sayıca az olanın çok olana galibiyeti görülecekti ki, bir kurşun Vezir-i Âzamın alnına isabet etti. Bir kurşun yalnız bir adamın alnına çakılmış sayılmaz, bu aynı zamanda ordunun beynine çakılmıştı. Bazı pâdişahların, becerikli vezirler tarafından saklanan ölümündeki beceri burada görülemedi. "Serdar düştü!" diye bağırılıp, ilan edilince, netice kabullenilmiş oldu.

Tamamen bozulup dağılmakta iken Vezir-i Azamdan aldığı şevkle coşan askerde hayır kalmadı. Bundan sonrası için ne kurtarılırsa o kâr sayılır. Zaman her şeyi kurtarmaya yetmeyeceği için Hoca Halil Paşa ile Küçük Cafer Paşa sancağı şerifi alıp, ordunun sağ kalan kısmını kurtarmaya baktılar. Savaş araç gereçleri ve hazine düşmana terk edildi. Salankemen Bozgunu ve Fazıl Mustafa Paşa'nın şehâdetinin kısa hikâyesi böyle. (19 Ağustos 1691)

Salankemen Sonrası

Kırım Hanı Selim Giray istifa etmiş, yerine Kör Saadet isimli, işe yaramaz biri Han seçilmişti. Osmanlı Ordusuna yardım için yola çıkmış fakat yetişememişti. Padişahtan ağır bir Hatt-ı Hümâyun alarak tehdit edildi. Bozgunda payı bulunan Sipahiler Ağası Belgrad'da idam edildi. Serdarlığa oy birliğiyle Halil Paşa seçildi. Sadrâzamın cesedi bulunamadı. Avusturya ordusu adamakıllı yorulmuş ve yıpranmış takip edecek takati kalmamıştı; ancak etraftaki Türk kalelerini tacize giriştiler. Lipve Kalesi düşmanın eline geçti. Timaşvar zor durumdaydı takviye edildi. Serhadden İstanbul'a-Edirne'ye ulaşan kötü haberler matem havası meydana getirdi.

Devlet, teşkilat işidir. Osmanlı Devleti'nde sadâret, pâdişâhtan sonraki baş makam. En iyi insanın en iyi biçimde yetişip o makama gelmesi gerekirse de, elde bulunanla idare etmekten başka ne çare? Elde bulunan ise beceriksizdir. Pâdişâhın eksiğini dolduracak ayarda değildir. Yeni yeni isimler denenmekle bir yere varılacaktır.

Arabacı Ali Paşanın Sadâreti (27 Mart 1692)

Devlet erkânının teklifiyle Vezir-i Âzamlığa Sadâret Kaymakamı Ali Paşa getirildi. "İlmiyyeden yetiştiği için "Kadı/Hoca" ve ihtiyarlığından dolayı "Koca" lâkaplarıyla anılan bu haris ve zâlim Arnavuda "Arabacı" denilmesi, hışmına uğrayanları arabalara doldurup sürdürmesindendir." Kendisine Mühr-ü Hümâyun verilirken, cepheye, askerin yanına gitmesi şartı da söylenmesine rağmen, Ali Paşa çeşitli bahanelerle cepheye gitmemiştir. Buna mal hırsından, diyenler var. Ordunun levazımım hazırlamak için merkezde kalan Paşa'nın yerine, Serdar olarak Koca Halil Paşa görevlendirilmiştir.

Ali Paşa sadârette 6 ay 29 gün kaldı; uygun olmayan davranışlarından dolayı azledilip yerine Çalık Ali Paşa getirildi. Merzifonlu olduğu için Merzifonî diye de anılan Paşa değerli ve ahlaklı bir insan olmasına rağmen zor günlerin üstesinden gelecek kapasitede değildi. Bir sene süren vazifesinin sonunda Pâdişâhla araları açıldı ve istifa etti. Bu istifanın sebebi; Baş Defterdarın vazifeden alınmasını isteyen Pâdişâhın emrini dinlememesi; Pâdişâhın, emrinde ısrar etmesi olarak gösterilir.

"II. Ahmed: "Ben sana üç defa defterdarı azlettim. Yerine bir mütedeyyin, müstakim bendeyi nasbedesin deyû hatt-ı şerif gönderdim. Yine fermanımı tutmadın."

Sadrâzam: "Ne cürm ile müttehem oldu ki azli icab eder!"

"Bütün memleketime ettiği zulümden şehr-i Edirne şikayetçilerle doldu."

"Hayır Pâdişâhım aslı yoktur. Hünkârıma hilaf inha etmişler. Defterdar bir hizmetkârdır. Kendiliğinden bir işe kadir değildir. Her ne işlerse benim fermanımla amel eder."

Böyle cevap veren Sadrâzam, koynundan mühr-ü hümâyûnu çıkarıp Pâdişâhın yanına koyunca, II. Ahmed çok kızdı ve şöyle dedi:

— Behey adam, ben öteye gün fukarayı araba kenarına getirip kendim suâl eyledim. Üzerlerine sâlyâne olunan bid'atleri ferâde ferâde söylediler. Mâ'lûm oldu ki zulümde defterdar bile olup ben zâlimi hâricde tecessüs ederken, meğer zâlim sen imişsin. Emrim tutmıyan şahıs bana vekil olamaz. Getir sende olan emâneti... Bir alay halk "gördün mü pâdşâhı bir adamı bunca uzak yerden getirip vezir-i â'zam edip şimdi öldürdü" deyü tâ'n ederler. Yoksa şimdi senin hakkından gelirdim. Var taşrada eğlen. Vezir-i â'zam geldikde mansıb veya tekaa'üd ile muradına müsâ'ade olunur."

Sadârete, gene pek yüksek karakterli bir adam olan ve selefi gibi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın maiyyetinde yetişen Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa getirildi. Ali Paşa'nın Belgrad seferinde sadâret kaymakamlığı da yapmıştı. Kedhudâ (iç işleri bakanı) Osman Ağa, İkinci Vezir oldu. Mustafa Paşa, sadâreti kabul etmek istemeyince II. Ahmed çok kızdı ve hem kendisini, hem de Ali Paşa'yı idam ettirip Yeniçeri ağası Vezir İsmail Paşa'yı sadrâzam yapacağını söyledi. Bunun üzerine Paşa, iktidar makamını kabul etti. Asabî, fakat merhametli ve hakşinas olan II. Ahmed, bundan sonra Çalık Ali Paşa'yı tekrar huzuruna çağırdı:

— Paşa, dedi; bu işi kendi kendine sen eyledin. Hangi memleket valiliğini istersen sana ihsanım olur. Muradın neyse makbûl-i hümâyûnumdur.

Çalık Ali Paşa, teşekkür etti ve:

— Mansıb recâsında değilim, diye cevap verdi. Tekaüt edilmesini ve tekaüt maaşı olarak Mihaliç hassını istedi. Halefi Mustafa Paşa, bu hassın gelirinin çok az olduğunu söyleyince:

— Böyle sefer vaktinde ve hazînenin darlığı sebebiyle bu dahi çoktur. Kanâ'at ederim, cevabını verdi.

Bir müddet Bursa'da oturdu. Kandiye muhafızlığına gönderildi. Orada 1700'de öldü. 55-60 yaşlarındaydı. Aynı yaşlarda olan halefi Mustafa Paşa, güzel şiirler de yazmıştır. Şu kıt'a ve beyit onundur:"

Ey gönül sahn-ı çemende leb-i derya zevkin

Bir sanemle edegör kâm-alasın dünyâdan

Yoksa bir dişleri dür kaameti serv-olmayıcak

Ne biter sahn-ı çemenden ne çıkar deryadan

Tevbe etdim ki etmeyim tevbe

Tevbeye tevbe-î nasüh-olsun

Çalık Ali Paşa izzeti nefis meselesiyle vazifeden ayrıldı; bu sağlam karakterinin yansımasıydı. Yerine Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa tayin edildi, o da halefi gibi karakterli, mert, kuvvetli bir şahsiyetti. 6 Temmuzda Edirne'den cepheye hareket etti. Cephe Avusturya. Kırım Hanı, Hacı Selim Giray zaferler kazanıyor, esirler topluyor, bulunduğu yerlerin ahvalini Serdar Mustafa Paşa'ya bildirerek, hangi cepheye saldırması gerektiğini tenbihliyordu.

"— Erdel tarafının ehemmiyetine mebnî Belgrad'ı Allah'a emanet eyleyip siz asâkir-i İslâm ile Rusçuk'a gelip, Tuna'dan Eflak yakasına geçip Erdel'e girersiniz ve düşman gelirse harb ederiz; bozarsak Erdel'i tamamen zaptederiz; kaleleri Avusturya askeriyle dolu olan Erdel alınmadıkça diğer Avusturya kalelerinin alınmalarına imkân yoktur." Kırım Han'ı Bozoklu'ya bunları yazıyor ve güzel anlaşıyorlar.

Vezir-i Âzam 5 Temmuz'da Edirne'den hareketle 18 gün sonra Rusçuk'a vardı. Çadırları kuruldu. Kırım Han'ı saygılı bir törenle kabul ve "her zaman olduğu gibi, bir hil'at, bir kaftan, kıymetli taşlarla süslü bir ok muhafazası ve bir kılıç ihsan edildi."

Han, Vezir-i Âzam ve ordu erkânı hareket tarzını görüştüler. Erdel'e gidilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı Ordusu Eflak tarafına geçtiği sırada Avusturya'nın 100 bin kişilik bir orduyla Belgrad'ı muhasara edeceği haberi alındı.

Bir kararsızlık yaşandı. Asıl hedef Erdel olduğu halde, muhasarası mevzu olan Belgrad, işi çatallaştırmıştı. Muhasara var ise dönmek, yoksa boş yere zaman kaybetmemek için Demirkapı'dan Erdel'e girilmesi karara bağlandı.

Daha sonra öğrenildi ki Belgrad kuşatma altında. 8 Eylül 1693'te Tuna'dan Vidin'e gelindi. Semendire'de bulunan Kırım Han'ı ile Rumeli Beylerbeyi tarafından düşman karakol efradı baskına uğratılıp bir hayli ganimet elde edildi.

Avusturyalılar yaklaşmakta olan tehlikeyi görünce kuşatmayı kaldırıp Sava Nehri'ni geçti, köprüyü yıktıktan sonra gitti.

Erdel'den vazgeçildi. Belgrad Kalesi tamir edildikten sonra Bozoklu Mustafa Paşa Edirne'ye dödü. Kırım'a gönderilen Hacı Selim Giray da bilahere Edirne'ye geldi; iki aydan sonra tekrar Kırım'a döndü.

Bozoklu Mustafa Paşa, Selim Giray'ın da kahramanlığıyla süslenen bu seferden devletin haysiyetini yükselterek, Almanlara büyük zayiatlar verdirmiştir. Savaştan sonra giriştiği iyileştirme faaliyetleri, bolca düşman kazanmasına sebep oldu. Devletin çektiği iktisâdi sıkıntıların sebeplerini keşfedip, çare arayan Paşanın karşısına muazzam bir askeri haksızlık çıkmaktadır. Adı defterde kayıtlı, ama kendisi hiçbir zaman savaşa iştirak etmeyen binlerce Timarlı ve Ocaklı'nın ismini defterden silip, birçoğu ölmüş bulunan bu insanların yerine geçenlerin devletin kasasını boşaltanların husûmetine hedef olan Bozoklu, devlete (yılda 77 milyon dolar kazandırdı) Kendisine de sadâret makamını kaybettirdi.

Dimetokalı Sürmeli Ali Paşa'nın Sadâreti (14 Mart 1694)

14 Mart 1694'te Mustafa Paşa azledildi. Sadâreti 11 ay, 18 gündür. Trablusşam Beylerbeyi Vezir Dimetokalı Sürmeli Ali Paşa, sadrâzam oldu. 30 günde Trablusşam'dan gelip mühr-ü hümâyunu aldı. Bu aylarda IV Mehmed'in kızı ve II. Ahmed'in kızı gibi sevdiği yeğeni Ümmî Sultan, 3 yıl önce nişanlandığı İkinci Vezir Osman Paşa ile evlendi. Gene bu aylarda, Türkiye'deki İngiliz tacirlerinin Türk kıyafetiyle dolaştıkları öğrenildiği için, kendi kıyafetleri dışında giyinmeleri yasak edildi. Sürmeli Ali Paşa iki selefi gibi değerli bir adam değildi. Haris ve zâlimdi. Dâmâd Osman Paşa'yı kaymakamlıktan uzaklaştırarak Diyâr-ı Bekr Beylerbeyiliği'ne gönderdi. Van Beylerbeyi Vezir Mustafa Paşa, İstanbul'da sadâret kaymakamı, Vezir Abdullah Paşa da Edirne'de rikâb-ı hümâyûn kaymakamı oldu. Sürmeli Ali Paşa, bu gibi işlerle uğraştı. Şeyhülislâm ve kazaskerlere kadar karışıp her makama adamlarını yerleştirmeye başladı.

Sürmeli Ali Paşa'nın saygısızlığı mıdır, II. Ahmed'in pasifliği mi? Dâmad Osman Paşa'nın hışma uğraması nasıl izah edilir, bilemiyoruz. Yoksa pâdişâhın demokrat düşüncesi mi böyle bir tayini durdurmaya engeldi? Daha önce görmüştük. Çalık Ali Paşa ile II. Ahmed, Başdefterdar meselesinde nasıl mücadele etmişlerdi. Her ne ise.

Vezir-i Âzam Sürmeli Ali Paşa Serdâr-ı Ekrem olarak 28 Haziranda Edirne'den Belgrad'a hareket eder. Kırım Hanı Selim Giray da bu sefere davetlidir. Ordusuyla beraber dört oğlu da yanında. Türk ordusunun mevcudu ve levazım yerinde, fakat hava şartları düşmanın yanındadır ve sonu sükûtu hayâl olan bir sefer daha yaşanır.

"İkinci Ahmed devrinde vilayetlerin ahvâli pek muntazam değildi." diyen Cavit Baysun Hicaz ve Irak'ta karışıklıklar olduğunu, Suriye'de Sürhan Oğullan ile Dürzi Ma'n Oğullarının devlete âsi davranışlarını, Garp Ocaklarından Trablus ve Cezayir donanmalarının Tunus'a tecavüzlerini, bazı eyaletlerdeki miri ve mukataa halindeki toprakların kayd-ı hayat şartıyla satılmasını yazıyor. Bu halin; devletin zayıfladığını, otoritesinin ne kadar sarsıldığım göstermesi bakımından önemi büyüktür.

Her taraftan vurgun yiyen devlet, Sultan Ahmed zamanında son olarak Sakız Adası'nın vire ile Venediklilere teslimiyle biraz daha sarsılmıştır.

Sultan İkinci Ahmed'in Ölümü (6 Şubat 1695)

II. Sultan Ahmed parlak zaferleri tadamadan, ordunun ekseri mağlubiyetlerle geçen savaşlarıyla sarsıla sarsıla hasta düşer. Tarihte önemli bir iz bırakmadan "3 sene, 7 ay, 14 gün" süren padişahlık hayatını 52 yaşında vefatıyla, Edirne'de noktalar.

II. Sultan Ahmed'in hususiyetleri arasında dikkat çekecek hiçbir şey görülmüyor. Ne saray dolusu cariyeleri, ne ahırlar dolusu atları, ne şiirleri ne başka marifetleri var. Küçücük yaşından itibaren mahpus hayatı başlayıp belirsizlik içinde geçen 43 senesi ve ummadığı bir zamanda 49 yaşında kavuştuğu saltanat, devletin buhranlı yularına rastlar.

Yerini Yeğeni II. Mustafa'ya bırakan Padişahın cenazesi İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'ne defnedilir.

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ MUSTAFA

(1695–1703)

22ei9.jpg

İkinci Ahmed'in padişahlığı hiçbir yüreği ferahlatmadığı gibi, ölümü de hüzünlendirmedi, denebilir. Cenazesi gözyaşlarına boğulmadan kaldırılmıştı. İnsanlar kayıplarla dolu savaşlardan, iktisadî sıkıntılardan bıkmış, durgunlaşan heyecanlan galeyana getirecek; enerjik, cesur, tebaasının rahatı için kendi rahatını feda edebilecek bir baba padişah bekliyordu. Ve bu beklentide olanlar için Sultan Ahmed'in ölümü bir kapı aralamış sayılıyordu. İşte; o kapıdan süzülüp çıkan Dördüncü Mehmed'in oğlu İkinci Mustafa hiçbir teşrifata lüzum görmeden orta kapıya kurdurduğu tahta oturmuştu. Ne Darüssaade Ağası'na, ne bir başkasına borçludur; kendi işini kendi görüp oturduğu tahtta vezir-i azam ve şeyhülislamla diğer devlet erkânım basma toplayıp biat merasimini yapmış padişahlığını ilân etmişti.

Sultan II. Mustafa beklentilere cevap vermek isteğindeydi. Bunu, bir hattı hümayunla, padişahlığının üçüncü günü açığa vurdu. Kendi el yazısı ile kâğıda döktüğü düşünceleri vezir-i âzam tarafından açıklanmıştı. Zübde-i Vekaiyat'ta çok ağdalı bir dille anlatılan metni sadeleşmiş haliyle aşağıya alıyoruz.

"Vezir-i âzam Ali Paşa! Cenabı Allah mutlak hâkimdir, bu günahkâr ve aciz kuluna, kendi takdir ve fermanıyla yeryüzünün hilâfetini, cihan saltanatını ihsan etti. Şimdiye kadar padişahların hangisi kendi zevk-ü sefasına düştü ise, eli altındaki tebası rahat yüzü görmemiştir. Biz, bundan sonra, kendimize zevk-ü sefayı ve rahatı haram eylemişizdir. Ve bundan mâda pederimiz Mehemmed Han zamanından bugüne kadar padişahların zevk-ü sefaları, ihmallik ve tembellikleri sebebiyle düşmanlarımızın, nice İslâm memleketini istila ettiği ümmeti Muhammed'in malını yağmalayıp, şehirlerini harab ettikten başka ehli iyâllerini bile esir eylediği cümle âlemin malumları ve bizim dahî malûmu hümâyunumuzdur. Bundan dolayı, Allah'ın izni ile düşmandan intikam almak için cihada kendim gitmeye niyaz eyledim. Ve sen ki vezir-i âzam ve sair vüzerâ ve ulemâ ve vükelâ ve ocak ağalarısız, büyük ecdadım merhum Sultan Süleyman Hân padişahlığı zamanında İmparatorluğun her ne tarafında bir düşman görünse, yalnız vezirin göndermeyip kendisi gazaya iştirak eylediklerinden, Allah'ın izni ile intikam almak nasip olmuştur. Ben dahi gitmeye niyet eyledim. İmdi cümleniz bir araya gelip düşünün, karar verin; bizim seferi hümayuna gitmemiz mi mâkul, yoksa Edirne'de kalmamız mı münasiptir? Din ü devlete, ibadullaha hangisi faydalı ise cümleniz Allah için söyleşip müşavere edip sıhhati üzere tarafıma cevap veresiniz."

Bu ne güzel bir ses, ne ulvî bir arzu idi! Herkesi sevince boğan bu padişah isteği, duyanların gönlünü ferahlatıp devlete ve tahta bağlılıklarını pekiştirmişti.

Vezir-i âzam hazretleri dahî vüzerâ i izam ve Şeyhülislam Efendi ve Nakibül eşraf ve sadreyni muhteremeyn ve ayanı Bektâşiye ve sipah u silahdar ve cebeci ve Topçu ocakları zâbitam ve sair erkânı devlet..." burada zikretmediğimiz daha birçok insan padişahtan gelen Hattı hümayunu üç gün tartışırlar. Varılan netice kendisine bildirilince, pâdişâhın coşkun ruhu hoşnut olmaz. Çünkü sefere çıkma teklifi devlet erkânı tarafından reddedilmiştir. Nazikçe ret sebebi açıklanır. Kul Kethüdası Deli Balta Zade Mahmud Ağa "Pâdişâhın emrine amadeyiz -lakin- düşman bir olaydı! Mora düşman eline girmiş iken Sakız'ı dahi istila etti. Padişah sefere hareket ederse devlet merkezi boş kalır, Venedik açık bulup taarruz eder, ayrıca devlet hazinesi zayıftır padişahın bizzat sefere gitmesi büyük masraf gerektirir." Bu itirazlara ilaveten pâdişâhın "vücûd ı şeriflerine zahmet" verilmemesi de mühimsenerek vezir-i âzamın serdarı ekrem olarak ordunun başına geçmesi uygun görülür.

İkinci Mustafa senelerdir bugünlerin hayalini kurup, devletine zaferler kazandırma ateşiyle tutuşmuş olmalı ki; şiddetle ısrar eder:

— "Bana ağırlık ve hazine lâzım değil, mahallinde kuru ekmek yerim, vücudumu din uğruna bezl ederim; her ne denlü meşakkat arz olunursa sabr u tahammül ederim; hizmet-i ibadullah tamama ermeyince seferden dönmem; elbette kendim giderim."

Bu kati istek pâdişâh emridir, itiraz edecek bir kul çıkamaz. En iyi, en hızlı şekilde sefer hazırlığına başlanır.

Koyun Adaları Zaferi (18 Şubat 1695)

Sakız Adası Sultan İkinci Ahmed'in son günlerinde Venediklilerin eline geçmişti. Pâdişâh büyük kederlere garkolup Vezir-i âzam Ali Paşa'ya bir Hattı Hümâyun göndermiş ve şöyle demişti:

"Mademki Sakız düşman elindedir bütün Ungurus (Macaristan) memleketini fetheden makbulüm değildir."

Sakız ahvalinin derûnunu yaktığını söyleyen Pâdişâh, içini serinletecek günleri görmeden öldü.

Sakız seferi serdarlığına Mısırlı zade İbrahim Paşa tayin olunarak Çeşme Limanı'na gönderilmiş, kaptan paşalığa, da Boğazhisar Muhafızı Amcazade Mezemorta Hüseyin Paşa'daydı. Hüseyin Paşa'ya takılan lâkabın manası yan ölü demektir. Bir savaşta aldığı 8–10 yaradan öldüğü sanılmışken, tekrar hayata dönüşü Venediklilere böyle dedirtmişti. "Meze-morta"

Yirmi kalyon ve yirmi dört kadırgadan meydana gelen Venedik donanması, onaltı kalyon, on dört mavna, yirmi dört kadırgadan mürekkep Türk donanmasının gelmekte olduğunu öğrendi. Karşılamaya çıktığında, yollan Sakız'ın kuzeydoğusunda, Koyun Adaları'nda kesişti.

9 Şubat'ta meydana gelen ilk çarpışma düşmana hayli zayiat verdirdi. Çareyi kaçmakta arayan düşman donanması, zaferin ileri tarihe sarkmasından başka bir şey yapmış olmadı. Osmanlı donanması tekrar savaşmak ve düşmanı imha etmek istiyordu. Tertibat alındı. 18 Şubat'ta saldırıya geçildi.

Venediklilerin namlı denizciliği Türklerin inançlı hücumuna boyun eğmek zorunda kaldı. "Türk donanmasının üç amirallik gemisi Bastarda, Kapitana ve Riyale, Venedik Cumhuriyeti'nin en güzel iki gemisine Stella del Mar ile Leone Coronato'ya hücum ettiler.

Kapitana gemisinin ilk bordo ateşinde, düşman gemisinin güvertesine yüz elli ceset serildi. Riyâleden Fettahbağ tarafından atılan bir gülle, Stella'yı alevler içinde bıraktı. Ateş, Leone del Coronato'ya sirayet etti ve geminin infilak etmesiyle binlerce askerin hayatına mal oldu."

Amiralleri dahi öldürülen, cephane gemileri berhava edilen Venedikliler verdikleri kayıplara dayanamayıp önce Sakız'a gelip, burada da kalamayıp, bir miktar muhafız asker bıraktıktan sonra İskandil Adası'na doğru kaçtılar.

Türk askeri Sakız'a geçirildi. Kalenin mukavemet edecek hali yoktu. Askeri malzemeleri teslim alınarak, muhafızlar esir edildi.

Sakız adasının geri alınmasında gösterdiği beceri ve kahramanlık, Mezemorta Hüseyin Paşa'yı Kalyonlar Kaptanlığından Derya Kaptanlığına sıçrattı.

Merkezde Bazı Değişiklikler

Sultan Mustafa, pâdişâh hocası olarak Erzurum’dan Seyyid Feyzullah Efendi'yi getirtmiştir. Feyzullah Efendi vezir-i azamdan memnun değildir; padişahın hatırlı hocasının hatırı kırılmaz. Sadaret el değiştirir. Hocanın şikâyeti; padişahın canını sıkan bir meseleyle birleşince -ki mesele 1500 Yeniçeriyi cülus bahşişi için paşanın isyan ettirmesidir- azl işi çabuklaşır; onun yerine Sadaret Kaymakamı Elmas Mehmed Paşa geçer. Padişahın sefere çıkmasını pek çok sebepler ileri sürerek, kabul etmek istemeyen kul kethüdası da görevden alınır.

Sultan İkinci Mustafa sefer hazırlığı ve bazı makam sahiplerinin değişikliğiyle vakit geçirirken, Venediklilerin Sakız'da yenildiği haberi geldi. Sakız seferinin serdarı Mısırlı zade İbrahim Paşa'dır. Derya Kaptanı da Amcazade Hüseyin Paşa, amma bu zaferin mimarı, makamı çok aşağılarda olan bir isimdir. Bu, Kalyonlar Kaptanı Mezemorta Hüseyin Paşa'dır.

Sefer için can atan Sultan Mustafa Sakız'ın sevinçli haberiyle mutlu oldu. Gönderdiği emirle kaleye sığman Hıristiyan tebaaya iyi muamele yapılmasını, mülklerine dokunulmamasını bildirdi. Sakız Adası'nın önemi gereği, Amcazade Hüseyin Paşa oranın muhafızlığına tâyin olundu.

Sultan İkinci Mustafa tahtını ısıtamadan böyle bir zafere varis olmanın sevincini, sefer için duyduğu arzuya kırbaç yaptı.

II. Mustafa'nın 1. Seferi Hümâyunu

Gerekli hazırlıklar tamamlanıp, Pâdişâh Edirne'den Belgrad'a hareket ederken tarih 30 Haziran 1695 idi. 40 gün sonra Belgrad'a varılır, 9 Eylülde Lippa Kalesi'nin fethi gerçekleşir. Başka kale ve palangalar ile bol miktarda ganimet ve esir alınır. 18 Eylülde, Midilli de Zeytin-burnu zaferi için sevinilir. 22 Eylülde Lugos Zaferi...

En küçük kalenin fethinde bile alın teri var; kelleyi koltuğa almak var; hissedilip, hissettirilmeye çalışılan korku var. Plan ve program var ve burada kullanmak istemediğimiz bir yığın askerî terimler var. "Şu gün kale alındı" basit haberini biraz genişletirsek, o kaleyi alan askerin hakkını vermiş oluruz, diyor Lippa'dan başlıyoruz:

Lippa'nın Alınışı (9 Eylül 1695)

Ordusunun başında sefere çıkan pâdişâhlara hasret kalındığı için, Sultan'ın seferinin doğurduğu heyecan doyasıya yaşanmıştı. Belgrad'a varış ve orada 40 günlük bekleyiş, gidilecek yerin tayinini kararlaştırmaya harcandı. Lippa üzerine gitme karan ancak verilebildi. Lippa'yla Türk askerinin arasında Tuna Nehri bulunuyordu ve büyük bir köprü kurularak Tuna'dan geçildi. "Tuna kalelerini muhafaza etmekle görevli filotilla yirmi kalyon, kırk firkateyn, elli kayık ve kırk sal'dan oluşuyor, bunların tam sayısı yüzseksen yelken tutuyordu. Koç Mehmed Paşa Tuna Kaptanlığı'na atandı.

Lippa'yı alma hesapları yapılırken, Belgrad'ın elden çıkması ihtimali gözden uzak tutulmayıp, kalenin tahkimi yapıldı ve oranın muhafazası Büyük Cafer Paşa'ya bırakıldı.

Diğer bütün hesaplar gözden geçirilip, tedbirler alındıktan sonra Lippa üzerine yüründü. Önce teslim teklifi yapıldı. Kumandan 50–60 bin kişilik bir yardım kuvveti geleceği vaadi aldığı için teslimi kabul etmedi. Saksonya Prensi'nden beklenen yardım gelmedi. Türk askerinin bekleyecek hali yoktu ve hemen taarruza geçildi. Kale fazla dayanamayıp düştü. Kale zengin ganimetle doluydu. Kumandan dâhil birçok da esir alındı. Savaş mühimmatı ve diğer işe yarar ne varsa alındıktan sonra muhafazası zor olan kale temelden yıktırıldı.

Lugos Zaferi (22 Eylül 1695)

Lugos'un zaptı için Rumeli Beylerbeyi Mahmud Paşa vazifeliydi. Avusturyalılar General Vaterani kumandasında kuvvetli bir orduyla geliyordu. Mahmud Paşa bir mektupla durumu bildirdi.

Lippa Kalesi alınırken Kırım Ham Hacı Selim Giray da gelmişti. Mahmut Paşa'nın yardım çağrısına uyuldu. Avusturya ordusunu cepheden Türk, arkadan Kırım ordusu çevirdi.

İkinci Mustafa Sipahi, Silahtar, Gönüllü ve Solak asker¬erinin başında bizzat hücuma geçti. Düşman müthiş bir bozguna uğradı. General Veterani ve Lichstenstein Prensi maktul düştü. 5000 esir alındı, geri kalanı öldü. Lugos Kalesi fethedildi. Ganimetler alındı.

Fakat galibiyetler de zayiatsız olmuyor. Bu güzel zaferde verilen şehit asker bildirilmemekle beraber "Rumeli Beylerbeyi Mahmud Bey oğlu Mahmud Paşa ve Diyarbekir Valisi Şahin Mehmed Paşa gibi iki değerli kumandan şehit düştü."

Sultan II. Mustafa'ya Avusturya seferinde kazanılan başarılardan sonra Gazi unvanı verilir. "Bu seferden avdette Fethül İslam palangası geçildikten sonra bir konakta bulunduğu esnada kanun üzere ikindi divanı yapılırken mehterhanenin çalınmasını müteakip duacı çavuşu irticalen Gâzî Sultan Mustafa diye dua ettiğinden bu tevcihten dolayı memnun olan Pâdişâh ağlamış ve duacı çavuşa bir avuç altın ihsan etmiştir."

Her savaş mutlaka iki tarafa da kayıplar verdirir. Hiç kimsenin burnu kanamadan biten bir savaş, ancak hiç kapışmadan biten savaştır. Osmanlı ordusu da kayıp veriyor olmasına rağmen karşı tarafların daha çok zayiatla ve toprak kaybıyla neticelenen her sefer, Osmanlı ordusunu mutlu etmektedir; şevkini artırmaktadır.

Azak Zaferi

Avrupa yakasında kazanılan zaferlerin tadı çıkarılırken Kuzey komşumuz Rusya'nın yaramazlığı ile karşılaşılır; Çar Deli Petro padişahın da seferde bulunuşunu fırsat bilip 10 Temmuz da 2–3 yüz bin kişiyle Azak Kalesi'ni muhasara için gelir; çok az sayıdaki müdâfilerin canla başla vazife yapması, Kefe Beylerbeyi Murteza Paşa ile Selim Giray oğlu Kaptan Giray'ın kahramanlığı Ruslara elli altmış bin kayıp verdirir; hayatta kalanlar canlarını kurtarmayı cana minnet bilip kaçarlar. -13 Ekim 1695

Bu iyi neticenin devamı için gereken tedbirlerin ihmal edilişi, kalede 4-5 yüz kişiden fazla muhafız bırakılmayışı ileride başımıza dert açacaktır.

Ve Azak Kalesi Hezimeti

Deli Petro kadere rıza gösterip yenilginin üzerine yatmaz; 100 bin kişilik bir orduyla ve Don suyunu takip eden büyük bir nehir donanmasıyla tekrar gelir. Çeşitli memleketlerden teknik elemanlar tedarik ederek, "dışarıdan gelebilecek Türk ve Tatar taarruzlarına karşı "ta-bur/ıstabur" kurdurur" Kalede 4-5 yüz asker, dışarıdan 100 bin kişinin teknik imkanlarında desteğiyle saldırıya karşı koyacak; bu ne kadar mümkündür! Hiç mümkün değil! Yine de bu kahramanlar 100 bin kişiyi 64 gün uğraştırır, sonunda vire ile teslim olur. "Herhalde bu netice, Koca Petro hesabına şerefsiz bir muvaffakiyettir" (6 Ağustos 1696)

İkinci Mustafa'nın İkinci Seferi Hümâyunu-Ulaş Zaferi (27 Ağustos 1696)

Enerjik padişahımız tahtında oturup, haremde gönül eğlendirecek yapıda değildir; bir şeyler yapmak için çırpınmaktadır. Zaferlerden uzun süre mahrum kalan milletine o kutlu günleri yaşatmak, kendiside böylece mutlu olmak istemektedir. Yine, sefer Avusturyalılara karşıdır. Tarihe Ulaş Zaferi olarak geçen bu savaş, Prens Frederike'nin 15 bin asker ve toprak kaybına mal olur. Türk tarafı da tabi ki biraz zayiat verir, bir de paamız hayatını kaybeder, bu paşa, Vezir-i Âzam Elmas Mehmed Paşa'nın kardeşi Mustafa Paşa'dır. (27 Ağustos 1696)

Üçüncü Seferi Hümâyun-Zenta Faciası (11 Eylül 1697)

Sultan Mustafa kışı Edirne'de geçirir, Nisanın güneşli bir gününde kurulan otağın önüne tuğlar dikilir; Ağustosun ortalarında Belgrad'a varılır. Kurulan Harb meclisinde yapılan uzun müzakereler sonunda gidilecek yön tesbit edilir.

Tartışılan iki şıktan biri Sava'dan Zemun'a geçip Petonvaradine gidilmesi, oranın muhasara edilmesiydi. Bu hareketin yapılması Belgrad'ın emniyeti bakımından zarurî görülüyordu. Vezir-i Âzam Elmas Mehmed Paşa'nın fikri bu görüşten yanaydı; çünkü bu yol tehlikesiz ve karadan Belgrad'a yakın olduğu gibi Tuna donanması vasıtasıyla erzak ve mühimmat temini de kolay olurdu. Diğer şık ise Tımış, Bega ve Tisa gibi nehirler geçilerek düşman ordusuna saldırmaktı. İkinci yolun tercihinde Avusturyalıların baskınına uğrama riski vardı. Amcazade Hüseyin Paşa nelerin olabileceğini bildiği için kolay yolu kullanma hususunda ısrarlıydı. Onu Mısırlızâde İbrahim Paşa ve Mehmed Paşa da destekliyordu ama işe yaramadı. Muhalif Paşalar zoru Vezir-i Azama kabul ettirdiler. Bu, Billur gibi su dururken zehirli suyu içmekten farksızdı.

Yanlış adım atılmasına gösterilen sebep İ.H.D.'e göre devşirme paşaların ihanetiydi. Raşid Tarihi'ne göre yine paşaların, Vezir-i Azama kolay zafer kazandırtmama ısrarıydı. Meselenin doğrusunu Allah bilir! Bir de casusluk şüphesi ileri sürülüyor ki, buna göre, Osmanlı ordusunun ne yapacağı düşman tarafına duyurulmuş ve onlar da gerekli tedbiri almışlar.

Verilen kararın uygulanmasına başlandı. Tımış ve Bega nehirleri geçildi. Tisa Nehri'ne gelindi. Sadrâzam askerin bir kısmıyla beraber buradan karşıya geçti. Avusturya ordusu kumandanı Prens Ojen casus vasıtasıyla vaziyetten haberdar olduğu için öyle bir zamanda baskın yaptı ki; ordunun yarısı savaşa iştirak edip yarısı seyirci durumunda kaldı. 1664 Ağustosunda Sen Galarda Türk ordusu aynı kaderi yaşamıştı; 33 sene sonra tarih tekerrür ediyor.

Prens Ojen Türk askerinin geçeceği köprüyü iki noktadan top ateşine tuttuğu için, askerlerin çırpınmaları fayda vermemektedir.

İşin başlangıcı sonunun habercisidir. Talihsiz tercihin sürprizi olmuyor, yaşananlar vaziyete uygun biçimde cereyan ediyor.

Bu savaş için ordu erkânı arasında mutabakat yoktu; hazırlanan program tam uygulanmıyor, asker kumandanı dinlemiyordu. Karışıklık büyük hatalara sebebiyet veriyor, kaçışan askeri çevirmek ve düşmana karşı durmak için çırpınan Boşnak Cafer Paşa elindeki az bir kuvvetle saldırırken atı tökezleyip yuvarlanıyor, kendiside düşmana esir düşüyor. Köprülerden geçerek savaşa giren askerler aynı vaziyette köprülerden geri geçerek canlarını kurtarma yarışına giriyorlar ve paşalar onları düşmana saldırtmaya çalışıyorlar. Savaşın kaderi görünmeye başlamıştır.

Osmanlı ordusundaki dağınıklığın ve içine düşülen bu kötü durumun sebebi olarak Vezir-i Âzam Elmas Mehmet Paşa'nın teklifini kabul etmeyen dönme devşirme paşaların tutumu gösterilir. Elmas Paşa'nın daha emin olan yol ve yön teklifine karşı çıkarak orduyu zor duruma düşürenlerden birisinin düşmana casusluk yapmış olabileceği bile iddia ediliyor.

Düşman saldırısından kaçan askerlere mani olmaya bizzat Vezir-i Âzam çabalamaktadır.

"Ben ölünceye kadar dövüşürüm, siz nereye kaçarsınız" diye bazılarını öldürüp bazılarını yaraladığı sırada kendisinden dilgir olan asker - "Bizi bu berzahlara düşürmek senin tedbirsizliğindir" diyerek kılıç üşürüp parçaladılar."

Zenta Faciası denen bu acıklı savaşda Vezir-i Azamdan başka on üç paşa, Beylerbeyi, Sancakbeyi, Ocak Ağası, Alaybeyi ve 20-30 bin asker şehidimizden bahsedilir. Maddi kayıplar ise "9 bin araba, 60 bin deve, 15 bin öküz, 9 bin at, 26 bin gülle, 500 küsur bomba ve hükümdar hazinesi -ki kırk bin altın tahmin ediliyordu- ve bundan başka içinde üç milyondan fazla altın olan ordu hazinesi ve padişah ailelerine mahsus on sekiz koşulu araba ve padişaha mensup on kadın bırakılan ganimetler arasında idi. Vezir-i Âzam Elmas Mehmed Paşa'nın katli ile zayi olan mühri hümâyun da düşmanın eline geçmişti."

Sultan Mustafa bu yenilgiye çok üzülmüş olsa da, bundan sonrası için tedbir almaktan başka yapabileceği ne var ki? Vezir-i Âzamsız kalınamayacağı için hemen Belgrad Muhafızı Amcazade Hüseyin Paşayı Vezir-i Âzam tayin etti. Bu tayinde, savaşla ilgili görüşündeki isabetin meydana çıkması etkili olmuştu. (18 Eylül 1697)

Hüseyin Paşa'da Köprülü'nün izi bulunmaktadır; Amca zade lâkabı "Köprülü Mehmed Paşa'nın kardeşi Hasan Ağa'nın oğlu olup Fazıl Ahmed Paşa'nın sadâretinde kendisine Amca zade denildiği içindir." Vezir-i Âzamın ilk icraatları; padişahın etrafındaki dalkavuklara yol verip, ehil insanları onların yerine getirmek olmuştur.

Bir Mektup

Prens Ojen hayatının en manâlı zaferini kazanmıştı. İmparatoruna yazdığı mektupla bunu belli ediyor. İşte şöyle:

"Gâlib geldik haşmetmeâb; düşmanı yendik. Sadrâzam'ın mührü bile şimdi elimde. Elmas Mehmed Paşa muzaffer kılıçlarımızın altında can verirken Babıâli'nin satvetinize karşı diz çöktüğünü göstermek ister gibi, pâdişâhın mührünü de bize bıraktı. Şimdi Theiss (Tisa) suyu büyük zaferimizin şanlı hikâyesini Tuna'ya ******ürüyor. Bu hikâye o yolla denizlere ve ebediyete gidecek. Fakat haşmetmeâb, itiraf etmeye mecburum, Türkler taşıdıkları şöhrete lâyık bir biçimde dövüştüler. Tam Türk'e yakışır bir feragatle ve celâdetle çarpışa çarpışa öldüler. Onların sönüşü, parıltılarla göz kamaştırdıktan sonra sönen şimşekleri andırıyor. Karşımızdan ağır ağır kaybolan bir ziya kütlesi gibi, beyaz bir eriyişle çekildiler. Onların mağlubiyetleri de galibiyetleri gibi şanlı ve ibretli."

Prensin kullandığı kelimelerin sihrine kapılmamak elde değil. Ne kadar asil bir düşman, diyor insan. Fakat bir sonra yaptığı ile sözümüzü geri almak zorunda kalıyoruz. Asaletinden bahsettiği mağlub düşmanı ölülerine ağlayarak sahneden çekilip gitmişti. Bosna Mehmed Paşa'nın ölümüyle muhafızsız kalmıştı. Zenta faciasından bir ay sonra saldırıya geçen Prens Ojen birtakım palonkaları yakıp yıktıktan sonra Bosna Saraya girdi yaktı yıktı. Sadece 120 caminin harab edilmesi, nazik görünümlü Prensin alnına, asla silinmeyecek bir leke olarak kazınmıştır. Asırlarca savaştan savaşa koşan, birçok şehir basan Osmanlı ordusu kesinlikle, mabetlere dokunmamıştı.

Savaş Vergileri

Kimi zaman zengin eden savaş, bazen de talihsiz yenilgilerle hazineyi kurutuyor. Zenta'da azımsanmayacak sayıda şehidin yanı sıra bir hayli de maddi kayıp meydana gelmişti. Zaten pekiyi olmayan iktisâdi durum biraz daha bozulduğu için, telâfisi cihetine gidilecek; bunun da mevcut imkânlar çerçevesinde tek çaresi vergidir.

İlk olarak kahve üzerine vergi kondu. Bugünkü çay tiryakiliğinin yerinde kahve tiryakiliği vardı ve kahve Yemen'den geliyordu. "Kahve Yemen'den gelir" türküsü o zamanların hatırası olsa gerek. Hammer Tarihi'nde bu konuda rakamlar var: "O zamana kadar her yıl Yemen'den Cidde Limanı'na 40 bin çuval kahve gönderiliyordu. 15 bin çuvalı Arabistan ve Mısır'a gidiyor, 25 bini ise imparatorluğun diğer eyâletlerinde satılıyordu. Müslüman müşteri okka başına sekiz akçe, Hıristiyan müşteri on akçe ödüyordu. Edirne'de aynı tedbir eşitleştirilmişti."

Sultan Mustafa tebasını sıkmak istemese de, içinde bulunduğu zaruret mecbur etmişti. "Gümrük vergisine sekiz veya on akçe eklendi" Savaş masrafları için memurlara dönüldü ve "Kaymakam, defterdar, cebecibaşı, bostancıbaşı, para müfettişleri, İstanbul Pazarı kadısı ve silahdarın gelirlerinden peşin olarak 42 kese para alındı. Yeniçeri ağasının, Vezir-i Azama Mısır hazinesinden gelen akçenin, Zenta'da şehit düşen vezir Baltacı Mustafa Paşa'nın 375 kese akçesinin vs.'nin alınmasıyla hazine biraz kendine geldi. (Fakirlik neler yaptırıyor)

Barışa Doğru

Senelerdir dört cephede savaşmak, bu savaşların çoğunu kaybetmek devleti çok yıpratmıştı. Birkaç defa elde edilen başarılar kayıpların yangınıyla mukayese edilince saman alevi gibi kalıyordu. Sultan Mustafa zincirden boşalan aslan gibi kükremeye başlamıştı, fakat onunda takati Zenta mağlubiyeti ile tükendi. Kış mevsimini durum muhakemesiyle geçiren pâdişâh; sulh tekliflerini değerlendirmenin akıllılık olacağına ikna edilmeye çalışılıyordu.

Devlet erkânının ordunun yıpranması, hazinenin boşalması, Anadolu’da asayişin bozulması, Irak'ta kötü işlerin başlaması gibi menfi sebepleri sıralayıp, barış yollarının aranmasından yana fikir beyan ediyor, Sultan Mustafa bu görüş ve teklifleri hiç olmazsa "kaybedilen yerlerin birazını savaşarak geri alsak" diye çeviriyordu. Uzun süren fikir alışverişlerinin sonunda; savaşın yeni kayıplara sebebiyet vereceği, zararın neresinden dönülürse kâr olacağı kabul edilip, Sulh anlaşmasına karar verildi. Bu kararla bir kenara çekilmekten ziyade, zaman kazanmak; derlenip toparlanmak, ileriki yıllarda fırsat buldukça birer birer, kaybedilen yerleri almaya çalışmak esas gaye olarak muhafaza edildi.

Osmanlı Devleti Viyana bozgunuyla yaşadığı trajediyi katmerlemek için bir de Merzifonlu gibi Sadrâzamı feda etmişti. Onun yerini tutan biri uzun zaman çıkmadığı ve küçük insanlarla çalışma mecburiyeti olduğundan pâdişâhlar da âtıl kalmıştı. Bir Köprülüzâde vezir olarak göz dolduruyordu, ikinci senesini tamamlayamadan şehid düştü. İkinci Mustafa da pâdişâh olarak cevvâliyet meraklısı çıktıysa da üçüncü hamlesinde yanlış kılavuzların ******ürdüğü bataklığa saplandı. Toprak kaybı devam edeceğe benziyor. Barış yapmak, bir zaman için toparlanmaya, hesap yapmaya çalışmak hayır getirebilir.

Karlofça Muahedesi

Tek başınıza savaş yapmak sulh yapmaktan kolaydır. Her zaman bir savaş çıkarabilirsiniz ama barışı temin etmek tek tarafın arzusuyla olmuyor. Osmanlı Devleti barış için ne kadar zorlandı ise, karşı devletlerde zorlanmışlardır. Onlarda her şeyi ince eleyip sık dokumuş, kendi aralarında çok gürültü koparmışlardır. Ama neticede taraflar sulha karar vermişler. Sıra; sulhu kârlı durumda imzalamaya gelince, hiç kimse için kolay almayacaktır. Müzâkere yerinin seçimi bile kolay olmamış, ancak Osmanlı Devleti'nin ısrarı ile hududa yakın olan Karlofça kasabası üzerinde anlaşmaya varılmış, böylece, bu küçücük kasaba tarihin büyük bir olayı ile tarihe malolmuştur. Vezir-i Âzam Amcazade Hüseyin Paşa sulhun sağlanamayacağı ihtimalini gözönüne alarak orduyla Belgrad'a hareket etmiş, devlet adamlığını bir kez daha göstermiştir.

Türk barış heyeti "20 Ekim 1698 de Belgrad'dan Karlofça'ya hareket etti. Sulh müzakerelerinin bir çıkmaza girmesi ihtimâli karşısında 100.000 kişilik Osmanlı ve 30.000 kırım askeri Belgrad'da bekletiliyordu." Türkiye; Sulh masasında 4 büyük Avrupa Devletiyle başa çıkacak; en az zararla sulh antlaşmasına imza atacaktı. Almanya, Venedik, Lehistan ve Rusya Türkleri ilk defa bu kadar zayıf vaziyette yakalamıştılar. Şimdiye kadar hiçbirinin muhayyilesine misafir olamayan bir sahneydi bu. Kurdun ağzı kapatılmış, dişlerini gösteremiyordu; pençeleri hiçbir işe yaramıyor; ne söylense, boyun eğecek kadar güçsüz görünüyordu. Bu sahneyi alabildiğince uzatıp seyir zevklerini daha uzun süreli yaşamak isteyeceklerdi ama ya bir aksilik olurda ben "ölmedim" diye silkinmeye kalkarsa?

20 gün süren müzakerelerden sonra 74 gün de 36 celse akdedilmiş ve nihayet 75. gün (26 Ocak 1699) öğleden evvel 11.45'te Almanya, Venedik ve Lehistan'la, düzenlenen antlaşma imzalanmıştır.

"Batının Doğu, Avrupa'nın Asya, Hıristiyan âleminin Müslüman âlemi, Avrupa'nın Türkiye ve Türklük karşısındaki aşağılık duygusunu yok eden uğursuz Karlofça muahedesinin müzakerelerinde Rami Efendi'nin durumu nazikti. Zira statuka prensibiyle eli kolu bağlanmıştı. Konferansa 3. Alman murahhası olarak katılan Kont Morsigli şöyle diyor (S. 52):

"Türklerle, kendilerine bir felâket ve bedbahtlık getirecek veya bir şehri terkettirecek her hangi bir sulh muahedesi akdetmek kadar müşkil bir iş tasavvur edilemez... Karlofça'da imzalanan muahede ise, Türklerin şimdiye kadar imzaladıkları muâhedelenin en aleyhlerinde olanıydı. Türkler için savaşmak, sulh yapmaktan daha kolay ve hafif bir iştir."

Bu alıntının sonunda Morsigli'nin şu itirafı da yer alıyor "Hıristiyan murahhaslar, Türkler karşısında zaman zaman acınacak durumlara düşmüşlerdir" Keşke kayıplar onlardan olsaydı da acınacak duruma biz düşseydik!

Üç devletle andlaşma imzalanırken Rusya ile anlaşma sağlanamadığından sadece 2 yıllık mütareke yapılıp, devamı İstanbul'a bırakıldı.

Karlofça sulhu; ağarmamak üzere kararan bahtımızın bütün dünyaca seyredildiği bir aynadır; o aynada görülen hâli pürmelâlimize 300 senedir yanar dururuz. O güne kadar Türkiye'ye vergi ödeyen devletler, haraç verenler rahatlıyor. Çünkü artık Osmanlı Devleti'ne borçlu değildirler. Padişah emriyle Kırım Hanlığına da vergi vermeyecekler. Dahası; bundan sonra Avrupa hükümdarları Osmanlı pâdişâhı ile aynı seviyeye geliyor (Sen)likten çıkıp (Siz!) oluyorlar. Belki de Onlar için en büyük kazanç budur! Şahsiyetlerine kavuşuyorlar.

Yazışmalarda ve konuşmalarda pâdişâhla aynı seviyeye geliyorlar; bu toprak kazancından daha önemlidir, onlar için.

14 Temmuz 1700 de İstanbul'da Rusya ile anlaşma yapıldı. Önemli maddeler sıralandı anlaşmaya. Rus büyükelçisi karadan geldi Türkiye'ye ki, bu çok mühimdir II. Mustafa için.

"Ruslar'ı saray-ı hümâyunum içre bırakırım; amma ki Karadeniz'de cevelânlarına asla müsâadei şahanem yokdur." Böyle diyordu Sultan Mustafa, böyle diyor da, müsaadesinin şahaneliği mi kalmış ki? Adamlar zorla gelebilecek imkânı elde etmişler. Yine de seviniriz pâdişâhımızın tepkisine; en azından "biz hâlâ ölmedik" diyebiliyor.

Karlofça muahedesi ile uğradığımız toprak kaybı, 20. yüzyıl Türkiye’sinin üçte birinden fazladır. Almanya'ya 249.000 km kare, Venedik'e 32.000 km kare, Lehistan'a 45.000 km kare , Rusya'ya 20.000 km kare , Yekûnu 346.000 km karedir. Ve ümitlerimiz... yarınlara olan güvenimiz... Sultan Mustafa'nın, Karlofça'dan sonra kar gibi eriyen azmi...

Karlofça sulhünden sonra, Türklere ait olup da kaybedilen kalelerden taşınmalar acıklı bir göç destanıdır. Bunlar üzüntü ile seyredilir. Sakız fatihi Mezemorta Hüseyin Paşa 21 Temmuz 1701 de ölür. Pâdişâhın bütün selahiyeti devrettiği Şeyhülislam Feyzullah Efendi önemli makamları yakınlarına paylaştırır ve bu hâl devletin zaten sarsılmış olan düzenini iyice bozar. Şeyhülislam, huzursuzlukların artmasında baş mimar olarak görünür. Yanlış tayin ve görevden almaları, vezir-i azamı bile çileden çıkarır. Amcazade yapılan haksızlıklara dayanamıyarak istifa eder. Mührü hümâyun "cahil ve değersiz bir adam olan Manastırlı Daltaban Mustafa Paşa'ya" verilir. Yeni Vezir-i Âzam Daltaban "kendisini o makama tayin ettirmiş olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi'ye dalkavuklukla sadâret haysiyetini ihlâl edecek kadar ileri gider."

Sultan Mustafa'nın önemli yanlışlarından biri olarak gösterilen Feyzullah Efendi'ye karşı aşın iyimserliği; onu Vezir-i Azamdan daha geniş selahiyetle işbaşında tutması devlete büyük zarar verdirmiştir. Amca zade gibi, son zamanların en iyi Vezir-i Âzamı Şeyhülislam'm tasarruflarına dayanamayıp istifa etmiştir. Feyzullah Efendi pâdişâhın güvenini kötüye kullanarak büyük vebal altına girmiştir. Kendisinden sonra yerine geçmesi için bile tedbirler alarak, büyük oğlunu hazırlamıştır. Diğer oğullarını da en yüksek mevkilere erken yaşlarında çıkarmayı başaran şeyhülislam, Daltaban gibi bir kukla Vezir-i Âzam sayesinde kendi protokol yerini bile yükseltmiş Vezir-i Âzamin önüne geçmiştir. Temsil ettiği makamın ulviyeti değil de, Vezir-i Âzamin dalkavukluğu ve Şeyhülislamın fırsatları kendi lehine kullanma becerisinden kaynaklanan bu durum, devletin aleyhine bir gelişmedir.

Daltaban Mustafa Paşa dalkavukluğu ile göze girmeye çalışsa da, girdiği gözlerde fazla eğleşemez. II. Mustafa'nın da güven ve sevgisini kazanamadığı için 4 ay, 20 gün sonra azledilip yerine Karlofça'da iyi işler becerdiğine inanılan Rami Mehmed Paşa geçer. (24 Ocak 1703) Daltaban, azlinden sonra 3 gün yaşayabilmiş, yaptığı yanlış hareketlerin cezasını idam edilerek çekmiştir.

Güçlü bünyeler, bazı yanlış beslenmelerden hâsıl olan zararı defedebiliyorsa da, bünye zayıflayınca en küçük mikroplar tesirini hemen hissettiriyor, hastalık meydana çıkıyor, hastayı yatırıyor; tedbiri mümkün değilse ölüme kadar uzayan bir yol görünüyor...

Sultan Mustafa da yanlışa batmış gibidir. Halk bu yanlışlardan "illallah" diyordu. Saltanata çok hızlı başlayıp, birkaç başarılı savaşta bulunduktan sonra halkın sevgisini kazanmıştı. Sonra gelen yenilgiler, devletin sıkıntıya düşmesine, milletinde bu sıkıntıdan ezilmesine sebep oluyordu. Padişahın gösterdiği gayret gözden uzak tutulmadığı için, paylaşılan sıkıntı çok zor gelmiyordu. Karlofça sulhu ile her şey değişmeye başlamıştı. İstanbul'da ehil olmayanlar işbaşında bulunarak şahsi menfaatlerine uygun davranışlar sergileyip, halkın isteklerine, ihtiyaçlarına önem vermiyorlar, padişah Edirne'de safa sürüyordu. Taht'a oturuşunun üçüncü günü yayınladığı Hattı hümâyunu hatırlayanlar "zevk-u safa ve rahatı kendimize haram eylemişizdir" diyen pâdişâha "verdiğin sözü ne çabuk unuttun" diye tarizde bulunuyordu.

II. Mustafa babası IV Mehmed'in av merakından helak olduğunu biliyor, aynı yanlışı yapmayacağı teminatını veriyordu. Bu söz ve davranışlarını unutmuş, Edirne'ye yerleşip Devleti Âliye'nin esas taht şehri olan İstanbul'u anmaz olmuştu. Babası gibi avcılık merakına kapılıp, ormanlardan gelmiyordu. Devletin perişan olan hazinesini; kızlarına saraylar yaptırarak, çok debdebeli düğünler yaptırarak iflasa sürüklüyordu ve halk iktisâdi sebeplerden çok bizar idi.

Pâdişah'ın Hal'i (22 Ağustos 1703)

Bir küçük sefer yapılacaktı Gürcistan üzerine; vergilerini ödemedikleri için gözdağı verilecekti. Erzurum Beylerbeyi Vezir Köse Halil Paşa İstanbul’dan gelecek kapıkulu askerini bekliyor, asker, alamadığı maaş için direnişe geçiyor. Askerin üç ayda bir aldığı ulufe, belli sıkıntılardan ödenememiş, nicedir ganimet yüzü görmeyen asker maaşını da alamayınca, üstelik padişahın Edirne'de israf de¬izinde yüzdüğü haberleri de sıkça kulaklarına geldiğinden, kazan kaldırmış. Bu işin sadece para meselesi olmadığı söylenir; belki doğrudur, çünkü akla yatkındır. Şeyhülislam'ın geniş salahiyeti, bu salahiyeti yakınları için kullanışı, Vezir-i Âzamı geri plâna itişi genel manada huzursuzluğa sebep olduğu gibi, özelde, yeni Vezir-i Âzamı çok rahatsız etmektedir. Bu yüzden, Rami Mehmed Paşa askeri kışkırtıp, Padişahın dikkatini Edirne'den İstanbul'a çevirmek; işlerin yolunda gitmesi için taşları yerine oturtmak gereğini anlatmak istemiş. Maaş meselesini öne sürüp emir dinlemeyen 200 Cebeci, bilahare paraları ödenmesine rağmen direnişe devam etmiştir. Cebecinin baş kaldırışı âdetin tersinedir, "bi iş bize vergi" diyen Yeniçeriler bir de bu işin böyle direnmeyle değil, ihtilâlle neticelenmesine öncülük ederler. Yeniçeri ihtilallerine herkes aşinadır. Kellelerin bedavaya gittiği, makamların bileği güçlülere peşkeş çekildiği ve padişahların padişahlıklarından utandıkları devirler görmüştük; ileride yine göreceğiz. Sultanahmed Meydanı toplanma yeridir. Orada herkes ağzına geleni söyler; orada kıvılcımlar körüklenerek alevlenir ve yangın etrafa yayılır. Bu defa ateşin yolu uzun olacak, sönmemesi için iyi tutuşması gerekir. Edirne'de oturan Pâdişâha kadar har'ıyla taşınması, orada yakacağını yakması, alacağını alması büyük gayret ister.

Sultanahmed Meydanına 22 bin asker gelmişti. Halktan katılanlarla sayı 50 bine ulaştı ve bu kalabalık pâdişâhın yanına gitmek istiyor. Önce Şeyhülislam tayin ederler, Yeniçeri Ağası tayin ederler, Sadâret Kaymakamı tayin ederler, yeni yeni bir düzen kurarlar meydanda. Saraylar yağmalanır, hapishanelerin kapıları açılıp azılı katiller, suçlular ihtilalcıların arasına katılırlar. Hep azgın sel gibi gitmez, azgın kalabalığın içinden akıllı söz edenler çıkar.

Aralarında yaptıkları görüşme sonrası Sultan Mustafa'ya bir ariza göndermeyi kararlaştırırlar. 25 Temmuz'da ariza Edirne'ye, pâdişâha gider. İstedikleri Şeyhülislâm ve oğlu Fakibüleşraf Fethullah ve bir de Rumeli Kazaskeri Dede Efendi'nin azilleridir. Sırf azille yetinmiyor, ayrıca bu adı geçenlerin İstanbul'a gönderilmelerini istiyorlar. Padişahın da İstanbul'a gelmesi rica ediliyor. Şayet ricaları kabul edilmezse, kendileri Edirne'ye gelecekler.

İstanbul'da âsilerin ihtilal çalışmaları "Kaymakam Köprülüzâde Abdullah Paşa tarafından kayınpederi Feyzullah Efendi'ye bildirilince ortalığa bir şaşkınlık geldi." Şeyhülislam konağında yapılan uzun soluklu toplantıda vasiyet görüşüldü. İsyanın başlayış sebebi para olduğuna göre, bitişi de parayla olur kanaatine varıldı. Kul Kethüdası Abdullah Ağa ile İstanbul'a külliyetli miktarda para yollandı. Pâdişâh durumdan endişeliydi. Şeyhülislam'a Hatt-ı Hümâyun gönderip bu vaziyetin ne olacağını sordu. Aldığı cevap:

"Mesele ulufe nizâıdır; Kul Kethüdası kullarıyla otuz kese akçe yollandı."

Mesele bu kadar basit değildi. Yangın yeni başladığında bir sürahi su ile söner de, etrafı iyice sarınca tulumbaların çalışması lazım:

İki tarafın da farklı çabası işe yaramadı. Asiler, hapisten kurtardıkları idam mahkûmu Hasan Paşa'yı İstanbul Kaymakamı nasbedip Edirne yoluna düştü. (9 Ağustos)

Asilerin Edirne'ye yürüyüşünü haber alan Rabîa Emetullah Gülnûş Valide Sultan analık duygusuyla coşar, oğlu Padişaha hemen tedbir almasını, Şeyhülislâmı ve ailesini iş başından uzaklaştırmasını tavsiye eder; Pâdişâh, derhal dört oğluyla beraber şeyhülislâmında görevine son verir. Erzurum'a gitmelerim emreder. Asilere de dağılmaları için emrederse de, dinlenmez. 30 bin kişiyle yürüyen asilerin sayısı 60 bin kişiyi bulmuş, kanlı bir savaş gözükmektedir. Asiler padişahın emrine rağmen dağılmayınca, yola çıkan şeyhülislâm ve ailesi döndürülür. Asilerin üzerine padişahın 80 bin kişilik ordusu sürülür. İki tarafta kardeşkanının akıtılmasına taraftar değildir. Padişah ordusundan bazı birliklerde Asilerin tarafına geçince, işin iyice çığırından çıktığını anlayan Pâdişâh, sonunun nereye varacağını tahmin eder.

Âsilerin hal fetvası aldıklarını öğrenen İkinci Mustafa kendi işinin bittiğini anlamıştı. "Edirnede sarayı Hümâyuna döner dönmez pek sevdiği kardeşi Veliahd Şehzade Ahmed'e bir-iki gün içinde tahta geçeceğini bildirdi ve büyük teessür içinde dairesine çekildi."

22 Ağustos 1703 Çarşamba günü Sultan Mustafa tahtını kardeşine -Sultan III. Ahmed'e- devretti. Daha önce Yeniçeri ihtilalleriyle iktidar -saltanat- değişiyordu, bu defa cebecilerin başlattığı bir harekât padişah değiştirerek bir ilke öncülük etmiş oldu.

8 sene, 6 ay, 14 gün padişahlık yapan Sultan II. Mustafa hal olduğu gün 39 sene 2 ay 18 günlük bir ömür sürmüş oluyordu. Orta boylu fakat heybetli idi. İyi şiir yazardı ve hattat idi. Okçulukta mahir, sürati intikal sahibi, halim-selim bir adamdı. Onun için tarihçiler böyle diyorlar. Ve 10 erkek, 10 kız babası olmuş. Erkek çocuklarının çoğu küçük yaşlarda ölmüşler. Osman ve Mahmut adlı oğulları sıraları gelince padişah oldular. Ayşe, Emine, Safiye ve Emetullah adlı kızları vardı, hepsi de birden fazla evlilik yaptılar.

Sultan ikinci Mustafa'nın şairliği methedilir de şiirinden bahsedilmezse olmaz. Onun iki mısrasını alıyoruz. Kanuni'nin, Şehzade Bâyezid'in ve Şehzade Mehmed'in birer nazire yazdığı, II. Bâyezid'in gazeline bir nazire de Sultan II. Mustafa'dan gelmiş.

II. Bâyezid gazelinin baş tarafı:

Damı zülfünle başa daim belâ eksik değil

Hışmı çeşminle dile her dem cefâ eksik değil

Sultan Mustafa'nın naziresinden iki mısra:

Başımızdan hiç havayı zülfiyar eksik değil

Mürtefi yerdir anın çün rüzgâr eksik değil

Sultan Mustafa, bilhassa hal meselesine çok üzüldü; hastalandı ve ancak 29 Ocak 1704'e kadar yaşayabildi. Yattığı yer Yenicami'de babasının ayakucudur.

Link to comment
Share on other sites

SULTAN ÜÇÜNCÜ AHMED

(22 Ağustos 1703 – 1730)

23rs6.jpg

Sultan İkinci Mustafa'yı bir ihtilâlle tahtından indirenler, hiç istemedikleri halde, Üçüncü Ahmed'i başlarında buldular. İstemiyorlardı; çünkü Sultan Ahmed Sultan Mustafa'nın sevgili kardeşiydi; onun intikamım almak isteyebilirdi; ama olan olmuş, Sultan Ahmet tahta oturmuştu. Bundan sonra iki tarafında işi zordu. Önce ihtilâlciler fırsat ellerinde iken, yarım kalan vazifelerini tamamlamaya çalıştılar. Sultan Mustafa'nın, -Peygamber Efendimizin soyundan olduğu söylenen- Şeyhülislam'ı Feyzullah Efendi ile oğullarının başlarından yeşil sarıklarını çıkardılar. Feyzullah Efendi'yi bir hamal beygirine bindirip, Bitpazarı denen mahale getirdiler ve orada katlettiler. Bu işi yapan ayak takımı Şeyhülislamın ayağına ip takıp sürükleyerek eğlendiler, daha sonra da Hıristiyan papazlarına ayin yaptırıp, cesedi Tuna nehrine attılar. Kesik başını da bir sırığa takıp, epeyce gezdirdikten sonra vücudunun atıldığı yerde nehire fırlattılar. Âsiler dağılınca, Şeyhülislamın sevenleri cesedi nehirden çıkartıp, bir mektebin avlusuna gömdüler.

Bu işler sırayladır ve sıra Sultan Ahmed'e gelecek, ihtilâlin elebaşları cezalarını görecek, bütün ihtilâlcilerin korkusu budur. Sultan Ahmed işi siyâsi davranarak halletme niyetindedir. Edirne'den İstanbul'a dönen isyancılar çırpıcı çayırında bekleyen arkadaşlarının yanına gelip onlarla durum muhakemesi yaptılar. Şehre girmenin tehlikeli olacağı kanaatine vardılar ama başka çare olmadığı için de girdiler.

Sultan Ahmed de Edirne'den İstanbul'a yirmi gün sonra geldi. Üç gün Davudpaşa'da kaldıktan sonra muhteşem bir törenle şehre girdi. Geleneğe tâbi olarak Eyûb Camii'ne kılıç kuşanma merasimi yapıldı. Ortalığın kargaşasına rağmen uygulanan bu tören pek muhteşem oldu. İhtilalcilerin tahttan indirildiği "bahtsız II. Mustafa, parmaklıklı bir arabaya kapatılmış olarak Ak Hadım ağalarının muhafazasında, kılıç alayının önünde yer aldı."

Yine eski âdetler gereği yeni padişahın culûsu top atışlarıyla ilân edildi. İhtilâl ortamının, henüz devam etmekte olduğu dikkate alınarak yayınlanan bir emirname iç ahalinin şehirde silahla dolaşması yasaklandı.

Çalık Ahmet Paşa'nın Hevesi ve Sonu

Gerçi, mühim olayları bile en kısaltılmış haliyle vermeye çalışıyoruz, basitleri anmadan geçiyoruz. Fakat şu Çalık Ahmet Paşa'yla ilgili hâdiseyi birazcık Hammer Tarihi'nden takip edeceğiz.

Osmanlı Devleti, teşrifat kurallarının ihmaline izin vermez. Günlük hayatta alınan her tavır, duruş, asırların oluşturduğu âdâb-ı muaşeret dairesinde canlanır. Hele de saray adabı! Devletlilerin birbirine karşı muamelesinde görülen düzen. İhtilâlın şımarık çocuğu Çalık Ahmed Paşa ihtilalin sonlarında Sultan Ahmed'den yana görünmeye çalışmıştı. Yeniçeri Ağası olarak da âsilerin saraydan atılmasında pâdişâha yardımı dokunmuştu.

Kızlar Ağası'nın saraydaki konumu tartışmasız birinci sıradır. Bir gün, "Çalık, sarıksız, başında alelade bir takke ile sedir üzerinde dinlendiği sırada Kızlar Ağası geldi. Çalık, sarığını giymeden oturduğu yerde kaldı ve Kızlar Ağası Abdurrahman'a, sedirin karşısındaki yeri göstererek: "İstersen otur ağa" dedi. Bu sırada su getirdiler. Çalık içti. Kızlar Ağası'na su içmek isteyip istemediğini sorduktan sonra da bardağı eline tutuşturdu.

Bu saygısızca davranış Kızlar Ağası'nı son derece yaraladı. Bir başka kabalık, bardağı taşıran damla oldu. Sultan'ın yakınları olan hadımağaları da salona girince, Çalık kendilerine, yarım ağızla bile olsun, hoş geldiniz, demek zahmetine katlanmadı. "Biz Yeniçerileriz" dedi. "Sizin teşrifat kaidelerinizin cahiliyiz; size oğul mu, baba mı demek gerektiğim bilmeyiz. Daima hoş gelmiş olasınız." Sonra: "Hey oğlan, kahve getir" diye bağırmaya koyuldu."

Aynı kaynağa göre Çalık'ın yaptığı kaba muamele, teşrifatın içinde pişen saraylılara pek ağır geldi. Padişah nezdinde fırsat kollamaya başladılar. Bekledikleri anı yakalayınca şikâyetlerini sıraladılar. Zaten onun, padişahın gönlünde yeri yoktu. Nazik durumun sevk ettiği bir dikkatle davranıyor, başından savma sırasını bekliyordu.

İhtilâlcilerin başı Çalık Ahmet Paşa; Kul kethüdası idi, iki ayda vezir olmuştu, şimdi vezir-i âzam olmak istiyor. İsyancılar padişaha, her emrine boyun eğme, karşı gelmeme sözü verdiler ama tabii ki duracak değildiler. Sultan Ahmed Çalık Ahmed Paşa'nın vezir-i âzam olma isteğini reddetmeden çevirip, bir plân düşündü. Saray muhafızlarıyla da meselesi olan pâdişâh, saraya 2000 yeniçeri çağırarak bostancılardan 800'ünü ihraç edip yeniçeri ocağına kaydettirdi. Onların yerine Rumeli'nden yeni devşirmeler getirtti. Yavaş yavaş köklü temizliğe gitmek istiyordu. Pâdişâh bunun için her cumartesi günü sarayda huzur dersleri yapılmasını şeyhülislamdan ister ve devlet erkânı ile ulemânın tefsir okunması için davet edilmelerini emreder. Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed Paşa kendi hesabına bir şeyler yapmak peşindedir. Yeniçerileri çorba içmemeye zorlar. Bunun için sert bir ültimatom verir. Maksat kendisinin sadrâzam yapılması için pâdişâha gözdağı vermektir. Pâdişâhın, kurulan tuzaktan haberdar olması, tuzak sahibinin işini bozar... Sultan Ahmed, Yeniçeri Ağası'yla Vezir-i Âzam Kavanoz Ahmed Paşa'yı biri birine düşürüp ikisini birbirine kırdırma yolunu tutar.

Cumartesi günü yapılan huzur dersine "umun seferiyeye dair görüşme vardır" diye vezirler ve Çalık Ahmed de davet edilir. Gerekli tertibat alınır, Çalık'ın işi bitirilecektir.

Damat Morali Hasan Paşa bir yerde Çalık Ahmed Paşa'yla görüşüp, kurulan tuzağı icraya başlar. Çalık'a:

"Dünkü gün şevketlû efendimiz bizim sultana (hemşiresine) geldiği zaman mührü size vereceğini söyledi, hemen şimdi verseniz olmazını? dedim; olur ancak halk ayakta, belki mazulun başına cem olup bir fenalığa başlarlar, meşveret günü veririm, buyurdu; Allah mübarek eyleye" dedi.

Bu sözlerden fevkalâde hoşnud olan Çalık Ahmed Paşa artık mührü koynunda saymaktadır. İnancını pekiştirmeye, Morali Hasan Paşa'nın "Bizi yabana atma" demesi kâfidir. Verdiği cevap, güvenini belgeler: "Allah hıfz eyleye, başım üzerinde yerin var; sen de bana yardımcı olursan sadâret edebilirim."

Bütün vezirlerle beraber saraya Çalık Ahmed Paşa'da gelir, biraz sonra koynuna kadife keseyle sokacağı sadâret mührünün heyecanı ile, canla başla görüşmelere katılır, Moskof seferine karar verilir. Pâdişâh, ayrıca Çalık Ahmed Paşa'ya fikrini sorar, Paşa:

"Ferman sizden kulluk bizden" diyerek, üzerine düşeni vezir-i âzam olarak yapacağını beyan eder. Toplantı dağılır, vezirler Revan Köşkü'nde istirahat halindeler, Sarayburnu'nda bir çektiri beklemekte... Vezir-i Âzamı yanına çağıran padişah, Çalık Ahmed Paşa'ya müjdesini yollar. Vezir-i âzam, Çalık Ahmed Paşa'nın yanına, Revan Köşkü'ne vardığı sırada, paşanın giyinmesi için bir hilat getirilmiştir. Bu padişahın bir ihsanıdır, hizmetin şükrânesidir.

Daha o hilatin giyilmesine fırsat kalmadan, vezir-i âzam:

"Paşa kardeş der. Şevketlû pâdişâhımız size Kıbrıs mansıbını ihsan buyurdular" Çalık Ahmed Paşa neye uğradığını anlayamaz; öfkeyle, "iyiliğe kemlik bundan iyi olmaz... deyip cürmümüz nedir?" diye sorunca Vezir-i âzam gayet olağan bir tavırla:

"Mansıbı pâdişahi cürüm zımmında olmaz, ikram için olur" der. İkram, ceza değil ki suç için verile, pâdişâhın size lütfudur, teşekkür gerekir, demek ister vezir-i âzam. Bu, her ne kadar dalga geçmek olsa da, karşı tarafın cevap verme gücü yoktur.

"Ferman kendilerinindir" demekten başka ne yapabilir? Öyle der ve hilati giyinmeden, öfkeyle Hasbahçe kapısından çıkıp gitmek için atını ister... Tabiîki atı da uşağı da bulamayan Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed Paşa boynunu büküp, denizde bekleyen çektiriye binip Kıbrıs'a doğru hareket eder. Çok geçmeden, kesik başı İstanbul'a yollanan Çalık Ahmed Paşa, pâdişâhın gönlündeki hüznü biraz hafifletir. Daha sonra Yeniçeri Ocağı'nda önemli değişiklikler yapılır, bazılarının kelleleri uçurulur, maksat asayişi sağlamak olunca, ölümlerin nasıllığına bakılmaz.

Padişahların huzur içinde yaşama şansları yoktur. Birçoğu depremin ve yangının yaraladığı halka dert ortağı olma durumunda kaldı, savaşlar gördü, isyanlar gördü. Sultan Üçüncü Ahmed ihtilalle müflis bir hazineye, başıbozuk orduya, açlıkla pençeleşen insanlara pâdişâh oldu. Asileri temizleme hareketi masraf gerektirmiyordu; onlar kılıçla siyasetin birleşmesine boyun eğdiler. Sıra hazinenin hastalığına şifa bulmaya geldi.

Sadâret Kavanoz Ahmed Paşa'da. Paşa'da vicdan yok, hazinede para. Saraydan kısılacak; imparatorluk mutfağının idarecisi sıkıştırılacak, vakıf kiracılarının, misafirhane sahiplerinin ruhsatları yenilenirken zam konacak, gayri müslim tebaadan ek vergi alınacak ve böylece cülus masrafı karşılanacak.

Bu tedbirler hazine içindi ama bir de vezir-i âzamın rüşvetçiliği vardı. Ne halk seviyordu, ne devlet erkânı; Kavanoz kaht-ı rical senelerinin özürlü mahsullerinden biriydi.

Kavanoz Ahmed Paşa da tekin adam değildir ya; şimdilik, padişahın katlanması, münasip anı kollaması lâzım. Paşa'ya kısa boylu oluşundan, kavanoza benzetildiğinden dolayı bu lakap takılmıştır. Aslen Rus olan Ahmed Paşa ihtilâlin vezir-i âzamıdır; ihtilâlcilerin hükmü ile onun makamı biribirine bağlıydı; ikisi de geçiciydi, geçti. İlk fırsatta padişah kavanozu azletti, yerine Morali Hasan Paşa'yı geçirdi:

Pâdişâh, her fırsatta isyancıları temizlemeye çalışarak hem ağabeyine yapılan kötülüğü cezalandırmış, hemde kendisine karşı yapılabilecek başkaldırıyı önlemiş oluyordu. 29 Ocak 1704’te Sultan Mustafa vefat etmiş, Yenicamide babasının ayakucuna defnedilmiş.

"Başımızdan hiç havay-ı zülf-i yâr eksik değil

Mürtefi yerdir ânın çün rüzgâr eksik değil."

diyordu, sağlığında; şimdi hangi meltemli bahçelerdedir Allah bilir.

Çalık Ahmed'in temizlenmesi, üç aylık sadaretinden sonra Kavanoz'un gidip, yerine Enişte ve Damat olarak da anılan Morali Hasan Paşa'nın geçmesi devlette henüz istikrar sağlayabilmiş değildir. Aslen Rus olup 4. Mehmed'in kızıyla evlenerek istikbalini garantileyen Hasan Paşa 10 ay, 11 gün durabildiği makamından 28 Eylül 1704’te alınır. Kalaylıkaz lâkaplı, Kayserili Ahmed Paşa vezir-i âzam olur; daha, yerine ısınamadan, 2 ay, 27 gün sonra azledilir. Yerine, meşhur Baltacı Mehmed Paşa getirilir.

(Sultan III. Ahmed'in ilk saltanat yıllan vezir-i âzam denemekle geçer. 1703 sonundan, 1718 Mayısına kadar onbeş senede onüç sadrazamla çalışan pâdişâh, son oniki senesini bir tek vezir-i azamla geçirir. Bu rekorun sahibi Nevşehirli İbrahim Paşa'dır.)

Baltacı Mehmed Paşa sadâret makamına yükselen, 'enderlerdendir. Kendisinden evvel çok az görülüyordu, sonra biraz çoğaldı Türk vezir-i âzamlar. "Baltacılıkla saraya intisabından sonra sesinin güzelliği ile dikkati çekip, mûsikî tahsil ettirilmiş, müezzin yapılmış" Osmancıklı bir ailenin çocuğu olan Mehmed Paşa, bazı konularda anlaşamayınca, sadârete 1 sene 4 ay sonra veda eder ya, bu kesin veda değildir. Beş sene sonra gelecek, Türk ve dünya tarihinin unutulmaz bir safhasına mührünü basacak; adı efsaneleşecek... İçinde bir sürü hayâl mahsûlü süslemelerle devamlı anılacaktır...

Sadrâzam atamalarıyla geçen zaman içinde birçok olay taşıyor, bunlardan önem verilenler, daha doğrusu önemli olanlar buraya aktarılıyor.

Sultan Mustafa'nın son senelerinde yaşanan onur kırıcı mağlubiyetler Sultan Ahmed'in unutacağı olaylar değildi. Yakın, uzak hiçbir devletle savaş durumuna gelmek istenmiyordu. Ve tabii, kedi gibi pusmanın hayır getirmeyeceği de malumdu. "Macaristan'da durumdan memnun olmayan derebeylerinin başına geçen Rakaçi'nin davranışlarını dikkatle takip eden Divanıhümayun, ne olur ne olmaz, diye Belgrad ve Timaşvar'a 500 yeniçeri gönderdi. Sınırların savunması ihmâle gelmez. Ayrıca, Osmanlı paşalarından herhangi birinin savaş rüzgârı estirmesi de hoş görülmüyordu. Belgrad Valisi Ali Paşa böyle bir işaret verince üç tuğlu bayrağı iki tuğluya indirilmek suretiyle cezalandırıldı.

Macaristan kendi meseleleriyle uğraşıyor, Avusturya sulh anlaşması gereği bize karşı kımıldamıyor, Rusya bir ağacın arkasına yerleşip, oradan saldırma anım bekleyen avcı gibi. Donanması günden güne gelişen Rusya, Osmanlı Devleti'nin adı teşhis edilememiş hastalığı idi. Kaptanı Derya Abaza Hasan Paşa Kerç boğazının girişini emniyete almak için, oradaki kalenin tahkimine gönderildi.

Hasan Paşa, Sultan Mustafa zamanında yapımına başlanan bir kaleyi tamamlayacak, gerekli silahları, savunması için orada bırakıp dönecek. Ruslar'ın Azak Kalesi'ni sağlamlaştırdığı, Tighan'da yeni bir kale yaptırdığı İstanbul'a bildirilmişti. Hasan Paşa ile alınan tedbir korunma ihtiyacının gereği idi. Korunma amaçlı tedbirler alınırken bile Rusların darıltılmamasına özen gösterildi. Dimitri Kantemir, Kaptan Paşa'nın dönüşte dokuz gemi kaybettiğini, diğer gemilerin de zarara uğradığını yazıyor. Bir vuruşma olmadığı halde uğranılan kayıplar hayreti muciptir.

Baltacı Mehmed Paşa'nın sadâretinin, pâdişâhla aralarındaki özel bir meseleden devam edemediği söyleniyor. Esasen her şey için, herkes için çok söz söylenmiş. Bazı tarihçiler dedikodu sının içinde kalan söylentileri almamış, bazıları da uzun hikâyeleri kitabına almaktan kaçınmamış. Şimdi, gördüğümüz bir hikâyeyi mümkün olduğunca kısaltarak buraya alacağız.

"Baltacı Mehmed İkinci Mustafa zamanında Saraya girmişti. O zaman Şehzade olan Üçüncü Ahmed, Baltacı'yı sarayın muhafız birliğine aldı. Şehzade Ahmed, anneleri Valide Sultan'm kutucusu Çerkez kızını gördü ve derhal âşık oldu. Kıza yaklaşamayan Şehzade anasının başağasını elde ederek, onun sayesinde mektuplaşmaya başladı. İki genç arasında sevgi dolu ilişki Valide Sultan tarafından farkedilince işler karıştı. Valide, kızı ağır cezalarla korkuttu. Kız aralarında bir şey olmadığını söyledi. Anne Şehzadeyi de yanına çağırıp, kendisine hoşgörülü davranan ağabeyinin, iyiliğini istismar etmemesini, saray kurallarını çiğnememesini, tahta geçmeden önce yaşayacağı böyle bir aşkın geleceği için tehlikeli olacağını söyledi. Şehzade Ahmed güzel Çerkez kızına vurulmuş, gönlüne hükmü geçmiyor. Valide, adaba aykırı bir durum olduğundan iki arada kaldı. Ağabeyinin sarayındaki bir kıza kardeşin âşık olması dermansız yaradır. Hikâye uzun. Baltacı ile münâsebetini ortaya koymak için aldık, şimdi sıra geldi.

Valide, Kutucu kızı evlendirip saraydan çıkarmak istedi. Sertabib Nuh Efendi'ye, bu kızı oğluna vereceğim, dedi. Bu büyük şerefti. Kızın muhatabı üç tuğlu vezir olduğu halde, hiçbir unvanı olmayan oğluna lâyık görülmüştü. Bütün hazırlıklar görüldü; kız gelin oldu. Şehzade Ahmed, Baltacı Mehmed'i, gelinin gideceği evi öğrenmekle vazifelendirdi. Baltacı vazifesini yaptı. Bir mektup yazan Şehzade Nuh Efendi'yi tehdid etti. Özetle dedi ki: "Sakın, kıza dokunulmasın o benim olacak. Eğer sözüm dinlenmezse, ileride başınıza gelecekleri düşünün!"

Yarının pâdişâhının tehdidinden korkan Nuh Efendi, oğlunu ciddi mânâda uyardı. Bakire Çerkez kızının bakire olarak muhafazasından başka çare yoktu. Görünüşte evlendiler ama kan koca hayatı yaşamadılar.

Aradan fazla zaman geçmeden Şehzade pâdişâh oldu. Baltacı Mehmed'in, Şehzâde'ye yaptığı yardımın mükâfatını görmesi lâzımdı ve gördü. Makamları, mevkileri hızla tırmandı.

En ince ayrıntısına kadar anlatılan bu hikâye gayet kısaltılarak takdim edildi. O tarihlerde İstanbul'da yaşayan Dimitri Kantemir'in yazdığı kitap, güya yazarın bizzat gördüğü ve yaşadığı olayları naklediyormuş ama nedense böyle bir şey başkaları tarafından görülmemiş!

Baltacı'nın azlinden sonra Çorlulu Ali Paşa sadâret mührünün yeni sahibi olur. Çorlulu'ya da uzun süre hizmet imkânı tanınmaz. Pâdişâh; sulh içinde yaşayıp, yalan dünyanın tadını çıkarmak isterken, Sadrâzam, devletin başına Rusları musallat etmeye çalışır.

1700'de Osmanlı-Rus Andlaşması İstanbul'da yapılmış, 30 senelik bir barış dönemine girilmişti. Rusya, Türk korkusunu üzerinden atınca, Çar Deli Petro, etrafında saldırılacak düşman aramaya başlar; bir fırsat çıkınca da İsveç'e karşı saldırıya geçer.

XII. Şarl ve Naura Meydan Muharebesi (1 Aralık 1700)

İsveç Kralı XII. Şarl ki Demirbaş Şarl da denir; biraz üzerinde durmak lâzım. Bu İsveç Kralı kabına sığmayan mizaçtadır. Rusya denize açılmak sevdasıyla yanıyordu. İsveç'le Danimarka savaşırken, Rusya'da İsveç'e saldırdı. Fakat, Çar Petro Demirbaş Şarl'ın önünden kaçmak mecburiyetinde kaldı. Hatta takip edildiğini duyunca korkusundan baygınlık geçirdi. Ruslar 35–40 bin kişi, İsveç kuvveti ise dörtte biri kadardı. Şarl cesur emirler vermekten çekinmiyordu. Rusların ordugahına girmeye teşebbüs etti.

Naura Meydan Muharebesi adı verilen savaş başladı ve kendinden dört kat fazla olan Ruslara İsveçliler kök söktürdü. Yirmi bin esir veren Ruslar'ın ölü sayısı çok fazla oldu. Bütün savaş malzemeleri de düşman eline geçen Ruslar bitti.

Kahraman ve muzaffer bir kumandan olarak Naura Kalesi'ne giren XII. Şarl üzerine yük saydığı 20.000 Rus esiri serbest bıraktı.

Viyana'da Kara Mustafa Paşa'nın mahvına sebep olan Lehistan Kralı Jan Sabiyeski ölünce Saksonyan II. Ogüst onun yerine kral seçilmişti. Şarl Ogüst'le de savaştı.

1704 Ocak ayında Ogüst Lehistan tahtından uzaklaştırıldı. Stanislas Lezçinski adlı Leh asilzadesinin krallığı Şubat ayında ilan edildi.

II. Ogüst krallıktan vazgeçmiyordu. XII. Şarl kendisine onu düşman olarak seçti, takibe başladı. Araya girenlere "iddiasından dönerse takibi bırakırım" dedi.

İsveç Kralı'nın bizi ilgilendiren safhasına gelmek uzun bir yolu dolaşmayı gerektiriyor; ancak, böylece onu tanımış olacağız. Ama uzatmadan söylersek Demirbaş Şarl 16 Eylül 1706'da Saksonya'yı işgal etti ve kışı orada geçirdi. Aynı zamanda Ruslar da Lehistan'ı işgale çalışıyordu. İsveç Kralı'nın hedefi bundan sonra Ruslar olacaktı. Zamanında esirlerini serbest bırakıp Çar'ı yakalamayışı bir hata olarak önüne dikilmezse sevinebilir.

Şarl 40.000 askerini Rusya üzerine hazırladı. Ağustos 1707'de Saksonya'dan Lehistan'a gitti. Stratejik noktalar Ruslar'ın elindeydi. Başta bir yolu geçmeyi denedi; orada da Ruslar'dan geçit yok. Maceralı yolculuklardan sonra kış geldi. Şarl'ın ordusu Şubat'a kadar Doğu Prusya'da kaldı.

Netice itibariyle Şarl'ın ordusu 1708 baharında Rusya'ya girdi. 30–35 bin İsveç askerine karşılık 60 bin Rus askeri vardı. Yardımcı kuvvet bekleniyordu İsveç'ten. Ruslar İsveçlilerin geçeceği köyleri tahrip edip yiyecek içecek bırakmadılar, orduda açlık baş gösterdi. Yardıma gelen askerler Ruslar tarafından büyük çapta imha edildi.

Şarl'ın durumu nazik, sıra dışı çözümler icâd etmesi lâzım. Ukrayna'yı Ruslar'ın elinden kurtarmak isteyen Ukrayna Kazakları (Barabaş ve Datkak Kazakları) Hetmanı Mazeppa ile birleşerek Ruslara o surette bir darbe vurmak istedi. Anlaşma sağlandı; birazcık muvaffakiyette göründü ama Demirbaş Şarl'a yetecek kadar değildi. Ruslarla yaptığı savaşta, kış ayrı bir kuvvet olarak Kral'ın karşısında yer aldı. Her şeye rağmen İsveç ordusu Paltava'dan Harkov'a giden yol üzerindeki Kalamak mevkiini elde etti. (24 Şubat 1709) Fakat daha ileri gidilemeyerek mühim olan Harkov alınamadı."

İşte bu Kral Şarl, özetlemeye çalıştığımız maceraların kahramanı Osmanlı devlet adamları tarafından sevilmektedir. Pâdişâhtan habersiz, Çorlulu Ali Paşa tarafından Krala yardım edilmek istenmektedir. Özi Valisi ve Berden Muhafızı Yusuf Paşa'ya Çorlulu tarafından yazılan mektupta Krala yardımcı olunması istenmektedir. Ayrıca, Çorlulu Ali Paşa, Kırım Hanı'na, İsveç Kralı Demirbaş Şarl'a yardım etmesi emrini gönderir. Bu isteği padişahı rahatsız eder, dolayısıyla mührü hümayunu elinden alınır. Son zamanlar için çok uzun sayılacak, 4 sene, 1 ay, 14 gün sadârette kalması büyük başarıdır.

Köprülüzâde Numan Paşa halef olur Çorlulu'ya. Adı, ümit verse de, kendisi devlete, sadârette sadece zarar vermiştir. İ.H. Danişmend'e göre, aciz, beceriksiz bir zat olan paşa, adam seçiminde de iyi değildir. Adamları, zaten zayıf olan hazineyi zarara uğratmışlar. Numan Paşa, büyük vezirlerin isminin altında ezilir, Köprülü adına lâyık olmadığı anlaşılınca, İkinci Mustafa'nın kızı Ayşe Sultan'a koca olması da fayda etmez; 2 ay, 2 günde makamını kaybeder. Her zaman dediğimiz gibi "Osmanlı'da vezir çok! biri gider biri gelir; bazen de biri gider, geri gelir."

Baltacı'nın İkinci Sadâreti

Sultan Ahmed seneleri vezir-i azam değiştirerek tüketiyor. İz bırakacak hiç bir şey yapılamadan 1703'ten 1710 Ağustosuna gelinir. Baltacı Mehmed Paşa'nın ikinci defa mührü hümâyunu almasıyla yeni bir döneme adım atılır.

Çorlulu Ali Paşa'nın azline sebep olan İsveç'e yardım isteği, Rusya ile aramızdaki İstanbul Antlaşması hükmünü yitiriyor, kendisini emniyette görüp denizlere açılma hülyasıyla İsveç'e harb açan Rusya hedefine yaklaşıyordu. Çorlulu'nun, Kırım Hanı'na verdiği emir dinlense de, İsveç'e yardım edilseydi muhtemelen Ruslar yenilecek, bizde muhtemel beladan daha uzun zaman zarar görmeyecektik.

Kendisinden yukarıda bahsettiğimiz, mizacını az çok tanıdığımız, kısaca maceralarım gördüğümüz Demirbaş Şarl Ruslarla savaş etmektedir. Sultan Ahmed'in haberi olmadan Çorlulu'nun yazdığı mektuplar, Osmanlı Devleti'ni, kendisinin olmayan bir kavganın içine çekiyordu.

Poltava Savaşı

İsveç'le Rusya'nın savaşı başlayalı dokuz sene oldu. Demirbaş Şarl Çorlulu'nun kendisine yardım etmeye çalışmasını pâdişâhın bilgisi dahilinde oluyor gibi algılamıştı. Dolayısıyla Osmanlı kuvvetlerinin, yardımına geleceğine inanı¬yordu.

İsveç ordusuyla Rus ordusu arasında Vorskla Nehri bulunuyor. Poltava'ya yakın bir yerden nehri geçmeye teşebbüs eden Ruslar püskürtüldü. Bu esnada XII. Şarl oyluğundan yaralandı. Yarası ata binemeyecek kadar ağırdı. Ordunun sevk ve idaresini bir kumandanına bıraktı.

Ruslar bir başka yerden nehri geçmeyi denediler ve geçtiler. İsveç'in 23 bin askeri kalmıştı; Hetman Mazeppa'nın da 10 bin kadar askeri var. Fakat İsveçlilerin epeyce askeri hasta idi. Ayrıca 4.500 kadar asker de Poltava'yı muhasara ile meşguldü. Kral sedye ile birliklerini dolaştı. İsveç askerinin gayreti fazla bir şey ifade etmedi. Asker ve mühimmat bakımından üstün olan Ruslar bu savaşı kazandılar. Dokuz senelik kanlı ve heyecanlı oyun sona erdi, perde kapandı. Ya bundan sonrası.

Zoraki Misafir

İsveç'in yaralı ve cesur kralı Demirbaş Şarl, Osmanlı toprağına sığınır; Ruslar onu takip için sınırımızı ihlâl ederler... bu antlaşmayı da ihlâl mânasına gelmektedir. Sultan Ahmed Krala her türlü yardımın yapılmasını, bulunduğu yerdeki yetkililere bildirtir. Rus Çarı, İsveç Kralı'nın misafir edilmesinden memnun kalmaz, bir elçi ile gönderdiği mektupta andlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini ve İsveç Kralı'na topraklarımızda barınma müsaadesinin verilmemesini yazar. Padişah "Andlaşmaların gözden geçirilmesine evet, diğerine hayır, der."

İsveç Kralı itibarlı misafirimizdir, kıymetli bir insandır. Fakat bu dostluğun sonu mahkemede bitecektir. Kral yalnız değil, yanında savaş artığı iki bin asker var; bunları göndermeye niyetlenen krala, Muhafız Yusuf Paşa:

— "Sizin halkınız rahat durmazlar, düşmanınızı görüp intikam almak isterler; halbuki bizim onlarla sulhumuz vardır; bizim topraklarımızda sizin askerlerinizin onlarla çarpışmaları iyi olmaz..." der.

Paşa'nın hassasiyetle rica etmesine aldırmayan Kral adamlarını yollar ama, yarısı öldürülür, yarısı da esir edilir.

Olayların gelişimi Çorlulu Ali Paşa'yı hep haklı çıkarıyor, pâdişâhı verdiği karardan pişmanlığa itiyordu. Kırım Hanı'nın İsveç Kralı'na yardımı gerçekleşse idi, şimdi meydan okuyan değil, yalvaran bir Rusya olacaktı karşımızda. Devamlı gücünü artıran Rusya Deli Petro'nun hırslarının tatmini için savaş bahaneleri arıyordu.

Asırlardır her savaşa maymun olmaya alışan Sırplar bu seferde Çar Deli Petro'nun yanında, Türklere karşı 20 bin askerle savaşmayı taahhüt ediyordu.

Osmanlı'da bocalama işaretleri, Rusya'daki cesareti artırdı. Rumeli'den teminatlar alan Çar entrikaya başvurdu. İnanıyordu ki, zayıf görünen Türkiye dışarıdan destek alan Rusya'nın karşısında tutunamaz:

"Sultan III. Ahmed kardeşi II. Mustafa gibi azim ve irâde sahibi, celadetli bir pâdişâh olmayıp tenperver ve rahatına düşkün ve gaileden müctenibdi" ama olayların gelişimi Türk-Rus harbini zaruri kılıyordu; bundan, Sultan Ahmed'in kaçması mümkün değildi.

Savaş hazırlığına 1710 Kasımında başlayan pâdişâh, Kırım Ham Devlet Girayı İstanbul'a çağırır. Savaş için hâlâ tereddütlü görünen III. Ahmed'e, Devlet Giray:

"Eğer bu düşman sulhuna itimad buyurup gene tehlike haberleri dikkate alınmazsa cümle Kırım memleketi elden gider; tahkik bilin ki Rumeli'nin elden çıkmasına da sebep olur. Bu kâfirin maksadı İstanbul'dur; reayanız ile yek dil ve yek cihettir" dedi.

Diğer yandan savaş sebebi olarak gösterilen faaliyetler bir hayli fazlaydı: "Or'dan sadece oniki fersah uzaklıkta bulunan Kumienska hisarlarının, Şamara ve Dinyeper nehirleri kavşağında Samarcik hisarının, Tighan geçidindeki bir kalenin inşâ edilmeleri, Eflak sınırına tecavüz, bir Rus birliğinin Tamacik ve Bag nehrini geçişi, Yaş karşısındaki Stanileşti'nin işgali..." "Bu şikâyet konularım aynı derecede ehemmiyetli kılan Kalmukların daha yeni sayılabilecek Kırım'da Çekçeken yakınındaki akını, Potkal ve Berabaş Kazakları'nın esir edilmeleri ve nihayet Rus birlikleri tarafından Kamaraca Kalesi'nin işgali..." Bütün bu sayılan sebepler savaş ilam için kâfiydi. Ve bunlar sınırdan gelen şikâyetlerdi. Bunları dinleyen harp meclisi Kırım Hanı'nın söylediklerini de dinleyince savaşa ikna olmuştu. Her zaman olduğu gibi bir de şer'i fetva gerekliydi. Yeni Şeyhülislam Paşmakçızâde verdiği fetvada savaşın hem meşru hem de zaruri olduğunu belirtti.

Derhal 30 bin yeniçeri, 10 bin cebeci ve yedi bin topçunun kayıtlarının yapılması emredildi. Donanmanın hazır bulunması ve kıyı şehirleri valilerine Kaptanı Derya'nın emrine uymaları bildirildi. Alınan karar gereği ilkbaharda Ruslara karşı sefere çıkılacak.

Prut Seferi (9 Nisan-20 Kasım 1711)

III. Ahmed Sadrıâzam ve Serdarı Ekrem Baltacı Mehmed Paşa'yı huzuruna kabul edip, Devlet Giray'ın reyiyle hareket etmesini tenbih eder. Orduyu Hümâyun 9 Nisanda İstanbul'dan yola çıkar, 19 Temmuz'da Rus ordusunun karşısında yerini alır.

140.000 mevcudu bulunan Türk ordusuna gafil avlanan Çar Petro'nun asker sayısı 60.000'dir, geri kalanı Romanya'ya karşı savaşmaktadır. Karadeniz'e çıkmak için acele eden Çar, bazı hesapları iyi yapamamış, Moldovya (Boğdan) Voyvadası Kantemiroğlu ile yaptığı gizli anlaşmaya fazlaca bel bağlamıştı. "Bir Türk aileden inip yüzyıllar önce Hıristiyanlığı kabul eden bir ailenin ferdi olan Kantemiroğlu, bilgin, sanatkâr, zeki, muhteris bir şahsiyetti" deyip, onun faziletlerini sıralayan Yılmaz Öztuna. "Arapça, Farsça ve Türkçe'yi çok iyi bildiğini, çocukluğunu ve gençliğini Sarayı Hümâyunda geçirip mûsikide üstad olduğunu, 400 kadar Türk mûsikisi bestelediğini, bütün bunlara rağmen devletine ihanet edecek kadar hain ve Çar'a yardım edemeyecek kadar da acizdi" diyor.

Türk-Rus savaşının geçeceği yer de, Çar Petro'nun bu işlerde tedbirsiz olduğunu gösteriyor. "Baltacı'nın çarı yakaladığı yerin topografik durumu Rusların aleyhineydi. Çar adeta kendi ayağıyla kapana girmişti."

Çar'ın askerlerinin karşı koymasına aldırmadan Prut Nehri'nin üzerine bir gecede dört köprü kurduran Baltacı 40 bin askerini karşıya geçirebilmiş, bu askerler üzerlerine gelen Rusları mağlûb ederek püskürtmüştür. (19 Temmuz Pazar)

İkinci gün, kalan ordusuyla Baltacı da karşıya geçmiş, düşman ordusunu kuşatmış, Devlet Giray'ın arkadan Rusları sarmasıyla Deli Petro'nun kımıldayacak hali kalmamış.

Üçüncü gün de Rus ordusu iyice çökmüş. Yeniçerilerin ara sıra tutan aksilikleri, canlarını fazla koruma gayretleri o gün de tutmasa, Baltacı'ya uysalardı; düşmanı tamamen yok etmek işten bile değildi. Yeniçerilerin iştahsızlığı yeni bir hücumda bozguna dönüverirse her şeyi mahvederdi. Bunu göze -haklı olarak- alamayan Baltacı, Rusların sulh teklifini değerlendirmek ister.

Ordusu mağlup olan Çar efkârından içkiye sarılmış, habire içiyor, uyuşan beyniyle bir şey düşünemiyordu. Yalnız; son neferine kadar savaşmaya, gerekirse savaş meydanında ölmeye cesareti mevcuttu. Sonra evleneceği, şimdilik metresi olan meşhur Katerina yanı başındadır ve Çar kadar her işe kanşabilmektedir. Sulh teklifiyle beraber bir de fidye göndermek ister. Kendi mücevherlerini, etrafındaki insanların kıymetli eşyalarını, paralarını bir araya toplayıp Serdarı Ekrem Baltacı'ya "Sulh Fidyesi" diye gönderir... (21 Temmuz 1711).

Bugün, tarihimizin emsali olmayan bir hikâyesini doğuracaktır. Dilden dile dolaşıp kitaplara geçen, gerçek bir olaymış gibi anlatılan Baltacı-Katerina buluşması, Çadırda yaşanan çılgınca aşk ve bu aşk uğruna Baltacı'nın Ruslan salıvermesi...

Katerina, topladığı paralarla kıymetli eşyaları bir heyetle göndermiş, Baltacı'ya teslim edilmesini istemişti. Sonradan anlaşılan veya tahmin edilen o ki, bu hediyelerin mühim bir kısmı Baltacı'nın eline geçmemiş. Hediyeleri getiren heyetin başında, Başbakan Baron Şafirov da olmasına rağmen, belki de bilhassa hediyeler Ömer Efendi ile Osman Ağa adlı, Paşa'nın iki adamına verilmiş, onlar da kendi paylarını ayırıp gerisini Paşa'ya takdim etmişler. Vazife olarak da Rusların en az tavizle bir sulh yapmasına yardımları dokunmuş.

Baltacı hakkında müspet kanaate sahip olmayan Hammer, Rus hediyeleriyle ilgili şöyle diyor:

"... Vezir-i âzamın hediyeleri kabul etmesinde yalnız Osman Ağa'nın tesirinin rol oynamamış olması muhtemeldir; aksine, öyle görünüyor ki, ona bu kararı verdiren Osmanlı İmparatorluğu'na üstün çıkarlar sağlayan bir barış anlaşması sağlamak ve savaşa son vermek ümididir. Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanı ile yürütülen müzâkerelerde İsveç Kralı'nın murahhası olarak bulunan Poniatowski (Ponyatoski)nin şiddetli itirazlarına rağmen barış anlaşması imzalandı."

Kırım Hanı'nın anlaşmaya karşı çıkması kendi mantığı içinde çok haklıydı. O, Rusları iyi tanıyor, hazır üstünlük elde edilmişken, başlarının tamamen ezilmesini istiyordu.

Müzakereler esnasında Han'ın Ruslardan yıllık 40 bin duka istemesi de netice vermemiş, bu da ayrıca Hanı üzmüştü.

Baltacı'ya gelince: Yeniçerilerin gevşek davranışı, bir dahaki hücumun neticesi hakkında içine şüphe düşürmüştü. Galip bir ordunun kumandanı olarak masaya oturmak; sonu belli olmayan bir savaşa devam etmekten daha makûl görünüyordu. Savaşla elde edilmek istenen, yapılacak barışla ayaklarına gelirse, bu, dikkate alınacak bir fırsat olarak kabul edildi:

Ruslar, -Baltacı'ya göre- büyük fedakârlığa katlanacaktı. Bu fedakârlıkların belli başlı isimleri sıralanınca görülecek ki, hedeflenen bunlardan başkası değildi. Tabii, bu hedef Baltacı'ya ait. Rusların kayıpları şöyle:

Azak Kalesi'nin tahkimatıyla beraber teslimi:

Şamara ve Tighan hisarlarının yıkılıp, buralardaki topların Osmanlı Devleti'ne teslimi,

Çar'ın ileride Patkal ve Berabaş Kazaklarıyla ilgili meselelere karışmaması hükme bağlandı.

Ayrıca: Çar, Rus elçilerine İstanbul'da otu¬mayı men eden bir maddenin altına imza attı. İsveç Kralı'nın lehine bir madde ile esir takası da anlaşma metninde yer aldı.

İntiharı düşünecek bitkinliği, moral bozukluğu Çar'm üzerinden uçuverdi. Az önce kurtulmayı düşündüğü hayata, anlaşmadan sonra cano gönülden sarıldı. Mağlup olmasına rağmen galip gibi Bando-Mızıka çaldırarak, savaş alanını muzaffarâne terketti. Baltacı'nın anlaşmayı gerçekleştirmesi Çarı hayata bağladığı kadar, Kırım Hanı ile İsveç Kralını hayattan soğuttu. Çar dâhil, bütün Rus ordusu bataklığa gömülebilirdi; bu fırsatı değerlendirmedi, diye Han ve Kral, Baltacı'ya sitemler yağdırdı.

Aslında, yapılan sulh antlaşması iki taraf için de rahatlatıcı mahiyettedir. Ne var ki Baltacı Mehmet Paşa'yı çekemeyenler padişaha şikâyet dolu haberler göndermişler,

Baltacı'nın Rus Çarı'nı keyfi salıverdiğine padişahı inandırmışlar. Bir kahraman olarak karşılanması gereken paşa, maalesef Edirne'ye gelir gelmez azledilmiş. Yerine getirilen, Yeniçeri Ağalığında bulunan Yusuf Paşa'dır. Ağa Yusuf Paşa diye anılan yeni vezir-i âzam Gürcü'dür. 11 ay 22 gün sonunda görevine son verilmiştir.

Yusuf Ağa Paşa'nın sadâreti sırasında görülenler:

Prut Savaşı'nın büyük bir zaferle değil de kötü bir barışla neticelendiği kanaati yaygınlık kazandı. Burada en bariz gösterge, Deli Petro'nun verdiği sözleri tutmayışı, anlaşmaya uymayışı idi. Çar'ın kaypak ve kalleş davranışı, yapılan anlaşmada dahli olanları mücrim mevkiine düşürdü. Hammer'in "İçişleri Nazırı" dediği Osman Ağa, hükümet kâtibi ve Reis Efendi devlet aleyhine bir fiil işlemiş olmanın suçlusu bulundular ve isnad edilen suçun cezasını cellât kılıcıyla ölerek çektiler. Çavuşlar kâtibi Abdülbâki de Petro'nun elçisinden rüşvet aldığı için cellâda teslim edildi. Öldürülen dört kişiden biri olan Osman Ağa'nın evinde suç delili olarak Katerina'nın yüzüğü ile bir hayli para ele geçirildi.

Eğer, Çar Deli Petro yapılan anlaşmanın şerefli uygulayıcısı olsaydı; barış suçlusu aranması icâb etmez, belki dört kişi öldürülmezdi.

Baltacı Mehmed Paşa'nın başına azil ve sürgün cezası gelmezdi. Bizim açımızdan bakıldığında kalleş, korkak ve kesinlikle güvenilmez bir devlet adamı manzarası veren Çar başkalarınca alkışlanabiliyor. Alkış sahibi Boğdan Beyi Konstantin Kantemir'in Osmanlı sarayında yetişen oğlu Dimitri Kantemir. Babası âsidir ve Osmanlı Devleti Ruslardan bu âsi Voyvoda'yı teslim etmelerim istemektedir. Dimitri Kantemir babası Konstantin mevzu olduğu için hissi davranmış olacağı gibi, ahlâki zafiyeti icabı ekmek yediği tekneye tükürüyor da olabilir. Kitabını bitirmek üzereyken Dimitri "Hıristiyan hükümdarlarınca örnek alınmaya lâyık olan Rus Çan Büyük! Petro'nun kahramanlık sözlerini buraya eklemenin yararlı olacağım sanıyorum" diyor. Çar'ın sözleri Konstantin Kantemir'le yani Dimitri'nin babasıyla ilgili. Onun teslim edilmesinin Osmanlılar tarafından istenmesini duyunca Çar'ın söylediği sözler: "Kursta'ya kadar olan bütün ülkemi Türklere verebilirim, çünkü onu tekrar alma ümidim var. Fakat fikrimi değiştirip, benim için ülkesini terk eden bir Prensi asla teslim edemem. Zira bir kez yitirilen şerefin onarılması olanaksızdır." Şerefin ne olup olmadığı insana göre değişiyor! Deli yahut Koca Petro'nun, sözünde durmamakla kaybedeceği bir şerefi olmuyor da, neler şeref olabiliyor...

İstanbul'a dönersek!

Rusya ile yapılan anlaşma uzun ömürlü olamaz, kısa zaman sonra savaşın eşiğine gelinir. Pâdişâh bir türlü istediği düzeni kuramamış, sık sık sadrâzam değiştirmekte ve devlette otorite boşluğu yaşanmaktadır. Pâdişâh küçük küçük kızlarını nişanladığı ve evlendirdiği paşaların önlerini açarak sırayla sadâret makamına getirip, kendi durumunu garantiye almak ister gibidir. Ağa Yusuf Paşa'dan sonra Silahdar Süleyman Paşa sadâret mührünü 4 ay, 24 gün taşır ve azledilince Hoca İbrahim Paşa'ya 21 günlük iktidar günü doğar. O da yerini Silahdar Ali Paşa'ya bırakır. Dâmad İbrahim Paşa olarak anılan bu paşanın bu günlere gelişi ve Damad oluşu enteresandır; bir bakalım:

Doğduğu İznik'in bir köyünden Edirne'ye gelen küçük Ali susuzluğunu gidermek için, gördüğü çeşmeye yanaşınca Şehzade Ahmed'le karşı karşıya gelir. Bu, kaderin çizdiği ikbâl yolunun başlangıcıdır. Orada iki genç tanışırlar, ahbap olurlar. Aradan geçen seneler Şehzade Ahmed'e taht yolunu açarken İznikli Ali'yi de onun peşine takar. Ali silahdar olarak vazife yapar; büyür, paşa olur, daha sonra pâdişâh sevgisi ile dâmadlık şerefine kavuşur.

Sultan Ahmed'in Baş kadını Emetullah Kadın'dan doğan kızı Fatma Sultan beş yaşında bir çocuktur; büyüyünce nikâhları kıyılmak üzere Ali Paşa'ya nişanlanır. Dört sene sonra nikâhları kıyılır ve görkemli bir düğün yapılır. Tabii ki, çocuk sultanla yapılan zifaf semboliktir. Kızın adı kadın olsa bile kendisi değildir. Paşa, Padişah damadı olmanın gururunu yaşar, hepsi bu.

İşte bu Ali Paşa'nın sadrâzam olma vakti gelmiş, Sultan Ahmed mührünü damadına vermiş, ondan olağanüstü hizmetler beklemektedir.

Bahtsız bir andlaşma sayılan Karlofça sulhu 16 seneyi doldurmuş, yeni yeni kıpırdanışlarla huzursuzluk dalgaları yayılmaya başlamıştı. Venedikliler Türklerden korkmadıklarını gösterme gayretiyle Karadağ'da isyan çıkarmaya çalışır, Türk gemilerine saldırırlar. Venediklilerin çılgınlıkları savaş sebebidir. Şeyhülislam fetva verir, devlet savaş kararı alır.

Venedik Seferi

1 Nisan 1715 de Vezir-i âzam Silahdar Ali Paşa Serdân Ekrem olarak orduyu Hümâyunla İstanbul'dan ayrılır. 19 Nisanda III. Ahmed Edirne'de orduyu uğurlar. Katolik Venediklilerin insan yerine koymadığı yerli Ortadoks Rumlar Türklerin gelişini sevinçle karşılar, İstendil Adası kolayca fethedilir. Bu fethin başarısı Kaptanı Derya Canımhoca Mehmed Paşa'ya aittir.

Vezir-i Azam Ali Paşa 27 Hazirandan 19 Temmuza kadar Gördös Kalesi'ni ve Anabolu Limanını ele geçirdi. Venedik'in 10 generalini esir alıp İstanbul'a gönderdi. Navarin ve Koron kaleleri, Madon Kalesi ve 22 Ağustosa kadar bütün Mora fethedildi. Bir tek Benefşe Limanı kalmıştı, onu da Vezir Türk Ahmet Paşa aldı. Vezir San Ahmet Paşa Aya Marvi'yi teslim aldı. "Giritteki 3 ticari iskele (Suda, İspinlanga ve Granbusa) 24 Eylülde Hanya Muhafızı Vezir Mehmed ve Kandiye Muhafızı Vezir İzmirli Ali Paşalar tarafından fethedildi.)

Sefer çok hızlı, zafer kolay olmuştu. Başarı kolay geldiği için basit görülmez. Yerli Rumların Venedik zulmünden bıkıp, Türk idaresinin adaletine meyletmeleri biraz yardımcı olmuştur, fakat esas kazancın sahibi Vezir-i Âzam Ali Paşa'dır. Ali Paşa, muzaffer ordusunun başında memleketine dönünce, büyük sevinçle karşılanır; pâdişâh tarafından tebrik edilir.

"İdâri Tedbirler"

İlgimizi çekecek tâyinler, aziller olsa da, daha fazla yabancı devletlerle olan münâsebetlere, bilhassa da savaşlara bakıyoruz. Hâlbuki çarkın nasıl döndüğü, İstanbul'da zaman zaman nelerin cereyan ettiği de anlatılmalıydı. Şimdi birkaç meseleyle gözünüzü savaş haricine çeviriyor, alman bazı tedbirleri başlıklar halinde takdim ediyoruz.

Eskiden olageldiği şekli İkinci Mustafa devrinde değiştirilen arazi meselesinde, tekrar eskiye dönüldü. Arazide, yıllık ödenen bedelden vazgeçilip hayat boyu sahiplenilmesinin mahsurları tespit edildi. Bir defa vergi ödeyerek araziye sahip olan zenginler devletin arazisini kiraya vermeye başlamıştılar. Araziyi şahıstan kiralayan ikinci kişiler hem ödeyecekleri kira bedelini çıkarmak, hem de kâr etmek amacı güttükleri için köylü ağır yük altında kalmıştı. Köylülerin ezilmesine göz yummayan idare, bütün malikâneleri şahısların elinden alıp devlete verdi, yani eski haline çevirdi.

Araziden sonra divanda hizmet gören memurlarla ilgili değişiklikler yapıldı. Vezir-i Âzam Ali Paşa posta hizmetlerinde görülen aksamaları düzene koydu. Sipahi ve silahdarın künye kayıtları, dinî vakıfların gelir kayıt defterleri gözden geçirilip yeni düzenlemeler yapıldı. " İstanbul, Edirne ve Bursa merkez şehirlerinde toplanmış olan Hıristiyan tebaları eski yerlerine gönderdiler. Mısır'da zencilerin sünnet edilme yasağı kaldırıldı.

Yapılan bu yenilikler, insanların daha mutlu yaşayabilmelerine yönelikti. Hıristiyan’ıyla Müslüman’ıyla bütün insanların devletten hoşnut olmalarını düşünen Vezir-i Âzam Ali Paşa bu iyileştirmelerle sevgi topladı.

Yine, farklı olaylardan bahsedecek olursak; Kâhya Bey'in altı yaşındaki kızını kandırıp bir eve ******üren üç Yahudi idam edildi. Kültür ve ilim kaynağı kitapların kitapçılar tarafından yabancı ülkelere satışı yasaklandı. Bu anlatılanlara yalan pek çok olay ve pek çok başvurma hadisesi yaşandı. Büyücü idamı, görülen lüzum üzerine gerçekleşti. İstanbul yangınlarla kızardı...

Nemçe Seferi (24 Nisan 1716)

Kışı İstanbul'da geçiren Ali Paşa zaferin tadına doyamamış, kafasında yeni projeler üretmekle meşgul iken talih önüne yeni bir yol açar, "daha büyük zaferleri, hak edebilirsen al" der. Ali Paşa'nın arzusu hiçbir hesaba dayanmıyor, ciddi hiç bir hazırlık yapmıyor, biraz da kendisine atfedilen ama olmayan vasıflarına güveniyordu. "Sadâret Kethüdası (içişleri bakanı) Giritli Köse İbrahim Ağa ismindeki hain devşirmenin kendisini" müeyyed min indillah -Allah tarafından yardım gören, doğrulanmış- bir cihangir gibi gösteren dalkavukluğuna kapılıp sefere hazırlıksız çıkıyordu.

Dâmad Silahtar Paşa'ya kimse 'gururlanma' dememiş herhalde. İbrahim Ağa Mora seferinden önce Paşa'ya Mora fatihi olacağım söylemiş, o da gerçekleşmiş idi. Şimdi neden olmasın? Paşa'nın savaşa teşvikçisi bir de Lâli zade Abdülbâkî Efendi var ki, cifirle uğraşan melâmiye ricâlindendir. Avusturya seferinde başarılı olacağı müjdesini vermektedir. İ.H. Uzunçarşılı da, Nusretname’den alınma bir not var, diyor ki. "Vezir-i âzam babı hümâyuna varub ikindiye karib mahalde lâ'lî-zâde dedikleri mülhîd-i bî-din ve bî-mezheb müneccimin delaletiyle tûğı hümâyun çıkıp..." Evet; dinsiz ve mezhebsiz olduğu iddia edilen bu adam ve diğeri, vezir-i azamı savaşa teşvik ederken maksatları ne idi bilinmez. Belki de, paşa muvaffak olsa, zaferle dönse idi, hem kendisi kahramanlığını taçlandırırdı, hem de onu bu yola sokanlar takdir görürlerdi; hiçbir kötülükleri, belki farkedilmezdi!

Dâmad Vezir-i Âzam Silahtar Ali Paşa savaşa kesin kararını vermiş, seferi Şeyhülislâm'dan alınacak fetvaya kalmıştı. Devlet erkânını toplayıp, herkesin fikrini almak, sonrada Şeyhülislamın vereceği fetvaya göre hareket etmek niyetindeydi. Fetvadan emindi. Paşa'nın kararlılığını bilenler karşı gelmek istemiyorlardı. Paşa Şeyhülislam'a "Ne buyurursunuz" diye sorunca Şeyhülislam "Evet şimden sonra Nemçe üzerine seferde şüphe mi vardır?" cevabını ve önceden hazırlanmış savaş fetvasını, takdim etti. Fetva açıktan okunduktan sonra, Vezir-i Âzam, önce aykırı davranıp şimdi sükût edenlere;

"Efendiler niçin söylemezsiniz, bu meclis-i meşverettir; hak söylemede ne beis vardır?" deyince itirazlar münakaşa derecesine vardı ise de, karşı çıkanlar akıbetlerinden korktuğu için savaş aleyhtarlığından vazgeçip sefere karar verildi. Vezir-i Azama karşı çıkanların gerekçeleri, Avusturya'nın savaş açılacak bir davranışta bulunmadığı ve ordunun savaşın altından kalkacak imkânlardan mahrum olduğu yönündeydi.

Link to comment
Share on other sites

Petervaradin Bozgunu (5 Ağustos 1716)

24 Mayıs pazar günü Edirne'den dualarla uğurlanan Vezir-i Âzam ve Serdârı Ekrem Dâmad Ali Paşa 2 Ağustosta, Petervaradin'in yakınında, Karlofça kasabasındaydı. Türkün meşum bir yenilgiden sonra, elini ayağını bağlayan andlaşmanın yapıldığı yerdi, burası. Burada şansını çevirmeye çalışacaktı Türk ordusu. Bunun ilk denemesi de, ümit vericidir. 1500 kişilik Türk öncü birliği Almanlardan 8000 kişiyi mağlup etme başarısını göstermişti. Ne yazık ki; her şey başladığı gibi gitmiyor: Bu küçük savaşta sayıca çok üstün olan düşmanı perişan eden askerlerden esir ve kelle getirenler vezir-i âzam tarafından bol bahşişle mükâfatlandırılıyordu. Kethüda Köse İbrahim Ağa, paşanın önüne atılıp "Behey sultanım asker sınıfı zaten maaşlıdır; maaşı da bu hizmetleri için alırlar; bunlar gönüllü değil ki, böyle ihsanlarla teşvik edilsinler; ancak esir getirenlere yirmişer, kelle getirenlere onar kuruş versen yeter" deyip, vezir-i âzamın cömert ellerini yumdurmuş. Bu sözleri duyan asker açıktan, aleyhte söylenmeye başlayınca, korkan İbrahim Ağa, Reisülküttap vasıtasıyla ellişer altmışar kuruş dağıttırmış ise de, askerin morali bozulmuştur.

Sekiz bin kişilik kuvveti mahvolan düşman toparlanmaya, takviye kuvvetin yolunu beklemeye çalışırken, vezir-i âzam ordu erkânını çadırına çağırdı:

"Sizlerden her zaman bu Nemçeliye İslâm askeri ayağı tozuyla varırsa intikam alınır diye, duyarız; şimdi iki taraftan ateş başlamışken hücum olunsa nasıl olur?" diye sorması üzerine, Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa muvafık gördü ise de Rumeli beylerbeyi Sarı Ahmed Paşa:

"Asker yorgundur, daha ileri yürümek doğru değildir..." der ve karar Sarı Ahmed Paşa'nın görüşü istikametinde verilir; bu karar, daha önceki tecrübelerden hiç istifade etmeden, Türk ordusunun mahvına sebep olmak için verilmiştir. Bu, o anda pek belli olmamışsa görüş kıtlığındandır; belli idiyse ihanettir!! Düşmanın panik halinden yararlanmayıp, derlenip toparlanmasına, yardım almasına imkân tanımak, kendi askerini de savaştan soğutmak, hayra alâmet olmasa gerektir. Tarihçiler böyle yorumluyor bu işi.

Ertelenen hücum düşmanın beklediği fırsat idi. Takviye kuvvetlerine kavuşup, 5 Ağustos da meydan muharebesine başlarlar. Rüzgâr aleyhimize eser, askerimizin önce sol kanadı bozulur, sonra sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa şehit düşünce asker bozulur. İki tarafında kısa zamanda helak olması akıl alacak işlerden değildir. Askerleri şevke getirmek için ön saflara fırlayan Vezir-i Âzam Ali Paşa alnından vurularak şehid düşer...

Dâmad Ali Paşa, Mora Fatihi olarak anılıyordu; bu savaşı sağ olarak kazansaydı Macaristan fatihi de olacaktı. 'Silahtar Paşa', 'Damad Paşa', 'Mora Fatihi' ve son olarak en büyük unvanı aldı; Şehid! Bütün unvanları unutulup, Şehid Ali Paşa olarak tarihe geçti. Küçücük eşi, pâdişâhın kızı Fatma Sultan dul kaldı. Sultan henüz 12 yaşındaydı; kocası ile yatmamış, sadece nikâhı altında kendisi için yaptırılan sarayda büyümeye çalışıyordu. Ali Paşa büyüdüğünü göremedi ama bir başka paşa görecektir.

Şehid Ali Paşa'nın sadâret müddeti 3 sene 3 ay 8 gündür. Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman 48 yaşındaydı.

Mağlubiyeti ve Vezir-i Âzamın şehâdet haberini acele İstanbul'a padişaha bildirdiler. Bu haberleri getiren, Muşkaralı İbrahim Efendi’dir ve büyük isim alma yolunda hızla koşmaktadır.

Pâdişâhla şehzade iken tanışmışlar, padişah olunca Sultan Ahmed onu da İmrahor yapmıştı, daha sonra sadaret kaymakamı…

Şimdi savaşın yapıldığı yerde yaşanan bir ibretlik olaya bakalım. Türk ordusunun yenilgisinde büyük pay sahibi olan "Sarı Ahmed Paşa Türk tarihinde son derece nadir görülen bir işe teşebbüs ederek Alman hizmetine geçmek üzere Hıristiyan oldu. Ancak bunun farkına varan Belgradlılar, Paşa'yı Almanlar'a kaçmadan yakalayıp parçaladılar. Bu olay Devlet mekanizmasının en üst kademelerini bile ne tiynette adamlann istilâ ettiğini göstermek bakımından mühimdir."

Ordumuzu bozan Prens Eugen Timeşvarı elimizden aldı. Rumeli'nden hazin Türk göçü başladı. İstanbul'da sadâret kaymakamı olarak bulunan Muşkaralı İbrahim Paşa, ölüm haberini getirdiği Şehid Ali Paşa'dan dul kalan Fatma Sultan'la evlenip pâdişâha dâmad oldu. (18 Şubat 1717) Bu sırada Sultan 13. İbrahim Paşa 55 yaşındadır. Zavallı Fatma Sultan, eli eline değmeyen ilk eşinden 35 yaş küçüktü, şimdikinden 42 yaş küçük.

Hacı Halil Paşa, Ali Paşa şehid düştüğünde Belgrad muhafızı idi. Sarı Ahmed Paşa Rumeli Beylerbeyi, Nevşehirli de mevkufatçıydı. Mührü Hümâyun Halil Paşa'ya, serdar kaymakamlığı Sarı Ahmed Paşa'ya verildi. Nevşehirli İbrahim Ağa, cephe sefahatini, Ali Paşa'nın şahadetini bildirme göreviyle İstanbul'a yollandı.

Nevşehirli'nin pâdişâh nezdinde itibarı sadrazamlardan bile fazlaydı. Pâdişâh onu cepheye göndermeyip Başemir âhur olarak yanında alıkoydu. Bol bol görüşme imkanları hasıl oldu. Zeki idi Nevşehirli. Biraz da hayata bakışı farklıydı. Ona göre, yaşamak ölmekten evlâ idi, böyle olduğu için de pâdişâhı sulha teşvik ediyordu.

Macaristan eriye eriye bitiyordu. Elimizde küçücük bir kartopu gibi kalan son Türk vilâyeti Banal'ın en müstahkem merkezi Timeşvar idi. Eflak ile Boğdan'ın kilidi mesâbisindeki Timeşvar'da, 144 bin kişilik Hıristiyan ordusunun ateşine dayanamadı. 44 gün yardımsız dayanan ordunun direnci kalmadı. Prens Ojen'e boyun eğdi. Vezir-i Âzam ve Ser-dar-ı Ekrem Halil Paşa elinde kalan "askerin dağılmasına meydan vermemek için orduyu alıp derhal Edirne'ye hareket etti."

Belgrad'ın Düşüşü (18 Ağustos 1717)

Nevşehirli İbrahim Paşa 18 Şubat'ta Damad oldu, itibarı biraz daha arttı ama sulh siyâsetini kabul ettiremedi. Vezir-i âzam Halil Paşa Timeşvar'ı tekrar almadan savaşa son vermek istemiyor. Hazırlığını tamamlayınca 12 Haziran'da Edirne'den hareket etti. Filibe'ye geldiğinde Belgrad Muhafızı Mustafa Paşa'dan bir mektup aldı. Düşmanın Pançova tarafından Tuna üzerine köprü kurup karşıya asker geçirdiği, hendekler kazarak muhasara tertibatı aldığı bildiriliyordu.

Vezir-i Âzam hızlı davranamadı. Prens Ojen üç haftadır kaleyi dövüyor, Halil Paşa harb meclisleriyle vakit geçiriyor, 60–70 bin askerle gelen Kırım Hanı Giray da eli kolu bağlı bekliyordu. Nihayet taarruza karar verilmişti. Fakat askerde iştah kalmadı. On beş günlük karşılıklı topçu ateşi sonunda 150 bin kişilik (Kırım askeri dâhil) Osmanlı ordusunda bozulma başladı. 80 bin kişilik, Prens Ojen'in ordusuna dayanamayan "Mısır ve Kürt askerleri kaçmaya başladı."

Savaş, Halil Paşa'nın mütereddit davranışı, orduyu idare edemeyişi yüzünden yarısı kadar orduya karşı kaybedildi. Vezir-i Âzamın bile doludizgin kaçtığı bu bozgunda Belgrad Kalesi vire ile üç günde teslim edildi.

Belgrad'da uğranılan kayıp 10 bin şehit ve 10 bin yaralı. Karşı tarafın zayiatı ise "ancak iki bin ölü ve üç binden biraz fazla yaralıydı." Maddi kayıpların dökümü şöyle: "131 top, 31 obüs topu, 20 bin top güllesi, 30 bin kumbara, 600 fıçı barut, 300 kurşun, 51 bayrak, dokuz tuğ, dört süvari dümbeleği, bir mehter takımı davulu, bir büyük sipahi dümbeleği."

Arnavud Halil Paşa Nevşehirli'nin istediği sulha yanaşmamış, inatla girdiği savaşı facia biçiminde kaybetmişti; azledildi, Nişancı Mehmet Paşa sadârete getirildi. (26 Ağustos 1617)

Pasarofça Barışı (21 Temmuz 1718)

Nevşehirli İbrahim Paşa sulh taraftarı olmakla puan topluyordu. Girilen savaş Türk ordusunun yenilgisiyle bitince, elbette, "Keşke savaşmasaydık" denir. Sultan Üçüncü Ahmet için de savaş sevimli bir şey değil. Ordunun eski karakteri kalmamış. Savaşıp, komşuların (düşmanların) gözünde küçülme yerine akıllı bir sulh yapmak daha iyidir. İbrahim Paşa birçok özelliğine ilaveten, devleti savaşlara sokmama beceri ve isteğiyle de pâdişâha hoş geliyordu. Mührü Hümâyun böyle bir vezirin boynunda durdukça rahat edileceği ümidi Nevşehirli İbrahim Paşa'nın yolunu açtı. 9 Mayıs 1718'de sadârete getirildi.

İbrahim Paşa, doğduğu köyden mülhem Muşkaralı diye anılır, ama bu köy pek bakımsızdır, adı da hiç sevimli değil. Sadrâzama lâyık olmadığı belli; ama sadrâzam vefalıdır. Kayınbabası olan pâdişâha yepyeni ufuklar açıp başka âlemlerde yaşatmaya gayret ederken köyünü de güzelleştirir, geliştirir bir şehir haline getirir. Bu eski köye, Yenişenir karşılığı o zamanın diliyle "Nevşehir" denir ve Paşa'da Nevşehirli, diye anılır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 9 Mayıs 1718 de sadrâzam olur, 21 Temmuz da Pasarofça Anlaşması imzalanır. Türk heyetinin başı Silahtar İbrahim Ağa, yardımcısı Yirmisekiz Mehmed Çelebi'dir. Pasarofça Anlaşması ile yorgun Türk ordusu kendine gelmiş ve iyi bir netice alınmıştır.

Bizim için önemine binaen Pasarofça sulhunu birkaç cümleyle anlatalım. Avusturya ile Osmanlı'nın sulhu yabancı devletler tarafından daha önce gündeme getirilmişti. İstanbul'da bulunan İngiliz ve Felemenk elçileri barış için aracılık yapmayı teklif etmiş ve müspet cevap alamamıştılar. Şehid Ali Paşa'nın hedefi büyüktü. Daha sonra vezir-i âzam olan Halil Paşa da sulha yanaşmamıştı. İngiliz Elçisi Montegü Viyana'dan İstanbul'a gelirken barış için uğraştı, Avusturyalılar Belgrad'ı almadan sulh yapmayız, dediler. Barış bu günlere sarktı.

Osmanlı ordusunun mağlubiyetleri, devleti sulh istemeye mecbur etti. Vezir-i Âzam Belgrad'ı elimizden alan kumandan Ojen'e bir mektup yazdı. Barışalım diyordu. Prens Ojen imparatorundan izin alması gerektiğini bildirdi. Sonunda iki tarafın da rızasıyla karar verildi.

Barış görüşmelerinin yapılacağı yer "Morava'nın sol sahilinde ve bu nehrin Tuna'ya karıştığı nokta civarında bulunan Pasarofça şehri idi. Osmanlı Devleti'ni temsilen Şıkki-Sani Defterdarı Silahdar İbrahim Ağa ve aynı meslekten Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Pasarofça'ya hareket ettiler. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa her ihtimale karşı tedbiri düşünüp, ordu başında Sofya'ya geldi.

Sulh müzakerelerinde "Avusturya, taleplerinde oldukça ılımlı davrandı. Belki Adriyatik üzerinde Venedik'i fazla kuvvetlendirmekten çekindiği, belki Ruslar ve Lehlilerden endişe duyduğu, belki de, artık ezici olmaktan çıktığı için Osmanlı Devleti'nin İmparatorluk için yararlı olabileceğini düşündüğünden Viyana, Sırbistan'ın anahtarı Belgrad'ı ve bazı önemli birkaç kaleyi muhafaza etmekten başka bir şey istemedi. Balkan Dağları Edirne'nin yakın kalesi oluyor, Tuna, Vidin, Niğbolu, Sofya bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu'nun tabii ve suni bir kuşağı haline geliyordu."

"Osmanlı ordusu harb edemeyecek kadar bozulmuş olduğu için, böyle bir sulhun akdi mühim bir zaruret ve hatta siyasî bir muvaffakiyet sayılabilir."

Vezir-i Âzam Nevşehirli İbrahim Paşa barış şartlarından duyduğu memnuniyeti bir takrir ile pâdişâha bildirdi: "Bir sulh anlaşması olur derdim amma, bu kadarını beklemezdim. Bu işin böylece vücuda gelmesi pâdişâhın baht-ı hümâyunları kuvvetinden nâşidir.

Askerimizin hali malûm, on bin düşman olsa yüzbin askerimiz mukavemete kadir ol-mayub firar ederler..." Aşağılarda da benzeri kelimelerle pâdişâhı rahatlatmaya çalışan Nevşehirli durumdan çok memnun. Pâdişâh da ona şöyle diyordu: "Sulh karar bulduğu yazılmış, memnun oldum; bu dahî inşallahu teâlâ hayırdır. Hemen serhadlerin nizâmına ve metanet verilmesine sarf-ı makdur edersiz."

Vezir-i Âzamın ve pâdişâhın hasretini çektiği güller açmaya başlayacak; günler, güler yüzlü insanların şakımasıyla dolacak. Sonu hesaba katılmazsa eğer pâdişâhla vezir-i âzam ve onlara ayak uydurabilen bir kısım devletli vs. on iki senede asırlara yetecek derecede kâm alacaklar.

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kahraman olma hevesi, pâdişâhın ondan böyle bir beklentisi yok. Asude bir hayal ikisinin de özlemidir. Fakat yaşanan asır, etraftaki komşular iki gönlün murat almalarına uygun değildir. Ne yapılırsa her şeye rağmen yapılacak, yine hayat kanlı yüzüyle de ara sıra arz-ı endam edecek, meşum sona nasıl olduğu anlaşılamadan ulaşılacak:

Lâle Devri (1718-1730)

İsmi 200 sene sonra konmuş. Devlet hayatı için kısa sayılır ama bir pâdişâh için uzun, tam 12 sene. Üçüncü Ahmed'e masal hayatı yaşatan senelerin mimarı Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'dır. 1718–1730 seneleri arasında yaşanan bu devir için Yılmaz Öztuna diyor ki:

"Lâle devri, savaşlardan, ihtilâllerden bunalan İstanbul'un ve onu taklit eden diğer şehirlerin, İbrahim Paşa'nın öncülüğünde hayatın maddi zevklerinden yararlanmak istemesiyle tarif edilebilir."

Ne yazık ki bu devir bir ihtilâlle, hem de bir hamam tellağı, Halil isimli serserinin öncülüğünde başlayan ihtilâlle neticelenir.

Vezir-i Âzam Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa iyi tahsil görmüş; görgülü insanları seven, şiir ve edebiyata aşın derecede meraklı ve bu sahada yetişen insanlara saygı gösteren, onları koruyan bir insandı. "Seyyid Vehbi, Nahifi, Ahmed Neylî, Nedim, Müverrih Raşid, Osman zade Tâib gibi değerli şairler ve kalem sahipleri hep onun himayesine nail olmuşlardı."

Vezir-i Âzam o zamanın en önemli ilim, fikir, edebiyat, sanat adamlarından meydana gelen kalabalık bir heyetle, belirli vakitlerde toplantılar yapıyordu. Tarihe merakından bu konuyu sık sık tartışmaya açıyor, bilgiler genişletiliyordu.

Vezir-i azamın özelliği tek cepheli olmamasıdır; pâdişâha dâmad olmanın verdiği cesareti, aklına, bilgisine olan güveni geniş bir serbest alan sağlıyordu kendisine ve bunu çok iyi kullanıyordu. Sulhcu oluşu, savaş masraflarım ortadan kaldırıyor; ilim ve sanat erbabını memnun etmesi, pâdişâhı eğlendirmesi için gerekli paraları da bazı hayali masrafların kısılmasıyla sağlanıyordu. Bunun için; "Evvela Şam'da bulunan yeniçerileri yoklamaya tabî tutarak mahlûlerini sildirip, sayılarını 750 ye indirdi; ocaklık mukâtasından ipek, gümrük kahve, ağnam ve dahiliye gibi bazı vergileri Şam defterdarlığına, yâni miriye mâl etti..."Bunun gibi daha bir çok yolsuzlukları önleyip devlet gelirlerini arttırması, bu gelirleri de şehirlerin güzelleşmesine, biraz da sefahate harcaması bazılarının rahatsızlığına sebep oldu.

"Daha ziyâde pâdişâh kasırları, sultan sarayları, vükelâ konakları, cami, medrese ve çeşme gibi yapılara taalluk eden inşaat faaliyeti zamanla genişlemiş; sadrâzam, pâdişâhın ve kendisinin hoşuna giden semtlerde binalar yaptırmağa, buraları cami, mektep, köşk, çeşme ve bahçeler ile şenlendirmeğe ehemmiyet vermiştir"

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın imar faaliyetlerinde Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin tesiri olmuştu. Elçilik göreviyle Fransa'ya gönderilen Çelebi, dönüşünde bir sefaretnâme sunmuş, Fransa'nın güzelliklerini anlatmış, Paris'teki güzelliklerin İstanbul'da olmaması Nevşehirli'yi gayrete getirmiş ve hemen kollan sıvamış. Nasıl olsa devlet sulh ve sükûn içerisindedir, birazda dünya nimetleri tadılmalıdır! Paşa, dünyada silinmez izler bırakmaya azimlidir. Kıskançlığı kırbaçlananlar, bu masraflardan dolayı geçim sıkıntısına düşenler, günden güne derinleşen sosyal yaralar paşanın gözüne görünmemektedir.

İstanbul'un en önemli mesire yerlerinden sayılan Sâdâbad cazibesini Nevşehirli'ye borçludur. Eyüb civarındaki "hadaiki sultaniyeden" Karaağaç bahçesine kadar olan sahada, dere kenarı hükümet erkânına tevzi edilmiştir. "Boğaziçi'nin muhtelif yerlerinde, meselâ Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Bebek, Hisarlar, Üsküdar, Çubuklu v.b. kasırlar, yalılar, cami ve çeşmeler ile güzelleştirilmiştir. Şairane isimler ile (mesela, Emrâbâd, Neşâtâbâd, Hümâyunâbâd, Feyzâbâd) anılmaya başlanmış, buralarda devletin ileri gelenleri ile şehrin zenginleri gönül eğlendirmişlerdir.

Refahın adil paylaşılmaması zaman içinde sınıflar arası uçurumu derinleştirince, birilerinin o uçuruma gömülmesini kaçınılmaz hale getirmiş. Bütün yeniliklerde, bahçe düzenlemelerinde Lale'yi unutmak mümkün mü? O senelerin en makbul, en sevilen bitkisi lâledir. Avrupadan çeşitli lâle soğanları getirilerek İstanbul'un gezi mahalleri bunlarla donatılmış. Lâle Devri ya! 239 nev'inden bahsedilen lâlenin fiyatı öyle yükselmiş ki, Mahbub ve Nizei rumani adlı lâleler astronomik bahaya çıkmış. En sonunda çiçekçibaşı İstanbul kadısından Narh koymasını istemiş.

Matbaanın Gelişi

"Nevşehirli'nin, ileride hayatına mal olacak gösterişli israfların" yanında, yine sonradan takdire şayan bir yeniliği Türkiye'ye matbaayı getirmesidir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğlu, Fransa'da gördüğü matbaanın ehemmiyetini kavramış, bunu Nevşehirli'ye anlatmış, bu iş için çırpınan İbrahim Müteferrika'nın da arzusuyla, Türkiye matbaaya kavuşmuştur. Müteferrika'mn evinde kurulan matbaanın bastığı ilk eser Vanlı Mehmed Efendi'rûn telifi olan Sihah i Cevheri isimli lügatin tercümesidir. Bu lügat Van-kulu Lügati diye meşhur olmuştur.

Matbaanın yerleşmesi kolay olmamış; çeşitli mahzurlar ileri sürülmüş, amma netice; yenilikçi görüşün zaferiyle noktalanmıştır.

Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'nın yenilik hareketleri devam ederken, devrin ünlü şairi Nedim en olgun çağını yaşamakta, en güzel şiirlerini söylemektedir. Şehid Ali Paşa diye anılan sadrâzamın zamanında, ona yazdığı kasidelerle aradığım bulamayan Nedim, Nevşehirli sayesinde ikbâl günlerine kavuşmuştur. Pâdişâh tarafından da takdir gören şair "göz alıcı lâle deviri zevklerini yaşıyor ve devrin ruhu olan şaire hediyeler, ihsanlar yağıyordu. Resmî ve özel ziyafetlere, helva sohbetlerine, Çırağan şenliklerine çağrılıyordu."

Padişah III. Sultan Ahmet, tenperest ve zevk u safa düşkünüdür. Sarayı kadınlarla doludur. Cariyelerinin sayısına bakmadık; 'kadınları' diye Çağatay Uluçay'ın tesbit ettikleri şunlardır: 1- Emetullah Kadın; Başkadını, 2- Ayşe Kadın; 3- Emine Kadın, 4- Fatma Kadın, 5- Gül¬sen Kadın, 6- Hatice Kadın, 7- Hurrem Kadm, 8- Meyli Kadın, 9- Mihrişah Kadın, 10-Nazife Kadın, 11- Nejat Kadın, 12-Rukiye Kadın, 13- Sadık Kadın, 14- Ümmügülsüm Kadın, 15- Zeynep Kadın, 16-Hanife Kadın, 17- Şermi Kadın...

Padişah bütün kadınlarım huzurlu kılmak için çaba sarf ederken, Nevşehirli İbrahim Paşa'nın üstlendiği vazife daha zordu. Bütün bu kadınları incitmeden velinimeti ve kayınbabası olan padişahı eğlendirecek, herkesin gözüne girecek; bunun için çabalıyordu:

İstanbul’da esen hava iki türlüdür: Biri imkânı olupta yaşayabilen üst sınıf için tepeden tırnağa zevk ve eğlence, diğeri, bunlara hazırlanan imkânların yükünü çekmeğe mahkûm alt sınıf... İkisi de sürüklendiği yere kadar gidecek, ama bir yerde geçit vermez bir dağa çarpılacaktır.

Lüks ve sefâhata bulaşan zenginlerin ve devletlûlerin hanımları eğlence yerlerine çok rağbet etmekte, hayatın tadını çıkarmada erkeklerle yarışmaktaydılar. Kendilerini Avrupai yaşayışa kaptıran bu kadınlar, giyim kuşamlarımda geleneklerin dışına taşırınca, haklarında bir ferman yayınlanır. Ahmed Kabaklı'nın Türk Edebiyatı kitabından aktarıyoruz. Sadeleştirilmiş haliyle.

"Allah her türlü belâ ve afetten korusun, İstanbul, Osmanlı ülkelerinin yüzsuyudur. Ahâlisinin tabaka tabaka tesbit edilmiş esvapları vardır. Hal böyle iken bazı yaramaz avretler, halkı baştan çıkarmak kastı ile sokaklarda süslü püslü gezmeğe, libaslarında türlü yenilikler göstermeğe, kefere avretlerini taklid ederek başlıklarında acaip şekiller yapmağa başlamışlardır."

"Irz ehli ve ismet sahibi kadınlar dahi kocalarını, kendilerine, bu yeni çıktı elbiseleri yaptırmak için zorlamakta imiş. Kadınlar, bundan sonra büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklar, feracelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit kullanmayacaklar. Sokak veya mesirelerde yeni çıkma feracelerle görülürlerse, feracelerinin yakaları, o anda alenen kesilecektir."

Bu fermandan da açıkça belli olduğu gibi yeni bir sosyete türemiş, yeni bir hayatı alabildiğine yaşamakta. Nedim de şiirlerini bu atmosferde yazmaktadır. Dilimiz varmıyor amma, bütün bunlar şarap kadehlerinin arkasında yaşanmakta; bu sayede üzüntü verici hadiselerin üstü sarhoşluk salıyla örtülmekte idi. İşte havaya uygun; Nedimce mısralar:

Ayağın sakınarak basma aman sultanım

Dökülen mey, kırılan şişe-i rindân olsun

Sâdâbadda kayık safasından ilham alan mısralar:

Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım

Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde

Ve Lâle Devri için fazla uzağa gitmeğe lüzum bırakmayan o günleri bize şerheden bir Gazel'i:

Ben kimseye açılmaz idim dâmenin olsam

Kim görür idi sineni, pîrâhenin olsam.

Daim arayan bulsa civanım seni bende

Bir gonca gül olsanda senin gülşenin olsam.

Destide, kadehte doyamam görmeğe, bari

Ey gevher-i şeffaf, senin mahzenin olsam.

Döğülmeğe, söğülmeğe, kağulmağa billâh

Hep kaalim amma ki efendim senin olsam.

Çeşmânının öğrensem o kâfirce nigâhın

Bir lâhza Nedim-i nigehi per ferin olsam.

Şairdir, abartır; şiirdir sınır tanımaz, amma; illaki çağının, yaşanan hayatın aynasıdır.

Zelzele ve Yangın

Anlatılan lüks, israf, çılgınlık, ilim, kültür, eğlence hayatı kesintisiz devam ediyor değildi. 25 Mayıs 1719'da, İstanbul, İzmit ve Karamürsel şiddetli bir depremle sallandı. İstanbul'da pek çok bina ve şehir suru baştanbaşa yıkıldı. İzmit'te bir hayli bina harab oldu. Karamürsel'de epey tahribat meydana geldi. Şehrin imarına olağanüstü ehemmiyet veren vezir-i âzam depremin zararını telafi etmekte gecikmedi.

Depremden iki ay kadar sonra Gedikpaşa'da çıkan yangın birçok sarayın kül olmasına yol açtı.

Hayret Verici Bir Olay

Aynı sıralarda enteresan sayılacak bir hâdise yaşandı. Belki bugünkü bazı kişilere örnek olur, ibret olur diye Hammer'den aktarıyoruz: "... Ayasofya Camii Vaizi Şeyh İspirizâde, Dad harfinin telâffuzuna Araplarınkine benzeyen bir yenilik getirdiği için Şeyhülislâm tarafından şiddetli azarlandı!"

Düğün Merasimleri

Lâle Devri eğlencelerinin dışında, geleneksel olan iki eğlenceden bahsedeceğiz. Biri evlilik, diğeri sünnet düğünleri. Sultan Ahmed'in üç kızından biri Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa ile biri Nişancı Mustafa Paşa ile biri de Rakka Valisi Ali Paşa ile evlendi. Ayrıca İkinci Mustafa'nın iki kızı da iki paşayla evlendirildi. Padişahın dört oğlunun sünnet düğünü de bu arada yapıldı. Bu sultan ve şehzadelere ait merasimler film içinde film gibiydi. Yaşanmakta olan çılgın eğlencelere ayrı bir boyut getirmişti.

Pâdişâhın eşi çok olduğu için evladı da çoktu.

Düğünlerin devamı müddetince mutbaktan Halil müfettiş seçildi. Sultan Ahmed'in emriyle, sünnet olan dört şehzade için ve ayrıca diğer kırk oğlu için şekerleme bahçeler yapılacaktı. Hurma ağaçlarından yapılacak bu bahçelerden sünnet olanlara ait hurmaların yüksekliği diğerlerinden fazla olacak. Bahçe ile alâkalı teferruat çok fazla, biz aktarma lüzumu görmüyoruz. Lafların dönüp dolaştığı konu aynı; şekerleme, hurma vesaire.

Şimdi düğünlerde yenmesi için etraf kazalardan getirtilen gıdalara bakalım: 7.900 tavuk, 1450 hindi, 3.000 piliç, 2.000 güvercin, 1.000 ördek...

Tören alanının aydınlanması için 5.000 lamba, ayrıca o günün tekniği ile yapılabilen, yarım ay şeklinde ateş böceği gibi yanıp sönen bin lamba... Hepsini sıralamak istemediğimiz bir yığın lüzumsuz gibi görünen şeyler, şeyler. O günün adetlerine göre müsrif bir padişahın yapabileceği ne varsa hepsi... ama bakıyoruz, bütün bunlar dört şehzadeyle beraber sünnet olacak 5.000 çocuk için yapılmakta; biraz yüreğimiz ferahlıyor.

Düğünler eğlenceye eğlence katarak devam ediyor, Şark'ta Havalar Bulanıyor.

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın da rahatını bozacak hâdiseler cereyan etmeye başlamış; İran'daki Safevî hâkimiyeti Efgan Türkleri tarafından sallanmaktaydı. Dengeler bozuluyor, Efganlılar İran'ın önemli şehirlerini teslim alıyorlar, Türkiye ile sınır münasebeti olduğu için dikkatle takibi gerekiyordu.

İbrahim Paşa üç cephede savaş açtı. Tez zamanda fethedilen, İran'ın bazı şehirlerinin anahtarları pâdişâha takdim edildi. Tiflis, Gori, Hay, Hemedan, Erivan, bu seferin kazandırdığı şehirlerdir. 23 Temmuz 1723'ten 3 Ekim 1724'e kadar yapılan savaşlarla kazanılan bu şehirler, savaştan iyice soğumuş bulunan askerler için de bir ısınma hareketi olmuştu ve tabiî Erzurum Beylerbeyi Silahtar İbrahim Paşa, Van Valisi Köprülü zade Abdullah Paşa, Azerbaycan ve Bağdad Valisi Hasan Paşa takdir edileceklerdi. Hak etmeyene bir şey verilmez, ağır davranan Silahdar İbrahim Paşa yerini kaybetmiş, yerine gelen Arifi Ahmed Paşa görevi tamamlamış, teşekkürü o almıştır.

İlmî ve Fikrî Hareketler

Hatırlardan hiç çıkmayan neticenin dayanağı, İstanbul'da yaşanan lüks ve israf, alışılmamış eğlence hayatı idi, diğer hareketler bunun gölgesinde kalmıştı. Hâlbuki Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kocaman bir beyni vardı. Esas olarak onun tatminine de çaba sarf ediyordu. Paşa'nın bu tarafını, sadece teşkil ettiği ilim hey¬tinin isimlerine dokunmak bile, biraz gösterebilir.

Eski İstanbul Kadısı Mehmed Selim Efendi; bu şahıs Tezkirel-üş-Şuara sahibidir. İshak Efendi ki ileride Şeyhülislâm olacaktır. Sabık Şam Kadısı Medhî, sabık Halep Kadısı İlmî, Sabık Selanik Kadısı Mestcizâde Abdullah, ulemadan Razî Abdüllatif, Kara Halilzâde Mehmed Said; bu zat da ileride şeyhülislâm olacak. Eski İzmir Kadısı Meylî Ahmed, Seyyid Vehbi, Nedim Ahmed, Tarihçi Küçük Çelebizâde İsmail Asım, tezkireci Şerif Halil, İzzet Ali Bey, Afvî Mehmed Bey, Rumeli kazaskerlerinden Şeyhi Mustafa Efendi ve Hacı Çelebi. Fetva Emini Ömer Efendi, Galata marullerinden Mustafa Efendi, Süleymaniye Şeyhi Arab Hasan Efendi, Fatih Camii Şeyhi Ali Efendi, Müderris Yekçeşim İsmail Efendi, Recepzâde Ahmed Efendi, Turşucuzâde Efendi, Darandeli Mehmed Efendi, Arabzâde Salih Efendi, Şamlı Ahmed Efendi, Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi, Yanyal, Esat Efendi, Şakir Hüseyin Bey, Razi Efendizâde.

İçlerinde meşhur olmuş isimler yoksa bile, bir gün bir yerde meraklısının karşısına çıkabilir düşüncesiyle tek tek isimleri sıraladık. Bilinmeseler de, bu in-sanlar o zamanın en yetkinleriydi. Belirli zamanlarda yapılan toplantılarla beyin jimnastiği, çeşitli dallarda tartışmalar, meşhur ve lüzumlu eserlerin tercümeleriyle ilgili, tekliflerle ilgili beceriler sergilenirdi.

Adına sonradan "Lâle Devri" denen Nevşehirli dönemi aslında çok yönlü geçmekteydi. "Anadolu, Mısır ve Kırım'la ilgili asayiş tedbirleri" ihmal edilmeden alınıyor, Batıyla sulh içinde yaşanıyordu. İran'da fetihler de devam ediyor. 1730 senesine böylece gelindi.

İran'a Savaş İlanı

Efganlı Eşref Şah ve Osmanlı Devleti tarafından uğradığı kayıpların telâfisi için savaşan Nadir Şah, galibiyetle Efganlı Eşref Şah'dan topraklarım geri aldı. Safevi saltanatını yeniden kurdu. İstanbul'a gönderdiği elçi ile de Osmanlı işgalindeki topraklarının iadesini istedi ve hemen taarruza geçti. "Safevi ordusunun hareketine karşı koyması gereken Hemedan Muhafızı Abdurrahman Paşa askerini bırakıp kaçtı ve orası sükût etti. Bu durum İstanbul'da sefahat tarlasına düşen bir yıldırım oldu. Nevşehirli'nin topladığı "Fevkalâde meclis"te Seferi Hümâyun açılmasına karar verildi.

Seferi Hümâyun denince ordunun başında pâdişâhın bulunması lâzım ya; Sultan III. Ahmed İstanbul'dan ayrılmak istememiş. Nevşehirli, asker arasında "Hadise-i mekrûhe" şiddetli huzursuzluk olacağını anlatarak pâdişâhı Üsküdara geçirmeye zorla ikna edebilmiş.

Üçüncü Ahmed'in sefere çıkmak istemediği halk arasında konuşulmaya başlamıştı. Şehir halkı zaten senelerdir huzursuzluk içerisinde, padişahtan ve damadı vezir-i azamdan ümidi kesmiştiler. Yeniçeri Ocağı cadı kazanı gibi kaynıyordu. İmparatorluğun her tarafında adı deftere yazılı olup kendisi görünmediği için defterden silinen Yeniçeriler Nevşehirli'den nefret ediyorlardı.

Orduyla alâkası kesilip esnaflık yap¬maya başlayan yeniçeriler halkı isyana teşvik ediyorlardı. Göreve devam eden yeniçerilerin çoğu vezir-i azamın Fransa'dan mütehassıslar getirip, Üsküdar'da bir kışla kurdurup, yeni askerlerin orada talime başlamasını kendi hayatlarının sonu sayıyor; bu yüzden işin önüne erken geçmeyi tasarlıyorlardı.

Sancağı şerifi alıp Üsküdar'a geçen Sultan Ahmed, vilayetlere birer yazı göndererek sefere çıkacağını ilân eder. Yapılan hareketler an'ı kurtarmak içindir, ne pâdişâhın niyeti vardır sefere, ne vezir-i âzamın. Üsküdar'da vakit geçirilirken boşalan İstanbul'da fitne ateşi alevlenmektedir.

Ayaklanmayı tertip edenlerden şeyhülislâma kâğıt gelmişti; bunlar yarı açık yarı imâ ile "Biz Mahmud-ül hısal bir pâdişâh isteriz" diye Şehzade Mahmud'u işaret ediyorlardı.

Daha önceki pâdişâhlar da görmüştük; ayaklanmalar ekseri ayaklananlar lehine neticeleniyordu. Hatta vezir-i âzamlar, isyancılara muhatap olan pâdişâha "Kul kısmı istediğini ala gelmiştir; siz de âdete uyun, istedikleri kelleleri verin Hünkarım" diyorlardı. Bu sefer biraz farklı, hem vezir-i âzam hem de pâdişâh hedefte, ikisinin de birbirini kurtarma şansı görünmüyor!

Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1730)

III. Sultan Ahmed Vezir-i âzam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın hazırladığı sâdâbad eğlencelerinde Nedim'in

Gezermiş kasrın etrafında yer yer taze mehnûlar

Mükâhhal gözlü, şirin sözlü, leyli yüzlü ahular

Heman alkış sedasın andırırmış çağlayan sular

İderlermiş duasın padişah mâdeletkârın...

Şiiriyle kendinden geçerken, şerefâbada gitmek için vakit ayırmaya çalışıyordu. Eğlence yeri çoktu; hepsinde de padişahın varlığı arzu ediliyordu. Onun için Nedim

Hangi gün teşrif ider şahım deyû can atmada

Gel şerafâbadı gör şevketli hünkarım hele...

diyor, pâdişâh ta mübarek bedenini esirgemiyordu. Onlar bu eğlencelerde, her şeyi israf ederlerken, birileri de bu devrana son vermenin hesabını yapıyordu.

İsyancı başının Patrona Halil olduğu yazılıdır kitaplarda ve bazı arkadaşlarının adları, kimlikleri sıralıdır. Bunların belli başlıları şunlar: Birinci isim Patrona Halil Hurpişteli bir Arnavud'dur, arkadaşı Muslubeşe Rusçuk kazasının Karalar köyünden olup aslen Ulah imiş. Diğerleri, Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, cebecilerden Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail isimli şahıslardı"

Halil irikıyım bir dellaktı. Bâyezid hamamında çalışırken peştemalı atıp yalınayakla sokağa fırlamıştır, yanında Muslu olduğu halde, ellerinde hançerle gören Hollanda'lı bir ressam, resimlerini çizmiş, yalınayakları ile tarihi bir vesika olarak duruyor.

İ.H. Danişmend Abdi Tarihi'ne göre, diyor, bu "Eşkiyâ" hemen kamilen Arnavud, Boşnak, Çingene, Bulgar, Yahudi, Rum, Ermeni, Laz, Acem, ve Kürt “Erazil-ü esâfil”inden mürekkeptir.

İsyan bayrağının açıldığını haber alan pâdişâh, gece Üsküdar'dan, devlet erkânıyla beraber Topkapı Sarayı'na geçerse de saray muhafızları dağılmış olduğundan kendisini koruyacak kimseyi bulamaz.

Çarşılarda hiçbir dükkân açılmamış, ehli namus evlerinde, olacakları merakla beklerken hapishaneler boşalmış, zengin evleri, devletlilerin konakları, sarayları yağmalanmaya başlanmış... Yine önceleri seyrettiğimiz filmlerden hatırladığımız sahneler... Belki de çoğunun Cenabı Allahla arası hiç hoş değildir amma moda deyimdir "Şer ile davamız var" deyip halkı da isyanın içine çekmeye çalışırlar. Geniş olarak tarih kitaplarına geçen, bu isimle Romanı yazılan olayın özetini vermeye çalışıyoruz. Yazarken de, kalemimiz hiçbir haz duymuyor, pâdişâh bizimdir, devlet bizimdir, tarih bizimdir...

Âsiler, pâdişâhın yaşayışından memnun değildir ya, bunda başkaları kusurlu bulunur, onların bertaraf edilmesi istenir. Belki de ilk adımın böyle atılması, isyan yasasına! daha uygundur!

Saraya gönderilen haberde, derler ki:

— "Pâdişâhımızdan her veçhile hoşnuduz; lakin devletlerine zarar ve hıyanetleri olan dört kişiyi iki saate kadar bize takdim edin" sonrada haseki ile yekûnu otuz yedi kişiyi bulan isim listesini pâdişâha gönderdiler."

İlk istenenler Vezir-i âzam Damad İbrahim Paşa ve Paşa'nın damadları olan, Kaymak Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdası Mehmed Paşa, bir de Şeyhülislâm Abdullah Efendi.

Herkes canının derdinde, tabiî ki Şeyhülislâm da! Daha önce kendisine "Biz Mahmüd-ül hısal bir pâdişâh isteriz" yazılı kağıt gönderildiğini hatırlatıp, "Asilerin maksadı Şehzade Mahmudu hükümdar yapmaktır, niçin uzun düşünürsünüz" demiş.

Vezir-i âzam "ben ölüm eri olmuşumdur; lâkin velinimetimin hal edilmemesine çare düşünelim" derken, velinimeti onu gözden çıkarmıştı. Pâdişâh, âsilerin istediğini alacağına inanıyordu. Bir iyilik yaparak vezir-i azamı ve damadı olan Nevşehirli'yi damatlarıyla beraber asilere diri diri teslim etmeyip, öküz arabasıyla cesetlerini gönderdi. Sultan Ahmed tahtını kurtarmaya çalışıyordu, İspiri zade Ayasofya vaizidir, aklı başında adamdır, boş konuşmaz, Nevşehirli İbrahim Paşa'yı çekemeyenlerdendir; belki bu yüzden padişaha da içinde bir miktar hoş olmayan hisler vardır. Sultan Ahmed'e der ki:

— "Pâdişâhım siz saltanattan çekilmedikçe bu kıyamın dağılması muhaldir" Hoca Efendi haklı. Âsiler kendisine karşı ayaklandıkları pâdişâhı tahtta bırakırlarsa, biraz sonra başlarına nelerin geleceğini bilirler.

Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan kapısına bir at yaklaşıyordu; kuyruğuna bir ip bağlanmış; ipin diğer ucu bir cesedin boğazında. Padişahın, sağ olarak teslime yüreği el vermediği İbrahim Paşa'nın âsilerce reddidir bu. Ve asilerin yükselen sesi.

— "Pâdişâhımız İbrahim Paşa'yı saklayıp kürkçü Manol'u ona feda eylemiş. Halife olan pâdişâha böyle yalan yakışır mı?"

Pâdişâha en has adamını öldürmeyi yakıştıranlar, bu durumda yalanı yakıştıramıyor. Buna pâdişâh inanacak değil ya; anlıyor vaziyeti. Yeni tayin edilen vezir-i azamı, Anadolu ve Rumeli Kazaskerini çağırıp, niyetini söylüyor. "Bu kadar zamandan beri İbrahim Paşa'nın şahsı herkesçe malûm iken âsilerin bundan kasıtları benim saltanatımı istemedikleri aşikârdır benim dahi tabiatımda saltanata ve hilâfete fütur gelmiştir..."

İhtilâlcilerin oyununu pâdişâhın anlaması normaldi. Öncesini hiç saymasak bile, 12 senelik sadrâzamı cesedinden tanımamaları mümkün olmayan güruh, "bize yanlış ceset gönderdin" diyerek, hikâyedeki Kurt rolünü oynuyorlardı. Hani suyun alt yanındaki kuzuya kurt "suyumu bulandırıyorsun" diyordu ya. Şimdi de ihtilalciler pâdişâha, atın kuyruğuna bağladıkları Nevşehirli İbrahim Paşa'nın cesedi için "Bu o değil, Kürkçü Manol" diyorlar.

III. Ahmed kendisinin ve evlatlarının canına dokunulmaması için garanti aldıktan sonra yeğeni Şehzade Mahmud'u yanına getirtip alnından öper, yeğende amcasının elinden öper ve hemen biat edilir. Sultan Ahmed saltanatı teslim ettiği yeğenine nasihatinde, derki:

— "Vezirine teslim olma; dâima ahvâlini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalemi düruğlarına asla itimad etme; merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; kendin gör, ele itimat eyleme; işte benim ahvalim sana nasihat için kafidir. Oğlum; baban -İkinci Mustafa- devlet işlerini Feyzullah Efendi'ye ve ben vezir-i azama bıraktığımızdan bu hâller başımıza geldi. Sen bizzat idareyi eline al."

Sultan Ahmed daha önce oğlu Süleyman'dan benzeri sözler dinlemişti. Demişti ki Süleyman, Vezir-i âzam Nevşehirli için, "Şevketlû peder, bu vezirin cümle umur-ı devleti kendi dairesine mahsur etmesi, hem kendisine, hem şevketlû pâdişıhıma, hem bize (hanedana) hem Devleti Aliye'ye yazık eder; zira padişahlara ve vezirlere layık olan, esbab-ı şecaat ve âlat-ı mehabet olup, gayyurlara ve yiğitlere ashâb-ı maariften pak tiynet ulemaya rağbettir; yoksa bunlar terk olunup levh-ü hevâ ile meşgul olmak ne demektir?"

III. Ahmet, Nevşehirli İbrahim Paşa eliyle, İstanbul'un güzelleşmesinde önemli adımlar atmıştı. Kendi adıyla anılan Ayasofya’daki çeşme güzelliğiyle dillere destandır. Tahtı, Sebkati ve Necib mahlâsıyla şiirler yazan yeğenine bırakan Sultan Üçüncü Ahmed 57 yaşında ve 27 senedir padişahtı. Altı sene sonra hayata veda etti (13.06.1736) Çoğu küçük yaşta ölen çocuklarından geriye kalan Üçüncü Mustafa ve Birinci Abdülhâmid pâdişâh oldu.

Sultan Ahmet Dönemi Özetlenirse?

Tekrar söylendiği gibi, Lâle'siyle, eğlencesiyle öne çıkan ve bir ihtilalle karartılan devir, gözden kaçan savaş ve barışıyla daha önemlidir. Yavaş yavaş sınırları daralıp kabuğuna çekilmeye başlayan devlet, yapılan akıllı anlaşmalarla kavuştuğu sulh dönemini iyi değerlendirmiştir.

"Yirmiyedi yıl devam etmiş olan Üçüncü Ahmed'in saltanatı dönemi, Osmanlıların başarılı ve azametli dönemlerinden biridir." Barış anlaşmalarıyla Azak, Mora ve İran'ın bir kısmı alınmış oldu.

Başlangıçta düzen tutturamayıp on-beş senede onüç sadrazamla çalıştıktan sonra mührü hümâyunu verdiği damadı Nevşehirli'yle sonuna kadar gitti ve bütün güzellikler onun siyasetiyle vücut buldu.

Bir yerde gözden kaçan dengeler yine Nevşehirli'nin hatası sayılabilirse, bu hatanın cezasını canı ile ödedi. Bu dönemi süsleyen eserlerin bir kısmı yangından, depremden beter ihtilâlciler tarafından harab edilmesine rağmen, kalanların şehâdeti kâfi... Sayfiyelerin cazibesi, camilerin ihtişamı, matbaanın bastığı kitaplar o günleri anlatmaya çalışıyor...

Gönlümüz dörtbaşı mamur bir pâdişâh isterdi; Sultan Ahmed bu isteğe tam uymadı. Onu, düşüncemize ters yanlarıyla mahkum edebiliriz, istersek dünya ahvalini gözden geçirip, muasırı olan devlet başkanlarından geri kalmadığım görüp, hatta fazlalığı olduğunu bile söyleyebiliriz. Devletin iyice yaşlandığı, bu yaşlılığın tecrübe kazandırmadan fazla, bir ağaç gibi çürüme yönünde temayüz ettiği hatırlanırsa, Sultan Ahmed için kinlenmek gerekmez.

Kendisi için "tenperver" deniyormuş. Doğrudur. Şair de deniyordu. Birincisiyle ilgili belgemiz yok ama ikincisini ispatlayan birkaç mısra var elimizde.

Hayalî rûyi dilber cismi zarımda nihânımdır

O dilcûnun şitâbı sû gibi gözde revûnımdır

Bu mısralar Nevşehirli İbrahim Paşa'nın gazeline nazireydi.

Aşağıdaki mısralar kendi gazelinden örnektir. Son mısralar...

Nazire söylemek mümkün değil bu matla'ı hûbe

Suhan pervaz olan ol âsafı devri zamanımdır

Tenezzül eylemez ziynet sarayı dehre aşıklar

Hümâ pervazı aşka cây-ı süfli aşiyan olmaz

Link to comment
Share on other sites

BİRİNCİ MAHMUD

(22 Ağustos 1730 – 1754)

24gm9.jpg

Sekiz yaşında şehzade iken amcası III. Ahmed'in saltanata geçmesiyle Şimşirlik adlı saray dairesine kapatılan Mahmut, 27 sene sonra amcasıyla yer değiştirmişti. I. Mahmut olarak tahta çıktığında 35 yaşındaydı. İstanbul ihtilâlcilerin çemberinde, halk evlerinden çıkamaz durumda, koruyamayanların namusu, ırzı serserilerin ayaklan altında, zenginlerin malı, bazı devletlilerin sarayları işgaldeydi.

2 Ekim'de saltanat değişikliğiyle ihtilâlin sona ermesi beklenirdi, lâkin aradaki boşluğu değerlendirme hırsında olan âsiler, bütün mesâilerini ahlâksızlığa harcamaya devam ettiler. Patrona Halil, Kürt Muslu ve Kahveci Çingene Ali, içinde köleleri halayıkları, uşakları bulunan birer köşke yerleşmişler; peşlerindeki haydutları sayesinde hayatlarını yaşıyorlar, hakîki hak sahiplerine hayatı haram ediyorlardı. Yeni pâdişâh, sadece tahta oturmuş olmakla padişahlık yapılamadığını görüp, çıkış yolu arıyor, başta ihtilâlin lideri Patrona Halil olmak üzere, bazı kimseleri para ile taltif etmeye çalışıyordu.

Çarşılarda dükkânlar kapalı, caddeler, sokaklar serseriden geçilmiyor, iyi insanlar evlerinden dışarı çıkamıyordu. Devletin harab olmasını görev edinenler büyük laflardan da geri kalmıyorlardı. Güya ki; bozulan dengeleri düzeltmek için başkaldırmışlar; ne kadar bozulmadık iş varsa bozmaya çalışıyorlar. Cülus bahşişi dağılırken üç binden fazla serseriye, askermiş gibi para verdiriyorlar. Dellak Arnavud Halil, kendisini sadrâzam mevkiinde görüp, kasap yazıcısı Yoraki adlı bir serseriyi Boğdan Voyvodası tayin ettiriyor.

Halkın namusu, şerefi rezillerce tarumar olurken, bir de garip istekte bulunup; ahlâksızlık yapıldığı gerekçesiyle Kâğıthane'deki köşklerin yakılmasını istiyorlar. Belki israf olmuştur, Sâdâbad belki fakir halkın kıskançlığını kamçılamıştır ama şehrin güzelleşmesi adına yapılan 120'den fazla yalı ve köşkün yakılması hangi maddi menfaati sağlardı? Pâdişâh, henüz zayıftır, boyun eğmek durumundadır. Yakılmasını önlemek için yıkılmasına rıza gösterir. Pâdişâh bu emrini dellallarla köşk sahiplerine duyurur: "Üç güne kadar, sahipleri köşklerini yıksınlar" der. Fakat âsiler daha çabuk davranıp, ağaçlarıyla beraber, o güzel mahâli harabeye çevirirler. Bir deli fırtına gibi yakıp yıkan, dilediği gibi esen ihtilâl rüzgârına usanç gelir; Sultanahmed Meydanı'ndan çadırlarını toplamak, normal hayata dönmek isterler; bunlar Yeniçeriler, Cebeciler ve bunların reisleri, ağalarıdır. Diğer, ipten kazıktan kopma Patrona takımı değildir. Pişmanlık duyduklarını Şeyhülislâm'a söyleyip, onun pâdişâhtan kendileri için af istemesini rica ederler. Pâdişâh, bundan sonra böyle işlere karışmayacakları taahhüdünü alınca, geçmiş unutulup yeniden düzenli hayata geçilir. (11 Ekim 1730)

"Bu isyanda faaliyette bulunanlar ve ekseriyeti teşkil edenler dellak ve kaldırımcı Aranvudlardı. Patrona Halil her istediğini yaptırıyordu. Arkadaşı olup ocaktan kovulmuş olan Muslubeşe ihtilâl zamanında fırsatı kaçırmayarak ileri atılmak suretiyle, bir ayda ocağın en yüksek zabitliği olan kul kethüdahğına çıkmıştı."

Pâdişâh, olup bitenleri, plânlar kurarak takip ediyordu. Çok geçmeden plân uygulanacak; bazı ocak ağalarına ihsan edilen beşbin altın gücünü gösterecekti! Hamamda peştemalmı alıp, nalinlerini bırakıp sokağa fırlayan Patrona Halil sarayda yaşamaya, kürkler giyinmeye, elmaslar takınmaya alışmıştı; gözü yükseklerdeydi. Şanına lâyık makamı pâdişâh bulmuş; bunu da Kırım Hanı Kaplan Giray bir toplantıda Patrona'ya söylemişti.

(Kendisini yaptığı ihtilâl kadar önemli gören Patrona'ya, karşı tarafta aynı anlayıştaymış gibi görünüp tuzağa düşürmeye çalışıyordu.)

"Murad ettiğiniz şey muvafık, pâdişâh dediğinizi yapıyor; hâl böyle iken toplu harekette bulunarak zorbalıkla iş yapmak doğru değildir; inşallah İran meselesi için yapılacak toplantıda Rumeli eyaleti ve vezirliğe nail olduktan sonra arzunuzu pâdişâh huzurunda söyleyin; biz de size müzaheret -yardım-ederiz."

Bu plân tutar; saraya gelen Patrona Halil, Muslubeşe ve Yeniçeri Ağası yeni makam ve mevkilerine, kellelerini vererek kavuşurlar. Bunların cesetleri gösterilmeden, hilat merasimi bahanesiyle içeri alınan 18 zorbanın daha akıbeti aynı olur. Cesetler III. Ahmet Çeşmesi'nin yanına bırakılır. Temizlik hareketine hizmeti geçenler pâdişâh tarafından yüksek görevlerle mükafatlandırılırlar.

Hammer Tarihi'nde biraz farklı anlatıma rastlıyoruz. Birinci Mahmud Patrona Halil'i görmek istedi. O da üzerinde Yeniçeri üniforması ve ayağı yalın vaziyette huzura geldi.. Sultan Mahmud "senin için ne yapabilirim" diye sordu. Patrona Halil "Seni İmparatorluk tahtına oturmuş görmekle benim en büyük arzum gerçekleşti demektir; bununla beraber, benim hisseme bundan böyle alçaltıcı bir ölümün düşeceğini biliyorum" cevabını verdi. Birinci Mahmud bunun üzerine, kendisine hiç bir kötülük yapılmayacağını ecdadı üzerine yemin ederek bildirdikten sonra şöyle konuştu: "Benden bir mükâfat iste, hemen yerine getirilecektir." Patrona Halil, halkın üzerine baskı yapılmasına yol açtığından kayd-ı hayat şartıyla arazi bağışlama (malikane) müessesinin kaldırılmasını istedi ve bunlar hemen lağvedildi.

Patrona Halil'in isteği ne kadar insanî! Fakat diğer eserlerde göremediğimiz bu mesele biraz meşkuk. Hammer de. Hafızâi yanılgısı olsa gerek. Aynı cildin 178. sayfasından daha önce yaptığımız, Sultan Ahmed bahsinde geçen "İdâri tedbirler" adıyla anılan bölümde şimdi Patrona'ya mal edilen görüş, şehit yahut Damad Ali Paşa'nın idi.

Birinci Mahmud'u saltanata kavuşturanların kendi saltanattan bir buçuk ay ancak sürdü. İhtilalcilerin çoğu, belki de hepsi Sultan Ahmed'in de bir ihtilalle iş başına getirildiğini görmüştüler. Sonunda yaşanan ihtilalci kıyımını da biliyorlardı. Kendi başlarına geleceği bilmezler mi? Şaşmaz kanundur. Osmanoğlu kendi kanından olanı kendi öldürebilir, hapis edebilir, sürgün edebilir ama bir başkası kılına dokunsa hesap sorulur. Bunun başlıca sebebi hanedan üyelerinin farklı bir aile olduğuna inanılması mıdır, saltanat sahibinin farklı insan olduğuna inanılması mıdır her neyse. Belki de, bir öncekine yapılan muamele, aynı şahıslar tarafından bilâhare kendisine yapılabilir düşüncesi asıl sebeptir. Niçin ve nasıl olursa olsun pâdişâh devirenlerin hiçbir zaman şansı olmamıştır. Birinci Mahmut kural dışına çıkmadan gerekenleri yaptı, yaptırdı. İstanbul'da asayiş sağlandı. Kapalı dükkânlar açıldı; halk normal hayata döndü.

Şâirin Ölümü

Ahmed Nedim Efendi'nin Ahmed’i zamanımıza gelmemiş, onu sadece Şâir Nedim olarak hatırlarız. Zamanının, devlet bünyesinde mühim mevkii alan en uçarı şâiriydi. Kadın, şarap ve eğlence Nedim'de olduğu kadar hiçbir şair tarafından serbestçe şiire girmemişti. Üstelik, Nedim Kazasker torunu ve kadı oğluydu. Müderrislik yapmış "Nevşehirli İbrahim Paşa'nm Hafız-ı Kütüplüğünde bulunmuştu." İstanbul karanlık bir tünel gibiydi ve olanlar oldu.

Şâir Nedim bu kargaşalıkta, yaşadığı şaşaaya uymayacak biçimde can verir. Nasıl öldüğü kesin olarak bilinmiyor, birbirine uymayan rivayetler sıralanır; damdan dama atlarken yere düşürenden tutun, denizde boğana kadar çeşitli ölüm şekilleri anlatılıyor. Lâle Devri'nin üç önemli isminden biri pâdişâh III. Ahmed istirahate çekilmişti, diğeri Nevşehirli ihtilâl kurbanı olmuştu. Nedim de meçhul bir ölümle aradan çekilince, Gökkübbe'de belki hoş, belki buruk; belki de başka bir sada kaldı. Bunu herkes istediği gibi yorumlayabilir. Nedim'in ölüm tarihi Ocak 1731. 49 yaşında idi.

"28 Ocak Pazar: İstanbul'da bir Arnavud İsyanı'nın Tenkili"

Bu başlık İ.H. Danişmend'in, kısa bilgilerde onun, o da "Vakanüvis Suphi'ye göre; o sırada İstanbul nüfusunun "öşrümiktân" (onda biri) muhtelif tarihlerde payitahta üşüşen "kefere-i müslimnumâ Arnavud taîfesi"nden mürekkeptir.

Patrona'mn kan davası bahanesiyle şehri yağma için elbirliği eden bu serseriler hamamlarda, külhanlarda ve hanlarda yaşamaktadır; bugün çıkardıkları isyanda üzerlerine yürüyen Vezir-i Âzam Kabakulak İbrahim Paşa'nın çıkardığı "Sancağ-ı Şerife bile kurşun atmaktan çekinmemişlerdir; tabiî nihayet imha edilmişler ve İstanbul sokaklarında onbeş bin maktul bırakmışlardır).

İşte böylece ikinci safhası ile Patrona İsyanı sona ermiş, hayat normale dönmüş oluyor. İhtilâlin faturası bir padişahın hali, bir vezir-i azamın ve iki paşanın katli. Saray, köşk, yalı yağması, pek çok modern binanın yıkılıp, pek çok hanenin tarumar edilmesi... İsyancıların elebaşı dahil, onbeş binden fazla insan ölüsü...

Baldırıçıplak takımının ihtilâli ile bir gece yarısında tahta çıkan I. Sultan Mahmut; toz duman arasında oturduğu yeri bile görememişti. Şimdi ise, sisler dağılmış, ortalık durulmuş, yapılacak işler görünmeye başlamıştı: İlk yaptığı iş hayatta kalan isyankârları tesirsiz hale getirmek oldu. "Yeniçeriler taşralara, Boşnaklar ile Arnavudlar da muhtelif yerlere sevkedildi." Ve Sultan Mahmud İstanbul hamamlarında Arnavudların çalıştırılmasını yasakladı.

Kirmanşah'ın Alınması (30 Temmuz 1731)

İranla savaş hali vardı. Sultan Ahmed, cepheye gitmek üzere Üsküdar'a geçtiğinde İhtilâl başlamış ve sarayına dönmüştü. Yarım kalan işi Sultan Mahmud'un bitirmesi gerekiyor. İran Şahı Tahmasb Osmanlı hükümetindeki karışıklıktan istifadeye kalkıştı ise de, muvaffak olamadı.

Aslında, İran Şahı Tahmasb'ın yaptığı garipsenecek bir davranıştı. Birinci Mahmud'un cülusunu tebrik için İstanbul'a elçi gönderdi, fakat tebrikten ziyade "fırsatı ganimet bilme" teklifi getirmişti elçi Veli Mehmed Han. Daha önce kabul edilmiş bulunan sulh şartlarını kendi lehlerine genişletmek istedi. Uygunsuz istek, oyalama taktiği güdülerek Bağdad Valisi Ahmed Paşa'ya iletildi. Elçi Veli Mehmed Han, oralar ahvaline vakıf olduğu ileri sürülerek, anlaşması için Ahmed Paşa'ya gönderildi. Elçi Diyarbakır'a varmadan Şah harekete geçti. Tebriz'den Revan üzerine yürüdüğü haber alındı.

Şah'ın bulanık suda balık avlamaya çalışması kendi zararına seyretmeye başladı. Elçi Mehmed Han yanındakilerle beraber Mardin Kalesi'ne hapsedildi. İki koldan saldın hazırlığı yapan Osmanlı ordusunda Bağdad Valisi ve İran Seraskeri Ahmed Paşa ile Revan seraskeri Hekimoğlu Ali Paşa, Şah'a umduğu imkânı vermedi. Ahmed Paşa'nın karşısında tutunamayan İran ordusu dağıldı. Daha önce elden çıkmış olan Kirmanşah askeri malzemeleriyle beraber geri alındı, oradan Hemedan'a hareket edildi. (30 Temmuz 1731)

Kürican Zaferi

Şah bir yandan sulh teşebbüsünü gevşetmiyor, bir yandan büyük ordular hazırlayıp savaşa giriyor. Yalancı Çoban mevkiine konan Şah Tahmasb'ın sözlerine bel bağlamayan Osmanlı da hazırlıklarını, tedbirini ihmal etmiyor. Hemedan'a yakın bir yerde Kürican'da iki ordu karşılaştı. 20 bin yaya askeriyle 10–15 bin süvari askeri maktul veya yaralı olan Şah kaçarak canını kurtardı. Birçok büyük kumandam ölüler arasındaydı. İran'ın bütün ağırlıkları da meydanda kalmış, zaferin kahramanı Ahmed Paşa padişah tarafından hilatlerle taltif edilmiştir. Hammer'in; "Parlak bir zafer" olarak takdim ettiği Kürican galibiyetine, pâdişâhın duyduğu sevinci anlatırken "İkinci büyük silahdarıyla orduya keskin kılıçlı, pak yüzlü, hükümdarın ekmeğini ve tuzunu alınlarının teriyle hak eden askerlerini tebrik için bir fermanla bir Hattı Şerif gönderdi" diyor. Ve devam ediyor: "Aynı zamanda imparatorluk komiseri de "serdarın sarığına kıymetli taşlarla süslü bir sorguç takmak, kıymetli vücuduna görünüşü ruha hoş gelecek bir samur kürk giydirmek, beline düşmanlarının başını kesecek muzaffer bir kılıç kuşatmak ve nihayet ordunun kaplanlarına ihsanda bulunması için yüz elli kaftan sunmak e¬rini almıştı" diye bitiriyor Kürican'la ilgili sözlerini.

Birkaç Başlık

11 Ekimde Serasker Hekimoğlu Ali Paşa Urmiye'yi fethetti.

4 Aralıkta Azerbaycan'ın başkenti Tebriz işgal edildi.

10 Ocak, 1732'de İranla sulh yapıldı.

12 Mart, 1732'de Topal Osman Paşa azledilerek Hekimoğlu Ali Paşa sadârate getirildi.

Osmanlı Devleti Türk İdareci kıtlığı mı çekiyor? diye, insanın aklına sıkça geliyor. Zira bu Yeni Sadrâzam da İtalyan'dır. Babası Hekimbaşı Venedikli bir dönmedir. Nuh adını almıştır. Ali Paşa da İtalyanlık ne kadar kalmıştır, bilemeyiz.

Bağdad Zaferi ve Birinci Mahmud'un Gaziliği

12 Ocak 1733: Nadir Han Bağdad'a taarruza geçer. Nadir Han Tahmasb'ı halletmişti; sonra da Bağdad'ı halletmeye kalkmış, 1 Temmuz'da Topal Osman Paşa'ya yenilip 80 bin ölü ve ağırlıklarım da bırakarak yaralı vaziyette kaçmıştır. Savaşın 9 saatte bitmesi, Topal Osman'ın büyük başarısı idi. Gâzî unvanını savaşa iştirak etmeyen padişah I. Mahmud almıştır. Hekimoğlu Ali Paşa 3 sene, 4 ay, 1 gün işgal ettiği sadaret makamını 12 Temmuz Salı günü İsmail Paşa'ya devredip, ileride tekrar gelmek üzere başka vazifeye geçer. Yeni vezir-i âzam da Gürcü'dür; 5 ay, 13 gün sonra azlolunacaktır. Hekimoğlu Ali Paşa kızlar ağasıyla geçinemeyip mührü Hümâyunu elinden kaçırmıştı, İsmail Paşa da aynı sebeple, yerini Seyyid Mehmed Paşa'ya terketti.

Savaş ve barışla geçen günlerin ardından Kerkük'te hasta yatan Topal Osman Paşa'nın ordusunu dağıtması Nadir Şaha fırsat doğurur; bu fırsat Kerkük'ü İran istilâsına uğratır. Kırım Hanı Kafkasya üzerinden İran'a taarruza geçerse de İran’la ittifak eden Ruslarla karşılaşır (16 Haziran 1736) ve 17 Ekim 1737 İran’la Sulh.

12 Kasım 1737 Kırım Ham Feth Girayın Ruslara karşı kazandığı zafer.

4 Ağustos Cumartesi: Bosna Valisi Hekimoğlu Ali Paşa'nın Avusturyalılara karşı kazandığı Bonyaluka Zaferi ve büyük neticeleri. Bunun üzerinde biraz durmak lâzım.

Bonyaluka Zaferi (4 Ağustos 1737)

"Hayat savaştan ibarettir" sözünün yanlışlığı ispatlanabilse, yapılan savaşlara başka bir isim aramak gerekecek. Görebildiğimiz tarihin hiçbir döneminde dünya savaştan baki kalamamış. Bugün, en azından dünyanın çok büyük bölümü barış içinde yaşıyor görünse de, bunun yalan olduğu, diplomasi savaşının devam ettiği iddiası var. Güçlü devletler ne istese yağlı diplomasiyle alıyor; şayet alamazsa örnekleri görüldüğü gibi savaş uçaklarını devreye sokmaktan çekinmiyor.

Avusturya ve Rusya ile Osmanlı Devleti'nin savaşmama sözü vardı. Sulh anlaşması kılı kırk yararak yapılmıştı. Anlaşılan o ki, iki tarafın da aynı şeye mecbur olması şart. Rusya ve Avusturya barış içinde yaşama zaruretini atlatmıştı. Askerine zafer kazandırmak istiyor, bunun için de yenebileceği bir düşman arıyordu. Kâğıt üzerine sıralanan kelimelerin basılan mühürlerin önemi yok! Önemli olan iyi bir bahane bulmak.

Osmanlı Devleti'nin gaileleri birbirine ekleniyor, mecburi yapılan dış harplerin yanı sıra bir de iç harpler meydana geliyor. Huzur yok. Diğer düşman çevreler susmuşken İran'la savaşlarımız oldu. İran'la oyalanırken Rusya homurdanmaya başladı. Yapılan barış anlaşmasına uymayan hareketlerden bahsetti. Güya Kırım Hanı ve veliahdı İran'a giderken Rusların toprağına girmiş.

Ruslar, Lehistan işlerine müdahale etmekle anlaşmaya sadâkatten uzaklaşmıştılar da, şimdilik hesap sorulamıyordu. Yalnız, Kırım Han'ı Feth Giray Kırım'a girip tahribat yapan Rus ordusuna unutulmayacak bir ders verip 100 bin esir ve birkaç yüz bin hayvan almıştı.

Olanların intikamı için Osmanlı'nın İran'la meşguliyeti Ruslara iyi fırsattı. Azak Kalesi'ne saldırdılar. Osmanlı-İran sulhu oldu ve Ruslar korkuya kapıldı. Rusya-Avusturya ittifakı yapıldı. Osmanlı için Rusların yaptığı hareketin mânâsı yoktu. Yalan haber olduğunu bile düşündüler.

Türklerin Ruslara karşı saldırıya geçmesi, Avusturya'nın arabulucu rolüne soyunmasıyla engellenmeye çalışılıyor. Hazırlıksız yakalanmak şaşkınlık yaratmış, vezir-i âzam tarafından Fransa, İngiltere, Hollanda, Venedik ve Avusturya'ya mektuplar gönderilmişti.

Hiçbir mektup beklenen, umulan tesiri uyandırmadı. İttifakları bulunduğu için Avusturya'nın Rusya'ya yardım edeceği korkusu silinemiyordu. Azak Kalesi düştü. Kırım istila edildi. Vezir-i âzam Seyyid Mehmed Paşa Kethüdası Osman Halisa Efendi'nin hükmü altındaydı, kendisi beceriksizdi, orduya hâkim olamadı, askeri kışlaklara dağıttı, bu beceriksiz, kararsız durum devam ederken, sıra Hekimoğlu Ali Paşa'ya geldi.

Hekimoğlu Ali Paşa birinci sadâretinden azlini müteakip Bosna Vâliliği'ne atanmıştı. Rusya'nın Osmanlı ile savaşını fırsat bilen Avusturya, bir şeyler koparma ümidiyle, "onbeş taburundan herbirini bir yerden Osmanlı hududundan içeri saldırttı. 20 bin kişilik bir kuvveti Niş üzerine gönderdi. 10 bin kişiden fazla askeri de Eflak üzerine sevk etti. Ayrıca 30 bin kişiyle de Vidin üzerine gelecekleri İvaz Mehmed Paşa tarafından duyuruldu. Bu kadarı Rus cephesinde bulunan vezir-i âzami şaşırtmışken, bunlardan başka yüz elli bin kişilik bir ordu Bosna üzerine yürüdü.

Hekimoğlu Ali Paşa Avusturya'dan böyle bir hareketin geleceğini tahmin ediyor, vezir-i âzamı uyarıyor, vezir-i âzam ise: "Nemçe (Avusturya) ile sulh kaimdir, onların cemiyetinden vesvese etmeyesiniz" diye haber gönderiyordu. Hekimoğlu casusları vasıtasıyla Avusturya'nın her nefes alışını takip eder durumdaydı. Kumandanlarına, arada düşmanlık yokken niçin böyle yaptıklarını sormuş olan Hekimoğlu şu cevabı almıştı: "Aslını bilmem, bize tembih böyledir, Petro günü gelince görürsünüz. Ali Paşa maksadı anlayıp, Bosna'nın kadısını, müftüsünü diğer ileri gelenlerini yanına topladı. Gelmekte olan çığın cesametini onlara anlattı. "Herkes kendi mahallinde hazırlıklı bulunsun" dedi.

Avusturyalılar 1737 Mayısında Niş'e yürüdü. Temmuz'da Niş kuşatıldı. Hazırlıklı olunmadığı için fazla dayanamayan Niş Kalesi kısa bir zamanda Nemçelilere topuyla tüfeğiyle teslim edildi.

Nemçe kuvvetleri bir yandan Şehirköy'e bir yandan Kosova taraflarına yürüdü. Kosova önüne gelenler mağlup oldular. Bununla bitmiyor. Avusturya yerli Hıristiyan halkı önceden isyana hazırlamış olup, kendileri taarruza geçerken on kazada on bin silahlı halk müslümanları memleketten çıkartıp, eşyalarını yağmaladı.

Avusturyalıların taarruzu, zayiat vermeleri devam ederken, rüzgâr yönünü değiştirdi. Niş geri alındı.

Çöküntülerin manen yıprattığı Sultan, Niş'in alındığı haberiyle kendine geldi. Bir Hattı Hümâyunda Niş cephesi Seraskeri Hafız Ali Paşa'ya teşekkür etti: "Cümleniz hayır duama mazhar olmuşsuzdur, bundan böyle her veçhile Lâzime-i zimmetiniz olan hususlarda bezl-i makdur eyliyesiz" dedi. Kahraman askerlere samur kürkler, altınlar ve hil'atlar gönderildi.

Diğer cephelerde de Türk zaferleri görülüyor, Avusturyalılar ne yapacağını şaşırıyordu. Vidin'e gelen büyük bir ordu Bosna ve Belgrad taraflarından gelen kötü haberle Macaristan'a döndü.

Avusturya muharebesinin en önemli kısmı Bosna cephesinde cereyan etmektedir. Rusların savaş açtığında arabulucu olması istenen Avusturya İmparatoru, olurum ama demişti, Vidin ve Bosna'dan yerler isterim. Tabii ki, isteği reddedilecektir.

Hekimoğlu Ali Paşa Avusturya'nın Bosna'ya girmek istediğini, vezir-i azama kabul ettirememişti. Tedbirini kendi imkânı nispetinde aldı.

9 Temmuz 173 7'de İzvornik tarafından düşman hücumu başladı. Bir Palanka basılıp askerleri şehit edildi. Ali Paşa Bosna'da seferberlik ilan etti.

Düşman Usturumca Kalesi'ni kuşattı. Genç kadınların bile erkek kıyafetiyle savaştığı kalede yaşlı kadınlar su taşıdı, işçilik yaptı, ebeler cerrahlık yaparken çocuklar top tanesi taşıdı. Nemçeliler, altı bin kişilik yardım kuvvetinin yolda olduğunu duyunca çekip gitti.

Meşhur kumandanlardan Hildeburg Havzen'in, öncüsü sekiz bin kişi olan büyük bir orduyla Banyaluka'ya gelmekte olduğu duyuldu. Kaledeki askerler hazırlık yaptı, gelenleri karşıladı, kuşatmacılardan pek çoğu öldürüldü, sağ kalanlar büyük, hakiki orduya karıştı.

20 bin kişiyle Puzin ve 20 bin kişiyle de Çetin kaleleri muhasara edilmişken 80 bin kişiyle Banyaluka kuşatıldı.

Hekimoğlu'nun elinde yeterli sayıda asker yoktu. Metanet, cesaret bilgi ve inanç üstünlüğü Türk tarafında, diğerleri Nemçe'de. Paşa askerine eğer sabır ve sebat bizde olursa kazanırız" dedi. Düşmanla karşı karşıya gelince, dalkılıç hücum emri verdi. "Beş nöbette düşmanı tepeleye tepeleye güneş batıncaya kadar dövüştü. Nemçe askeri nehrin karşısına geçmek istiyordu; kumandanları, kaçışı önlemek için o yolu kapatmıştı. Ali Paşa ise Nemeçlileri nehire sürmeye çalıştı ve muvaffak oldu. Savaşarak ölenlerin daha fazlası kendini nehre atıp, boğularak öldü Hekimoğlu Ali Paşa çok büyük bir zafer ve epeyce ganimet kazandı.

Bu kadar yeter, demedi Ali Paşa. Nehirden kurtulup kaçanların takibi için acilen bir köprü yaptırdı. Karşıya geçirdiği askerle kaçanları takip etti. Pek çok ölü -ki sayılan 60 bin deniyor- ve esir veren Nemçe kumandanı gözden ve makamdan düştü. Banyaluka'nın haberini alan, diğer kale işgalcileri de bırakıp kaçtılar.

Bu büyük zafer İstanbul'a müjdelenince pâdişâh yine sevindi. Kendisini sevince boğan kumandan ve askere hediyeler gönderip memnuniyetini bildirdi.

Banyaluka zaferinin tesir hâlesi dalga dalga yayıldı. Kırım'daki Rus kuvvetleri kovuldu, Azak Denizi'ndeki Moskof donanması kendi kendini yakarak intihar etti. Sadâret Kethüdası Osman Halisa Efendi'ye danışmadan hareket edemeyen vezir-i âzam Seyyid Mehmed Paşa azledilip yerine Muhsinzâde Abdullah Paşa getirildi. Osman Halisa Efendi'nin, bu zaferden nasibine idam düştü.

Banyaluka zaferinden sonra ordu kışlalara çekildi. Muhsinzâde sadâretten azl edildi. Yeğen Mehmed Paşa vezir-i âzam oldu. Bundan sonra hazırlıklarla yeni savaş mevsimi beklenecek. Yeni Sadrazam için söylenen ilginç sözler var, Venedik Balyozu (elçisi) Kontanini'ye ait: "Mağrur ve zalim bir adam olup Venedik'in amansız bir düşmanıdır; en hiddetli anında bile olgunluğunu, gizli bilgeliğini terk etmez ve nefretini dahi gayeleri uğrunda kullanmasını bilir." Lamartin balyozun sözlerini naklettikten sonra Yeğen Mehmed Paşa'yı anlatmaya devam ediyor:

Nitekim bir yıldırım hızıyla Mareşal Seekendorf'un Niş'i eline geçirmiş ve Vidin'i kuşatmış ordusunun üzerine döndü ve daha devletin mührünü getirmiş olan Silahdar ordudan ayrılmadan önce Seekendorf'u yendi, Niş'i geri aldı, altı bin Avusturyalı'yı şehrin surları önünde kılıçtan geçirdi. Vidin kuşatmasını kaldırttı. Saksonya Prensi Hildeburg Havzen'e tabyalarında hücum etti ve bu üç ordunun artıklarını Tuna'nın ötesine attı..."

Yabancılar tarafından lehimize söylenen şeyler biraz abartılı bile olsa hoş geliyor. Hele de uzun zaman zafer ve kahraman görülmemiş ise...

Avusturya cephesinde, o kadar ayrı ayrı yerlerde ayrı komutanların savaşı oldu ki, takibi ve isimleri karıştırılmaması zor oluyor. Birkaç başlıkta bu fasılı noktalamak istiyoruz:

İsmail Hakkı Uzunçarşılı'dan: "Avusturya cephesindeki muvaffakiyet." "Muhadiye muharebesi. Vezir-i azamla İvaz Mehmed Paşa'nın aralarının açılması. İkinci Muhadiye galibiyeti. Ada Kalesi'nin zaptı. İstanbul'a dönüş."

Muzaffer ordu Gazi Pâdişâh tarafından merasimle karşılandı. Fransa'nın aracılığıyla sulh teşebbüsü başladı. Padişah Birinci Mahmud bu konuda fikrini almak için, ikinci defa Kırım Ham olan Mengli Giray'ı İstanbul'a çağırdı. Han görüşünü şu sözlerle açıkladı:

"Hazır galib iken sulh olalım, gelecek seneye kalırsa kimin galib, kimin mağlub olacağı belli değil; kaldı ki Ruslar Azak'ı aldı." Mengli Giray benzeri konuşmayla sulhtan yana tavrını açıklarken Azak'la ilgili fikri olmadığını da meydana koymuştu.

Osmanlı Devleti'nin arzu ettiği barışı, mağlup durumdaki Rusya ile Avusturya istemiyordu. Savaş yanlısı olan vezir-i âzam Yeğen Mehmed Paşa idi, onu da pâdişâh azl etti, yerine İvaz Mehmed Paşa'yı getirdi. (22 Mart 1739)

Hisarcık Zaferi (22 Temmuz 1739)

Gönül huzur istese de, şartlar zora mecbur ediyor. Kış mevsimi yazın yapılacak seferin hazırlığı ile geçti. Osmanlı Devleti'nde kader olmuştu sefer. Başlangıçta kışı Söğüt'te geçiren oba ilkbaharda Domaniç'e yaylaya giderdi. Dört mevsimi aynı yerde yaşamaya alışamadı Osmanlı. Yaylaya gider gibi, tarlaya ekin biçmeye gider gibi, gurbete çalışmaya gider gibi ısınan havayla beraber silah omuzda sefere çıkmak. İşte hayat bu, başkası yok, varsa da yok...

"Ben geçerim gönül geçmez" türkü¬ünde olduğu gibi, biz geçsek de onlar geçmiyor savaştan. Yeğen Mehmed Paşa'nın savaşla ilgili planı vardı; İvaz Mehmed Paşa aynı planın uygulayıcısı olmak üzere harekete geçti. Hedef Belgrad. Dün bizimdi; bugün de bizim olması lazım.

Avusturya ordusu da Belgrad bizim olarak kalsın diyor. Onun için 100 bin kişilik orduyla Pançava yakasından Tuna'yı geçip, Türk ordusunun yolunu kesmek istiyor. İki ordu Belgrad'la Semendire arasında bulunan Hisarcık'ta karşılaştı. Daha evvel gelen Türk ordusu daha iyi yer tutmuştu. Sabahın erken saatinde savaş başladı, gün batımına kadar sürdü.

General Vallis kumandasındaki Avusturya ordusu yenildi. Hammer'in deyimiyle: Osmanlılara on sancak ve üç büyük savaş davulu bırakarak, arkalarına bile bakmadan Tuna kıyılarına kaçtılar. Jan Palfi'nin zırhlı süvarilerinin büyük bölümü Osmanlılar tarafından kılıçtan geçirildi veya yüksek yerlerden yirmibin yeniçerinin mevzilendiği eteklere doğru püskürtüldüler; savaş nizamındaki bu yeniçerilerin elinden pek azmin bile kurtulduğunu söylemek kolay değil..."

Vezir-i âzamın biraz gevşek davranışı Avusturya askerinin tamamen imhasını engellemiş ama yine de şahane bir zafer kazanılmıştır.

Kısa bir süre önce, bazı kayıplar göze alınarak sulh yapılmıştı. O zamanki gerekçe şuydu. Elimizdeki ordu ile savaş olmaz. 100 bin askerimiz, 10 bin düşman önünden kaçar vs. Gördük, eğer iyi sevk ve idare edilirse kendinden üstün kuvvetlere karşı da başarı elde edebiliyor. Bu orduda iş yok demek, şimdilik doğru değil.

Belgrad'ın Teslim Alınması (1 Eylül 1739)

Allah nazardan saklasın; işler yoluna girdi. Elimizden çıkan kaleler, şehirler birer birer geliyor. Belgrad'ın değerini de, önemini de bilenlerdeniz. Hisarcık zaferinden sonra oturduğumuz tahterevallide tarafımız ağır basıyor, rakibimiz havada kalıyor. Barışla yahut savaşla Belgrad'ı istiyoruz. Yalnız Belgrad'ı mı? Hayır. Timeşvar ve Vanadinle beraber Belgrad. Bu kadar ağırlığı, bu isteği İvaz Paşa hafif bile görüyor. Belgrad için şöyle diyor Paşamız: "Bir Tanrı'dan başkasını tanımadığım gibi, Belgrad benim yüce devletime iade edilecektir." General Sakkau teslime yanaşmayınca muhasara şiddetlendi.

Çok müstahkem bir mevkide olan Belgrad Kalesi direniyor, kuşatmadaki askere bıkkınlık geliyor ve Bosna Valisi Hekimoğlu Ali Paşa 20 bin askerle imdada yetişiyor.

Hekimoğlu'nun gelişinde yaşanan sahne ilginçtir, aktarıyoruz: Ali Paşa vezir-i âzam iken, şimdiki vezir-i âzam İvaz Mehmed Paşa çavuşbaşı idi. Eski efendisine hürmeten, İvaz Paşa iki saatlik mesafeden karşılamaya çıktı ve yanında yaya olarak geldi.

Muhasaranın 51. günü Nemçe Başkumandanı Mareşal Vallis teslim için imparatoruna mektup yazdığını söyledi. Nihayet karar verildi. Fransa Elçisi Marki dö Vilnöv'ün aracılığıyla, Türk tarafından Reisü'lküttab Mustafa Efendi, Ordu Kadısı Esad Efendi, Mektupçu Ragıb Efendi (Koca Ragıb Paşa) ve Hekimoğlu Ali Paşa'nın temsilciliği ile barış görüşmeleri başladı. Belgrad Kalesi üç günde Avusturyalılar tarafından terk edilerek Türklere bırakıldı.

Sadâret değişikliği 23 Haziran 1740'ta yapıldı. Hacı İvaz Paşa'nın yerini Nişancı Hacı Ahmed Paşa aldı. Fransa'ya tanınan kapitülasyonun sınırları genişletildi. Buna sebep Marki dö Vilnöv'ün barş anlaşmasındaki gayretinden başka bir şey değildi.

Osmanlı Devleti Batıda sükûnu sağlamış, Rusya ile de savaşa son vermiş, rahata kavuşmuş iken İran boş durmadı. Nadir Şah Caferiliğin beşinci mezhep olarak tanınması için baskı yapmaya başladı. Asıl maksadı savaş olan Nadir Şah muradına erdi. İran'ın Bağdad'ı alma hevesinde olduğu anlaşıldığından, savaş hazırlığına başlandı. Nadir Şah bir adım daha atarak Bağdad Valisi Ahmed Paşa'dan şehri teslim etmesini istedi; "biraz sonra da Bağdad'ı ve Kerkük'ü muhasara etti. Kerkük İranlılann eline geçti. (Temmuz 1743)

Hacı Ahmed Paşa şark hududundan gelen kötü haberler neticesi azledilip Hekimoğlu Ali Paşa ikinci sadâretine başlamıştı. (21 Nisan 1742)

Nadir Şah bir Türkmen çocuğudur. İran'da saltanatını pekiştirmiş, Afganistan ve Hindistan taraflarını istilâ etmiş, başarılarının gururuna kapılmış, meydan okuyacak kahramanlar arıyordu. Caferiliğin reddi Türkiye'ye savaş açması için bahane teşkil etti.

Hekimoğlu Ali Paşa'nın, Bosna valisi iken gösterdiği yiğitlik hafızalarda canlıydı. İranla savaş için Serdar-ı Ekrem olarak cepheye gitmek istedi. Pâdişâha tesiri kuvvetli olan Kızlarağası Beşir Ağa Ali Paşa’nın isteğini kabul ettirmedi. Bu olaydan sonra Yeniçeri Ağası Seyyid Hasan Paşa sadârete getirilip İran seferine memur edildi. (23 Eylül 1743)

Nadir Şah Musulu muhasara etti. 4500 askeri öldürüldükten sonra, müdâfilerin şiddetine dayanamayıp muhasarayı kaldırdı. (27 Eylül 1743)

Kiğaverd Bozgunu 23 Ağustos 1745

İşler her zaman düzenli gitmiyor. Ordu bozan ordu da bozuluyor. 1744 Temmuzunda Kars'ı muhasara eden Nadir Şah, 150 bin askeriyle, yarısından az olan Osmanlı askerine karşı bir başarı elde edemez. Serasker Hacı Ahmed Paşa'nın savaş taktiği Nadir Şah'ı çaresiz bırakır. 72 günlük mücadeleden sonra, 9 Ekim'de Nadir Şah çekilip gitmek mecburiyetinde kalır. Serasker Ahmed Paşa bir hastalığa yakalanıp faaliyetini sürdüremez hâle gelince, yerine eski sadrâzamlardan Yeğen Mehmed Paşa tayin edilir. Nadir Şah temelli gitmemişti. 10 Ağustos’ta Erivan yakınında Kâğaverd ovasında karşılaşılır ve şiddetli bir savaş başlar. 12 günlük vuruşmadan sonra Türk tarafı üstünlüğü yakalar ama netice almaya kâfi değildir, zafer, gelecek zamana bırakılır. İşte en kötü netice bir gün sonra alınır. Bu en kötü sürprizin sebebi ordu içinde bulunan bozgunculardır.

Hasta yatan Yeğen Mehmed Paşa'nın ölüm haberiyle askerin morali bozulur, savaş makinesi iyi işlemiş hâle gelir, peşinden 15 bin kadar levend ve gönüllü askerlerin bir kısmı mezhep gayretiyle Şii acemlere karşı savaşmak istemezler. Onların mezhep taassupları din ve milliyetlerinin önüne geçince

"— Acem bastı! diye yaygara koparıp firara başlarlar. Neticesi 20 bin askerin şehid düşmesine varan bir bozgun yaşanır.

Bozguna sebebiyet veren, elebaşılık yapan askerler, hem de altı aylık maaşlarını peşin almışlardı. Haber İstanbul'a ulaşınca, firariler hakkında fetva verilir: "Muzırrün-nas ve sâibi-l fesad" olan bütün zabit ve neferlerin öldürülmesi, mal ve eşyalarının öldürenlere kalması"

Fetva makamı böyle der uygulayıcılar bunu uygular.

Türk ordusunu bozguna uğratan da Türk'tür. Nadir Şah Hindistan'daki Türk hâkimiyetinin dağılmasına sebep olmuştu, burada yine bir Türk ordusunu bozdu. Katıksız bir Türk olan Nadir Şah Timuroğulları'ndan sonra Osmanoğulları'na da baş eğdirmeyi hesaplamıştı.

Mümkün olduğunca özetlenen savaşlar, arada bir tafsilatla zenginleştiriliyor. Savaş tasvirine dikkat eden Hammer'in, bazı enteresan tespitleri dikkat çekiyor. Serasker Yeğen Mehmed Paşa'nın Nadir Şah ordularına saldırma hazırlığını anlatırken, bulunulan yeri dikkate sunuyor. Diyor ki: Burası, on iki yıl önce, eski Vezir-i âzam Topal Osman Paşa'nın savaşı ve hayatını kaybettiği yerdi; görüldüğü gibi burası eski vezir-i âzam seraskerler için meş'um bir savaş alanıydı."

Yağmurdan sonra güneşin doğması gibi, her savaştan sonra barış umuda doğuyor; daha doğrusu, barış daha iştiyakla isteniyor. Kuvvetli olan savaşla alacağını almıştır; barışarak zaferinin tadına varmak ister: Güçsüz olan, bir daha ezilmemek şevki tabiisiyle iyi bir barışı arzu eder. Şayet bir barış yapılacaksa-yapılırsa. İki taraf da gururunu incitecek isteklere fırsat vermemeye çalışır. Barıi masasından başı dik ayrılmak, insanlarının yüzüne bakarken kendisine gülümsendiğini görmek herkesin isteğidir.

Yeğen Mehmed Paşa'nın ölümünden sonra serasker olan Hacı Ahmed Paşa'ya, Nadir Şah adına münacaatta bulunan Huzur Han barış teklifi sundu. Kazandıkları zafer hayal hanelerini genişletmiş olduğundan, isteklerinin sınırları da genişlemişti. Önceki, Şiiliğin beşinci sünni mezhep olarak kabulünün yanı sıra, bu sefer Van, Bağdad, Kürdistan, Basra, -Peygamber Efendimizin yakınlarının kabirleri bulunan yerler- Necef ve Kerbela isteniyordu.

Elbette bunlar kabulü mümkün olmayan arzulardı ve hiç düşünülmeden reddedildi. Nadir Şah'la mâkul bir sulh yapılamayacağı kanaati veren bu aşırı teklif, Osmanlı Devleti'ni yeniden savaş hazırlığına şevketti. Zafer, ihmal edilmeyen şark hududu biraz daha sıkı tutulacaktı. Kars ve Diyarbakır taraflarına kuvvet yığılırken Kırım Ham İkinci Selim Giray'a durum bildirilip, Kars cephesine onbin asker göndermesi istendi.

Hekimoğlu Ali Paşa geçmişte görülen savaşçılığı ile Kars Serdarlığına muvafık sayıldı. Savaş için yapılacak her şey yapıldıktan sonradır ki, Nadir Şah'm İstanbul'a gönderdiği elçinin gelmesi, onunla yapılacak görüşmelerin sonu beklenmeye başlandı.

Türkiye-İran Sulhu (4 Eylül 1746)

İran elçisi Fetih Ali Bey 8 Ocak 1746'da İstanbul'a geldi. Ragıb Paşa Konağı'na misafir edildi. İran vezir-i âzamı Şahnuh tarafından vezir-i azama yazılmış iki mektup getirmişti; onlar tercüme edildi. Malûm istekleri sıralanan mektuplar pek işe yaramayacaktı. Yaramadı.

Yine Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabulünü istiyorlar, bu mümkün değildi. Yeni bir anlaşma yapıldı; bunda 1639'daki Kasrı Şirin Anlaşması'nda tesbit edilen hudut esas alındı. Yapılan birçok savaştan sonra 107 sene önceye gidilmesi gariptir...

"Bu suretle 1725'ten beri aralıklarla tam 23 yıl süren Türk-İran savaşı sona erdi. Safevî hanedanının dağılmasından sonra doğan krizle başlayan bu savaşta, her iki Türk devleti, birbirinden toprak koparamadılar. Ancak büyük İran eyâletleri, uzun yıllar Osmanlı işgalinde kalmış oldu. Nadir Şah gibi, tamamen istisnai dehâda bir adamın ortaya çıkması, Osmanlı fütuhatını engelledi."

Kanunî ve Yavuz devirlerinde savaşlar, savaşlarda zaferler yaşanıyor, bol ganimete kavuşuluyordu. Hazine rahat, harcamalar korkusuzca idi. En önemli kazanç sahası olan sınır boyları verimliliğini yitirdi; asker şevksiz, devlet zebun; harcamalar israfı kaldıramıyor.

Pâdişâh Birinci Mahmud zamanında üç devletle yapılan savaşlar hiçbir maddi katkı sağlamadığı için, sadece gider hanesi çalışmıştı. "Pâdişâhın sarayındaki bazı gümüşlü eşya ve kürkler, kumaşlar sırmalı dokumalar ve gümüş hayvan takımları ve saray kütüphanesinde bulunan bir kısım nadide kitapların satılması ile mâli sıkıntı önlendi."

Birinci Sultan Mahmud zamanı yaşanan maddi sıkıntılar, yangınlar ve zelzelelerle artmaktaydı. 1745'in sonunda çıkan yangınla Fener ve Balat kapılan arasında Kiremit mahallesindeki 7–8 yüz ev kül olmuştu. Nisan 1750'de Mercan'da çıkan yangın daha ağır zayiatlar vermişti. Bitpazarı, Arabacılar, Yorgancılar ve Yağlıkçılar'daki dükkânlar mahzendeki eşyalarla beraber kül haline gelmiş, bütün esnafın beli bükülmüştü. Pâdişâh kendi kesesinden bütün masrafı karşılayıp, dükkânları yeniden yaptırarak, büyük bir âli cenaplık gösterdi. 1752'de zelzele, 1754'te zelzele ve yangın çok büyük hasarlara yol açmıştı. Diğer padişahların birçoğunda görülen saray debdebesi olmayan Sultan Mahmud, sıkıntıya düşen halkın yaralarına merhem olmak için elinden geleni yapıyordu.

Sultan Birinci Mahmud'un Ölümü (13 Aralık 1754)

Son iki senesi sıhhi rahatsızlıkla geçen Sultan Mahmud, 13 Aralık 1754'te şiddetli bir soğuğun yaşandığı günde Cuma selamlığına çıkmış, "namazdan sonra Silahtar Ağa'nın koluna dayanarak güçlükle yürüyüp müşkülatla ata bindirilmiş ve nihayet saray kapısından girerken maiyetinin kolları arasında can vermiştir.

1696'da dünyaya gelen, 24 sene iki ay padişahlık yapan Sultan Mahmud öldüğü zaman 59 yaşının içindeydi.

Beş altı kadını olduğundan bahsedilir amma, hiç çocuğu olmamıştır. Naşı Yenicami'de babası İkinci Mustafa'nın yanma defnedilmiştir. Tebaasına müşfik bir baba gibi davranan sultanın ölümü herkesi gözyaşına garketmiş, devamlı hayır dualarla anılmıştır.

Geneli sükûn içinde geçen saltanatında maddi imkânsızlıklara rağmen birçok hayır eserlerini faaliyete geçirmesi, onun daha çok sevilmesinin sebeplerinden sayılır.

Hayır eserleri diyebileceğimiz neler var, denince ilk akla gelen tabii ki Nuruosmaniye Camii'dir. Başlangıcı Birinci Mahmud tarafından halisane duygularla yapılan caminin tamamlanması III. Osman'a nasip olmuştur. İlme önem veren pâdişâh "Ayasofya ve Fatih camilerinin yanında ve bir de Galatasaray'da üç kütüphane yaptırmıştır. Yangın mağdurlarının evlerini dükkânlarını kendi parasıyla yaptırdığını da unutmamak lâzım.

Gönlünü ahu gözlülere kaptırdı mı? Bilmiyoruz. Hiç çocuğu olmayışı, babalık zevkini tadamayışı mutlaka gönlünde yaralar açmıştır.

Ara sıra şiirler yazarak, değişik iklimlerde yaşamaya çalışmış. Mahlası Sıbkatî olan pâdişâhımızın, şairliği fazla öne çıkarılmaz; belki fazla şiir de yazamamıştır.

İ. H. Uzunçarşılı'da çok hoşumuza giden bir kıtası var, onu okuyalım da, görelim nice şairdir rahmetli.

Varalım kûy-i dilârâya gönül hû diyerek

Kokalım güllerini gonca-i hoşbû diyerek

Şerbet-i lâl-i hayâli beni öldürdü meded

Gidelim kûyine yârın bir içim sû diyerek

Kendi yaptırdığı Nuruosmaniye Camii'nin yanındaki türbeye gömülmesi, belki son dileğiydi, onu da, yerine pâdişâh olan kardeşi III. Osman çok görmüş.

Feci bir ihtilalle bir gece tahta oturan, bir Cuma namazından sonra sessizce ebedî âleme göçen, sessiz yaşayan pâdişâha Cenabı Allah'tan rahmetler...

Link to comment
Share on other sites

ÜÇÜNCÜ OSMAN

(1754–1757)

25qi0.jpg

Ağabeyi Sultan Mahmut geride bir şehzade bırakamadan ölünce, hiçbir tereddüde kapılmadan gelip tahta oturdu. Sultan Üçüncü Osman olarak anılan yeni padişah, 56 yaşında bir piri fânidir. Tarih kitapları kendisinden fazla bahsetmez. Eskiden faaliyet alanı olarak valiliklerde pişen gencecik, enerjik şehzadelere benzemiyor, hiçbir devlet tecrübesine de sahip değildi. Değişen gelenek onun ömrünü de saray duvarlarının arasında geçirtmiş, hormonlu sera bitkileri gibi tabii tadına kavuşamadan kocamıştı.

Sultan Mahmut bir erkek evlada sahip olsaydı, Osman için, alıştığı inziva hayatı son nefesine kadar devam edebilir, o da bu ağır devlet yükünün altına omuz vermemekle belki daha huzurlu olurdu.

En fakir, en imkânsız kullarına dahi Cenabı Hakk'ın ihsan ettiği havayı bol bol teneffüs edememiş, her hareketi kayıt altında geçmiş, ruhî durumu sağlıklı gelişme gösterememişti. "Çok asabî, mütelevvin ve kararsızdı; bundan dolayı sevgisine ve garazına inanılmazdı, kimseye itimadı olmadığından küçük bir sözden şüpheye düşer ve birtakım mukarriplerin tesirleriyle işleri bozardı. Teennisi yoktu; aceleci olduğundan, zamanla yapılabilecek şeylerin derhal yapılmasını emrederdi. Bereket versin ki kısa süren saltanatı zamanında bir muharebe gailesi olmamıştır.

Büyük tarihçimiz bile onu böyle vasıflandırıyor, hayatını anlatmaktan zevk alamadığı için çabucak, bir mektup kısalığında yazıp bitiriyor... Eğer, yazılanlar doğruysa Sultan Osman, önceki adaşları -Osman Gâzî, Genç Osman- ile hiçbir benzerlik arz etmiyor; saltanata uyum sağlayamıyor. Hemen hemen hepsi şair, bir kısmı musikişinas olan ceddinin aksine ne şiir yazdığı, ne musikiden zevk aldığı duyulmuş. Saltanata geçer geçmez saraydaki bütün mûsikî erbabını kovmuş, cariyelerle karşılaşmamak için bile çareler icad etmiş. Yani, kadın yüzü görmek dahi istememiş.

Kadınlara ilgisizliğinin ne sebepten olduğunu kesin bilmek zor; daha önce gördüklerimizden yola çıkarak (meselâ Sultan İbrahim) yaşadığı mahpus hayatının onu bütün dünyevi zevklerden soğuttuğunu tahmin edebiliriz. Bir de: "Tabiat, vücut ve yüz yapısı bakımından Osman'a karşı lütüfkâr davranmamıştı; yüzü etli ve kaba çizgiliydi; başı, boynu olmadığı söylenecek durumda olduğundan, biri ötekinden daha yüksek olan omuzlan arasında hemen hemen kaybolup gitmişti..." (Çizilen resmi hiç de böyle değli; Hammer mi yalancı, ressam mı?)

Sultan Osman'ın kılıç kuşanma merasimi geleneğin aksine dört gün sonra yapıldı. Tahta oturuşunun dokuzuncu günü Eyüb Camii'ne gitti.

III. Osman bilerek yahut bilmeyerek, davranışlarıyla farklılık sergiliyordu. Kılıç kuşanma merasimini dört gün sonra yapması gelenek dışıdır, tavırları gelenekle bağdaşmaz, bir de, yine onu farklı kılan icraatte bulundu: Her padişah, cülusunun ilk günlerinde tımar ve zeamet sahiplerinin beratlarını yeniler, -devletin bazı memurları da bu kategoride idi- berat yenileme dolayısıyla, bunların sahiplerinden "rüsûm-i cülûsiye" adı verilen para alırdı. Sultan Osman bir Hatt-ı Şerif kaleme alıp, bu vergiden vazgeçtiğini bildirdi. Kendisi askere dağıtılması gereken cülus bahşişini (2.374) iki-bin üçyüz yetmiş dört kese olarak dağıttı. Çok büyük padişahlar bile cülus bahşişi temininde zorlanırken, III. Osman'ın böyle rahat hareketi, Sultan Mahmud'dan hazineyi dolu aldığına işaret etmektedir.

Sultan Üçüncü Osman'ın tasvir edilen garip davranışları inanılır gibi değil. Garipliğe misal olarak iki olayı karşılaştıracağız. Kılıç kuşandığı gün çıkan yangın, halk arasında, "pâdişâh uğursuz geldi" türü sözlerin dolaşmasına sebep olmuştu. Bu imajı kafalardan silmek için yukarda anlattığımız uygulamayı yaptı. Para almak için değişik yollar deneyen padişahların aksine, kanunen alması gereken parayı bağışladı. Askere cülus bahşişi dağıtırken cömert davrandı; hatta emekli askerlere bile bahşiş verdi. Diğer garipliği ilkinin tam zıddı fikirler veriyor. Birinci anlatılan kurnaz, zeki, akıllı bir padişah tavrıyla karşılaştırırken, ikincisi halis bir acayipliktir. Saray kadınları sesini duyunca kaçışsınlar, yüzlerini göstermesinler, diye altına demir çiviler çakılmış ayakkabı giyiniyor. Bu birbirine uymayan iki Osman'dan biri gerçek olmamalıdır.

Kaynaklara göre padişah sarayda kadınlara eza etmekle kalmamış, haftanın üç günü şehirde gezmeyi kendisine hak sayıp, o günlerde kadınların dışarı çıkmasını yasaklamış. Bunların doğruluğu tartışılır ise de, tartışmaya mahal olmayan gerçek Osman bahtsız bir padişahtır. Ağabeyi Birinci Mahmut gibi bu da bir evlâda sahip olup da kendisine "baba" dedirtememiş.

Şimdi, padişahın devlet işlerine nasıl baktığına -zamanında ayakkabı altına çivi çakmanın dışında- devletin neresine hangi çiviyi çaktığına göz atalım:

İçeride yaptığı ilk işle beraber âdete uyularak bazı devletlere, cülusunu bildiren adamlar gönderildi. Cülusunun üstünden bir ay geçmeden, kış amansız bastırdı, soğuk dayanılmaz hal aldı, Haliç suyu buz tuttu. (11 Ocak 1755) Böyle bir hadise Genç Osman zamanında yaşanmıştı. (24 Ocak 1621) Don, üzerinde yürünecek kadar kalın idi ve "Defterden iskelesiyle Sütlüce arasında yayan gelip geçenler görülmüştür. Vakanüvis Vasıf tarih düşüren bir beyit yazarak demişti:

"Buz üstünden geçen geldi bana yaz dedi tarihin

Deniz attmışsekizde dondu buzdan bendeniz geçtim"

Ne kadar güzel. 68 eski takvime göre içinde bulunulan senedir; yani 1168. İkinci mısraı öyle denk getirmiş ki Ebcet hesabıyla tarih düşürürken muazzam bir sanat yapılmış. "Buzdan ben, deniz geçtim" ve "bendeniz geçtim" diyor.

Saltanatının üçüncü ayında sadâret değişikliğine giden Sultan Osman bu makama tecrübeli vezir Hekimoğlu Ali Paşa'yı getirdi. Trabzon'da bulunan Ali Paşa 40 gün sonra İstanbul'a geldi, vazifesine başladı ama uzun süre çalışamadı. Pâdişâhla anlaşma imkânı bulamayıp azledildi. Azliyle ilgili anlatılan sebep dikkat çekicidir ve Sultan Osman'a uymuyor.

Pâdişâh, hür davranmaya alışık olan Hekimoğlu'nun yanına birkaç denetçi vermiş, şirket yönetir gibi hareket ediyor, Sadrazamın yetki kullanamaması o makamın varlığını lüzumsuz kılar, Ali Paşa da bunu hazmedemez. Bir gün, yüksek sesle itirazını dile getiren Paşa, pâdişâhtan şu cevabı alır:

" Ben seni şimdi azleder yerine hamallar kâhyası Ali Usta'yı vezir ederim" der. Ali Paşa'nın cevabı:

"Evet yaparsınız, lâkin Hammal Ali Paşa olur, Hekimoğlu Ali Paşa olmaz." Sonuç:Hekimoğlu Ali Paşa azledilir. Bir süre Kıbrıs'ta Kalebent olarak kaldıktan sonra Rodos'a gönderilir. Tabii, bir zaman sonra affa uğrayan Paşa, Anadolu Valiliği göreviyle Kütahya'ya getirilir ve orada ölür. (13 Ağustos 1758)

Bu azilden önce şöyle bir olaydan da bahsedilir. Güya, III. Osman şehzadeleri öldürtmek istiyormuş, bu işi Ali Paşa'ya teklif etmiş, Ali Paşa reddedince, pâdişâh kızarak, "hain" demiş. Ali Paşa da:

"Hekimoğlu hainliği katilliğe tercih eder" cevabını verince pâdişâh kendisini azletmiş." 56 yaşına kadar baba olamamış şehzade. Sonra pâdişâh, hâlâ evlatsız. Şehzadeleri niye öldürtmek istesin ki?

Hekimoğlu Ali Paşa'dan sonra Başdefterdar Naili Abdullah Paşa vezir-i âzam olup üç ay vazife yaptıktan sonra azledilerek Sakız Adası'na sürgüne gönderildi. Boşalan makamın yeni sahibi Bıyıklı Ali Paşa'dır ve bu Paşa da önceki gibi Türktür. Ali Paşa'ya Bıyıklı denmesinin sebebi şöyle anlatılıyor:

"Hekimoğlu Ali Paşa'yı azleden pâdişâh, yerine bu Ali Paşa'yı getirmek istemiş, sakal bırakmadığı için bir müddet başka vazifede beklemesi, sakalı yetişince sadarete getirilmesi uygun görüldüğünden iki üç ay sabredilmiş ve sonra mührü hümâyun kendisine teslim edilmiş. Bir de söz icad edilmiş "Sadrı sadârette hülle oldu." Bu söz de yakışmış amma hakkında çıkartılan rüşvet ve yalan iftiralarından kellesi kurtulamamış. Gerçi iki saat sonra iftiralar açığa çıkmış, pâdişâh pişman olmuş ya, neye yarar!"

Yine Yangın (27/28 Eylül 1755)

Bıyıklı Ali Paşa henüz cezaya çarptırılmamıştı. Üçüncü Osman'ın saltanatının yedinci ayında (12 Temmuz 1755) bir bakkal dükkânında yangın çıkmış, 36 saatte iki bine yakın evi kül etmişti. 27 Eylül gecesi çıkan Hocapaşa Yangım öncekinden çok şiddetlidir. Adeta Neron'un Roma'yı yakması gibi. Dört kola ayrılan ateş bir yanda Bahçekapı'yı boydan boya yakarken, diğeri Bab-ı Âli ve Divanyolu'ndan Defterhane'ye dayandı. Üçüncü kol Mahmudpaşa çarşısını kül yığınına çevirirken, dördüncüsü Ayasofya çarşısından Soğukçeşme'ye varıp böylece şehrin üçte ikisi mahvoldu.

Sadâret Değişiklikleri

Üçüncü Osman başka iş yapamadığı için zamanını sadrâzamlarla oynayarak dolduruyordu. Bıyıklı Ali Paşa'dan sonra, meşhur bir isim buldu. Yirmisekiz Çelebizâde Said Mehmed Efendi. Babası Fransa sefaretnâmesiyle, kendisi İbrahim Müteferrika ile Türkiye'de matbaayı kurmakla nam kazanmıştı, bunun sadâreti de 5 ay 7 günde sona erdi.

Tarih 1 Nisan 1756 Köse Bahir Mustafa Paşa ikinci defa denenecek, o da koynunu mührü hümâyuna ana rahmi yapar ki, tam 9 ay 10 gün sonra azledilir.

Nuruosmaniye Camii'nin İbadete Açılışı (6 Aralık 1755)

Birinci Mahmut yapımını başlatmıştı. Onun ömrü ikmâlini görmeye yetmedi. Eğer yarım vaziyette kendisine devredilen bu cami inşaatı da olmasaydı Sultan Osman'ın hayır eserlerinden bahsedilemezdi. Bu cami ile ilgili ve Üçüncü Osman'ın aleyhine sayılacak bir durum var.

Cami ile beraber bir medrese, bir kütüphane ve bir de türbe inşâ ediliyordu. Sultan Mahmud bu türbeye defnedilmek istiyordu. Sultan Osman ağabeyine bu caminin türbesini çok gördü ve burayı sırf kendisine ayırdı. Sultan Mahmud Yeni Cami'ye defnedildi. Kendisi öldüğü zaman aynı karşılığı Üçüncü Mustafa'dan gördü.

Kıyafetle İlgili

Farklı davranışların pâdişâhı olan Üçüncü Osman, halkın devlet adamlarına benzer giyim kuşamını görünce, razı olmadı. "Samur ve kakım gibi, devlet ricaline mahsus kürklerin halk tarafından giyilmesini şiddetle men etti."

Büyük İstanbul Yangını (4/5 Temmuz 1756)

Bu seferki yangın, Sultan Osman'ın kısa saltanat süresinin ortasında çıkan üçüncü ve diğerlerinden daha büyüktür. Cibali'de çıktığı için "Cibali Yangını" denir.

Cibali'den Unkapanı'na, Süleymaniye'ye, Vefa'dan Şehzâdebaşı'na, Zeyrek'ten Saraçhane'ye, Fatih'ten Yenikapı'ya kadar İstanbul'u küllüğe çeviren afet Fatih'ten beri emsali görülmemiş bir yangındı.

Bu yangında sayılabilen kayıplar şöyle: İkibin ev, bir dükkân, beşyüz seksen değirmen, ikiyüz cami ve mescid, yetmiş hamam ve bir han. İnsan zayiatının ne kadar olduğu bilinmiyor.

Şehrin tekrar eski haline getirilmesi çalışmaları başlamış ve pâdişâh vatandaşına yardımcı olmuştur.

Ne dünyaya ısınabilmişti ne de saltanata. Her şey onun beklentisinin dışındaydı. Şehzade hapishanesi denen yerde hayalini kurduğu dışarı hayatı ile karşılaştığı hayat çelişiyordu, bir türlü huzuru bulamadı. Yangınlar sık sık belini büktü. İşbaşına getirdiği sadrâzamlarla anlaşamayışı ayrı bir yarasıydı.

Sultan Üçüncü Osman artık yorulmuştur. 2 sene 1 ayda altı defa sadrâzam değiştirmiş, yedincisini arıyor, bulacağı, son sadrâzamı olacak. İyi seçim yapması lâzım ve yapar. Koca Ragıp Paşa'yı Halep'ten getirip mührü hümâyunu tevcih eder.

"Divan edebiyatımızın en mühim şahsiyetlerinden olan Ragıp Paşa, Ruhi ve Nâbi gibi fikir ve felsefeyi şiir haline getirmiş ve birçok beyitleriyle mısraları darbı mesel hâline gelmiştir.

Miyânı güftü güdâ bed-meniş iham eden kubhun

Şecaat arzederken merdi kıbtî sirkatin söyler

onundur, ve

Turfa dükkânı hikemdir bu kûhen tak ı felek

Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı

Sultan 3. Osman'ın Ölümü

Sultan Osman 59 yaşına değmiş, üç seneyi doldurmak üzere olan saltanat süresince dişe dokunur bir icraat sergileyememiştir. Kendisi hiçbir haşmetin sahibi olamadı ise de, başında bulunduğu devlet, her şeye rağmen dünyanın bir numaralısıdır. 15 milyon km kare yüzölçümüne 76 milyon nüfusa sahip imparatorluğun tek lideridir.

Şefkatli, merhametli olduğu söylenen pâdişâh uyluğunda çıkan kurt urunun alınmasıyla perişan bir hâle düşmüş, Sarayburnu'nda bir merasimi seyrettikten sonra ruhunu teslim etmiş. 30 Ekim, 1757 Cumartesi:

Devrinin meşhur simalanını Yılmaz Öztuna, şöyle sıralar. "Devlet adamı ve kumandan olarak Hekimoğlu Ali Paşa, diplomat, devlet adamı, şair ve bilgin olarak Koca Ragıp Paşa, bilgin olarak Mustakiymzâde Süleyman Sâdeddin Efendi, bestekâr olarak Ebûbekir Ağa ile Tab'î, ilk akla gelenlerdir."

Sultan III. Osman'ın mezarı Yenicami’de büyük kardeşi Birinci Mahmud'un yanındadır.

Hiçbir evladı doğmadığı için, geride tartışılacak hiçbir şey bırakmadan çekip gitmiştir.

Link to comment
Share on other sites

SULTAN III. MUSTAFA

(1757–1774)

26pv3.jpg

Manisa'dan, Amasya'dan birkaç at çatlatıp, kan ter içinde Dersaadete yetişen şehzadeler devri kapanalı çok oldu. O şevk, heyecan ve korku dolu seneler gerilerde kaldı. Gizlice gönderilip çağırılan, bekleyenlere doğum sancısı çektiren şehzade yollarına bakmıyor, o yolu Birinci Ahmet sessizce kapatmıştı.

Nicedir yeni usule alıştık. Şimşirlik adlı saray hapishanesinden çağırılan, bin naz ile gelip tahtı dolduran yaşlı şehzadelerin ürkekliğine de alıştık.

Önceki iki pâdişâh da çocuk bırakmadan ölünce tercih sıkıntısı yaşanmıyordu. Şimdi kafesten çıkartılan Şehzade Mustafa, amcaoğlundan boşalan tahta oturacak. Üçüncü Mustafa 27 senedir kapalı tutulduğu için, önce hürriyeti tadacak, sonra saltanatı tabii ki. Tabii ki çekingendir güneşe kavuşurken...

30 Ekim Cumartesiyi Pazara bağlayan gece vefat eden III. Osman'ın tahtı sabaha karşı Sultan Mustafa tarafından doldurulacaktır. 27 senenin ürkekliğiyle, kapalı bulunduğu daireden çıkıp "devlet adamlarının bulunduğu "sünnet odası"na girdiği zaman:

— Sabahlar hayır ola! diye selâm vermiştir. Onun için biat merasimi "tulû'-i fecr-i sadıkta" başlamıştır. Zeki, münevver, çok çalışkan, temiz yürekli, teceddüt ve ıslahat taraftarı bir zat olan Üçüncü Mustafa, birçok Osmanlı pâdişâhtan gibi kuvvetli bir şairdir; meselâ başta vezir-i âzam Koca Ragıp Paşa olmak üzere muhtelif şairlerin tanzir ettikleri meşhur kıt'ası bütün nazirelerini gölgede bırakmıştır.

Üçüncü Mustafa'yı anlatan tarihçiler, adı geçen kıtasını göklere çıkarırlar; gerçekten de önemli bir şiirdir. Kendisini tahta hazırlarken mi, tahta çıkıp da dünya ahvaline vakıf olduktan sonra mı yazdı? Onu bildirmezler. Şiirden anlaşılan o ki uzun uzun kafa yorup, eksikler gözünün önünde resmî geçit ettikten sonra dünyanın zembereğinin çıktığı kanaatine varıp, ondan sonra yazmıştır.

Yıkılıpdur bu cihan sanmaki biz de düzele

Devlet-i çarh-ı denî virdi kamu mübtezele

Şimdi ebvâb-ı saadetde gezen hep hezele

İşimiz kaldı hemân merhamet i lemyezele

"Üçüncü Mustafa'nın benzi soluktu; kendisi vesveseliydi" derler. Bunun için de; III. Osman'ın şehzadeleri zehirletmek istediği, bunu haber alan şehzadenin, zehirden korunmak için ilaçlar aldığı, bu ilaçların fazla kullanılmasından yüzünün solduğu, bakışlarının derinleştiği, anlatılarak Sultan Osman suçlanır. Belki doğruydu, belki iftiraydı zehir meselesi amma; korunmak için alınan ilaçlar inkâr edilemeyecek kadar gerçekti. Sebep; Mustafa'ya bu şüpheyi aşılayanların suçu olacağı gibi, kendisinin vehmi de olabilir!

Devamlı ölüm korkusuyla yaşayan bir insandan ki, bu 27 senedir, sıhhatli bir şey beklemek akıl işi olmamalıdır. Fakat Şehzade Mustafa bu korkuyu yenmek için olağanüstü çaba sarf etmiştir. Yarı esir, belki de tam esir gibi yaşadığı halde çokça kitap okumuş. Onun, en fazla ilmi nücumla (astronomi) meşgul olduğu görülüyor. Amacına hizmet etsin diye tıpla da fazla haşır neşirdi. Zehirlenme ihtimaline karşı panzehir öğreniyordu.

Galiba her şeyin üstünde şairliği geliyor. Birkaçı istisna Osmanoğullar'ında şiir kabiliyeti Allah vergisidir. Bu vergi Sultan Mustafa'dan esirgenmemişti. 27 senelik mahpusluğu ona ne kadar şiir yazdırdı, bilmiyoruz. Tahta kavuştuktan sonra meşgul olacağı işlerden şiire vakit ayırabilir mi, onu göreceğiz.

Üçüncü Mustafa'ya Üçüncü Osman'ın devrettiği kocaman bir devlet ve bir de Koca Ragıb Paşa var. Sultan Mustafa belki kadrini bildiğinden, belki de hiç kimseyi tanımadığından "tahta çıkar çıkmaz bir Hatt-ı Hümayun ile, yeni hakkedilmiş sadâret mührünü Ragıb Paşa'ya göndermiş, ondan bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de devlet işlerini yürütmesini istemişti."

Koca Ragıp Paşa, padişahın tahta çıkışının ertesi günü çiçek ve meyve dolu elli porselen tabakla vazo göndererek saltanatım tebrik etti. Karşılıklı hediyeleşmeler geleneğe uygun olarak yürütüldü. Hediyeleri getirip, ******ürenler ihsanlara kavuştu.

Sultan Mustafa, yine geleneğe uyarak cülusunun dokuzuncu günü muhteşem bir merasimle kılıç kuşandı. Eyüb Camii'nde başlayıp sarayda devam eden gösteriler, saçılan avuç avuç paralar komşu devletlere gönderilen elçilerden sonra vazifeler başladı.

İlk olarak, bir adaletname çıkarıp, halkın huzurunu artırıcı birtakım tedbirler alındığını ilan etti. III. Osman'ın affettiği tımar ve zeamet gelirlerinin yarısını bağışlayıp geri kalanın kolay toplanmasını sağladı, toplanan parayı da hazineye aktardı.

Vezir-i âzam Koca Ragıp Paşa rahat hareket edebilmek için etrafını temizliyor. Üçüncü Mustafa'ya yakınlığı ile tanınan adamları bile bir yolunu bulup, İstanbul'dan uzaklaştırıyordu. Pâdişâh, devlet işlerini yakından takip ediyor, mâlî işlerde santime önem veriyordu. Gelenek olan cülus bahşişi kim bilir ne kadar zoruna gitmişti. Devlet bütçesinin itinalı kullanılması taraftarıydı, israfın düşmanıydı. "Rus tehlikesini görüyor, ona göre tedbirler almaya çalışıyordu" derler. Ordunun yenilenmesi fikri Üçüncü Ahmet zamanından beri gündemde idi. Üçüncü Ahmed'in getirttiği Fransız asilzadesi Kont Bonneval memleketinden kaçıp geldiği Avusturya yerine Türkiye'ye hizmete başlamıştı. Yeni top mermileri döken Kont, hem Türklüğü, hem de Müslümanlığı kabul ederek başarılı hizmetler vermişti. Tarih kitaplarımızda iftiharla okuduğumuz Humbaracıbaşı Ahmed Paşa, işte o Kont Bonneval'dır.

Danimarka ile Anlaşma

Bugünkü tabirle, İstanbul'da trafik çok sıkışık. Danimarka Elçisi Bâb-ı Âli ile bir dostluk, ticaret ve gemilerin serbest dolaşımıyla ilgili anlaşma yapabilmek için uğraştı, bunu başardı, anlaşma imzalandı.

Elçi, hükümdarının tebriknamesini, çok değerli ve bol hediyelerle beraber takdim etmiş, karşılığında hiç olmazsa sadrazamdan samur kürk beklemişti. Kıyafet üzerine III. Osman'ın başlattığı usûl devam ettiği için De Gahler bir kaftanla yetinmek zorunda kaldı. Fevkalade elçi olması onu devlet ricalinin giyinebileceği samur kürke hak sahibi yapamamıştı.

Gahler, imzalanan anlaşmayı temin için çok uzun mesâi sarfetmişti. Belli ki, bunda kendi çıkarları fazlaydı. Müzakereler sırasında aracılık eden, Anadolu Kadısı ve Sultan'ın İmamı Osman Molla idi. Bu Osman Molla yüz kese para karşılığında Danimarka elçisine yardımcı olmuştu.

Hac Kafilesiyle İlgili

Sultan III. Mustafa'nın tanınması bakımından faydalı olacağı zannıyla bu kısa bölümün aktarılması lüzumlu görülmüştür.

Hac kafilesi ve Sunne'nin güvenliğinden sorumlu olan kişileri tayin eden Ebu Kaf Ahmed Efendi, kafilenin Beni Harb adlı Arap kabilesi tarafından soyulmasının mesulü sayıldı. Bir zaman için, bu hadise saklandı. Müjdeciler gelecek, hac kafilesinin Hazreti Peygamber'in doğum gününde Mekke'ye ulaştığını bildirecekti. Müjdeci gelmedi; halk telaşlandı, pâdişâh rahatsız oldu. Darüssaade Ağası Ebu Kofun bir hatası olduğu anlaşıldı ve III. Mustafa Ebu Kofu idam ettirdi. Bir kazığa geçirilen kesik başın üzerine şunlar yazılmıştı: "Müslüman hacıların felâketine sebep olanların mükâfatı işte budur."

İdam, yapıldıktan sonra toplanan devlet erkânı ve bir kısım ulemadan kişilerin önünde alınan fetva ile meşruiyete kavuşturuldu. Padişahın, devlet ricali önünde yaptığı dinî duygulan galeyana getirici konuşmanın bir bölümü şöyle:

"Haremeyni Şerifeyn'deki durumların çok üzücü olduğunu biliyorum... Bunların bana Allah tarafından emanet edilmiş olduklarım da biliyorum. Allah'ın emaneti olan Haremeyni korumak için gerekirse şu parmağımdaki yüzüğü paraya çevirir ve bu maksatla harcarım."

Pâdişâhın konuşmasından sonra Haremeynle ilgili çalışmalar daha itinalı yapıldı. Aynı hassasiyet diğer yetkililere de sirayet etti, onlar da eskisinden farklı bakmaya başladı Haremeyn işine.

Baron dö Tot

Sultan Mustafa askerî gelişmeyi de çok önemsiyordu. Avrupa ile aramızda açılan farkı görmüş, bunun kapatma çaresini düşünüyordu. Yabancı teknik ve teknik adamlarından istifâde yoluna gitti. Baron dö Tot'a Tophane'yi ıslah ve yeni toplar dökmesi için görev verdi. Aşın merakı yüzünden kendisi de top dökümlerine nezaret etti; zaman zaman askerî talimleri görmeye, yerinde incelemeye çalıştı.

Sultan Mustafa kısa zamanda intibak etmişti. Devletin, komşulara bakarak nelere ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Barış içinde yaşayabilmenin en mühim şartının savaşa hazırlıklı olmak gerektiğini iyi tespit etmişti. Gariptir ya, Fransa da Osmanlı Devleti'nin güçlü olmasını istiyordu. Niçin? Elde ettiği imtiyazlardan dolayı! Kuzeyimizde semirmekte olan Rusya yalnız bizi değil Fransa'yı da endişeye sevk ediyor. Herkes birinci hamleden sonrasını bazen ikinci, üçüncü hamleden sonrasını hesap ederek milletini huzurlu yaşatmaya çabalıyor. Kuvvetlenen bir Rusya'ya karşı zayıf düşen Osmanlı Devleti'ni kendisi için iyi görmeyen Fransa Türkiye'ye bir heyet gönderdi. Silah yönünden yardımcı olmak istiyorlardı. Dünya ahvalini bilen Sultan Mustafa, devletin devletle dostluğu kendi menfaatinin sınırına kadardır kuralını bildiği için, Fransız heyetinden şüphe etmişti. Ondan sonra elde bulunan imkânlarla yeniliklere yöneldikçe bu yolda Baron dö Tot'un çok faydasını gördü.

Dâmad Ragıb Paşa

Üçüncü Mustafa kız kardeşlerini paşalarla evlendiriyordu. Diğerlerini geçip, Ragıb Paşa'nın evlenmesine kısa bir nazar gezdireceğiz.

Saliha Sultan eski Özi Valisi'nin dul eşiydi. Pâdişâh, 43 yaşındaki dul hemşiresini vererek Ragıb Paşa'nın imtiyazını artırmak istedi. Saray merasimleri eksiksiz uygulanarak, yaşlı sultanla yaşlı vezir evlendirildiler. Hammer, bütün ayrıntılarıyla, üç sayfa da bu evliliğin başlangıcıyla üçüncü gününü anlatıyor. Biz üçüncü günün sabahına geliyoruz:

"Üçüncü gün pâdişâh damadına ya da kayınbiraderine (eniştesine demek istiyor olmalı) bir gürz gönderdi (o ana kadar gelin kocasına hiç yüz vermiyordu) ki bu, prenses kendisine hâlâ kocalık hakkı tanımıyorsa, buna izin vermiyorsa, onu bununla öldürebileceği anlamına geliyordu.

İnanılması Zor Bir Mesele

Sultan Üçüncü Mustafa'nın, zehirlenmeye karşı kullandığı ilaçlardan uçuk benizli olduğunu söylemiştik. Onun bir enteresan tutkusundan daha bahsedilmektedir ki, eğer doğru ise, çekeceği sıkıntılar hiç bitmeyecek demektir. Bu tutkusu; Nücum'dur (Astroloji).

Konuyla ilgili bir bölümü Uzunçarşılı'dan aktaracağız. "Padişah uyanık fikirli, ilim ve fazilet sahiplerini himaye eden, çalışkan, müdekkik bir hükümdar olmakla beraber ilm-i nücum (Astroloji) denilen yıldızlardan ahkâm çıkarma işine meraklı idi. Hatta bu merakını o kadar ifrata vardırmıştır ki; elçilikle Prusya Kralı II. Frederik'e göndermiş olduğu Giritli Resmî Ahmed Efendi'ye evvela kraldan üç müneccim talep etmesini ve bundan başka en mühim ve en büyük işlerin başlangıcının tayini ile değerli kumandan ve iş adamlarının intihabının ne suretle olacağının öğrenilmesini istemiştir."

"Resmî Ahmed Efendi, huzuruna kabul edildiği zaman Prusya Kralı'na, pâdişâhın isteklerini arzetmiş ve Frederik buna karşılık olarak kendisinin, tarih ve tecrübelerden istifade etmek, askerini daimi surette harbe hazır bulundurmak üzere talim ettirmek ve muharebe için hazinede para bulundurmak gibi üç müneccimi olduğunu söylemiş ve böylece haber göndermiş ise de padişah bu tavsiyelerden yalnız para biriktirmek maddesini tatbik etmiş."

Az önce silahla ilgili gayreti görülmüştü. Bu hikâye pek de yakışmıyor.

Lâleli Camii (10 Nisan 1760)

Klasik Osmanlı mimarisinin tamamen reddedildiği, kibar ama bizden olmayan bir tarzda yapılan Lâleli Camii'nin temeli bugün atıldı. Yeri, Arif Efendi adlı birinin bostanıymış ve etrafında evler dükkânlar vardır. Bostan sahibi, evlerin ve dükkânların sahipleri, yerlerinin bedellerini aldıktan sonra, başka ihsanlarla sevindirilmişler. Keşke, Süleymaniye, Sultanahmet ve Fatih Camileri örnek alınsaydı da asırlarca seyreden, içinde ibâdet eden insanlar da sevinseydi...

Kanal Meselesi

Koca Ragıb Paşa sadârette rahat hareket edebilmek, pâdişâhı bile işlerine müdâhale ettirmemek için çeşitli yollar kullanıyor. Yerine göre ilmî tartışmalarla oyaladığı Sultanı, bazen de eften püften meşgalelerle uğraştırıyor. Edirne Sarayı'nın tamire ihtiyacı vardı, yapıldı bitti.

Eski bir tasarı olan İzmit Körfezi ile Karadeniz'i birleştirme meselesini ortaya atan Paşa, padişahın dikkatini bu tarafa çekmeyi başardı. Anlatıldığına göre bu kanal fikri Osmanlı'dan önce düşünülmüş fakat hayata geçirilememişti. Osmanlı Devleti'nden Kanuni epeyce mesai harcamış neticeye varamamıştı. III. Murat dâhi aklından geçirmiş, hatta çalışmalar başlamıştı da vazgeçilmişti. Son olarak IV Mehmet kararlılıkla başlamış kanal açtırmaya, gür ormanların aşılması imkânsızdır diye verilen bir rapor onu da vazgeçirmişti.

Asırlar öncesinden pişe pişe gelen tasarı Ragıb Paşa'nın gönlünü yakmaya başlayınca uzmanlar heyetine lüzumlu incelemeyi yaptırmış, kanalın açılmasına hiçbir ciddi engel olmadığına dair raporu almıştı. Şayet kanal açılabilirse, İstanbul'un odun ihtiyacı kolay temin edilecek, -ormanlardan kesilen ağaçlar suda yüzdürülerek şehre getirilecek- Sabanca gölünün kenarına yapılacak bir tersanenin gemi inşaatında büyük kolaylığı olacak, ayrıca ticarî faydalar da sağlanacaktı.

III. Mustafa, vezir-i âzam tarafından anlatılan yukarıdaki makûl gerekçelerle kanal işine ikna edildi. Hemen faaliyete geçilmesi için altı bin kese gümüş ayrıldı. İngiliz ve Fransız elçileri bu harika fikre teşvikleriyle katıldılar.

Sultan Mustafa'yı bir zaman oyalayan, hayata geçirilmesi halinde gerçekten çok faydalı olacağı bilinen bu önemli proje, çeşitli sebeplerden dolayı hayata geçirilemedi. Daha önceki heveskârları gibi Sultan Mustafa da hevesini hiç gelmeyecek bir zamana erteledi.

Hammer Tarihi'nden özetlemeye çalıştığımız kanal işi, sultanın dikkatini bu yöne celbetmek için icad edilmiş gibi takdim ediliyor. Hammer'e göre, eğer Sultan Mustafa hoşuna gidecek bir şeylerle meşgul olmazsa, çok lüzumsuz meselelerle uğraşıyor, halkın huzurunu kaçırıyor ve gereksiz yere bir sürü cana kıyıyor. Pâdişâhın genel gidişatına bakanca, anlatılan bu tür hikâyeler gerçekmiş gibi görünüyor.

Mekkelilerin ve hacıların rahatı için gayret eden, Mekke'ye su getiren kanal ve kemerin teminini ve temizlenmesini vazife bilen bir pâdişâh, halka zulüm eder miydi acaba? Yukarıda anlatıldığı gibi, pâdişâhı, biraz aklına geleni işleyen uçan sayan Hammer, yaptığı hizmetleri de anlatmakla bitiremiyor.

Sultan Mustafa, savaşmayan askerin askerliği unutacağı endişesiyle manevralar düzenliyordu. Kılıç kullanma, mızrak fırlatma ve ok atma maharetlerini geliştirmeye önem veriyordu.

Karışıklıklar

Sultan Mustafa'nın günleri, hatta seneleri sükûn içinde geçiyordu. Belki Ragıb Paşa'mn zekâsı, belki dünya şartları ona huzur sunuyordu.

Hiçbir şeyin devamlı olmadığı dünyada, sultanın huzuru da devamlı olmayacaktı. Onun yazdığı bir şiir baş tarafta görülmüştü ya Mübtezel'den, Hezele'den bahsediyordu. İşlerin düzelmesi Allah'ın merhametine kaldı, diyordu. İşte şimdi Mübtezel'lerin yüzünden bozulan, bulanan hava yaşanmakta.

Çıldır'da Lezgilerle anlaşan Vali Ahmed Paşa azledildi, yerine tayin edilen İbrahim Paşa gelmeden kaçtı. Daha sonra yakalanan Ahmed Paşa'nın kellesi kesilip İstanbul'a gönderildi. Karaman'da Abdurrahman Paşa isyan etti, İstanbul üzerine yürüdü. Bolu'da Bab-ı Âli'den aldığı bir mektup isyancı Paşa'yı kuzuya çevirdi, Paşa atını geldiği yöne çevirdi, hiçbir şey olmamış gibi Karaman'a gitti, sükûnet içinde yaşadı!

Bosna'da Vali Mehmed Paşa'nın isyanı rütbeleri indirilince söndü. Donanmada çıkan isyan Hıristiyan esirlerin eseriydi. Cuma namazı için Kaptan-ı Derya ile yardımcısının gemiden ayrılması, İslamköy açıklarındaki geminin Malta Adası'na kadar gitmesini hasıl etti. Hıristiyan esirler nöbetçileri de öldürmüştüler. Bu olaya sebebiyet verenler cezalarını gördü.

Ragıb Paşa'nın Ölümü (7/8 Nisan 1763)

Vezir-i âzam Ragıb Paşa'mn bir kısım hizmetlerini gördük. Paşa'yı, burada, son anışımız, onun bir Nevruz günü sultana yazdığı mektuptan bir parça ile bitirelim:

"... Hiç kimsenin hayâlinde canlandıramayacağı kadiri mutlak Yüce Allah'ın iradesiyle başlayan bahar, kışın şiddetli soğuğundan kurtulan bahçe ve ağaçlan yeniden yeşilliklerle kaplıyor, karanlıkları alev gibi delen, iyilikler saçan nurunu bütün imparatorluğa yayıyor ve dünyaya hükmeden şevketlü hükümdarımın yolunu aydınlatıyor..." Üslûbundan numune olsun diye aldık.

Sadâret Değişikliği

Ragıb Paşa'dan sonra, onun yerini tutacak bir sadrâzam bulmak zordu. Sultan Mustafa'nın eski huzuru kalmadı. Hamza Paşa'nın azlinden sonra görevi alan Köse Bahir Mustafa Paşa da Gürcistan'da devam eden isyanı önleyemeyişinden dolayı azledildi; Muhsinzâde Mehmed Paşa bir ümitle iş başıa getirildi. (28 Mart 1745)

Zelzele

Üçüncü Osman sıkça meydana gelen yangınlardan bîzar idi. Sultan Mustafa zelzeleyle sallandı. İstanbul'da birçok bina yıkıldı. Fatih Camii ve diğer bir hayli cami hasara uğradı. Muhtelif aralıklarla 22 Mayıs 1766'dan Ağustos başına kadar süren deprem, halkı çadırlarda yatırdı. Maddi zararın telâfisi için padişah 22 bin kese yardımda bulundu.

Sultan Üçüncü Mustafa uzun saltanat döneminde bundan başka problemle karşılaşmadı. Yangın ise, her padişahın görmeye alıştığı kızıl öfke idi.

Sultan Mustafa'nın Merakları

Sultan Mustafa için "Müverrih Şamdanîzâde "fenni nücuma itibarı pek ziyâde olduğundan fenni mezburun nuhuseti üzerinden dür olmadı" diyor. O da nücum ilminin uğursuzluğunun pâdişâhtan uzak olmadığına inanmış. Konuyla ilgili bir hikâye daha aktarırsak, nücum ve Üçüncü Mustafa portresi tamamen netleşir sanırım.

Padişahın, eşi Mihrişah Sultan'dan bir evladı doğacak. Şimdiki tıbbî, teknik imkânlardan eser yok. Müneccime danışılır, müneccim de, marifet göstermek için çırpınır. Doğum günü gelince, saat ve dakika olarak vakit bildirilir pâdişâha. İstikbâlin III. Selimi 5 dakika erken doğar, müneccim yalancı çıkmayı içine sindiremez, saatini 5 dakika geri alır. Tabii mükâfatı da kazanır.

Rusya Seferi (8 Ekim 1768)

Devletlerarasında menfaatlere dayalı anlaşmalar, antlaşmalar hep olagelmiş de, hakiki dostluklar bir türlü keşfedilememiştir. Devletin başında bulunan insanların dünyayı tanıması ve ileriyi görmesi her zaman şart olmuştur.

Prusya Kralı Frederik'in açıkgözlük yaparak, Türkiye'yi müşkül durumlara düşürmeye çalışması Koca Ragıp Paşa'nın uyanıklığı ile önlenmiştir. Daha sonra vezir-i âzam olan Hamit Hamza Paşa da Frederik'in oyununu bozunca Osmanlı-Prusya ittifakı suya düşmüş, devlet bir tehlikeden sıyrılmıştır.

Eğer Frederik'e güvenilseydi Osmanlı Devleti Rusya ve Avusturya ile düşman olacak, bir savaşa tutulacak ve sonra da Prusya aradan çekilip Türkiye-Rusya karşı karşıya kalacaktı.

Üçüncü Mustafa, Vezir-i âzam Koca Ragıp Paşa'nın idaresinde devlet umurundan fazla rahatsızlık duymuyordu. Onun ölümüyle ortaya çıkan gözle görülür iki önemli husus vardı; birincisi iyi diplomat oluşuyla altı senelik sadaretini sulh içinde geçirebilmesi, bu başarılı tarafıdır. Diğeri, bu zamanı ordunun ıslahıyla değerlendirmemesi; bu da onun eksisi idi.

Kayserili Hâmid Hamza Paşa Koca Ragıp Paşa'nın ölümü üzerine Sadrazam olur, fakat selefinin onda biri kadar zamanı ancak doldurur ve azledilir. İktidarı 6 ay 23 gün.

Sultan Mustafa, adını ebedileştirecek Lâleli Camii'ni yaptırır. 3 sene, 11 ayda tamamlanan cami 6 Mart, 1764 Cuma günü kurbanlar kesilip sadakalar dağıtılarak açılır.

Sadârete Köse Bahir Mustafa Paşa gelir, azledilir. Muhsinzâde Mehmed Paşa vazifeyi devralır.

İnsanların rahatı komşularının elindedir; devletler de öyle: Türkiye istediği kadar, "sulh içinde yaşayacağım" desin, dursun. Sağı solu kaynamaktadır. Oralardan sıçrayacak damlalar bu tarafa düşecek ve refleks gösterilecek; bunun başka yolu olmuyor. Rusya'da bir kadın, Çar kocasını makamından indirip yerine geçecek kadar hırslıdır. Hatta kocasını öl-dürtecek kadar cani! Aslen Alman olan Sofya Ogüsta III. Petro ile evlenip her şeyini değiştirmişti. Ortodoks mezhebini ve Rus milliyetçiliğini benimsemiş; şimdi Çariçe II. Katerina olarak Rusya için entrikalar çevirecek, savaşlar yapacak, gözyaşlarıyla Baltacı Mehmed Paşa'ya sulh yaptırıp, vatanını kurtaran Birinci Katerina'yı aratmayacaktır. Avrupa'da yedi yıl savaşları devam ederken istirahat devresi yaşayan Türkiye, daha fazla rahat bırakılmadı. II. Katerina Lehistan işlerine karışarak havayı bulandırıyordu. Önce, ölen Lehistan kralı II. Ogüst'ün yerine "eski aşıkı Kont Stanislos-Auguste Paniatowski'yi Leh diyet meclisine zorla kral intihap ettirdi."

Türkiye, Katerina'nın seçtirdiği kralı tanımaz. Çünkü bu bir işgaldir. Lehistan’ı Rusların işgalidir. Katerina, geçici der bu işgale ama geçmez. Daha düne kadar Türkiye'yi metbû tanıyan Lehliler de hoşnut değil, milliyetçi Lehliler Sultan Mustafa'dan yardım isterler. Bar şehri Leh milliyetçilerinin toplanma yeridir. Üzerlerine saldırılınca kaçıp Türk sınırını geçen milliyetçi Lehliler "Podolya'da Bug ve Dniestr ırmakları arasında bir Türk şehri olan Balta'ya sığınırlar." Bu haber Bâb-ı Âliye ulaşınca, Rus büyükelçisi, -Rusya'da bulunan tüccarlarımızın tehlikeye girmemesi için- Yedikule zindanına kapatılır ve Rusya'ya harb ilan edilir. 8 Ekim 1768.

Yirmi dokuz sene önce Türkiye-Rusya arasında imzalanan sulh anlaşması zamanla kayıtlı değildi; güya ebedî idi. Şimdi, o anlaşma Katerina tarafından bozulmuş oluyordu. Hırslı Katerina savaşı arzu eden, savaş için lüzumlu hazırlığı yapan, Rusya'yı büyütme ateşiyle tutuşan bir kadındı: Beri tarafta Türkiye askeri bakımdan savaşa hazır görünmüyor, sadece hazinenin iyi durumda olduğu biliniyordu.

Türkiye'de askerî durumun müsait olmadığını, kalelerin tamir edilip içine asker ve zahire doldurmadan "Selleme-hüsselam" koca bir devletle savaşılamayacağını söyleyen Vezir-i âzam Muhsinzâde Mehmed Paşa korkaklıkla suçlanıp azledilmişti. Pâdişâhı harbe teşvik edenler kazanmış, yeni Sadrâzam "Aydın muhassalı" Silahdar Mahir Hamza Paşa olmuştu. Maharetler bekleniyordu. Nafle. Mahir Paşa bir mazeretten dolayı yeri¬ni Yağlıkçızâde'ye bıraktı; savaş hazırlıklarına o devam etti.

Aklıselim; savaşın kararı acele alındı diyor. Bir sene hazırlık yapılmalı idi, diyor. Bu savaşın hayır getirmeyeceğini diyor... Herkes başarılı olması için dua ediyor.

Kırım atlıları -bir ihanet hariç- her zaman can simidi olmuştu savaşlarda. Yine onlardan kahramanlık beklenecekti ama şartlar eskisi gibi değil; değişen silahlar, taktikler savaşı başka türlü yürütüyordu. "Kırım ordusu Cengiz Han zamanında neyse oydu. Üstelik bütün disiplinini kaybetmişti. Türk asilleri birbirini yiyorlardı. Hatta aralarında Osmanlılara karşı hareket eden ve Rus tehlikesini görmeyecek derecede gözleri kapalı bir zümre vardı.

Türkiye'de sadrâzam değişikliği gibi, Kırım'da Han değişiyordu. Kırım Giray ikinci defa Hanlığa gelince "31 Ocak, 1769'da bir kış taarruzuna başladı. 100.000 atlıyla Ukrayna'yı alt üst etti; yüz binlerce esir ve milyonlarca hayvanla Kırım'a döndü. II. Katerina, Han'ın Rum hekimini elde ederek Kınm Girayı zehirletti."

Katerina felaket bir kadındır, öncekilerin başaramadığına taliptir. Kırımı ortadan kaldırmak, Karadeniz'e inmek önemli hedeflerindendir; var gücüyle bu uğurda çalışacaktır. Kırımlıları Osmanlılardan soğutmak için çeşitli usuller denemektedir ve biraz başarılı da olmaktadır. Bir zamanlar Çinliler, savaşçı Türkleri dilber kadınlarıyla, yumuşak ipekleriyle avlıyorlardı. Sıra, benzeri yollarla Rusların Kırımlıları kandırmasındaydı.

"Karlofça muahedesinden sonra akın ve çapul sahalarının tahdidi, yani Rusya ve Lehistan'a akın yapamamaları Tatarların eski cevvaliyet ve faaliyetlerine mani olduğundan bu hal onların cengâverliklerini azaltarak daha ziyade istirahata sevk etmişti; Hülâsat-ül İtibar'ın kaydına göre "mürur-i zamanla Tatar, tolgan ve boza yerine, berş ve afyon ile çay ve kahve içmeğe alışıp tembel ve tir¬yaki olarak zaafa uğramıştı." Tatar askerleri arasında, "bize Osmanlı askerinin lüzumu yok" diyenler çıkmaya başlamıştı.

Kırım bu vaziyette, Osmanlı askeri de disiplinden epeyce uzak bir görünümde iken, sefer vakti gelip çatmış; Vezir-i âzam Yağlıkçızâde Mehmed Emin Paşa Serdar-ı Ekrem olarak İstanbul'dan hareket etmişti. (27 Mart 1769).

Tam bir "saldım çayıra, mevlam kayıra" sözüne uygun durum mevcuttu Türk ordusunda. Askerlerimiz savaşçılığını yitirmiş, başlarındaki serdar askerlikten bihaber.

Bir Mayısta Isakçı'da "Benüm sefer ile ülfetüm olmayup ne tarafa hareket Devlet-i Aliyyeye hayırlı ise o mahalli tayin ve ciheti nâfiayı bilâ ketm-ü tereddüt tebyin edin! diyerek, gideceği tarafı bilmediğini açıkça söylüyor. Ruslar kuvvetli ve azimli ordularla üç taraftan Türkleri imhaya hazırlanmışlardı. Isakçı'da erzak temini için 25 gün eğlenilmiş, susuzluktan hayvanların pek çoğu telef olmuş, Bender üzerine gidilmesi kararlaştırılmıştı. Bender Özi ile Hotin'in ortasında olduğu için böyle bir tercihte bulunulmuştu.

Bizim Serdar-ı Ekrem "Hünkarımın talii kavidir" diyor kendisini zorlamaya lüzum görmüyordu. II. Katerina ise canını dişine takmış, varını yoğunu bu muharebe için ortaya koymuş, her türlü hazırlığı muntazaman yapmıştı. Fakat kaleyi koruyanlar pes edecek değildi, onlar da var güçleriyle muhasaradan kurtulmak için çabalıyorlar ve düşman hücumunu püskürtüyorlar.

Askerinin bozgun halinde kaçması kumandanını ve Katerina'yı ne kadar üzdü ise Türk tarafını da o derece sevindirmişti. Sevinen askerler kabına sığmaz, akın yapmaya heveslenirler, kaleden çıkmanın tehlikeli olacağım düşünen Hotin muhafızı ile bazı zabitler müsaade etmeyince öldürülürler.

Kumandanı öldürecek kadar çapul meraklısı askerler kaleden çıkınca Ruslar fırsatı kaçırmazlar:

Ruslar ikinci hücumlarında kalenin yeni kumandanı Ahıskalı Hasan Paşa'yı şehit etmelerine rağmen, Hotin muhasarası Türk zaferiyle neticelenir. İstanbul'a Serdar-ı Ekrem Mehmet Emin Paşa tarafından bildirilen Hotin muvaffakiyeti biraz fazlaca abartılınca pâdişâha Gazilik unvanı verilir:

Sadrâzam pâdişâhı gâzî yapar amma, lüzumsuz vakit harcadığı, askeri atıl bıraktığı için Edirne'ye çağırılır; padişah emriyle idam edilir. Moldavancı Ali Paşa Vezir-i âzam ve Serdar-ı Ekrem olarak savaş mahaline gönderilir.

Moldovancı kışı geçirmek için Isakçı'ya gitmeye kalkışır, Ruslar boşalan kaleyi işgal ederler. Savaşarak alamadıkları kaleyi içindeki 300 topla beraber zahmetsizce sahiplenirler. Moldovancının kaybı sadece mührü Hümâyundur. O da yeni sahibi İvazzâde Halil Paşa'nın koynunda yeni bir bozguna kadar kalır.

Ruslara Moldovancının yanlış hareketiyle bedavadan verilen Hotin; Boğdan ile Eflak'ın, Tuna yalılarının, Özi ve Bender'in de elimizden çıkmasına sebep olur; hepsi Rusların istilâsına uğrar...

Mora Zaferi (9 Nisan Pazartesi) 1770

İkinci Katerina'nın birinci vazifesi Türkleri hırpalamaktır. Mora'da yaşayan Rumları Osmanlı idaresine karşı ayaklandırmak için Papaz kılıklı casuslar gönderdikten sonra İngiliz zabitlerin idare ettiği donanmayı da Mora'ya yollamıştı. Fransa Sefiri hükümetimize Rusların hareketini haber verir. Fakat bizimkiler inanmaz ve tedbir almazlar.

Mora'da çıkan isyan hareketinde çok sayıda Türk öldürülüp, Türk çocukları diri diri minarelerden atılır. Geç de olsa kapdan-ı derya Muhsinzâde Mehmed Paşa kumandasındaki donanma imdada yetişir. Ruslar Rumları bırakıp kaçarken Türk askerleri 70 bin kişilik Rum Maynot ordusunu tepeler. Bu, küçük de olsa bir zaferdir ve Kumandan Mehmed Paşa'ya Mora fatihi unvanını kazandırır.

Çeşme Faciası 6/7 Temmuz Cuma-Cumartesi

Ne yazık ki, güzellikleri uzun süre muhafaza edemiyoruz. Mora'nın sevincini içimize sindirmeye çalışırken, bir gaflet ateşiyle yanmaktan kurtulamıyoruz; hem de zafer naraları atmayı hakettiğimiz bir zaman da:

Mezemorta Hüseyin Paşa'nın zaferi üzerinden 75 sene geçmiş, Venediklilere karşı Koyun adalarında yapılan savaş, şimdi başka komutan ve başka askerle Ruslara karşı tekrarlanıyordu. Kapdan-ı derya Hüsameddin Paşa dört saatlik top düellosundan galip çıkmış, Amiral gemisi batırılan Rusların çekip gideceğini hesap ediyordu: Kendi gemilerini Çeşme limanına yanaştırıp istirahate çekilecek amma, önemli bir hata yapmaktan sakınılmıyor, ani bir hareket imkânını engelleyecek biçimde gemileri birbirine çok yakın vaziyette diziyorlar. Ve biraz sonra sığınma isteğiyle geldiği sanılan iki düşman teknesinin hücumuna uğruyorlar: Türk gemilerine kundaklar atılıyor; birinden diğerine geçen ateşle bütün gemilerimiz yanıyor.

Bu felaketten sonra Ruslar Çeşme başarısından dolayı kumandanlarına Çeşmenski unvanı veriyor, biz de Limni'yi düşmana kaptırmayan Cezayirli Hasan Bey'i gazilikle taltif ediyoruz.

Bizim Çeşme Fâciası'nı özetleyişimiz, uğradığımız yenilginin, aldığımız yaranın çapını küçültmemeli. Şimdi, biraz açarsak, işin en zor kısmı lehimize sonuçlanmıştı.

Umumî bir savaştan ziyâde, iki kaptanın düellosu gibi başlayan ve Bizim Cezayir'li Hasan Bey'in (Paşalığı sonra) maharetine hayran kaldığımız bir gösteri... Türk ve Rus donanmaları savaş düzeni aldıktan sonra, Rus İspiridof'un büyük kalyonu Osmanlı donanmasının sağ yanına hücum etti. Cezayirli Hasan Bey üzerine gelmekte olan kalyona gülle yağdırmaya başladı. Bütün armaları budandıktan sonra, isabet alan dümeni de parçalanan Rus kalyonu suyun akıntısıyla Hasan Bey'in kalyonunun üzerine düştü, birbirine iyice yanaştılar.

Şiddetli bir güverte harbi ile düşman tarafı sindirildi. Hasan Bey kendi kalyonuna geçtiği sırada Rus kalyonu cephaneliği ateş alıp yanmaya başladı. Yangın Hasan Bey'in kalyonuna sıçradı ve hemen bir arkadaşıyla beraber denize atlayan Cezayirli kurtuldu. İnfilak eden Rus gemisinde 700 kişi can verdi.

Bu olay Rusların mağlubiyeti sayılmıştı. Bundan sonra yapılan hata, Cezayirli Hasan Bey'in ısrarla karşı çıkmasına rağmen, Piyâle kumandanı Cafer Bey'in bütün gemileri sıkışık vaziyette Çeşme Limanına sokmasıdır. Cafer Bey'i gören diğer komutanlar da aynı şeyi yapınca Çeşme Limanında Türk gemilerinin kımıldama imkânı ortadan kalktı.

Rusya'nın yanında savaşan İngiliz amirali Elfinston hazır sıkışık vaziyette bulunan Osmanlı filosuna hücumu tavsiye etti. Akşam karanlığında başlayan düşman hücumuna karşı koyamayan Osmanlı donanması Çeşme'de yandı.

Uğranılan bu felaket güçsüzlüğün eseri değildi. Sıkıntının kaynağı kumandanın -kumandanların- beyninden kaynaklanıyor. Lamartin'in kısa tespit ve yorumunu bu vesileyle buraya geçiyoruz:"... tabiat bir yüzyıldan beri Avrupa'nın kuzeyinde, doğuda Kanuni Sultan Süleyman zamanına nazaran çok daha verimli olmuştur. Dört büyük adam (zira büyüklüğün cinsiyet ile bir ilgisi yoktur) Rusya'da Deli Petro ve II. Katerina, Avusturya'da Marie Therese ve Prusya'da Büyük Friedrich birbirine çok yakın çağlarda tarih sahnesine çıkmışlar ve önce birbirleriyle boğuştuktan sonra Lehistan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak üzere aralarında anlaşmışlardır. Tabiatın böylesine sert karşı çıktığı, kabiliyetsiz adamlar verdiği milletler ne kadar talihsizdir." Bizim yorumumuz yok.

Çeşme'den sonra İngiliz amirali Marmara'ya geçip İstanbul'a bombardımanı teklif etti; Allah'tan bu teklifi kabul edilmedi.

Kartal Felaketi 1 Ağustos 1770

Son zamanlarımız Ruslarla savaşarak, Ruslara yenilerek geçiyor. Nisan'da Çeşme faciasını yaşadıktan sonra bir denizcimize gâzî bile demiştik. 1 Ağustos'ta yine Ruslar; bu sefer karada savaşıyoruz. İsakçı'nın Kartal yakasındayız ve burada 30 bin kırım atlısıyla beraber tam 180 bin kişilik ordumuz Rusların 30 bin kişisine karşı nâçar kalınca, askerlerimiz kaçışıyor ve zayiatımız artıyor. Sadece firari askerlerden 50 bin kişi Rus kılıcıyla doğranıyor. Teslim olan kalelerde "kanlarıyla çocuklarını düşman eline bırakmak istemeyen namuslu Türkler canlarından çok sevdikleri insanları kendi elleriyle öldürmek mecburiyetinde kalıyorlar."

Bu savaşta Rusların zayiatı da çok fazla olmuştu ama onlar bir zafer kazanmışlardı. Yani "yitik bulununca emek zayi olmaz" düsturunca onlar mutluydular. Hedeflerine emin adımlarla yürüyorlardı. Biz de her zaman olduğu gibi, savaş kaybedenin görevi de kaybetmesi lâzımdı, öyle oldu. İvazzâde Halil Paşa azledilip, Dâmad Cihangirli Mehmed Paşa vezir-i âzam yapıldı.

Kartal felâketi yahut bozgunu çok kısa geçildi. Anlatılması, hüzünden öte yürek burkan bu faciadan bir başka faciaya geçeceğiz ve ister istemez onu tafsile çalışacağız. Kaç asırdır Osmanlı pâdişâhlarının üçüncü ve demirden kolu olan Kırım atlılarının tarihe karışması olayıdır bu. Anmayı istemediğimiz Viyana 1683'ü saymazsak, Osmanlı zaferlerinde Kırım'ın payı çok fazladır. Kuzeyin jandarması Kırım, devamlı surette pâdişâh emrini bekleyen uyanık bir nöbetçimizdi. Nerede lazım olursa oraya gönderilir, onbinlerce savaşçıyla düşmana aman vermezdi; aman diler hale geldi. Hikâyemiz, yalçın kayanın bir avuç toz oluşunu, göğe yükselen geniş gölgeli bir çam ağacının hizan talaşı oluşunu, daha doğrusu, başı eğilmeyen bir kavmin yerlere serilişini gözler önüne sermektedir:

Kırım'ın Kara Yazısı

Şimdiye kadar, Osmanlı Hakanının her işaretine saygıyla itaat eden, nice savaşlarda kahramanlık gösteren Kırım atlıları değişmekteydi. Viyana bozgununa, dolayısıyla Osmanlı'da müthiş bir güç kırılmasına sebep olan ihanetten sonra bile faydalı işlerde bulunmuşlardı. Son savaşlarda "bize güvenmeyin" mesajları veriyorlardı. Bir sürü sebep sayılabilirse de, en önemlisi kimlik meselesi gibi görünüyor. Kendilerini Cengiz soyundan bilen prensler, Osmanlı Sultanının emrinde savaşmaktan usanmaya başlamışlardı. Hem de; kapı komşuları Ruslara kaç defadır yenilen Osmanlı onlar için artık fazla bir şey ifade etmiyordu. İkinci Katerina "kurtulun şu Osmanlı'dan, hür ve bağımsız olun, sizin onlardan neyiniz eksik" diyordu.

İçlerine sızmış olan Rus propagandacıları, akılları nicedir karışık Kırım hanzâdeleriyle diğer ileri gelen devlet adamlarına diyor ki:

"Siz Cengiz Han sülâlesindensiniz. Müstakil bir Han'lık iken bir müddetten beri Osmanlı Devleti'nin hükmü altındasınız. Hakkınızda türlü türlü hakaret icra ve âdeta kendi valileri gibi harılan azl ve tâyin ediyorlar. Eğer bizimle beraber hareket ederseniz eski istiklâlinizi almayı taahhüd ederiz."

Kırım Hanı Selim Giray, asillerinin kandırılmaya, Rusların Kınm'a girmeye çalıştığı sıralarda Babadağı karargâhında idi. Paşalarla yaptığı istişareden sonra Kırım'a dönüp Urkapa'ya saldıracak olan Ruslarla savaşmaya karar verdi.

Selim Giray atalarının başkentine, Bahçesaray'a deniz yoluyla vardı. Dinlenmeye fırsat bulamadan Prens Dalganuçki'nin 30 bin askerle Urkapu önlerine geldiğini öğrendi. Bu kadarı bir şey değil 60 bin Nagay da Ruslara katılmıştı.

Kuşatma çok yönlüydü. Kırım abluka altında, Selim Giray vatanını kurtarma azminde... Neye mal olursa olsun deyip saldırıya geçtiğinde 12 bin ölü verip çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Ruslar tam zamanını bulmuştu. Osmanlı güçsüz, kendileri güçlerinin zirvesinde II. Katerina'nın Rusya'yı büyütme planı kademe kademe uygulanıyor, uygulanacak. En son noktaya varan Osmanlı durmuş, geriye dönmüş, geri adımlanın küçük atmaya çabalıyor ve Ruslar Kırım'a girdiler. 30 bin Rus askerinin yanında 60 bin Nagay ve Tatarların bulunması başka bir acıdır.

Yapabilecek bir şeyi kalmayan Selim Giray çaresiz. 50 bin Kırım, 7 bin Anadolu askeri vardı ya 12 bin kayıp verdikten sonra, kalanların pek çoğu da firar etti. Düşman birkaç koldan ülkesine giriyor. Selim Giray biliyor, hiçbir şey yapamıyordu.

Ailesinden bazıları dağa çekilmişti. Giray da düşmanın eline düşme tehlikesini yaşamamak için birkaç adamıyla beraber bir gemiye binip İstanbul'a revân oldu.

Ruslar'ı teşvik edenler Kırımlılar değildi. Ahlaken bozulmuş olan, kendilerini asil ve hanzâde sayan bir miktar insan, kale kapılarını açarak Rusları buyur etmişlerdi.

Kırım Seraskeri İbrahim Paşa elindeki kuvvetle Kefe'nin yardımına giderken Kırımlıların boyun eğdiğim öğrendi, yapacak bir şey kalmamıştı.

Normal halkın şaşkınlığı, asillerinin ihaneti, Katerina'nın mutluluğu sıcaklığını korurken, İstanbul'dan Kırım'a yardım kuvveti getiren Abaza Paşa Kırım'ın elden çıktığını öğrendi. Adamlarının azlığını kast ile: "Yüz yirmi adamla bir iklimi fethetmek insan kudretinin haricindedir" deyip, geldiği gemi ile Sinop Limanı'na döndü. İbrahim Paşa vazifesine ihanet etmiş sayılıp, idam cezasına çarptırıldı. Belki ölüm korkusuyla geri çekilmişti ama ecel nerde nasıl gelecek bilinir mi?

Osmanlı Türkü'nün yanında şerefli ikinciliği hazmedemeyen bazı gafillerin yüzünden, bir vatanın evlatları mahvolmuştu. Rusların değil ikincilik, insanlık hakkını bile çok gördüğü bir mevkie düşmüşlerdi. O günden başlayarak birçokları Anadolu'ya göç etmiş, kalanlar ise en acı destanların yazılmasına malzeme olmaktan kurtulamamıştı. Fatih Sultan Mehmed'le başlayıp 296 sene süren mutluluk yılları, 13 Temmuz 1771'de kalın bir perdeyle örtülürken, daha sonra da bu perde demire dönüşecek ve Kırım'ın güzel evlatları hayvan katarlarına istif edilip trenlerle sürgüne gideceklerdi...

Osmanlı ordusunda bozulma, Ruslar'da toparlanma ve büyüme istidadı her tarafta kendini hissettiriyor, Balkanlardaki Türk hâkimiyeti tamamen ortadan kalkıyordu. Sulh için çırpınan Osmanlı, devamlı, Ruslara taviz vermek zorunda kalıyor, eski haşmetli günlerini hasretle arıyordu.

Cin Ali

Mısır'da Cin Ali adlı biri ki, Gürcü Papazının oğludur. Küçük yaşta köle olarak Mısır'a gelmiş, sonra da zekâsı, becerikliliği sayesinde mevkiler elde ederek, başının kesilmesine varacak isyanlara girişmiştir. Yani Mısır'da, Suriye'de Osmanlı Devleti'nin güçsüzlüğünden kaynaklanan ayaklanmalar iyice artmaya başlamıştır.

Mısır'daki Cin Ali'nin çıkardığı isyan bile Rus desteğiyle yapılmakta, Osmanlı'ya karşı artık her yerde Rus tehdidi görülmektedir. Küçükken başı ezilmeyen yılan ejderha olmaya doğru gitmektedir.

Silistre Zaferi (29 Haziran 1773)

Mısır'da baş gösteren olaylar yatıştırıldıktan sonra, yine Avrupa'ya gözünü ve yüzünü çevirmek zorunda kalır Osmanlı ordusu. Zira Ruslar Bulgaristan'a inmiştir. Sonradan yakılan bir türkümüz var ya:

Düşman Tuna'yı atladı - Karakolları yokladı

Osman Paşa'nın kolunda - Yüzbin top birden patladı

Tuna Nehri akmam diyor - Etrafımı yıkmam diyor

Şanı büyük Osman Paşa - Plevneden çıkmam diyor

İşte bu methedilen Osman Paşa'dan, onun için bu türkü yakılmadan 104 sene önce bir başka Osman Paşa'ya padişah gâzî unvanı veriyor. Bu Osman Paşa da Ruslara karşı savaşmıştı. Zaten, Ruslarla öyle bir münasebet başlatmışız ki, başka düşmana hiç ihtiyaç kalmamıştır. Ruslar Bulgaristan'a girmiş, Yerköyü'nü almışlar, Tuna'yı geçip Rusçuğu zaptedecekler; ama olmaz, yenilirler! En ünlü Rus kumandanlarından Prens Repnin, 1200 düşman askeriyle esir edilip İstanbul'a sevkedilir." Aynı bölgede Varna muhafızı vezir Numan Paşa yenilir. "Mareşal Ramanzov kumandasındaki Ruslar Güney Dobruca'da Tuna'nın güney kıyısı üzerindeki Silistre'yi muhasaraya başlarlar. Serasker vezir Osman Paşa ile muhafız vezir Hasan Paşa Romanzov'un ordusunu basarlar. 8000 ölü 1000 yaralı vezir Ruslar ve Osman Paşa bu başarısıyla gazi olur.

Eski paşalar 100 binlik ölü ve esirler için böyle bir unvan alamazdı. Artık, işler zorlaşmıştır; kazanç aslanın ağzındadır. III. Mustafa, sadece Osman Gâzî'yi taltif etmiş değil, diğer paşalara ve zabitlere de murassa ve gümüş tuğlar göndermiş.

İsmail Hami Danişmend "bu halin sebebi, tereddi ve ricat devirlerinde en küçük muvaffakiyetlerin bile büyük görünmesinde aranmalıdır; devletler küçüldükçe kahramanlarla, gâzîler bollaşır" diyor.

O sıralarda ordumuzun durumunun ne kadar acıklı olduğunu anlamak için Hammer'e kulak verelim. Disiplinsiz bir sürüden ibaret saydığı Türk ordusu için Hammer'in hükmü şu: "10 bin kişilik iyi bir düşman ordusu, meydan muharebesinde 100 bin kişilik Osmanlı kuvvetini yenebilirdi." Eskiden, bunun tersi oluyordu.

Varna Zaferi (20 Ekim 1773)

Küçük olsa da zafer zaferdir; ihtiyacımız vardır. Osman Paşa ve Silıststre Muhafızı Seyyid İhsan Paşa'nın kahraman olduğu Silistre Zaferi'yle sevindik. Varna'yı da birkaç cümle ile aktaracağız.

Bulgaristan'ı ele geçirmek zor olsa da, Rusya'nın hayalidir. Eflak ve Buğdan'dan geçip, "Babadağı'ndan Cenuba doğru Dobruca'yı bomboş bir harabeye çevirdikten sonra iki koldan Bulgaristan'a yürümüş, bir kol Pazarcık ve diğer kol da Varna üzerine hareket etmiştir. Pazarcık kasabası ilk önce düşman işgaline düşmüş." Rusların buradaki yiğitliği; bulabildikleri müslüman kadınları kirletmek, ihtiyarları kılıçla doğramak, çocukların başlarını duvara çarparak öldürmek" olmuştur.

Varna'ya taarruzlarında şiddetli Türk ateşiyle karşılaşan Ruslar 1500 ölü ve birçok yaralı verdi. Bir miktar da savaş araç gereci bırakıp çekildiler.

Sultan III. Mustafa'nın Ölümü

13 yaşında bir daireye kapatılıp, 27 sene sonra, "gel pâdişâh oldun" denerek tahta oturtulmuştu. Şanslı sayılmazdı; devraldığı zaman devlet her yönüyle zaaf içerisindeydi. Kendisi de sallantıdaki bir devlete direk alabilecek kuvvete sahip değildi. 16 senelik saltanatında neye akıl erdirebildi, neye güç yetirebildiyse onu yapmıştır. Zafere susamış bir pâdişâh olarak, üzüntüden çok az zaman uzak kalabilmiş, askerden aldığı en küçük müjdeyi büyük mükâfatlarla karşılamış. Amma, devletin kötü gidişine dur diyememenin sıkıntısıyla, bedenen de, zihnen de aşın derecede yıpranmış olduğundan, 21 Ocak 1774'te 57 yaşında vefat etmiştir.

Dindar, âdil, çalışkan, muktasıt, hamiyetli, her türlü felâkete karşı metin ve mütehammil, ilme ve ulemaya hürmetkâr, hassas, şair ve bilhassa Garp kültürüyle tekniğini çok iyi takdir eden hakiki bir yenilikçi ve kendisine Ragıb Paşa'dan başka yardımcı bulamamış samimi bir ıslahatçı olan Üçüncü Mustafa bazı menbâlarda teferruata kadar karışan şahsî bir idare kurmuş olmakla tenkid edilirse de, Garp menbâlarında onun bu hâli adam kıtlığından mütevellit tabî ve zaruri bir netice sayılır."

Adam kıtlığı çektiği doğrudur. Ecnebilerden istifâde ederek orduyu ıslaha çalışması bundandı. Osmanlı topçuluğunu geliştirmek; bahri ve berrî mühendishane açtırmak onun işi olmuştur. Kendisi hedefine ulaşamadı ise de, Üçüncü Selim ile İkinci Mahmud'un yürüyeceği yolun alt yapısını döşemiştir.

"İşimiz kaldı hemen merhameti Lemyezele" diyordu. Ona gitti. Lâleli Camii'nin yanında yaptırdığı türbeye defnedildi. Demir kafesi toz içinde, her gün onbinlerce insanın yanından geçtiği türbesi Laleli'de otobüs durağının yanında garip bir görünümdedir.

Link to comment
Share on other sites

BİRİNCİ ABDÜLHAMİD

(21 Ocak 1774 – 7 Nisan 1789)

27iw5.jpg

Üçüncü Ahmed'in Râbiâ Şermi Kadınefendi'den doğan oğlu, Üçücü Mustafa'nın kardeşidir. Babası öldüğünde on bir, anası öldüğünde yedi yaşındaydı, ağabeyinin ölümüyle boşalan tahta oturduğunda 49 yaşındadır. Ömrünün 43 senesi saray duvarlarının arasında geçen Abdulhamid de daha öncekiler gibi devlet tecrübesi görmemiş, dünya ahvalini sadece kitaplardan öğrenmişti.

Çoktandır uygulanmayan Fatih Kanunnamesi sayesinde hayatları bağışlanan şehzadelerin ortak kaderi, sarayın şimşirlik denen dairesinde yaşamaktır; Şehzade Abdulhamid de Hal edilen babasıyla beraber mahkûm hayatına başlamıştı, bu hayattan kurtulması tam 43 sene sürdü:

Devlet-i Âliye'nin nasıl işlediğini öğrenme şansı bulunmayan, hürriyetin ne olduğunu belki de hiç bilemeyen Abdulhamid; bir şeyi, galiba fazlasıyla öğrenmişti; kadın!

Bu konuda malûmat veren kitapta kadınlarının listesi epeyce uzun. İsimlerini geçip, sadece kaç kişi olduğunu belirtmek için saydık, onbir güzel kadın Birinci Abdülhâmid'e can yoldaşlığı yapmış. Bundan da anlaşılıyor ki yaşadığı yarı mahpus hayatı pek de sıkıntılı geçmemiştir:

Birinci Abdulhamid pâdişâh olup, tahta oturunca; ağabeyi Üçüncü Mustafa'nın oğlu Selim Veliahd Şehzadedir. Ona her türlü hürriyeti sağlayıp, iyi yetişmesine yardımcı olur. III. Selim hürriyet havasını doya doya teneffüs eder. Bu fark, iktidara gelince kendini hissettirecektir. Ve Abdulhamid cülus bahşişini kaldırır. Kanunî bile, Yavuz bile o haşmetleriyle sıkıntılar yaşamışlardı cülus bahşişi yüzünden. Birinci Abdulhamid bu ananeye son verdi. Tahta, tabiri caizse, rüşvet vermeden sahip oldu. Tabii ki, bütün mesele bundan ibaret değildi. Padişahın 49 senelik vücudu en az 60 senenin yükünü taşımış kadar eski, devletin yükü ağırdı ve zekâ cevvaliyeti istiyordu... "Padişahın hâli, er meydanlarında eyalet valiliklerinde askerî ve idarî tecrübeler görerek yetişen eski azamet devri şehzadelerinin olgunluğuyla tam bir tezat hâlidir."

İlk Günler

Bazen bilmemenin faydalı olduğu durumlar olmaz mı? Olur. Sultan Birinci Abdülhâmid'in ilk günleri nasıl geçiyor, devletin, milletin hâli nasıl diye bakılınca, pek parlaklık görülmez. Üçüncü Mustafa'nın son zamanlarında Silistre ve Varna zaferleri kazanılmış ama, Kırım'ın, Kırımlıların basma gelenler, öyle derin yara açmıştı ki Türk Milletinin yüreğinde, o küçük zaferler büyük yaraya pansuman bile olamamıştı. Bir de eski, derin yaralar vardı. Çeşme ve Kartal faciaları... Sultan Birinci Abdülhâmid'i güler yüzlü bir çehre karşılamamıştı; zaten, kendisi de gülmeye alışık değildi.

Sel sularının yuvarlaya yuvarlaya getirip bir deliğe tıkadığı kütük gibi, orada kalıp üzerine düşen vazifeyi yapacak. Ne yaptığını bazen, belki de hiç bilmeyecek.

Topçuların atış talimlerini takibe, cirit oynayanları seyre başladı. Asker, pâdişâhının ilgisini gördükçe, talebe başarısının takdirini anladıkça sevindi. Birinci Abdülhâmid vazife yapmış olduğu zannıyla rahatladı.

Rusya ile altı sene devam eden savaş devletin iliğini kurutuyor, bir an evvel barış yapılması düşünülüyordu. Çoğu hezimetle neticelenen çatışmaların ağırlığına Sultan Mustafa dayanamamış bir rivayete göre nüzulden ölmüştü. Yeni pâdişâh umursuz bir hayattan, bu kadar umuru bol vazifenin başına geçmekle ilâhi kuvvet kazanmış değildi. Ağırlığı kaldırması kolay olmayacaktı. Güzel bir barışın nimetleri saymakla bitmez. Prusya Elçisi Zegel'in Türkiye Rusya barışının mümkün olduğunu, bunun için sadece Kılburun'daki tahkimatın kaldırılmasının kâfi geleceğini ileri sürüyordu. Vezirler, sadrâzam bir barış için yapılacak şey bu kadar basit ise derhal kabul edilmeli fikrini benimsediler. Tabii bunun pâdişâha da sorulması lâzımdı. Pâdişâh, kendisine anlatılan tasarıyı ka'le almadı, önemsemedi, herkesi şaşırtan bir notla, tasarıyı geri çevirdi. "Sanırım böyle bir teklife cevap bile verilmez" diyordu.

Enteresan, diken üstünde oturan pâdişâh, sulh teklifini hiç ciddiye almıyor. Yazdığı not şöyle bitiyor. "Hem zaten bu konuda ne cevap verilebilir ki?"

Burada Hammer'den aldığımız nakilden pâdişâhın niçin böyle davrandığı anlaşılmıyor. Gerçi o, sorumsuz davrandığını imaya çalışıyor ya, bilahare ortaya şöyle bir gerçek çıkıyor. Rus orduları Başkumandanı Romanzov'un da barış teşebbüsünden haberi yokmuş. Prusya elçisinin gayreti, kendi hayal gücünden kaynaklanıyor; ona göre: "Kumandanlar ekseriyetle liyakatsizdir ve aralarında nadiren uyuşma mevcuttur.

Zabitler ve askerler yorgun ve bizardırlar. Memleket harb angaryasıyla ve asker toplamakla bitmiştir..." Elçi Zegel'in bunları anlattıktan sonra Rusların mâlî sıkıntı, ahlâkî çöküntü içinde olduklarını da söyleyip devam ediyor. "Eğer Türkler Silistre ve Varna zaferlerinden istifadeyi bilmiş olsa idiler, yeni bir hücum ihtiyatsızlığını Ruslar'a pahalıya ödeteceklerdi." Elçi Zegel'in kanaati böyle.

Yaptığımız alıntılardan, pâdişâhın barışı düşünmediği anlaşılıyor. Dünya ahvalinden habersiz olduğu sanılan Abdülhâmid Han'ın hiç de öyle görüntü vermediği ortaya çıkmıştır. Romanzov Osmanlı Devleti'nin sulhe yanaşmadığını anladıktan sonra Şumnu'ya doğru ilerlemeye başladı. Sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa da gerekli tedbiri almaya çalıştı ise de, Abdullah Paşa tedbirsiz hareketi yüzünden düşmanın pususuna düştü. Osmanlı askerinin çoğu şehid oldu, ayakta kalanlar Kozluca'ya doğru geri çekildi. Sadrazamın gönderdiği Dağıstanlı Ali Paşa komutasındaki ordu da perişan duruma düştü.

Çatalcalı Ali Paşa, Arapgirli İsmail Paşa şansını deneyip perişan oldular. Müşkül durumdaki Arapkirli Ali Paşa sadrâzama mektup yazdı ve vaziyetin vehâmetini şu kısacık iki cümleye sıkıştırdı: "Şimdiden sonra orada durmamız mümkün değildir. Balkan'da tutunacak bir yer eylen."

Osmanlı ordusu yenilgilerle yıprandığı gibi Ruslar da Osmanlı arazisine fazla girmiş olmaktan tedirgindi. İki taraf için de yapılacak barış, can simidi sayılıyordu. Çariçe, kumandanı Romanzov'a "sulh yapın" emrini verdi. Romanzov sadrâzama teklif etti. Sadrâzam canına minnet bildi. Romanzov'un teklifini sadrâzama derhal kabul ettiren sebep ordunun yenilgisiyle beraber, aynı ordunun biraz sonrası için de ümit vermeyişiydi. Bunu, cepheden bir sahne seyriyle anlıyoruz:

"Kozluca savaşında esir düşenler arasında mabeynci Turhan Ağa da vardı. Baht Giray'la birlikte Reis Efendi. Kozluca hattının ilerisine giderek askerin cesaretini artırmak istemiş, kitle halinde çekilen yeniçerilerin karşısına geçip onlarla konuşmuştu:

— Arkadaşlar, mukaddes cihaddan niçin kaçıyorsunuz?

— Yaralıları taşıyoruz.

— Bir yaralıyı taşımak için iki kişi yetmez mi? Her yaralı için elli kişinin gelmesine ne lüzum var? Fazlalıklar geriye, savaş meydanına dönsün, ben de sizin önünüzde yürüyeceğim!

— Boş konuşuyorsun, dedi yeniçerilerden biri. Talih tersine dönerse önce sen kaçıp kurtulursun, çünkü sen atlısın biz yaya.

— Allah göstermesin, sizi asla terketmem, diye bağırdı Reis Efendi. İsterseniz atımdan iner, sizin gibi yaya yürürüm.

İşte askerin vaziyeti böyleydi ve bunun için sulh canı gönülden istendi.

Kaynarca Antlaşması 21 Temmuz 1774

Kindar Rus, her fırsatta kendini belli ediyor. Silistre'nin yakınında küçük bir kasaba olan Kaynarca'da büyük bir antlaşma yapılacak. Taraflardan biri mağlup Osmanlı Devleti, diğeri galip Rusya. Türk tarafı antlaşma metnini 17 Temmuzda imzaladığı halde, Ruslar dört gün sonra, 21 Temmuz'da imzalarlar. Bunun manası "Baltacı Mehmed Paşa'nın bu tarihten 63 sene evvel akdettiği Prut muahedesinin yıldönümüne tesadüf ettirerek o acı tarihin intikamım almak gayretiyle izah edilir."

Kaynarca antlaşması: Kırım'ın resmen Türkiye'den ayrılması, Rusya'nın İngiltere ve Fransa gibi kapitülasyon elde etmesi, Rus ticaret gemilerinin boğaz¬ardan serbestçe Akdeniz'e geçebilmesi, Türkiye'nin Rusya'ya "15 bin kese (750 milyon akçe, bugünkü rayiçle takriben 1.8 milyar dolar) savaş tazminatı ödemesi."

28 maddelik antlaşma metninin tazminat bölümü için istek sahibi Rus değildir. İ.H. Danişmend Cevdet Paşa'dan aktarıyor. "... diğer maddelerin müzakeresi bitirip muahede metni tamamlandıktan sonra, ikinci murahhas İbrahim Münib ismindeki ahmağın "yâgevûluk" ederek:

Gel gelelim tazminat meselesine! demesi, başımıza bu derdi açmış. Münib Efendi böylece cömertliğimizi gösterip, devletin belini kırmış. Kaynarca Andlaşması'yla Türkiye, altın kemeri belinden, bir daha takmamak üzere çıkarır; şampiyonluğa, süresi belli olmayan bir zamana kadar veda eder. Dünyanın Rusya, İngiltere ve Fransa'dan sonra dördüncü büyük devletliğine gerileyen Türkiye, bu sırayı da uzun zaman muhafaza edemeyecektir. Sınırların sıkça değiştiği bir coğrafyada ancak kuvvetli olan ayakta kalabiliyor, kuvvetini kaybeden Devlet toprağım da kaybetmeye mahkûm oluyordu. Lehistan 1772'de Rusya, Prusya ve Avusturya arasındaki taksiminden sonra, ellerinde kalan kısmı da Kral Tagini yüzünden muhafaza edemezken, aynı devletler Osmanlı'yı paylaşma planları yapıyorlardı.

Ah Kırım! Vah Kırım!

Kırım'ın Osmanlı Devleti'nden koparılışının kısa hikâyesi Sultan Mustafa bahsinde (24 Haziran 1771) anlatılmıştı. İçlerinde barınan hanzadelerin hainliği yahut gafleti neticesi Türkiye'den koparılan Kırım güya bağımsız olacaktı. Ruslar'a bağımlı hâle geldiler. Kırım o günden beri yasta. Yaptıkları hatanın tamiri için çırpınıyorlar. Osmanlı Devleti de zebun; Kaynarca Anlaşması'nın bir maddesi şöyle:"Kınm, Bucak, Yedisan (Nagay), Yediçikül kabileleri ve Tatarlar yabancı bir devlete tâbi olmamak üzere her cihetle müstakil ve Müslüman olanların mezhep işleri sebebiyle halife olan Osmanlı padişahına tâbi olmaları; gerek Osmanlı ve gerek Rus hükümetlerinin han intihabına karışmamaları..."

Sanki bağımsızlık veriliyor. Kırım Han'ı Osmanlı padişahı tarafından seçiliyordu ama Han'ın itibarı pek çok memleket kralından fazlaydı. Kırım'ın, Kırımlıların düşman korkusu yoktu, çünkü oraya yapılan tecavüz, doğrudan Edirne'ye, İstanbul'a yapılmış gibi kabul edilirdi. "Hanlarınızı kendiniz seçin, bağımsız olun" masalıyla uyutulan ilgili kimseler gördüler ki, Osmanlı sancağı altındaki bağımsızlık kadar huzur bulmak mümkün değil.

Kaynarca Anlaşması'ndan sonra Kırım'ın ileri gelen ulema ve mirzalarından bir grup İstanbul'a geldi. Eski günlere dönülmesini, Hanlarını yine padişahın tayin etmesini istediler. "Pâdişâh adına sikke keselim, hutbe okutalım" dediler. Kendi seçtikleri yeni Hanları Sahib Giray'a pâdişâhın Hanlık menşuru ve teşrifat göndermesini istirham ettiler.

Türkiye'nin dizinde derman olsa, Kırım için dağlar aşar, onların isteğini kendi isteği sayar. Lâkin Rusya güçlü, Ruslar zalim ve ortada bir anlaşma var. Türkiye yahut Osmanlı artık ka'le alınan bir devlet de değildir. Şırıngayla suyu çekilmiş kof limon gibidir. Öyle sanılıyor. Bir zamanlar Kanunî'den gördükleri desteği unutan Fransızların elçisi şöyle yazıyordu: "Von Kaunitz, Osmanlı Devleti'nin yaşamakta devam etmesini Avusturya siyaseti ve menfaatleri için esaslı bir unsur olarak saymaktadır. Fakat Türk idaresinin manasızlığı karşısında Osmanlılann bundan böyle yaşayabilecekleri hakkında hiçbir ümit kalmamaktadır." (Hommer)

Dışarıdan böyle görünen Türkiye, siyasî itibarını kaybettiği gibi askerî zaaflarından da kurtulamamıştı. Kırımlıların isteklerinin ancak cüz'i bir bölümü Romanzov'a kabul ettirilmek şartıyla kabul gördü. Tabii, Kınm artık eski günleri sadece hayal edebilecek, Osmanlı da Kırımlı zaferleri özleyecek.

İran'la Savaş (2 Mayıs 1776)

Rusya'nın devamlı güçlenmesi, gücünü Türkiye aleyhine büyümeye adaması yetmiyor gibi, asırlardır uzun savaşlar yapılan İran da boş durmuyordu. Önce İran'ın iç meselesi gibi başlayan Türk Avşar hanedanı ile Kürd Zend hanedanı arasındaki savaş ikinciler lehine sonuçlanınca, Osmanlılar için tehlike başlamıştı. Zend Kerim Han Rusya'nın hırpaladığı Türkiye'yi zayıf anında vurmak istiyordu. Dört sene süren savaşlarda Kerim Han istediğini elde edemedi. Sadece Basra şehri üç sene kadar İran'ın işgalinde kaldı, Zend Kerim Han'ın ölümüyle Basra'da tekrar kurtuldu.

Aynalı Kavak Tenkihnâmesi (21 Mart 1779)

Kaynarca Anlaşması'ndan itibaren gittikçe Rus oyuncağı haline gelen Kırım çalkalanıyor. Rusya taraftan olanla Osmanlı taraftan olanlar diye ikiye bölünen Tatar beyleri huzur bulamıyorlardı. Türk dostu olarak bilinen Devlet Giray (üçüncü) devrilip Moskof yanlısı Şahin Giray Han yapıldı. Bu değişikliği duyan padişah "Benim vezirim, Şahin Giray bir âlet-i mülâhazadır, Rusyalının meramı Kırım'ı zabt eylemektir" demekle yeni Han'ın Rusya'nın aleti olduğunu ilan etti.

Kırım'da Ruslar tarafından yaşatılan bütün gelişmeler yeni bir savaşın kaçınılmazlığını işaret ediyordu. Yapılan toplantı ile durum değerlendirildi. Şeyhülislamdan savaş fetvası alındı.

Osmanlı Devleti ile Rusya aynı zamanda savaş hazırlığına başladılar. Ruslar, Kaynarca Anlaşması'na göre, Kınm'da asker bulundurmayacaktı. Osmanlı Devleti'nin gerekçesi bu olduğu halde Rusya'nın haklı bir savunması yoktu. O, sadece Osmanlıyı durdurmak için savaşmış olacak.

İsmail taraflarına askerî yığınak yapılmaya başlandı. Kaptanı Derya Cezayirli Hasan Paşa 40 gemi ile Karadeniz'e açıldı.

Atılan adımlar savaş mesafesini daraltıyor, vuruşmanın başlaması yaklaşıyorken, diğer devletlerin menfaatleri araya girdi. Bilhassa Fransa Türk-Rus savaşından iktisadî zarara uğrayacağı için elinden geleni yapmaya kalktı. Aslında Türk-İran harbi devam ettiği için, ayrıca, yeni bir harbin Osmanlı Devleti açısından riski az değildi. Rusya ise, yaşadığı dâhili kargaşadan dolayı savaşı pek de istemiyordu.

İki tarafın da kendileri için uygun olmayan bir zamanda savaşa başlaması Fransız elçisinin aracılığıyla önlendi. Aynalıkavak'ta bir araya gelen Türk ve Rus temsilcileri, Kaynarca Anlaşması'nın ihtilaflı maddelerini yeniden düzenlediler. Bu düzenlemeye, Aynalıkavak'ta yapıldığı için Aynalıkavak Tenkihnâmesi dendi. Teferruatına girmediğimiz değişiklikler, birazcık gurur okşanmasından başka mânâ ifâde etmeyecektir.

Sultan Abdülhâmid, yapılan anlaşmadan sonra çekilmesi icab eden asker için üzüntü duydu. Bir hayli hazırlıktan eli boş dönülmesinin Kırım halkı nezdinde, ayrıca o taraflarda Türklerden beklentisi olan Çerkez, Abaza ve Dağıstan nezdinde itibar kaybına sebep olacağını söyledi. Ne çare ki yapacak bir şey yoktu.

Büyük İstanbul Yangını (21/22 Ağustos 1782)

Birinci Abdülhâmid'in saltanatı sekiz yaşına değene kadar altı sadâret değişikliği oldu. Çapı küçük-büyük savaşlar yaşandı. Bugün Samatya'da başlayan bir yangın 28 binden ziyade evi yaktı. Samatya'da binden fazla, Balat'ta 7 binden, Cibali'de 20 binden fazla ev kül oldu.

Uzun süre çalışılacak bir vezir-i âzam bulamayışı pâdişâhın en büyük derdi olmalıdır. 20 ayda iki sadrâzam daha değiştirildi. 31 Aralık 1782'de mühür Halil Hâmid Paşa'ya verildi, onunla Kırım meselesinin trajedisinin son perdesine gelindi.

Kırım Hanlığının Sonu (9 Temmuz Çarşamba) 1783

Birinci Abdülhâmid'in hayatını zindan eden ne İran'dır ne de diğer komşu devletler. Son zamanlarda Türkiye'nin kâbusu olan Rusya, azgın arzularıyla Kırım'ı yutmaya çalışıyor, pâdişâha azap çektiriyordu. Kaynarca Anlaşması’yla Osmanlı padişahı ve müslümanların halifesi Kırım'ın da itaat edeceği dinî otorite sayılmıştı. Şimdi Rusya Türkiye ile Kırım'ın arasındaki bütün bağları koparmaya çabalıyor, gayretinin semeresini alacaktır.

Şahin Giray adlı Rus hayranı birini Kırım tahtına çıkarmışlar, onunla hedeflerine hızla yaklaşıyorlardı. Çariçe Katerina'nın hayranı olan Şahin Giray'ın hanlığı Bâb-ı Âli tarafından tasdik edilmezse resmîleşemiyor, fakat Osmanlı Devleti'nde savaşı göze alacak güç olmadığı için, pâdişâh gözyaşlarıyla bu işe muvafakat gösteriyordu.

Pâdişâh nasıl ağlamasın! Türkiye'nin kazandığı büyük zaferlerin pek çoğunda büyük kahramanlıkları görünen Kırım Türkleri tarihe karışıyor, eriyip gidiyordu. Rus elçisinin talimatıyla hareket eden, Rus hassa albayı elbisesi giyinen, ataları gibi at üzerinde değil, saltanat arabasında gezinen, ordusuna Rus üniforması giydiren ve alafranga ziyafetlerde içki kadehi kaldıran bir Kırım Hanı, memleketini felâkete, milletini yok olmaya sürüklüyor. Pâdişâh, takatsızlığından ses çıkaramıyor, dur! diyemiyor.

Şahin Giray Kırım'ı Ruslaştırma yolunda Katerina'nın azatsız kölesi gibi hizmet ediyordu. İki defa tahttan indirilip, üçüncü kez tahta çıkışında meseleyi kökünden halletme vakti gelmişti.

II. Katerina birinci hedefi olarak Kırım'ı Türkiye'den koparmayı başarmıştı. Şimdi sıra ikinci ve nihaî hedefi gerçekleştirmedeydi ve bunun için gerekli olan her imkân elde mevcut idi. Kırım Tatar Türkünün kahir ekseriyeti bu işten hoşlanmayacak, karşı koyacaktır, kime ne? II. Katerina'nın elinde Şahin Giray gibi bir budala, arkasında kuvvetli bir ordu, karşısında, karşı koymaya takati olmayan Osmanlı Türkü vardı. Bir tek mesele ihmâl edilmemelidir. O da işi formüle etmek.

Kırım'a Han yaptıkları Şahin Giray'a Katerina'nın verdiği rütbe maiyet alayı süvari albaylığı idi; bir de, rütbesine uygun şövalyelik nişanı. Bununla Han caka satarken halkı isyan bayrağını açmış, "zelil yaşamaktansa ölmek yeğdir" diye ayaklanmıştı. Bunun tahrikçileri yine Ruslardı.

Halkın Han sarayını basıp, Şahin Giray'ın yerine kardeşi Bahadır Giray'ı tahta geçirmesi, onun orada oturmasına yetmedi. Osmanlı Devleti Rusya'yla savaşı göze almalıydı; ama alamadı. Bir zamanlar; Osmanlı padişahı Kanuni’nin, kralını tayin ettiği devlet, Fransa'nın elçisi, baş tercümanı vasıtasıyla Bâb-ı Âli'ye şöyle bir haber gönderiyor. "Bana başvekilimizden gelen mektupta, Devlet-i Âliye canibine göz kulak ol; şu aralıkta olur olmaz bir şey için muharebe ve sefer küşad eylemesinler, hakimane muamele ve mümkün mertebe mudara semtini tutsunlar; zira cenk açılacak vakit değildir, demiş. Bunu tahrirden elbette devletinin bir mülahazası vardır."

Evet; Osmanlı Devleti'nin acıklı hali böyle. Rusların Kırım'ı işgal etmemeleri için hiçbir sebep yoktur. Fakat bir bahane gerek! Şahin Giray son defa Kırım tahtına kavuşunca bunun savaş işareti olduğunu anlayan Bâb-ı Âli, saldırılara karşı tedbir alır. Tarafsız araziye giren Vezir Ali Paşa'ya Şahin Giray elçi gönderip, arazinin boşaltılmasını, yoksa Kırım'ı işgale yeltenmek sayacaklarını bildirir. Paşa'nın kethüdası elçiye fena halde içerler ve idam ettirir. İşte bahane. Bağımsız bir devletin elçisini öldürmek savaş sebebidir. Şahin Giray'ı kışkırtan Rusya, yardım amacıyla Kırım'a girer. Çariçe II. Katerina'nın âşıklarından Prens Potemkin Kırım'da karargâhını kurup, icraatına başlar. İlk iş Katerina'nın fermanını okumaktır. Bu fermanla Kırım Rusya'nın bir eyaleti olur. 9 Temmuz 1783.

Kırım'ın En Kara Günü (9 Temmuz 1783)

Katerina'nın okunan fermanı, tahta geçişinin 21. yıldönümüne rastlıyordu. Bu fermanda Kırımlılardan sadâkat yemini isteniyor, yemin etmeyenler Türkiye'ye göçsün, deniyordu.

1.5 milyonluk Türk nüfusu Ruslar'm esaretine girerken, buna tahammül edemeyen 30 bin kişinin işkencelerle idamı Prens Potemkin için büyük bir zevk kaynağıydı. Yüzbinlerce Türk yollara düşmüştü. Bunların da bir kısmı yollarda sefaletten can verirken, bir kısmı Ruslar tarafından öldürülmüştü. Hayatta kalabilenler Osmanlı topraklarına, kimi Balkanlara, kimi Anadolu'ya sığındı ve yerlerine Rus nüfusu yerleştirildi. 15 asırlık Türk yurdu Kırım, Katerina’nınkahpe siyasetinin kurbanı olarak Rusya'nın eline geçti. Kırım'ın bu hale düşmesinin baş sorumlusu Han Şahin Giray, önce iyi bir maaşa bağlanır, sonra maaşı kesilir ve Türkiye'ye kaçmak mecburiyetinde kalır. Bâb-ı Âli, Şahin Giray'ı tevkif ettirip, sürgüne gönderdiği Rodos'ta kellesini vurdurur. Bütün günahlarıyla beraber, cezasını çekeceği ahirete gidişi Temmuz 1787.

Birinci Abdülhâmid şanssızlığıyla beraber padişahlık tahtına oturmuştu. 49 yaşında ama 60'dan fazla gösteriyordu. İmkânlar kıt, ihtiyaçlar fazlaydı. Türkiye'ye asırlarca en büyük düşman olacak kuzey komşumuz adamakıllı semirmiş olarak yanı başında duruyordu. Durmuyor, saldırıyor; yakıyor, yıkıyordu. Başında; en büyük gıdası; kini ve hırsı olan bir dişi şeytan vardı. Bağımsız Kırım devletinin önce Türkiye ile ilgisini kesip, sonra da midesine indirmişti. Bu kadın şimdi de Avrupa devletleriyle gizli pazarlıklar yaparak Türkiye'yi paylaşma hayalleri kuruyor, İstanbul'u alıp, Bizans İmparatorluğunu ihya etmek hülyasıyla yanıp tutuşuyordu. Torununa Konstantin adını vermiş; onu Bizans İmparatoru olarak hazırlıyor, harita üzerinde Türk İmparatorluğu paylaşılmış, fiiliyata geçirilmesi için fırsatlar kollanıyordu. Katerina'nın ne denli düzenbaz ve merhametsiz olduğunu, tatlı sözlerle kandırdığı Kırımlılar için sarf ettiği acı sözleri de aktarmakla anlamaya çalışacağız.

"Siz müfsit bir kavimsiniz; bize birçok zahmet verdiniz; sizden çektiğimizi hiçbir milletten çekmedik. Fesatlarınızdan kurtulmak için Osmanlı Devleti dahi sizden el çekerek, serbest olmanıza karar verdi. Hâlbuki bu esnada dahi Osmanlı Devleti ile aramızı bozmak istediniz. Lâkin iki devlet, hâlen sulh üzeredirler. Ancak sizler benim nice bin askerimi katlettiniz ve bu uğurda çok para sarfetmeme sebep oldunuz. İşte bu sebeple Taman, Koban ve Kırım'ı memleketime ilhak ettim."

Harbe Hazırlıklı Olma Mecburiyeti

Devletin aldığı her karar, kazandığı zafer, kaybettiği savaş, halkın durumuna tesir ediyor. Kırım, Koban ve Taman'ın Rusya tarafından ilhak edilmesi Müslüman halkı yüreğinden vurdu. Devletin her yönüyle güçlenmesi, düşmanlara meydanı boş bırakmaması haklı temenniler olarak, boynu bükük insanlar tarafından konuşulmaya başlandı. Devlet adamlaı çareler arayışına girdi. Vezir-i âzam Halil Hâmid Paşa Cezayirli Hasan Paşa'nın kendi kesesinden ödediği paralarla donanmayı ıslaha çalıştı. Bir gün Ruslarla karşılaşılacağı kesinlikle gözden uzak tutulmadı. Kapukulu Ocakları, Lağımcı, Humbaracı, Tımarlı Sipahi Ocakları, Sürat Topçuları teşkilatı ıslah edilmeye, savaşa hazır vaziyete getirilmeye çalışıldı. Halil Hâmid Paşa çalışmalarında engelle karşılaştı. Padişahın gevşek davrandığı, Vezir-i Âzam Halil Hâmid Paşa'nın onu devirip III. Selim'i tahta çıkarmaya hazırlandığı şayiası yayıldı. Gevşek olduğu sanılan Abdülhâmid vezir-i âzam azlini gevşetmedi.

Yeni gelen sadrâzamların vazifeleri de Ruslara karşı güçlü vaziyete gelmeye çalışmak oldu.

Kırım kapanmayan bir yara idi. Osmanlı Devleti'nin kolu kırılmış, izzeti nefsi zedelenmişti. Ve Rusya ile savaşmak için diğer sebepler:

Çariçe Katerina, Avusturya'nın yeni imparatoru II. Joseph'le "Grek Projesi" denilen Osmanlı Devleti'ni parçalama planını hayata geçirmeye çalışıyor, buna göre: "Eflâk, Boğdan ve Besarabya üzerinde Daçya namıyla müstakil bir Ortodoks devlet kurulacak; Özi Kalesi, Bug ve Dinyeper nehri arasındaki arazi, Ege Denizi'ndeki bir kısım adalar Rusya'ya verilecek; Sırbistan, Bosna ve Hersek ve Venedik'e ait Dalmaçya Avusturya'ya geçecek..."

İstanbul'un alınması da içinde bulunan bir yığın heves ile iştahlanan Rusya'ya dur! demek için uyanık olunmalıydı. Önce diplomasi ile Osmanlı'nın yıpratılması hedeflenmişti. Yaptılar. Eflak ve Boğdan'da emrivakilere giriştiler. Birçok mazarratlık yapmalarına aldırmadan, basit şeyler için Osmanlı Devleti'nden şikâyetçi olmayı da ihmal etmediler.

İki devlet arasındaki münasebetler destekle bile ayakta duramayacak hale geldi. Prusya ve İngiltere'nin de desteği devlet adamlarının bilhassa da vezir-i âzamin cesaretini artırdı. Kısacası, kaçınılmaz savaş için maddi manevi her şey hazır duruma geldi.

Rusya'ya Harb İlanı 13 Ağustos 1787

Rusya, Türkiye'nin hazmedemeyeceği davranışlarını artırarak sürdürüyor. Padişahın ihtiyatlı hareketi milletin hoşuna gitmiyordu. Sonu neye varırsa varsın düşüncesiyle, ihtiyar pâdişâhın taraftar olmadığı bir karar verilir, Rusya'ya harb ilan edilir.

Kaybetme korkusu, her ne kadar, pâdişâhı ve devlet erkânını ürkütüyor idiyse de, savaşa karar verilmişti. Vezir-i âzam Yusuf Paşa, halkın Kırım faciasına olan tepkisini, Prusya ve İngiltere'nin vereceği desteği ileri sürünce pâdişâh da evet demek zorunda kalmıştı.

Dünya karışık, siyâset kaypak, dostluklar iğreti, menfaatler kutsaldı! Rusya'ya harb ilanı ve devamında hazırlıklarla aylar geçip Şubat'a erişilince (1788) vezir-i âzamın sefer tuğları dışarıya çıkarılır. Sefer tuğlarıyla beraber ortaya bir başka şey de çıkar: Avusturya! Der ki Avusturya, Rusya ile ittifakımız var; onlara açtığınız savaş, bize de açılmış sayılır. Avusturya elçisi memleketine gideceğini de söyleyince "vezir-i âzam yıkılmış gibi büyük bir heyecan geçirmiş ise de, atılan ok geri dönmeyeceği için tecellüd göstererek vakî halli kabul etmek zarurî görülmüştür."

Savaş açılması vilayetlere bir tamimle duyurulur. Tuğların çıkarıldığı gün, Avusturya elçisinin söyledikleri ve savaşın açılma sebepleri anlatılan tamimde "Nemçeli (Avusturya) üzerine dahi sefer olunmak lâzım geleceğini müşir... Fetvayı şerife verilip cümle ittihadıyla seferi hümâyunun vukuı karardade ve düşmanlar böyle kibir ve gurur ile ayakta iken bundan sonra zerre kadar hamiyyeti islamiyesi olan ümmeti Muhammed'in durup oturacakları vakitler olmadığını ve cümle eli kılıca kadir, harp ve darbe muktedir mümin ve muvahhidin üzerlerine... Fisebillilah gaza lâzım gelmekte" deniyordu.

Sabeş Zaferi (1789)

Böylece, seferberlik ilan ediliyor. Bir tek Rusya ile savaşacak gücü olmayan devlet, şimdi Avusturya ile de savaşmak zorundaydı.

Vezir-i âzam Koca Yusuf Paşa serdâr-ı ekrem olarak Avusturya seferine çıkarken pâdişâhla görüşür. Hırka-ı Saadet dairesinde padişahın elinden sancağı şerifi alırken, duygulu anlar yaşanır. Birinci Abdülhâmid dualar ettikten sonra:

"Bak Paşa" der. Seni Cenab-ı Hakla ezelî kuvvet ve kudretine emânet eyledim, senden din-ü devletime lâyık hizmet ve sadâkat beklerim. Hiç kimsenin sana müdahalesi mümkün değildir; red ve kabulün her veçhile makbuldür; hatta evladım hakkında bile şükr ve şikâyetin faydalı ve muteberdir."

Serdar-ı ekrem Koca Yusuf Paşa aldığı dualarla, Avusturyalıları bozguna uğratır. Bütün ağırlıklarını savaş meydanında bırakıp kaçan düşmandan 50 bin esir alınır. Banat-Timeşvar eyaletinde birkaç yüz köy, kasaba ve kale yağma ve tahrib edilir. Şebeş Zaferi diye tarihe geçen bu önemli savaşın sonunda Birinci Abdülhâmide "Gâzî" unvanı verilir. (21 Eylül 1788)

Sevinçler kısa ömürlüdür Osmanlı'nın son senelerinde. Mevsimler hep kış olarak geçmekte, arada bir görünen güneş, çabucak kara bulutlarla örtülmektedir... Şebeş Zaferi, üç ay sonra yaşanan yenilgiyle mateme büründü. Ruslara yenilmek kaderi olmuştu Türklerin. Yine II. Katerina ve askeri gülmüş, ihtiyar pâdişâh ağlamış, ordusu perişan olmuştu. (17 Aralık 1788).

Pâdişâhın, Özi Kalesi müdafaası için, vezir-i âzamı birçok Hattı Hümâyunla teşvike çalıştığını anlatan İ.H. Uzunçarşılı, bir de örnek verir tarihinde. İşte o örnek:

"Benim vezirim,

Maazallahü teâla derya tarafından eyyam-ı şitada -kışda- Özi'ye hücum eder ise ne tedbir olunur? Büyük kalyonlar şitaya kalmak mümkin olmadıkta, bazı sagirce sefireler ve şalopeler Hocabey limanında ve Prezen adası tarafında kışlamak mümkün olmak gerektir, zannederim; bu gece alimallah ve kefâbihi sabahı ihya eyledim; saat sekizden (alaturka) beru bîdânm -uyanık- Allah ve Resul aşkına ne ise tedbir, hemen istihkam veresin. Bu Arnavud gailesinin bertaraf olması ne yüzden ise Allah için gaile i merkûm-ı adîdef ve hemen tayin olunan paşaları dahî tanzim edesin; Nemçe dahi nakz-ı ahdeder ise elbed âsî Arnavud ol tarafa döndüyse müşkü-i azim -büyük zorluk-olur; hele benim bildiğim budur; hatırıma geleni yazıyorum, hemen Allahu Teâlâ hazretleri teshil eyliye âmin."

Özi işinin de Arnavud isyanının da padişahın yazdığı gibi çıktığı, Arnavutların Avusturyalılarla birleştiği İ.H.Uzunçarşılı tarafından not düşülmüş.

Birinci Abdülhâmid Ruslara karşı savaşan vezir-i âzamın sıkıntısını biliyor; geceleri gözlerine uyku girmiyordu. Vezir-i âzamın yardım isteyen bir mektubuna verdiği cevabı, yine Uzunçarşılıdan, aynen alıyoruz.

Benim vezir-i âzamim

İşbu telhisin malûm-ı hümayunum olmuştur, ol tarafa şitanın şiddeti mesmuumdur -bilgim dahilindedir-; ha şimdi İnşallah-ü Teâlâ Cenab-ı Hakkın bunda dahî bir hikmet-i hafiyye ve lütfü inayeti vardır; vüzerâmızda gayret olmadığı mâlûmumdur; Hakteâlâ imdad eyleye. Alimallah senin sadâkat ve gayretin nezd-i hümâyunumda zahirdir: Cenabı Bari uğurunuzu küşad eyliye; ben dahi gece, gündüz duadayım. Seni ve seninle bile din ve devleti aliyeye sadâkat ve gayret üzere hizmet edenleri vahdaniyeti baniye vedia eyledim..."

Tabi bunların hiçbir faydası olmamış, vezir-i âzam ve serdar-ı ekrem Ruslara boyun eğmek zorunda kalmış, Ruslar 25 bin Türkü kılıçtan geçirmiştir.

Birinci Abdülhâmid'in Ölümü

Cepheden gelen kara haberler pâdişâhın yıpranmış bünyesini iyice tahrip ediyordu. Özi kalesinin sükûtu ve 25 bin Türkün kılıçtan geçirildiği haberini duyunca "nüzul" isabet etmiş.

İ. H. Uzunçarşılı da şöyle yazıyor.

"Sadâret Kaymakamı Özi'nin düştüğünü haber verdiği sırada muharebelerde böyle haller olmuştur; evvelce de yine düşman eline geçmişti; yolunda pâdişâhı teselli etmek istemiş ise de pâdişâh bu telhisin üst kenarına:

Bu maddeler benim dahi mâlûmumdur; benim gücüme gelen bizim devletimizin tekâsülüdür; (tembellik) yoksa malikül mülk Allahü azimüşşandır" dedikten sonra Özi, Hotin ve Kırım'ın Ruslardan İslâm eline geçmeden Allah ruhu¬mu kabzetmesin demiştir."

Nüzulden bir müddet sonra 7 Nisan 1789'da ruhunu Allaha teslim eden pâdişâh, Özi'nin, Hotin'in, Kırım'ın Ruslardan İslâm eline geçtiğini göremedi; ondan sonrakiler de göremedi...

Birinci Abdülhâmid 64 yaşında, 15 sene padişahlık yapmış olarak yerini yeğeni Selim'e bıraktı, dindarlığı ve temiz kalpliliği ile tanınmıştı. Mezarı Bahçekapıda'dır.

Birinci Abdülhâmid diğer seleflerinden bazıları gibi tebdili kıyafetle halkın arasına girmekten hoşlanır, devletinde yaşayanların halini görmek için bunu sıkça yapardı. Eğer düzeltilmesi gereken uygunsuzluklar görürse, bunları ilgililere anlatarak düzeltilmesine çalışırdı.

Hayır Eserleri

Dindarlığı ile tanınan pâdişâh, yaşadığı olumsuz şartlar içinde bile bu hususta bir şeyler yapmaya çalışmıştı. Belli başlı hayır eserleri şunlardır: Sirkeci'de bir imarethane, yanına bir çeşme, sıbyan mektebi, medrese ve bir de kütüphane.

Bunların yapılış tarihi 1777. Şimdi anılan yerlerde Dördüncü Vakıf Han'ı bulunmaktadır. Bir de Borsa Binası var. Kütüphanede bulunan kitapların yeni adresi Süleymaniye Kütüphanesidir.

Diğer bir eserde anası Rabia Sultan adına Beylerbeyi sahiline yaptırdığı cami ve cami etrafına yapılması adet olan sosyal müesseseler. Devletin zayıf zamanında ayırabildiği paralar lükse, gösterişe sarf edilmeyip, hepsi insanların hizmetine yarayacak eserlere sarf olunmuştu.

Beylerbeyi İskele Meydanı, Çınarönü, Havuzbaşı, Çamlıca Kısıklı Meydanı çeşmelerle süslendiği gibi, ihtiyaç duyulan camilerin tamirine de bakılmıştı. Emirgan'da bir cami (1703) çeşme ve hamam ile dükkânlar, İstinye'ye çeşme, oğlu Mahmud ile zevcesi Neslişah Sultan adına çeşme ve daha epeyce eserler bırakmıştı.

Link to comment
Share on other sites

ÜÇÜNCÜ SELİM

(7 Nisan 1789–29 Mayıs 1807)

28bi5.jpg

Üçüncü Mustafa'nın oğlu Üçüncü Selim, amcası Birinci Abdülhâmid'den boşalan tahta geçtiğinde 27 yaşındaydı. Yüz senedir Osmanlı tahtına bu kadar genç bir pâdişâh oturmamıştı. Daha önceleri bu taht sabî yaşta pâdişâhlar görmüş ,"deli" denen pâdişâhlar görmüş, "velî" denen pâdişâhlar görmüş. Üçüncü Selim gibisini ilk defa görüyordu. İyi bir şairdi. Hattattı. Ney ve tanbur çalardı ve büyük bestekârdı. Şiirde mahlası "İlhâmî" idi. Mûsiki de "Sûz-i-dil-ârâ" makamının mucididir. Arapça ve Farsça bilir, İslâmi ilimlerde söz sahibi, nazik, merhametli, yenilikçi, yaşadığı yüzyılın en iyi pâdişâhı idi. Anası Mihrişah Sultan'ın Gürcü olduğu sanılıyor. Tarihçilerimiz onunla ilgili övücü sözlerin yanı sıra amcası Birinci Abdülhâmid'in hakkını da teslim ediyorlar. Yeğenine sonsuz imkânlar tanıdığından, şefkatinden bahsediyorlar ki çok doğrudur. Kendisinden önce birçok şehzade ve kendisi de "şimşirlik" denen saray veya şehzade hapishanesinden alınıp tahta getiriliyordu; güneşe hasret, genelde dünyadan habersiz yetişmiş olmaları hayatlarının sıkıntılı geçmesine yol açıyordu. Ama Sultan Abdülhâmid yeğenine hürriyeti esirgemedi, yeğen de amcasını utandırmayacak kadar iyi bir hayat sürüp kendisini padişahlığa hazırladı. Devletin bilhassa askeri sahada gerilediğini görüp, çarelerini düşünmüş; düşündüklerini tatbik sahasına koymaya hazırlanıyordu. Kaderin neler hazırladığından habersiz; gönlünde vatan-millet sevgisi, kafasında faydalı yeniliklere açık fikirlerle hizmet meydanına atılmıştı. Güzelim Mevlam neyler...

Üçüncü Selim dikensiz gül bahçesine girmemişti; her taraf ateş, kan, sefalet, yolsuzluk, gerilik girdabında, Türkiye var olma savaşındaydı. Üçüncü Selim hassas ruhuyla şiirler yazıp besteler yapacak; demir yapabilmeye uğraştığı yumuşak iradesiyle devletin ihtiyacı olan yenilikleri, köhne düzenin yerine ikameye çalışacaktır.

Şehzadeliğinde, yaratılışında var olan edebî, zevkleri bir tarafa bırakıp üzerine alacağı (muhtemel) vazifeyi düşünüyor, yazdığı şiirlerde bazen de yapa¬cağı hizmeti anlatıyordu. Beyin jimnastiği yapıyordu saltanat için.

"Lâyık olursa cihanda bana tahtı şevket

Eylemek mahz-ı safadır bana nâs'a hizmet."

Gerçi şiiriyyeti olmayan, zayıf mısrâlardır bunlar, fakat meramını açık seçik anlatıyor. Şayet bir gün bu azametli, bu büyük taht kendisine lâyık görülürse, insanlara hizmet etmekten sevinç duyacak. Cenab-ı Allah tahtı nasib etti. Belki tahayyülündeki gibi şartlar mevcut değildi.

Birinci Abdülhâmidi inme ile hayatından eden savaşlar devam ediyordu. Özi Ruslara teslim olmuş, Bender muhasara altındaydı. Vezir-i âzam ve Serdar-ı Ekrem Yusuf Paşa'ya yeni pâdişâhın mührü ile bir ferman gönderilir; bu fermanda Üçüncü Selim der ki:

Düşmanı din olan Moskov ve Nemçe keferelerine... İlây-ı kelimetullah için ve ahz-ı intikam olunmadıkça seyf-i cihad-ı şehriyânem idhal-i niyam olunmamak cezmkade i daveranemdir."

İntikam alınmadıkça kılıç kına girmeyecek. Üçüncü Selim'in dileği bu; fakat arzuları gerçekleştiren kuvvettir; orduda bu kuvvet olmadığı için ferman dermansızdır. Yusuf Paşa hakkında irtişa (rüşvet) söylentileri çıkar, 7 Haziran'da mührü hümâyun cenaze Hasan Paşa'ya verilir.

Ordunun savaşa devamı için Bab-ı Âliden baskı yapılıyor, Rusların üç koldan hareketine karşılık Türk ordusu ağırlıklarını taşıyacak hayvan bulamıyordu. Eldeki imkânlarla savaşmaktan başka çare kalmayınca, Allah'a sığınıp, sonu düşünülmeden hareket ediliyor, böylece bir bozgunun daha eşiğine geliniyor...

Fakşan Bozgunu (1 Ağustos 1789)

Eflâkla Boğdan arasında Fakşan denen şehirde serasker Kemankeş Mustafa Paşa'nın ordusu Rus Suvarov'un ordusuyla karşılaşır. (1 Ağustos 1789) meydan muharebesi başlar. 25–30 bin kişilik Türk ordusu Ruslarla savaşırken, birden Avusturya ordusu da işe dâhil olur ve iki ateş arasında kalan Kemankeş Mustafa Paşa orduyu bir arada tutamaz, savaşı kaydeder.

Savaş niçin kaybedildi? Kemankeş Mustafa Paşa mağrurdu. Kendi kuvvetinin Rusların 10 bin kişisinden çok üstün olduğunu düşünüp Yaş kasabasına yönelmek istedi. Rus general Savarov kurnaz, Kemankeş Paşa Rus-Avusturya ittifakından gafil. Siyret Nehri'nin sağ yakasında Fakşan'a gizlice gelen Ruslar burada Avusturyalılarla aralarındaki anlaşmayı uygulayıp, Kemankeş'i iki ateş arasında bıraktılar. Türk askerinin çoğu şehid düştü. Kalanların büyük kısmı esir oldu. Harp levazımatı düşmana bırakıldı. İki yüz yeniçeri bir manastıra girerek, oradan savaşa devam etti ve hepsi şehit olana kadar düşmana biraz zayiat verdirdi.

Eğer Kemankeş Paşa Rus-Avusturya ittifakından haberdar olsaydı ki, olmalıydı, bu facia yaşanmayabilirdi.

Buza Bozgunu

Sadrâzam Kemankeş Paşa'nın mağlubiyeti boyunca tabii olarak üzüntüye boğuldu. Önden 9 bin kişilik bir kuvvet gönderip, kendisi de Silistre'den hareket edip Maçin'e geldi. Burada padişahtan eski emirleri andıran bir Hattı Hümâyun alındı. Sadrâzam Cenaze Hasan Paşa duygulanın açığa vuran bir konuşma yaparak askeri şevke getirdi. Hasan Paşa şöyle diyordu: Vezir-i âzamlığı bir tarafa bırakalım. Bugüne kadar benden incinmiş olan varsa bağışlasın. Allah rızası için, herkes aklından geçeni söylesin, bu Din-i Mübin'in emridir. Birlik ve beraberliğe riâyet edelim. Daha sonra müzâkerelere geçildi. İbrail'e doğru gidilmesi kararlaştırıldı.

İstanbul'da yüreğinde çıralar tutuşan Üçüncü Selim'in uykuları kaçmakta, amcası gibi fermanlarla askeri şevke getirmeye çalışmaktadır. İşte o fermanlardan biri.

"Âbâ ve ecdadım mücahid ve cihangir pâdişâhlar olup, kırk, elli şahlık yerleri evvelâ Allahû Teâlâ'nın tevfik ve inayeti ve saniyen Hacı Bektaşi köçekleri ve din yolunda sinelerini düşmanın top ve tüfengine siper eden Yeniçeri ocağı gazileri ve sair ocaklar ve mürettip olan askerler sây ve sebatı ile fethettiler ve ol gâzîler ve dilâverler pâdişâhlarını manevî baba gibi bilip emrine muti ve düşman karşısında demirden duvar gibi durup şeriat-i Muhammediyye uğrunda arslanlar gibi âdâya hücum ettiler, cenab-ı rahim ve gaffar durakların cennet eylesin.

"Elhamdülillah bizim zamanımızdaki asâkirimiz dahi onlar gibidir ve belki içlerinde yiğitler vardır ki şecaatte evvelkilerden ziyadedir; bu ne hal ve keyfiyettir ki düşmandan yüz döndürülüp âdâyı din memleketimizi almağa başladı; Cenab-ı Hak bizlere nusret ve zaferler ihsan eyleye."

"Moskovlar, evvelki seferlerde ve hu¬susa bu seferimizde kraliçeleri namına bir avratın gayreti için açlığa ve susuzluğa ve kışa ve yaza ve yara ve bereye tahammül edip beş yüz seneye baliğdir ki mülûk-i nesaraya galebe ile meşhur olan Devlet-i Osmaniyye'ye bu hasaretleri etti; istilâ ettiği vilâyetlerimizde eteğinin ucunu ecnebi görmemiş kızları ve iyâl ve evlatlarını esir edip zevceleri ve babalan ve kardeşleri görerek ırzlarını herk ettiler ve bu kadar sıbyanı analarından ve babalarından ayırıp kendi âyinlerine koydular; gayret-i islâm nice oldu? Ben şehzade iken bunları işitip kan ağlardım ve gayretimden gözlerime uyku girmezdi.

"Ehl-i islâma bu hakaretleri eden düşmanların kast ve niyetleri ne olduğunu mülahaza lâzım değil midir? Benim sizlerden diriğim olmayıp devletin kudreti mertebe vezaif ve tayinatınız verilmekte ve gaza levazımatınızı görmekte pâdişâhlar zimmetine vacip olanı icra ediyorum."

"Gâzî dilâver kullarım! Cümlenizden iltimas ederim ki gayret kemerini birkaç yerden belinize bağlayıp cebanlık ve alçaklık edenleri kabul etmeyip düşmandan ahz-ı intikama ihtimam edesiz; benim duam sizinle biledir, büyüğünüz, küçüğünüz berhudar olasız; Hazreti Fettahu mustean sizleri mansur ve muzaffer eyliye, âmin."

Pâdişâhın inanç ve duygu yüklü fermanı, fermanları askeri ne kadar coşturmuş bilinemez, bilinen o ki, mağlubiyetlerin ilacı olamamış. Eskiden de olduğu gibi, ordusu yenilen kumandan değiştiriliyor; vezir,i âzam değiştiriliyor... Bu sefer, Cenazenin yerine sadârate getirilen Cezayirli Hasan Paşa'dır.

4 Ağustos 1791'de Avusturya ile Ziştovi adlı bir kasabada yapılan sulh andlaşması, kasabanın ismiyle tarihe geçiyor. 9 Ocak 1792'de Yaş barışı, Ruslarla anlaşılıyor ve Türkiye'nin faydasına olan antlaşma imzalanıyor. Osmanlı ordusunun gücü yoktur ama şimdilerde biraz şansı var, bu şansın rüzgârı Fransa'dan esiyor. 1789 Fransız ihtilâli ile Avupa'da dengeler değişmeye başlayınca Türkiye rahat nefes alıyor. "Tam 4 sene, 4 ay, 27 gün süren bu uğursuz Rus seferinde Türkiye Kırımı istirdad edememişse de Rusların Türkiye'yi taksim projesi suya düşmüş, memleketeyn ve Besarabya hülyaları iflas etmiş ve netice olarak Tuna'nın öte yakasındaki Türk eyâletleri kurtulmuştur."

Uzun seneler savaşmak mecburiyetinde kalışı devleti bunaltmıştı, bu sulh ile biraz toparlanma imkânı doğacak, Üçüncü Selim aklından geçenleri icraata dökmeye çalışacaktı.

Kafkas Cephesi ve Şeyh Mansur

Ruslar bir yanda Osmanlı ile uğraşıp, Kırım'ı öz kimliğinden koparırken Kafkas kavimleriyle başı dertteydi. Kaynarca Anlaşması'nın kendisine tanıdığı hakları komşuları aleyhine kullanmaya kalkışması huzurunun bozulma sebebiydi. Tabii olarak Rusya'nın yakın komşuları Kabartaylar, Çeçenler, Çerkezler ve Dağıstanlılar yapılan kalelerden dolayı sıkıntılıydı.

Kaynarca Anlaşması Rusya'ya geniş haklar tanıdıydı ya, bunu devamlı komşuları aleyhine kullanınca, komşuları da Şeyh Mansur'un öncülüğünde Rus kuvvetlerine saldırdı. Nakşi Tarikatı üyesi (Şeyhi) olan Mansur'un hareketi "İslâmî gaza telakkisiyle meşbû idi." Osmanlı Devleti bu hareketi el altından destekliyordu.

Bir tarafta Osmanlı'yla savaşırken o bir yanda Şeyh Mansur tarafından hırpalanan Ruslar sıkışık durumdaydı; Osmanlı kadar onlar da barışa muhtaçtı ve yapılan sulh anlaşmasıyla rahatladı. İslâm Halifesi Osmanlı Pâdişâhı sulh içinde yaşarken, İslâm adına birilerinin savaş yapmasının uygun olmayacağı propagandasını yapan Ruslar başarı kazanmıştı.

Osmanlı Rus harbi başlayınca Kafkas Kabileleri Halife-i Müslimin olan Osmanlı pâdişâhına müracaat edip Moskof'la sonuna kadar mücadele etmek istediklerini bildirdiler ve yardım istediler. Üçüncü Selim bir vezir kumandasında 10 bin askeri gönderdi. Arapo'ya Donanmayı Hümâyunla gönderilen asker, vezirin kabiliyetsizliği yüzünden Aropa Kalesi'ni koruyamadı.

Devamlı, Osmanlı Devleti'nin yardımını gören Kafkaslılar, Ruslara 70 sene göz açtırmadılar. Şeyh Şamil'in ortaya çıkışı Rusların nice bin askerinin ölümüne, hazinesinin iflasına sebep oldu. Sonunda fizik kanunu ağırlığını koydu ve büyük balık küçük balığı yuttu. Yuttu ya kılçıkları hâlâ midesini kanatmaya devam ediyor, yani büyük balık pek rahat değil.

Esas mevzuumuza dönersek, Üçüncü Selim'in ölen ve esir olan askerler için kaybedilen topraklar için çektiği üzüntüyü görüyoruz.

Hafakanlar, uykusuzluklar beynini çatlatıyor, milletine lâyık görmediği bezginliğin, ezikliğin çaresini arıyor...

Umumi Manzara

Harpler bitti, ne kadar dayanacağı belli olmayan barış elbisesi giyinildi. Türkiye'nin askerî sisteminin ve ekonomisinin iyi olmadığı gibi içerideki asayişi de pek düzgün değil. Ya dışarı?

Rusya'nın amansız gayzı, tükenmez gayreti bize yakın olacakları uzaklaştırmaya teksif edilmiş. Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları, Rus ajanlarının tahriki ile Osmanlı Devleti aleyhine çevrilmiş.

Fransa 1789'da başlayan ihtilâlin ateşiyle yanıyor, çıngılarının nerelere sıçrayacağı, nerelerde aleve döneceği ve bu ateşten dünyaya ne düşeceği merak ediliyor. Avusturya, Prusya'ya bakınca savaş içinde olduklarını görüyoruz, hem de Fransa'yla.

Sırbistan ve Karadağ sağlıklı sinyaller vermiyor. Balkanlar'a değen cılız bir üfürük kasırgaya dönmeden kaybolmaz; bu kavimlerin karakteri bu. Devamlı büyümekte olan isyan tohumlan çatlamak üzere.

Bu ara İran'dan ses çıkmıyor ya, sanki yalanda Mısır'ın bela olacağı için onlar sakinmiş gibi.

Aslında hiçbir taraftan Türkiye'ye hayırlı rüzgâr esecek değil. Çıkacak yangına, kopacak fırtınaya hazinenin de kışlanın da hazır bulunması lâzım.

Nizâm-ı Cedîd 1793

Yenilikçi pâdişâh Üçüncü Selim yeni bir ordu kurmak, bu yeni orduyla zaferler kazanmak niyetindeydi. Mevcûd ordunun miyadını doldurduğu aşikârdı; bunu görmemek için kör olmak bile kâfi değildi; çünkü kaybedilen savaşlar her şeyi söylüyordu: Orduya yazılı olup maaş alan ama, savaşa gitmeyen yığınla asker vardı. İstanbul'da esnaflık yapan ocaklılar, Anadolu ve Rumeli'de çiftçilik yapanlar devletin sırtında, taşınamayacak yük haline gelmişti.

Yorga'nın tarihinden okuyacaklarımız âdeta yeni bir komedi türü. o Abesci'den naklediyor ki, çok abes! bilgiler. "Osmanlı ordusu 112 bin kişilik bir yeniçeri ordusuna mâlikti. Şüphesiz ki bunların çoğu, kale muhafızları olarak öteye beriye dağılmışlardı. Bunlardan başka yeniçeri adı verilen insanların sayısı namütenahi (sonsuz) denecek kadar çoktu. Hatta İstanbul'da bulunan 40 bin kişilik yeniçeri askerinin adlarını ihtiva eden listede Rum patriği ile Fransız konsolosunun da isimleri görülmekte idi."

Aynı yerden diğer askerlerin dökümünü alıyoruz: 2 bin humbaracı, 12 bin bostancı, muhafız kıtaları, 18 bin topçu -6 bini İstanbul'da-, 6 bin mekkareci, 6 bin saraç, yükçü, 32 bin levend, 12 bin ücretli sipahi oğlanı, 100 binden fazla zeamet ve tımarlı -ki zeamet sahipleri topraklarından yılda 6–20 bin arası, tımar sahipleri ise 20-100 bin kuruşluk gelir alırlardı-, 18-30 bin cebeci, muhtelif paşalara ait 4 bin sekban, 6 bin malacı veya ordu hizmetçileri ve ilâve olarak 5 bin gönüllü asker vardı."

Bu kadar sayı kalabalığı, son savaşların çoğunda görüldüğü üzere keyfiyet olarak fazla mânâ ifâde etmiyordu. İş savaşa gelince Avrupa'nın, hatta Rusya'nın askeri durumu Türkiye'den çok üstündü. Tâ İkinci Osman devrinde yenilenmesi gereken askerî düzen, pâdişâhın öldürülmesiyle akamete uğramış, ondan sonra gelenler de köklü değişiklikler yapma imkânı bulamamıştı. Biriken dertlerin çözümü şair, bestekâr, musikişinas, hassas yaratılışlı bir pâdişâh olan Üçüncü Selim'e kalmıştı. Devlet adamlarından görüşlerini soruyor lâyihalar istiyordu.

Kurulması düşünülen yeni ordu -Nizâm-ı Cedid- halk tarafından anlaşılamadığı gibi, devlet adamlarının çoğu tarafından da tasvip görmüyordu. Hâlâ Türk medeniyetinin üstünlüğüne inananlar vardı. Her şeye rağmen padişahla ters düşmeye çekinen devlet adamları verdikleri lâyihalarla, müspet görüş bildirirler.

III. Selim yapacağı işin şart olduğunu biliyordu, bu yüzden "Viyanaya sefaret vazifesi ile gönderdiği bir zata (Ebu Bekir Ratıb Efendi) Avusturya'nın bütün müesseselerini görüp, tetkik etmesi ve incelemelerinin neticesinden kendisini haberdar eylemesi vazifesini vermiş idi.

Ratıb Efendi 8 aylık seyahatinde elde ettiği bilgileri pâdişâha aktarmış, pâdişâh bu bilgilerden çok istifade etmişti. İlk önce 12 bin kişilik modern bir piyade birliği kurulmak üzere teşebbüse geçildi. 1602 gönüllü ile levent çiftliğinde talimlere başlandı. Muallimleri Fran¬ız ve İsveçli idi. Yeniçeriler böyle müstakil bir rakibe tahammül edemeyecekleri için "Talimli asker" resmen Bostancı Ocağı'na ilhak edildi ve hatta "Bostancı Tüfenkçisi Ocağı" sayıldı."

Böylece, Türk ordusuna yeni isimler de girmiş oluyordu; Binbaşı, Yüzbaşı v.b. "Erkan-ı harbiye heyetleri de işte o zaman kurulmuştur."

III. Selim'i böyle bir ordu teşkiline sevk eden sebepler sıralanırken en önemli noktayı Yeniçerilerin bozulmuşluğu olarak görüyoruz. "Yeniçeri olmak için, yeniçerilik haklarından faydalanmayı sağlayan ve bir nevî maaş cüzdanı olan esâmi elde etmek kâfi gelmektedir. Çiftçiler, esnaf ve daha başka iş güç sahipleri, şu veya bu şekilde ve çok defa para ile esâmi satın alarak, yeniçeri sıfatını kazanmışlardır. Herhangi bir meslek ve aile sahibi olan bu gibi kimselerin, askerî tâlim ve terbiye ile uğraşacak zamanları olmadığı gibi, işlerini ve ailelerini bırakarak, harp yapmağa da heves ve istekleri yoktur." Bu tip insanlarda vatan-millet sevgisi ve utanma duygusu da olmadığı için, devletin hayrına yapılan işlere ilk karşı çıkanlar da bunlar oluyordu.

Levent'te kurulan kışlaya izafeten "Levend Çiftliği Kanunnamesi" adı verilen bir de kanunnamesi olan Nizam-ı Cedidin ayrı hazinesi olacaktı, bunun için tedbirler alındı, para kaçakları önlendi; bundan cam yananlar da tabi ki bu işi yapanlara düşman kesildi. Nizam-ı Cedit Hazinesi'ne biriken paralarla Üsküdar'da bir kışla yapıldı; bugün "Selimiye Kışlası" diye anılan muhteşem bina.

Üçüncü Selim'in bütün meselesi İstanbul'da değildi. Eyaletlerde de asayişsizlik almış başını gidiyor. Kuzey Afrika'da Cezayir, Tunus, Trablusgarp karışık, Mısır, Bağdad ona keza, Suriye, Lübnan, Filistin, Hicaz karışık. Balkanlar kaynıyor, eşkıyalık ortalığı kasıp kavuruyor "ayan" denen derebeyleri türemiş, bazı ayan aileleri, Anadolu ve Rumeli'nde geniş çevrelere hâkim olmaya başlamışlardı. Yozgat'ta Çapanoğulları, Manisa'da Karaosmanoğluları, Çukurova kuzeyinde Kozanoğulları gibi aileler, bunların en tanınmışlarıdır.

Yangın!

Alacağımız olayları sıralarken III. Selim'in çektiği sıkıntılar devamlı en başta görünüyor. Orduları bozulan bir devletin başına, belki de hiç ummadığı bir zamanda geçip, bütün dertleri yüklendi. İrili ufaklı düşmanları yetmiyormuş gibi, padişahların çoğuna "illallah" dedirten yangın onu da ihmal etmedi. Bütün meselelerin çözümünü ona bağladığı Nizam-ı Cedid'le uğraşırken, Balık Pazarı dışındaki Hisar iskelesinde bir yangın çıktı. Bir sürü mahalleyi kül yığınına çeviren alevler 11 saat devam etti. Yanan ev ve işyeri sayısı belli değil.

Pazvandoğlu İsyanı

Devlet bünyesi, aldığı yaraları sarmaya mecal bulmamışken dışarıdan ve içeriden tekmelenmesi bitmiyor. Merkez, taşra ile münasebetinde gevşek. "Afrika'daki Garp ocakları adeta müstakil hâle gelmiş, Mısır yerli beyler elinde, Suriye'ye Cezzar Ahmed Paşa hakim, Bağdad havalisi Kölemen hükümeti halini almış, Mecid'de Vehhabiler -kendi anlayışlarına göre- dinî bir idare kurmuş, Rumeli ve Anadolu'da derebeyleriyle âsiler türemiş."

Rumeli'de Pazvandoğlu, Efendisinin hastalığından istifade eden hain uşak gibidir. Yanına topladığı bir yığın eşkıya ile şehirleri basıyor, evleri, camileri ateşe veriyor, önüne çıkan insanları öldürüyor.

Yaptığı ilk harekete göz yumulması âsî cesaretini gemlenemez hâle getirmiş, devlet merkezinin şimdilik alil vaziyette oluşunu kendi gücünün sınırsızlığı saymış, çevresinde tam manâsıyla terör estiriyor.

Pazvandoğlu Osman Ağa asker kaçağı bir yeniçerinin oğludur. Babası, devlete isyan ettiği için başı kesilerek idam edilmişti. Babasının yolundan giden Osman Ağa an be an onun akıbetine yaklaşıyor, bu arada günahsız ince inşam da malından ve canından ediyor.

Kendisine benzeyen binlerce eşkıya ile hiçbir temeli olmayan arzularının peşinde kaderlerine koşuyorlar.

İşi o kadar ilerlettiler ki Pazvandoğlu, adamlarından birini Niğbolu'ya mütesellim yaptı. Sanıyordu ki, artık o yörede devlet kendisidir. Yakıp yıktığı şehirlerin, canına kıydığı insanların hesabı sorulmayacak! Kendisine sorulursa Köroğlu rolü oynadığını söyleyecektir. Bir rivayete göre meydana çıkışı da Köroğlu gibiymiş. Hakları yenen insanların koruyuculuğuna soyunmuş, ıslahata ve fazla vergilere karşı gelerek, kendisini halka sevdirmiş, hareketlerinin ölçüsünü mâkul seviyede tutmayı bilmemiş.

Herhalde, III. Selim'in Nizâm-ı Cedid hareketi Pazvandoğlu'nun manivelası olmuş. Yapılan menfi propaganda, yapılması kararlaştırılan ıslahatı insanlara kötü tanıtınca şansı artmış âsinin.

Nizamı Cedid'e karşı hoşnutsuzluğu bulunan İstanbul'daki yeniçeriler de onu destekleyince, kasırga gibi esmeye başlayan Pazvandoğlu, Bâb-ı Âli tarafından âsi ilan edilip "hurûc ale's-sultan" fetvasıyla idamına karar verilir. Ancak; vaktiyle, küçük bir fermanla iki kapıcıbaşı gönderip en uzak ülkedeki en nüfuzlu şahsiyeti idam eden hükümet bu kararını uygulayacak güçte değildir. Bir savaşta ihmali görülen paşayı vezir-i âzam idam ettiriyordu. Pâdişâhın bir yan bakışıyla vezir-i âzam ipi boynuna kendi eliyle geçiriyordu. O günler çok gerilerde kalmış. Şimdi bir yeniçeri oğlu Rumeli'nde Sofya, Niş, Niğbolu, Rusçuk, Belgrad, Semendire gibi şehirlere taarruz ediyor, şehirleri yangın yerine çeviriyor. Pâdişâh fermanı hiçbir tesir gösteremiyordu: Bu Pazvandoğlu, Sırp bağımsızlığının yolunu açmakla, cürmünü ve ihanetini büyütmeye devam etmekteydi.

Napolyon Bonapart'ın Sahneye Çıkışı

Üçüncü Selim canavarlar kafesine düşmüş bir güvercin gibiydi. Yaratılışındaki ince ruhluluk, güzel sanatlara karşı meyli ve kabiliyeti ile, yapmak zorunda olduğu vazifeler hiç uyuşmuyordu. Rusya'da Çariçe Katerina tam bir kan emici olmuş etrafa saldırıyor;

Avusturya'da bir başka hesabın takipçileri, Fransa'da ortaya çıkan bir general ki, dünyanın bir numarası olmaya aday; tam manasıyla "olmak" tutkunu. Henüz adını duyuramamış ama bunun yollarını arıyor. Kendisini sahneye bir atabilse, marifetlerini gösterecek; kendisine lâyık gördüğü yere gelebilecekti. Türkiye ile ilgilenmek geldi aklına ve "Selâmet-i Umumiye Komitesine" şu dilekçeyi verdi:

"Rusya İmparatoriçesi'nin Rusya-Avusturya dostluk bağlarını kuvvetlendirdiği bu devirde, Türkiye'nin askerlik bakımından hatırı sayılır bir hale gelmesi için, Fransa'nın elinden gelen her şeyi yapması kendi çıkarınadır."

"Bu devletin kahraman, fakat harp sanatının prensiplerinden anlamayan pek çok milis askeri vardır."

Napolyon'un dilekçesi devam ediyor, özetle: "Türkiye'ye gitmeme müsade edilirse, Türklere harp sanatını öğretirim; böylece vatanıma büyük hizmet etmiş olurum. Zira Türkiye'nin ayakta kalmasında Fransa'nın menfaati vardır."

Napolyon Bonapart, bu dilekçesinden sonra İtalya ordusu başkumandanı olacak, zaferler kazanacak, fikrini değiştirecek ve diğer Avrupalılar gibi, Ruslar gibi o da "vurun abalıya" diyecektir. Ona göre de artık "Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzeredir, Türkiye'yi savunmayı düşünmek beyhudedir."

Vay benim zavallı memleketim!

Napolyon, Türkleri düşünmeden edemiyordu. Önce "Kahraman" fakat "harp sanatını bilmeyen" millete bu sanatı öğretmek için gönüllü idi; sonra vazgeçti; daha sonra da "bari kötülük yapayım" diyerek, Mısır'a saldırmaya karar verdi.

Napolyon'un İskenderiye'yi İşgali (2 Temmuz 1798)

Napolyon, Fransa'ya ihtilâlin armağanıdır, "dehâ"sını gösterme fırsatını iyi kullanıp, İtalya'ya karşı çok önemli bir savaş kazanmıştı. Devamı için; hedefini belli etmeden Mısır'a yönelmiş; yolda şaşırtmacalar yapıp Malta'yı almış, hiç beklenmedik bir günde (1 Temmuz 1798) Fransız donanması İskenderiye'de görünüvermiş. Gemi sayısı 280–450 arası söyleniyor. Asker 38 bin 60 bin arası gösterilir; ama generalin yaşı değişmiyor 29. Üçüncü Selim'den genç. Aralarında 8 yaş var.

Napolyon, sanki Lavrens'in öncüsüydü. İskenderiye'de askerini hemen saldırıya geçirmiyor, halka bir beyanname yayınlayıp, kendisine zemin hazırlamayı tasarlıyor. Müslümanlığı beğendiğini, pâdişâhın dostu olduğunu, pâdişâhın otoritesine gölge düşüren, emir dinlemeyen kölemenleri cezalandırmaya geldiğini, başka niyeti olmadığını duyuruyor. Niyeti daha önceden anlaşılamadığı için Türkiye tarafından müdafaa tedbiri alınmamıştı. Kölemenlerin çabası kâfi değildi. İskenderiye kolayca Napolyon'un eline geçti.

Kahire'nin Napolyon'a Boyun Eğişi (22 Temmuz 1798)

Napolyon savaşta harab ettiği İskenderiye Kalesi'ni tamir ettirdikten sonra, buraya 3000 asker yerleştirdi. Artık İskenderiye elde edilmiş olduğundan yeni maceralar araması lazımdı. Bir nehir filosu hazırladı. Raşid ve Rahmaniye yoluyla Kahire'ye geldi. Kölemen Beyleri birbiriyle çekişmekteydiler. Fakat Napolyon'a karşı birleşme lüzumunu his ve tercih ettiler. Kölemen Beyleri Osmanlı valisiyle de anlaşarak, müşterek düşmana karşı beraber savunma hazırlığı yaptılar.

Napolyon büyük savaşçıydı ve Mısır'a gelirken göze aldığı riskler vardı. Karşısına muazzam bir ordu çıkmalıydı, başında zaferler kazanmaya alışmış Paşası olmalıydı. Memluklardan Murat Bey'in 10 000 kişilik askeri Rahmaniye'de, Mısır Beylerbeyi Vezir Ebubekir Paşa'nın 20 000 kişilik ordusu Cize'de birkaç saatte dağıldı. Napolyon'un askerlerine yaptığı konuşmada, onları şevke getirmek için:

"Askerler, bu Ehramların üstünden size kırk asır bakıyor!" demesi ile savaşın adı konmuş, bu savaş tarihe "Ehramlar Savaşı" olarak geçmişti.

Napolyon'un, şeref için savaştığını söyleyen birine "herkes kendinde olmayan şey için savaşır, ben para için savaşırım" dediği meşhurdur:

Napolyon savaşıyor ve bütün savaşları kazanıyor ama askerlerine zulüm yaptırmıyor, sadece soygun yaptırıyordu. Paraya karşı tavrı yukarıda gösterildi. "Yalnız güneye kaçan Memlûk Murad Bey'in zevcesi Nefise Hanım'dan 120 000 altın aldılar. "Zenginleri haraca kestiler." Gafil avlanan kölemenleri ağır bir hezimete uğrattılar. "Fransa yüzyıllarca kendisine her türlü yardımda bulunmuş olan dost bir devlete (Türkiye) karşı ihanette bulundu.

Bugün nasıl ki "devletlerin dostu değil menfaati olur" düsturu geçerli ise, o gün de öyle idi. Napolyon bunu açık bir biçimde ispatlamıştı. Geçmişte yaptığı yardımları düşünüp esef edecek bir Türkiye'nin kazanacağı sadece hayâl kırıklığıdır, alacağı ders ise, geleceği belki kurtarabilirdi.

Bab-ı Âli'nin Kafası Karışık

Fransa Mısır'a çıkarma yaptığı günlerde, Rumelinde Pazvandoglu belasıyla uğraşan Osmanlı ordusu bir şey yapacak imkândan yoksundur. III. Selim Devlet erkanıyla hareket tarzını tayin için bir araya geldiğinde farklı görüşler dile getiriliyordu. Bir kısmı: "Derhâl Fransa'ya harp açalım" derken, padişah maceradan uzak, akıllı davranmak gerektiğini savunuyor; "Yarın, başka yerlere de aynı şey yapılırsa" korkusu ile şu görüşü beyan ediyordu: "Tedarikât-ı seferiyede gayet acele olunup ilan-ı harp hususunda teenni ve bataati birle bir miktar vakit te¬darik eylemek iktiza eyler zannederim."

"Germiyetlü Mora'ya vesair serhadlara takviyet verilse ve buğzu anda olan devletlerle muhabere olunsa ve Mısır'ın hâli ne suret kesbeyler bilinse bâdehû ilan-ı harp olunsa. Altı senedir bizi kâfirler iğfal eyledi. Biz dahi altı mah kadar onları iğfal eyleyüp mümkün mertebe işimize baksak. Hele ilan-ı harp hususu gayet mülahaza ******ürür maddedir."

İngilizler İşe Yaradı

Bâb-ı Âli Fransızlar'a karşı davranış tespitine uğraşırken birileri boş durmuyordu. Akdeniz hâkimiyeti için birbirleriyle rekabet halinde olan İngiltere, Fransız donanmasının peşinden yetişip İskenderiye'de feci şekilde mağlub ediyor. 17 Fransız gemisinden 13'ü batırılıyor; Napolyon'un gururu İngiliz Amiral Nelson'un ayaklarının altında çiğneniyordu. (1 Ağustos 1798) Çünkü: Ebuhır koyunda batan Fransız gemileri aynı zamanda Napolyon'un memleketiyle bağlantısının da kesilmesi demekti. Devamlı takviye olamayan, vatanına durumunu bildiremeyen kumandanın yapabileceği fazla bir şeyi kalmamış oluyordu. Geçici de olsa, asrın şımarık çocuğu galibiyetin kendisine bile ihanet edeceğini anlamıştı. Karalara, denizlere sığmayan, dünyanın hâkimi olma sevdasıyla tutuşan mağrur general dünyanın uzak bir köşesinde, Ehramlar diyarı Mısır'da esir durumuna düşmüştü. Bu durum, Osmanlı Devleti'ne yaptığı kalleşliğin, İngilizler eliyle cezalandırılması sayılsa herhalde, uygundur.

Savaş Fetvası

İngilizlerle dostluğu yok Bâb-ı Âli'nin; Ruslarla düşmanlık ileri derecede... hele Kırım yüzünden; derin yürek yarası var. Fransızların yaptığı ve yapacağı daha ötelere geçince, Fransızlar Ruslarla, İngilizlerle menfaat kavgasına düşünce, III. Selim'e ince siyaset yolu görünüyor. Müşterek düşmana, müşterek tavır!

Önce Napolyon'un Mısır'daki nazik durumu cesaretlendiriyor Bâb-ı Âli'yi; Şeyhülislâm'a soruluyor:

"Françe keferesi bilad-ı islâmiyeden Eâzım-ı emsar-ı devlet-i âliye-i ebediyyulkarar olan Mısır ve havalisini bağteten istilâ etmeleriyle ehalisi defe kadir olmasalar îmamülmüslimin seyyidüsselatîn pâdişâhımız hazretlerine kefere-i mezbureyi def için berren ve bahren irşat edip mukatile etmeleri şer'an vacip olur mu? Elcevap "olur". (2 Eylül 1798)

Vezir-i âzam İzzet Mehmed Paşa 3 yıl, 10 ay, 12 günlük vazifesinden alınıp Sakız'a yollanır. Ezurum Beylerbeyi Yusuf Ziyaeddin Paşa onun yerine sadârete getirilir. Ocak 1799'da Ruslarla ve İngilizlerle ittifak imzalanır.

Napolyon'un Mısır'da rahat durması düşünülemezdi. Fransa adına yapacağı fetihler onu bekliyordu. 10 Şubat 1799'da Kahire'den hareket eder, Gazze ve Remle'nin işini çabuk bitirir, Yafa'da biraz uğraşır; acısını da 4 bin Arnavut askerini kılıçtan geçirmekle çıkarır.

Kasaptan Kaçan Kahraman

Kahire'de, İskenderiye'de halka iyi davranmıştı, burada çok kötü. "Müslümanlarla beraber Hıristiyanların da katliâmı Napolyon'a karşı umûmî bir nefret uyandırmıştır. 10 bin kadar asker ve sivili kılıçtan geçirerek yerli halkın gözünü korkutmaya çalıştı. 19 Martta Akka Kalesi önüne geldi. Akka! İşte Napolyon Bonapart'ın tosladığı sarp kaya... Akka Kalesini müdafaa eden "Cezzar Ahmed Paşa Boşnaktır. "Kasap" mânâsma gelen "Cezzar" kan dökücülüğünden ve gaddarlığından kinayedir. Suriye'ye hakim olmak sevdasıyla İstanbul hükümetine kafa tutmakla meşhurdur. Napolyon hiç ummadığı bir yenilgiyle, büyük zayiatlar verdikten sonra Kahire'ye kaçmıştır. Hem de gece karanlığında, ağırlıklarını gömerek. Maiyetindeki generallere Kahire'de söylediği sözler: "Akka'da durdurulmasaydım belki şark imparatoru olurdum!"

"Akka müdafaası Bonapart'm ilk yenilgisi idi. İhtilâlin yenilmez Fransız ordusu artık yenilmişti. Bonapart başarısızlığını örtmek için bir beyanname yayınlayarak Mısır'a yürümekte olan Türk ordusunu yendiğini ve Suriye seferinin bu suretle sona ermiş olduğunu ilân etti ise de kimse inanmadı."

18 Martta Akka'da bozulan Fransız ordusu Ebuhır'a saldırdı. (25 Mart) Kaleyi koruyan Köse Mustafa Paşa başarı gösteremeyince, binlerce asker şehit olup, kale Fransızların eline geçerken Mustafa Paşa da Napolyon'a esir düştü. Bilahare büyük Osmanlı ordusunun Mısır'a yaklaşmakta olduğu haberi Napolyon'a ulaşınca Mısır'ı terk etmek mecburiyetinde kaldı. (22.8.1799) Mısır macerası 1 sene, 1 ay, 21 gün süren Bonapart kale muhasarasına tövbe etmiş, Akka yenilgisini ömür boyu unutamamıştır.

Napolyon bir generalini Başkomutan tayin edip, Mısır'dan gizlice ayrıldı. Savaş ve hastalıktan arta kalan ordusu Mısır'da kaldı.

İstanbul'dan çıkan 60 bin kişilik Osmanlı ordusu, Vezir-i âzam ve Serdarı Ekrem Yusuf Ziyaeddin Paşa komutasında Gazze'ye gelmişti. Burada Fransız General Kleberle önce sulh yolu denendi. Fakat sonradan işlerin istendiği gibi gitmemesi savaşı mecburi kıldı ve savaşta Türk ordusu yenildi. Bir defa da Mısır Beylerbeyi Fransızlara saldırmayı denedi, o da yenildi: Daha sonra "14 Haziran'da Kilisli Süleyman Bey adlı 24 yaşındaki bir Türkün Kleber'i hançerleyerek öldürmesi Fransızların durumunu bozdu ama ele geçirilen Süleyman Bey işkence altında şehit edildi. Artık Fransızlar'ın da dayanacak güçleri kalmamıştı. Devamlı eriyen ordunun yardım alma imkânı da bulunmadığı için Mısır'ı boşaltmaya mecbur oldular:

Amgen Barışı

Rusya ile dost kalmanın zorluğunu bilmeyen devlet adamı yok. İngiltere'nin sömürgeci zihniyeti de malûm. Napolyon'un saldırganlığından ürken devletimiz Rusya ve İngiltere ile Fransa'ya karşı ittifak yapmıştı. Bonapart'ın Mısır'dan çekilmesiyle tehlikenin ortadan kalktığı görüldü. Bundan sonra Fransa'dan ziyâde Rusya ve İngiltere'nin tehlikeli olabileceği anlaşılıyordu. Bunlarla dostluğun istikbali karanlık sayılınca Fransa'ya yönelindi. İstanbul'un Paris Elçisi Esseyyid Ali Efendi tesisine çalışılacak barış görüşmesine memur edildi. Bonapart'ın güttüğü siyaset İngiltere ile Rusya'nın arasını açmak üzere kuruluydu. Kendisine karşı Osmanlı dostluğu göstermelerine alınmıştı. Tabii ki siyasetin amacı, yararın zararını menfaate çevirmekti.

Diğer şartların da desteğiyle Napolyon iki devletin arasını açmaya muvaffak oldu. Adı anılan üç devlet ayrı ayrı hesaplarında Osmanlı düşmanlığını birinci planda tutuyordu.

Fransa elinde bulunan Rus esirlerini güzelce giydirip, fidyesiz olarak teslim etti. Ayrıca Bonapart Malta Şövalyeleri'nin mukaddes saydığı bir kılıcı Çar I. Pol'e takdim etti. Neticede Fransa Rusya dostluğu başlamış oldu. İngilizlerden ayrılan Rusya Fransa'ya bir şey yapamayacağı gibi, Rusya'dan ayrı İngiltere de Fransa'yı korkutamazdı.

Hülyaları sınırsız olan Napolyon karşısında kuvvetli düşmanlar bırakmamak için şartları zorladı. Şimdi Rusya ile de anlaştı, Osmanlı ile anlaştı, hareket alanını genişletti. Hem, Rusya'nın Osmanlı Devletiyle ilgili hesabı çok işine yaradı. Bonapart, Rusya’nın Osmanlı ile ilgili düşüncelerini de bir özel mektupla desteklediğini kurnazca bildirdi. Şöyle: "Rusya'da bir adamınız olması çok lüzumludur. Osmanlı İmparatorluğu uzun müddet devam etmeyecektir. Eğer I. Pol nazarlanm bu cihete çevirirse müşterek menfaatimiz olacaktır."

Napolyon dünya imparatorluğu kurmaya çalışırken Osmanlı'yı -kısmen-Rusya'ya peşkeş çekmekten geri kalmadı. Avusturya da, Osmanlı mirasının taksiminde önemli pay sahibi olacaktı. Bonapart Avusturya'ya Osmanlı'dan nereleri almak istediğini sorduğunda beklediği gibi cevap almıştı: "Sırbistan, Bosna-Hersek, Eflâk-Boğdan ve Bulgaristan." Rusya, İran, Afganistan ve Buhara'ya kadar bütün bölgeyi alıp Hindistan'a kadar ilerleyecek, İstanbul ile ilgili hesaplan malûm. Fransa'nın hesabı Mısır ve Suriye'ye yerleşip Doğu Akdeniz hâkimiyeti kuracak... Bütün bu hesaplar Osmanlı-Fransız dostluk anlaşması yapılırken düşünülüyor. Osmanlı Devleti sağlığına kavuşmak, bedenine arız olan mikrobu defetmek için ilaçlar denemeye devam ediyor. Mısır'da Napolyon'a karşı savaşa sürdüğü Nizâm-ı Cedid'in fazla varlık gösteremediği de ayrı bir dert sayılır.

Taif'te Vahhâbiler'in İsyanı (18 Şubat 1803)

Mecidli Şeyh-Muhammed ibni Ab-dülvahhab, Hanbeli mezhebi ulemâsıdır. Uygulanmasını istediği kurallar Ahmed bin Hanbel'den bazı yerlerde ayrılır. Çok katıdır.

Yazdığı risalelerde, dinî meselelerde yeni şeyler söylüyor: Amel imandandır, diyor. Böyle olunca bir vakit namazın terki küfürdür, öyleyse namazı terk eden kâfir olur ve kâfirin kanı heder ve malı helâldir.

Abdülvahhab, ayrıca kabirlerin gösterişli olmamasını, enbiyadan, evliyadan medet umulmamasını, türbe inşasını yasaklıyor. Bid'at olduğu gerekçesiyle tespih çekilmesi dahi hoş görülmüyor Abdülvahhab'ın mezhebinde.

Onun İslam çerçevesi bu kadar daraltılınca insanların büyük bölümü çerçevenin dışında kalıp, kâfir sayılıyor, kâfirin kanı heder, malı helâl olduğu da belli!

Abdülvahhab kızını vererek Mecid Emiri Muhammed İbni Suud'u damad edinmişti. Damad kayınbabasının esaslarını kabul edince, mücadelesi kolaylaştı. Yağmadan hoşlanan Bedeviler de işin içinde olunca Taif'in işgali zor olmadı. Mecid, Bahreyn, Lahzâ'dan sonra Basra ve Bağdad tehlikeye girdi. Umman, Moksad, Hicaz, Yemen ve Ceziret-ül Arab'ın her tarafı bu fırtınayla çalkalandı.

Vaziyetin korkunç bir hal alması Mekke şeriflerini İstanbul'dan yardım istetmeye şevketti. Ulema şeri araştırmalarla oyalanırken, Abdulvahhab'ın adamları yağma ve katliâm ile Taif'i harab etti.

Suud hanedanının daha doğrusu Arabistan'ın Vehhabiliği buraya dayanıyor. Halen Arabistan'ı yöneten Suud Hanedanından bir kraldır, devletin adı bunun için Suudi Arabistan'dır ve mezheben Vahhabi'dirler.

Osmanlı Devleti'nin kolları kısaldığı, gücü azaldığı için uzaklara gidemiyor, kolu yetişemiyor, yavaş yavaş uzak diyarlar elden çıkıyor. Merkezin zayıf olduğu hissedilince, bırakın binlerce kilometrelik yolu, en yakında bile başkaldırmalar oluyor da, yetişmekte güçlük çekiliyor.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

İşte bir kurtarıcı isim! Mısır'da, bir kelime Arapça bilmeyen, Türkçe okuma yazması olmayan "fakat son derece zeki, muhteris, maksadına ulaşmak için bütün yollan mubah sayan, icabında merhametsizce kan dökebilen bir adam." Mısır'a 200 gönüllünün kumandan muavini olarak gelip kurnazlığı, cesareti ve girişkenliği ile kendi yıldızım kendi parlatan adam 30 yaşında basit bir "Mehmed Ali Ağa" olarak geldiği Mısır'da hanedanlığının temellerini atıyordu. Siyasi kurnazlıklarıiyi bilen Ağa, Mısır'ın sosyal karışıklığını kendi menfaatine kullanmayı becerir, Bâb-ı Âli'de Mısır'ı kurtaracak tek şahıs intibaı uyandırır ve 6 senelik gayreti semeresini verir. İstanbul'a gönderdiği âsi kelleleri ona vezâret payesiyle Mısır Beylerbeyliği'ni getirir. Artık Mehmed Ali Paşa'dır. (8.7.1805) Zavallı Osmanlı; başına büyük bir dert almıştır. İleride, Anadolu'da bunun oğluyla Osmanlı ordusu savaşacak, bin türlü sıkıntılar yaşanacaktır.

Kavalalı Mısır'da asayişi sağlayıp, devlet otoritesini yerleştireceğim diye, kendi devletini kurmaya çalışırken, diğer taraflar daha iyi değildi. Balkanlar kaynıyordu. "Vidin'deki Pazvandoğlu, Rusçuk'taki Tersenikli / Tirsinikli oğlu İsmail Ağa ve Edirne'deki Dağdevirenoğlu Mehmed Ağa" birer habis ur gibi kesilip atılmayı bekliyorlardı. Nizam-ı Cedid İstanbul'da, Anadolu'da teşkil edilmiş; semeresi alınmaya başlanmıştı.

Kadı Abdurrahman Paşa Karaman Beylerbeyi'dir. Anadolu'da Nizam askerini mühim bir kuvvet haline getirmişti. Görünüşte, Rumeli (Sırp) isyanlarını bastırma bahanesiyle Karaman'dan getirildi. Yanında 24 000 Nizam-ı Cedid askeri var. Paşa'ya yüklenen asıl vazife Nizâm-ı Cedid'in teşkiline çalışması idi. Üçüncü Selim Abdurrahman Paşa'nın askerlerini çok beğendi, bir aydan fazla İstanbul'da eğleyip yaptıkları manevraları seyretti.

Üçüncü Selim'in yenilikten hoşlanması acaba her yeniyi sevdiği mânâsına mı geliyordu? Tabii ki değil. Savaşsız yaşanmayan dünyada, eskiden olduğu gibi, girdiği savaşı kazanan ordu lazımdı; bizim ordu yenilgiye ayarlanmış saat olmuş. Yeni usullerle yapılan savaşlarda Rusya dahil, bütün devlet askerleri Türk askerinden daha başarılı, çünkü onlar köhnemiş usulleri terk etmiş. Peki, madem böyle, devlet adamlarından bazıları neden pâdişâhın görüşünü paylaşmıyor? Bunlar hain mi?

Rusya ile mütareke görüşmeleri yapılıyor, Avusturya ile harpten yeni çıkılmıştı. Pâdişâh devlet adamlarından layihalar istedi. Sadrâzam Koca Yusuf Paşa, sudurdar Veli Efendizâde Emin, Defterdar Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi, Enverî Efendi, Hıristiyan Bertrant ki Türk ordusunda hizmet gören bir subay, İsveç elçiliğinde memur D'Ohssan, adı yazılmayanlarla beraber toplum 22 kişi layihalar hazırlandılar. Bunlardan bir kısmı Yeniçeri Ocağı ile diğer ocakların kanunî devri kanunnâmelerine göre düzenlenmelerini, bir kısmı yukarıdaki görüşe ilaveten Frenk eğitim ve öğretim usullerinin kabulünü, bir kısmı da Yeniçeri Ocağı'nın bir kenarda bırakılıp, Frenk esaslarına göre yeni bir ordu kurulmasını istiyordu.

Üçüncü Selim çoğunluğun kendi isteğine yakın sözler söylediğini gördü. İşin bu kadar kolay olacağım herhalde tahmin etmiyordu.

Karaman Beylerbeyi Kadı Abdurrahman Paşa'yı 15 Temmuz'da İstanbul'dan Edirne'ye gönderirken her ne kadar tedirgin idiyse de içine kötülük olacağı endişesi düşmemişti. Fakat hiçbir şey basit değildi:

Vezir-i Âzam İsmail Paşa Nizâm-ı Cedid'e karşıdır; bunu pâdişâha söylemez ise de, veliahd Şehzade Mustafa ile anlaşıp, Rusçuk'taki âsi Terseniklioğlu'na haber göndererek, pâdişâh ordusuna karşı mukavemetini teşvik etmiştir. "İşte bundan dolayı, diğer Rumeli ayanlarını da etrafına toplayıp Edirne'ye kadar gelen Terseniklioğlu, Kadı Paşa'nın işi yatıştırmak için gönderdiği adamları idam ettirmiştir." Bunun üzerine, 24 bin kişiyle harekete geçen Kadı Paşa, Silivri ve Çorlu'da eşkiyaları imha ediyordu. Pâdişâh durumu öğrenince ince hislerinin emrini dinleyip "Etfâl ve aceze-i nisvan pâymâl olur" diye dönüş emri verdi. Müslüman kanı dökülmesin düşüncesi ile yarınları için önemli bir hata yapmıştı.

Âsiler işi iyice azıtırlar ama Terseniklioğlu da bu arada öldürülür, yerine Türk Tarihinin unutulmazları arasına katılacak olan Rusçuk Ayam Alemdar Mustafa Ağa geçer.

Rumeli III. Selim'i gözden çıkarmış; hutbelerde ismi okunmuyor. Yılanın başını ezme fırsatını değerlendirmeyen pâdişâhın pişmanlığı ileride hiçbir işe yaramayacak, hataların telâfisi olmayacaktır...

Sırp İsyanı

Vidin'de, asker kaçağı bir yeniçerinin oğlu olan (Pazvandoğlu Osman Ağa'yı yola getiremeyen Bâb-ı Âli, acziyetini örtmek için ona geniş selahiyetler vererek bir de vezir rütbesiyle taltif etmişti. O ise, yine isyan ederek Sırpları katliâma girişti. Fransız ihtilaliyle dünyaya yayılan "milletlerin hürriyeti" ateşi Sırpların da yüreğine düşmüş, onlar da bağımsız Sırbistan bayrağını açmışlardı. Başlarına geçen Kara Yorgi adlı bir haydut Rusya ve Avusturya'dan İslavlık adına aldığı yardımlarla gücünü artırmıştı. Ruslar Karadağlıları da isyan ettirince, Balkanlardaki Osmanlı gücü iyice zaafa uğruyor, Bâb-ı Âli Kara Yorgi ile sulh yapmak zorunda kalıyor ve bu sulh sonucu Belgrad Sırplara teslim ediliyor. (13 Aralık 1806) İstanbul, Kara Yorgi ile fazla uğraşacak halde değildi, zira Ruslarla savaşın eşiğine gelinmiştir...

Türk-Rus Türk-İngiliz Savaşı (22 Aralık 1806)

Sekiz sene önce Fransızlara karşı, müşterek menfaatler Türkiye ile Rusya'yı yan yana getirmişti. Çok hızlı dönen dünyanın çabuk değişen şartlan, şimdi bu iki devleti savaşa tutuşturuyordu. Ne yazık ki, adet üzere yine Türkiye kaybediyor. Bender, Hotin, Akkerman kalelerinden Türk askeri çekiliyor; yani bu kaleler Ruslara teslim ediliyor...

Savaşın başlama sebebi: Napolyon Bonapart Avrupa'da zaferler kazanıyordu. Osmanlı Devleti kâğıt üzerinde de olsa Fransa'yla dosttur. Dostumuzun zaferi, İstanbul'da Rusya ile İngiltere'nin itibarını sarsıyor. Osmanlı-Fransa işbirliğine dönebilecek bir hava koklayan Rusya'nın huzurunun kaçtığı sıralarda Napolyon meşhur elçi General Sebastiyani'yi İstanbul'a gönderiyor. Dananın kuyruğu geriliyor. Bundan sonra olanların başlatıcısı İngiltere'nin İstanbul Sefiri Sir Arbuthnot am, gerekçe Sebastiyani'nin gelişi değil, gelişiyle beraber yaptırdığı azildir.

Sebastiyani, Osmanlı'daki Fransa muhabbetini değerlendirmek isteyip, Rus taraftarlığı bilinen Eflâk Beyi Konstantin İpsîlanti ile Boğdan Beyi Aleksandr Moruzzi'nin azillerini rica etti. Bu rica derhal yerine getirildi. Bundan sonra Boğazlar Rus gemilerine açılmadı. Rusya protesto etti, İngiltere Elçisi Sebastiyani'nin kovulmasını istedi. Alınan red cevabı üzerine İngiliz elçisi İstanbul'dan ayrıldı. (29 Ocak 1807).

Herhalde ince siyaseti bilmemenin sonucudur. Bir devletin sevgisini kazanmak uğruna iki büyük devletin düşmanlığını tahrik pek de ucuza mal olmamıştır. Rusya harb ilanına lüzum görmeden yapacağını yapmaya çalışırken Türk tarafı hiç hazırlıklı değildi.

Ayrıca, Çanakkale Boğazı'nı zorlayan İngiliz donanması Kurban Bayramı sabahı boğazı geçmeye başladı. 60 kadar askerini kaybedip, çok az hasar görerek Marmara'ya girdi. Osmanlı'ya ait birkaç küçük gemi bu arada yandı.

İngiliz donanması Kınalı Ada önünde demirledi. İstanbul'a şimdiye kadar böyle yaklaşan donanma olmamıştı. Milli duyguların coşmasına sebep olan bu görüntü, pâdişâh başta olmak üzere asker, sivil bütün milleti kurtarma hareketine sevketti. Gerekli tedbirler alındı, yapılacak hücum yapıldı, İngiliz donanması iki gemi ve bir miktar asker kaybı ile Bozca Ada'ya kadar kaçabildi. Bu kadar az zayiatla kurtulduğu için Allah'a şükreden İngiliz kumandan, geldiğine bin pişman olmuştu. Onu böyle, cehennemden kaçar gibi arkasına bakmadan gönderen, hâlâ kaybolmamış olan millî duygudan başka bir şey değildi. Yani Türkler'deki millî duygu.

İngilizlerin donanması Çanakkale Boğazı'ndan kaçabildiğine sevinirken, bütün İngilizler İskenderiye'de bayram yaptı. 20 Mart 1807'de, bazı hainlerin yardımını gören İngilizler, şehri teslim aldılar.

Kabakçı İhtilâli

Üçüncü Selim'in gördüğü en büyük belâ ne Ruslardır, ne İngilizler, ne Fransızlar... Memleketin içinde bulunduğu çöküntüyü gidermek, devletin ömrünü haysiyetiyle devam ettirmek için düşündüğü çareleri uygulamak, uygularken aşın derecede merhametli olmak. İşte pâdişâhın en büyük düşmanı; yüreğinde yatan merhametidir. Hiçbir yenilikçi, bazı eski kafaları yok etmeden başarıya ulaşamamıştır. Üçüncü Selim bir eliyle şiirler yazıp, bir eliyle besteler yapacak, musiki aletleri çalacak, eline kılıç almadan asırların kökleştirdiği alışkanlıkları değiştirecekti, olmadı.

İ. H. Danişmend Kabakçı İhtilâli'nin çıkmasının 22 tane sebebini sıralıyor. 21.'si son derece haris ahlâksız bir herif olan sadâret kaymakamı "Adı Musa, boyu kısa, sakalı köse" Selanikli Musa Paşa'nın, ikiyüzlü, yenilik düşmanı Şeyhülislâm Topal Ataullah Efendi ile işbirliği. 22.'si III. Selim'in muktedir bir yardımcıdan mahrum kalmasıdır.

Köse Musa masallarda anlatılan köselerdendir. Fitne fücur kaynıyor. İngilizce bildiği için "İngiliz" denilen ve o sıralarda boğaz nazırlığında bulunan eski Reis ül Küttâb Raif Mehmed Efendi ile Bostancıbaşı Şahin Bey'in Karadeniz boğazında muhafız yeniçeri yamaklarına Nizam-ı Cedid elbisesi giydirmekle görevlendirilmeleri Köse Musa'nın işidir. Aynı şahıs ayrıca yamaklara gönderdiği haber de der ki:

"Nizam-ı Cedid elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz tard edileceksiniz. Belki Nizam-ı Cedid sizi öldürecek." Bunun üzerine yamaklar: "Biz kuloğlu kuluz ve ebaanced yeniçeriyiz, Nizam-ı Cedid elbisesi giymiyoruz" diyerek ayaklandılar. İngiliz Mahmud Efendi'yi katlettiler. Çeşitli bahanelerle Bâb-ı Âli'yi tazyike başladılar ve başlarına da bir Reis buldular, bu Kabakçı Mustafa'dır.

Kastamonulu Mustafa da bir neferdi; Karadenizli yamaklar onun liderliğinde, "istemezük" naraları atacaklardı. Bunların haklı tarafları var mıdır? Sadece yeniliklere red midir kavga sebebi? Hayır: Ahmed Cevdet Paşa beri tarafın suçlarını da sayıyor.

Nizam-ı Cedidçiler Lâle Devri eğlencelerine dalmışlar. Nizam-ı Cedid iradından bir sürü zengin türemiş. Halk yiyecek ekmek bulamaz durumda iken, Cedidçilerin uşakları, hademeleri bile bolluk içinde yüzüyordu. Yılmaz Öztuna soruyor: Pâdişâha kızanların ağzından "hiç pâdişâha tanbur çalmak, ney üflemek yakışır mı? Pâdişâhın kız kardeşlerinin, Boğaziçi'nde Avrupa usulünde döşenmiş saraylarında serbest bir hayat yaşamaları, Melling gibi Avrupalı ressamlarla görüşmeleri, Şeyh Galib gibi şairlerle samimiyet kurmaları, yakışık alan hallerden değildi. Şeyh Galib, Hatice Sultan'a aşk şiirleri yazacak kadar işi ileri ******ürmemiş miydi?

Asilerin reisi Kabakçı Mustafa İstanbul halkına meramlarını anlatmak için telallar çıkarıp, her yerde konuşturuyordu. "Ey ahâli, meramımız Nizam-ı Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar."

Nizam-ı Cedid düşmanları Kabakçı’nın yanında toplanırlar. Veliahd Şehzade Mustafa pâdişâh olma özlemiyle, Şeyhülislâm Ataullah Efendi'yle Köse Musa III. Selim'i devirme hırsıyla Kabakçı'ya destek olmaya çalışıyorlar. Musa Paşa, padişaha korkulacak bir şey olmadığını, isyan hareketinin çabucak söneceğini anlatıyor, Nizam-ı Cedid askerlerine de kışlalarından çıkmamalarını söylüyor. Topçu Ocağı âsilere karşı koymaya hazırdır; Musa Paşa onlara; "karşı gelmesinler, bu iş cümle ittifakıyledir" diye haber gönderiyor.

Üçüncü Selim işin nerelere varacağını anlamıştır; Köse Musa'ya, "Bu işlere sebep benim hilmimdir (yumuşaklık)" demesi bundandır.

Kabakçı Mustafa'nın başını çektiği âsiler güruhuna Topçular ve Cebeciler de katılınca azgın ve güçlü durumda Sultanahmed Meydanı’na geldiler. Onların esas yöneticileri Şeyhülislâm ile Köse Musa Paşa, bilhassa Köse her şeyi ayarlamıştı. Üçüncü Selim kan dökmeyi isteseydi vaktinde bu hareketi tesirsiz hâle getirebilirdi ise de, artık iş işten geçmişti. Nizam-ı Cedidi kaldırdığına dair bir Hattı Hümâyun yazdı, ama bu kâfi değildi. Henüz, Haseki Halil Ağa ile Raif Mahmud Efendi isimli iki Cedid taraftarı parçalanmıştı. İhtilâl dediğin biraz kelle ******ürmelidir!

Kabakçı Mustafa'ya akıl hocası Köse Musa Paşa bir liste verdi. Padişahtan kellesi istenen onbir kişinin ismi yazılı burada. Bunlar İbrahim Kethüda, Bahriye Nazırı Hacı İbrahim, Rikap Kethüdası Hacı Mehmet, Reisülküttap Vekili Ahmet, Enderun ricalinden Sırkâtibi Ahmet ve başkaları "Sultan Selim bunlardan üçünü çıkararak kurtarmıştır. Zavallı pâdişâhın bu sırada."

"Benim için kan dökülmesin, benim yüzümden ümmet-i Muhammed'e zarar gelmesin!" dediğini İ.H.D. yazıyor.

E.Z. Karal ise; listede ismi geçenleri pâdişâhın verdiğini, âsilerin onları parçaladığını yazdıktan sonra devamla: "Fakat onları kuran devlet ricali bu kadarı kâfi görmüyorlardı. İstanbul Kadısı âsilerin yanlarına gönderildi ve onlarla şu meselenin münakaşasına başladı:"

"Bundan sonra bu pâdişâha eminiyet olabilir mi? Şeyhülislamı çağınp soruyor âsiler. Soru; cevabı emrediyor:

"Sultan Selim'in saltanatta istiklâli yok. Hükümeti birtakım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevku safa ile meşgul. Devlete getirdikleri de fukaraya ve reayaya zulüm yapıyorlar; böyle bir pâdişâhın hilafeti sahih midir?" El cevap: "Sahih değildir." Ataullah Efendi hal fetvasını yazar. Âsîler bağrışırlar:

"Sultan Selim'i istemiyoruz, Sultan Mustafa Efendimizi istiyoruz!"

Pâdişâha hal fetvasını ******üren heyet "kapılar kapalı olduğu için kızlar ağasına bir tezkire yazdırıp âsilerin "kabl-el-cülûs" dağılmayacakları bildirilmiş. Ağa da bu meşun tezkireyi "mührünü fekketmeden" büyük pâdişâha takdim etmiş ve işte bunun üzerine "zâlike takdir-ül aziz-ül alîm" âyeti kerimesini okuyan muhterem Sultan Selim'i Salis amcasının oğlu Dördüncü Mustafa'nın saltanatını tebrik etmiştir."

Sultan Selim'e yakınları "orduyu hümayunu İstanbul'a çağırarak isyanı bastırmasını" teklif etmişler, bu teklife cevabı şu olmuştu: "Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca'ya gelir."

Necip Fazıl Kısakürek "Yeniçeri" adlı kitabında, özel üslubuyla yeniçerileri yedi kat yerin dibine batırırken, Prusya Sefiri Dietz'den "Bu hükümdar hüner ve marifetçe, fikir ve dirayetçe milletinin çok üstündedir..." Fransa Sefiri Şuazöl-Gufye"den; "Üçüncü Selim Türkiye'de bir Büyük Petro olmak istidadındadır" sözlerini alır ve kendi görüşünü şöyle özetler: "Üçüncü Selim'in her türlü ince anlayışına rağmen sert ve hamleci bir seciye taşımadığı ve dervişlikle karışık bir sanatkâr mizacı içinde aksiyonculuk ruhuna yabancı kaldığı"

Şu söz de Üstad'ın: "Yeniçeriler Genç Osman'dan Üçüncü Selim'e kadar beyni ezen yumruk halinde geldiler."

Yaşadığı zamanı kendine uyduramayanı, zaman kendine uyduruyor yahut Üçüncü Selim misâli eleğin altına geçiriyorlar. Devlet yönetiminde başarılı olabilmesi için asileri tepeleme gücüne, belki de vicdansızlığına sahip olmalıydı. Kader hükmünü böyle icra edecekmiş, etti. Kendisi her şeyin fâni olduğunu bilerek saltanat sürdü, yazdığı şiirde kendine, gafil olmamasını ihtar etti. Karakterini değiştirmesi mümkün olmadığı için kendine tembihi şiirde kaldı.

"Serir-i saltanatda olma gafil bir an ey İlhamı

Sana da bakî kalmaz bu bir çarh-ı devrândır"

diyordu. Devrâna kurban oldu. Ve bir de şöyle yazmıştı bahtsız pâdişâh:

"Millet ve devlete lâyık mı bu vaz-ı nâ sûz

Bunun encamını fehîme Selim mecburuz"

Üçüncü Selim'in Ölümü Dördüncü Mustafa'nın saltanatı zamanındadır.

İnce ruhlu padişah, mutlaka gönlünü boş bırakmamış âşık da olmuştur ama, hiçbir kadınına ana olma zevkini tattıramamıştı, kendisi de babalık duygularını yaşamamış.

1761'de dünyaya gelip 27 yaşında tahta oturan Üçüncü Selim "18 sene, 1 ay, 22 gün saltanat sürmüş, 46 yaşının içinde tahta veda etmiştir. 29 Mayıs 1807.

Link to comment
Share on other sites

ÜÇÜNCÜ SELİM

(7 Nisan 1789–29 Mayıs 1807)

28bi5.jpg

Üçüncü Mustafa'nın oğlu Üçüncü Selim, amcası Birinci Abdülhâmid'den boşalan tahta geçtiğinde 27 yaşındaydı. Yüz senedir Osmanlı tahtına bu kadar genç bir pâdişâh oturmamıştı. Daha önceleri bu taht sabî yaşta pâdişâhlar görmüş ,"deli" denen pâdişâhlar görmüş, "velî" denen pâdişâhlar görmüş. Üçüncü Selim gibisini ilk defa görüyordu. İyi bir şairdi. Hattattı. Ney ve tanbur çalardı ve büyük bestekârdı. Şiirde mahlası "İlhâmî" idi. Mûsiki de "Sûz-i-dil-ârâ" makamının mucididir. Arapça ve Farsça bilir, İslâmi ilimlerde söz sahibi, nazik, merhametli, yenilikçi, yaşadığı yüzyılın en iyi pâdişâhı idi. Anası Mihrişah Sultan'ın Gürcü olduğu sanılıyor. Tarihçilerimiz onunla ilgili övücü sözlerin yanı sıra amcası Birinci Abdülhâmid'in hakkını da teslim ediyorlar. Yeğenine sonsuz imkânlar tanıdığından, şefkatinden bahsediyorlar ki çok doğrudur. Kendisinden önce birçok şehzade ve kendisi de "şimşirlik" denen saray veya şehzade hapishanesinden alınıp tahta getiriliyordu; güneşe hasret, genelde dünyadan habersiz yetişmiş olmaları hayatlarının sıkıntılı geçmesine yol açıyordu. Ama Sultan Abdülhâmid yeğenine hürriyeti esirgemedi, yeğen de amcasını utandırmayacak kadar iyi bir hayat sürüp kendisini padişahlığa hazırladı. Devletin bilhassa askeri sahada gerilediğini görüp, çarelerini düşünmüş; düşündüklerini tatbik sahasına koymaya hazırlanıyordu. Kaderin neler hazırladığından habersiz; gönlünde vatan-millet sevgisi, kafasında faydalı yeniliklere açık fikirlerle hizmet meydanına atılmıştı. Güzelim Mevlam neyler...

Üçüncü Selim dikensiz gül bahçesine girmemişti; her taraf ateş, kan, sefalet, yolsuzluk, gerilik girdabında, Türkiye var olma savaşındaydı. Üçüncü Selim hassas ruhuyla şiirler yazıp besteler yapacak; demir yapabilmeye uğraştığı yumuşak iradesiyle devletin ihtiyacı olan yenilikleri, köhne düzenin yerine ikameye çalışacaktır.

Şehzadeliğinde, yaratılışında var olan edebî, zevkleri bir tarafa bırakıp üzerine alacağı (muhtemel) vazifeyi düşünüyor, yazdığı şiirlerde bazen de yapa¬cağı hizmeti anlatıyordu. Beyin jimnastiği yapıyordu saltanat için.

"Lâyık olursa cihanda bana tahtı şevket

Eylemek mahz-ı safadır bana nâs'a hizmet."

Gerçi şiiriyyeti olmayan, zayıf mısrâlardır bunlar, fakat meramını açık seçik anlatıyor. Şayet bir gün bu azametli, bu büyük taht kendisine lâyık görülürse, insanlara hizmet etmekten sevinç duyacak. Cenab-ı Allah tahtı nasib etti. Belki tahayyülündeki gibi şartlar mevcut değildi.

Birinci Abdülhâmidi inme ile hayatından eden savaşlar devam ediyordu. Özi Ruslara teslim olmuş, Bender muhasara altındaydı. Vezir-i âzam ve Serdar-ı Ekrem Yusuf Paşa'ya yeni pâdişâhın mührü ile bir ferman gönderilir; bu fermanda Üçüncü Selim der ki:

Düşmanı din olan Moskov ve Nemçe keferelerine... İlây-ı kelimetullah için ve ahz-ı intikam olunmadıkça seyf-i cihad-ı şehriyânem idhal-i niyam olunmamak cezmkade i daveranemdir."

İntikam alınmadıkça kılıç kına girmeyecek. Üçüncü Selim'in dileği bu; fakat arzuları gerçekleştiren kuvvettir; orduda bu kuvvet olmadığı için ferman dermansızdır. Yusuf Paşa hakkında irtişa (rüşvet) söylentileri çıkar, 7 Haziran'da mührü hümâyun cenaze Hasan Paşa'ya verilir.

Ordunun savaşa devamı için Bab-ı Âliden baskı yapılıyor, Rusların üç koldan hareketine karşılık Türk ordusu ağırlıklarını taşıyacak hayvan bulamıyordu. Eldeki imkânlarla savaşmaktan başka çare kalmayınca, Allah'a sığınıp, sonu düşünülmeden hareket ediliyor, böylece bir bozgunun daha eşiğine geliniyor...

Fakşan Bozgunu (1 Ağustos 1789)

Eflâkla Boğdan arasında Fakşan denen şehirde serasker Kemankeş Mustafa Paşa'nın ordusu Rus Suvarov'un ordusuyla karşılaşır. (1 Ağustos 1789) meydan muharebesi başlar. 25–30 bin kişilik Türk ordusu Ruslarla savaşırken, birden Avusturya ordusu da işe dâhil olur ve iki ateş arasında kalan Kemankeş Mustafa Paşa orduyu bir arada tutamaz, savaşı kaydeder.

Savaş niçin kaybedildi? Kemankeş Mustafa Paşa mağrurdu. Kendi kuvvetinin Rusların 10 bin kişisinden çok üstün olduğunu düşünüp Yaş kasabasına yönelmek istedi. Rus general Savarov kurnaz, Kemankeş Paşa Rus-Avusturya ittifakından gafil. Siyret Nehri'nin sağ yakasında Fakşan'a gizlice gelen Ruslar burada Avusturyalılarla aralarındaki anlaşmayı uygulayıp, Kemankeş'i iki ateş arasında bıraktılar. Türk askerinin çoğu şehid düştü. Kalanların büyük kısmı esir oldu. Harp levazımatı düşmana bırakıldı. İki yüz yeniçeri bir manastıra girerek, oradan savaşa devam etti ve hepsi şehit olana kadar düşmana biraz zayiat verdirdi.

Eğer Kemankeş Paşa Rus-Avusturya ittifakından haberdar olsaydı ki, olmalıydı, bu facia yaşanmayabilirdi.

Buza Bozgunu

Sadrâzam Kemankeş Paşa'nın mağlubiyeti boyunca tabii olarak üzüntüye boğuldu. Önden 9 bin kişilik bir kuvvet gönderip, kendisi de Silistre'den hareket edip Maçin'e geldi. Burada padişahtan eski emirleri andıran bir Hattı Hümâyun alındı. Sadrâzam Cenaze Hasan Paşa duygulanın açığa vuran bir konuşma yaparak askeri şevke getirdi. Hasan Paşa şöyle diyordu: Vezir-i âzamlığı bir tarafa bırakalım. Bugüne kadar benden incinmiş olan varsa bağışlasın. Allah rızası için, herkes aklından geçeni söylesin, bu Din-i Mübin'in emridir. Birlik ve beraberliğe riâyet edelim. Daha sonra müzâkerelere geçildi. İbrail'e doğru gidilmesi kararlaştırıldı.

İstanbul'da yüreğinde çıralar tutuşan Üçüncü Selim'in uykuları kaçmakta, amcası gibi fermanlarla askeri şevke getirmeye çalışmaktadır. İşte o fermanlardan biri.

"Âbâ ve ecdadım mücahid ve cihangir pâdişâhlar olup, kırk, elli şahlık yerleri evvelâ Allahû Teâlâ'nın tevfik ve inayeti ve saniyen Hacı Bektaşi köçekleri ve din yolunda sinelerini düşmanın top ve tüfengine siper eden Yeniçeri ocağı gazileri ve sair ocaklar ve mürettip olan askerler sây ve sebatı ile fethettiler ve ol gâzîler ve dilâverler pâdişâhlarını manevî baba gibi bilip emrine muti ve düşman karşısında demirden duvar gibi durup şeriat-i Muhammediyye uğrunda arslanlar gibi âdâya hücum ettiler, cenab-ı rahim ve gaffar durakların cennet eylesin.

"Elhamdülillah bizim zamanımızdaki asâkirimiz dahi onlar gibidir ve belki içlerinde yiğitler vardır ki şecaatte evvelkilerden ziyadedir; bu ne hal ve keyfiyettir ki düşmandan yüz döndürülüp âdâyı din memleketimizi almağa başladı; Cenab-ı Hak bizlere nusret ve zaferler ihsan eyleye."

"Moskovlar, evvelki seferlerde ve hu¬susa bu seferimizde kraliçeleri namına bir avratın gayreti için açlığa ve susuzluğa ve kışa ve yaza ve yara ve bereye tahammül edip beş yüz seneye baliğdir ki mülûk-i nesaraya galebe ile meşhur olan Devlet-i Osmaniyye'ye bu hasaretleri etti; istilâ ettiği vilâyetlerimizde eteğinin ucunu ecnebi görmemiş kızları ve iyâl ve evlatlarını esir edip zevceleri ve babalan ve kardeşleri görerek ırzlarını herk ettiler ve bu kadar sıbyanı analarından ve babalarından ayırıp kendi âyinlerine koydular; gayret-i islâm nice oldu? Ben şehzade iken bunları işitip kan ağlardım ve gayretimden gözlerime uyku girmezdi.

"Ehl-i islâma bu hakaretleri eden düşmanların kast ve niyetleri ne olduğunu mülahaza lâzım değil midir? Benim sizlerden diriğim olmayıp devletin kudreti mertebe vezaif ve tayinatınız verilmekte ve gaza levazımatınızı görmekte pâdişâhlar zimmetine vacip olanı icra ediyorum."

"Gâzî dilâver kullarım! Cümlenizden iltimas ederim ki gayret kemerini birkaç yerden belinize bağlayıp cebanlık ve alçaklık edenleri kabul etmeyip düşmandan ahz-ı intikama ihtimam edesiz; benim duam sizinle biledir, büyüğünüz, küçüğünüz berhudar olasız; Hazreti Fettahu mustean sizleri mansur ve muzaffer eyliye, âmin."

Pâdişâhın inanç ve duygu yüklü fermanı, fermanları askeri ne kadar coşturmuş bilinemez, bilinen o ki, mağlubiyetlerin ilacı olamamış. Eskiden de olduğu gibi, ordusu yenilen kumandan değiştiriliyor; vezir,i âzam değiştiriliyor... Bu sefer, Cenazenin yerine sadârate getirilen Cezayirli Hasan Paşa'dır.

4 Ağustos 1791'de Avusturya ile Ziştovi adlı bir kasabada yapılan sulh andlaşması, kasabanın ismiyle tarihe geçiyor. 9 Ocak 1792'de Yaş barışı, Ruslarla anlaşılıyor ve Türkiye'nin faydasına olan antlaşma imzalanıyor. Osmanlı ordusunun gücü yoktur ama şimdilerde biraz şansı var, bu şansın rüzgârı Fransa'dan esiyor. 1789 Fransız ihtilâli ile Avupa'da dengeler değişmeye başlayınca Türkiye rahat nefes alıyor. "Tam 4 sene, 4 ay, 27 gün süren bu uğursuz Rus seferinde Türkiye Kırımı istirdad edememişse de Rusların Türkiye'yi taksim projesi suya düşmüş, memleketeyn ve Besarabya hülyaları iflas etmiş ve netice olarak Tuna'nın öte yakasındaki Türk eyâletleri kurtulmuştur."

Uzun seneler savaşmak mecburiyetinde kalışı devleti bunaltmıştı, bu sulh ile biraz toparlanma imkânı doğacak, Üçüncü Selim aklından geçenleri icraata dökmeye çalışacaktı.

Kafkas Cephesi ve Şeyh Mansur

Ruslar bir yanda Osmanlı ile uğraşıp, Kırım'ı öz kimliğinden koparırken Kafkas kavimleriyle başı dertteydi. Kaynarca Anlaşması'nın kendisine tanıdığı hakları komşuları aleyhine kullanmaya kalkışması huzurunun bozulma sebebiydi. Tabii olarak Rusya'nın yakın komşuları Kabartaylar, Çeçenler, Çerkezler ve Dağıstanlılar yapılan kalelerden dolayı sıkıntılıydı.

Kaynarca Anlaşması Rusya'ya geniş haklar tanıdıydı ya, bunu devamlı komşuları aleyhine kullanınca, komşuları da Şeyh Mansur'un öncülüğünde Rus kuvvetlerine saldırdı. Nakşi Tarikatı üyesi (Şeyhi) olan Mansur'un hareketi "İslâmî gaza telakkisiyle meşbû idi." Osmanlı Devleti bu hareketi el altından destekliyordu.

Bir tarafta Osmanlı'yla savaşırken o bir yanda Şeyh Mansur tarafından hırpalanan Ruslar sıkışık durumdaydı; Osmanlı kadar onlar da barışa muhtaçtı ve yapılan sulh anlaşmasıyla rahatladı. İslâm Halifesi Osmanlı Pâdişâhı sulh içinde yaşarken, İslâm adına birilerinin savaş yapmasının uygun olmayacağı propagandasını yapan Ruslar başarı kazanmıştı.

Osmanlı Rus harbi başlayınca Kafkas Kabileleri Halife-i Müslimin olan Osmanlı pâdişâhına müracaat edip Moskof'la sonuna kadar mücadele etmek istediklerini bildirdiler ve yardım istediler. Üçüncü Selim bir vezir kumandasında 10 bin askeri gönderdi. Arapo'ya Donanmayı Hümâyunla gönderilen asker, vezirin kabiliyetsizliği yüzünden Aropa Kalesi'ni koruyamadı.

Devamlı, Osmanlı Devleti'nin yardımını gören Kafkaslılar, Ruslara 70 sene göz açtırmadılar. Şeyh Şamil'in ortaya çıkışı Rusların nice bin askerinin ölümüne, hazinesinin iflasına sebep oldu. Sonunda fizik kanunu ağırlığını koydu ve büyük balık küçük balığı yuttu. Yuttu ya kılçıkları hâlâ midesini kanatmaya devam ediyor, yani büyük balık pek rahat değil.

Esas mevzuumuza dönersek, Üçüncü Selim'in ölen ve esir olan askerler için kaybedilen topraklar için çektiği üzüntüyü görüyoruz.

Hafakanlar, uykusuzluklar beynini çatlatıyor, milletine lâyık görmediği bezginliğin, ezikliğin çaresini arıyor...

Umumi Manzara

Harpler bitti, ne kadar dayanacağı belli olmayan barış elbisesi giyinildi. Türkiye'nin askerî sisteminin ve ekonomisinin iyi olmadığı gibi içerideki asayişi de pek düzgün değil. Ya dışarı?

Rusya'nın amansız gayzı, tükenmez gayreti bize yakın olacakları uzaklaştırmaya teksif edilmiş. Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları, Rus ajanlarının tahriki ile Osmanlı Devleti aleyhine çevrilmiş.

Fransa 1789'da başlayan ihtilâlin ateşiyle yanıyor, çıngılarının nerelere sıçrayacağı, nerelerde aleve döneceği ve bu ateşten dünyaya ne düşeceği merak ediliyor. Avusturya, Prusya'ya bakınca savaş içinde olduklarını görüyoruz, hem de Fransa'yla.

Sırbistan ve Karadağ sağlıklı sinyaller vermiyor. Balkanlar'a değen cılız bir üfürük kasırgaya dönmeden kaybolmaz; bu kavimlerin karakteri bu. Devamlı büyümekte olan isyan tohumlan çatlamak üzere.

Bu ara İran'dan ses çıkmıyor ya, sanki yalanda Mısır'ın bela olacağı için onlar sakinmiş gibi.

Aslında hiçbir taraftan Türkiye'ye hayırlı rüzgâr esecek değil. Çıkacak yangına, kopacak fırtınaya hazinenin de kışlanın da hazır bulunması lâzım.

Nizâm-ı Cedîd 1793

Yenilikçi pâdişâh Üçüncü Selim yeni bir ordu kurmak, bu yeni orduyla zaferler kazanmak niyetindeydi. Mevcûd ordunun miyadını doldurduğu aşikârdı; bunu görmemek için kör olmak bile kâfi değildi; çünkü kaybedilen savaşlar her şeyi söylüyordu: Orduya yazılı olup maaş alan ama, savaşa gitmeyen yığınla asker vardı. İstanbul'da esnaflık yapan ocaklılar, Anadolu ve Rumeli'de çiftçilik yapanlar devletin sırtında, taşınamayacak yük haline gelmişti.

Yorga'nın tarihinden okuyacaklarımız âdeta yeni bir komedi türü. o Abesci'den naklediyor ki, çok abes! bilgiler. "Osmanlı ordusu 112 bin kişilik bir yeniçeri ordusuna mâlikti. Şüphesiz ki bunların çoğu, kale muhafızları olarak öteye beriye dağılmışlardı. Bunlardan başka yeniçeri adı verilen insanların sayısı namütenahi (sonsuz) denecek kadar çoktu. Hatta İstanbul'da bulunan 40 bin kişilik yeniçeri askerinin adlarını ihtiva eden listede Rum patriği ile Fransız konsolosunun da isimleri görülmekte idi."

Aynı yerden diğer askerlerin dökümünü alıyoruz: 2 bin humbaracı, 12 bin bostancı, muhafız kıtaları, 18 bin topçu -6 bini İstanbul'da-, 6 bin mekkareci, 6 bin saraç, yükçü, 32 bin levend, 12 bin ücretli sipahi oğlanı, 100 binden fazla zeamet ve tımarlı -ki zeamet sahipleri topraklarından yılda 6–20 bin arası, tımar sahipleri ise 20-100 bin kuruşluk gelir alırlardı-, 18-30 bin cebeci, muhtelif paşalara ait 4 bin sekban, 6 bin malacı veya ordu hizmetçileri ve ilâve olarak 5 bin gönüllü asker vardı."

Bu kadar sayı kalabalığı, son savaşların çoğunda görüldüğü üzere keyfiyet olarak fazla mânâ ifâde etmiyordu. İş savaşa gelince Avrupa'nın, hatta Rusya'nın askeri durumu Türkiye'den çok üstündü. Tâ İkinci Osman devrinde yenilenmesi gereken askerî düzen, pâdişâhın öldürülmesiyle akamete uğramış, ondan sonra gelenler de köklü değişiklikler yapma imkânı bulamamıştı. Biriken dertlerin çözümü şair, bestekâr, musikişinas, hassas yaratılışlı bir pâdişâh olan Üçüncü Selim'e kalmıştı. Devlet adamlarından görüşlerini soruyor lâyihalar istiyordu.

Kurulması düşünülen yeni ordu -Nizâm-ı Cedid- halk tarafından anlaşılamadığı gibi, devlet adamlarının çoğu tarafından da tasvip görmüyordu. Hâlâ Türk medeniyetinin üstünlüğüne inananlar vardı. Her şeye rağmen padişahla ters düşmeye çekinen devlet adamları verdikleri lâyihalarla, müspet görüş bildirirler.

III. Selim yapacağı işin şart olduğunu biliyordu, bu yüzden "Viyanaya sefaret vazifesi ile gönderdiği bir zata (Ebu Bekir Ratıb Efendi) Avusturya'nın bütün müesseselerini görüp, tetkik etmesi ve incelemelerinin neticesinden kendisini haberdar eylemesi vazifesini vermiş idi.

Ratıb Efendi 8 aylık seyahatinde elde ettiği bilgileri pâdişâha aktarmış, pâdişâh bu bilgilerden çok istifade etmişti. İlk önce 12 bin kişilik modern bir piyade birliği kurulmak üzere teşebbüse geçildi. 1602 gönüllü ile levent çiftliğinde talimlere başlandı. Muallimleri Fran¬ız ve İsveçli idi. Yeniçeriler böyle müstakil bir rakibe tahammül edemeyecekleri için "Talimli asker" resmen Bostancı Ocağı'na ilhak edildi ve hatta "Bostancı Tüfenkçisi Ocağı" sayıldı."

Böylece, Türk ordusuna yeni isimler de girmiş oluyordu; Binbaşı, Yüzbaşı v.b. "Erkan-ı harbiye heyetleri de işte o zaman kurulmuştur."

III. Selim'i böyle bir ordu teşkiline sevk eden sebepler sıralanırken en önemli noktayı Yeniçerilerin bozulmuşluğu olarak görüyoruz. "Yeniçeri olmak için, yeniçerilik haklarından faydalanmayı sağlayan ve bir nevî maaş cüzdanı olan esâmi elde etmek kâfi gelmektedir. Çiftçiler, esnaf ve daha başka iş güç sahipleri, şu veya bu şekilde ve çok defa para ile esâmi satın alarak, yeniçeri sıfatını kazanmışlardır. Herhangi bir meslek ve aile sahibi olan bu gibi kimselerin, askerî tâlim ve terbiye ile uğraşacak zamanları olmadığı gibi, işlerini ve ailelerini bırakarak, harp yapmağa da heves ve istekleri yoktur." Bu tip insanlarda vatan-millet sevgisi ve utanma duygusu da olmadığı için, devletin hayrına yapılan işlere ilk karşı çıkanlar da bunlar oluyordu.

Levent'te kurulan kışlaya izafeten "Levend Çiftliği Kanunnamesi" adı verilen bir de kanunnamesi olan Nizam-ı Cedidin ayrı hazinesi olacaktı, bunun için tedbirler alındı, para kaçakları önlendi; bundan cam yananlar da tabi ki bu işi yapanlara düşman kesildi. Nizam-ı Cedit Hazinesi'ne biriken paralarla Üsküdar'da bir kışla yapıldı; bugün "Selimiye Kışlası" diye anılan muhteşem bina.

Üçüncü Selim'in bütün meselesi İstanbul'da değildi. Eyaletlerde de asayişsizlik almış başını gidiyor. Kuzey Afrika'da Cezayir, Tunus, Trablusgarp karışık, Mısır, Bağdad ona keza, Suriye, Lübnan, Filistin, Hicaz karışık. Balkanlar kaynıyor, eşkıyalık ortalığı kasıp kavuruyor "ayan" denen derebeyleri türemiş, bazı ayan aileleri, Anadolu ve Rumeli'nde geniş çevrelere hâkim olmaya başlamışlardı. Yozgat'ta Çapanoğulları, Manisa'da Karaosmanoğluları, Çukurova kuzeyinde Kozanoğulları gibi aileler, bunların en tanınmışlarıdır.

Yangın!

Alacağımız olayları sıralarken III. Selim'in çektiği sıkıntılar devamlı en başta görünüyor. Orduları bozulan bir devletin başına, belki de hiç ummadığı bir zamanda geçip, bütün dertleri yüklendi. İrili ufaklı düşmanları yetmiyormuş gibi, padişahların çoğuna "illallah" dedirten yangın onu da ihmal etmedi. Bütün meselelerin çözümünü ona bağladığı Nizam-ı Cedid'le uğraşırken, Balık Pazarı dışındaki Hisar iskelesinde bir yangın çıktı. Bir sürü mahalleyi kül yığınına çeviren alevler 11 saat devam etti. Yanan ev ve işyeri sayısı belli değil.

Pazvandoğlu İsyanı

Devlet bünyesi, aldığı yaraları sarmaya mecal bulmamışken dışarıdan ve içeriden tekmelenmesi bitmiyor. Merkez, taşra ile münasebetinde gevşek. "Afrika'daki Garp ocakları adeta müstakil hâle gelmiş, Mısır yerli beyler elinde, Suriye'ye Cezzar Ahmed Paşa hakim, Bağdad havalisi Kölemen hükümeti halini almış, Mecid'de Vehhabiler -kendi anlayışlarına göre- dinî bir idare kurmuş, Rumeli ve Anadolu'da derebeyleriyle âsiler türemiş."

Rumeli'de Pazvandoğlu, Efendisinin hastalığından istifade eden hain uşak gibidir. Yanına topladığı bir yığın eşkıya ile şehirleri basıyor, evleri, camileri ateşe veriyor, önüne çıkan insanları öldürüyor.

Yaptığı ilk harekete göz yumulması âsî cesaretini gemlenemez hâle getirmiş, devlet merkezinin şimdilik alil vaziyette oluşunu kendi gücünün sınırsızlığı saymış, çevresinde tam manâsıyla terör estiriyor.

Pazvandoğlu Osman Ağa asker kaçağı bir yeniçerinin oğludur. Babası, devlete isyan ettiği için başı kesilerek idam edilmişti. Babasının yolundan giden Osman Ağa an be an onun akıbetine yaklaşıyor, bu arada günahsız ince inşam da malından ve canından ediyor.

Kendisine benzeyen binlerce eşkıya ile hiçbir temeli olmayan arzularının peşinde kaderlerine koşuyorlar.

İşi o kadar ilerlettiler ki Pazvandoğlu, adamlarından birini Niğbolu'ya mütesellim yaptı. Sanıyordu ki, artık o yörede devlet kendisidir. Yakıp yıktığı şehirlerin, canına kıydığı insanların hesabı sorulmayacak! Kendisine sorulursa Köroğlu rolü oynadığını söyleyecektir. Bir rivayete göre meydana çıkışı da Köroğlu gibiymiş. Hakları yenen insanların koruyuculuğuna soyunmuş, ıslahata ve fazla vergilere karşı gelerek, kendisini halka sevdirmiş, hareketlerinin ölçüsünü mâkul seviyede tutmayı bilmemiş.

Herhalde, III. Selim'in Nizâm-ı Cedid hareketi Pazvandoğlu'nun manivelası olmuş. Yapılan menfi propaganda, yapılması kararlaştırılan ıslahatı insanlara kötü tanıtınca şansı artmış âsinin.

Nizamı Cedid'e karşı hoşnutsuzluğu bulunan İstanbul'daki yeniçeriler de onu destekleyince, kasırga gibi esmeye başlayan Pazvandoğlu, Bâb-ı Âli tarafından âsi ilan edilip "hurûc ale's-sultan" fetvasıyla idamına karar verilir. Ancak; vaktiyle, küçük bir fermanla iki kapıcıbaşı gönderip en uzak ülkedeki en nüfuzlu şahsiyeti idam eden hükümet bu kararını uygulayacak güçte değildir. Bir savaşta ihmali görülen paşayı vezir-i âzam idam ettiriyordu. Pâdişâhın bir yan bakışıyla vezir-i âzam ipi boynuna kendi eliyle geçiriyordu. O günler çok gerilerde kalmış. Şimdi bir yeniçeri oğlu Rumeli'nde Sofya, Niş, Niğbolu, Rusçuk, Belgrad, Semendire gibi şehirlere taarruz ediyor, şehirleri yangın yerine çeviriyor. Pâdişâh fermanı hiçbir tesir gösteremiyordu: Bu Pazvandoğlu, Sırp bağımsızlığının yolunu açmakla, cürmünü ve ihanetini büyütmeye devam etmekteydi.

Napolyon Bonapart'ın Sahneye Çıkışı

Üçüncü Selim canavarlar kafesine düşmüş bir güvercin gibiydi. Yaratılışındaki ince ruhluluk, güzel sanatlara karşı meyli ve kabiliyeti ile, yapmak zorunda olduğu vazifeler hiç uyuşmuyordu. Rusya'da Çariçe Katerina tam bir kan emici olmuş etrafa saldırıyor;

Avusturya'da bir başka hesabın takipçileri, Fransa'da ortaya çıkan bir general ki, dünyanın bir numarası olmaya aday; tam manasıyla "olmak" tutkunu. Henüz adını duyuramamış ama bunun yollarını arıyor. Kendisini sahneye bir atabilse, marifetlerini gösterecek; kendisine lâyık gördüğü yere gelebilecekti. Türkiye ile ilgilenmek geldi aklına ve "Selâmet-i Umumiye Komitesine" şu dilekçeyi verdi:

"Rusya İmparatoriçesi'nin Rusya-Avusturya dostluk bağlarını kuvvetlendirdiği bu devirde, Türkiye'nin askerlik bakımından hatırı sayılır bir hale gelmesi için, Fransa'nın elinden gelen her şeyi yapması kendi çıkarınadır."

"Bu devletin kahraman, fakat harp sanatının prensiplerinden anlamayan pek çok milis askeri vardır."

Napolyon'un dilekçesi devam ediyor, özetle: "Türkiye'ye gitmeme müsade edilirse, Türklere harp sanatını öğretirim; böylece vatanıma büyük hizmet etmiş olurum. Zira Türkiye'nin ayakta kalmasında Fransa'nın menfaati vardır."

Napolyon Bonapart, bu dilekçesinden sonra İtalya ordusu başkumandanı olacak, zaferler kazanacak, fikrini değiştirecek ve diğer Avrupalılar gibi, Ruslar gibi o da "vurun abalıya" diyecektir. Ona göre de artık "Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzeredir, Türkiye'yi savunmayı düşünmek beyhudedir."

Vay benim zavallı memleketim!

Napolyon, Türkleri düşünmeden edemiyordu. Önce "Kahraman" fakat "harp sanatını bilmeyen" millete bu sanatı öğretmek için gönüllü idi; sonra vazgeçti; daha sonra da "bari kötülük yapayım" diyerek, Mısır'a saldırmaya karar verdi.

Napolyon'un İskenderiye'yi İşgali (2 Temmuz 1798)

Napolyon, Fransa'ya ihtilâlin armağanıdır, "dehâ"sını gösterme fırsatını iyi kullanıp, İtalya'ya karşı çok önemli bir savaş kazanmıştı. Devamı için; hedefini belli etmeden Mısır'a yönelmiş; yolda şaşırtmacalar yapıp Malta'yı almış, hiç beklenmedik bir günde (1 Temmuz 1798) Fransız donanması İskenderiye'de görünüvermiş. Gemi sayısı 280–450 arası söyleniyor. Asker 38 bin 60 bin arası gösterilir; ama generalin yaşı değişmiyor 29. Üçüncü Selim'den genç. Aralarında 8 yaş var.

Napolyon, sanki Lavrens'in öncüsüydü. İskenderiye'de askerini hemen saldırıya geçirmiyor, halka bir beyanname yayınlayıp, kendisine zemin hazırlamayı tasarlıyor. Müslümanlığı beğendiğini, pâdişâhın dostu olduğunu, pâdişâhın otoritesine gölge düşüren, emir dinlemeyen kölemenleri cezalandırmaya geldiğini, başka niyeti olmadığını duyuruyor. Niyeti daha önceden anlaşılamadığı için Türkiye tarafından müdafaa tedbiri alınmamıştı. Kölemenlerin çabası kâfi değildi. İskenderiye kolayca Napolyon'un eline geçti.

Kahire'nin Napolyon'a Boyun Eğişi (22 Temmuz 1798)

Napolyon savaşta harab ettiği İskenderiye Kalesi'ni tamir ettirdikten sonra, buraya 3000 asker yerleştirdi. Artık İskenderiye elde edilmiş olduğundan yeni maceralar araması lazımdı. Bir nehir filosu hazırladı. Raşid ve Rahmaniye yoluyla Kahire'ye geldi. Kölemen Beyleri birbiriyle çekişmekteydiler. Fakat Napolyon'a karşı birleşme lüzumunu his ve tercih ettiler. Kölemen Beyleri Osmanlı valisiyle de anlaşarak, müşterek düşmana karşı beraber savunma hazırlığı yaptılar.

Napolyon büyük savaşçıydı ve Mısır'a gelirken göze aldığı riskler vardı. Karşısına muazzam bir ordu çıkmalıydı, başında zaferler kazanmaya alışmış Paşası olmalıydı. Memluklardan Murat Bey'in 10 000 kişilik askeri Rahmaniye'de, Mısır Beylerbeyi Vezir Ebubekir Paşa'nın 20 000 kişilik ordusu Cize'de birkaç saatte dağıldı. Napolyon'un askerlerine yaptığı konuşmada, onları şevke getirmek için:

"Askerler, bu Ehramların üstünden size kırk asır bakıyor!" demesi ile savaşın adı konmuş, bu savaş tarihe "Ehramlar Savaşı" olarak geçmişti.

Napolyon'un, şeref için savaştığını söyleyen birine "herkes kendinde olmayan şey için savaşır, ben para için savaşırım" dediği meşhurdur:

Napolyon savaşıyor ve bütün savaşları kazanıyor ama askerlerine zulüm yaptırmıyor, sadece soygun yaptırıyordu. Paraya karşı tavrı yukarıda gösterildi. "Yalnız güneye kaçan Memlûk Murad Bey'in zevcesi Nefise Hanım'dan 120 000 altın aldılar. "Zenginleri haraca kestiler." Gafil avlanan kölemenleri ağır bir hezimete uğrattılar. "Fransa yüzyıllarca kendisine her türlü yardımda bulunmuş olan dost bir devlete (Türkiye) karşı ihanette bulundu.

Bugün nasıl ki "devletlerin dostu değil menfaati olur" düsturu geçerli ise, o gün de öyle idi. Napolyon bunu açık bir biçimde ispatlamıştı. Geçmişte yaptığı yardımları düşünüp esef edecek bir Türkiye'nin kazanacağı sadece hayâl kırıklığıdır, alacağı ders ise, geleceği belki kurtarabilirdi.

Bab-ı Âli'nin Kafası Karışık

Fransa Mısır'a çıkarma yaptığı günlerde, Rumelinde Pazvandoglu belasıyla uğraşan Osmanlı ordusu bir şey yapacak imkândan yoksundur. III. Selim Devlet erkanıyla hareket tarzını tayin için bir araya geldiğinde farklı görüşler dile getiriliyordu. Bir kısmı: "Derhâl Fransa'ya harp açalım" derken, padişah maceradan uzak, akıllı davranmak gerektiğini savunuyor; "Yarın, başka yerlere de aynı şey yapılırsa" korkusu ile şu görüşü beyan ediyordu: "Tedarikât-ı seferiyede gayet acele olunup ilan-ı harp hususunda teenni ve bataati birle bir miktar vakit te¬darik eylemek iktiza eyler zannederim."

"Germiyetlü Mora'ya vesair serhadlara takviyet verilse ve buğzu anda olan devletlerle muhabere olunsa ve Mısır'ın hâli ne suret kesbeyler bilinse bâdehû ilan-ı harp olunsa. Altı senedir bizi kâfirler iğfal eyledi. Biz dahi altı mah kadar onları iğfal eyleyüp mümkün mertebe işimize baksak. Hele ilan-ı harp hususu gayet mülahaza ******ürür maddedir."

İngilizler İşe Yaradı

Bâb-ı Âli Fransızlar'a karşı davranış tespitine uğraşırken birileri boş durmuyordu. Akdeniz hâkimiyeti için birbirleriyle rekabet halinde olan İngiltere, Fransız donanmasının peşinden yetişip İskenderiye'de feci şekilde mağlub ediyor. 17 Fransız gemisinden 13'ü batırılıyor; Napolyon'un gururu İngiliz Amiral Nelson'un ayaklarının altında çiğneniyordu. (1 Ağustos 1798) Çünkü: Ebuhır koyunda batan Fransız gemileri aynı zamanda Napolyon'un memleketiyle bağlantısının da kesilmesi demekti. Devamlı takviye olamayan, vatanına durumunu bildiremeyen kumandanın yapabileceği fazla bir şeyi kalmamış oluyordu. Geçici de olsa, asrın şımarık çocuğu galibiyetin kendisine bile ihanet edeceğini anlamıştı. Karalara, denizlere sığmayan, dünyanın hâkimi olma sevdasıyla tutuşan mağrur general dünyanın uzak bir köşesinde, Ehramlar diyarı Mısır'da esir durumuna düşmüştü. Bu durum, Osmanlı Devleti'ne yaptığı kalleşliğin, İngilizler eliyle cezalandırılması sayılsa herhalde, uygundur.

Savaş Fetvası

İngilizlerle dostluğu yok Bâb-ı Âli'nin; Ruslarla düşmanlık ileri derecede... hele Kırım yüzünden; derin yürek yarası var. Fransızların yaptığı ve yapacağı daha ötelere geçince, Fransızlar Ruslarla, İngilizlerle menfaat kavgasına düşünce, III. Selim'e ince siyaset yolu görünüyor. Müşterek düşmana, müşterek tavır!

Önce Napolyon'un Mısır'daki nazik durumu cesaretlendiriyor Bâb-ı Âli'yi; Şeyhülislâm'a soruluyor:

"Françe keferesi bilad-ı islâmiyeden Eâzım-ı emsar-ı devlet-i âliye-i ebediyyulkarar olan Mısır ve havalisini bağteten istilâ etmeleriyle ehalisi defe kadir olmasalar îmamülmüslimin seyyidüsselatîn pâdişâhımız hazretlerine kefere-i mezbureyi def için berren ve bahren irşat edip mukatile etmeleri şer'an vacip olur mu? Elcevap "olur". (2 Eylül 1798)

Vezir-i âzam İzzet Mehmed Paşa 3 yıl, 10 ay, 12 günlük vazifesinden alınıp Sakız'a yollanır. Ezurum Beylerbeyi Yusuf Ziyaeddin Paşa onun yerine sadârete getirilir. Ocak 1799'da Ruslarla ve İngilizlerle ittifak imzalanır.

Napolyon'un Mısır'da rahat durması düşünülemezdi. Fransa adına yapacağı fetihler onu bekliyordu. 10 Şubat 1799'da Kahire'den hareket eder, Gazze ve Remle'nin işini çabuk bitirir, Yafa'da biraz uğraşır; acısını da 4 bin Arnavut askerini kılıçtan geçirmekle çıkarır.

Kasaptan Kaçan Kahraman

Kahire'de, İskenderiye'de halka iyi davranmıştı, burada çok kötü. "Müslümanlarla beraber Hıristiyanların da katliâmı Napolyon'a karşı umûmî bir nefret uyandırmıştır. 10 bin kadar asker ve sivili kılıçtan geçirerek yerli halkın gözünü korkutmaya çalıştı. 19 Martta Akka Kalesi önüne geldi. Akka! İşte Napolyon Bonapart'ın tosladığı sarp kaya... Akka Kalesini müdafaa eden "Cezzar Ahmed Paşa Boşnaktır. "Kasap" mânâsma gelen "Cezzar" kan dökücülüğünden ve gaddarlığından kinayedir. Suriye'ye hakim olmak sevdasıyla İstanbul hükümetine kafa tutmakla meşhurdur. Napolyon hiç ummadığı bir yenilgiyle, büyük zayiatlar verdikten sonra Kahire'ye kaçmıştır. Hem de gece karanlığında, ağırlıklarını gömerek. Maiyetindeki generallere Kahire'de söylediği sözler: "Akka'da durdurulmasaydım belki şark imparatoru olurdum!"

"Akka müdafaası Bonapart'm ilk yenilgisi idi. İhtilâlin yenilmez Fransız ordusu artık yenilmişti. Bonapart başarısızlığını örtmek için bir beyanname yayınlayarak Mısır'a yürümekte olan Türk ordusunu yendiğini ve Suriye seferinin bu suretle sona ermiş olduğunu ilân etti ise de kimse inanmadı."

18 Martta Akka'da bozulan Fransız ordusu Ebuhır'a saldırdı. (25 Mart) Kaleyi koruyan Köse Mustafa Paşa başarı gösteremeyince, binlerce asker şehit olup, kale Fransızların eline geçerken Mustafa Paşa da Napolyon'a esir düştü. Bilahare büyük Osmanlı ordusunun Mısır'a yaklaşmakta olduğu haberi Napolyon'a ulaşınca Mısır'ı terk etmek mecburiyetinde kaldı. (22.8.1799) Mısır macerası 1 sene, 1 ay, 21 gün süren Bonapart kale muhasarasına tövbe etmiş, Akka yenilgisini ömür boyu unutamamıştır.

Napolyon bir generalini Başkomutan tayin edip, Mısır'dan gizlice ayrıldı. Savaş ve hastalıktan arta kalan ordusu Mısır'da kaldı.

İstanbul'dan çıkan 60 bin kişilik Osmanlı ordusu, Vezir-i âzam ve Serdarı Ekrem Yusuf Ziyaeddin Paşa komutasında Gazze'ye gelmişti. Burada Fransız General Kleberle önce sulh yolu denendi. Fakat sonradan işlerin istendiği gibi gitmemesi savaşı mecburi kıldı ve savaşta Türk ordusu yenildi. Bir defa da Mısır Beylerbeyi Fransızlara saldırmayı denedi, o da yenildi: Daha sonra "14 Haziran'da Kilisli Süleyman Bey adlı 24 yaşındaki bir Türkün Kleber'i hançerleyerek öldürmesi Fransızların durumunu bozdu ama ele geçirilen Süleyman Bey işkence altında şehit edildi. Artık Fransızlar'ın da dayanacak güçleri kalmamıştı. Devamlı eriyen ordunun yardım alma imkânı da bulunmadığı için Mısır'ı boşaltmaya mecbur oldular:

Amgen Barışı

Rusya ile dost kalmanın zorluğunu bilmeyen devlet adamı yok. İngiltere'nin sömürgeci zihniyeti de malûm. Napolyon'un saldırganlığından ürken devletimiz Rusya ve İngiltere ile Fransa'ya karşı ittifak yapmıştı. Bonapart'ın Mısır'dan çekilmesiyle tehlikenin ortadan kalktığı görüldü. Bundan sonra Fransa'dan ziyâde Rusya ve İngiltere'nin tehlikeli olabileceği anlaşılıyordu. Bunlarla dostluğun istikbali karanlık sayılınca Fransa'ya yönelindi. İstanbul'un Paris Elçisi Esseyyid Ali Efendi tesisine çalışılacak barış görüşmesine memur edildi. Bonapart'ın güttüğü siyaset İngiltere ile Rusya'nın arasını açmak üzere kuruluydu. Kendisine karşı Osmanlı dostluğu göstermelerine alınmıştı. Tabii ki siyasetin amacı, yararın zararını menfaate çevirmekti.

Diğer şartların da desteğiyle Napolyon iki devletin arasını açmaya muvaffak oldu. Adı anılan üç devlet ayrı ayrı hesaplarında Osmanlı düşmanlığını birinci planda tutuyordu.

Fransa elinde bulunan Rus esirlerini güzelce giydirip, fidyesiz olarak teslim etti. Ayrıca Bonapart Malta Şövalyeleri'nin mukaddes saydığı bir kılıcı Çar I. Pol'e takdim etti. Neticede Fransa Rusya dostluğu başlamış oldu. İngilizlerden ayrılan Rusya Fransa'ya bir şey yapamayacağı gibi, Rusya'dan ayrı İngiltere de Fransa'yı korkutamazdı.

Hülyaları sınırsız olan Napolyon karşısında kuvvetli düşmanlar bırakmamak için şartları zorladı. Şimdi Rusya ile de anlaştı, Osmanlı ile anlaştı, hareket alanını genişletti. Hem, Rusya'nın Osmanlı Devletiyle ilgili hesabı çok işine yaradı. Bonapart, Rusya’nın Osmanlı ile ilgili düşüncelerini de bir özel mektupla desteklediğini kurnazca bildirdi. Şöyle: "Rusya'da bir adamınız olması çok lüzumludur. Osmanlı İmparatorluğu uzun müddet devam etmeyecektir. Eğer I. Pol nazarlanm bu cihete çevirirse müşterek menfaatimiz olacaktır."

Napolyon dünya imparatorluğu kurmaya çalışırken Osmanlı'yı -kısmen-Rusya'ya peşkeş çekmekten geri kalmadı. Avusturya da, Osmanlı mirasının taksiminde önemli pay sahibi olacaktı. Bonapart Avusturya'ya Osmanlı'dan nereleri almak istediğini sorduğunda beklediği gibi cevap almıştı: "Sırbistan, Bosna-Hersek, Eflâk-Boğdan ve Bulgaristan." Rusya, İran, Afganistan ve Buhara'ya kadar bütün bölgeyi alıp Hindistan'a kadar ilerleyecek, İstanbul ile ilgili hesaplan malûm. Fransa'nın hesabı Mısır ve Suriye'ye yerleşip Doğu Akdeniz hâkimiyeti kuracak... Bütün bu hesaplar Osmanlı-Fransız dostluk anlaşması yapılırken düşünülüyor. Osmanlı Devleti sağlığına kavuşmak, bedenine arız olan mikrobu defetmek için ilaçlar denemeye devam ediyor. Mısır'da Napolyon'a karşı savaşa sürdüğü Nizâm-ı Cedid'in fazla varlık gösteremediği de ayrı bir dert sayılır.

Taif'te Vahhâbiler'in İsyanı (18 Şubat 1803)

Mecidli Şeyh-Muhammed ibni Ab-dülvahhab, Hanbeli mezhebi ulemâsıdır. Uygulanmasını istediği kurallar Ahmed bin Hanbel'den bazı yerlerde ayrılır. Çok katıdır.

Yazdığı risalelerde, dinî meselelerde yeni şeyler söylüyor: Amel imandandır, diyor. Böyle olunca bir vakit namazın terki küfürdür, öyleyse namazı terk eden kâfir olur ve kâfirin kanı heder ve malı helâldir.

Abdülvahhab, ayrıca kabirlerin gösterişli olmamasını, enbiyadan, evliyadan medet umulmamasını, türbe inşasını yasaklıyor. Bid'at olduğu gerekçesiyle tespih çekilmesi dahi hoş görülmüyor Abdülvahhab'ın mezhebinde.

Onun İslam çerçevesi bu kadar daraltılınca insanların büyük bölümü çerçevenin dışında kalıp, kâfir sayılıyor, kâfirin kanı heder, malı helâl olduğu da belli!

Abdülvahhab kızını vererek Mecid Emiri Muhammed İbni Suud'u damad edinmişti. Damad kayınbabasının esaslarını kabul edince, mücadelesi kolaylaştı. Yağmadan hoşlanan Bedeviler de işin içinde olunca Taif'in işgali zor olmadı. Mecid, Bahreyn, Lahzâ'dan sonra Basra ve Bağdad tehlikeye girdi. Umman, Moksad, Hicaz, Yemen ve Ceziret-ül Arab'ın her tarafı bu fırtınayla çalkalandı.

Vaziyetin korkunç bir hal alması Mekke şeriflerini İstanbul'dan yardım istetmeye şevketti. Ulema şeri araştırmalarla oyalanırken, Abdulvahhab'ın adamları yağma ve katliâm ile Taif'i harab etti.

Suud hanedanının daha doğrusu Arabistan'ın Vehhabiliği buraya dayanıyor. Halen Arabistan'ı yöneten Suud Hanedanından bir kraldır, devletin adı bunun için Suudi Arabistan'dır ve mezheben Vahhabi'dirler.

Osmanlı Devleti'nin kolları kısaldığı, gücü azaldığı için uzaklara gidemiyor, kolu yetişemiyor, yavaş yavaş uzak diyarlar elden çıkıyor. Merkezin zayıf olduğu hissedilince, bırakın binlerce kilometrelik yolu, en yakında bile başkaldırmalar oluyor da, yetişmekte güçlük çekiliyor.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

İşte bir kurtarıcı isim! Mısır'da, bir kelime Arapça bilmeyen, Türkçe okuma yazması olmayan "fakat son derece zeki, muhteris, maksadına ulaşmak için bütün yollan mubah sayan, icabında merhametsizce kan dökebilen bir adam." Mısır'a 200 gönüllünün kumandan muavini olarak gelip kurnazlığı, cesareti ve girişkenliği ile kendi yıldızım kendi parlatan adam 30 yaşında basit bir "Mehmed Ali Ağa" olarak geldiği Mısır'da hanedanlığının temellerini atıyordu. Siyasi kurnazlıklarıiyi bilen Ağa, Mısır'ın sosyal karışıklığını kendi menfaatine kullanmayı becerir, Bâb-ı Âli'de Mısır'ı kurtaracak tek şahıs intibaı uyandırır ve 6 senelik gayreti semeresini verir. İstanbul'a gönderdiği âsi kelleleri ona vezâret payesiyle Mısır Beylerbeyliği'ni getirir. Artık Mehmed Ali Paşa'dır. (8.7.1805) Zavallı Osmanlı; başına büyük bir dert almıştır. İleride, Anadolu'da bunun oğluyla Osmanlı ordusu savaşacak, bin türlü sıkıntılar yaşanacaktır.

Kavalalı Mısır'da asayişi sağlayıp, devlet otoritesini yerleştireceğim diye, kendi devletini kurmaya çalışırken, diğer taraflar daha iyi değildi. Balkanlar kaynıyordu. "Vidin'deki Pazvandoğlu, Rusçuk'taki Tersenikli / Tirsinikli oğlu İsmail Ağa ve Edirne'deki Dağdevirenoğlu Mehmed Ağa" birer habis ur gibi kesilip atılmayı bekliyorlardı. Nizam-ı Cedid İstanbul'da, Anadolu'da teşkil edilmiş; semeresi alınmaya başlanmıştı.

Kadı Abdurrahman Paşa Karaman Beylerbeyi'dir. Anadolu'da Nizam askerini mühim bir kuvvet haline getirmişti. Görünüşte, Rumeli (Sırp) isyanlarını bastırma bahanesiyle Karaman'dan getirildi. Yanında 24 000 Nizam-ı Cedid askeri var. Paşa'ya yüklenen asıl vazife Nizâm-ı Cedid'in teşkiline çalışması idi. Üçüncü Selim Abdurrahman Paşa'nın askerlerini çok beğendi, bir aydan fazla İstanbul'da eğleyip yaptıkları manevraları seyretti.

Üçüncü Selim'in yenilikten hoşlanması acaba her yeniyi sevdiği mânâsına mı geliyordu? Tabii ki değil. Savaşsız yaşanmayan dünyada, eskiden olduğu gibi, girdiği savaşı kazanan ordu lazımdı; bizim ordu yenilgiye ayarlanmış saat olmuş. Yeni usullerle yapılan savaşlarda Rusya dahil, bütün devlet askerleri Türk askerinden daha başarılı, çünkü onlar köhnemiş usulleri terk etmiş. Peki, madem böyle, devlet adamlarından bazıları neden pâdişâhın görüşünü paylaşmıyor? Bunlar hain mi?

Rusya ile mütareke görüşmeleri yapılıyor, Avusturya ile harpten yeni çıkılmıştı. Pâdişâh devlet adamlarından layihalar istedi. Sadrâzam Koca Yusuf Paşa, sudurdar Veli Efendizâde Emin, Defterdar Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi, Enverî Efendi, Hıristiyan Bertrant ki Türk ordusunda hizmet gören bir subay, İsveç elçiliğinde memur D'Ohssan, adı yazılmayanlarla beraber toplum 22 kişi layihalar hazırlandılar. Bunlardan bir kısmı Yeniçeri Ocağı ile diğer ocakların kanunî devri kanunnâmelerine göre düzenlenmelerini, bir kısmı yukarıdaki görüşe ilaveten Frenk eğitim ve öğretim usullerinin kabulünü, bir kısmı da Yeniçeri Ocağı'nın bir kenarda bırakılıp, Frenk esaslarına göre yeni bir ordu kurulmasını istiyordu.

Üçüncü Selim çoğunluğun kendi isteğine yakın sözler söylediğini gördü. İşin bu kadar kolay olacağım herhalde tahmin etmiyordu.

Karaman Beylerbeyi Kadı Abdurrahman Paşa'yı 15 Temmuz'da İstanbul'dan Edirne'ye gönderirken her ne kadar tedirgin idiyse de içine kötülük olacağı endişesi düşmemişti. Fakat hiçbir şey basit değildi:

Vezir-i Âzam İsmail Paşa Nizâm-ı Cedid'e karşıdır; bunu pâdişâha söylemez ise de, veliahd Şehzade Mustafa ile anlaşıp, Rusçuk'taki âsi Terseniklioğlu'na haber göndererek, pâdişâh ordusuna karşı mukavemetini teşvik etmiştir. "İşte bundan dolayı, diğer Rumeli ayanlarını da etrafına toplayıp Edirne'ye kadar gelen Terseniklioğlu, Kadı Paşa'nın işi yatıştırmak için gönderdiği adamları idam ettirmiştir." Bunun üzerine, 24 bin kişiyle harekete geçen Kadı Paşa, Silivri ve Çorlu'da eşkiyaları imha ediyordu. Pâdişâh durumu öğrenince ince hislerinin emrini dinleyip "Etfâl ve aceze-i nisvan pâymâl olur" diye dönüş emri verdi. Müslüman kanı dökülmesin düşüncesi ile yarınları için önemli bir hata yapmıştı.

Âsiler işi iyice azıtırlar ama Terseniklioğlu da bu arada öldürülür, yerine Türk Tarihinin unutulmazları arasına katılacak olan Rusçuk Ayam Alemdar Mustafa Ağa geçer.

Rumeli III. Selim'i gözden çıkarmış; hutbelerde ismi okunmuyor. Yılanın başını ezme fırsatını değerlendirmeyen pâdişâhın pişmanlığı ileride hiçbir işe yaramayacak, hataların telâfisi olmayacaktır...

Sırp İsyanı

Vidin'de, asker kaçağı bir yeniçerinin oğlu olan (Pazvandoğlu Osman Ağa'yı yola getiremeyen Bâb-ı Âli, acziyetini örtmek için ona geniş selahiyetler vererek bir de vezir rütbesiyle taltif etmişti. O ise, yine isyan ederek Sırpları katliâma girişti. Fransız ihtilaliyle dünyaya yayılan "milletlerin hürriyeti" ateşi Sırpların da yüreğine düşmüş, onlar da bağımsız Sırbistan bayrağını açmışlardı. Başlarına geçen Kara Yorgi adlı bir haydut Rusya ve Avusturya'dan İslavlık adına aldığı yardımlarla gücünü artırmıştı. Ruslar Karadağlıları da isyan ettirince, Balkanlardaki Osmanlı gücü iyice zaafa uğruyor, Bâb-ı Âli Kara Yorgi ile sulh yapmak zorunda kalıyor ve bu sulh sonucu Belgrad Sırplara teslim ediliyor. (13 Aralık 1806) İstanbul, Kara Yorgi ile fazla uğraşacak halde değildi, zira Ruslarla savaşın eşiğine gelinmiştir...

Türk-Rus Türk-İngiliz Savaşı (22 Aralık 1806)

Sekiz sene önce Fransızlara karşı, müşterek menfaatler Türkiye ile Rusya'yı yan yana getirmişti. Çok hızlı dönen dünyanın çabuk değişen şartlan, şimdi bu iki devleti savaşa tutuşturuyordu. Ne yazık ki, adet üzere yine Türkiye kaybediyor. Bender, Hotin, Akkerman kalelerinden Türk askeri çekiliyor; yani bu kaleler Ruslara teslim ediliyor...

Savaşın başlama sebebi: Napolyon Bonapart Avrupa'da zaferler kazanıyordu. Osmanlı Devleti kâğıt üzerinde de olsa Fransa'yla dosttur. Dostumuzun zaferi, İstanbul'da Rusya ile İngiltere'nin itibarını sarsıyor. Osmanlı-Fransa işbirliğine dönebilecek bir hava koklayan Rusya'nın huzurunun kaçtığı sıralarda Napolyon meşhur elçi General Sebastiyani'yi İstanbul'a gönderiyor. Dananın kuyruğu geriliyor. Bundan sonra olanların başlatıcısı İngiltere'nin İstanbul Sefiri Sir Arbuthnot am, gerekçe Sebastiyani'nin gelişi değil, gelişiyle beraber yaptırdığı azildir.

Sebastiyani, Osmanlı'daki Fransa muhabbetini değerlendirmek isteyip, Rus taraftarlığı bilinen Eflâk Beyi Konstantin İpsîlanti ile Boğdan Beyi Aleksandr Moruzzi'nin azillerini rica etti. Bu rica derhal yerine getirildi. Bundan sonra Boğazlar Rus gemilerine açılmadı. Rusya protesto etti, İngiltere Elçisi Sebastiyani'nin kovulmasını istedi. Alınan red cevabı üzerine İngiliz elçisi İstanbul'dan ayrıldı. (29 Ocak 1807).

Herhalde ince siyaseti bilmemenin sonucudur. Bir devletin sevgisini kazanmak uğruna iki büyük devletin düşmanlığını tahrik pek de ucuza mal olmamıştır. Rusya harb ilanına lüzum görmeden yapacağını yapmaya çalışırken Türk tarafı hiç hazırlıklı değildi.

Ayrıca, Çanakkale Boğazı'nı zorlayan İngiliz donanması Kurban Bayramı sabahı boğazı geçmeye başladı. 60 kadar askerini kaybedip, çok az hasar görerek Marmara'ya girdi. Osmanlı'ya ait birkaç küçük gemi bu arada yandı.

İngiliz donanması Kınalı Ada önünde demirledi. İstanbul'a şimdiye kadar böyle yaklaşan donanma olmamıştı. Milli duyguların coşmasına sebep olan bu görüntü, pâdişâh başta olmak üzere asker, sivil bütün milleti kurtarma hareketine sevketti. Gerekli tedbirler alındı, yapılacak hücum yapıldı, İngiliz donanması iki gemi ve bir miktar asker kaybı ile Bozca Ada'ya kadar kaçabildi. Bu kadar az zayiatla kurtulduğu için Allah'a şükreden İngiliz kumandan, geldiğine bin pişman olmuştu. Onu böyle, cehennemden kaçar gibi arkasına bakmadan gönderen, hâlâ kaybolmamış olan millî duygudan başka bir şey değildi. Yani Türkler'deki millî duygu.

İngilizlerin donanması Çanakkale Boğazı'ndan kaçabildiğine sevinirken, bütün İngilizler İskenderiye'de bayram yaptı. 20 Mart 1807'de, bazı hainlerin yardımını gören İngilizler, şehri teslim aldılar.

Kabakçı İhtilâli

Üçüncü Selim'in gördüğü en büyük belâ ne Ruslardır, ne İngilizler, ne Fransızlar... Memleketin içinde bulunduğu çöküntüyü gidermek, devletin ömrünü haysiyetiyle devam ettirmek için düşündüğü çareleri uygulamak, uygularken aşın derecede merhametli olmak. İşte pâdişâhın en büyük düşmanı; yüreğinde yatan merhametidir. Hiçbir yenilikçi, bazı eski kafaları yok etmeden başarıya ulaşamamıştır. Üçüncü Selim bir eliyle şiirler yazıp, bir eliyle besteler yapacak, musiki aletleri çalacak, eline kılıç almadan asırların kökleştirdiği alışkanlıkları değiştirecekti, olmadı.

İ. H. Danişmend Kabakçı İhtilâli'nin çıkmasının 22 tane sebebini sıralıyor. 21.'si son derece haris ahlâksız bir herif olan sadâret kaymakamı "Adı Musa, boyu kısa, sakalı köse" Selanikli Musa Paşa'nın, ikiyüzlü, yenilik düşmanı Şeyhülislâm Topal Ataullah Efendi ile işbirliği. 22.'si III. Selim'in muktedir bir yardımcıdan mahrum kalmasıdır.

Köse Musa masallarda anlatılan köselerdendir. Fitne fücur kaynıyor. İngilizce bildiği için "İngiliz" denilen ve o sıralarda boğaz nazırlığında bulunan eski Reis ül Küttâb Raif Mehmed Efendi ile Bostancıbaşı Şahin Bey'in Karadeniz boğazında muhafız yeniçeri yamaklarına Nizam-ı Cedid elbisesi giydirmekle görevlendirilmeleri Köse Musa'nın işidir. Aynı şahıs ayrıca yamaklara gönderdiği haber de der ki:

"Nizam-ı Cedid elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz tard edileceksiniz. Belki Nizam-ı Cedid sizi öldürecek." Bunun üzerine yamaklar: "Biz kuloğlu kuluz ve ebaanced yeniçeriyiz, Nizam-ı Cedid elbisesi giymiyoruz" diyerek ayaklandılar. İngiliz Mahmud Efendi'yi katlettiler. Çeşitli bahanelerle Bâb-ı Âli'yi tazyike başladılar ve başlarına da bir Reis buldular, bu Kabakçı Mustafa'dır.

Kastamonulu Mustafa da bir neferdi; Karadenizli yamaklar onun liderliğinde, "istemezük" naraları atacaklardı. Bunların haklı tarafları var mıdır? Sadece yeniliklere red midir kavga sebebi? Hayır: Ahmed Cevdet Paşa beri tarafın suçlarını da sayıyor.

Nizam-ı Cedidçiler Lâle Devri eğlencelerine dalmışlar. Nizam-ı Cedid iradından bir sürü zengin türemiş. Halk yiyecek ekmek bulamaz durumda iken, Cedidçilerin uşakları, hademeleri bile bolluk içinde yüzüyordu. Yılmaz Öztuna soruyor: Pâdişâha kızanların ağzından "hiç pâdişâha tanbur çalmak, ney üflemek yakışır mı? Pâdişâhın kız kardeşlerinin, Boğaziçi'nde Avrupa usulünde döşenmiş saraylarında serbest bir hayat yaşamaları, Melling gibi Avrupalı ressamlarla görüşmeleri, Şeyh Galib gibi şairlerle samimiyet kurmaları, yakışık alan hallerden değildi. Şeyh Galib, Hatice Sultan'a aşk şiirleri yazacak kadar işi ileri ******ürmemiş miydi?

Asilerin reisi Kabakçı Mustafa İstanbul halkına meramlarını anlatmak için telallar çıkarıp, her yerde konuşturuyordu. "Ey ahâli, meramımız Nizam-ı Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar."

Nizam-ı Cedid düşmanları Kabakçı’nın yanında toplanırlar. Veliahd Şehzade Mustafa pâdişâh olma özlemiyle, Şeyhülislâm Ataullah Efendi'yle Köse Musa III. Selim'i devirme hırsıyla Kabakçı'ya destek olmaya çalışıyorlar. Musa Paşa, padişaha korkulacak bir şey olmadığını, isyan hareketinin çabucak söneceğini anlatıyor, Nizam-ı Cedid askerlerine de kışlalarından çıkmamalarını söylüyor. Topçu Ocağı âsilere karşı koymaya hazırdır; Musa Paşa onlara; "karşı gelmesinler, bu iş cümle ittifakıyledir" diye haber gönderiyor.

Üçüncü Selim işin nerelere varacağını anlamıştır; Köse Musa'ya, "Bu işlere sebep benim hilmimdir (yumuşaklık)" demesi bundandır.

Kabakçı Mustafa'nın başını çektiği âsiler güruhuna Topçular ve Cebeciler de katılınca azgın ve güçlü durumda Sultanahmed Meydanı’na geldiler. Onların esas yöneticileri Şeyhülislâm ile Köse Musa Paşa, bilhassa Köse her şeyi ayarlamıştı. Üçüncü Selim kan dökmeyi isteseydi vaktinde bu hareketi tesirsiz hâle getirebilirdi ise de, artık iş işten geçmişti. Nizam-ı Cedidi kaldırdığına dair bir Hattı Hümâyun yazdı, ama bu kâfi değildi. Henüz, Haseki Halil Ağa ile Raif Mahmud Efendi isimli iki Cedid taraftarı parçalanmıştı. İhtilâl dediğin biraz kelle ******ürmelidir!

Kabakçı Mustafa'ya akıl hocası Köse Musa Paşa bir liste verdi. Padişahtan kellesi istenen onbir kişinin ismi yazılı burada. Bunlar İbrahim Kethüda, Bahriye Nazırı Hacı İbrahim, Rikap Kethüdası Hacı Mehmet, Reisülküttap Vekili Ahmet, Enderun ricalinden Sırkâtibi Ahmet ve başkaları "Sultan Selim bunlardan üçünü çıkararak kurtarmıştır. Zavallı pâdişâhın bu sırada."

"Benim için kan dökülmesin, benim yüzümden ümmet-i Muhammed'e zarar gelmesin!" dediğini İ.H.D. yazıyor.

E.Z. Karal ise; listede ismi geçenleri pâdişâhın verdiğini, âsilerin onları parçaladığını yazdıktan sonra devamla: "Fakat onları kuran devlet ricali bu kadarı kâfi görmüyorlardı. İstanbul Kadısı âsilerin yanlarına gönderildi ve onlarla şu meselenin münakaşasına başladı:"

"Bundan sonra bu pâdişâha eminiyet olabilir mi? Şeyhülislamı çağınp soruyor âsiler. Soru; cevabı emrediyor:

"Sultan Selim'in saltanatta istiklâli yok. Hükümeti birtakım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevku safa ile meşgul. Devlete getirdikleri de fukaraya ve reayaya zulüm yapıyorlar; böyle bir pâdişâhın hilafeti sahih midir?" El cevap: "Sahih değildir." Ataullah Efendi hal fetvasını yazar. Âsîler bağrışırlar:

"Sultan Selim'i istemiyoruz, Sultan Mustafa Efendimizi istiyoruz!"

Pâdişâha hal fetvasını ******üren heyet "kapılar kapalı olduğu için kızlar ağasına bir tezkire yazdırıp âsilerin "kabl-el-cülûs" dağılmayacakları bildirilmiş. Ağa da bu meşun tezkireyi "mührünü fekketmeden" büyük pâdişâha takdim etmiş ve işte bunun üzerine "zâlike takdir-ül aziz-ül alîm" âyeti kerimesini okuyan muhterem Sultan Selim'i Salis amcasının oğlu Dördüncü Mustafa'nın saltanatını tebrik etmiştir."

Sultan Selim'e yakınları "orduyu hümayunu İstanbul'a çağırarak isyanı bastırmasını" teklif etmişler, bu teklife cevabı şu olmuştu: "Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca'ya gelir."

Necip Fazıl Kısakürek "Yeniçeri" adlı kitabında, özel üslubuyla yeniçerileri yedi kat yerin dibine batırırken, Prusya Sefiri Dietz'den "Bu hükümdar hüner ve marifetçe, fikir ve dirayetçe milletinin çok üstündedir..." Fransa Sefiri Şuazöl-Gufye"den; "Üçüncü Selim Türkiye'de bir Büyük Petro olmak istidadındadır" sözlerini alır ve kendi görüşünü şöyle özetler: "Üçüncü Selim'in her türlü ince anlayışına rağmen sert ve hamleci bir seciye taşımadığı ve dervişlikle karışık bir sanatkâr mizacı içinde aksiyonculuk ruhuna yabancı kaldığı"

Şu söz de Üstad'ın: "Yeniçeriler Genç Osman'dan Üçüncü Selim'e kadar beyni ezen yumruk halinde geldiler."

Yaşadığı zamanı kendine uyduramayanı, zaman kendine uyduruyor yahut Üçüncü Selim misâli eleğin altına geçiriyorlar. Devlet yönetiminde başarılı olabilmesi için asileri tepeleme gücüne, belki de vicdansızlığına sahip olmalıydı. Kader hükmünü böyle icra edecekmiş, etti. Kendisi her şeyin fâni olduğunu bilerek saltanat sürdü, yazdığı şiirde kendine, gafil olmamasını ihtar etti. Karakterini değiştirmesi mümkün olmadığı için kendine tembihi şiirde kaldı.

"Serir-i saltanatda olma gafil bir an ey İlhamı

Sana da bakî kalmaz bu bir çarh-ı devrândır"

diyordu. Devrâna kurban oldu. Ve bir de şöyle yazmıştı bahtsız pâdişâh:

"Millet ve devlete lâyık mı bu vaz-ı nâ sûz

Bunun encamını fehîme Selim mecburuz"

Üçüncü Selim'in Ölümü Dördüncü Mustafa'nın saltanatı zamanındadır.

İnce ruhlu padişah, mutlaka gönlünü boş bırakmamış âşık da olmuştur ama, hiçbir kadınına ana olma zevkini tattıramamıştı, kendisi de babalık duygularını yaşamamış.

1761'de dünyaya gelip 27 yaşında tahta oturan Üçüncü Selim "18 sene, 1 ay, 22 gün saltanat sürmüş, 46 yaşının içinde tahta veda etmiştir. 29 Mayıs 1807.

Link to comment
Share on other sites

DÖRDÜNCÜ MUSTAFA

(29 Mayıs 1807 – 29 Temmuz 1808)

29mp1.jpg

Birinci Abdülhâmid'in Nüket Seza isimli kadınından 1779 senesinde dünyaya gelmişti. Üçüncü Selim de tahta geçtiği zaman bu yaştaydı. 18 sene hüküm sürerek kocadı. Yapmaya çalıştığı işlerin altında ezildi. Gücü ellerinde bulunduranların kafasını değiştirmeden, düzeni değiştirmenin mümkün olmadığını, belki anlamıştı ama tahtı altından kayıp gitmişti. Şimdi o tahta amcası I. Abdülhâmid'in oğlu Dördüncü Mustafa oturuyor. Onu bekleyen zorluklar, III. Selim'e göre daha az değildir. Saltanatı borçlu olduğu bir takım zorba ve o zorbalara yön çizen zorba başılar, devlet ipini elinde tutmak isteyeceklerdi. Sultan Mustafa, Sultan Selim'e zulmeden Köse Musa Paşa ile Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi'yi nasıl idare edecekti?

"Dördüncü Mustafa zekâca zayıf sayılırsa da, çok kurnaz ve o nispette de haris olduğu muhakkaktır." Kendisine evladı gibi bakan Pâdişâha karşı ihtilalcilerle işbirliğine girmesi ayıplarından biridir. "III. Selim ve Nizam-ı Cedid'e cephe almış olması affedilemez." Tarih de affetmeyecek onu, içinde bulunduğu şartlar da... III. Selim gibi akıllı bir adam bile etrafına toplayacağı devlet umuru çekecek devletliler bulamayıp yalnız kalırken, Sultan Mustafa'nın işi tabii ki çok zor olacaktı.

Zorluklardan ilki cülusunun ikinci günü önüne dikildi. İhtilâl yapıp, onu pâdişâh tayin edenler, hayatlarını garantiye almak istiyorlardı. Biliyorlardı ki, yeni hükümdarın ilk işi eski hükümdarı devirenleri yok etmek olur, çaresi; bir "hüccet" almaktır. İsteklerini sıralayıp, ulemaya bir hüccet yazdırırlar; buna göre, devlet adamlarından bazıları III. Selim'i kandırıp, Nizam-ı Cedit'i kurdurmuşlar, bunun yüzünden konan vergiler, bunlara yapılan masraflar memleketi fakir düşürmüş. Kâfirleri taklit ederek yapılanlar milletin dinî inançlarına uymamış, bu durum karşısında ocak ağalan bazı devlet adamlarıyla ve ulema ile anlaşarak kanun ve şeriat dairesinde saltanat değişikliği yapmışlar. Yapılan bu işten kimse sorumlu değildir.

Âsiler canları korkusundan böyle bir güvence isterken, bulundukları durum itibariyle haklıydılar. Pâdişâhın da bir garantiye ihtiyacı olması normaldir. Mademki bir önceki pâdişâha yaptıklarından dolayı yeniçeriler kabahatli sayılmayacak, karşı istek de en az bunun kıvamında olmalıydı. Dördüncü Mustafa hüccetin üstüne yazdığı Hattı Hümâyun'da "Bundan sonra cüz'i ve küllî umur-ı saltanatı seniyeme müdâhale etmeyip, ecdad-ı izamım zamanlarında olduğu gibi, her bir hususta emru fermân-ı şahaneme inkıyad ve mutâvâtu üzre olunacaktır" dedi. Eğer böyle olursa iki taraf da birbirinden memnun yaşayacaktı. Sultan Mustafa hücceti tasdik ettikten sonra, bir nüshası Bab-ı Âli'de kaldı, diğeri Yeniçeri Ocağına teslim edildi. (Bir buçuk asır sonra Türkiye Cumhuriyeti aynı hallere aşina olacaktır.)

İsyancılar böyle bir anlaşma ile dokunulmazlık sağladıktan sonra, kendilerine yeni makamlar tanzim ettiler.

Kabakçı Mustafa "Turnacıbaşı" rütbesiyle Boğazın Rumeli kale ve tabyaları kumandanlığına getirildi. İhtilâlin hain siması Kaymakam Köse Musa Paşa bir müddet fırsattan istifade ile şunu bunu haraca kestikten sonra Bursa'ya sürüldü.

İbrahim Hilmi Paşa sadâretten azl edildi. Çelebi Mustafa Paşa Sadrâzam ve Serdar-ı Ekrem oldu.

"İki yıla yakın bir zamandır devam eden ve Türkiye'nin aleyhine gelişen Türk Rus savaşı 25 Ağustosta bir mütareke yapılarak bir yıl için durduruldu."

Osmanlı-Rus Harbi 8 ay, 4 gün devam etmiş, Rusya Napolyon'un baskısıyla sulh yapmaya mecbur olmuştu.

14 Eylül 1808'de İngilizler İskenderiye'den çekildiler. "Bu tarihe kadar Mısır gümrükleri İstanbul’dan idare edildiği halde, Mehmet Ali'nin, İskenderiye'yi harben teslim alması üzerine gümrükler de kendisine bırakılmış ve Mısır valisi muhtariyete doğru mühim bir adım atmıştır."

Sultan Dördüncü Mustafa bu kadar hareketli geçen günler arasında acaba Padişahlığının farkına varabiliyor muydu? Memleketine bir şeyler yapabilmek için hayal kurabiliyor muydu? Yoksa bu bulanık havada hiçbir şey görememenin üzüntüsünü mü yaşıyordu.

Üçüncü Selim'in hal'inde dahli olanlardan Şeyhülislâm Ataullah Efendi azledilip, o makama Samanı Zade Ömer Hulusi Efendi atandı ise de, ihtilalin kuvvetli adamlarının el altından çabaları ile Yeniçeri subayları, edep perdesini yırtarak Ataullah Efendi'nin yine eski yerine getirilmesini isteyip, bu isteklerinde ayak direyince, ister istemez, ertesi günü meşihat makamında bırakıldı."

İhtilalciler bir hüccetle kendilerine dokunulmamasını sağlarlarken hükümet işlerine karışmama garantisi vermişlerdi; ama siyasetten bir türlü ellerini çekemiyorlar. Ataullah Efendi vazifesinde kalınca Köse Musa Paşanın ikinci defa Sadâret Kaymakamlığı vazifesine tayinini yaptırıp eski günlere döndüler, fakat bu sevinç de fazla sürecek değildi!

Sultan Mustafa Osmanlı tahtında oturuyor; nasıl oturuyor, neler yapıyor? Tarih kitapları onunla ilgili bilgiler vermez; zamanı, onun etrafında gelişen olaylarla anlatılır. Kısa saltanatı sırasında, en öne çıkan isim Alemdar Mustafa Paşadır: Renkli bir simadır bu paşa. Biraz ona bakalım.

Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa

Bir Yeniçeri olan Mustafa Rusçuk'ludur. "Rusçuk Bulgaristan'da bir kaza merkezi ve Tuna üzerinde bir liman"

Osmanlı Cihan Devleti'nin küçücük bir parçası olan bu şehirde doğan Mustafa, burada büyür asker olur, devletine hizmet için savaşır. "1768–1774 Osmanlı-Rus Harbi'nde bölüğünün bayrağını/sancağını taşıdığı için, böyle ünlenir."

Daha önce kısaca geçmiştik; Rusçuk Ayanı Terseniklioğlu öldürülmüş, Mustafa Ağa onun yerine Rusçuk ayanı olmuştur. (24 Haziran 1806) Ruslara karşı kazandığı başarılar devlet tarafından takdir edilip, vezirlik rütbesiyle mükâfatlandırılmış, artık onun adı Alemdar Mustafa Paşa'dır. Okuma-yazma bilmemesi meziyetlerini ortadan kaldırmıyordu. Mert, dürüst, açık sözlü, cesur, devletine bağlı, üstelik yeni fikirlere de açıktı. Bilgisinin kıtlığını bildiği için, bilgililere önem verip onlardan istifade etmeye çalışıyordu. Üçüncü Selim'e ölümüne bağlı idi. Onun Nizam-ı Cedid'ini benimsemiş, uğradığı haksızlığa içerlemişti. İstanbul'da sıkıntıya düşen, belli başlı Nizam-ı Ceditçiler Rusçuğa sığınıyorlardı. Nizam-ı Cedit aşkıyla önemli vazifelerde bulunan, malum neticeden sonra Alemdar'a sığınan Galip, Refik, Ramiz, Behiç, Tahsin Efendiler, Rusçuk Yaranı olarak anılmaya başlamışlardı. Alemdar Mustafa Paşa ile plânlar hazırlayıp tatbikata koyacaklar, Üçüncü Selim'i tekrar tahta oturtacaklar.

Peki! Bu iş nasıl olacak? Alemdar İstanbul'a nasıl gelecek? "Cebren İstanbul'a yürüse büyük ölçüde kan döküleceği gibi, Üçüncü Selim de katledileceği için, maksat gerçekleşmezdi."

Burada, bilgisi fazla olmayan, aklı ince işlere -şeytanlığa- ermeyen Alemdar, diğer Rusçuk yaranı ile fikir yürüterek yol bulmaya çalışır. Varılan karar neticesi:

— "Önce Refik Efendi, sonra Behiç Efendi İstanbul'a gelip, devlet yöneticilerinin yakınları olan kişilerin içlerine girip, İstanbul zorbalarının devlet işlerine burunlarını soktukları, Zat-ı Şahanenin (hükümdarın) bir Şeyhülislâmı görevinden atacak gücü (N. Vukuat) olmadığı, devlete bağlı kişilerin kan ağladığı, bütün bunlara Alemdar Paşanın çok üzüldüğü, anlatıldıktan sonra. Eğer Padişah isterse Alemdar Mustafa Paşa gelip eşkıyaya haddini bildirmeye hazırdır" denecek.

Tespit edilen program dahilinde birer birer İstanbul'a gelen Üçüncü Selim taraftarı Alemdar Mustafa Paşa'nın adamları, vazifelerini bi hakkın yaptılar. Hiç kimsenin hiçbir şeyden şüpheleri olmadı.

Pâdişâh Dördüncü Mustafa'ya yakınlığı olan insanlara, Sultan Selim'in öldürülmesini bile taahhüd ederek baykuş yüreklerini, can alacak yerlerinden aptal aldatan yemlerle avlayıp kendilerine bağladılar.

Bir taraftan Pâdişâh yakınları Alemdar'ın iyi niyetine inandırılırken, diğer yandan da Vezir-i âzam Çelebi Mustafa Paşa ikna ediliyordu. Edirne'de bulunan Vezir-i âzamın izni olmadan, Alemdar'ın ordu ile İstanbul'a gelmesi olacak iş değildir. İşler konulan plân dahilinde yürürken Kapdan-ı Derya Seyyid Ali Paşa da Alemdar tarafına geçer.

Pâdişâh, Alemdar'm Şeyhülislam Ataullah Efendi ile Kabakçı Mustafa'yı cezalandırmak istediğine, hatta Üçüncü Selim'i öldürebileceğine inandırılmıştı. İstanbul'a gelmesine müsaade etti.

Sadrâzamın da gönlü yapılmış, Alemdar'ın, Pâdişâhın saltanatına yardımcı olmak için İstanbul'a gitmek isteyişi, kafasına yatmıştı. Rusçuk'tan 16.000 askeriyle Edirne'ye gelen Alemdar, bu kalabalığı ile biraz ürküntü vermektedir. Eskiden aralarının hoş olmamasına rağmen, Alemdar'ın Sultan Mustafa'ya bağlılığına inandırılan Sadrâzam, Ramiz ve Refik Efendilerin peşindedir; onlar da bu işlerin nasıl yürüdüğünü iyi bildiklerinden, ikisini dost etmeyi becermişlerdi:

Şimdi, bütün mesele İstanbul’a gitmekte. Padişaha sorulan meselelerin çabuk netice vermediği, ama, onun orduyu İstanbul'a istediği; Serdar-ı Ekreme, Alemdar'ın adamları tarafından anlatılıyordu. Rusya ile yapılan mütarekenin Edirne'de ordunun kalmasına lüzum bırakmadığı, beyhude masrafların devlete yük olduğu, bir an evvel İstanbul'a gitmenin Pâdişâhı da sevindireceği Sadrazamın kafasına yerleştirilmişti. "Sulh olursa ne ala, savaş olursa İstanbul'da hazırlık yapılır."

Birkaç gün içerisinde İstanbul'a gi¬mek için karar verilince, Alemdar, "Öyle ise ben de beraber geleyim, efendimizin yüzünü göreyim ve ayaklarına yüz süreyim." diyor. Alemdarın destekçileri "çok iyi olacağını, söyleyince, Sadrâzam itiraz etmiyor ve beraber yola düşüyorlar." (14 Temmuz 1808)

"Ordunun hareketinden evvel Alemdar Mustafa Paşa, Boğaz Nazırı Kabakçı Mustafa'nın idamı için Boğazhisarı âyânı Hacı Ali'yi bir miktar süvari ile doğru Karadeniz Boğazındaki Rumeli Feneri kalesine göndermişti."

"Boğaz Nazırlığında bulunduğu için Rumeli Fenerinde oturan Kabakçı, 13 Temmuz Çarşamba gecesi sabaha karşı evinde muhasara edilmiş, Hacı Ali Ağa hareme girip Âsim Efendiye göre zifaf neşesi içinde bulunan Kabakçı'nın kafasını kesmiş ve ordu Çorlu Konağına geldiği sırada Alemdar'a yetiştirmiştir."

Kabakçı'nın idamı büyük şaşkınlığa sebebiyet vermiş, Boğaz yamakları, reislerinin ortadan kaldırılışına isyan ederek; Bâb-ı Âli'ye yürüyüp; bu işin kim tarafından yapıldığını, yaptırıldığını öğrenmek istemeleri heyecan dalgasının genişlemesine sebep olmuştu. Bâb-ı Âli'nin haberi yoktu. "Tahkik olunsun" diye emir verilir. Yeniçeriler de merak içerisindeler ama beklemeyi tercih ederler. Yamaklar o kadar sabırlı olamazlar. Fener kalesini kuşatırlar, derken top tüfek sesleri yükselir. İstanbullular olanların farkında değildir.

"Kabakçı'nın kuvveti dünyayı titretirken bu adamlar ondan çekinmeden nasıl gelebilmişler, buraları bilinmiyordu. Bu yüzden de olaya herkes başka bir mânâ veriyor; kimi bu olayın hemen peşinden devletçe zorbalara hücum emri verilmişse bu emir Yeniçerilerin infialine sebep olmaz mı? Kimi de Sultana karşı çıkan ve isyana öncülük edenler sonunda belasını bulmaz mı? diye çeşitli boş dedikodular yapıyorlardı. Halk böyle şeylerle meşgulken Bağdad'lı Hacı Ali Ağa gelip, ordu ile Alemdar Paşanın İstanbul'a gelmekte olduğunu haber verdi. Gece karanlık bastıktan sonra Şeyhülislam ve Kaymakam Paşa saraya davet edilerek durum bildirilince, beklenmedik bu haber ikisinin de akıllarını başlarından aldığı için (kendi kendilerine böyle bir harekete cesaret etmeleri çeşitli zararlar doğurur, fakat izni Pâdişâhı ile olmuş ise ona bir diyecek yoktur.) diye Pâdişâhın izni olup olmadığını sormaları üzerine saf Pâdişâh başta Behiç Efendinin İstanbul'a gelişinde telkin ve öğretildiği gibi izin yazmadım diye yemin ederek onları ikna ettikten sonra (yarın ulema, Yeniçerinin büyükleri ile Sekbanbaşı ve diğer vükelâ davet edilerek yapılacak toplantıda ne karar verilirse bana bildirilsin.) diye emretti.

19 Temmuzda İstanbul'da İncirli Çiftliği'ne gelen Serdar'la Alemdar'ı karşılamaya, Şeyhülislâm'la devlet erkanı gittiler. "Pâdişâh da Sancağı Şerifi İncirli ile Davutpaşa arasındaki Kırk Kavak mevkiinde karşılamıştır." Alemdar'ın bundan sonra yaşayacağı her an önemlidir ve enteresan sahnelerle doludur. Kendisi resmiyetten anlamayan bir dağ adamıdır, uyulacak kuralları yakınları telkin eder, o da becerebildiği nisbetle uyar. İncirli Çiftliğine "hoşgeldin" ziyareti için gelen Şeyhülislam Efendi ile karşılaşmaları ve aralarında geçen konuşmalar bir yanıyla hoştur amma, diğer yanıyla acı. Koskoca bir Devlet-i Âliyye'nin en önemli mevkilerinde bulunan insanların durumunu, dolayısıyla devletin durumunu göstermesi bakımından üzüntü vericidir. Pâdişâhın acziyeti de bunlara ilave edilince, muhatabımız devletlerin başında bulunanlarla mukayese edip ağlasak yeridir.

Alemdar, ziyaretine gelen Şeyhülislâmı, Köse Kethüda'nın teşvikiyle çadırından çıkıp dışarıda karşılar ve "Buyurun Efendi, buyurun sizler hem başı büyük hem işi büyük zümredensiniz, size itibar göstermeye herkes mecburdur" diyerek, çekingen davranan Şeyhülislâmı başköşeye oturtur. Başı büyük sözünden rahatsız olan Şeyhülislamın yüzü renkten renge girer.

Pâdişâhla karşılaşılınca, önce Serdâr-ı Ekrem tarafından ayak öpülür, sonra Alemdar tarafından. Burada, Rusçuk yaranından Râmiz Efendi Alemdar'a Sultan Mustafa'yı tevkif etmesini teklif eder, "Mertliğe mugayir"dir diye reddeder Alemdar Paşa. "İşte bu mükemmel fırsatın kaçırılması zavallı Sultan Selim'in felaketine sebep olmuştur."

Alemdar'ın şehre girişi 21 Temmuz Perşembe günüdür. Merhum Ahmed Cevdet Paşa'dan dinleyelim. Tarihi Cevdet'te diyor ki:

"Kabakçı'nın idamına isyan eden yamaklar, işin Alemdar tarafından yaptırıldığını öğrenince, niçin idam edildiğini bile soramadılar. Kedi gibi halkın yüzüne atılan yamaklar kedi görmüş fareye döndü. Köpek gibi, sokaklarda namuslu kimseleri bıktıran zorbalar kuzu gibi uslu oldu. Bu sebeple halk huzura kavuştu. Zira Alemdar Paşanın öteden beri gözü pek ve şiddet taraftarı olduğu Tuna boyunda büyük küçük herkes tarafından biliniyordu. Böyle ansızın kalabalık bir askerle istila eder gibi İstanbul'a girince halkı korku ve dehşet kapladı. İstanbul'da kurt ile kuzu beraber gezmeye başladı. Kimse devlet işine karışmak şöyle dursun ne olacak diye sormaktan bile çekiniyordu."

Alemdar Paşa ve askerlerinin İstanbul'da estirdiği hava bu. Alemdar, devletin görev verdiği, yetki verdiği bir devlet adamı ama, bu görevi de yetkiyi de nasıl kullanacağı merak konusudur. Nizami de olabilir, tersi de. Daha doğrusu; belirli nizamlarla arası hoş değildir, içinden nasıl gelirse öyle hareket eder. İşte herkesi ürküten mesele! Acaba ne yapacak?

Alemdar Mustafa Paşanın arzusu ise Üçüncü Selim'i yeniden tahta geçirip, eski nizamı tesis etmek, sonu nereye varır? Orasını Allah bilir!

Alemdar, kalabalık Rumeli askerleriyle Bâb-ı Âli'ye gelip Sadrâzamla görüşür. Topal Ataullah'ı Şeyhülislamlıktan azlettirir, yerine Arab zade Arif Efendi getirilir. Bir iki gün içinde, Üçüncü Selim'in azlinde rolü olanlar görevlerinden uzaklaştırılıp, zorbalar iyice sindirilir. Bir hafta hiç bir iş yapmadan vakit geçiren Alemdar'a Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, yaptığı hizmetler için teşekkür edip, artık Rusçuk'a dönebileceğini, söyler. Alemdar 28 Temmuz Perşembe sabahı 15 binden fazla askeriyle Bâb-ı Âliyi basar. Vezir-i âzam "Çelebi Mustafa Paşa'ya küfür, beddua, hışım ve kinle (bre herif Mührü Hümayunu ver) der demez Çelebi Mustafa Paşa kendini kaybederek titrek elini kah cebine, kah koltuğunun altına ******ürerek nihayet Mührü Hümayunu çıkarıp teslim eder."

Alemdar Mührü Hümayunu aldıktan sonra Mustafa Paşayı çıplak bir beygire bindirip Çırpıcı Karargahına gönderdi.

Bundan sonra Alemdar'ın yapacağı iş, Üçüncü Selim'i kurtarmaktı. Şeyhülislâm Arapzâde Arif Efendi'ye: Ulemâ, ricali devlet ve Rumeli ağaları ve Anadolu hânedanları Sultan Selim Han Efendimizin cülusunu istiyorlar; bunu Sultan Mustafa'ya haber ver" dedi. Sultan Mustafa tahttan çekilmek istemedi. Alemdar bunun üzerine kuvvet kullanmaya karar verdi. Saray kapısının kırılmasına başlandı."

Üçüncü Selim'in Öldürülüşü (28 Temmuz 1808)

İsmail Hami Danişmend; bir, sancağı şerifi karşılamaya geldiğinde Dördüncü Mustafa'yı tevkif etmeyişine; bir de, burada yaptığı hataya hayıflanarak Alemdar'a buğz eder. "Bab-üs selâm" denilen Orta Kapudan içeri girerek Kubbe altına kadar ilerlemiş, Kızlar Ağası Küçük Mercan Ağayı işte oraya çağırtıp, Arap zade ile beraber hem meseleyi Sultan Mustafa'ya tebliğ etmiye, hem Sultan Selim'i dışarı getirmiye göndermiş ve cehaletiyle saflığından dolayı en büyük gafletini işte burada göstererek. "Bab-üs saâde" yahut "Ak Ağalar Kapusu" denilen üçüncü kapıyı tutmamıştır.

Sultan Mustafa'ya hiçbir şans tanımayacak durumda iken fırsatı kullanamayan Alemdar, sonunda kendisi de vicdan azabından kahrolacaktır amma iş işten geçmiştir. Sultan Mustafa İç kapuyu kapattırır ve amcası Üçüncü Selim ile kardeşi Şehzade Mahmud'un idamlarını emreder. Şayet bu iki idam gerçekleşir ise kendisine kimse dokunamayacak, çünkü tahta geçirilecek başka şehzade yoktur: "Bu emrin icrasını deruhte edecek Baş-çuhadar Gürcü Kölesi Abdülfettah, Hazine Kethüdası Sırp Köle Ebe-Selim, Hazine Vekili Zenci Nezir, Baş Emirâhur Deli Eyuboğlu Kör Mehmed, Tebdil Hasekisi Bağdadh Hacı Ali ve Bostancı Deli Mustafa ismindeki dönme ve devşirme hainler, yirmi kadar Sandalcı ve Bostancı ile derhal Sultan Selim'in dairesine saldırmış."

Bir rivayete göre ibadetle meşgulken, bir rivayete göre de ney çalarken hainlerin saldırısına uğrayan Üçüncü Selim'in yanında karısı Refet Kadın Efendi ile iki cariye vardı. Pakize adlı cariye yardıma çalışırken ellerinden kılıçla yaralanır, diğer cariye korkudan bayılır. Kadın Efendi bir darbeyle sedire yığılır kalır. "Silahsız olmasına rağmen III. Mustafa'nın oğlu kendisini cesaretle müdafaa eder. Katillerinin çoğunu yere serer. Fakat Nizam-ı Cedit çalışmalarında olduğu gibi, hayatının son dakikalarını müdafaada da yalnız kalmıştı."

İki saat kadar mücadele ettikten sonra, sağ şakağının derisini sakalıyla beraber çenesine indiren bir kılıç hayatına son verir. Bu arada Şehzade Mahmud'un hayatı kurtulur.

Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim'in cesediyle karşılaşınca "ciğeri parçalanmış, gözleri dolu dolu olarak (Vay efendim ben seni tahta çıkarmak için bu kadar yoldan koşarak gelmişken, şu gözlerim seni bu halde mi görecekti! Şu Enderun halkı dedikleri hainlerin hepsini öldürerek intikam alayım" deyip cesede sarılarak hıçkırıklarla ağlamış.

Üçüncü Selim 47. yaşının içinde iken şehid edilmişti. (29 Temmuz 1808 Perşembe)

Üçüncü Selim'in şehadetinden sonra çıkan bir şiiri:

Cümbüşünden duyarız vaz-ı sitem pişesini

Biz feragatle fakat meşgaleden mesruruz

Milletü devlete layık mı bu vaz'ı nâsöz

Bunun encamını tefhime Selim, mecburuz...

Sultan Mustafa'nın ve Alemdar'ın sonlarını II. Mahmud'un saltanatında göreceğiz.

Link to comment
Share on other sites

DÖRDÜNCÜ MUSTAFA

(29 Mayıs 1807 – 29 Temmuz 1808)

29mp1.jpg

Birinci Abdülhâmid'in Nüket Seza isimli kadınından 1779 senesinde dünyaya gelmişti. Üçüncü Selim de tahta geçtiği zaman bu yaştaydı. 18 sene hüküm sürerek kocadı. Yapmaya çalıştığı işlerin altında ezildi. Gücü ellerinde bulunduranların kafasını değiştirmeden, düzeni değiştirmenin mümkün olmadığını, belki anlamıştı ama tahtı altından kayıp gitmişti. Şimdi o tahta amcası I. Abdülhâmid'in oğlu Dördüncü Mustafa oturuyor. Onu bekleyen zorluklar, III. Selim'e göre daha az değildir. Saltanatı borçlu olduğu bir takım zorba ve o zorbalara yön çizen zorba başılar, devlet ipini elinde tutmak isteyeceklerdi. Sultan Mustafa, Sultan Selim'e zulmeden Köse Musa Paşa ile Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi'yi nasıl idare edecekti?

"Dördüncü Mustafa zekâca zayıf sayılırsa da, çok kurnaz ve o nispette de haris olduğu muhakkaktır." Kendisine evladı gibi bakan Pâdişâha karşı ihtilalcilerle işbirliğine girmesi ayıplarından biridir. "III. Selim ve Nizam-ı Cedid'e cephe almış olması affedilemez." Tarih de affetmeyecek onu, içinde bulunduğu şartlar da... III. Selim gibi akıllı bir adam bile etrafına toplayacağı devlet umuru çekecek devletliler bulamayıp yalnız kalırken, Sultan Mustafa'nın işi tabii ki çok zor olacaktı.

Zorluklardan ilki cülusunun ikinci günü önüne dikildi. İhtilâl yapıp, onu pâdişâh tayin edenler, hayatlarını garantiye almak istiyorlardı. Biliyorlardı ki, yeni hükümdarın ilk işi eski hükümdarı devirenleri yok etmek olur, çaresi; bir "hüccet" almaktır. İsteklerini sıralayıp, ulemaya bir hüccet yazdırırlar; buna göre, devlet adamlarından bazıları III. Selim'i kandırıp, Nizam-ı Cedit'i kurdurmuşlar, bunun yüzünden konan vergiler, bunlara yapılan masraflar memleketi fakir düşürmüş. Kâfirleri taklit ederek yapılanlar milletin dinî inançlarına uymamış, bu durum karşısında ocak ağalan bazı devlet adamlarıyla ve ulema ile anlaşarak kanun ve şeriat dairesinde saltanat değişikliği yapmışlar. Yapılan bu işten kimse sorumlu değildir.

Âsiler canları korkusundan böyle bir güvence isterken, bulundukları durum itibariyle haklıydılar. Pâdişâhın da bir garantiye ihtiyacı olması normaldir. Mademki bir önceki pâdişâha yaptıklarından dolayı yeniçeriler kabahatli sayılmayacak, karşı istek de en az bunun kıvamında olmalıydı. Dördüncü Mustafa hüccetin üstüne yazdığı Hattı Hümâyun'da "Bundan sonra cüz'i ve küllî umur-ı saltanatı seniyeme müdâhale etmeyip, ecdad-ı izamım zamanlarında olduğu gibi, her bir hususta emru fermân-ı şahaneme inkıyad ve mutâvâtu üzre olunacaktır" dedi. Eğer böyle olursa iki taraf da birbirinden memnun yaşayacaktı. Sultan Mustafa hücceti tasdik ettikten sonra, bir nüshası Bab-ı Âli'de kaldı, diğeri Yeniçeri Ocağına teslim edildi. (Bir buçuk asır sonra Türkiye Cumhuriyeti aynı hallere aşina olacaktır.)

İsyancılar böyle bir anlaşma ile dokunulmazlık sağladıktan sonra, kendilerine yeni makamlar tanzim ettiler.

Kabakçı Mustafa "Turnacıbaşı" rütbesiyle Boğazın Rumeli kale ve tabyaları kumandanlığına getirildi. İhtilâlin hain siması Kaymakam Köse Musa Paşa bir müddet fırsattan istifade ile şunu bunu haraca kestikten sonra Bursa'ya sürüldü.

İbrahim Hilmi Paşa sadâretten azl edildi. Çelebi Mustafa Paşa Sadrâzam ve Serdar-ı Ekrem oldu.

"İki yıla yakın bir zamandır devam eden ve Türkiye'nin aleyhine gelişen Türk Rus savaşı 25 Ağustosta bir mütareke yapılarak bir yıl için durduruldu."

Osmanlı-Rus Harbi 8 ay, 4 gün devam etmiş, Rusya Napolyon'un baskısıyla sulh yapmaya mecbur olmuştu.

14 Eylül 1808'de İngilizler İskenderiye'den çekildiler. "Bu tarihe kadar Mısır gümrükleri İstanbul’dan idare edildiği halde, Mehmet Ali'nin, İskenderiye'yi harben teslim alması üzerine gümrükler de kendisine bırakılmış ve Mısır valisi muhtariyete doğru mühim bir adım atmıştır."

Sultan Dördüncü Mustafa bu kadar hareketli geçen günler arasında acaba Padişahlığının farkına varabiliyor muydu? Memleketine bir şeyler yapabilmek için hayal kurabiliyor muydu? Yoksa bu bulanık havada hiçbir şey görememenin üzüntüsünü mü yaşıyordu.

Üçüncü Selim'in hal'inde dahli olanlardan Şeyhülislâm Ataullah Efendi azledilip, o makama Samanı Zade Ömer Hulusi Efendi atandı ise de, ihtilalin kuvvetli adamlarının el altından çabaları ile Yeniçeri subayları, edep perdesini yırtarak Ataullah Efendi'nin yine eski yerine getirilmesini isteyip, bu isteklerinde ayak direyince, ister istemez, ertesi günü meşihat makamında bırakıldı."

İhtilalciler bir hüccetle kendilerine dokunulmamasını sağlarlarken hükümet işlerine karışmama garantisi vermişlerdi; ama siyasetten bir türlü ellerini çekemiyorlar. Ataullah Efendi vazifesinde kalınca Köse Musa Paşanın ikinci defa Sadâret Kaymakamlığı vazifesine tayinini yaptırıp eski günlere döndüler, fakat bu sevinç de fazla sürecek değildi!

Sultan Mustafa Osmanlı tahtında oturuyor; nasıl oturuyor, neler yapıyor? Tarih kitapları onunla ilgili bilgiler vermez; zamanı, onun etrafında gelişen olaylarla anlatılır. Kısa saltanatı sırasında, en öne çıkan isim Alemdar Mustafa Paşadır: Renkli bir simadır bu paşa. Biraz ona bakalım.

Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa

Bir Yeniçeri olan Mustafa Rusçuk'ludur. "Rusçuk Bulgaristan'da bir kaza merkezi ve Tuna üzerinde bir liman"

Osmanlı Cihan Devleti'nin küçücük bir parçası olan bu şehirde doğan Mustafa, burada büyür asker olur, devletine hizmet için savaşır. "1768–1774 Osmanlı-Rus Harbi'nde bölüğünün bayrağını/sancağını taşıdığı için, böyle ünlenir."

Daha önce kısaca geçmiştik; Rusçuk Ayanı Terseniklioğlu öldürülmüş, Mustafa Ağa onun yerine Rusçuk ayanı olmuştur. (24 Haziran 1806) Ruslara karşı kazandığı başarılar devlet tarafından takdir edilip, vezirlik rütbesiyle mükâfatlandırılmış, artık onun adı Alemdar Mustafa Paşa'dır. Okuma-yazma bilmemesi meziyetlerini ortadan kaldırmıyordu. Mert, dürüst, açık sözlü, cesur, devletine bağlı, üstelik yeni fikirlere de açıktı. Bilgisinin kıtlığını bildiği için, bilgililere önem verip onlardan istifade etmeye çalışıyordu. Üçüncü Selim'e ölümüne bağlı idi. Onun Nizam-ı Cedid'ini benimsemiş, uğradığı haksızlığa içerlemişti. İstanbul'da sıkıntıya düşen, belli başlı Nizam-ı Ceditçiler Rusçuğa sığınıyorlardı. Nizam-ı Cedit aşkıyla önemli vazifelerde bulunan, malum neticeden sonra Alemdar'a sığınan Galip, Refik, Ramiz, Behiç, Tahsin Efendiler, Rusçuk Yaranı olarak anılmaya başlamışlardı. Alemdar Mustafa Paşa ile plânlar hazırlayıp tatbikata koyacaklar, Üçüncü Selim'i tekrar tahta oturtacaklar.

Peki! Bu iş nasıl olacak? Alemdar İstanbul'a nasıl gelecek? "Cebren İstanbul'a yürüse büyük ölçüde kan döküleceği gibi, Üçüncü Selim de katledileceği için, maksat gerçekleşmezdi."

Burada, bilgisi fazla olmayan, aklı ince işlere -şeytanlığa- ermeyen Alemdar, diğer Rusçuk yaranı ile fikir yürüterek yol bulmaya çalışır. Varılan karar neticesi:

— "Önce Refik Efendi, sonra Behiç Efendi İstanbul'a gelip, devlet yöneticilerinin yakınları olan kişilerin içlerine girip, İstanbul zorbalarının devlet işlerine burunlarını soktukları, Zat-ı Şahanenin (hükümdarın) bir Şeyhülislâmı görevinden atacak gücü (N. Vukuat) olmadığı, devlete bağlı kişilerin kan ağladığı, bütün bunlara Alemdar Paşanın çok üzüldüğü, anlatıldıktan sonra. Eğer Padişah isterse Alemdar Mustafa Paşa gelip eşkıyaya haddini bildirmeye hazırdır" denecek.

Tespit edilen program dahilinde birer birer İstanbul'a gelen Üçüncü Selim taraftarı Alemdar Mustafa Paşa'nın adamları, vazifelerini bi hakkın yaptılar. Hiç kimsenin hiçbir şeyden şüpheleri olmadı.

Pâdişâh Dördüncü Mustafa'ya yakınlığı olan insanlara, Sultan Selim'in öldürülmesini bile taahhüd ederek baykuş yüreklerini, can alacak yerlerinden aptal aldatan yemlerle avlayıp kendilerine bağladılar.

Bir taraftan Pâdişâh yakınları Alemdar'ın iyi niyetine inandırılırken, diğer yandan da Vezir-i âzam Çelebi Mustafa Paşa ikna ediliyordu. Edirne'de bulunan Vezir-i âzamın izni olmadan, Alemdar'ın ordu ile İstanbul'a gelmesi olacak iş değildir. İşler konulan plân dahilinde yürürken Kapdan-ı Derya Seyyid Ali Paşa da Alemdar tarafına geçer.

Pâdişâh, Alemdar'm Şeyhülislam Ataullah Efendi ile Kabakçı Mustafa'yı cezalandırmak istediğine, hatta Üçüncü Selim'i öldürebileceğine inandırılmıştı. İstanbul'a gelmesine müsaade etti.

Sadrâzamın da gönlü yapılmış, Alemdar'ın, Pâdişâhın saltanatına yardımcı olmak için İstanbul'a gitmek isteyişi, kafasına yatmıştı. Rusçuk'tan 16.000 askeriyle Edirne'ye gelen Alemdar, bu kalabalığı ile biraz ürküntü vermektedir. Eskiden aralarının hoş olmamasına rağmen, Alemdar'ın Sultan Mustafa'ya bağlılığına inandırılan Sadrâzam, Ramiz ve Refik Efendilerin peşindedir; onlar da bu işlerin nasıl yürüdüğünü iyi bildiklerinden, ikisini dost etmeyi becermişlerdi:

Şimdi, bütün mesele İstanbul’a gitmekte. Padişaha sorulan meselelerin çabuk netice vermediği, ama, onun orduyu İstanbul'a istediği; Serdar-ı Ekreme, Alemdar'ın adamları tarafından anlatılıyordu. Rusya ile yapılan mütarekenin Edirne'de ordunun kalmasına lüzum bırakmadığı, beyhude masrafların devlete yük olduğu, bir an evvel İstanbul'a gitmenin Pâdişâhı da sevindireceği Sadrazamın kafasına yerleştirilmişti. "Sulh olursa ne ala, savaş olursa İstanbul'da hazırlık yapılır."

Birkaç gün içerisinde İstanbul'a gi¬mek için karar verilince, Alemdar, "Öyle ise ben de beraber geleyim, efendimizin yüzünü göreyim ve ayaklarına yüz süreyim." diyor. Alemdarın destekçileri "çok iyi olacağını, söyleyince, Sadrâzam itiraz etmiyor ve beraber yola düşüyorlar." (14 Temmuz 1808)

"Ordunun hareketinden evvel Alemdar Mustafa Paşa, Boğaz Nazırı Kabakçı Mustafa'nın idamı için Boğazhisarı âyânı Hacı Ali'yi bir miktar süvari ile doğru Karadeniz Boğazındaki Rumeli Feneri kalesine göndermişti."

"Boğaz Nazırlığında bulunduğu için Rumeli Fenerinde oturan Kabakçı, 13 Temmuz Çarşamba gecesi sabaha karşı evinde muhasara edilmiş, Hacı Ali Ağa hareme girip Âsim Efendiye göre zifaf neşesi içinde bulunan Kabakçı'nın kafasını kesmiş ve ordu Çorlu Konağına geldiği sırada Alemdar'a yetiştirmiştir."

Kabakçı'nın idamı büyük şaşkınlığa sebebiyet vermiş, Boğaz yamakları, reislerinin ortadan kaldırılışına isyan ederek; Bâb-ı Âli'ye yürüyüp; bu işin kim tarafından yapıldığını, yaptırıldığını öğrenmek istemeleri heyecan dalgasının genişlemesine sebep olmuştu. Bâb-ı Âli'nin haberi yoktu. "Tahkik olunsun" diye emir verilir. Yeniçeriler de merak içerisindeler ama beklemeyi tercih ederler. Yamaklar o kadar sabırlı olamazlar. Fener kalesini kuşatırlar, derken top tüfek sesleri yükselir. İstanbullular olanların farkında değildir.

"Kabakçı'nın kuvveti dünyayı titretirken bu adamlar ondan çekinmeden nasıl gelebilmişler, buraları bilinmiyordu. Bu yüzden de olaya herkes başka bir mânâ veriyor; kimi bu olayın hemen peşinden devletçe zorbalara hücum emri verilmişse bu emir Yeniçerilerin infialine sebep olmaz mı? Kimi de Sultana karşı çıkan ve isyana öncülük edenler sonunda belasını bulmaz mı? diye çeşitli boş dedikodular yapıyorlardı. Halk böyle şeylerle meşgulken Bağdad'lı Hacı Ali Ağa gelip, ordu ile Alemdar Paşanın İstanbul'a gelmekte olduğunu haber verdi. Gece karanlık bastıktan sonra Şeyhülislam ve Kaymakam Paşa saraya davet edilerek durum bildirilince, beklenmedik bu haber ikisinin de akıllarını başlarından aldığı için (kendi kendilerine böyle bir harekete cesaret etmeleri çeşitli zararlar doğurur, fakat izni Pâdişâhı ile olmuş ise ona bir diyecek yoktur.) diye Pâdişâhın izni olup olmadığını sormaları üzerine saf Pâdişâh başta Behiç Efendinin İstanbul'a gelişinde telkin ve öğretildiği gibi izin yazmadım diye yemin ederek onları ikna ettikten sonra (yarın ulema, Yeniçerinin büyükleri ile Sekbanbaşı ve diğer vükelâ davet edilerek yapılacak toplantıda ne karar verilirse bana bildirilsin.) diye emretti.

19 Temmuzda İstanbul'da İncirli Çiftliği'ne gelen Serdar'la Alemdar'ı karşılamaya, Şeyhülislâm'la devlet erkanı gittiler. "Pâdişâh da Sancağı Şerifi İncirli ile Davutpaşa arasındaki Kırk Kavak mevkiinde karşılamıştır." Alemdar'ın bundan sonra yaşayacağı her an önemlidir ve enteresan sahnelerle doludur. Kendisi resmiyetten anlamayan bir dağ adamıdır, uyulacak kuralları yakınları telkin eder, o da becerebildiği nisbetle uyar. İncirli Çiftliğine "hoşgeldin" ziyareti için gelen Şeyhülislam Efendi ile karşılaşmaları ve aralarında geçen konuşmalar bir yanıyla hoştur amma, diğer yanıyla acı. Koskoca bir Devlet-i Âliyye'nin en önemli mevkilerinde bulunan insanların durumunu, dolayısıyla devletin durumunu göstermesi bakımından üzüntü vericidir. Pâdişâhın acziyeti de bunlara ilave edilince, muhatabımız devletlerin başında bulunanlarla mukayese edip ağlasak yeridir.

Alemdar, ziyaretine gelen Şeyhülislâmı, Köse Kethüda'nın teşvikiyle çadırından çıkıp dışarıda karşılar ve "Buyurun Efendi, buyurun sizler hem başı büyük hem işi büyük zümredensiniz, size itibar göstermeye herkes mecburdur" diyerek, çekingen davranan Şeyhülislâmı başköşeye oturtur. Başı büyük sözünden rahatsız olan Şeyhülislamın yüzü renkten renge girer.

Pâdişâhla karşılaşılınca, önce Serdâr-ı Ekrem tarafından ayak öpülür, sonra Alemdar tarafından. Burada, Rusçuk yaranından Râmiz Efendi Alemdar'a Sultan Mustafa'yı tevkif etmesini teklif eder, "Mertliğe mugayir"dir diye reddeder Alemdar Paşa. "İşte bu mükemmel fırsatın kaçırılması zavallı Sultan Selim'in felaketine sebep olmuştur."

Alemdar'ın şehre girişi 21 Temmuz Perşembe günüdür. Merhum Ahmed Cevdet Paşa'dan dinleyelim. Tarihi Cevdet'te diyor ki:

"Kabakçı'nın idamına isyan eden yamaklar, işin Alemdar tarafından yaptırıldığını öğrenince, niçin idam edildiğini bile soramadılar. Kedi gibi halkın yüzüne atılan yamaklar kedi görmüş fareye döndü. Köpek gibi, sokaklarda namuslu kimseleri bıktıran zorbalar kuzu gibi uslu oldu. Bu sebeple halk huzura kavuştu. Zira Alemdar Paşanın öteden beri gözü pek ve şiddet taraftarı olduğu Tuna boyunda büyük küçük herkes tarafından biliniyordu. Böyle ansızın kalabalık bir askerle istila eder gibi İstanbul'a girince halkı korku ve dehşet kapladı. İstanbul'da kurt ile kuzu beraber gezmeye başladı. Kimse devlet işine karışmak şöyle dursun ne olacak diye sormaktan bile çekiniyordu."

Alemdar Paşa ve askerlerinin İstanbul'da estirdiği hava bu. Alemdar, devletin görev verdiği, yetki verdiği bir devlet adamı ama, bu görevi de yetkiyi de nasıl kullanacağı merak konusudur. Nizami de olabilir, tersi de. Daha doğrusu; belirli nizamlarla arası hoş değildir, içinden nasıl gelirse öyle hareket eder. İşte herkesi ürküten mesele! Acaba ne yapacak?

Alemdar Mustafa Paşanın arzusu ise Üçüncü Selim'i yeniden tahta geçirip, eski nizamı tesis etmek, sonu nereye varır? Orasını Allah bilir!

Alemdar, kalabalık Rumeli askerleriyle Bâb-ı Âli'ye gelip Sadrâzamla görüşür. Topal Ataullah'ı Şeyhülislamlıktan azlettirir, yerine Arab zade Arif Efendi getirilir. Bir iki gün içinde, Üçüncü Selim'in azlinde rolü olanlar görevlerinden uzaklaştırılıp, zorbalar iyice sindirilir. Bir hafta hiç bir iş yapmadan vakit geçiren Alemdar'a Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, yaptığı hizmetler için teşekkür edip, artık Rusçuk'a dönebileceğini, söyler. Alemdar 28 Temmuz Perşembe sabahı 15 binden fazla askeriyle Bâb-ı Âliyi basar. Vezir-i âzam "Çelebi Mustafa Paşa'ya küfür, beddua, hışım ve kinle (bre herif Mührü Hümayunu ver) der demez Çelebi Mustafa Paşa kendini kaybederek titrek elini kah cebine, kah koltuğunun altına ******ürerek nihayet Mührü Hümayunu çıkarıp teslim eder."

Alemdar Mührü Hümayunu aldıktan sonra Mustafa Paşayı çıplak bir beygire bindirip Çırpıcı Karargahına gönderdi.

Bundan sonra Alemdar'ın yapacağı iş, Üçüncü Selim'i kurtarmaktı. Şeyhülislâm Arapzâde Arif Efendi'ye: Ulemâ, ricali devlet ve Rumeli ağaları ve Anadolu hânedanları Sultan Selim Han Efendimizin cülusunu istiyorlar; bunu Sultan Mustafa'ya haber ver" dedi. Sultan Mustafa tahttan çekilmek istemedi. Alemdar bunun üzerine kuvvet kullanmaya karar verdi. Saray kapısının kırılmasına başlandı."

Üçüncü Selim'in Öldürülüşü (28 Temmuz 1808)

İsmail Hami Danişmend; bir, sancağı şerifi karşılamaya geldiğinde Dördüncü Mustafa'yı tevkif etmeyişine; bir de, burada yaptığı hataya hayıflanarak Alemdar'a buğz eder. "Bab-üs selâm" denilen Orta Kapudan içeri girerek Kubbe altına kadar ilerlemiş, Kızlar Ağası Küçük Mercan Ağayı işte oraya çağırtıp, Arap zade ile beraber hem meseleyi Sultan Mustafa'ya tebliğ etmiye, hem Sultan Selim'i dışarı getirmiye göndermiş ve cehaletiyle saflığından dolayı en büyük gafletini işte burada göstererek. "Bab-üs saâde" yahut "Ak Ağalar Kapusu" denilen üçüncü kapıyı tutmamıştır.

Sultan Mustafa'ya hiçbir şans tanımayacak durumda iken fırsatı kullanamayan Alemdar, sonunda kendisi de vicdan azabından kahrolacaktır amma iş işten geçmiştir. Sultan Mustafa İç kapuyu kapattırır ve amcası Üçüncü Selim ile kardeşi Şehzade Mahmud'un idamlarını emreder. Şayet bu iki idam gerçekleşir ise kendisine kimse dokunamayacak, çünkü tahta geçirilecek başka şehzade yoktur: "Bu emrin icrasını deruhte edecek Baş-çuhadar Gürcü Kölesi Abdülfettah, Hazine Kethüdası Sırp Köle Ebe-Selim, Hazine Vekili Zenci Nezir, Baş Emirâhur Deli Eyuboğlu Kör Mehmed, Tebdil Hasekisi Bağdadh Hacı Ali ve Bostancı Deli Mustafa ismindeki dönme ve devşirme hainler, yirmi kadar Sandalcı ve Bostancı ile derhal Sultan Selim'in dairesine saldırmış."

Bir rivayete göre ibadetle meşgulken, bir rivayete göre de ney çalarken hainlerin saldırısına uğrayan Üçüncü Selim'in yanında karısı Refet Kadın Efendi ile iki cariye vardı. Pakize adlı cariye yardıma çalışırken ellerinden kılıçla yaralanır, diğer cariye korkudan bayılır. Kadın Efendi bir darbeyle sedire yığılır kalır. "Silahsız olmasına rağmen III. Mustafa'nın oğlu kendisini cesaretle müdafaa eder. Katillerinin çoğunu yere serer. Fakat Nizam-ı Cedit çalışmalarında olduğu gibi, hayatının son dakikalarını müdafaada da yalnız kalmıştı."

İki saat kadar mücadele ettikten sonra, sağ şakağının derisini sakalıyla beraber çenesine indiren bir kılıç hayatına son verir. Bu arada Şehzade Mahmud'un hayatı kurtulur.

Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim'in cesediyle karşılaşınca "ciğeri parçalanmış, gözleri dolu dolu olarak (Vay efendim ben seni tahta çıkarmak için bu kadar yoldan koşarak gelmişken, şu gözlerim seni bu halde mi görecekti! Şu Enderun halkı dedikleri hainlerin hepsini öldürerek intikam alayım" deyip cesede sarılarak hıçkırıklarla ağlamış.

Üçüncü Selim 47. yaşının içinde iken şehid edilmişti. (29 Temmuz 1808 Perşembe)

Üçüncü Selim'in şehadetinden sonra çıkan bir şiiri:

Cümbüşünden duyarız vaz-ı sitem pişesini

Biz feragatle fakat meşgaleden mesruruz

Milletü devlete layık mı bu vaz'ı nâsöz

Bunun encamını tefhime Selim, mecburuz...

Sultan Mustafa'nın ve Alemdar'ın sonlarını II. Mahmud'un saltanatında göreceğiz.

Link to comment
Share on other sites

İKİNCİ MAHMUD

(28 Temmuz 1808 – 30 Haziran 1839)

30pp7.jpg

Yeni Padişah I. Abdülhâmid'in oğlu. Dördüncü Mustafa'nın kardeşi. Üçüncü Selim'in yeğeni II. Mahmut: Anası Nakşidil Sultan. Üçüncü Selim'in baba şefkati gösterdiği sevgili yeğeni. Kendisinden hiçbir ihtimam esirgenmemişti. Sıkıntıyı ağabeyi IV. Mustafa'nın saltanatı sırasında gördü. Hayatı onun yüzünden sona erdirilecekti, başkaları kurtardı. Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim'in kanlı cesedi başında hıçkırırken, yanındakiler: "Kadın gibi ağlanacak sıra değil, yeni bir cinayete meydan vermeyelim. Şehzade Mahmud'u kurtaralım" derken. Mahmud'un etrafını saran cellâtlar Çevri Kalfa'nın serptiği küllü gözlerini oğuşturuyorlardı. Şehzade Mahmud hamam külhanından alman bir avuç küle; o külü canilerin gözlerine serpen Çerkez Cariye Çevri Kalfa'ya hayatını borçlanıyordu. Hayatım şehzade için ortaya koyan Cariye "Çevri Kalfa, içerideki Anber ve İsa Ağalara:

— Damdan kaçınn, damdan!

Diye seslendiği sırada katiller içeri dalmışlarsa da, ağalar Şehzâde'yi dipteki camekânlı odanın tavana yakın olan ve "baca" denilen çatı ağzından dama çıkarmaya muvaffak olmuşlardı. Bu sırada canilerden Ebe Selim'in attığı hançer şehzadenin bir kolunu hafifçe yaraladığı gibi, sağ kaşının üstü de kapıya çarparak biraz berelenmişti.

Şehzade Mahmud damdan indirilince, İmam Hafız Ahmed Efendi ve diğerlerinin arasında görülür ve Alemdar:

"Abe bu kimdir! diye sorunca: İmam Efendi:

"İşte Sultan Mahmud Efendimiz budur. Hilafet nöbeti kendilerinindir. Ben biat ettim. Hayırlı işin tamamlanması sizin himmetinize kaldı." demesiyle Alemdar Paşa etek öptükten sonra Sultan Mahmud'a hitaben:

"Ah efendim ben amcanı tahta çıkarmak için gelmiştim. Kör olası gözlerim onu bu halde gördü. Bari seni tahta çıkartarak teselli bulayım. Lâkin ona kıyan ve onu bu hale koyan Enderun halkıdır. Onların hepsini kılıçtan geçireceğim." deyince.

İmam Ahmed Efendi, cevapladı:

"Efendim Enderun halkının ne kabahati var? Bu cinayeti işleyenler ortadadır. Efendimiz onları buldurup cezalarını vermemiz için size gönderir."

23 yaşında; daha yeni ölümden kurtulup hayata ve saltanata kavuşan Sultan Mahmud, metin bir tavırla:

"Paşa ben onları buldurup sana gönderirim. Sen şimdi askerini dağıt, silahlarını çıkar da Hırka-i Şerif Dairesine gel!" der.

Alemdar'ın emriyle adamları hemen dağılır, kendisi de silahlarım çıkarır, belindeki işlemeli palaya sıra gelince, Pâdişâhın gözlerine bakarak, der ki:

"Efendim, bu hançer amcanızın yadigârıdır, bundan ayrılamam." Pâdişâh müsâade eder Alemdara, bağlılığı hoşuna gitmiştir herhalde!

O aralık devletin en kuvvetli adamı olan Alemdar'a karşı yeni Pâdişâhın hitabını Cevdet Paşa şöyle değerlendiriyor:

"Sultan Mahmud'un cellatın elinden yeni kurtulmuşken şaşırması icabederdi, ama asla yılgınlık göstermemiş, yaralarına ehemmiyet vermeden aslan gibi meydana cesaretle atılması ve Alemdar gibi söylediğini yerine getiren birine karşı, birdenbire "askerini dağıt, silahlarını çıkar" diye emir vermesi fevkalâde bir yaradılışın delili idi. O zamanlar Osmanlı Devleti'nin böyle cesur bir pâdişâha ihtiyacı vardı. Alemdar Paşa, sonradan:

"Pâdişâhın bu ilk emri beni o kadar korkuttu ki, ömrümde böyle korktuğumu hatırlamıyorum" demiş.

Yine, Ahmed Cevdet Paşa'nın Tarih-i Cevdet'inden alıntıya devam ediyoruz.

Pâdişâh Hırka-i Saadet odasına girince; Alemdar bir müddet dışarıda bekletilir.

"Alemdar Paşa burada kükremiş arslan gibi zaptedilmeye çalışılıyor, Sultan Mustafa sünnet ve sarık odaları önünde, havuz üzerindeki Bağdat Köşkü sofasında gezinirken:

"Ben tahttan inmedim, Mahmud'u kim çıkardı?"

Diye söylenmekte olduğunu duyan Alemdar Paşa:

"Kim bu? Sultan Mustafa mı? Söyleyin ona odasına gitsin, yoksa elimden kıyamete kadar lanetlenecek bir iş çıkmasına sebep olur." Deyince, İmam Efendi ve bazı arkadaşları Sultan Mustafa'nın yanına gidip:

"Efendim tahtı âlide kısmetiniz bu kadarmış, biraz da Haremi Hümâyuna teşrif ile istirahat buyurunuz."

Diyerek hareme gönderdikleri sırada Validesi Mabeyn-i Hümayun kapısına gelerek küfür ve hakaret makamında çeşitli sözler söylemişse de Rumeli âdetlerine göre kadınlara silah çekilmez, sadece sözle karşılık verilir. Bunda da onlarla başa çıkmak imkânı olmadığından, Alemdar Paşa kedi gibi sinip, bu gürültüye karışmadı. İmam Efendi onu da ikna ederek hareme gönderdi."

İşte, Alemdar Mustafa Paşa! Kendisini istediği her şeyi yapacak mevkide görüyor. İnsani hasletleri bazı hareketleri yapmasına mâni oluyordu. Cevdet Paşa gibi bir alim ve devlet adamı bile, onun bu tavrını yadırgamıyor. Sultan İkinci Mahmud böyle bir hengamede tahta oturuyor.

Son iki padişah 27–28 yaşlarında tahta çıktığı için son yüz senenin en genç padişahları denmişti. Bir padişahın saltanat süresi uzayınca, onu bekleyenin yaşı geçiyor, ihtiyarlamış vaziyette vazifeye başlıyor. İktidardakinin süresi kısa olunca, yerine geçenin yaşı küçük oluyor. Dördüncü Mustafa'nın kısacık saltanat ömrü, Şehzade Mahmud'u 23 yaşında devlet umuruna soktu. Devletin derin dertleri var; imkânlar sığ. Kimin ne olduğu, ne olacağı hiç belli değil. Amcası Üçüncü Selim'in yaşadığı bütün sıkıntılarını yakından bilen İkinci Mahmud şikâyet mevkiinde değil, şikâyetleri çözüme kavuşturmakla görevli. Bakalım neleri nasıl yapacak?

Alemdar'm, pâdişâhın yanına girmek için biraz vakit geçirmesi lazım. Tayyar Efendi Alemdar'a kahve ile tatlı ikram etmek istiyor. Bu adetin yerine getirilmesi için başka görevli bulunamayışı, ihtiyar Tayyar Efendiyi mecbur etmişti. Yine, Cevdet Paşa'dan naklediyoruz: "Tayyar Efendi tatlı hokkasını buldurup Alemdar'a sunmak istediğinde, onun zehirlenmek korkusu ile yemiyeceğini anlayınca, hemen tatlı kaşığı ile hokkayı karıştırdıktan sonra, önce kendisi bir kaşık aldı, sonra kaşığı tülbentle silip Alemdar'a uzattı, Alemdar:

"Aferin ihtiyar. Abe sen ne akıllı adammışsın!"

Diye, iltifat ettikten sonra, bir kaşık tatlı almak adet iken, bunu bilmeyen Alemdar hokka ile kaşığı eline alarak hepsini yiyip bitirdi."

Sultan Mahmud Osmanlı tahtına oturunca Sadâret mührünü Alemdar'a verdi. 29 Temmuz Cuma günü Üçüncü Selim'in cenazesi kılındı. Naşı Lâleli Camii'ne ******ürülüp, babası Üçüncü Mustafa'nın türbesine defnedildi.

"Alemdar, Sadrâzam olur olmaz Üçüncü Selim trajedisini hazırlayanları, Dördüncü Mustafa'nın gözdelerini ve yamakların şeflerini tasfiyeye başladı. Birkaç gün içinde üç yüz kişinin başı vuruldu. Bostancıbaşı ile Köse Musa Paşanın başları, önemlerine binaen saray kapısı önünde teşhir edildi. Fesatçı ulema sürgüne gönderildi."

Temizlik harekâtından sonra, Alemdar kendi ekibini işbaşına getirerek, İmparatorluğu idare edecek kuvvet, kudret ve şiddete sahip oldu. Rusçuk Yaranı'nın tavsiyeleriyle iş görmeye başladı. Fakat o devleti idare edebilecek bilgi ve kaabiliyette bir insan değildi; kendisi de bunu biliyordu. Şu enteresan sahne bunun delillerinden biridir:

"Kazaskerlerden biri bir gün sürgüne gönderilmiş olan kardeşi için şefaatte bulununca, Sadrâzam o sırada yanında bulunan Kethüda Mustafa Refik ve Defterdar Tahsin Efendileri göstererek:

"Abe Efendi! Ben ne seni ne kardeşini, ne müftüyü, ne kadıaskerinizi ve saireyi bilirim. Ulema benim neme lâzım. Onları sürmek neden iktiza eyledi. İşte şurada oturan kimseler din ve devlet elden gitti diye beni getirdiler. Şu adamları sürmek nizamı devletin temelidir ve şöyle böyle etmek lâzımdır, dediler. Ben dahi öyle ettim. Boş yere bana beddua etmeyin." diye top gibi gürlemiştir.

Senedi İttifak

II. Mahmud, İmparatorluğun en felaketli bir zamanında, dağılması adeta muhakkak bir durumda -iken- tahta geçmiştir. İç ve dış gailelerin halli devletin gücünün haricinde gibi görünüyordu. Ne yaptığını, ne yapacağını bilemeyen saf bir zorbanın himayesinde sahip olduğu tahtı, onun gölgesinde korumaya çalışacaktı.

Anadolu’da ve diğer eyaletlerde devlet otoritesi kalmamış, kimi yerlerde valiler, kimi yerlerde ayanlar milleti inim inim inletiyor, devletin koruyucu sesinin ulaşamadığı bu yerlerde âsiler seslerini dinletiyordu. "Ayan demek vergi tahsili, asker cemi, erzak ve levazım tedariki gibi devletle halkı aynı zamanda alâkadar eden işlerle mükellef olmak üzere halk tarafından seçilen temsilci demektir. Bu mümessillerin intihapları ilk önce valiler ve ondan sonra da Sadrâzamlar tarafından tasdik edilmiştir. Fakat devlet haricî ve dâhilî gailelerle zaafa düştükçe âyanlık da bozulmuş, taşra ayanları halk temsilcisi vaziyetinden çıkıp, birer derebeyi haline gelmiş ve merkezin emirlerini dinlemiyerek âdeta istiklâl emareleri göstermeye başlamışlardır."

İstanbul'da Alemdar Mustafa Paşa gibi adından ve heybetinden korkulan bir Sadrâzam varken, tehlikeli halleri tespit edilen ayanların zaptu rapt altına alınması düşünülür; hepsi Dersaadete davet edilir. Belli başlı ayanlardan Bozoklu Çapanoğlu Süleyman Bey, Serezli İsmail Bey, Çirmen Mutasarrıfı Mustafa bey, Manisa'dan Karaosmanoğlu, Bolu'dan Hacı Ahmedoğlu, Bilecik'ten Kalyoncu Mustafa Ağa ve Şile'den Ahmed Ağa ... Bu ayanların maiyyetlerinde 70 bin asker olduğu da anlatılmaktadır.

Pâdişâh ile ayanlar arasında İ.H.D.'in çok tuhaf vesika dediği yedi maddelik bir anlaşma imzalanır. İttifak senedi diye anılan bu anlaşma, kimine göre Pâdişâhın haklarına kısıtlama, kimine göre de Anadolu ayanlarım disiplin altına almadır. En azından, Pâdişâh İstanbul'da, bir zaman için, Anadolu'da asayişsizlik var düşüncesinden uzak, Üçüncü Selim'den kalan yenilenme hareketlerini devam ettirecekti. Onun da en fazla güvendiği Alemdar Mustafa Paşa ve etrafındaki Rusçuk yaranı idi. Amma Rusçuk yaranı da İstanbul halkını huzursuz etmeye başlamıştı. Bu huzursuzluğun sebeplerini tafsilatıyla anlatan A. Cevdet Paşa'ya kulak verelim.

Alemdar Vakası

Nizam-ı Cedit ordusu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden canlandırılmaya başlanmıştı. Yeniçeriler kışlada yatıp kalkan ulufe yiyen asker iken, nizamları bozulup rençper ve esnaf güruhundan ibaret kalmıştı. Ocağa kayıtlı olup ta ölenlerin bile maaşları devletten almıyordu. Bunu, ocaklı belgesini alınır, satılır meta haline getirerek yapıyorlardı. Alemdar Paşa ve yaranı bunun gibi yolsuzlukları önlemeye çalıştıkça Yeniçerilerin düşmanlığım kazanıyorlardı. Yapılan bir dizi yeni düzenlemelerle Yeniçerilerin hakları veya haksızlıkları iyice kısıtlanmıştı. "Böyle giderse kendilerine bitpazarında tellaklık veya sokaklarda eskicilikten başka yapılacak iş kalmayacağını düşünüyorlardı. Fakat Alemdar'ın korkusundan başkaldırmaya cesaretleri olmadığından birbirleriyle gizlice anlaşmakta idiler.

Esnaflık yapan Yeniçerilerin kayıtlarının silinmesi, Selimiye Kışlasına büyük önem verilmesi Ocaklıları kızdırdı. "25 bölüğün kahvecisi Kahvecioğlu Burunsuz Mustafa'yı Alemdar Paşa sekbanları ile tersaneden kaldırıp Galata'ya getirtti ve kendi kahvehanesi önünde onun "Yeniçeri yok mu?" diye bağırmasına aldırmadan yatağan ile boynunu vurdurdu. Ceset 3 gün ortada kaldı. (Tarih-i Cevdet.)

"Bu olay da ocaklıya dokundu. Zorbalar Alemdar'ın korkusundan ağız açamaz olup, birer köşeye saklandılar."

Alemdar Paşa devletin gücünü arttırmak ve sınırlanın korumak için mülkî ve askerî işlerle uğraşırken Sekban-ı Cedit Ocağı'nın kuruluşu, esaminin yarı yarıya gümrük eshamına çevrilmesi gibi hususlardan, ocaklı ve esami alışverişi yaparlar arasında Alemdar Paşa'ya kin besleyenler çoktu.

Cevdet Paşa; "Yapılan işlerin doğruluğuna kimsenin diyeceği yok idiyse de, zamanın insanları bu kadar doğruluğa tahammül edemiyordu" diyor.

Artık, Pâdişâh da Alemdar'ın aleyhine dönmüştü. Bu dönüşün sebebi, ittifak senedi ile padişahın salâhiyetinin biraz kısılması idi. İttifak senedinin arkasında Alemdar'ın görünmesi pâdişâhı üzmüştü.

Bu arada, Sultan Mustafa'nın yeniden tahta çıkarılacağı dedikoduları ortalarda dolaşmaya başladı.

Alemdar biraz da kendi dikkatsizliğiyle günden güne felâket çemberini daraltıyordu. Gafil ve mağrur oluşu etrafını görmesine mani oluyor, her gece ziyafetler tertipleyerek sefahat alemlerine dalıyordu.

Safiyeti kısmen kaybolmuş, içine düştüğü bol nimet başını döndürmüştü.

Kaba saba ama dürüst, samimi dağ adamının İstanbul'da, -sallanmakta olsa da- büyük bir devletin sadrazamı olup, bütün güç ve imkanı eline geçirince, etrafındaki insanların da teşvik ve tahrikiyle nasıl bozulduğunu Cevdet Paşa bir mısra ile özetliyor. Adamları ile beraber durumları aynen:

"Yar ile zânû-be-zânû cam ile leb-ber-lebiz" ifadesine uygundur, (Yar ile diz dize içki kadehi ile dudak dudağa) ve:

Hatta, diyor, "İçlerinde en temkinli olduğu bilinen Kaptan-ı Derya Ramiz Paşa zevk ve safaya düşkünlüğü ve esir pazarlarından cariyeler satın almasıyla ün kazanmıştır."

"Vükelâ ve vezirler süslü atların üzerinde samur kürkler içinde, arkalarında süslü giyimli adamları olduğu halde Bâb-ı Âli'ye gelir olmuşlardı."

"Bilmem renkli içki sunan bu saki devlet ve ikbâl içkisine ne katmış ki bir damlasını içenler bir hoş olup aşağı ve yukarısını, önünü ve arkasını göremez hale geliyor."

Cevdet Paşa Alemdar'ı kötülemeye yanaşmak istemez, her ne kadar yanlış işler oluyor ise de, esas kabahat paşada değildi:

"Etrafını alanlar zevk ve safa âlemleri ile gözünü doldurmuşlar, kendisine güzel cariyeler hediye ederek esas davasını unutturmuşlar, akıl ve idraki darmadağın olan Alemdar da kendisini ağyarın eline teslim edivermişti. "Alemdar kara cahil olup, iyi niyetliler tarafından ikaz edilmediği cihetle, devlet işlerinde de yabancı olduğundan icraatın iyisini kötüsünden ayıramaz oldu."

Alemdar'ın başına geleceklerin hazırlanışına dikkat çekmek için, yaptığı hataları anlatmaya çalışıyoruz: Cevdet Paşa da o kadar çok tafsilat var ki, bazılarını aktarmakla yetinmekteyiz. İşte birisi:

"Sultan Üçüncü Selim'in katline karışanlardan biri de Hafid Efendi idi. Alemdar'a dünyalar güzeli bir cariye hediye ederek, ölümden ve sürgünden kurtulmuştu. Adı Kamertâb olan bu eşsiz güzel, desisede, fetbazlıkta pek becerikli idi. Hediye eden efendisinin talimatlarına uyarak, Alemdar'a silahlarını çıkartmayı başarmıştı. Alemdar'ın divana silahsız gelişi, o zamanın hükmünce kadın gibi silahsız gezmek çok çirkin olduğundan, Rumeli ayanları hayrette kalmışlardı. "Bu hareketi gördükten sonra adamlarından çoğu memleketlerine döndüler. Alemdar aldırmadı. 16.000 emin askeri vardı. Kadı Paşa'nın da komutasında 3000 kişi bulunuyordu. Bunlar da çok iş görebilirdi."

Alemdar Rumeli dağlarından getirdiği saf havayı ciğerlerinde fazla tutamamış; Dersaadette içine girdiği çevrenin rengine boyanmış; günden güne boğulmak tehlikesiyle yaşıyordu. Yaşayışında, davranışında öz değerlerini tamamen kaybetmişti. "Askerleri gümüş ve altınlı tozluklar, çaprast tabir olunur göğüs bağları, her biri ceviz büyüklüğünde gümüş düğmeler, gümüşten yapılma kundaklı tabancalar, tüfenkler ve kılıçlar, En'am keseleri, fişeklikler kuşanarak hareket kaabiliyetlerini güçleştirdiler. Sekbanların maaş ve ulufeleri artırıldı. Zabitan da Şubare denilen kalpaklarını altından yapılmış şeritlerle süsleyip Hurimizi denilen inciler yerleştirip etrafına şallar sarmağa ve askerlikle asla bağdaşmayacak şekilde elbise ve silahlarla sokaklarda, pazarlarda gezip dolaşmağa başladılar."

"Bir zamanların gözde askeri iken şimdi (Hasr ed dünya vel âhire) koltuklarda ve köşe başlarında limon ve kömür satarak geçim çaresi arayan Yeniçeri güruhunu, sekbanların bu halleri kıskandırmakta olup, bir Ramazan akşamı sekban zabitanının Bâb-ı Âli'de verilen bir iftara gidişleri ocaklının ciğerine ateş düşürdü."

Yavuz Sultan Selim'e, Kanuni Sultan Süleyman'a kafa tutan, en son Üçüncü Selim'i tahtından ve canından eden Yeniçerilerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaması kin ve düşmanlıklarını körükleyip, yeni kurulan Sekban Ocağı askerlerinin kadınlar gibi süslenmesi ayrı bir öfkenin sebebi oluyordu. Alemdar, burnu havada, Yeniçerileri küçümseyen tavrıyla: "Bir takım kayıkçı, manav, leblebici güruhu ne yapabilir" demesi affedilir hatalardan değildi.

14 Kasımı 15 Kasıma bağlayan gece (27 Ramazan) Alemdar, Şeyhülislamın iftarından dönüyor. Etraf insan dolu. Sekbanlar yol açmak için değnek ve kamçı kullanırlar, yaralananlar olur. Yaralananlar Yeniçeri ve Cebeci kahvelerine koşarlar; başlarlar tahrik edici konuşmalara...

"Biz ehli İslamız, zerre kadar cürüm ve günahımız yok iken bizi döğmek, bize hakaret etmek neden lâzım geliyormuş? Bir haydut başı geldi. Pâdişâhı tahttan indirdi. Cebren mühr-i sadâreti aldı."

"Niçin ondan korkmalıyız. Elhamdülillah bizler anın yanındaki bir avuç hayta güruhundan kat kat ziyadeyiz. Biz ona müslümanlığımızı, Yeniçeriliğimizi anlatmalıyız."

Kimliği bilinmeyen birisi tarafından "Bayramdan sonra Yeniçeri Ocağı kaldırılacakmış" yollu bir söz de söylenmişti.

Bu sözler; hoşnutsuzluğun, nefretin ateşini yelpazeledi. Daha fazla beklenirse Sekban neferâtı çoğalır, iş anlaşılır; diye aceleden Alemdar'ı ortadan kaldırmayı kararlaştırdılar. Gayet basit bir plan kurdular. Yangın var! diye bağırılacak, Sadrâzam yangın yerine gitmek için çıkınca öldürülecek.

Önce yangın numarasını denediler, yangın söndürücü rolüne soyundular, inanan olmadı. Sonra başka tedbire başvurdular. Alemdar Paşa'yı sarayında sıkıştırıp işini bitirmeye karar verdiler.

Sabah olmuştu; kendilerinden olmayanları ayırdedebilmek için "Sabahtır"ı parola yaptılar; önce Ağa Kapısına toplandılar. 400 kadardılar, ama kısa zamanda çoğaldılar.

Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa'dan yardım istediler. Mustafa Ağa nasihat etmeye kalkışınca hemen, orada parçaladılar. Sessizce Bâb-ı Âli'nin etrafını kuşattılar. Getirdikleri otları kethüda dairesinin altına yığıp, ateşe verdiler, sonra da tüfeklerle ateş etmeye başladılar. Alemdar'ın askerleri değişik yerlerde, dağınık halde, kendisi harem dairesinde meşgul idi. Gürültüyü bile çok geç fark etmişti. Yeniçeriler, tüfek sesine etraftaki dükkânlardan koşup gelen Sekbanları öldürdüler.

Alemdar içeride kıstırılmış vaziyette, orada, burada dağınık bulunan askerlerinin yardıma gelme ihtimâli yok. Cevdet Paşa'ya göre: "Evliyayı umur ne çare ki kayıtsızlık ve gaflet içinde olduklarından iş bu raddelere gelinceye dek haber alamadılar. Bu vak'a zuhur ettiği anda Levend Çiftliği ve Selimiye kışlalarındaki talimli askerin cephanesi bile yoktu. Yeniçeriler Sadrâzamın oraya buraya yerleştirdiği askerlerine haber gönderip "Bizim işimiz ancak ocağımızın düşmanı olan vezir ile olup onun işi tamam oldu. Sizler başımızla bir arkadaşlarımız ve Tarik-i Bektaşiyede hempa ve yoldaşlarımızsınız. Kışlalara buyurun. Müsterih olun." diye kandırdılar."

Karşı koymaya kalkanları dostça geri çevirmeye çalışırlarken, içeride Alemdar zor anlar yaşıyordu. Yanında bulunan az sayıdaki adamı "Atlarımıza atlayıp düşman arasından geçerek Sekbanlarla birleşmek evladır." deyince, o da; "Elbette bize imdat olunur; ol vakte kadar pusudan cenk edip dayanalım" dedi ve cariyelerim harem dairesindeki mahzene soktu. Sonra köleleri ile kendisi de içeri girerek gelenlere tüfenkle ateşe başladı.

Yangını görüp silah seslerini duyanlar sokaklara dökülüp meraklarını gidermeye çalışırlarken, Yeniçeriler: "Bu yangın bildiğiniz yangın değildir" deyince, iyiler evlerine kaçıyorlar, kötüler silahlanıp eşkiyaya karışıyor, böylece Bâb-ı Âli'nin etrafı insan denizi haline geliyor, Alemdar'a yardım gelmesi ümidi kesiliyordu."

Yeniçerilerin o andaki durumlarını anlatan Cevdet Paşa, onlarla ilgili geçmişe dair de kötü bir tablo çiziyor; diyor ki:

Ocağımıza sirkat (hırsızlık) gerekmez derken Bab-ı Âli'deki eşyaları "ayaklar altında kalmasın" diyerek yağmalıyorlardı. Yangının yayılmaması dileğinde bulunanlara da "yangın sirayet etmez" diye civardaki evlerden eşyaların taşınmasına mâni oldular. Hakikaten, bu kendi yangınları olduğu için söndürülmesine öyle gayret sarfettiler ki, bundan evvelki yangınların söndürülemeyişi Yeniçerilerin hıyanet ve müsamahalarından ileri gelmiş olduğu anlaşıldı."

Alemdar kendi adamlarının da Pâdişâhın adamlarının da yardıma gelmeyişini, gelmeyeceklerini kabul etti. Pâdişâhın da Alemdar'ı gözden çıkardığı anlaşıyordu. Birçok yoldan sadece biri Alemdar'a göreydi. İntihar saldırısı! Cariyelerinin hayatını tehlikeye atmamak için zabitlere teslim ettikten sonra, biraz da onlara yaptığı iyilikleri anlatarak sitemli sözler söyledi, nankör olduklarını yüzlerine vurdu:

Sadâret Kethüdası Mustafa Refik Efendi evinde Yeniçerilerce parçalanıp eşyaları yağmalanırken, Alemdar cephaneliği ateşe verdi; belki üç, belki beş yüz belki de bin kişiyle beraber can verdi.

Alemdar Paşa "Osmanlı tarihinde Yeniçeri Ocağı'nın isyanına karşı hayatının sonuna kadar mücâdeleyi kabul etmiş tek sadrazamdır."

"Yeniçeriler Alemdar'ı öldürdükten sonra birçok büyük memur konaklarını yağma ettiler. En nihayet saraya da hücum ettiler. Sekbanlar karşı koyunca, taraftarlarını çoğaltmak için münâdiler çıkarttılar. Yeniçerilere yardım etmeyenlerin kafir olduğunu ve bunlardan evlilerin de nikâhları kalmadığını ilân ettiler."

Hasılı kelam Yeniçerilerle Yeniçerilere karşı olanlar arasında harp olur, Dersaadette saadet kalmaz. Yeniçeriler yangın çıkarırlar. Rüzgar yangını hızlandırır.

Bir tarafta Yeniçeri ölür, bir tarafta Sekban. Evleri yananlar, canlarını kurtarmak için kaçarlarken iki ateş arasında kalırlar. Kimi yaralanır. Kimi ahireti boylar.

Dördüncü Mustafa'nın Ölümü (16 Kasım 1811)

"Sultan Mustafa Efendimizi isteniz! Sultan Mahmud bize pâdişâh gerekmez? Sözleri de söylenmeye başlanınca, Pâdişâh fetva ile kardeşini boğdurtur. Bu olayın duyulması Yeniçerilerde bozulma meydana getirir.

Osmanlı Hanedanında Sultan Mahmud'tan başka tahta geçirilecek adamı kalmamıştı. Sultan Mahmud'a da hasım olununca Yeniçerilerin işi iyice zora girmiştir. Çeşitli fikirler atılır ortaya.

Dördüncü Mustafa'nın tekrar pâdişâh olması için âsilerle elbirliği eden Esma Sultan'ın adı atılır taht için; o olmazsa Konya'daki şeyhin ve yahut Tatarhan zadelerinden birisinin pâdişâh ilan edilmesi istenir. Yeter ki Sultan Mahmud'un eline kalmasınlar. Biliyorlar ki Yeniçeri ile Sultan Mahmud bir arada olamaz bundan böyle!

"Pâdişâh bir insan değil midir? Kim olursa olsun, Pâdişâh olur. Yeter ki bizim ocağımız devam etsin."

Yeniçerilerin belki son çırpınışıydı; ne söylüyorlarsa korkudandı. Hiçbir mantık bağı yoktu sözlerinin. Başlattıkları isyan da ortalık kan gölüne, İstanbul yangın yerine dönmüş. Mühendishane, Defterhane, Sultanahmed alevler içinde kalmış 600 Sekbana karşılık 5 bin Yeniçeri hayatını kaybetmişti. Böylece Yeniçerilerin gücü, epeyce azalmış demekti.

Sultan Mahmud, İstanbul halkından bazılarının da Yeniçerilerle beraber hareket ettiğini görünce, Unkapanı önlerinde demirli duran gemilerden Ağa Kapısı üzerine ateş açtırır. Güllelerin düştüğü evlerde yangınlar çıkar; Ocaklılar kendi evlerinin yanmaya başladığım, söndürülmesi gerektiğini bahane ederek dağılırlar."

Ocak Ağalan ulemaya sığınır, imdat isterler. Padişaha gidip; kendilerinin eşkıya ile ilgileri olmadığını, eşkiyanın elinde esir gibi bulunduklarını, Pâdişâh ferman buyurursa itaat edeceklerini, top ateşinin durdurulmasını dilediklerinin padişaha bildirilmesini rica ederler.

Ulema atılan kurşunların arasından geçerek Saray-ı Hümâyuna varırlar; iyi karşılanırlar. Sultan Mahmud:

"Birader de vefat eyledi." Der, üzüntülü bir ifadeyle. Ulema:

"Allah Efendimize uzun ömür versin" diye dua ederler, sonra Ocaklı'nın af isteklerini anlatırlar.

Yeniçerilerin barış heyetine 23 yaşındaki Pâdişâhın tavrı yumuşakça ama Pâdişahçadır. Cevdet Paşa'ya göre, der ki: "Eğer bundan sonra tavrı edebe riayet ve itaat vecibesini yerine getirirlerse afv-ı şahaneme nail olurlar. Ve illâ bütün İstanbul süzan olursa afları kaabil değildir."

Sonra top atışının durdurulmasını rica eden heyete, Pâdişâh talimat verir; ateşin kesilmesi için emir gönderir. Onlar da cemiyetlerini dağıtacaklarnı taahhüt ederler. Şehirdeki yangının söndürülmesine başlanır; daha önce Pâdişâha karşı hareket eden halk âsilerden ayrılır, diğerlerinin arasına karışır; Ocaklılar endişeye kapılır. Ortalarda bir sürü ceset bulunmaktadır; bunlardan bir kısmının "evladı ve eşleri, ana ve babalan da yer yer inleyip ağlamakta, bazıları da gelip Yeniçeri zabitan ve ağalarına galiz sözlerle lanetler yağdırmaktaydılar."

Çarşamba günü galibiyet hükümet tarafında görünüp, Ocaklı müşkül duruma düşmüşken, Perşembe günü seher vakti işler değişir. Kandıralı Mehmed adında bir eski eşkiya, Tersane, Galata, Boğaziçi ve Üsküdar taraflanna saklanan haşeratı başına toplar, Tophaneyi basarlar. Topçu ve Arabacı kazanlarını Sultanahmet meydanına çıkarırlar. Tellallar ile "Tersane bizde! Karşı yakalarla Tophane bizde" diye ilan ederek, isyana müsait ne kadar ipsiz takımı varsa peşlerine toplarlar. Yine, meydan bir yığın serserinin eline kalır. Bütün bu vakalarda birçok evler basılır, nice ırzlara tecavüz edilir ve Selimiye kışlası yakılır."

Ramiz ve Kadı Paşalar canlarını kurtarmak için kaçarlar, Sekban-ı Cedit teşkilatı kaldırılır. Âsilerin isteği üzerine birçok yenilik taraftan öldürülür."

Alemdar'ın cesedini ölümünden iki gün sonra iki sadık adamıyla beraber mahzende buldular. Yanlarında altın ve mücevher dolu keselerle ufak sandıklar vardı. Bunlar aşırıldıktan sonra Alemdar'ın cesedi sürüklenerek Sultanahmet Meydanı'na getirilip, orada üç gün bekletilip, sonra da Yedikule dışında bir hendeğe atıldı.

Dersaadette cehennemi sahneler yaşanırken Ramazan ayının son günleridir. Arefe de Cum'a gününe denk gelmişti. Pâdişâh Camide bulunacak. Mü'minlerin Emiri o cuma namazını nasıl kılacak? Cevdet Paşa anlatıyor:

"Zeynep Sultan Camii'ne gittiği zaman eşkıyanın, Alemdar Paşa gibi Pâdişâhın bazı kurenasının da idamlannı isteyeceklerinden haberdar olan Yeniçeri Ağası ile zabitleri orada birikenlere:

"Be yoldaşlar ne durursunuz! Ramiz Paşa ile Kadı Paşa'yı takımlarıyla Silivri taraflarında tutup getirmişler. Aman bir ayak evvel Atmeydanı'nda hazırlanan kazıklara varasız" diye bağırdılar. Eşkiya, ayağı yanmış it gibi Atmeydanına doğru koşup gittiler. Bu pek akıllıca bir tedbir olup selâmlık resmi patırtısız bitti." (Tarih-i Cevdet; 18 Kasım 1808)

"İstanbul'da Türk Türkü öldürürken, İmparatorluğun türlü taraflarında büyük ölçüde isyanlar gelişiyor ve Türk toprakları Napolyon ile Rusya Çarı arasında paylaşılma konusu oluyordu."

İkinci Mahmud'un tahta çıkışı Yeniçeri ayaklanmasıyla olmuştu. 3 ay 20 gün devam eden fırtına birçok zayiatla, devlete açtığı yara ve Yeniçerilerin kazandığı geçici zaferle noktalandı. Bu, aslında bir zafer de sayılmazdı, sadece, biraz daha yaşayabilmek için, kazanılan zamandı:

Osmanlı Devleti iç sıkıntılarla oyalanırken, dışarıda cereyan eden olaylara tamamen bigane kalmış değildi. Rusya, devletin boğazını sıkmak için ellerini uzatırken, İstanbul'a sahip olmanın dayanılmaz hasretiyle çıldırıyordu. Napolyon, Çar Aleksandr'ı bu sevdadan vazgeçirmek için: "İstanbul tek başına bir imparatorluğa değer", "Kaldı ki, Marsilya'nın bir kapısı da Boğazlardır" diyerek Eflak ve Boğdan'ın Rusya'ya kazandırılmasını teklif ediyor, Çar'ı buna razı etmeye çalışıyordu.

Bu pazarlıkları öğrenen Osmanlı devlet adamları, Fransız dostluğunun bir hayır getirmeyeceği kanaatine varıyor, İngiltere'nin teklif ettiği Napolyon'a karşı ittifaka sıcak bakıyorlardı. Neticede; Türk-İngiliz anlaşması yapılarak (5 Ocak 1809) Rusya ile harbin devamına karar veriliyor.

Ruslara Karşı Tatariçe Zaferi (24 Ekim 1809)

Şartların mecbur ettiği savaş için, ihtiyar sadrâzam Yusuf Ziyâeddin Paşa Serdar-ı Ekrem tayin edildi. Paşa ordunun başında 23 Temmuz pazar günü İstanbul'dan harekete geçti.

Ruslar daha erken davranıp, cevap beklemeye bile lüzum görmeden, üç koldan hududa tecavüz etmişlerdi. Türk ordusu Sumru ve Rusçuk yoluyla Silistre'ye geldi. Önce; İbrail, İsmail ve Yerköyü üzerine yürüyen Ruslar'ın bir fırkası İbrail'e taarruz etti. Nazır Laz Ahmed Ağa'nın kumanda ettiği buradaki ordu Rus ordusunu yıprattı. Savaş günlerce uzadı. Yirminci gün sabahtan akşama kadar süren aralıksız savaşta 5000 asker kaybeden düşman ağırlıklarını da gözden çıkarıp kaçmaya mecbur oldu. Yerköyü üzerine saldıran düşman ordusu da tutunamayıp kaçtı. İsmail üzerine giden düşman ordu kolu top atışıyla kaleyi fasılasız döğmekte idi.

Ruslar'ın bu saldırılan olurken serdar-ı ekremin ordusu henüz yolda ve savaş mahallinde değildi. Ruslar cephelerde savaşırken, kışkırttıkları Sırplar da Sofya'ya inip çeteciliğe başladılar. Sofya Muhafızı Hurşid Ahmed Paşa Sırplara gerekli dersi verdi.

Birkaç cephede küçük çaplı başarılar elde edilirken Tuna Seraskeri Hasan Paşa Ravsat'da mağlub oldu. Bütün bunlar olurken yol alan Yusuf Ziyâeddin Paşa Tatariçe'nin bir saat uzağına geldi, ordusunu savaşa hazırlamaya başladı.

Bizim vezir-i âzam gibi Ruslar da -yeni kuvvet getirerek- yeni savaşa hazırladılar. Ruslar'ın asker sayısı 60 bini buluyordu. Türklerin yardım alma yollarını kapattılar ve savaşa başladılar. Ruslar top ve tüfek atışıyla, Türkler kılıç ile netice almaya çalıştı. Büyük ve kanlı bir savaş yaşanıyordu. Osmanlı askerinin yüz yüze yapılan savaşlarda yenilmeyeceği, yenilmediği söylenir ya, yine öyle oldu. Tepedelenlizâde Muhtar Paşa'nın yardıma gelmesi zaferi çabuklaştırdı. Osmanlı ordusunun bin şehidine karşılık, Ruslar 10 binden fazla asker kaybetti. Ayakta kalan Ruslar Silistre'ye doğru kaçarak istihkamlara sığındılar.

Bu savaşın cereyan şekli anlatılırken adından hiç bahsetmemiş olsak da, bahadırlığı ile gönüllere taht kuran biri vardı. Rusların 60 bin askerine karşı daha az sayısı olan orduya kumanda eden Pehlivan İbrahim Ağa idi. İbrahim Ağa burada gösterdiği cesaret ve sağladığı faydadan dolayı vezir yapıldı. O günden sonra, Pehlivan İbrahim Ağa "Baba Paşa" olarak anıldı.

Türlü çalkantıların, iç harplerin yaşandığı bir memleket ordusu için bu galibiyet çok manâlıydı. En tepedekinden en aşağıdakine kadar herkesin buna ihtiyacı vardı. (24 Ekim 1869)

Uzayan günlerin kışa gelmesi hareket imkânını zorlaştırdı. Zahire sıkıntısı baş gösterdi. Yardım alınamadı. Ruslar için aynı sıkıntılar aynı derecede mevzu bahis değildi. İsmail ve İbrail kaleleri Aralık ve Ocak aylarında vire ile Ruslara teslim edildi. Rusların "20 binden ziyade hasta askeri" ve verdiği telefat gözden uzak tutulmazsa, haşmetli devirlerinde aldıkları yara ağır sarılır.

Tatariçe galibiyetinin sevinci, her şeye rağmen gölgelendi. İsmail ve İbrail kalelerinin Ruslara teslimi, daha sonra da Faş Kalesi'nin düşmesi yorgun yüzlerdeki tebessümü soldurdu. Netayic-ül Vukuat yazarı Mustafa Nevri Paşa, uğranılan kayıpların sebebini şöyle anlatıyor:

"Erzurum Valisi ve bölge komutanı olan Ferhat Paşa ile Trabzon Valisi ve Çerkezistan kıyıları komutanı Şerif Paşa, Çıldır Valisi Selim Paşa o bölgenin eski ve köklü ailelerinden olup, zaten birbirleri ile rekabet halinde bulunduklarından, savaş sırasında olsun, birlik içinde bulunmaları devlere karşı farz olan bir borçlan iken tersine, düşmanlıklarını daha da artırdılar."

"Bunların elbirliği yapmamaları, o bölgede başarı elde edilememesine ve Faş Kalesi'nin Rusların eline geçmesine yol açtı. Bu olumsuz durumları yüzünden komutanların hepsi görevlerinden alınıp tepelendiler. Gelecek yıl için şimdiden valiler ve askeri birlikler hazırlanmasına girişildi."

Cihâd-ı Ekber ilanı (25 Haziran 1810)

Ruslar Osmanlı Devleti'nin yakasını bırakmak niyetinde değildi. Fransa, düğün bahşişi verir gibi Boğdan ve Eflak'ı Ruslara bıraktırmak için Osmanlı devlet adamlarını zorluyor; başkasının cebinden cömertlik yaparak kendisine rakip olmaya çalışan bir devleti borçlandırmak istiyordu.

İkinci Mahmud, Rusların durdurulmasının müşkül olduğunu anlar ve bizzat sefere çıkmaya karar verir. Bir Hatt-ı Hümâyunla Cihad-ı ekber ilân edilir. Devam eden savaşta Rusların Şumnu civarında yirmi bin telefatla meydanı terketmesi, Cihad-ı Ekber'in ilânının bile faydalı olduğunu gösterir. Ruslar, Napolyon'un kendilerine karşı sefere çıkmasıyla Türkiye ile uğraşmaktan vazgeçer... Napolyon'un tahriklerine, bazı vaadlerine kanmayan Osmanlı İmparatorluğu, Rusların barış teklifini kabul ederek Bükreş Anlaşması’yla harbe son verilir.

Pâdişâhın da askerin de nefes almaya ihtiyacı vardı. Napolyon'un savaşsız duramayışı şimdi de Rusya ile savaşmayı tercih edişi Türkiye için bir şans oldu ve bir süre için de olsa rahata kavuşuldu. Korsikalı Napolyon farkına varmadan bir devlete faydalı oluyordu. Amma onun verdiği zararların yanında bunun esâmisi bile okunmaz. Mısır'ı işgal ettiği zaman, "Mısır Mısırlılarındır" diyerek, nasıl olsa kendisi orada kalamayacaktı ya, Mısırlıları Osmanlı'ya karşı kışkırtmaya çalışmıştı." Hatta altıyüz Mısırlı genci Fransa'ya gönderip özel bir eğitimle yetiştirerek onlar vasıtasıyla Arap milliyetçiliğini geliştirmeyi bile düşünmüştü... Tam başarılı olamadı ise de, Kölemen beylerin çoğu "Mısır Mısırlınındır" düsturuna bağlı kaldılar. Nitekim birinci konsolosa yazdıkları bir mektupla:

— "Ol zalim ve gaddar bedfial (kötü iş yapan) olan Osmanlıya teslim edip, bizleri böyle nâmekân bırakmak şanın mıdır? Ve sizin dahi malûmunuzdur ki, Osmanlı askeri gelip bizim elimizden Kahire-i Mısır'ı almak mümkün değilken bu felâketleri başımıza getirmeye sebep olmanız lâyıkullah değildir. Bundan böyle biz sizin ırzınıza düştük ve sizin emriniz altında olup katiyen muhalefet etmeyeceğimiz aşikâr olmakla ancak cenab-ı devletinizden istirhamımız şudur ki; bizleri Kahire'i Mısır'dan ne veçhile çıkardınız ise, Devlet-i Âliyyeye ricanız ile mi olur, yoksa tarafımıza imdat göndermenizle mi olur, evvelki gibi Mısır'da oturmamız hususunda himmet eylemeniz ilh..."

Din kardeşlerimiz, Osmanlı Devleti'ne hiçbir şey vermeden, çok şey aldığını bilmiyor olmalı; bir de kendilerini orada huzursuz edenin kim olduğunu bilmiyor olmalı ki, yanlışlıkla düşmandan yardım istiyor! Dostunu kötülüyor; bu, biraz da Türk milletinin kaderidir herhalde!

Devlet binbir sıkıntı içinde bocalasa da; hayat devam ediyor. Nasıl ki, acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı ise, sırasına göre en katı elemlerin arasına bile sevinçler yerleştirilebiliyordu. Bunu niye söylüyoruz? Şunun için:

Arabistan'da "Vehhâbiler, Necd'den sonra Hicaz'ın mühim bir kısmını ellerine geçirmişlerdi. Çapulculuk yapan Vehhâbiler fazla huzursuzluk çıkarıyor. Bâb-ı Âli Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya kesin emir veriyor. Paşa da 19 yaşındaki oğlu Mehmed Tosun Paşa'yı bu işle vazifelendiriyor. Tosun Paşa Vahhabileri temizleyerek babasının da Pâdişâhın da yüzünü ağartıyor. Tosun Paşa'nın bu zaferi Sultan İkinci Mahmud'un bundan böyle Gazi olarak anılmasını sağlıyor.

Bir şey ne kadar zor elde edilirse, o kadar kıymetli oluyor. Mısır'ın elde tutulması, alınmasından daha zor idi. Ya diğer yerler? Yavaş yavaş, birer birer elimizden çıkan kaleler, şehirler, vilayetler, eyaletler... Uzun süren isyanlar neticesinde Sırbistan bağımsızlığına kavuşur; sıra Yunanlılara gelir.

Peygamber Efendimize hürmete Araplara 'kavm-i necip' diye saygılı davranan Osmanlı; Hıristiyan reaya içinde de Rumlara farklı, (imtiyazlı) muamelı yapmıştı. "Rumlar İmparatorluğun her tarafına dağılmış bulunuyorlardı. Deniz kıyılarında ve büyük şehirlerde onlara çok rastlanmakta, fakat kesin bir çoğunluk ile bulundukları yerler, Mora, Yunan Adaları ve Teselya idi.

Din ve dil hürlüğüne, toprak mülkiyeti hakkına sahip Rumların en büyük acısı; kanunnamelerin belirttiği sınırların dışında, kendilerinden alınan vergilerden ileri geliyordu. Köyde yaşayanlar toprak sahibi, şehirde yaşayanlar ticaretle uğraşıyor, 600'den fazla Rum gemisi doğu Akdeniz'de taşımacılık yapıyor, hem de korsanlara karşı korunmaları için kuvvetli bir şekilde silahlanmış bulunuyorlar; İstanbul'da oturanlar ise devletin idarî işleriyle görevlendiriliyorlardı. Rum Patrikhanesinin şikâyetçi olabileceği hiçbir eksiği yoktu.

Fakat Fransa'dan yayılan milletlere hürriyet fikri; bazı Avrupalı şair ve yazarlarda uyanan Yunan kültürü hayranlığı, Rumları dünyanın şımarık çocuğu yapacaktır.

Muharrir Konayis, şair Rigas Yunanlıları egemenlik fikrine hazırlarken, Avrupalı aydınları da Yunanlıların yardımına çağırdılar. Yer yer cemiyetler kurulmaya, okullar açılmaya başladı. Gazete ve mecmualarla Yunan davası devamlı körükleniyordu.

Etniki Eterya

Eski Bizans'ı diriltmek gayesiyle kurulan bir cemiyettir. Üç kurucusundan biri Bulgar, ikisi Rum tüccar. Görünen amaçları, Osmanlıların Hıristiyan tebaası arasında eğitim ve öğretimi yaymaktır. Perde arkasında cemiyeti idare eden Yunan Patriği; onun da arkasında Rus Çarının harp yaveri Aleksandr İpsilanti duruyor. Cemiyete üye olan herkes, gerektiğinde servetlerini ve canlarını vermeye âmâde, sır vermemeye yeminlidirler.

İzmir, Sakız, Misalangi, Bükreş, Yaş, Yanya, Triyeste cemiyetin şubesi bulunan belli başlı merkezler. Her sınıftan insanlarla; amaca ulaşmak için çalışmaya, Yunan bağımsızlığını sağlamaya adaylar. Bu cemiyet parola kelimeler icadıyla aralarında gizli anlaşmayı tercih ederler; buna göre "Bîgaraz" denince Pâdişâh, "Muhibbi İnsaniyet" Rusya İmparatoru, "Ziyade meşgul" Sadrazam "Kaynana" Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa demek oluyordu.

"Tepedelenli Ali, Veli Bey adında birinin oğludur. Onsekiz yaşında çete reisi olmuş 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinde devlete yaptığı hizmete karşılık Derbent Paşalığına yükseltilmiş, 1788'de Yanya Paşası olmuş"

İ. H. Danişmend Ali Paşa hakkında kesin bir kimlik belirtemez. "Bir rivayete göre Türk fethinde ihtida etmiş Arnavud ailesindendir." derken, diğer "rivayete göre Kütahyalı Niyazi isimli bir Türk dervişinin oğludur" der.

Yılmaz Öztuna ise "Kütahyalı bir Türk'ten inen Tepedelenli Ali Paşa Arnavutlukla Yunanistan arasında Epir ve çevresinde büyük bir nüfuz elde etmişti. İkinci bir Mehmed Ali olmaya hazırlanan ihtiyar, son derece muhteris, zâlim, çok zeki ve entrikacı bir adamdı." diyor.

Her ne olursa olsun Rumların en fazla korktukları adam Ali Paşa idi. İhtilal hazırlıklarını bildiği için Rum doktoru vasıtasiyle bütün hareketlerini takip ediyordu. Komitenin aralarında mektuplaşmalarını bile takibe alan Paşa, despota yazılan bir mektubu eline geçirir ve despotu yanın çağırarak mektubu uzatır:

"Okusanız da dinlesek."

Deyince Despota nüzul gelir ve oracıkta ölür.

Tepedelenli Ali Paşa'nın İstanbul'daki has adamı Halet Efendi adlı biridir. Kırım Türklerinden olan Halet Efendi Sultan Mahmud'un da has adamıdır; o kadar ki, Padişaha, Sadrazamım değiştirtmeyi istese reddedilmiyor. Halet Efendi Etnik-i Eteryacılarla da iyidir. Fenerli Rumların çocuklarına mürebbilik bile yapıyor...

Halet Efendi ile Tepedelenli'nin arası açılır; buna sebep, yüklü bir para alışverişi deniyor. Doğruysa Halet Efendi, Paşadan istediği rüşveti alamayınca aleyhine dönmüş. Pâdişâh da aleyhine döndürmüş; her ne kadar yanlış hareketleri olsa da devlete bağlılığı devam eden Paşa isyan bayrağını açmış.

Sabırlı Pâdişâh İkinci Mahmud, eski Sadrâzam Hurşid Paşa'yı Tepedelenli gailesini ortadan kaldırmakla vazifelendirir. Devletin Şanlı Ali Paşası artık "Permanlu"dur. Hakkında ölüm fermanı çıkmıştır. 5000 askeri ve 100 topuyla, Türk kuvvetlerine karşı savaşır Tepedelenli. Çok mücadele verir; hatta doğruysa Vasiliki adlı güzel ve genç Rum karısının teşvikiyle din değiştirir Ali Paşa. Bir Manastıra sığınır, orada kendisini müdafaa eder... Amma netice? 1 sene, 4 ay, 25 gün sonra başı kesilmekten kurtulamaz. İmparatorluğun çeşitli bölgelerine dağılan, çoğu, Paşa olan oğullarının ve torunlarının da başları kesilir.

Devlet bir isyankârdan kurtulmanın huzurunu yaşar. Rumlar önlerindeki en sarp engelin kendiliğinden kalkışma bayram yaparlar. Etniki Eterya isyan zamanının geldiğine inanır.

Yunan İsyanı'nın Başlaması (12 Şubat 1821)

Merhum Ahmed Cevdet Paşa, son zamanlarda, bazı insanlar arasında cereyan eden bir tartışmayı o günlerde düşünmüş ve tarihine kaydetmiş. Rumların isyanını anlatmaya başlarken kabahati sadece onlara değil, devlete de yüklemeye çalışıyor. Diyor ki:

"... İnsan, çoğunlukla isteklerinin sonu gelmeyen, hırslı bir yaratıktır. Rumlarda da çeşitli arzu ve isteklerin bulunması tabii idi."

"Halbuki Rumlar din ve dilce, gelenek ve edebiyatça Türklerden ayrı idiler. Bunun için Türkiye'de kendilerine ait bir âlemde yaşarlardı. Müslümanların içinde misafir gibi dururlardı. Kalabalık oldukları yerlerde de Müslümanlara "zavallı" gözü ile bakarlardı. Bütün azınlıklara devletin lisanını öğretmek, onları Türk edebiyatına, gelenek ve göreneklerine alıştırmak ve Türklere ısındırmak devletin yapması gereken husus olmakla beraber, bu konudaki hata ve müsamahaları asla inkâr edilemez."

Bugün de, sıkıntılarını yaşadığımız meseledir bu. Demek ki; hiçbir şey değişmemiş. İbret almama huyumuzun devam ettiğini kabul edersek, tekerrürünü de beklememiz lâzımdır...

O günlerde, "Osmanlı Devleti'nde askerî ve idarî düzen bozulmuştu. İlmiye sınırı ehliyetsiz, hak sahiplerinin işleri görülmüyor. Bilgi ve kültür kıtlaştıkça katılık artıyor. Hıristiyanlar tahkir ediliyordu; bu durum onların ağırına gidiyor, ayrılık düşünceleri günden güne artıyordu." diyor. Cevdet Paşa.

Cevdet Paşa'nın haklı eleştirileri, devlet yönetiminde bulunan insanların suçluluğunu kabul ettirir, amma; Patras Başpiskoposu Germanos'un kumandasında başlayan —12 Şubat 1821— Mora İsyanı'nda 400 senedir orada oturan 50.000 Türk'ün öldürülmesi, 5 Ekimde teslim aldıkları Tripolice kalesinde bulunan, çocuk, kadın, erkek 8000 Türk'ün kılıçtan geçirilmesi hiç bağışlanamaz bir vahşet değil midir? Bu vahşete yardımcı olan Ortodoks Cihan Patriği de İstanbul'da, Sultan Mahmud'un himayesindedir ve hükümdar imtiyazına sahiptir. Türk milletinin içi kan ağlarken, kanlan akan şehitleri için; hayatın tadını çıkaran Patrik ve etrafındakiler her şeyin yanlarına kalacağını zannederler. Fakat iş öyle olmaz.

Patriğin ihaneti ve idamı

Bâb-ı Âli, Cihan Patriği Grigoryos'un ihanetini tespit eder. Âsilerle haberleşip, onlara manevî güç vermeye çalışmaktadır.

Paskalya günlerinde, görevden azline ve idamına karar verilir. Sorgu için Bâb-ı Âli'ye geldiğinde, Sadrâzam:

"Senin bu fesaddan, önceden haberin yok mu idi ki, sakladın, söylemedin" diye sorunca, inkar eder; hiçbir şeyden haberi olmadığını söyler. Sadrâzam:

"Ya! Bir fahişe avradın yaptığı zinaya kadar haberiniz olduğu halde, böyle büyük bir fitne fesaddan cahilce haberim yok demekle inandırabilir misin?"

Ortodoksların Cihan Patriği Grigoryos doksanlık vücudunu korumak için numara yapmaya devam eder:

"Devletli efendim! Bendeniz doksan yaşım geçmiş şuursuz bir ihtiyarım. Eğer bilirse onikiler bilir."

Bu arada onikiler yeni patriklerini seçerler. Grigoryos Fener'e ******ürülür. Patrikhane'nin orta kapısında, göğsünde ihanetini anlatan bir yafta olduğu halde asılır. (22 Nisan 1821). Cesedi üç gün asılı kalarak, İstanbullulara teşhir edilir. O orta kapı yeni Patrik'in emriyle kapatılır.

Bir Türk devlet veya hükümet başkanı o kapıda idam olununcaya kadar açmama ahdiyle iptal edilen o kapı, hâlâ kapalıdır. Grigoryos'un "peşinden Kayseri, Edremit ve Tarabya metropolitleri dahî Balıkpazarında ve Kaşıkçılar hanı önünde ve Parmakkapı'da idam edildiler."

Tüccardan ve Rum taifesi eşrafından fesatla ilgileri haber alınmış ve fesat hakkında mektupları yakalanmış olan beş kişilik fesatçı da bu sırada kalabalık meydanlarda katledildiler."

"Pâdişâha ve sadrâzama Rumların lehinde mütemadiyen telkinatta bulunmuş olan Halet Efendi de evvelâ Konya'ya sürgün edildi, bir müddet sonra da orada boğduruldu."

Yunan İstiklâli’nin ilanı (13 Ocak 1822)

Yangın rüzgârla desteklenince, yakacak bulduğu müddet devam eder. Rum isyanı rüzgârıyla beraber başlamıştı. Eflak ve Boğdan, Mora derken, her tarafı saran ayaklanma ateşi hedefine ilerlemiştir. 13 Ocak 1822 de Mora'daki bir ormanda toplanan milli meclis Yunan istiklâlini ilan eder, başkanlığa da Prens Mavrakordata seçilir.

Link to comment
Share on other sites

Sakız Adası'nda İsyan (23 Mart 1822)

Yukarıda söylendiği gibi, rüzgar esiyor, yangın büyüyor. Rumların yaşadığı her yer bu ateşle ısınacak, kimi yerlerde kendileri yanacak. Sakız Adası Anadolu sahillerine yakın, hani bir ayağını sahilde tutan adam ikinci ayağını uzun atsa adaya değecek gibi! Burada isyana kalkışan maceraperestler sayılarının üstünlüğüne güveniyorlardı: "Ada ahâlisinin eli ayağı tutar, 80 bin Hıristiyan reayasına karşı, Müslüman nüfusunun bin kişiden ibaret olması." ümitlerine mesnet teşkil ediyordu.

Sakız Muhafızı Vâhid Paşa'nın bir isyan çıkacağını duyması, bunu Bâb-ı âliye bildirmesi işe yaramadı. Kale muhkem, İstanbul'daki Sakız tüccarları güvence veriyor ve elde rehineler var. Bu kadar yakın oluşu da düşünülünce isyan çıkacağı haberine inanmak mümkün değil. Bâb-ı âli akıl yolunu kullandığı için bu hükme vardı.

Sakız'lı âsi Rumlar Sisam Adası'ndan gemi ve insan yardımı aldılar. Eli silah tutanlar bir araya geldi, kaleyi top ateşine tuttular. Mudafada bulunan iki bin asker elinden geleni yapıp meydanı âsilere bırakmadı. Arada bir yapılan huruç hareketiyle tepelenen Rum sayısı bir hayli fazla oldu.

Sakız'da yaşanan isyan İstanbul'da duyuldu ve isyanın 18. günü Kaptan-ı Derya Nâsuh Paşa donanmayla adaya geldi. Nasuh Paşa'nın askeri ve kaleden çıkan asker âsilerin üzerine saldırdı. Tepelenen âsilerin halini gören ayaktakiler dağlık bölgelere kaçtı. Yakalanıp esir edilen birçok insandan başka Türklerin eline zengin ganimet geçti.

Özetle: İstiklâl ilanından üç ay sonra Sakız'da çıkan bir isyan Rumlara pahalıya mal olur, onbinlerce Rum'un öldürülüşü dünyanın Hıristiyan kesimini yasa boğar."Lord Byron ve Viktor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi bestekârlar, ressamlar, gazeteciler acıklı eserlerle Sakız İsya’nın bastırılmasını terennüm ederler. Avrupa'da Türklerin barbarlığı üzerine uzun boylu sözler söylenir." Türklerin o gün gördüğü zulümlere hiçbir taraftan telin gelmiyor da, merhamet pınarları hep başkaları için akıyordu. Bugün de öyle değil mi?

Mora'ya Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın gitmesi istenirse de o oğlu İbrahim Paşa'yı bu işle görevlendirir. 1 Nisan 1824'te İskenderiye'den hareket eden İbrahim Paşa donanması, Rodos'ta Osmanlı donanmasıyla birleşir. Kışı Girit'te geçirir. 18 Mayıs'da Mora'yı âsilerin elinden alır. Bu, suni yollardır, ölüm hastasının aldığı işe yaramaz birkaç nefes gibidir; Yunan bağımsızlığı hedefine ulaşacak, Türk milletinin basma belâ bir devlet teşekkül edecektir.

"Yüksek dağların başında duman eksik olmaz" denir. Padişahlık makam olarak dünyada en yüksek dağ sayılırsa elbette dumanı da kar'ı da eksik olmayacaktır. Bir de senesine denk gelirse eteğinden bile kar eksik olmaz. II. Mahmud, bir zamanlar savaş makinesi olarak namlanan Yeniçerilerin bütün aksamlarının bozulduğu bir zamanda tahta oturmuştu. Yapılan savaşlarda uğranılan kayıplar, düşmanın kuvvetinden ziyade Yeniçerinin isteksiz kılıç sallamasından ileri geliyordu. Sultan Mahmud, daha önceleri çaresine bakmak isteyip de, geri adım atmak zorunda kaldığında, hep münasip zamanı iple çekiyordu. Sultan Mahmud aldığı eğitimle; bulunduğu makamın mesuliyetini idrâk edecek durumdaydı. Vatanını seviyor, milletini seviyor, Allah'ın emirlerine harfiyen uymaya çalışıyordu.

"Dünyanın her şeyi fanidir, nihayet bulur. Ama âhiretin her şeyi ebedidir, nihayet bulmaz. Saadette bulunan saadette, hırmanda bulunan mahkûmiyette ebedidir. Her bir insan kendi ettiğinden sual olunur. Fakat Pâdişâhlar mülkünde ve cemi-i memâlikinde mevcud bulunan edna ve sagîr ve kebir ve nîsa ve ağniya ve fukaranın mecmuundan sual olunur ve hesap olunur. Bunların cümlesi taraf-ı Haktan Pâdişâha emânet olunmuştur."

"Bu bilgiye göre Padişahlık Allah vergisidir. Pâdişâh yaptıklarından ahirette Allah önünde sorumludur. Adalet kesindir, fakat Allah adaletlidir."

Tarihçi, II. Mahmud'u bu halet-i ruhiye içerisinde düşünüyor. Öyleyse mesul olduğu milyonlarca insanın selameti için en iyi, en faydalı işleri yapmak Pâdişâhın boynunun borcudur: Bu borcu ödemek için günler gelmekte fakat etrafında kafasına uygun yardımcıları yoktur.

(Biz, bilhassa Yunan-Rum meselesini anlatırken insicamın bozulmamasını istedik. Araya giren, önemsiz saydığımız meseleleri atladık ve sadâret değişikliği hiç mevzu olmadı. Yusuf Ziyâeddin Paşa'dan sonra Laz Ahmed Paşa, sonra Hurşid Paşa, sonra Mehmed Emin Rauf Paşa, sonra Derviş Paşa, sonra Seyyid Ali Paşa, sonra Hacı Salih Paşa, sonra Deli Abdullah Sadârete kavuştu. 1809'dan 1823'e kadar yani, 13–14 senede sekiz defa sadâret değişikliği oldu.)

Ne olursa olsun; tek başına kalsa da hayırlı olacağına inandığı hareketi yapacak, askerden fazla çapulcuya dönen Yeniçerilerden devleti-milleti kurtaracaktı. Onlar, o kadar yoldan çıkmışlardı ki; sivil ahali bile yeryüzünden kalkmaları için dua ediyordu. Buna misal olarak Cevdet tarihinden bir yaşanmış olayı aktaralım:

Gelenekten olan baklava yağmalama gününde yaşlıca bir adam torununu seyire ******ürmüş. (15 Ramazan Pazar) Oruç yemekle öğünen Yeniçerilerden birkaçı ihtiyarı:

— "Savul herif yol üzerinden, bize güçlük çıkarıyorsun."

Diye yakasından çekip döverler, söverler ve yere yuvarlarlar. İhtiyar:

"Benim suçum nedir! Bu çocuk torunum, beni seyre ******ür diye tutturunca getirmiştim. Yoksa böyle mübarek günde camii bırakıp ta Allah'ın gazabına uğrayası bu güruhu görmeyi kim isterdi. İlâhi! Büyük dergâhından dilerim, bu Yeniçeri takımının topunu birden yeryüzünden kaldır, gelecek Ramazana yetiştirme" diye Allah'a sığınıp inkisar etmiş. Bunu Muhasip Sait Efendi duymuş ve anlatmıştı."

İhtiyarın bedduası ile Yeniçeriliğin hazanı arasında değil bir yıl, iki ay bile yoktur.

İkinci Mahmud'un en önemli işlerinden sayılan Yeniçeri Ocağının tarihe karışması hadisesi, birkaç satırla geçiştirilecek kadar basit değildir; hak ettiği değeri verip, şanına uygun bir bitiş macerası anlatmaya çalışalım.

Kimi tarihçilere (İ.H.D.) göre Osmanlı fütühâtındaki rolü mübalağalarla anlatılan Yeniçerilerin mevcudu on küsur bini geçmemiştir. Daha önceki bölümlerde miktarın çok fazla olduğu görülmüştür. Bunlar da, ne kale kuşatmalarında, ne de meydan savaşlarında önemli bir başarı gösterebilmişlerdir. Pâdişâhın etrafında muhafız ve ihtiyat kuvvetinden başka bir şey olamamışlardır. Fatih'in ilk saltanatında başlayan isyan ve yağmacılıkları Yavuz'un Çaldıran seferinde, pâdişâhın otağına kurşun sıkmayla devam etmiştir. Kanunî devrinde bile hükümeti devirmek için İstanbul'da isyan çıkarıp, yağmacılık etmişlerdir.

Birinci Mahmud "Asâkir-i mualleme = Talimli asker" yetiştirip Yeniçerilerden kurtulmayı denemiş; daha sonra Üçüncü Mustafa denemiş, Birinci Abdulhâmid farklı yollarla bir şeyler yapmaya çalışmış, başarılı olunamamıştı. Üçüncü Selim; büyük bir azimle başladığı yeni ordu teşkili yolunda, hem tahtından hem de canından olmuştu.

İkinci Mahmud ise, bu işin mutlak halli gerektiğine, başka çare kalmadığına inanıyordu. Bu kararın tatbiki kolay değildi. Amma iki yol görünüyordu; bu yollardan biri Yeniçerilerin hayatına, diğeri devletin bekasına gidiyordu. Devlet ağır bastığı için yeni ordu düzenine geçilmeliydi, yeniçeriler iyiyi kötüyü ayırdedemez kimselerdi. Yeni düzene geçilirken kargaşalık çıkarırlardı. Bunun önlenmesi için neler yapılabilir? Önce, biraz yumuşak geçiş denenecekti.

Pâdişâhın emriyle, "Şeyhülislâm Kadı zade Mehmed Tahir Efendi'nin konağında Sadnâzamla erkân ve ulemâdan meydana gelen bir meclis toplanıp, Garp tarzında talim istemiyen ve yalmz "usûli kadime mucibince (eski usule göre) destiye kurşun atmak ve keçeye kılıç çalmak"la iktifa etmek isteyen yeniçerilere rağmen "Talim-i harbin vücûbuna fetva" ve "Eşkinci nâmiyle asâkiri mualleme" teşkiline karar verilmiştir.

Yeniçeri Ocağı'nın İmhası (Vak'ai Hayriyye) (15 Haziran 1826)

Pâdişâh büyük bir işe teşebbüs ediyordu; bunun sonunda belki, pek çok insanın canı yanabilecek, kan su gibi akacaktı. İnsan hayatının harcanacağı bir olayda, kendisini bütün tebânın babası mevkiinde gören Pâdişâhın sırtını Şeyhülislâm fetvasına dayaması şart idi. Bu kolay bir karar olmayacaktı amma, çoğunluğun menfaati için azınlığın zararı göze alınır, bu bir şer'i kural idi. Şeyhülislâm; fetvasını devletin ve Yeniçeri Ocağının temsilcileri huzurunda vermiş, kimseden itiraz sesi çıkmamıştı. Hatta "Vezirler, ulema ve ocağın ileri gelenleri Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar dairesinde çalışılacağını belirten bir yazı imzaladılar."

Toplantıya katılan kişileri isim isim yazıp, alınan kararlan madde madde sıralamadan özünü anlamaya çalışıyoruz.

İstanbul'da bulunan 51 Yeniçeri ortasından seçilenler 150 şer kişi ile 7.650 asker Eşkinci sınıfını meydana getirecek; bunlar özel talimlerle, yeni harp düzenlerine göre yetiştirilecekti.

Bu Yeniçeri Ocağı'na ve Nizam-ı Cedid'e benzemeyen ayrı bir kuruluş olacaktı. Nitekim öyle oldu. 11 Haziran 1826'da yeni kıyafetleriyle talime başladılar. Talimle beraber fitne kazanı da kaynamaya başladı. Pâdişâh yeniçerilerden emin olmadığı için ihtiyaten Topçu, Humbaracı, Lağımcı ve Tersane Ocakları'nın ileri gelenleri elde edilmiş, diğer tedbirler de keza alınmıştı.

Eşkinci yazılması hususunda devlete yardımcı olanlardan Kethüda Mustafa ve Kürt Yusuf ile başka sözü geçenler, kendi aralarında isyan planlarını görüşüyorlarmış. Çeşitli fikirlerden sonra vardıkları karar:

"Eşkinciler yazılıp çoğalsın, top, tüfek ve savaş araç gereçleri ellerine geçsin sonra ayaklanırız."

Eğitimin başladığı gün kahvehanelerde "Kâfire benzedik" diye; insanları dinî duygularıyla avlama yarışma giren kötü niyetliler, verdikleri sözde durmayanlardır.

Ayaklanmanın öncülüğünü yapanlardan biri Habib Odabaşıdır. Cevdet Paşa onun için kötü bir "terceme-i hal" özeti veriyor. "Yezitlikle eşit olan 31 cemaatin odabaşısı idi. Yeniçeri zorbaları arasında sözü geçerdi." Sonra, Habib pâdişâha çok bağlı görünmeye başlamış, iltifatı şahaneye nail olmuş, ihsanlara kavuşmuş. Taşrada bir yerin mubayaacılığı verilince beğenmemiş, Bab-ı Âli'ye gelip, "Oranın geliri azdır daha iyi bir yer isterim, benim haysiyetime burası uymaz" demiş. Göreve başlama zamanı gelince gitmemiş, soranlara "düğünüm var bitince gideceğim" veya "kaanûni engelim var" diyormuş. Yani isyanı bekliyormuş.

Saraya haber gidiyor, asilerden: "Biz bu talimi istemiyoruz. Eski usulümüz, destiye kurşun atmak, keçeye pala çalmaktır. Bu usûle bağlı kalmak istiyoruz. Talim işini kararlaştıranların başları muradımızdır."

Sarayın cevabı:

"Yeni talim sistemi şeriate uygundur. Ulemânın müsaadesi ile kabul edildi. Devletin menfaati bunu emretmektedir. Buna karşı gelmek devlete isyan etmektir. Âsileri kahretmeye kadiriz, hazırız."

Öbür taraf zaten hazırdı. İyice gerilmiş bulunan balona bir iğne ucu teması gerekiyordu; bu adamakıllı şişen Yeniçeri balonuna sarayın cevabı iğne tesiri yaptı. "Âsiler kudurdular, kuvvetlerini göstermek için cinayetler işlemeye başladılar."

Beşiktaş'tan Topkapı Sarayı'na gelen Pâdişâh, Sadrâzam ile diğer devlet erkânına bir konuşma yaptı:

"Tahta çıktığımdan beri vacip olan kanuna uygun hareket borcumu ödemeye çalıştığımı hepiniz biliyorsunuz. Allah'ın vediası -emâneti- olan tebaayı korumak için uğraştığım herkesin bildiği şeydir. Yeniçeriler yine isyan edip taşkınlığa başladı. Eşkiyaca davranışlarına dayanılmaz; ancak kan dökülmesin diye göz yumduktan başka, kendilerine bu kadar para dağıttım. Bu sefer de para bolluğu içinde kendi diledikleri yolda, kânûni emirden yüz çevirdiler. Bu baş kaldırmaları sultana karşı demek değil midir! Bu hainlerin cezalandırılmaları için tedbiriniz nedir? Öldürülüp yok edilmeleri hakkında kanun yolu nedir?"

Ulema cevap verdi:

"İki taifeden biri diğerine karşı ayaklanırsa, Allah'ın emri yerine gelinceye kadar ayaklanan taife ile doğuşunuz."

Bu Âyet-i Kerîme'yi fetva takip etti. Hazır bulunanlar:

"Kararımız Pâdişâhımız efendimizin uğrunda savaşmak ve ölmektir. Allah büyüktür ve doğruların yardımcısıdır."

Sadrâzam Pâdişâhtan Sancağı Şerifin çıkarılmasını rica etti. İkinci Mahmud biraz durakladı. Herkes heyecan içindeydi. Bu sırada ulemâdan Kürt Abdurrahman hiddetle söze başladı.

"Bu din ve devletin bekaası muradı ilahi ise, o habisleri mahv ederiz. Değil ise biz de din ve devlet yolunda batıp gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?" dedikten sonra elindeki teşbihi öfkeyle yere vurunca ip koptu, teşbih dağıldı. Bu sözler herkesi ağlattı. Sultan Mahmud, yaşlı gözlerle Sancağı Şerifi çıkarıp Sadrâzama verdi." (T. Cevdet)

Bundan sonrasını biraz da Üstad Necip Fazıl Bey'den dinleyelim. Pâdişâh o kadar coşmuştu ki:

— Et Meydanı'na kadar ben de a¬kerle beraber gideceğim! diye bağırdı.

— Hayır, dediler. Zat-ı Şahaneleri "Hırka-i Saadet" dairesi önünde durup dua ediniz! Askerle gelmek münasip olmaz!

İstanbul'u iki ses kaplamış bulunuyor.

— Yeniçeri olan kazanının yanına gelsin!

— Müslüman olanlar "Sancağı Şerif" altına gelsin!

"Şüphesiz ki, sancak altına koşanlar kazan'a koşanlardan çok fazla...

Medrese talebeleri silahlandılar ve bu defa, umumiyetle birlik oldukları Yeniçeriye karşı hareket ettiler. Bunlar, hocaları yanlarında 3500 kişi kadar heybetle ilerlerken, İstanbul imamları, kadılar, yeşil sarıklı seyyidler de gelip kendilerine katıldılar."

"Bu esnada isyancılar Sultan Ahmet ve Bâyezid meydanlarında birkaç kişiyi öldürdülerse de hiçbir tesir elde edemediler."

"Sultan Ahmet Camii devlet tarafından başlatılan hareketin idare yeri... İç cephane açıldı ve silahı olmayana ariyet olarak silah dağıtıldı. "Sancağı Şerif" altında tekbir alınarak doğruca Sultan Ahmet Camiine gidildi ve mukaddes Sancak minbere dikildi. O zamana kadar eski şeyhülislâmların yenisiyle görüşüp bir araya geldikleri olağan işlerden değilken, yeniçerilerin son defa din adamlarına karşı aldıkları hakaret tavrı yüzünden sarmaş dolaş oldular. Sadrâzam camide kaldı. Ağa Hüseyin Paşa ile İzzet Paşa meydanda yerlerini aldılar."

"Nihayet Sadrâzam tarafından ileri yürüyüş ve taarruz emri... Sekbanlar, topçular, humbaracılar, lağımcılar ve medrese talebeleriyle halk, hep birden harekete geçtiler."

Bundan sonra Cevdet Paşa'dan faydalanarak yazmaya çalışacağız. "Peygamber Efendimizin Sancağı Şerifini zeamet sahipleri nöbetleşe bekliyorlar, büyük vezirler, ilim adamları ve ayan, minber önünde saf bağlayıp ayakta duruyorlardı. Yeniçerilerin yağmacılıkları, evleri basmaları ve akla gelen ne kadar yaramazlıkları var ise anlatılıp, sonra da, "bunların öldürülmeleri kanuna uygun mudur" diye soruluyordu. Umumi kanaat, hemen öldürülmeleri yönünde olmakla beraber, nasihat yolunun denenmesi şüphelerin dağılması için daha münasip görüldü. Bu görev içinde Ahıskah Dersiam Ahmed Efendi seçildi."

"Ahmed Efendi, "hiçbir faydası olmaz; ben boşu boşuna ellerine geçerim, yapılacak savaş ta böylece gecikmiş olur" deyince, ondan vazgeçildi. Sadrâzam, Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşaya hücum emri verdi. Onlar da kendi sekbanları, topçu, humbaracı, lağımcı ve kalyoncu askeri ile Sultanahmet meydanından hareket ettiler. Bunlara talebe ve halk da katılarak, hep beraber Aksaray meydanında toplanan Yeniçerilerin üzerine yürüdüler."

Üzerine yürünenler tepelenecektir. Osmanlı ordusu bir zamanlar Kosova'da "Allah Allah" nidalarıyla böyle yürümüş, şanlı Sancağı Balkanlarda dalgalandırmıştı. Bizans'ın surlarına tırmanıp, yeni bir çağ açmıştı. Yavuz Sultan Selim'le Çaldıran'da, Merci Dabık'ta, Kanuni Sultan Süleyman'la Zigetvar'da tarih yazmıştı. İran üzerine yürüyen, Rumelini Türkeli yapan orduda kimler vardı. Şimdi yeryüzünden kaldırılmaya çalışılan Yeniçeri: Dördüncü Murad'ı inim inim inleten, Genç Osman'ın etlerini mıncıklayan, Üçüncü Selim'i öldüren de Yeniçeri idi. Bu yok oluş sahnelerinin aktarılması pek zevkli bir vazife değil; değil amma, bizim tarihimizin bir gerçeği. Onlar devlet adına savaşırlarken kahramandılar, devletin aleyhine davranışları başlayınca, hain oldular. Önce devlet! O yüzden Fatih; İcab ederse, kardeş katline, evlat katline fetva çıkartmıştı. Kanuni sevgili Mustafa'sını devleti ebed müddet için feda etmişti. Nice şehzadeler feda edilmişti... Geçelim:

Savaş devletten yana olanlarla devlete âsi olanlar arasında. Âsiler Yeniçeriler. Saldırmayı değil, müdafaayı yeğlemiş Yeniçeriler, Aksaray meydanında bekleşiyorlar. Bütün devlet güçleri karşılarında, halk karşılarında... Dünyanın en kötü insanları onlarmış sanki beddualar onlar için; bilenen kılıçlar onlar için...

Sultanahmet Meydanı'ndan gelen müthiş kalabalık, Bâyezid'de bulunan Yeniçeri öncülerini hiç önemsemeden Aksaray'a aşağı uğuldayarak iniyor; öncüler önlerinde, esas kuvvetlerine doğru kaçışıyordu. Horhor tarafından gelen devlet kuvvetleri, karşılaşılan mukavemeti, topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağanın gayretiyle tepeliyordu. Aksaray (Etmeydanı'na) toplanan Ağa Hüseyin Paşa ile Darendeli İzzet Paşa kuvvetleri içlerine karışan sivillerle, haddinden fazla kalabalık görünüyordu.

Aksaray'da "Yeni Odalar" denilen Yeniçeri Kışlalarının etrafı çevrildi. Karacehennem top atışına hazır: Hemen yakıp, yıkmak niyetinde değil Yüzbaşı Karacehennem, Yeniçerilere, duyacakları sesle:

"Etrafınız çevrildi, üzerinize topların namluları çevrildi, birazdan gülleler, yağlı paçavralar yağacak ve kışlanızla beraber yıkılıp gideceksiniz! Fırsat varken aman dileyin. Akibetinizi Şevketli Pâdişâhımıza bırakın." diye bağırdı:

Yeniçeriler teslim olmak ve özür dilemek istemezler. Red cevapları üzerine top atışı başlar. Kocaman kapının bir kanadı devrilir. Üstad Necip Fazıl, roman üslubunda yazdığı "Yeniçeri" adlı kitabında, bakın nasıl anlatıyor o anları. Kapının bir kanadı kırıldıktan sonra, "Kapı arkasında toplananların birçoğu da ölüp gitti. İzzet Paşa'dan 2500 kuruş bahşiş alan bir topçu bahadırı öbür kapıyı da devirdi."

"Karacehennem ile Tophane İmamı, devrilen avlu kapısından içeriye dalmasınlar mı? Herkese büyük bir cesaret geldi ve bir anda avlu devlet kuvvetleriyle doldu."

"Karacehennem topuğundan vurulduğu halde aldırmadı ve avlu boyunca yürümeye devam etti."

"İsyancılar kışla binasına sığındılar. Tarihi an... Yeniçeriler topyekûn kışlalarında ve kapana kıstırılmış vaziyette."

"Bu vaziyette ne yapmak lazımdır? Kışlayı topa tutmak ve ateşe vererek Ocağı, haşere yatağı temizlercesine kül etmek mi, yoksa bir kere tam ele geçirdikten sonra eski ruh temeli üzerine yeni bir bina çekmek yani, Ocağı, içine girip inkılâp çapında bir ıslah ve tesviye işine tâbi kılmak mı?"

"Bu tarihimizin en nazik saatlerinden biridir ve cevabı biraz sonra verilecektir."

"Biz şimdi ne yapıldığına bakalım."

"Yeniçeriye Yeniçerilik yapıldı; yani o, tam esir düştüğü anda asla tasfiye ve ıslahı düşünülemez ebedî bir suikast müessesesi farz edilerek bir haşere yuvası gibi ateşe verildi."

Ocak "Tomruk" ismini verdikleri kasap dükkânı tarafından tutuşturuldu ve Kara Cehennemin dizdiği toplar, kışlayı gülle ve alevle paçavra yağmuruna tuttu.

"Kışla içinde binlerce Yeniçeri, bir taraftan yıkılıyor, bir taraftan da yanıyor. Pencere ve kapılarda birtakım Yeniçeri kafalan, çığlık çığlık bağırıyorlar:

— Bizi böyle diri diri yakmayınız! Allah zulmedenlerden razı olmaz! Gelip bizi teslim alınız. Cezamız neyse veriniz! Ama kafirlere bile edilmez bir muameleden koruyunuz bizi!.."

"Yeniçeri kışlasının içinde bir cehennem cümbüşü cereyan ediyormuş gibi, alev alev devrilen kalasların ışıkları duvarları aydınlatıyor, bu duvarlarda 5 asırlık ocağın devir devir düşmandan aldığı sancaklar, armalar, türlü silahlar göze çarpıyor ve bu tarihi hatıralar önünde, hiçbir fikir sahibi olmaksızın, aynı vahşetle, devletin başta kurucusu ve sonra kurutucu askeri çalı çırpı gibi ateşe veriliyor, ayyuka yükseltici feryatlara aldırılmıyordu."

Muhterem Üstadımız bu minval üzere devam ediyor anlatmaya...

"Kışla yerle bir. Bütün Yeniçeriler yerde ceset. Amma birkaç yüzlercesi nasıl olmuşsa ayakta, onları da Sultanahmed'e ******ürüyorlar, Sadrâzam onları boğdurup "malum" çınar ağacının altına cesetlerini yığdırıyor. 120 kadarını da Hüseyin Paşa öldürterek, bu savaştan nasibini alıyor.

Rakamlar muhtelif 8.000 den 40.000 e kadar çıkıyor Yeniçeri ölüsü. Beri taraf ise sadece 25 ölü veriyor. İnanılır gibi değil! İzzet Molla diye bir şair o günlerde meşhurdur. Ve de marifetlidir. Bir dörtlük yazar; Yeniçeriliğin kaldırılışına tarih düşürür:

Tecemmu eyledi Meydan-ı Lahm'e

Edip Küfran-ı nimet nice bağı

Koyup kaldırmadan, ikide bir de

"Kazan devrildi, söndürdü ocağı."

( Lahm = Etmeydanı, Aksaray Meydanı, Bâği = Haydut, eşkiya, demektir.)

Uzun uzun anlatılan bu imha hareketini biz burada noktalayıp, sonrasına bakalım. Bu olaya güzel bir ad bulunuyor ve o günden beri Vaka-i Hayriye deniyor bunun adına. Devletin tarihçileri bol bol övgüler diziyor o gün için.

Yeniçeri Ocağı bozulmuştu, bunu inkâr mümkün değil! Amma netice böyle mi olmalıydı? Onu bilemiyoruz.

Türkiye'de bu gün de pek çok insanın adını hürmetle andığı bir isim var. "Moltke" Prusyalı Moltke. Bakın o ne yazmış.

Yeniçeriliğin kaldırılışı ve onun yerine konan yeni düzeni eleştiren Motke diyor ki:

"Yapılanların en zavallısı da Rus ceketleri, Fransız talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk serpuşu, Macar eğerleri, İngiliz kılınçları ve her milletten öğretmenleriyle Avrupa örneğine göre bir orduydu."

"Eski Osmanlı ordusunun zarif ve muhteşem kıyafetleri, kıymetli silahları ve bunların yılmaz cesaretleri artık görünmez olmuştu."

"Kavuğun insana çok yakıştığını, yağmurdan ve sıcaktan başı koruduğunu, şapkanın insanı güneşten bile muhafaza edemediğini." söyledikten sonra, eski Yeniçeri kıyafetini hayâl ederek:

"Böyle bol kollu libaslar içindeki kimsenin her hareketi ona haşmetli bir görünüş veriyor ve insan her zaman resmini çizmek arzusu duyduğu bir adamla karşılaşıyor. Türkler Frenk elbisesi giydirilmeden evvel, onların neden dünyanın en yakışıklı insam olduğunu anlamak kolay. Bizim askerlerimize de Türk libası giydirilse, muhteşem bir görünüşleri olurdu!"

Buna "gavur aklı" deyip geçebiliriz. Bir de diğer gavura bakalım. Bu da o günlerde sulh içinde bulunduğumuz bir devletin Başvekili Prens Metternich. Avusturya Başvekili olarak işbaşındadır. Türkiye'de yapılardan, bugünkü yabancı devlet adamlarının yaptığı gibi seyretmekte iken, dayanamayıp Bâb-ı Âli'ye bir mektup yazıp, duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır.

Okuduğumuz zaman bizi etkilemiş olan bu mektup, o gün nasıl karşılandı, yazarının dostluğuna mı, düşmanlığına mı verildi bilemiyoruz. Mektup aşağıda:

"Sultanın icraatı hakkında bir devlet adamı sıfatıyla vicdanımı yoklayarak dâima dermeyân edebileceğim bir tenkîd de, Pâdişâhın millî şekillere uygun olarak yapıldığı takdirde faydalar tevlîd edebilecek bir hareket ve teşebbüsü, hiç tereddüt etmeyerek yabancı şekli ile nazara alması ve öylece tatbik ve icraya girişmesidir. Onun hemen her yenilik icraatını birlikte takip eden diğer bir hata da, aynı menşe ve esâsa dayanan bir müesseseyi murakabe etmek üzere başka başka kanaat ve görüşlere sahip kimselerin yardımına müracaat etmesidir. Bu mülâhaza bilhassa askerî teşkilat ve müesseselere taalluk eder. Bir ordu için lâzım en birinci şart, o ordunun muhtelif kısımlarının bir kül teşkil edebilmesi ve onların mütecanis olmasıdır. Birbirine zıt unsurların ve muhtelif maksatlar güden nizamların bir araya getirilmesi, ordunun bütünlüğünü temin edemez. Bunlarla sağlam ve kudretli bir askerî kuvvetin vücûda getirilebileceğini düşünmek asla doğru olamaz. Nitekim hâdisât bunu göstermemiş midir? Her ne kadar bugün Bâb-ı Âli'nin az çok Avrupalı gibi giyinmiş asker ve zâbitânı varsa da, ordusu yoktur. Bâb-ı Âlî eski Türk ordusunu inhilâle sevketmiş, fakat yenisini te'sis eylemek iktidarını gösterememiştir."

"Hükümetinizi, mevcudiyetinizin üssü'l-esâsı olan ve pâdişâh ile müslüman tebaası arasında başlıca bir rabıta teşkil eden dîni kanunlara hürmet ve riâyet esâsı üzerine bina ediniz. Zamanın doğurduğu zaruretleri nazar-ı itibâre alınız. İdâri işlerinizi nizâma alınız ve ıslah ediniz. Lâkin âdetlerinize ve içtimâi meziyetinize uygun olmayan bir idare usûlünü tesis etmek için, eski idareyi yıkmayınız. Aksi takdirde pâdişâhın ne tahrîb ettiğinin, ne de yıktığının yerine koyduklarının, kıymet ve değerini bilmediğine hükmolunur. Avrupa'dan sizin kaanunlarınıza ve nizâmlarınıza uymayan şeyleri iktibas etmeyiniz ve almayınız. Zira garb kaanunları, hükümetinizin temelini teşkil eden kaanunların usûl ve kaaidelerine asla benzemeyen esaslara istinâd eder. Garb ülkelerinde esas olan şey, Hıristiyan kaanunlarıdır. Siz Türk kalınız. Lâkin mademki Türk kalacaksınız, şeriata temessük ediniz. Sâir dinlere karşı müsamahakâr olmak için, şeriatın size gösterdiği kolaylıklardan istifâde ediniz. Bir kaanunun icra ve tatbik sebepl¬rini temin etmeden asla ilân etmeyiniz. Fakat bunu yaparken garbın efkâr-ı umûmiyesi addettiğiniz şeye ehemmiyet atfetmeyiniz; siz bu efkâr-ı umûmiyeyi, Avrupa'nın umumî sadasını anlamıyorsunuz. Eğer terakki yolunda adalet, vukuf ve malûmat ile ileriye doğru hareket ederseniz, Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin şâyân-ı ehemmiyet olan kısmı size mütemayil ve müteveccih olacaktır...

"Hulâsa, Bâb-ı Âlî'ye, ahvâl ve şeraiti, Türkiye İmparatorluğu'nun ahvâl ve şeraitine uymayan garb hükümetlerini, her şeyden evvel taklide şâyân bir nümûne şeklinde telâkki ederek ona göre ıslahatta bulunmamasını, esas kaanunları şarkın âdetlerine ve âdabına uygunluk göstermeyen hükümetleri taklid ve hâl-i hâzırda her türlü yaratıcı ve nizâmlayıcı hassadan mahrum olup İslâm memleketlerine za¬rar vermekten başka bir netice hâsıl etmeyeceği aşikâr olan ıslahatı kabul ve tatbik etmemesini tavsiye ederiz... Acaba beni siyâsî hayâllere bağlanmakla mı itham edeceklerdir?.. Varsın öyle olsun..."

Yabancı dostlar ne derlerse desinler, 15 Haziranda yerle bir edilen Yeniçeriliğin ilgasına dair ferman, iki gün sonra her tarafa duyurulur. "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye" kurulur. Yeniçeri Ağalığı da kalkmış olduğu için, Yeni orduya da benzeri bir Ağa lazım olduğu düşünülünce ilk akla gelen isim, son olaylarda çok yararlı görülen Ağa Hüseyin Paşa olur. "Yeniçeri Ağası" tarihe karışırken, "Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye Seraskeri" tarihlere geçer.

"Yeniçeriler Hacı Bektaş'ı yanlış olarak ocaklarının piri saydıkları, kışlalarında daimi surette bir Bektaşi babası bulundurdukları ve bilhassa vaka günü babalar ocak propagandası yaptıkları için 8 Temmuz Cumartesi günü Bektaşi tarikatı de ilga edilip mensupları muhtelif yerlere sürülmüşler."

Hocapaşa Yangını

Yeniçeri Ocağının kapanmasının İmparatorlukta sevinç meydana getirdiği anlatılırken, az da olsa memnun olmayanı var imiş; bunlardan biri bir gün Sultan Mahmud'u görür ve yaptığı işin büyük bir hata olduğunu yüzüne haykırır. Adam yakalanıp hapise atılır, adına da "deli" denir.

İki Ağustos Çarşamba günü Hocapaşa mahallesinde bir yangın çıkar, 36 saatte zor söndürülen yangın neredeyse İstanbul'un üçte birini kül eder. Pâdişâhın, yeni kurulan ordu için talim sahası aradığı halk arasında dolaşmakta; bunu Pâdişah'a hakaretten hapse giren kişi de bilmektedir. Yangında içeridedir ve etrafındakilere şunu söyler:

"Sultan Mahmud bir talimlik yer istiyordu, biz ona İstanbul'un üçte birini açtık; istediği gibi kullansın" Bu adam ölünce mezarı ziyaretgah olmuş." (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi)

Ordu'da yeni düzene geçilmesi, umulmadık sıkıntılar meydana getirdi. Sanki eskiye ait hiçbir şey kalmasın diye, tepeden tırnağa bütün kıyafetler değiştirildi. Altyapı hazırlığı olmadığı için dışarıdan getirilen giyim kuşam, yeni masraf kapıları açtı. Yeni askerlerin eğitiminde doğan güçlüklerin giderilmesi, yeni subayların ithalini gerektirdi. Mısır'daki Mehmed Ali Paşa'dan halis Türk veyahut Arap subaylar istendi. Onun da bu vasıftaki subaylarının Fransız olduğu anlaşılınca! İş iyice sarpa sardı. "Avrupa memleketlerine harp sanatını öğrenmek için talebeler gönderildi." Türkiye'de yüksek bir harp okulu ile bir tıp okulu kuruldu.

Âdeta, devlet yeniden kuruluyordu. Ordudaki rütbeler değiştirildi, ûlâ, saniye, sâlise, râbia gibi yeni isimlerle dünyaya ayak uydurulacağı sanıldı. "Dâr-ı Şuray-ı Askerî", "Meclis-i Vâlây-ı Adlîye", "Dar-ı Şûray-ı Babıâli" meclisleri hayata geçirildi.

Bunlarla, bugün de pekçok insanımızın durmadan türküsünü söylediği Batılılaşma tüneline girilmiş oluyordu. Ne o günlerde biliniyordu bu tünelde neler görüleceği ve nasıl çıkılacağı, ne de bugün biliniyor.

İkinci Mahmud'un getirdiği yeniliklerden biri de, modern manada nüfus sayımıdır. Bu sayımla Anadolu’da 2 milyon Müslüman 400 bin Hıristiyan, Rumeli’de 500 bin Müslüman; Kıpti; Yahudi dahil 1 milyon diğerleri tespit edildi. Bunlar erkek nüfus idi.

Posta teşkilâtı, pasaport kullanma da İkinci Mahmud'un getirdiği yeniliklerdendir.

Sosyete Alanında Düzen

Enver Ziya Karal, yukarıdaki başlık altında padişahın ve etrafındaki ricalin beşerî münasebetlerde uyacakları yeni kuralları anlatıyor. "Pâdişâh, kendisini büyük memurlardan ayıran ve herkese yukarıdan bakması esasına göre ayarlanmış olan âdetlerle törenleri bıraktı. Bakanlar ile ulemânın huzurunda oturmalarına müsaade etti. Mısırlı kıyafetini benimsedi ve sokağa Mısırlı kıyafetinde çıkmaya başladı. Sakalını kısa kesti. Devlet adamlanı da kendisi gibi hareket etmeye teşvik etti. Eski usûlde kıyafetlere bağlı kalanları azarladı."

Pâdişâh her şeyi ile Avrupa'ya benzemeye hem kendini, hem de çobanı olduğu sürüsünü mecbur tutmaya başlamış; törenlerle doğum günü kutlamayı da adet edinmişti.

Eskiden devlet adamları meslek ve makamlarına göre şekli değişen kavuk giyinirken, herkese tek tip fes giyme mecburiyeti getiriyor, halkı serbest bırakıyor. Halk başına istediğini giyebildiği için, halk anlatılırken söylenen "Başı bozuk" tabiri de o günlerden kalıyor.

İkinci Mahmud eğitim alanında ilerlemek için büyük gayretler sarf ediyor. İlk okulu okuma mecburiyetini -İstanbul için- getiriyor, diğer okulların kurulmasına, modern eğitimle talebeler yetiştirilmesine çalışılıyor ama medreselere dokunmuyor. Gerçi oralarda eğitim bir hayli seviye kaybetmiş, modern hayata uyacak bilgilere sırt çevrilmiş amma, dinî eğitimin yine de medresede tahsil ediliyor olması, açık kalmaları için yetmiş. Kimbilir, belki de şimdilik, kaydıyla dokunulmamıştır.

Yeni Ordu Neler Yaptı? Navarin Baskını (20 Ekim 1827)

Sultan Mahmud'un hamlelerini çok çok özetleyerek aktarmaya çalıştık. Fakat dünya bundan ibaret değildi. Daha önceleri olduğu gibi, yine etrafımızda fırsat kollayan düşmanlarımız vardı ve bunlar "Şu Pâdişâhı rahatsız etmeyelim de iç işlerini bir yoluna koysun, ondan sonra görüşürüz" demeyeceklerdi!

Avrupa efkârı umûmiyesi (kamuoyu) Yunan âsilerini destekliyor, Akkerman Anlaşması (7 Ekim 1826) ile cüretlenen Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'nu yutma sevdasında. Fransa, İngiltere, Avusturya farklı hesapların peşinde ise de müşterek hedef Osmanlı'nın tekmelenmesi. Londra'da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan protokol Yunan meselesinin Yunanlılar lehine hallini içeriyordu. Pâdişâha takdim edilen prtokol bir süre sonra reddedildi. Sultan Mehmet kendisinin bağımsız bir hükümdar olduğunu ve Rumların meşru hükümdarlarına isyan ettiğini, İngiltere'nin İrlanda meselesine başka devletlerin müdahalesini istemediği gibi Devlet-i Âliye'nin de içişlerine karışılmasına müsaade etmeyeceğini söyledi.

Görüşmeler; elçiler ve Reisülküttab arasında uzun süre devam etti. Reis Efendi (Reisülküttab) "biz her şeyi yapmaya hazırız, hatta toplar Sarayburnu'nda görünseler bile pâdişâhın kararı değişmeyecektir" dedi

İstanbul'a isteklerini kabul ettiremeyen devletlerin Akdeniz'deki donanmaları müştereken hareket edip, Navarin önlerine geldiler. Osmanlı-Mısır donanması limanda demirliydi. Henüz, savaş ilan edilmiş değil iken, dostane görünüşüyle liman ağzına kadar gelen düşman! gemileri ateşe başladı. Hazırlıksız -kalleşçe- bir tuzağa düşmüş olan "Osmanlı-Mısır donanması 3,5 saat içinde büyük kısmıyla imha oldu." Osmanlı ve Mısır gemilerinden batan 10, yanan 36, işe yaramaz duruma gelen sayı 6 idi. Böylece altmıştan az fazla olan geminin tamama yakını devreden çıkmıştı. Düşman, düşmanlığım bildirmeden saldırmıştı, onların ateş gücü yüksek 27 gemisi ve buna ilaveten kalleşlikleri Navarin Fâciası'na sebeptir. 8000 kadar askerimizin şehid düştüğü söyleniyor. Yorga Tarihi Türk şehidi 6000 idi diyor ve Hıristiyanların usûle aykırı hareketini hiç ka'le almadan "zaferin mükemmel" olduğu görüşüne yer veriyor.

Bu adi baskın sonrası ilgili devletler olaydan haberdar olmadıklarını belirtip, vicdanî mesuliyetten sıyrılmaya, dünya kamuoyu önünde temize çıkmaya çalışmışlardır."

Türk-Rus Harbi

Navarin Baskını'yla, alnında lekesiz kalan noktaları bile kirleten Rusya, Türkiye'nin zaafını kendisine nimet bilerek, tiynetini işlemiye çalışıyor. Sözünü Fransa ve İngiltere'ye dinletebilse idi, üçü birden saldıracaktı ama, olmuyor. Yalnız başına savaş ilan ediyor. 26 Nisan 1828 ve 8 Mayısta Prut Nehri'nden geçip Osmanlı arazisine giriyor. Vuruyorlar, kırıyorlar, alıyorlar... Ordumuz ne yapıyor? Savaşamıyor! Rusların Türkiye'yi ne kadar küçülttüğüne bakalım. Sükut eden yerlerimiz. 6 Haziran İsakçı, 11 Haziran, Anapa, 19 Haziran, İbrail, 6 Temmuz, Pazarcık, 7 Temmuz Kars şehri, 13 Temmuz Harsova, 14 Temmuz Pravadi, 15 Temmuz Kars Kalesi, 28 Ağustos Ahıska ve sonra Varna. (Varna'nın, kale muhafızı Serezli Yusuf Paşa tarafından Ruslara satıldığı iddiası İ. H. Danişmend'de var). Paşa maiyetindeki Rumeli askerleriyle beraber Rusya'ya iltica etmiş. Yazıklar olsun!

Rusların 1828 seferi böyle devam ederken, 1829 geliyor. 28 Şubatta Süzebolu yakılıp, yıkılır ve işgal edilir. 10 Haziranda Vidin civarındaki Rahava, sonra Silistre... Bir yangındır devam ediyor sanki rüzgarı arkasına almış Ruslar. Erzurum ellerine geçer. Balkanları aşan Kazak atlıları Edirne'de görünürler. Şu hale hiçbir zaman için şahit olmamıştı bu aziz topraklar. Edirne'den sonra Kırklareli, Tekirdağ, Enez bir adım daha atabilseler İstanbul... Erzurum'daki Ruslar da Trabzon'a doğru -babalarının memleketi gibi-ilerliyorlar...

Türkiye ne yapsın, dizde derman yok. Ruslar düz yolda yürüyor sanki durmadan puan topluyorlar. Bastırsalar tuş ederler. Bâb-ı Âli sulh istiyor. Rusları sulha razı edebilmek bile başarıdır. İngiltere'ye ve Fransa'ya aracı olmaları rica edilir, onlar da kırmaz Bâb-ı Âli'yi; Rusya'ya derler ki "nasıl olsa İstanbul'u almana dünya müsaade etmez, sen şu zaferini altına çevir, zengin ol" Yunan bağımsızlığının tanınması için, prenslik yılda 37.000 altın vergi taahhüdünde bulunmuştu. Rusya Türkiye'den 11.500.000 altın istiyor. Türkiye'de bu imkân var mı? Ne gezer! "Borçlan" diyor Rusya; sen ödedikçe ben topraklarıdan çekilirim. Dedikleri gibi olur. İkinci Mahmud yenilenme yolundaki harcamaları durdurup, Ruslara ödeme yapmaya başlar altınlar ve bu para 5.5 senede ancak ödenir. Ruslar da en son Romanya'dan ve Silistre Kalesi'nden çekilirler. (8 Nisan 1836) Sulh anlaşması (14 Eylül 1829)

İkinci Mahmud'un oğlu Mecid'den sonra Abdül Aziz de dünyaya gözlerini açar (7/8 Şubat 1830) Onun da göreceği günler, çekeceği çileler ve yapacağı hizmetler vardı.

Pertevniyâl Valide Sultan, onu en iyi şekilde yetiştirip sırtı yere gelmeyen bir pehlivan yapacak amma, zamanı geldiğinde bazı kalleşlerin kanını akıtmasının önüne geçemiyecekti.

Cezayir 5 Temmuz 1830'de Fransızların olur. Onları durdurmaya gücümüz yetmez. Vali Hüseyin Paşa üç sene önce tokatladığı konsolosun hışmına uğrar. Memleketi sahip çıkar Deval'e ve Cezayir'i işgal, İzmirli Hüseyin Paşa'yı esir eder. Cezayirliler Fransızlardan kurtulmak için su gibi kan akıtacaklar, isteklerini kazanmak uzun seneler isteyecek, Osmanlı idaresini hasretle anacaklar, evlatlarına, torunlarına anlatacaklar...

Mısır İsyanı Veya Besle Kargayı Oysun Gözünü

Mısır bir büyük Osmanlı eyaletidir ve Osmanlı Devleti adına Kavalalı Mehmed Ali Paşa hükmediyor. 1770 senesinde Konya'dan Kavala'ya göçen İbrahim Ağa'nın oğlu Mehmed, bekçibaşı olan babasının ölümüyle, küçük yaşta yetim kalınca Amcası Tosun Ağa sahiplenmişti. Bu sahiplenme fazla sürmez, Tosun Ağa idam edilir. Küçük Mehmed kimsesizliğin açılarıyla olgunlaşır... Kavala'da tütün ticareti yapan Fransız tacirinin önce postacısı, sonra simsarı olarak çalışırken 18 yaşında asker olur. Mehmed Ali büyüklerin dikkatini çeker, büyükler de onu zengin ve dul bir kadınla evlendirirler.

Mehmed Ali Paşa'ya yavaş yavaş aralanan şans kapısı, Napolyon'un Mısır'ı işgaliyle epeyce açıldı. "Osmanlının, İngiliz yardımıyla gönderdiği ordu birlikleri arasında Kavala hakiminin hazırladığı bir kıta vardı, Mehmed Ali de bu kıtanın kumandan muavini olarak Mısır'a geldi." Ve Kavalalı sonunda Mısır'a Vali oldu. Daha sonraları Bâb-ı Âli'nin isteğiyle, oğlu İbrahim'i Mora isyanını bastırmaya gönderdi. Paşa vali olarak Mora'da kaldı. Aradan zaman geçip de Mora Yunanistan'ın olunca, İbrahim Paşa'ya Girit Valiliği teklif edildi, paşa kabul etmedi. Babası Mehmed Ali Paşa da Rusların Balkanlara tecavüzünde Pâdişâhın emrine uyup asker göndermemişti; böylece Mısır idarecileriyle Bâb-ı Âli'nin arası açılmış oldu.

Mısır Firavunlar zamanı alışkanlıklarını Mehmed Ali Paşa'ya da bulaştırmıştı. Ehram yaptırmıyor, fakat, bayındırlık işlerine çok önem veriyor, bunun için de fellahları gece gündüz çalıştırıyordu. 600 fellah isyan edip Filistin'e kaçınca, Paşa iade edilmelerini istedi, Vali Abdullah Paşa Mehmet Ali Paşaya "hayır!" dedi. Ve kavga başladı. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşayı 40 bin askerle Filistin'i cezalandırmaya gönderdi. (10 Ekim 1831)

İşler nereden nereye geliyor! Vefa, o günlerde, hatta ondan önceki günlerde de yokmuş. Koskoca Osmanlı devleti kah düşmanları, kah böyle valiler eliyle hırpalanıyor durmadan.

Gazze, Yafa, Kudüs ve Hayfa olgun meyveler gibi düşer İbrahim Paşanın sepetine. Şam'a girer Paşa. Devlet-i Âliye'nin orduları dayanamaz Mısır'ın ordusuna. Sultan Mahmud'un paşaları yenilir Mısır'ın paşasına. M. Ali Paşa fermanlu ilan edilir. O bir idam mahkumudur ama, kim yakalayacak!

3 Kasım 1832'de Sadrâzam Reşit Mehmed Paşa 60.000 askerle yürüdü. İbrahim Paşa 21 Kasımda Konya'ya girdi.

Konya yakınlarında, daha az askeri olan İbrahim Paşa ile Sadrâzam ve Serasker Reşit Mehmed Paşa karşılaştılar. Çok karlı bir havada cereyan eden savaşta Reşit Paşa yanlışlıkla Mısır süvarilerinin arasına girdi ve dolayısıyla esir düştü; ordu bozuldu.

Sultan Mahmud'un yenilik hareketlerini sevmeyen halk, tarafsız kalmış, hatta öbür tarafa sempatiyle bakanlar bile olmuştu. Esir düşen bir Osmanlı paşasıdır. Mısır Paşası da saygılı davranıp, Reşit Paşaya istediği tarafa gidebileceğini söyleyince Reşit Paşa tabii ki İstanbul'u istedi.

Mısır ordusu durdurulamıyordu. İbrahim Paşa 2 Şubat 1833'te Kütahya'yı işgal etti. İşi o kadar ilerletti ki, Mısır Paşası, Osmanlı devletiyle Kütahya'da bir masaya oturup, anlaşma imzaladılar. Suriye Şam, Halep, Mısır, Sudan, Habeş, Filistin, Lübnan, Adana ve Cidde Mehmed Ali Paşa'ya verildi. İsyancılar hakkındaki idam fermanı kaldırıldı.

Mısır ordusunun Anadolu'yu tahliyesi de antlaşmada kayda geçilmesine rağmen Bâb-ı Âli güvenmedi İbrahim Paşa'ya gerektiğinde yardımı görmek için Rusya ile Hünkar iskelesi adıyla meşhur antlaşmayı yapmaya mecbur oldu. (8 Temmuz 1833)

Yılmaz Öztuna Mısırlı Paşalarla yapılan andlaşma için: "7 eyaletin bir tek valiye verilmesi, İmparatorluğun adeta Osmanoğulları ile Kavalalılar arasında paylaşılması gibiydi" diyor.

1838'e kadar Mısır meselesi unutulur. Sultan Mahmud'un İngilizlerle yaptığı tekel anlaşması, Mehmed Ali Paşa'nın gelirinin % 60'ını elinden alıyordu. İngiltere lehine Türkiye'nin de zararına olan bu anlaşmanın Mehmed Ali Paşa korkusundan yapıldığı; ama Pâdişâhın çok tenkide uğradığı anlatılır. Çünkü bu anlaşma Türk sanayinin gelişmesine engel teşkil etmektedir.

Mehmed Ali Paşa Bâb-ı Âli'ye yıllık yüklü miktarda vergi ödüyordu. Tekel anlaşması gelirini azaltınca, o da vergiyi geciktirdi ve savaşın yeniden başlamasına sebep oldu. "İbrahim Paşa Suriye'de 80.000 asker hazırlamıştı. Mehmed Ali Paşa da Mısır'da 50.000 asker ve donanmayla bekliyordu.

Osmanlı Devleti adına Hafız Paşa 40.000 askerle savaşa hazırdı. İbrahim Paşa ile Hafız Paşa 24 Haziran 1839 da Nizip'te karşılaştı.

Sultan Mahmud son günlerini yaşıyordu. Nizip'te Hafız Paşa'nın Osmanlı ordusu İbrahim Paşa'nın Mısır ordusuna mağlup oldu.

Mağlubiyetin sebebi: Mısır ordusu bozulmak üzere tam panik hali yaşarken Cuma günü oluyor. O gün kuvvetli bir hücum yapılsa karşı tarafın işi bitirilecek ama Hafız Paşanın softalığı tutmuş ve ulemaya sormuş. Bugün hücum etmek caiz midir? Aldığı cevap hayır olunca, hayırsız bir neticenin önü açılmış. O gün hücum edilmesini isteyen harpçı subaylardan biri de meşhur Maltke'dir. Henüz yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusuna hizmet ediyordu. Hafız Paşa iş bilenlerin sözlerini dinlemeyince, bilahare bütün savaş levazımatını savaş meydanında bırakıp, kaçan askerle beraber kaçtı.

İkinci Mahmud'un Ölümü

Sultan Mahmud önceki pâdişâhlardan devam ederek gelen bir büyük işi neticelendirmeye çalıştı. Bu yüzden tenkit edeni de takdir edeni de boldur. Yaptığı yenilik hareketlerinde uyguladığı yanlışlıkları eleştiren Hıristiyan devlet adamları da olmuştu, "bilhassa cahil ve müteassıp tabakaların kendisini tekfir derecesine varan husûmetlerine rağmen teceddüt yolunda gösterdiği azim" diye yazan Danişmend, belli ki seviyordu. Yılmaz Öztuna ise "İkinci Mahmud Türk tahtının 2,5 asırdan, Kanuni'nin ölümünden beri görmediği çapta bir hükümdardı. Dağılabilecek imparatorluğu, şahsiyeti ve inkılâpları ile nispeten az kayıplarla kurtarmıştır" diyor.

Bilhassa Mehmet Ali Paşa ve oğlunun isyanı ile çok sarsılan, uykuları dağılan Sultan Mahmud veremden öldüğünde 53 yaşını bitiriyordu. Padişahlığı 30 sene, 11 ay, 4 gündür. Hayatında, devletin yaşadığı son felaket Nizip Bozgunu'dur, fakat Pâdişâh bu felaketi duymamıştır.

Yapmak isteyip de yapamadıkları çok fazlaydı. Oğlu Abdülmecid ile Reşit Paşa bıraktığı yerden devam edecekler, onlar da dua ve nefret kazanacaklar. Sultan Mahmud:

"Posta, karantina, nüfus sayımı, Rüştüye, Tıbbiye, Harbiye mekteplerinin tesisi, buharlı gemi v.s. gibi teknik terakkiyatın memlekete girmesinde ön ayak olması, Unkapanı Köprüsü'yle daha pek çok hayırlı teşebbüsleriyle eserleri inkıraza doğru giden devleti muhakkak bir vartadan kurtarmıştır"

Sultan İkinci Mahmud yaşadığı muhataralı senelerde, gönlünü dinlendirecek zaman buldukça baş koyacağı dizlere fayzasıyla sahipti.

Bir Başka Açıdan Sultan II. Mahmud

Askerî Tıbbiye ve Harbiye onun zamanında kuruldu. Avrupa'ya, askerî sahada yetişmeleri için talebeler gönderildi. Medreselerde ilaveten Rüştiyeler açıldı. Devlet memurları yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Mârif-i Adlî açıldı. Öğrenim parasız ve ilk tahsil mecburî idi. İlk defa bir gazete neşre başladı. "Takvim-i Vekâyi" (Ekim 1831). Bu gazeteden Avrupa ülkelerine de gönderilerek, propagandaya çalışıldı.

Devlet teşkilatında isimlerin yenilenmesi de İkinci Mahmud zamanına aittir. (Sadrâzam'a Başvekil, Reis-ül Kut-tab'a Hariciye Nazın gibi.) Postacılık, nüfus sayımı vs. yani birçok yenilik, doğuşunu II. Mahmud'a borçludur.

Hayır sahibiydi: Bâyezid Yangın Kulesi, Unkapanı Köprüsü, Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları, Hidâyet, Nusretiye ve Tevfikiye Camileri onun eserleridir. Tamirini yaptırdığı Eyüb Sultan Türbesi, sanduka üzerindeki elyazısı ile güzelleşti; bu yazı da padişahındır.

Anlatılan, seyredilen hayatına aklanıp da başka hiçbir şey yapmadığı, sadece günü kurtarmaya çabaladığı sanılmamalıymış. İlim ve kültür sahası, hayır sahası da ondan alacağını almıştı. Bütün samimi Müslümanların ortak duygusu onda da vardı. Peygamber âşığıydı.

Osmanlı pâdişahlanna hacc yasağı olduğu için kutsal topraklara -o da- gidemedi, orayla ilgili hizmeti imkân ölçüsünde oldu. Ama: Peygamber Efendimize karşı, sanki mahcubiyet içinde, vazifesini yapamamış insanların halet-i ruhiyesi içindeydi. Buna delilimiz aşağıda. Bir şamdanla beraber Hücre-i Saadet'e hediye ettiği, kendi hattı ile kendi gönlünden kopan mısralar...

Şamdan ihdâya eyledim cür'et yâ Resülallah!

Muradım der-i ulyâya hizmet, yâ Resülallah!

Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,

Kabulünle kıl ihsan-u inayet, yâ Resülallah

Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem ilam,

Cenâbındandır ihsân-u mürüvvet, yâ Resülallah!

Dahîlek, el-amân, sad el-amân, dergâhına düştüm,

Terahhüm kıl, bana eyle şefaat yâ Resülallah

Dü âlemde kıl istishâb bu Han Mahmûd-i Adliyi,

Senindir evvelü âhırda devlet yâ Resülallah!

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.


×
×
  • Create New...