Jump to content

Göçmen kızları


ozgurmuhtar

Recommended Posts

Makedonya'nın göçmen kızları

CnphhOzfPwk

oyunlarında bir örnek

Göçmen Kızı

Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda

Elinde bir besli kuzu hem kucağında

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır

Ne annem var ne babam kalmışım öksüz

Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni

Alayım da gizli yerde sarayım seni

Telgrafın tellerinden haber var mıdır

Ne haber var ne mektup kalmışım öksüz

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır

Ne annem var ne babam kalmışım öksüz

Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni

Alayım da gizli yerde sarayım seni

logo.gif

Öykü: Göçmen Kızı Nazife

Tarih: 22.04.2007 Saat: 20:03

Konu: Yazarlarımız

Not: Bu öyküyü 1980’lı yıllarda yazdım. Öykü kişilerinin olayı yaşadığı farzedilen zaman, 1965 – 1975 yılları arasıdır.

Nazife, karanlık odanın pencere kıyısında oturuyordu ve düşüncelere dalmıştı.

Şimdiye dek duyduklarına bakılırsa, Almanya soğuğu ve yağmuru bol bir ülkeymiş. Bulutlu havaları, sisli caddeleri varmış. Bu sisli caddelerde soğuk insanlar dolaşırmış. Oranın güneşi de bir nazlıymış ki, öyle ikide birde çıkmazmış ortaya. Hele kış aylarında hiç mi hiç görünmezmiş.

Büyük mü büyük mağazaları varmış Almanya’nın. Yazın serin, kışın sıcak havasıyla, istenilen eşyayı bulabilme ve istenilene el sürebilme olanağıyla insan gezmeye doyamazmış buralarını. Sabahın erkeninde, ya da akşamın geç saatlerinde Türk kadınları temizlermiş bu mağazaları. Erkekleri de bu karanlık ülkenin yollarını süpürürmüş.

Ama insan yabancılık çekmezmiş Almanya’da. Çünkü çok Türk varmış. Oysa İsveç’te durum başkaymış. Almanya’dan daha soğuk ve uzak bir ülkeymiş burası. Türk sayısı da çok azmış.

Yıllar önce İsveç’e gelin giden komşuları Cevriye ablasından öğrenmişti bunları. Kadın her izine gelişinde oralardan yakınır dururdu. Tabi en çok ta yalnızlıktan. ‘Okyanusun ortasında küçücük bir kayık gibiyim, batmamak için çırpınıp duruyorum’ diyerek, dile getiriyordu yalnızlığını.

Çevreden daha birçok kız evlenip evlenip gitmişti uzaklara. Fransa, Almanya, Hollanda, İsveç...Hatta Amerika’ya, Avustralya’ya gidenler vardı. Zengin görünümlü adamlar, gösterişli arabalarla gelip, alıp gitmişlerdi onları ve sonu belirsiz bir kadere uçup gitmişti genç kızlar.

Nazife, Gültepe sırtlarından İzmir körfezine bakan evlerinin basma perdeli odasında oturmuş, denize doğru bakarken usu da bu düşüncelerle uğraşıp duruyordu. Az önce işten gelmişti, üzerinde günün yorgunluğu vardı. Onun kınalı elleri günboyu tütün işlemişti, o nedenle elleri ve üstü başı tütün kokuyordu. Ama o yorgunluktan henüz ellerini yıkayacak, üstbaşını değiştirecek gücü bile bulamamıştı kendisinde.

Nazife az önce işten gelmişti, yorgundu. İzmir’in dağları şahitti buna.

Dışarıda hava kapalıydı. Birbirleriyle sözleşmişler gibi, gökyüzünün tüm kara bulutları İzmir’e geliyordu.

Mekanın daha bir genişlediği körfez açıklarında batmakta olan güneş bu gün görünmüyordu. Sadece bulut çatlakları arasından yer yer sızan ışık demetleri kısa sürelerle izlenebiliyordu. Bulutsuz akşamların o görkemli ışık cümbüşü yanında bu kadarcık bir sızıntı ise fazla bir şey sayılmazdı.

Yamanlar dağının üzerinde sık sık çakan şimşeklerin ardından, karanlık bir bozkırda başıboş koşan at sürülerinin sesleri gibi gök gürlemeleri duyuluyordu.

Sarı perdeli odadan ancak bir mendil parçası kadar görünebilen deniz kül rengine bürünmüş, kıpır kıpır oynaşıyordu. Eskiden şu ön taraftaki yapılar henüz gecekondu iken körfez daha çok görünebiliyordu. O zamanlar bu odaya ‘denize bakan oda’ diyorlardı. Gecekonduların iki üç katlı yapılara dönüşmesiyle birlikte bu isim de unutuldu artık.

Sokakta oynamakta olan birkaç çocuğun sesi odaya kadar geliyordu. Nazife’nin gözü bazan onlara, bazan da babasına takılıyordu. Yaşlı adam bahçenin bir köşesindeki küçüklü büyüklü taşlara biçim vermeye çalışıyordu.

‘Birazdan yağmur başlarsa oyunlarını kesip giderler’ diye düşündü Nazife, oynayan çocukları izlerken.

Sonra o da deminki düşüncelerinden sıyrılıp, çocukluk günlerini düşledi.

Çok değil, beş altı yıl öncesine değin o da koşup oynamıştı sokaklarda. İp atlama, saklambaç, körebe...Tüm oyunları doyasıya oynamıştı. En çok ta ip atlamayı seviyordu. İyi atlardı çünkü, yanmazdı. Bazan da, Nif dağının üzerine kocaman bir ay doğduğunda, diğer çocuklarla birlikte o da sokağa çıkar, gecenin ilerleyen saatlerine kadar konuşurlardı.

Annesi, Zeytinlik semtinde bir tütün mağazasında çalışıyordu, onun çocukluğunda.

Yaz aylarının insanı yapış yapış terleten sıcakları, yerini akşamın serinliğine bırakırken, tütün, üzüm ve incir mağazalarında çalışan kadınlı kızlı işçiler de, yorgun terli vücutları ve tütün kokan üstbaşlarıyla evlerinin yolunu tutarlardı.

Nazife, geleceğine yakın annesini sokakta beklerdi. Onu daha uzaktan ayrımsar ayrımsamaz, koşa koşa yanına gider kollarına atılırdı. Annesi de Nazife’yi tütün kokan üstbaşıyla sarmalar, öperdi. Sonra da çantasından onun için aldığı simidi çıkarırdı. Simit te tütün kokardı, ama alışıktı Nazife, iştahla yerdi tütün kokan simidi.

O zamanlar sokakta oynadığı birçok arkadaşı vardı. Nermin, Semra, Gülten, Sabahat... Bir de Kemal vardı...Kemal !

Zaman geçtikçe arkadaşlarıyla yolları ayrıldı. Gülteni iki yıl önce bir taksi şoförü kaçırmıştı. O zamanlar henüz on sekizindeydi Gülten. Sarı saçlı, yeşil gözlü çok güzel bir kızdı Gülten. O da Nazife gibi bir göçmen kızıydı. Sonra bir daha haber alınamadı ondan. İsteyerek mi gitti yoksa zorla mı kaçırıldı, onu da kimse öğrenememişti.

Gene bir göçmen kızı olan Sabahat’la ise son zamana dek beraberlerdi. İkisi de Tekel Sıgara Fabrikası’nda çalışıyordu. Günün her saatinde beraberlerdi. Öğle paydosunda dışarı çıkar, hem alışveriş yaparlar, hem de fabrika önüne gelen gençlere yan gözle bakarlardı. Paydostan sonra da birlikte Kordon’a gidip, batmakta olan güneşi izlerlerdi. Bazan da Fuar’da akşam gezintisi yaparlardı.

Ancak Sabahat gün geçtikçe değişmeye başlamıştı. Çalışmak zor geliyordu ona. Bir an önce evlenmeyi, fabrikadan kurtulmayı ve çoluk çocuğa kavuşmayı arzuluyordu.

Sabahat, bu isteğine kısa bir süre sonra kavuşmuştu. Bir gün Fuar’daki her zamanki gezintilerinden birinde bir adamla tanışırlar. Adam bir şeyi bahane edip onlarla konuşmanın yolunu bulmuştu. Adam iyi giyimli, bıyıkları ve saçları bakımlı, konuşması düzgün biriydi. Öyle ki, adeta ağzından bal damlıyordu. Birini olmazsa ötekini düşüncesiyle, iki kızı da konuşmalarıyla büyülemişti.

Bir akşamüzeri, güneşin kızıl yalazları İzmir’in dar sokaklarında, apartman ve fabrika duvarlarında, uzaklardaki gecekondu semtlerinde son gezintilerini yaparken, o adam da kimbilir kaçıcı kez gene fabrika önüne gelmişti. Nazifenin evlilikte ya da gezmede tozmada pek niyetinin olmadığını anlayınca, ağırlığı Sabahat’ın üzerine vermişti. Ama sabahat da bu buluşmalarında artık işi sonuca bağlamak niyetindeydi. Fabrikada çalışan görmüş geçirmiş ablalar onu böyle bir karara zorlamışlardı. Eğer her fabrika önüne gelenle konuşur, gezip tozarsa ne olurdu bu işin sonu? Bir kızın adı birkaç erkekle çıktı mı, o kız evde kaldı demektir. Bu nedenle kısa yoldan sonuca gitmesi gerekiyordu. Tekel’deki kızların oyuna gelmemek, kendilerini kullandırmamak için silah olarak kullandıkları bir cümle vardı, bu gün o cümleyi söyleyecekti. Nitekim yaptı bunu. Tam Fuar’a girmişlerdi ki, ‘Bakın’, dedi Sabahat şık giyimli adama, ‘Şayet benimle bir gönül eğlencesi olarak konuşmak, gezmek tozmak niyetindeyseniz hiç konuşmayın daha iyi. Çünkü ben evlenip yuva kurmaktan başka düşüncesi olmayan bir kızım.’

Bu konuşmadan birkaç ay sonra evleniverdi Sabahat. Şimdi İstanbul’un kıyı semtlerinden birinde oturmaktaymışlar. Ancak Nazife’ye gönderdiği bir mektupta mutsuz olduğundan söz ediyordu. Kocası umduğu gibi çıkmamış. Evlenmeden önceki konuşmaları, tatlı vaadleri hep rol gereği imiş. Bilinen birçok yakınmadan sonra mektubun sonunda, ‘Sakın benim gibi sen de aldanma. Güzel kızsın, ne yap yap varlıklı biriyle evlen’ diye Nazife’ye bir öğütte bulunmuş.

Nazife de sanki bu öğüdü dinlemiş gibi, varlıklı bir Almanyalı bulmuştu. Daha doğrusu, Nazife’nin aklında bile yokken Almanyalı onu bulmuştu. Şimdi araya hatırı sayılır bazı kişileri koyarak bu işi oldurabilmenin yollarını arıyordu. Düğün falan yapmadan kızı bir an önce Almanya’ya ******ürmek istiyordu.

Almanyalı, yaşı kırkın üzerinde, şişman dolgun yüzlü, ince bıyıklı biriydi.Anlattığına göre, İzmir’in en iyi yerlerinde birkaç dairesi, Çeşme’de bir yazlığı, bir iki fabrikada da hatırı sayılır ortaklık payı vardı. Bu yıl evlenmek niyetiyle geldiği için altına pırıl pırıl bir Mercedes çekmişti. Yıllar önce yaptığı bir evlilik, bir süre sonra boşanmayla sonuçlanınca, o da bir daha bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamış. Ancak yaşı kırkı geçince evlilik dünyasındaki şansını bir kez daha denemeye karar vermiş.

Almanyalı, Nazife’nin annesinin babasının ağzından girip burnundan çıktı. Kızlarını Almanya’ya ******ürecekti, orada kraliçeler gibi yaşayacaktı Nazife. Eli sıcaktan soğuğa deymeyecekti. Bir eli yağda, bir eli balda olacaktı, dilediğince yiyecek, dilediğince giyinecekti.

Adamın söyledikleri annesinin babasının hoşuna gitmişti. Biraz yaş farkı vardı ama olsundu. Sonuçta kızları akgün yüzü görecekti. Hem bu zamanda kim kızına doğru dürüst bir koca bulabiliyordu ki. Sonra nereden baksan adam Almanyalı idi. Başbakandan çok maaşları vardı onların. Şu bir aylık sürede harcadıklarını kendileri bir yılda kazanamıyordu. Sözün kısası bu iş onlar için uygundu. Yeter ki Nazife ‘evet’ desindi. Hadi kendileri, öteki çocukları neyse, hiç olmazsa Nazife iyi bir yaşam sürsündü, fabrikadan kurtulsundu.

Nazife’nin ise ağzını bıçak açmıyordu, ne evet, ne de hayır diyecek durumda değildi, us’unda bir savaş vardı. Her şey öyle çabuk gelişmişti ki, olaylar kafasında yeni yeni durulmaya başlıyordu. Şimdilerde yaptığı tek şey, işten döndükten sonra pencere kıyına oturup, aşağılara bakarak saatlerce düşünmekti. Geçmişi de, geleceği de kaldırıp konduruyordu. Artık Sabahat da yoktu. Olsaydı, Fuar’da ya da Kordon’da bir gezinti yaparken bu konuyu da bir güzel konuşurlardı.

Evdekiler de Nazifenin bu durgunluğunun ayrımındaydı. Ama fazla üzerine gitmiyorlardı. Babası Demir Aga, kendileri her ne kadar istekli olsalardı da, son kararı Nazifenin vereceğini Almanyalı’ya açık açık söylemişti.

Dışarda hava gittikçe kararıyordu. Çocukların sesi de kesilmişti. Evlerine gitmiş olmalıydılar.

Gözü gene babasına kaydı. Eskiden beri bahçedeki bu taşlarla uğraşırdı Demir Aga. Onları iriliklerine göre ayırır, zaman zaman da yerlerini değiştirirdi. Bazan da eline metreyi alıp, bahçeyi kendi bildiğince ölçer, sonra da elini çenesine dayayarak birtakım hesaplar yapardı.

Nazife, babasının bu taşları ne için sakladığını biliyordu. Evet, yeni bir ev yapmak istiyordu Demir Aga. Makedonya’dan kendisiyle aynı zamanda İzmir’e göç eden tanıdıkları evlerini yapmışlardı, ama o bir türlü başlayamadı inşaata. Epey bir süre iş bulamadığı için zor günler geçirmişlerdi. Değil inşaata girişmek, kazandıklarıyla zar zor geçinebiliyorlardı. Demir Aga, iş bulmaktan ümidini kesmiş iken, bir tanıdığı vasıtasıyla, bir fabrikada bekçilik işini buldu. Bir iki yıl sonra yaş haddinden emekli olacaktı, o zaman inşaata da girişmek istiyordu.

Nazife göç yıllarını hayal meyal anımsıyordu. O zamanlar daha kötü olan şu evde, Demir Aga bir gün bütün çocukları toplamış, onların arasına oturarak, ‘Evlatlarım Makedonya’daki köyümüzü terk edip Türkiye’ye geldik. Bu göç elde avuçta bir bir şey bırakmadı, ama çalışacağız ve inşallah yakında evimizi yapacağız. Sizler de burada evlenip, hayırlısıyla kendi evinizi yapacaksınız’ demişti.

Nazife o zamanlar babasının bu sözlerini ölçüp biçememişti. Sadece büyük bir kente geldiğinin ayrımındaydı. Gece oldu mu İzmir’in uçsuz bucaksız ışıklarını izler, kendi evlerine elektrik gelecek günü özlemle beklerdi. Zor yıllardı ilk yıllar. Gelir elde edebildikleri iş yerleri, İzmir’in incir, üzüm ve tütün mağazalarıydı. O nedenle mağazaların açıldığı gün, işçiler iş yerini garantiye almak için, gece gelip mağaza önlerinde sabaha kadar beklerlerdi.

‘Off...’ dedi Nazife, Yamanlar tarafında çakan şimşeğe bakarken, ‘şu yağmur başlasa bari’

Sonra aklına Kemal geldi. Bir zamanlar sokak aralarında başbaşa konuştukları Kemal. Zaten şimdiye kadar onun gönlüne Kemal’den başkası girmemişti.

O zamanlar Kemal çok şey anlatıyordu ona. Askerden sonra Amerika’ya gidip TIR şoförlüğü yapacağını, böylelikle çok para kazanacağını, hatta şansı düzgün giderse orada tanınmış bir artist olacağını, ancak bütün bunları yapamazsa, o zaman Alsancak limanına yanaşan yabancı gemilerden birine işçi olarak girip dünyayı dolaşacağını falan anlatıp duruyordu Kemal.

Askerden sonra gerçekten de ortadan kaybolmuştu Kemal. Acaba anlattıklarından birini mi gerçekleştirmişti. Belki de buralara küstü de İstanbul’a falan gitti. Zeytinburu’nda akrabaları vardı.

Kemal’in adı çevrede kötüye çıkmıştı . Bazı polisiye vakalara karışmıştı, bu nedenle de birkaç ay Şirinyer Çocuk Islah Evi’nde yatmıştı. Ama Nazife Kemal’e hiç bir zaman kötü bir insan gözüyle bakmamıştı. Çünkü gururlu biriydi o. Böyle biri kötü olamazdı. Ah bir çıksaydı şimdi ortaya. Ona o denli gereksinimi vardı ki.

Eskiden Kemal sokakta, kendi de böyle pencerede oturur, saatlerce bakışır, işaretleşirlerdi. Bazan Kemal bahçeye girer, şimdiki gibi taşlarla uğraşmakta olan babasına ‘Kolay gelsin Demir Aga’ diye selam verir, yan gözle de kendisine bakardı.

Demir Aga, Kemal’i severdi. Çünkü onun babasıyla asker arkadaşıydı. Birlikte Maribor’da askerlik yapmışlardı. Maribor, Makedonya’ya çok uzaktı, askerlik anılarını anlatırken bu şehirden söz ederdi.

Demir Aga, bu buluşmalarda Kemal’e öğüt vermekten geri kalmazdı. ‘Bırak şu kötü huylarını, gir bir işe zanaat öğren’ derdi.

Nazife bu düşünceler içinde, ayrımında olmadan Kemal’in adını sayıklıyordu. O sırada annesi Nazli Aba içeri girdi. Bir süre pecere kıyında oturan Nazife’yi izledi. Nazife o denli dalmıştı ki, Nazli Aba onu uyuyor sandı. Nazife kendine gelip başını arkaya doğru çevirince annesiyle karşılaştı. Bir süre bakıştılar. Karanlık odada birbirlerinin ancak silüetini görebiliyorlardı.

Sonra Nazli Aba çok yavaş ve titrek bir sesle konuştu: ‘Nazo kızım, hava karardi gayri, yakay mi labayi?

Nazife de, ‘bilmem ki be ana’ diye yanıtladı onu.

Bu iki ses karanlıkta eridi gitti. Sonra gene sessizlik oldu. Sadece dışarda Demir Aga’nın çalışma sesleri duyuluyordu.

Sonra gözleri doldu Nazife’nin. Birkaç kez içini çekti. Göğüsleri uçmak isteyen güvercinler gibi titredi. Ağlıyordu artık. Tütün kokan elleriyle gözlerini sildi.

Birden yerinden kalkıp, gitti kapı önünde durmakta olan annesine sarıldı. Annesi de onu, tıpkı küçüklüğünde mağaza dönüşlerinde yaptığı gibi sarmaladı.

‘Böyle mi olacaktı mari ana’ dedi Nazife, ‘Beni böyle uzaklara mı gönderecektin. Hani Allah bizi birbirimizden ayırmasın diyordun, hani beni düğünlü dernekli evlendirecektin, düğünümde testi kıracaktın, Payduşkayı oynayacaktın, babam Vardar Ovası’nı söyleyecekti’

Nazli Aba’nın da gözleri yaşarmıştı. ‘Böyle konuşma bre kızım’ dedi, ‘Böyle konuşup ta içimi eritme. Biz hep senin iyiliğini istedik. Hadi biraz akgün yüzü görsün dedik. Yoksa biz istemez miyiz senin mürvetini, düğün derneğini görelim.’

Bu sırada kapıda Demir Aga belirdi. Konuşmaları duymuştu. Nazife annesini bırakıp babasına sarıldı. Demir Aga kızının saçlarını kokladı ve onu alnından öptü. Sonra sert bir sesle:

‘Gidin’ dedi ‘Gidin Almanyalı’ya söyleyin kendi işine baksın. Uzaklara verecek kızım yok benim, hele kendi isteğiyle olmazsa hiç yok.’

Dışardaki hava sonunda yağmura çevirdi. Kiremitlere, ağaçlara, yollara iri damlalar düşmeye başladı. Bir anda ortalığa bir toprak kokusu yayıldı.

Yağmur gittikçe hızlandı. Biriken sular dar sokaklardan aşağıya doğru akmaya başladı. Akan sular gittikçe çoğaldı.

Gültepe’yi sel ******ürüyordu sanki.

Hüdai ÜLKER

VLKlejDcTu4

küçük bir örnek

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...