Jump to content

Sabır Irmakları


tezat

Recommended Posts

Sabır Irmakları

1

Heredot, Mısır için, “bize Nil’in armağanıdır,” demişti. Bir uygarlıkla bir ırmak arasında kurulan bu akrabalığın, suya ve insana tekabül eden işaretlerini açmak gerekiyor. Hayat, insana değil suya teslim edilmiş, insanoğlu, yeryüzündeki macerasını su kenarlarından uzaklaşmamak kaydıyla sürdürebilmiştir. Yolunu kaybedenler suyu aramış; kabile çadırları bir suyun civarına kondurulmuş; köyler ve kasabalar su kenarlarında boy atmış; kentler, kıyısına kuruldukları suyun hacmi kadar büyüyebilmişlerdir. Ortasından ırmak geçmeyen tek bir uygarlık yoktur. Eğer Çin, eski dünyanın kadim kültürlerinden birini inşa etmekle övünüyorsa, bunu, yalnızca kendi çabasına değil, Sarı Irmağa da borçludur. Mezopotamya’da yaşayanlar istedikleri kadar övünüp dursunlar; onlara yazıyı keşfettiren de, takvim hesabı yaptıran da, kentler ve tapınaklar kurduran da, iki yanlarından geçen Fırat ve Dicle’nin topraklarına kattığı berekettir. Büyük Hint Medeniyeti, İndus ve Ganj nehirleri olmasa, küçük bir kasaba kültüründen öteye geçemeyecekti. Geçemeyecekti, çünkü büyük uygarlıklar, büyük ırmakların oğullarıdırlar...

2

Eğer bugün burada, Anadolu’da, bir uygarlık olma iddiası taşıyorsak, bunu iki büyük ırmağın oğlu olmamıza borçluyuz: Amuderya (Seyhun) ve Sirderya (Ceyhun). Bu iki ırmak, bir gün Müslüman fatihler tarafından getirilip kıyılarına dikilecek inanç fidanlarını, büyük bir uygarlık ormanına çevirmek için hazırlanmış birer hayat suyu gibidirler. Her ikisine de, Aral Gölü’ne dökülmeden önce tabiatın bütün hâlleri temaşa ettirilmiş; bir dağın yamacından akmanın, bir bozkırın orta yerinden geçmenin, bir çölün yalnızlığını paylaşmanın hâlleri aktıkları yataklara nakşedilmiştir. Ve elbette Maveraünnehir’in bu iki sabır suyu, sanki vakti geldiğinde son dinin tebliğine hazırlıklı olsunlar diye, başka ırmakların etrafında şekillenen uygarlıklarla da bir bir tanıştırılmışlar, her birinin eksikliğini tanır duruma getirilmişlerdir. Seyhun ve Ceyhun, Budizmin abartılı çileciliğini, Zerdüşlüğün sahte ateşini, Helenizmin bozulmuş tanrısallığını, Şamanizmin tutmayan büyüsünü, Hıristiyan misyonerlerin kurnazlığını ve Yahudilerin sinsi bakışlarını, bizzat suladıkları topraklarda müşahade etmişlerdir. Bu iki göklü ırmak, Ortaçağın yorgun düşmüş insanlığını geleceğe taşıyacak taze bir inanca ihtiyaç olduğunu, daha o inançla tanışmadan önce, derinden hissetmişlerdir...

3

Elbette ırmak bir teşbihtir. Maveraünnehir’in kadim bölgeleri Sogdiyana, Baktra ve Harezm’in görmüş geçirmiş kentleri, o kadar çok dinin misyoneri, o kadar çok istilacının kılıcı tarafından hırpalanmışlardır ki; sekizinci yüzyılın şafağında topraklarına gelen son dinin tebliğcileriyle, aynı dinin askerleri arasındaki farkı anlamakta gecikmemişlerdir. Aslında, aynı anda iki İslâm’la birden tanışmıştır Maveraünnehir: Biri, henüz kabileciğinin töresinden çıkamayan askerlerin; bir diğeri ise, o törenin gadrine uğrayan ve kendisine yeni bir tebliğ yurdu arayan Sahabelerin, Tabiûnun İslâm’ıdır. Taşkent, Semerkand, Hiva ve Fergana vadisi, birincileri kovmak için bedenini; ikincileri kabul etmek içinse kalbini kullanmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Bu gün, Semerkand’da mefdun, peygamberimizin akrabası Kusam bin Abbas’a, “şah-ı zinde” (genç şah) unvanı layık görülmüş ve bu kutlu tebliğci hiç yaşlandırılmamışsa, sebebi, o bekleyen kalptir. Sonunda Maveraünnehir, kabileci Arap fatihleri temizlemiş, Peygamberî İslâm’ın tebliğcilerine teslim olmuştur. Başka bir deyişle son din, Ceyhun ve Seyhun nehrinin suladığı bereketli topraklarda, erken bir dönemde vücuduna yapışan fazlalıkları atarak, aslî sorumluluğuna geri dönmüştür...

4

Her büyük uygarlığın bir hazırlık devresi vardır. Maveraünnehir’de boy atan İslâm’ın, dervişlerini Anadolu’ya ve Balkanlar’a salması için birkaç kuşak beklemesi gerekmiştir. Sahabelerin ve Tabiûnun ilk temellerini attığı Maveraünnehir mektebi, birkaç kuşak içinde, yalnızca dervişlerini değil, büyük mürşitlerini ve âlimlerini de yetiştirecek; fanatizmden uzak bozkır Türklerinin sadeliğiyle, görmüş geçirmiş Sogd yerlilerinin ağır başlılığı yine bu mektepte İslâm’ın ipeğine işlenecektir. Onuncu yüzyıl, Maveraünnehir mektebinin altın yaldızlı icazetnâmeler vermeye başladığı yüzyıldır. Bu gün artık çok iyi biliyoruz ki, Ahmet Yesevî, Şah-ı Nakşibend ve Necmettin Kübra insanların kalplerini irşad edecek icazetnâmeyi bu okuldan almışlar; bir kaç yüzyıl sonra Bosna’da Blagay tekkesinde çekilecek zikrin temiz nefesini, buradan rüzgara emanet etmişlerdir. Buhara’dan, Semerkand’dan, Yesi’den, Hiva’dan ve öteki pek çok kentten üflenen nefesi taşıyan rüzgarların, Anadolu’da nasıl bir araya geldiğini, nasıl büyük bir kalp şenliği ile Rumeli’ye doğru estiğini biliyoruz. Ama bu rüzgarın içine, Zemahşerî’nin, Farabî’nin, İbn Sina’nın, Birunî’nin hendesesi de dercedilmiş; kalple temizlenen batının yorgun coğrafyasının akılla tamir edilmesi istenmiştir. Osmanlı-İslâm uygarlığının sırrı, Orta Asya’dan esen kutlu rüzgarın bu iki misafirinde saklıdır...

5

Biz, ilkin büyük bir sabırla İslâm’ın kalp erlerini bekleyen; sonra da sayısız bâdirelere rağmen bu dinin yeşerip büyümesi için gövdelerini seferber eden iki kadim ırmağın oğulları ve kızlarıyız. Dünya artık yaşlandı ve yorgun düştü. Onun yeni bir dirilmeye ihtiyacı var. Bütün düşüncelerin iflas ettiği, insanın şaşkınlıktan başka bir vadisinin kalmadığı bu kanlı çağda, umut yeniden bizim kapımızı çalıyor. Bu bir ayrıcalıktır. Ayrıcalıktır çünkü mahremiyeti kalmamış bir dünyada umut, çalacağı kapıyı özenle seçmiştir. “Bu umuda nasıl karşılık vereceğiz,” diye soracak kadar cahil değiliz elbette. Bizi Maveraünnehir’den Tuna boylarına savuran o şarkı ne zaman bitti ki...

Şimdi sırtımızı yeniden Maveraünnehir’e veriyoruz. Biliyoruz ki o sabır ırmakları, vefalı çocuklarını hiçbir zaman utandırmadılar...

Yazar: Ali AYÇİL

Link to comment
Share on other sites

Buhara

Buhara... Adını derin bir nefes gibi söyleten şehir. Dün Kızılkum çölünü binbir meşakkatle aşan İpek Yolu tacirlerinin, Zerefşan Irmağının aşağı havzasındaki bu büyük vaha kentini görür görmez dudaklarından dökülen “Buhara!” sözcüğü, bir şehrin adından çok, bir rahatlama ünlemiydi şüphesiz. Tıpkı Emevî zulmünün yol açtığı fitne ve nifak ortamından Ceyhun’un kuzeyine kaçıp bu kente sığınan 8. asır Müslümanlarının “Buhara!” deyişi gibi.

İkibinbeşyüz yaşındaki bu bilge kent, bugün de sizi bağ-bahçelerinin yeşiliyle göğünün mavisinden derlediği turkuaz bir tebessümle karşılayarak rahatlatıp dinlendiriyor. Nûr-ı Buhara’daki tabiîn mezarları ile Sâdât-ı Kirâm’ın Kasr-ı Arifan’daki, Gucdüvan’daki, Ramiten, Fağna yahut Semmâs’taki makam ve makbereleri; sadece şehri değil, sizi de manevî bir sur gibi kuşatıp maverâî duygular bahşediyor gönlünüze. Bu hâl ile Leb-i Havz’daki peykelerden birinde gök çayınızı yudumlarken gözlerinizi kapatıp eski zamanları çağırabiliyorsunuz. İmam Buharî kalın kalın kitaplar arasında, henüz derlediği bir hadis-i şerifi yazmadan önce, hep yaptığı gibi boy abdesti almış, iki rekat şükür namazı için kıyam eyliyor. Buhara sokaklarında dikkatli nazarlarla etrafı inceleyen genç bir talebe, Farabî; Medinetü’l-Fâzıla’ya dair notlar alıyor hafızasına. İbn-i Sina, Samanilerin saray kütüphanesinde heyecanla bir kitabı arıyor. Ve Şâh-ı Nakşibend, çevre yanına halka olmuş dervişlerin gönüllerine nakışlar işliyor ince ince.

Sonra şöyle başınızı alıp şehrin köhne mahallelerini, civar köylerini gezmeye çıktığınızda, sokakları, pişmemiş topraktan tek katlı evleri, yün eğiren nineleri, tandır fırınları, bahçeleri, kayısısı, kirazı, üzümü, ayvası, narı ile Anadolu’nun buradan kotarıldığına şüpheniz kalmıyor; bir zamanlar Buhara’dan kopup gittiğiniz aklınıza geliyor. Köklü bir kültürün, soylu bir mazinin vârisi olduğunuzu, fakat bu mirasın çok da peşine düşmediğinizi fark edip göğüs geçiriyorsunuz. Burukluğun, pişmanlığın, sevincin, gururun, güvenin renk verdiği tuhaf bir duyguyu dışa vurmak ihtiyacıyla “Buhara!” diye fısıldıyorsunuz kendi kendinize.

Uzun zaman sonra ilk kez karşılaşılan akrabalar karşısında başlangıçtaki kısa süreli ürkekliği üzerinden atıp, art arda sorular soran çocukların ivecenliğiyle, hakkında duyup öğrendiklerinizi doğrulatmak istiyorsunuz bu yaşlı kente. Fakat Buhara çok eskileri hatırlayamıyor. Buhar-hudatlardan (eski Buhara hükümdarlarının ünvanı) hiç iz yok. Emevi ve Abbasi dönemlerinden geriye kalan ise eski şehrin dışındaki sur kalıntıları sadece. Gerçi Buhara inatçı; defalarca yanmış yıkılmış ama aynı yerde, aynı plan üzere yeniden kurmuş kendini. Ark Kalesinde, Mah-ı Rûz çarşısında Mecusî mabedinin yerine Kuteybe b. Müslim’in yaptırdığı cami, bugün yok ama yine de bir cami var burada. Üstelik bu defalarca yıkılmış, defalarca yeniden yapılmış eserlerinin değişmiş görüntüleriyle bile bir sürü şeyi anlatabiliyor Buhara. Diğer birçok mimari eser gibi, devasa bir yapı olan Ark Kalesi yahut iç kalenin küçük küçük pişmiş tuğlalardan inşa edilmiş olması, insanı Buhara’nın sabrına, azmine, titizliğine, estetik yetkinliğine hayran bırakmakla kalmıyor, bir medeniyetin arka planındaki hasletlere de işaret ediyor.

Şehirdeki en eski orijinal yapı, İsmail Samanî Türbesi. 892’de Samanîlere başkent yaparak Buhara’nın bahtını ağartan İsmail b. Ahmed es-Sâmânî’nin, babası ve torunuyla yattığı kare planlı bu türbe, hem mimarisindeki zarafeti, hem de sembolik öğeleriyle önem taşıyor. Süslemeleri ve kubbesi de dahil sadece pişmiş topraktan tuğlaların kullanıldığı bu yapının dört cephesi, dört ana yönü yahut anasır-ı erbaayı temsil ediyor. Türbenin alınlığındaki ‘üçgen içine yerleştirilmiş daire’ figürü Zerdüştlere özgü ve Samaniler kadar Buhara’nın da geçmişine göndermede bulunuyor sanki. Kalın duvarların dışardan bir dantela gibi zarif görünmesini ve yuvarlak kubbenin kare yapı üzerine doğrudan oturtulmasını sağlayan ustalık, hep yaşlıyken tanıdığınız yakınlarınızın gençlik devrine ait bir resim gibi şaşırtıyor sizi.

Bundan sonrasını daha kolay hatırlıyor ve yaşadıklarını, Şehristan’daki eski yapıları bir bir göstererek aktarıyor yaşlı kent. Karahanlılar, sanki yıktıklarını bir kalemde telafi etmek ister gibi kırkbeş metreyi aşan bir minare yaptırmışlar. Pây-i Kolon diye biliniyor. Bu, Karahanlı Süleyman Arslan Han’ın 1127’de yaptırdığı Cuma Camii’nin minaresi ama, uzunluğu sebebiyle caminin değil, minarenin adı anılır olmuş o gün bu gün. 1220’deki Moğol istilasında, diğer birçok yapı gibi burası da yerle bir edilmiş. Şeybânîler döneminde, 1514’te yeniden yaptırılan cami ve minarenin hemen karşısına 1536’da aynı hanedana mensup Ubeydullah Han bir de medrese eklemiş. Bazı Buhara hânlarının mezarları da burada. Bugün Pây-i Kolon denildiğinde, muhteşem çinileriyle göz alan bütün bu külliye kastediliyor. Ubeydullah Han’ın yaptırdığı medrese, Mir-i Arab Medresesi diye anılıyor. Mir-i Arab, rivayete göre Abdullah isimli bir Yemen şehzadesi ve Hz. Peygamber’in onbirinci kuşaktan torunu. Rüyasında Peygamberimizi görüyor ve O’nun işareti üzerine tacı tahtı bırakıp tasavvuf yoluna girmek üzere buralara geliyor. Mir-i Arab’a büyük hürmet gösteren Buhara emirleri, arzusu üzerine onun adına, bir mezbelelik olan bu yere medreseyi yaptırıyorlar. Medresenin banisi Ubeydullah Han, külliye içindeki türbesinde Mir-i Arab’ın ayak ucunda yatıyor.

Maveraünnehir’in tamamında görüldüğü gibi Buhara’daki türbelerde de hocaya hürmetin bir nişanesi olarak onun alt yanına gömülmek bir şeref addediliyor. Dünyayı titreten Timur da Semerkand’daki türbesinde hocasının ayak ucunda. Horasan valisinin kaprislerine alet olmayan İmam Buhari’nin sürgün tehdidi karşısında Buhara’dan ayrılıp Semerkand’a giderken Semerkand yakınlarında vefat etmesini ve oraya gömülmesini Buhara bir türlü hazmedememiş. Asırlar sonra kendi toprakları üzerine sembolik bir anıt mezar inşa ederek kederini hafifletmek istemiş. İşte bu anıt mezar da, Buharî’nin Çeşme-i Eyyub Türbesinde medfun hocasının tam karşısında ve ayak ucuna isabet eden bir yerde. Bu hürmeti gösterenlerin kendi sahalarında zirve isimler olması dikkatimizi çekiyor.

Buhara, Mir-i Arab Medresesini işaret ederken daha bir gülümsüyor. Çünkü bu medrese, yüzelliyi aşkın talebesiyle faaliyetini sürdürmekte. Kur’an’daki sûre sayısından mülhem yüzondört hücrede ders yapılıyor. Dört yıl süren yatılı eğitimiyle lise muadili bir medrese burası. Bütün özbekistan’ın en büyük imamları, Mir-i Arap kökenli.

Az önce sözünü ettiğimiz Çeşme-i Eyyub Türbesi, aslında Eyyub peygamberin makamı kabul edilen bir yer. Samani Türbesi yakınında sırasıyla; Karahanlılar, Timurlular ve Şeybanîler döneminde inşa edilmiş bölümlerde bazı devlet ve ilim adamlarının mezarları var. Buradaki bir kuyudan çıkan suyu ziyaretçiler şifa niyetine içiyor; bu sebeple de “Çeşme-i Eyyub Türbesi” diye anılıyor.

Buhara, iç kalenin karşısında 1712’de yapılan Buhara hanlarının cuma mescidi Bolo-Havz Camii ile hemen yanına inşa edilen misafirhanenin tavanındaki ahşap işçiliğiyle gurur duyuyor. Bölgede taş olmadığı için ağaçlar yıllar süren işlemlerle önce taşlaştırılmış, sonra işlenmiş burada. Asırlardır dimdik ayakta duran ve üstündeki tonlarca ağırlığı yüksünmeden taşıyan birbirinden zarif binlerce ahşap sütun, istersek ne kadar mütehammil olabileceğimizi ispatlıyor bize.

‘Eski kent’te tarihî yapılar arasında, Buhara’nın şahit olmadığımız geçmişini öğrenmeye ve anlamaya çalışıyoruz. Şehrin en büyük külliyesinin yer aldığı Leb-i Havz bölgesinde asırlık çınarların yaydığı sükunete rağmen Buhara tedirgin gibi. Kocaman, yemyeşil bir parkın içinde eşeğine binmiş Nasrettin Hoca heykelinin yüzündeki muzip gülümseme de dağıtamıyor Buhara’nın belli belirsiz huzursuzluğunu. Çinilerle tezyin edilmiş Kökeldaş ve Nadir Divan Beğ Medreseleri, Nadir Divan Beğ Mescidi ve Konağı, Leb-i Havz külliyesinin en göz alıcı yapıları. Fakat medreseler geleneksel müzik konserleri ve mahalli kıyafetler defilesi eşliğinde yemek yenilen birer lokanta şimdi. Cami ve Konak’ta ise turistik eşya satan dükkanlar, bütün bir iç mekanı parsellemiş. Mogoki Attar Camiinin halı müzesi yapıldığı gibi, Eski Buhara çarşısındaki eserlerin çoğu bir şeylerin müzesi yapılmış ve kapıları kilitlenmiş. 1370’ten sonraki Timurlular döneminde, 360 camii ve 113 medresesi olduğundan dem vuruyor şehir ve Batılıların o yıllarda kendisine ‘İslâm’ın Roma’sı’, Müslümanların ise ‘Buhara-yı Şerif’ dediğini hatırlatıyor. Tarihî bir binanın alnına yapıştırılmış ‘cafe’ yaftasını gördükten sonra halihazırı sormak içinizden gelmiyor; üstelik ihtiyarlar, hatıraları ile yaşıyor her yerde. Artık Uluğ Beğ Medresesini, Çehâr-Menar (Dört Minare) Camii ve Medresesini, Namazgâh Camiini, Abdülaziz Han Medresesini eski fotoğraflar gibi seyredip geçiyorsunuz.

Eski Buhara çarşısında bir zamanlar hanedan mensuplarına kumaş dokuyan Darü’t-Tıraz işliyor, İpek Yolu tacirlerinin kapıştıkları halılara ilmek atılan el tezgâhları çalışıyor, başka bir yerde koca koca kazanlar içinde kök boyalar kaynatılıyor çok şükür. Buralarda hâlâ bir şeylerin kendi ölçülerimizle üretiliyor, dokunuyor, inşa ediliyor olmasından, yeniden, eskisi gibi ‘yeni bir insan’ın inşa edilebileceği ümidiyle mutluluk duyuyorsunuz.

Buhara şehir merkezinin dışında, farklı farklı bölgelerde medfun tasavvuf ulularının makam veya mezarlarında görülen manzara, bu ümidi daha da artırıyor. Hâcegân silsilesinden Abdülhâlik Gücdüvânî, Muhammed Ârif-i Rîvegerî, Mahmud İncîrî Fağnevî, Ali Râmitenî, Muhammed Baba Semmâsî, Seyyid Emir Külâl, Şâh-ı Nakşîbend, Hâce Muhammed Parsâ (makamı), Hâce Muhammed Emkenekî, Mevlânâ Muhammed Zahid, Mevlânâ Derviş Muhammed, Seyfeddin Baharzî ve Kelabâzî’nin türbeleri etrafındaki onlarca dönümlük arazi, istimlâk edilerek adeta bir çiçek okyanusuna döndürülmüş. Hemen hemen bütün türbe ve makamların yanında geleneksel mimariye uygun bir mescit inşa edilmiş. Mekanlar tertemiz ve düzenli. Ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Gruplar hâlinde uzaktan yakından ziyarete gelenleri türbenin bitişiğindeki bölmede karşılayan bir görevli Kur’ân okuyor, dua ediyor. Buraların bakımı ve temizliğiyle ilgilenenlere yardım etmek isteyenler için aynı bölmelere birer küçük sadaka sandığı konmuş. Asla bir şey istenmiyor; gönlünüzden kopuyorsa veriyorsunuz. Mübarek mekanların düzenlenmesinde açıkça görülen hürmet ve incelik ile ziyaretçi yoğunluğu, himmetin yola çıktığına dair ümitler ekiyor kalbinize.

Sâdât-ı Kirâm’ı ziyaret için dolaşırken son Buhara hanlarının yazlık sarayına düşüyor yolunuz. Müdhiş bir debdebe. Yirminci asrın başlarındaki şartlar ile bu lüks ve ihtişamı yan yana getirip maruz kalınan musibetleri daha iyi anlıyorsunuz. Fakat Batılı turistlerin Doğu’ya ilişkin marazî tecessüslerini tatmine yönelik münasebetsiz fantezilerin Buhara’daki Han Sarayı’na giydirilmesi sizi buradaki konfordan daha çok rahatsız ediyor. Bilge Buhara, bizim gibi toy değil. Hayat böyle, der gibi gülümsüyor; her vakit güzelliklerle karşılaşmanız mümkün olmuyor, istemeseniz de nahoş şeyler gelebiliyor başınıza. Bu sırada yeni ve modern şehri işaret ediyor göz ucuyla. Sevimsiz, soğuk, gri bir beton kütlenin sizi asla tanımadığını belli eden anlamsız bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz.

“Buhara!” yine bir ünlem gibi dökülüyor dudaklarınızdan.

Yazar: Ali YURTGEZEN

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...