Jump to content

İlk Türk - İslam Devletleri


tarihogretmeni

Recommended Posts

İLK TÜRK - İSLAM DEVLETLERİ

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARI

1 — Türkler ile Müslümanlar Arasındaki ilk Askerî Münasebetler

Türklerin müslüman olmaları, Türk ve İslâm tarihinde olduğu kadar dünya tarihi açısından da büyük bir olaydır. Türkler İslâm Dinini, İslâm Devletinin siyasî hâkimiyetinde kalarak değil, uzun bir tanıma devresinden sonra kabul etmişlerdir.

Türkler ile Müslümanlar arasındaki ilk temaslar 642'de yapılan Nihavend savaşını müteakip İran'ın fethinin tamamlanmasıyla başlamıştır. Ancak bu tarihten önce de, birbirinden çok uzak ülkelerde yaşayan Türkler ile Araplar, Sasanî İmparatorluğunun aracılığıyla birbirlerini az da olsa tanıma imkânını bulmuşlardı. Cahiliye devri Arap şairlerinden Nabiga ez-Zubyanî, Hassan b. Hanzala, Evs b. Ha-cer ve Şammah b: Zırâr'ın şiirlerinde Türkler'in askerî yönleri ve kahramanlıkları üzerinde durulması dikkati çekmektedir. Meşhur Arap müellifi el-Câhız, Fezâ'il-Etrâk adlı eserinde Türkler'in askerî kabiliyetlerini ısrarla belirtmektedir. Bütün bunlar Araplar'ın Türkler'i tanımaları başlangıçta askerî sahalarda olmuş ve bu Arap edebiyatında aksini bulmuştur.

Hz. Ömer zamanında (634–644) yapılan fetihler neticesinde müslümanlar, Horasan, bilhassa Maveraünnehr ile Kafkaslar'da Türkler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Halife Muaviye'nin Horasan valisi Ubeydullah b. Ziyad 674 yılında İran ile Turan arasındaki tabiî hudut olan Ceyhun nehrini geçerek muhtelif Türk beyliklerinin hüküm sürdüğü Maveraünnehr'in önemli şehirlerinden Buhara'yı kuşattı. Şehrin Türk asıllı melikesi Kabaç Hatun ile anlaşma yaptıktan sonra oradan aldığı ikibin Türk askeri ile geri döndü. Göktürk devletinin zayıflaması üzerine ortaya çıkan bağımsız Türk beyliklerinin hâkim olduğu Maveraünnehr'in fethi Kuteybe b. Müslim'in Horasan valiliği sırasında (705–715) kısmen gerçekleşti. Fakat Kuteybe'den sonra Maveraün-nehr'de Emevîlerin nüfuzu zayıflamaya başladı. Bir taraftan Arap kabileleri arasındaki rekabetin yeniden başlaması ve valilerin kötü idaresi, diğer taraftan Maveraünnehr'deki Türk beyliklerinin müşterek düşmana karşı birleşmeleri ve bu sıralarda güçlü bir devlet olan Türgiş Kağanlığı tarafından desteklenmeleri bu cephedeki başarısızlıklara zemin hazırlamıştır. Kafkaslar'da Hz. Ömer zamanında başlayan ve fasılalarla devam eden kanlı mücadelelerde her iki taraf da toprak kazanma bakımından başarılı olamamıştır. Bu cephede Müslümanlar'ın kazandığı en önemli zafer 737 yılında Azerbaycan ve Ermeniye valisi Mervan b. Muhammed'in Hazar başkenti İdil'i kuşatması ve Hazar hakanının müslümanlığı kabul etmek zorunda kalması ile neticelenen seferidir.

Abbasî hanedanının hilâfete geçmesiyle hemen bütün cephelerde olduğu gibi Türkler ile yapılan mücadeleler de hızını kaybetmiş veya tamamen durmuştur. Abbasîler'in iktidara geldikleri sıralarda Doğu'daki gelişmeler, bir asırdan beri devam eden Türk-Arap mücadelelerinin yeni bir veçhe kazanmasına sebep olmuştur. Maveraünnehr'de Türk-Arap mücadelelerinin devam ettiği sırada bazı Türk beyleri bu yeni düşmana karşı Çin'den yardım istemişlerdir. Türkistan'da hâkimiyet kurmak için bu daveti iyi bir fırsat bilen Çin, 747 yılında büyük bir ordu ile batıya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ancak Çin'in sert tutumu ve bilhassa Taşkent beyi Bagatur Tudun'un öldürülmesi bu sefer de Türkler'i Horasan valisi Ebû Müslim'den yardım istemeye şevketti. Ebû Müslim yardım teklifini derhal kabul ederek Ziyâd b. Salih komutasındaki bir orduyu Çin kuvvetlerine karşı gönderdi. Türk-Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında Talas suyu kıyısında bugünkü Almaata yakınında Çin kuvvetleriyle karşılaştı. Temmuz 751'de beş gün devam eden çetin savaşta Çinliler ağır kayıplar vererek savaş meydanını terk ettiler. Talas savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaşla, yıllarca devam eden savaşlar yerini sulh devresine terketmiştir. Artık Türkler ile Müslümanlar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler alıyor ve dolayısıyla İslâm dini Türkler arasında yavaş yavaş tanınıp yayılmaya başlıyordu.

2 — Türklerin İslâm Devleti Hizmetine Girmeleri

Abbasîler ile birlikte İslâm devletinin iç ve dış politikasında önemli değişiklikler olmuştur. Her şeyden önce Emevî hanedanının takip etmekte olduğu ırkçı politika terkedilmiş ve onun yerini müslüman olan herkese eşit haklar prensibi almıştır. İhtilâlin yükünü omuzlarında taşıyan Arap olmayan unsur, devletin yüksek makamlarını ele geçirmiştir. Başta ilk defa Abbasîlerle ortaya çıkan vezirlik makamı olmak üzere sivil ve askerî kadrolarda İranlılar söz sahibi olmuşlardı. Bunlar arasında az sayıda olsa bile Türklerin de bulunduğu muhakkaktır. Nitekim ihtilâlin birlik komutanlarından Muhammed b. Sûl, Merv'de Abbasîler lehine propaganda yapan Tarhun b. ez-Zâî ve Ebû Müslim'in güvenilir adamlarından Tarhun el-Cem-mâl, Abbasî idaresinde temayüz eden ilk Türklerdir.

Türklerin devlet içindeki sayı ve nüfuzları gittikçe artıyordu. Kaynaklar, Halife Ebû Cafer el-Mansur'un, Türkleri askerî birlikleri arasına alan ilk halife olduğunu belirtirler. Halife Harun er-Reşîd'in muhafız birliğinin tamamen Türklerden meydana geldiği bilinmektedir . Diğer taraftan Harun er-Reşîd zamanında yeniden tanzim ve tahkim edilen Bizans hududuna yerleştirilen gönüllüler arasında Türklerin de bulunduğu, hatta bazı şehirlerin tahkim vazifesinin Ebu Süleym Ferec el-Hâdim et-Türkî'ye verildiği görülmektedir.

Harun er-Reşîd'in ölümünden (809) sonra oğulları el-Emin ile el-Me'mûn arasındaki hilâfet mücadelesi ve bu mücadeleyi takip eden yıllardaki gelişmeler, Halife el-Me'mûn'u devlet kadrolarında büyük bir değişiklik yapmaya mecbur etti. Abbasîler'in iktidarı ile birlikte İranlı unsur devletin yüksek makamlarını ele geçirmişti. İhtilâlin başarıya ulaşmasında başrolü oynayan Ebû Müslim ile daha sonraki yıllarda vezirlik makamında uzun müddet kalan Bermekî ailesinin devlet idaresindeki nüfuzları âdeta halifeyi bile gölgede bırakıyordu. el-Emîn ile el-Me'mûn arasındaki mücadele, bir bakıma İranlı-Arap iktidar mücadelesi idi. İranlı unsurun desteğiyle halife olan el-Me'mûn, kısa zaman sonra bilhassa veziri Fazl b. Sehl'in tesiriyle takip ettiği politikanın hatalı olduğunu gördü ve dolayısıyla bu unsura karşı cephe almak zorunda kaldı. Bu durumda itimat edebileceği ve dayanabileceği yeni bir kuvvete ihtiyacı vardı. Halife el-Me'mûn bunu bulmakta da gecikmedi. Horasan valiliği sırasında yakından tanıma imkânını bulduğu Türkler, askerî kabiliyetleri ve devlet idaresindeki tecrübeleri sayesinde İslâm Devletindeki kuvvet boşluğunu rahatlıkla doldurabilirlerdi. el-Me'mûn halifeliğinin son yıllarında düzenli bir şekilde Türk ülkelerinden ücretli Türk askerleri getirtmeye başladı. Çok kısa zamanda Bağdat'ta sayıları onsekizbini bulan Türk birlikleri teşkil edildi. Bunlar, el-Me'mûn'un Bizans'a yaptığı seferlerde açıkça görülebileceği gibi hilâfet ordusunun çekirdeğini meydana getiriyorlardı. Ordunun komuta heyeti el-Afşîn, Aşnas et-Türkî, Boğa el-Kebîr, Hakan Urtuc v.s. gibi Türklerden meydana geliyordu.

Halife el-Me'mûn'un kardeşi ve halefi el-Mûtasım zamanında (833-842) Abbasî ordusundaki Türklerin durumu daha da sağlamlaştı. Hatta 836 yılında Samerra şehri kurularak halife muhafız birlikleriyle beraber hilâfet merkezini yeni şehre nakletti. Samerra'da Türk birliklerine hususî mahalleler tahsis edildi. Halife el-Mûtasım, sayıları otuzbeşbin civarında olan Türk birliklerine bazı imtiyazlar tanımıştı. Giydikleri elbiseler ve aldıkları ücretler bakımından ordunun diğer kısımlarından farklı idiler. İslâm tarihinde Samerra Devri adı verilen yarım asırlık devrede (836–892) Türkler yalnız askerî sahalarda değil, siyasî ve idarî sahalarda da devlet içinde büyük nüfuz sahibi oldular. Halifeler bile Türk komutanları tarafından seçiliyor ve onların istekleri dışına çıkamıyorlardı. Bununla beraber Halifeler ile Türk komutanları arasında amansız bir rekabet de hüküm sürüyordu. Her iki taraf da ağır kayıplar veriyorlardı. 892 yılında hilâfet merkezinin tekrar Bağdat'a nakli devlet idaresindeki Türklerin nüfuzunu bir dereceye kadar kırmıştır. Fakat bir müddet sonra 834 yılında Halife er-Râdî, İbn Râik el-Hazarî'yi geniş yetkilerle Emirülümera tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi. Bu durum Beckem ve Tuzûn'un Emirülümeralıklarında da devam etmiştir. 945 yılında Bağdat, Şiî Büveyhîler tarafından işgal edilince halifeler siyasî kudretlerini tamamen kaybettiler. Abbasî halifelerini Büveyhîlerin tahakkümünden bir Türk hanedanı olan Selçuklular kurtarmıştır.

Müslümanlığın Türkler arasında yayılması başlangıçta İslâm devletinin hâkimiyeti altına giren Türk ülkelerinde olmuştur. Bunların başında Kuteybe b. Müslim tarafından kısmen fethedilmiş olan Maveraünnehr gelir. Kuteybe fethettiği bölgelerde bir taraftan askeri hâkimiyetin tam manasıyla yerleşmesi için tedbirler alırken, diğer taraftan da İslâm dininin yayılması için gayret sarf ediyordu. Nitekim Buhara'nın kesin olarak zaptından ve bir müslüman garnizonunun yerleştirilmesinden sonra şehirde 713 yılında bir de cami yapılmıştır. Diğer taraftan Maveraünnehr'in ikinci büyük şehri Semerkant'ın teslim şartları kararlaştırılırken şehirde bir caminin yapılmasına karşı konulmaması hükme bağlanıyordu. Kuteybe, caminin inşasına bizzat nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan vermemek için sıkı tedbirler alıyordu. Bütün bu gayretlere rağmen, o zamanki halk arasında İslâmiyetin fazla hüsnü kabul görmediği, Cuma günleri halkı camie çekebilmek için nakdi mükâfat verileceğinin vaat edilmesinden anlaşılmaktadır.

Kuteybe b. Müslim askerî sahadaki başarılarını, fethettiği bölgelerde İslâm dinini yayma hususunda gösterememiştir. Bunda Kuteybe'nin tutumundan ziyade Emevî hilâfetinin takip ettiği koyu Arapçı politika tesirli olmuştur. Fethedilen bölgelerde İslâmiyeti kabul etmiş olan fakat Arap olmayan unsurlar devletin gelirlerini artırmak gayesiyle her türlü vergiyi ödemekle mükelleftiler. Seferlere piyade olarak katılıyorlar ve Arap süvarilerinden daha az maaş, aynı zamanda ganimetten daha az pay alıyorlardı. Bu tutum müslümanlığın yayılmasına engel oluyordu.

Halife I. Velîd'in ölümünden (715) sonra hilâfete geçen Süleyman zamanında (715-717) Horasan valisi Yezid b. Mühelleb, Curcân üzerine yürüyerek burasını zaptetmiş ve bölgenin hükümdarı Sûl Tegin'i esir almıştır. Sûl Tegin daha sonra Müslüman olarak adamlarıyla birlikte Yezîd'in hizmetine girmiş ve efendisinin II. Yezîd'e karşı isyanında Akr savaşında ölmüştür (720) (4). Ancak bu hadiseyle Curcân bölgesinin tamamının müslümanlığı kabul ettiği düşünülemez.

Ömer b. Abdülazîz'in kısa süren halifeliği (717-720) sırasında Maveraünnehr'de müslümanlığın yayılmasında bir hareket görülür. Valilerine gönderdiği kesin emirlerde müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını ısrarla istiyordu. Bu kesin emirlerine rağmen valiler eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlardı. Nitekim bir heyet halifeye valilerden şikayet etmek için bizzat Dımaşk'a kadar gelmiştir. Ömer b. Abdülaziz'in ölümüyle beraber onun takip ettiği politika da terk edilerek tekrar eskiden olduğu gibi Müslümanlar'dan cizye alınmaya başlandı. Diğer taraftan Göktürk devletinin zayıflaması üzerine kuvvet kazanan Türgiş Kağanlığı Maveraünnehr'de Müslümanlar ile çetin bir mücadeleye giriştiler hattâ bir müddet için üstünlük Türkler'e geçti. Böylece Maveraünnehr'de İslâm hâkimiyeti tehlikeye giriyordu. Hişam'ın halifeliğinde (724-743) Horasan valisi Eşres b. Abdullah, Türkler arasında müslümanlığın yayılması için Ebu's-Seydâ Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmrân et-Temîmî'yi vazifelendirmiş ve bu iki şahıs Semerkant ve civarında Türkleri İslâm'a kazandırmak hususunda büyük gayret sarfetmişlerdir. 742 yılında Belh şehrinde bir cami yapıldığı görülmektedir.

Meşhur İslâm coğrafyacısı Yakut el-Hemevî, Halife Hişam'ın Türk hakanını İslâm'a davet için bir heyet gönderdiğini, hakanın elçi heyetine büyük bir merasimle birliklerini gösterdiğini ve : “Bu askerler içinde ne bir hekim, ne bir kunduracı ve ne de bir terzi vardır; hepsi askerdirler, eğer bunlar müslümanlığı kabul eder ve İslâm'ın şartlarını yerine getirecek olurlarsa hayatlarını nasıl sürdürürler” dediğini kaydetmektedir.

Verilen bu bilgiden, elçi heyetinin ne zaman ve hangi Türk hakanına gönderildiğini tespit etmek mümkün olmuyor. Muhtemelen bu sıralarda Türkistan'ın en kuvvetli devleti olan Türgiş kağanı Sulu'ya gönderilmiş olabilir. el-Câhız, Hişam'ın Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman el-Murrî'nin (729-733 yılları arasında valilik yapmıştır. Türk hakanı ile karşılaştığını, hakanın kuvvetleri karşısında Cüneyd'in dehşete düştüğünü, bunu fark eden hakanın teminatı üzerine sakinleştiğini ve hakana İslâm dini hakkında bilgi verdiğini belirtmektedir. Verilen bu bilgilerden hakanın Müslümanlığı kabul ettiği hususunda bir neticeye varmamız mümkün değildir. Ancak 730 yılında Cüneyd'in hezimetiyle biten bir savaşın olması hakanın müslümanlığı kabule yanaşmadığını göstermektedir.

Emevîler'in son Horasan valisi Nasr b. Seyyar, Arap hâkimiyetine karşı mukavemet eden Maveraünnehr sakinlerini, Araplar ile aralarındaki farklılıkları ortadan kaldırarak teskin etmeye çalışmış ve bir dereceye kadar bunda başarılı olmuştur. Nasr'ın bu tutumu halkın kendisine güvenmesine ve dolayısıyla Türklerin yeni dini az da olsa kabul etmelerine yardımcı olmuştur. Nasr, 840 yılında Uşrusana'ya yaptığı bir seferde buranın hâkimini kendisine bağladı. Şâş bölgesine yaptığı seferde mukavemetle karşılaştı ise de, galip gelerek burasını da itaat altına aldı.

Emevî hanedanının bir asra yaklaşan hâkimiyeti zamanında bütün fethedilmiş bölgelerde olduğu gibi Türk ülkelerinde de İslâmiyetin yayılması, bu hanedanın takip ettiği yanlış politika sebebiyle çok yavaş olmuştur. Hele sürekli mücadelelerin olduğu Maveraünnehr ve Kafkaslar'da bu yayılma diğer bölgelere nispetle daha az olmuştur. Ancak Buhara ve Semerkant gibi büyük şehirlerde müslüman Arapların da yerleştirilmesiyle birer köprübaşı kazanılmış oluyordu. Diğer taraftan bölge halkı yeni dini tanımışlardı. Dolayısıyla âdil bir idare gerçekleştiği takdirde bu dini kabul etmeye hazırdılar.

Abbasîler'in iktidara geçmesiyle İslâm devletinin takip etmekte olduğu umumî politikada büyük değişiklikler olmuştur. Abbasî ihtilâli Mevali’nin nüfus bakımından çoğunlukta olduğu Horasan'da gelişti ve başarıya ulaştı. Bu sebeple doğu eyaletlerinin halkı, özellikle Horasanlılar, devletin idarî ve askerî makamlarını paylaştılar. Abbasî ailesi kendilerine iktidar yolunu açan Mevâli'ye iyi davranıyor ve ilk halife Ebu'l-Abbas bir emirname çıkararak müslüman olanlardan asla cizye alınmamasını emrediyordu. 751 yılındaki Talas savaşında Çinlilere karşı Türkler ile Müslümanların birlik olması eskiden beri devam eden düşmanlıkları ve çekingenliği bir dereceye kadar ortadan kaldırmıştır. Yeni hanedanın bu olumlu tutumları Türkleri Müslümanlara ve İslâm dinine daha da yaklaştırmıştır.

İkinci Abbasî halifesi Ebu Cafer el-Mansur, ilk defa Türkleri devlet hizmetinde vazifelendirmekle tanınıır. Aynı zamanda oğlu el-Mehdî'ye Mevâli'ye iyi davranmasını onların isteklerine kulak vermesini ve onların haklarını korumasını vasiyet etmiştir. Halife el-Mehdî'nin elçiler göndererek itaate ve İslâm'ı kabule davet ettiği hükümdarlar arasında Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrusana, Karluk, Dokuz Oğuz ve diğer bazı Türk hükümdarları da bulunuyordu.

Bütün bu gayretlere rağmen, Maveraünnehr ve çevresinde müslümanlığın tam manasıyla kabul edilmediği, el-Me'mun zamanında Soğd, Fergana ve Uşrusana üzerine yapılan alanlardan anlaşılmaktadır. Halife el-Memûn adı geçen bölge sakinlerinin ahitlerini bozması üzerine bir taraftan askerî harekâta girişiyor, diğer taraftan da onları müslümanlığı kabule teşvik ediyordu. Uşrusana'da gelişen dâhilî olaylar sebebiyle bölgenin hükümdarı Kâvus'un oğlu el-Afşîn halifeye gelerek Uşrusana'nın fethinde yardımcı olacağını bildirdi ve onun tavsiyesine uyularak bölge kolayca fethedildi. Kâvus da müslümanlığı kabul etti.

Halife el-Memûn, Maveraünnehr'i tam manasıyla itaat altına aldıktan sonra bölge valilerine Türkistan üzerine seferler yapılmasını emrediyordu. Valiler, müslümanlığı kabul edenlere maaş bağlanacağını vaadederek bilhassa hükümdar ailelerini kazanmaya çalışıyorlardı. Müslümanlığı kabul için el-Memûn'a müracaat edenlere büyük ilgi gösteriliyor ve onlara önemli makamlar veriliyordu. Mesela el-Me'mûn zamanının önde gelen komutanlarından el-Afşîn, Aşnas, Boğa el-Kebîr ve İtah gibi komutanların hepsi geldikleri bölgelerin idareci sınıfına veya hükümdar ailesine mensup idiler. Aynı siyaset el-Mûtasım zamanında da devam ettirilmiştir. Onun zamanında halife orduları saflarına alınan birliklerin çoğu Fergana, Uşrusana, Şaş ve Soğd gibi Türkler'in oturduğu bölgelerden sağlanmıştır. Bir taraftan halifelerin iyi idaresi, diğer taraftan da orduda çoğunluğu ele geçirmeleri üzerine el-Mûtasım zamanında Maveraünnehr sakinleri büyük çoğunlukla müslümanlığı kabul etmişlerdir. Kaynakların ifadelerine göre el-Me'mûn ve el-Mûtasım zamanlarında Maveraünnehr sakinlerinin tamamı müslüman olmuştur. Bununla beraber müslümanlığı kabul eden Türkler'in, İslâm devleti hudutları dışındaki büyük Türk kitlesi yanında çok az olduklarını belirtmek lâzımdır.

Seyhun nehrinin doğusunda, yani büyük Türkistan ile Karadeniz ve Hazar denizinin kuzeyindeki bölgelerde yaşayan Türk boyları, Abbasî hilâfetinin siyasî hâkimiyetine girmemiştir. Buralara müslümanlık bazı askeri seferler, karşılıklı ticarî münasebetler ve az da olsa derviş ile sûfilerin faaliyetleri neticesinde girmiş ve yerleşmiştir.

Seyhun'un ötesindeki ülkelere karşı askerî seferler Samanî emirleri tarafından düzenleniyor ve başarılı neticeler almıyordu. Samanî emiri Nuh b. Esed 840 yılında İsficab'ı itaat altına alarak halkın ekili arazisini ve bağlarını Türklerin akınlarından korumak maksadıyla savunma tedbirleri aldırmış ve bazı surlar yaptırmıştır. Diğer taraftan Tahirîler de Oğuzlar'm ülkesine karşı seferler yapıyorlardı. Bu fetihler devam ederken fethedilen ülkelerin iktisadî durumlarının düzeltilmesi için halifeler yardımda bulunuyorlardı. Meselâ el-Mûtasım, Şâş vilayetinin ziraatinin geliştirilmesi için iki milyon dirhem yardım etmiştir. Yine Samanî emirlerinden İsmail b. Ahmed 893 yılında Karlukların elinde bulunan bölgeye akınlar yaparak başkent Talas'ı zaptetmişti. Esirler arasında Karluk Yabgusu'nun karısı da bulunuyordu. Fetihten sonra şehrin büyük kilisesi camiye çevrildi. Aynı yıllarda Nasr b. Ahmed, Batı Şavgar'a karşı bir sefer yapmıştı. Türkler de bu akınlar karşısında sessiz kalmıyorlardı. 904 yılında Maveraünnehr'i kısa süreli işgal ettikleri gibi 942'de Balasagun'u geri aldılar.

Samanîlerin, Türk ülkelerine karşı yaptıkları seferler bazen çetin mukavemetle karşılaşılmasına rağmen akınlar devam ettiriliyordu. Nitekim 905 yılında İslâm hududu Balasagun'a kadar uzanmıştı, hattâ bu şehrin bile Samanîler'in hâkimiyetine geçtiği anlaşılıyor, zira az önce de belirtildiği gibi 942'de burası tekrar Türklerin eline geçmiştir. Aynı zamanda müslüman olan Türkler de büyük bir şevk ve heyecanla, daha müslümanlıgı kabul etmemiş olan Türkler'e karşı çetin bir mücadeleye giriştiler. Hudut şehirleri (Dâr'ül-cihad) ilân edilmiştir. İsficab'da gazilerin barınması için binyediyüz ribat bulunuyordu. Yalnız Kara-Tegin ribatının vakıf geliri yedibin dirheme ulaşıyordu. Türkistan'daki vakıf ribatların sayısı onbine ulaşıyordu.

Bu çetin askerî mücadeleler, Türkler ile müslümanların bir bakıma birbirlerini tanımalarına yardımcı oluyordu. Diğer bir ifadeyle Türkler, İslâm dinini daha yakından tanıma fırsatı buluyorlardı. Bu tanıma, Türklerin müslümanlıgı kabul etmeleri açısından son derece önemlidir.

Samanîler, bu fetihlere paralel olarak Maveraünnehr'den gelen göçmenlerin sulh yolu ile bozkıra yerleşmelerine de yardımcı oluyorlardı. Seyhun'un aşağı kısmında yer alan Cend, Huvare ve Yenikent adlı üç müslüman şehri bu şekilde meydana getirilmiştir. İslâm kaynaklarına göre bu şehirler daha Müslümanlığı kabul etmemiş olan Oğuzların idaresinde bulunuyordu. Oğuzların elinde bulunan Yenikent ile Samanîlerin elinde bulunan Talaş şehirleri Müslüman ülkeleri ile Orta Asya arasındaki ticarî faaliyetlerin ana merkezleri idiler.

Türkler ile müslümanlar arasındaki savaşlara rağmen, bu iki unsur arasında az da olsa ticarî faaliyetler oluyordu. Savaşların duraklaması, ticarî münasebetlerin gelişmesini hızlandırdı. IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X. asrın başlarında İslâm ülkeleri Türk ülkelerine nazaran oldukça gelişmişti. Bilhassa sanayi mamulleri Türklere çok cazip geliyordu. Kaynakların verdiği ithal ve ihraç mallarının listesi bu hususu teyid etmektedir. Müslümanlar daha çok kumaş, madeni eşya, hububat vs. satıyorlar; bunlara karşılık bilumum hayvan ürünleri, kürkler, deriler, madenler, atlar, köleler vs. satın alıyorlardı . Bu ticarî münasebetlerde birinci sırayı Maveraünnehr alıyordu. Ancak Harezm'in de bilhassa Hazarlar ve Volga Bulgarları ile yaptığı ticaret önemli idi. Harezmli tüccarlar nehir yolu ile kuzeye çıkıyorlar ve mallarını sattıktan sonra aldıkları hammaddelerle geri dönüyorlardı. Harezmliler, X. asrın başlarında Hazar ve Bulgar devletlerinin askeri ve idari kadrolarını da ele geçirmeye başladılar. Hatta Hazar ordusunun temelini ücretli Harezm askerleri teşkil ediyordu. Ancak bunlar müslümanlar ile yapılan savaşlarda dövüşmüyorlardı. Ticaret kervanları yanında, gerek bu kervanlarla ve gerekse tek başlarına Türk ülkelerine giden din adamlarının ve bilhassa derviş ve sûfîlerin de İslâm dininin Türkler arasında tanınıp yayılmasında tesiri olmuştur.

IX. yüzyılın ortalarından itibaren gelişen askerî, ticarî ve dinî münasebetler neticesinde Türkler büyük guruplar halinde müslüman olmaya başladılar. IX. asrın ikinci yarısında Samanîlerin hâkimiyetine geçmiş olan şehirlerin (Talaş, İsficab) halkının çoğunluğunun müslüman olduğu söylenebilir. Ancak büyük kitlelerin müslüman olmaları X. asırda başlamıştır. Nasr b. Ahmed'in Talaş seferi ve İsficab beylerinin faaliyetleri sonunda Balasagun'un batısındaki Urdu şehrinde oturan Türkmen Meliki, İslâm'ı kabul etmiş ve İsficab beylerine vergi vermeye başlamıştır. Türk boyları arasında kalabalık bir gurup hâlinde müslümanlığı ilk kabul edenler, Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mirkî kasabasında oturan Türkmenler olmuştur.

Türk devletleri arasında İslâm dinini devlet dini olarak kabul eden ilk devlet, İdil (Volga) Bulgarları'dır. Bulgar hakanı Almuş 920–921 yılında Bağdat Abbasî halifesi el-Muktedir Billah'a bir elçi heyeti göndererek ondan İslâm dinini öğretecek fakihler, ülkesinde camiler ve istihkamlar yapacak ustalar ile yardım olarak para gönderilmesini istemişti. Halife el-Muktedir, Bulgar Hakanının bu isteğini kabul etmiş, istediği eleman ve parayı 11 Safer 309 (2 Nisan 921) tarihinde Bağdat'tan yola çıkarmış, bu heyet yetmiş günlük bir yolculuktan sonra Bulgar'ın başşehri Bulgar'a varmıştır. Bu heyete kâtip olarak katılan İbn Fadlan seyahat hatıralarını küçük bir kitap halinde kaleme almıştır. Bu eser günümüze kadar gelebilmiştir. İbn Fadlan'ın verdiği bilgilerden Bulgarlar arasında Müslümanlığın IX. yüzyılın sonlarına doğru yayılmaya başladığı anlaşılmaktadır. X. asrın başlarında Bulgarların ülkesinde mescitler yapılmış ve böylece İdil havzasında İslâmiyet kök salmıştır. Bulgar hakanı Almuş da muhtemelen elçi heyetinin Bağdat'a gelmesinden önce X. yüzyılın ilk yıllarında müslüman olmuştur. İslâm ülkesine komşu olmamakla beraber Bulgarların devlet dini olarak müslümanlığı kabul etmelerinde Harezmli tüccarların rolü çok büyük olmuştur.

3 — Hazarlar Arasında Müslümanlığın Yayılması

İslâm dünyası ile Hazarlar arasında VII. yüzyılın ortalarında başlayan askerî münasebetleri daha sonraki asırlarda siyasî ve ticarî münasebetler takip etmiş ve bu sayede Hazarlar İslâm dinini tanıma im¬kânını bulmuşlardır. Hazarlar arasında müslumanlığın yayılmasının açıklığa kavuşturulması için bu münasebetleri kısaca izah etmek gerekmektedir.

Hz. Ömer zamanında Ermeniye ve Azerbaycan'ın fethini müteakip Hazarlar ile Müslümanlar arasında askerî mücadeleler başlamıştır. 22 (642–643) yılında başlayan ilk müslüman akınları 24 (644–645) ve 25 (645–646) yıllarında da devam etmiştir. Hazarlara karşı ilk ciddi teşebbüs 32 (652–653) yılında olmuş ve önemli şehirlerden Belencer'e karşı başarısızlıkla neticelenen bir akın yapılmıştır. Bu ilk akınlar iki taraf için de askeri bakımdan büyük bir önem taşımazlar.

Müslümanlar ile Hazarlar arasında şiddetli çarpışmalar Halife Velîd zamanında (705–715) başlamıştır. Bu savaşlar 737 yılında Mervan b. Muhammed'in Hazarlara karşı kazandığı zafere kadar bütün şiddetiyle devam etmiştir. Bu mücadeleler sırasında iki taraftan birisi diğeri üzerinde kesin bir üstünlük kuramamıştır. Emevî orduları Derbend (Babül-Ebvab, el-Bâ:rolleyes:'i geçerek Hazar ülkesinin iç kısımlarına nüfuz ederken Hazarlar da mukabil alanlarla İslâm ülkesini yağma ve tahrip ediyorlardı. Karşılıklı zafer ve mağlubiyetlerle geçen bu çarpışmalar neticesinde her iki taraf da toprak kazanma bakımından pek kârlı çıkmıyordu. Tabiî hudut olan Kafkaslar, Derbend ve diğer bazı geçitler vasıtasıyla aşılabiliyordu. Derbend müstahkem mevkii, daha ziyade müslümanlarm hâkimiyetinde bulunuyordu. Müslümanlar'ın, Derbend'in hemen kuzeyinde bulunan Belencer'i kısa bir süre için de olsa fethetmeleri üzerine Hazarlar merkezlerini daha kuzeyde İdil'e nakletmişlerdir.

Mervan b. Muhammed'in 119 (737) yılında Hazarlar'a karşı yapmış olduğu büyük sefer Müslüman-Hazar mücadelelerinde bir dönem noktasıdır. Ermeniye ve Azerbaycan valisi olan Mervan, bu bölgede daha önceki yıllarda yapmış olduğu seferlerden edindiği tecrübe ve kuvvetli ordusu sayesinde, iki koldan Hazar ülkesine girerek fazla bir mukavemetle karşılaşmaksızın Hazar başkenti İdil önlerine geldi ve şehri muhasara altına aldı. Hakan, İdil muhasara edilmeden önce şehri terk ederek daha kuzeye çekilmiş ve komutanları emrinde Mervan üzerine kırk bin kişilik ordu göndermişti. Bu ordunun da mağlup edilmesi üzerine Mervan'm karşısına çıkacak kuvveti kalmadığını gören Hakan, sulh teklifinde bulundu. Mervan'ın, sulhu, ancak Hakan'ın müslümanlığı kabul etmesi şartıyla benimseyeceğini bildirmesi üzerine Hakan bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Sulh yapılarak Hakan'ın İdil'e dönmesine müsaade edildi. Sulh şartları arasında iki fakihin İdil'de kalarak Hazarlara İslâmiyeti öğretmesi de bulunuyordu. Mervan, bundan sonra aldığı esirlerle beraber dönerek bunları Derbend'in güneyine yerleştirdi.

Mervan b. Muhammed'in bu başarılı seferinden sonra Emeviler devrinde Müslümanlar ile Hazarlar arasında önemli bir askerî harekâta rastlanmamaktadır. Abbasîlerin iktidara gelmesinden sonra İslâm devleti, bütün cephelerde olduğu gibi Hazar cephesinde de saldırgan politikayı terketmiş ve Hazarlar ile dostane münasebetlere girişmiştir. Buna rağmen, 145 (762–763) ve 183 (799) yıllarında Hazarlar sudan sebeplerle İslâm ülkelerine girmişler fakat fazla başarı kazanamamışlardır.

Kısaca vermeye çalıştığımız izahatta da görüleceği gibi Müslümanlar ile Hazarlar arasındaki askerî mücadelelerin tarihi 150 yıllık gibi uzun bir devreyi içine almaktadır. Düşmanca devam eden bu uzun münasebetler esnasında Hazarların az da olsa İslâm dinini tanıdığı ve yavaş yavaş bu dini kabule yöneldikleri düşünülebilir.

Müslümanlar ile Hazarlar arasındaki savaşların şiddetini kaybetmesi ve hatta tamamen ortadan kalkmasından sonra bu iki devlet arasında ticarî münasebetler başlama imkânını bulmuştur. Abbasîlerin hilâfet makamına geçmelerinden sonra İslâm devletinin bünyesinde meydana gelen değişiklikler sebebiyle, daha önceki yıllarda zayıflamış olan ticarî faaliyetler hız kazanmış ve müslüman tüccarlar dış ülkelerde de kendilerine büyük bir ticarî saha bulmuşlardır. Müslüman tüccarların ithalat ve ihracat yaptıkları ülkelerden birisi de Hazarların ülkesi idi.

Hazarlar ile Müslümanlar arasındaki ticarî münasebetler başlıca üç yoldan yapılıyordu:

a)Bağdat-Rey-Berda'a-Derbend-İdil yolu,

b)Cürcan'dan başlayan ve Hazar denizi üzerinden Hazar ülkesine ulaşan, hattâ Don ve Volga nehirleri vasıtasıyla daha kuzeye uzanan ticaret yolu,

c)Harezm'den Hazarlara ve Bulgarlara giden yol.

İki devlet arasındaki ticarî münasebetlerin IX. yüzyılın ikinci yarısında geliştiği ve bu yüzyılın sonlarında başta Hazar başkenti İdil olmak üzere Belencer ve Semender gibi önemli Hazar şehirlerinde müslüman kolonilerinin kurulduğu görülmektedir. 921 yılında, Halife Muktedirin Volga Bulgarlar'ına gönderdiği elçi heyetinde bulunan İbn Fadlan, Seyahatnamesinde bu hususu teyit ederek şu bilgiyi vermektedir: “Hazar ülkesinde oturan ve ticaret için buraya gelip giden müslümanların hukukî ve diğer işlerine Hakan tarafından tayin edilen ve Hız adı verilen bir müslüman memur bakmaktadır. Hız'dan başkasının müslümanların işlerine ve kendi aralarındaki anlaşmazlıklara bakma selahiyeti yoktu”. İbn Fadlan'dan kısa bir zaman sonra (926) Hazar denizinin güney sahillerini dolaşan Mes'udî de Hazar şehirlerinde müslüman tüccar ve sanatkârların bulunduğunu, bunların Hazar ülkesinde hüküm süren adalet ve asayişi öğrenmeleri üzerine buraya geldiklerini kaydetmektedir.

X. yüzyılın ilk çeyreğinde Hazar başkenti İdil'de Müslüman tüccarlarının Hakan'ın da himaye ve desteğini görerek kuvvetli bir ticaret kolonisi meydana getirmiş oldukları verdiğimiz bilgilerde açıkça görülmektedir. Hazarlar, uzun süren askerî mücadeleler esnasında temasa geçtikleri İslâm dinini ticarî münasebetler sayesinde daha yakından ve kendi ülkelerinde tanıma imkânını bulmuşlardır. Böylece X. asrın başlarında müslümanlığın Hazarlar arasında yayılmasında bu ticarî münasebetlerin önemli rol oynadığı açıkça görülmektedir.

IX. yüzyıl ve X. yüzyılın ilk yarısında Hazar ülkesindeki refah ve düzen yabancıları buraya çekmekte idi. Mes'udî başta Harezm olmak üzere diğer komşu müslüman ülkelerinden hastalık ve diğer sebeplerle müslümanların buraya göç ettiklerini ve İdil ile diğer şehirlere yerleştiklerini kaydetmektedir. Sayılarının oldukça kalabalık olduğu anlaşılan bu Müslüman göçmenlerinin, İslâm dininin Hazarlar arasında tanınıp yayılmasında tesirlerinin olduğu muhakkaktır.

Müslümanlığın Hazarlar arasında hangi tarihten itibaren yayılmaya başladığını tesbit etmek mümkün olamamaktadır. Mervan b. Muhammed'in 737 yılındaki seferi sırasında Hazar Hakanı, ülkesini istilâdan kurtarmak için müslümanlığı kabul etmek zorunda kalmıştı. Fakat Mervan'ın ayrılmasından sonra Hakan tekrar eski dinine dönmüştü. Ancak burada Hazarlara müslümanlığı öğretmek gayesiyle bırakılmış olan Nuh b. Sabit el-Esedî ile Abdurrahman el-Hulânî adlı fakihler bu ülkede İslâmiyetin ilk temellerini atmış olmalıdırlar. Buna rağmen yıllarca devam etmiş olan savaşlar sebebiyle ilk zamanlar Hazarların müslümanlığa fazla rağbet etmedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim bu tarihten çok sonra başta Hakan olmak üzere Hazar devlet erkânı Musevîliği kabul etmişlerdir. Şayet yukarıda zikrettiğimiz tarihten itibaren İslâm dini Hazarlar arasında yayılmaya başlamış olsaydı Musevîliğin taraftar bulma şansı iyice azalmış olurdu.

Halife Vâsık devrinde (842-847) Ye'cüc-Me'cüc seddinin durumunu tetkik etmek maksadıyla astronom ve matematikçi Muhammed b. Musa el-Harezmî ile Sallâm et-Tercümân'ın da dahil bulunduğu bir heyetin seyahat notlarını Sallâm et-Tercüman'dan naklen İbn Hurdadbih kaydetmektedir. Bu seyahat notlarında heyetin, Hazar Hakanı ile görüştüğü, bir gün onun yanında kalındığı ve ertesi gün Hakan'ın verdiği beş rehberle birlikte hareket edildiği ifade edilmektedir (1). Fakat bu notlarda İslâmiyetin Hazarlar arasında yayıldığına ve Hazar şehirlerinde müslümanların bulunduğuna dair bir habere rastlanmaz. Aynı seyahat notlarında, isim verilmemekle beraber Hazar ülkesinin dışında bir şehir halkının muslüman olduğu belirtilmektedir. Bu durumda elçi heyetinin uğradığı zaman müslümanlığın bu ülkede dikkat çekecek derecede yayılmadığı akla gelmektedir.

IX. yüzyılın ortalarında Hazar ülkesinde müslümanlığın yavaş yavaş taraftar bulmaya başladığmı söylemek mümkündür. Nitekim 240 (854-855) yılında üçyüz Hazar ailesi Ermeniye ve Azerbaycan valisi Boğa el-Kebîr'e başvurarak yerleşebilecekleri bir yer istediler. Boğa onları Şamkur adlı şehire yerleştirdi. Bu şehir daha sonra el-Müte-vekkiliyye adını almıştır. Buraya aynı zamanda komşu şehirlerde oturan tüccarlar da iskân edilmişlerdi.

Müslümanlığın Hazarlar arasında yayılmasından önce hristiyanlık ve musevîlik bu ülkede yayılma imkânı bulmuştur. Hristiyanlık daha ziyade Bizans'ın yardım ve desteği sayesinde ülkenin batı taraflarında geniş bir taraftar kitlesi buluyordu. Musevîlik ise Halife Harun er-Reşîd zamanında, Bizans İmparatorluğunda uğradıkları baskıdan kurtulmak isteyen Yahudilerin buraya gelmeleri neticesinde başta Hakan ve ailesi olmak üzere diğer devlet erkânı tarafından benimsenmiştir. Bunların yanısıra Hazarların büyük bir kısmı kendi millî dinlerine inanıyorlardı. Müslümanlık bu dinlerden sonra Hazarlar araşma girmeye başlamıştır.

İlk zamanlar sayılarının az olması ve Hakan tarafından himaye görmemeleri sebebiyle Müslüman Hazarlar İslâm ülkesine göç etmek istemiş olabilirler. Fakat zamanla sayılarının artması ve bilhassa iktisadî gücü ellerinde bulunduran tüccar sınıfının Müslüman olması, idarecileri müslümanlara karşı daha müsamahalı davranmaya sevk etmiştir. Ayrıca Hazar devlet erkânının, ülkelerindeki diğer dinlere bağlı olanlara müsamahalı davranmaları, muslüman Hazarlara rahat nefes aldırmış ve süratle sayılarının artmasına yardım etmiştir.

X. yüzyılın başlarında İslâm dininin Hazar ülkesinde gitgide kuvvet ve taraftar kazandığı dikkati çekmektedir. İslâm coğrafyacılarından İbn Rusteh (eserini 290(903) yılında yazmıştır), Hazarlar'ın Sarışın (İdil) adlı büyük bir şehirlerinin olduğunu, bu ve diğer küçük şehirlerde müslümanlar, mescitler, imamlar, müezzinler ve diğer görevlilerin bulunduğunu kaydederek bu hususa açıklık kazandırmaktadır. İbn Fadlan, Seyahatnamesinde Hazar başkenti İdil'de müslümanların bulunduğunu, müslüman tüccarların işlerine Hakan tarafından vazifelendirilmiş Hız adı verilen bir memurun baktığını, başka kimsenin onların işlerine karışamadığını ve İdil'de bir caminin bulunduğunu yazmaktadır.

İbn Rusteh'in verdiği bilgiler İbn Fadlan Seyahatnamesiyle mukayese edildiğinde iki müellifin verdiği bilgiler arasındaki zaman farkının çok kısa olmasına (20 yıl) rağmen müslümanlığın Hazarlar arasında iyice kuvvetlendiği ortaya çıkmaktadır. Zira devlet erkânının musevî olduğu bir ülkede müslümanların işlerine hususî surette tayin edilmiş bir müslüman memurun bakması, bu fikri teyit etmektedir. Bu arada 920 yılında müslümanlığı resmen kabul etmiş olan Volga Bulgarlarının da tesirlerinin olduğunu belirtmek icap etmektedir.

X. yüzyılın ortalarındaki durumu ise Mes'ûdî'den öğrenebiliyoruz: “Hazarlar'ın eskiden başkentleri Babü'l-Ebvab'a sekiz günlük mesafede bulunan Semender şehri idi. Ancak burasının Müslümanlar'ın eline geçmesinden sonra merkez İdil'e nakledildi. İdil aynı adı taşıyan nehrin iki tarafında kurulmuştur. Nehrin ortasında bir ada olup bu adada Hakan'ın sarayı ve devlet daireleri bulunuyordu. Ada, sahillerden birisine kayıklardan kurulu bir köprü ile bağlıydı. İdil halkı müslümanlardan, hristiyanlardan, musevilerden ve putperestlerden meydana gelmekteydi. Hakan, saray halkı ve Hazar asıllı olanlar musevi idiler. Müslümanlar, Hazar ülkesinde hâkim durumda idiler. Çünkü bunlar Hakanın muhafız birliklerini meydana getiriyorlardı. Bunlara el-Larisiyye denilmekteydi. Harezm civarından gelmişlerdi. Harp sırasında devletin korunması bunlara havale ediliyordu. Hakan ile varılan anlaşmaya göre bunlar İdil'de oturuyorlar ve serbestçe ibadet edebiliyorlardı. Cami inşa ediyorlar ve ezan okuyabiliyorlardı. Hazarlar müslümanlar ile harbettikleri zaman bunlar savaşmıyorlardı. Günümüzde bunlardan yedi bin kadar zırhlı süvari Hakan ile harbe gitmektedir. Vezir daima bunlar arasından seçilmektedir. Hâlen vezir olan Ali b. Kuveyh bunlardandır. Hazar ülkesinde yedi büyük hâkim bulunuyor. Bunlardan ikisi müslüman, ikisi musevî, ikisi hristiyan ve biri de putperestlerdendir, önemli bir hâdise meydana geldiğinde ve kendi hâkimleri karar veremedikleri takdirde müslüman kadılarına başvuruyorlar ve onun verdiği hükmü kabul ediyorlardı. el-Lârisiye'den başka Hazar ülkesinde müslüman tüccar ve sanatkârlar bulunmakta idi. Hazar hakanlığında hüküm süren adalet ve emniyeti görerek buraya gelmişlerdir. Bunların büyük bir camileri vardır. Burada daha küçük camiler de bulunmaktadır. Bu camilerin yanında çocuklara Kur'an okumayı öğretmek için mektepler yapılmıştır. Müslümanlar ile hristiyanlar işbirliği yaptıkları takdirde Hakan onlara bir şey yapamaz”

X. yüzyılın ikinci yarısında eserlerini yazmış olan İslâm coğrafyacılarından Istahrî, İbn Havkal ve Mukaddesi, Mes'ûdî'nin verdiği bilgileri kısmen teyit ettikten sonra Hazar başkenti İdil şehrinde onbinden fazla müslümanın ve otuz kadar caminin bulunduğunu, şehrin, nehrin batı tarafında olan kısmında Hakan ve saray erkânının, doğu kısmında ise müslüman ve hristiyan tüccarlarının oturduklarını; Hazar ülkesinde Müslümanlar'ın çoğunlukta, Musevîler'in azınlıkta olduklarını kaydetmektedirler.

Kaynakların verdikleri bu bilgilerden X. yüzyılın ortalarından itibaren İslâm dininin Hazarlar arasında süratle yayıldığı anlaşılmaktadır. Tüccar, sanatkârlar ve askerî sınıfın müslümanların eline geçmesi onlara büyük bir kuvvet ve kudret kazandırmıştır. Hakan onlara diğer guruplara tanımadığı imtiyazlar vermiştir.

Hazarlar X. yüzyılın sonlarına doğru eski kuvvet ve kudretlerini kaybetmeye ve komşularının hücumlarına hedef olmaya başlamışlardı. Uzun müddet bölgenin en kuvvetli devleti olan Hazarlar, artık komşularının akınlarını durduramaz olmuştu. Bilhassa kuzeyde kuvvetlenen Ruslar, Hazarlar'a tehlikeli bir rakip olmuşlardı. 965 yılında Kiev knezi Svyatoslav, Hazarlara karşı giriştiği seferde başta İdil olmak üzere birçok Hazar şehrini tahrip etti . İslâm kaynakları, Ruslar'ın taarruzundan bahsetmemekte ve aynı yıl Hazarların komşu Türklerin saldırılarına uğradığını, bunlarla başa çıkamayacağını anlayan Hazarların Harezmlilerden yardım istediklerini, ancak Harezmliler müslüman olmaları şartıyla Hazarlar'a yardım edebileceklerini bildirmeleri üzerine Hazarların Hakan da dâhil olmak üzere İslâmiyeti kabul ettiklerini ifade etmektedirler.

İslâm ve Rus kaynakları 965 yılında Hazarların büyük bir saldırıya uğradığında hemfikirdirler. Ancak saldırının kimin tarafından yapıldığı konusunda ayrılıyorlar. Burada önemli olan husus, bu saldırı sırasında çaresiz kalan Hazarların yardım temin etmek gayesiyle müslümanlığı kabul etmelerinin doğruluk derecesini ortaya çıkarmaktır. Bu hâdise 737 yılında Mervan b. Muhammed'in seferi sırasında güç durumda kalan Hakanın müslümanlığı kabul etme durumuna çok benzemektedir. Dolayısıyla 965 yılında Hazarların, Hakanları da dahil Müslüman olduklarını şüpheyle karşılamak gerekir. Nitekim daha sonraki yıllarda bu hususu teyit eden bir habere rastlanmaz. Zaten bu tarihten kısa bir zaman sonra Hazarlar siyasî varlıklarını kaybetmişlerdir.

Müslümanlığın oldukça yayılmasına rağmen, bütün Hazarların İslâm'ı kabul ettikleri söylenemez. Hazarların çoğunluğunun Müslüman olmaları yanında Hıristiyan ve Museviler de varlıklarını koruyorlardı. Bu durumun Hazar devletinin yıkılmasına kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Diğer Türk boylarının aksine bütün Hazarlar'ın müslümanlığı kabul etmemelerinin başlıca sebebi, bu dinden önce Hıristiyanlık ve Musevilik gibi dinlerin bunlar arasında yayılmaya başlamış olmasıdır. Müslümanlığı kabul eden Hazarların çoğunluğunu, kendi millî dinleri olan Gök Tanrı dinine bağlı olanların teşkil ettiği de bilinmektedir.

4 — Karahanlılar'ın İslâmiyeti Kabulü

Türklerden İslâmiyeti kabul eden ikinci Türk devleti ise Karahanlılardır. 893 yılında Karahanlıların merkezi Talas'ın Samanîler tarafından zaptı bu iki devlet arasında askerî mücadeleleri başlatmıştır. Samanı hanedanı arasında baş gösteren kargaşalıktan faydalanmak isteyen Karahanlı hükümdarı Ogulçak, Samanî şehzadelerinden birinin ülkesine sığınmasına izin vermiştir. Bu müslüman şehzade veya İslâm-süfî'nin vaizleri Ogulçak'ın yeğeni Satuk'un İslâmiyeti kabul etmesine sebep olmuştur. Bu devirde süratle ve kitle hâlinde yayılan İslâmlaşma, özellikle Abdülkerim adını alan Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han'ın müslüman olmasıyla büyük bir ehemmiyet ârzeder.

İbnü'l-Esîr'e göre Satuk Buğra Han, rüyasında, gökten inen bir insanın kendisine Türkçe: “Müslüman ol, dünya ve ahirette kurtul!” diye hitap etmesi üzerine İslâmiyeti kabul etmiştir. Efsanevî Afrasyab neslinden gelen Satuk Buğra Han'ın müslüman oluşu hakkında Cemal Karşı'nın, XI. asırda yazılan Tarih-i Kaşgar'dan iktibas ederek, verdiği bilgiye göre Oğulçak Han'ın yeğeni olan Satuk, Samanı prensi Ebû Nasr'ın Kaşgar'a firarı sırasında, amcasından gizli olarak İslâmiyeti kabul etmiş ve Allah'tan, amcasına karşı kendisine ve İslâmiyete yardım etmesini dilemiştir. Yirmi beş yaşında iken müslüman olan Satuk Buğra Han, Fergana gazileri ile birleşmiş, önce Atbaşı, sonra da Kaşgar'ı alıp müslüman yapmış ve 344 (955)'te ölmüştür. Satuk Buğra Han Kaşgar'a yakın Artuç'a defnedilmiş, türbesi de ziyaretgâh olmuş ve buranın halk arasında kudsiyeti ve mamuriyeti artarak güzel bir kasaba hâline gelmiştir. Bu hâdise feodal Karahanlı hükümdarları arasındaki mücadelede İslâmiyetin rolünü ve o zamana kadar düşman sayılan Samanîlerden bu sefer bir prensin yardım aldığını ortaya koyar. Balasagun şehrinin Müslüman oluşu ve 942 de Karahanlıların eline geçişi sırasında Satuk'un Müslüman olduğunu ve Samanîlerle işbirliği yaptığını kabul etmek mümkündür.

Göktürklerden sonra Karlukların başında hüküm sürmeye devam eden Buğra Han sülalesi, Müslüman olunca Karahanlı devleti hâline gelmiş; şarkta İslâm gazası ile meşgul olurken garpta da Samanîler aleyhine genişleyerek Kaşgarlı Mahmud'un ifadesiyle, Türklere ait bu ülkeleri kurtarmış ve nihayet Samanîler devletini de 999 yılında ortadan kaldırmıştır. İslâmlaşma hâdiselerinin bu sıralarda Oğuzlar arasında da hızlanması tabiî idi. Nitekim Oğuz yabgusu ile arası açılan Selçuk Subaşı da Oğuzlara ait Cend şehri civarına gelerek orada takriben 960 yılında, ikiyüzbin çadır halkının müslüman olduğu bir zamanda, bu dine girmiş, bu yeni kuvvetten faydalanarak eski metbû'u olan Oğuz yabgusuna karşı cihada başlamış ve Gazi Selçuk olmuştu. Böylece Türkler arasında yayılan İslâmiyet, beylerin de siyasî mücadeleleri için bir destek mahiyetini almış ve bu da müslüman olmalarını hızlandırmıştı. Bununla beraber müslüman Karahanlılar ve Samanîler arasında kalan Selçuklular, bu İslâmlaşmanın siyasî semerelerini, ancak seksen yıl süren uzun bir mücadele ve göçler sonunda, 1040 yılında Selçuklu İmparatorluğunu kurmakla elde etmişlerdi.

Karahanlı devletinin İslâmiyeti kabulü ile bu dinin Türkler arasında yayılması artık bir cihat mahiyetini aldı. Gerçekten müslüman Karahanlıların soydaşları Uygurlara karşı yaptıkları savaşlar bir cihat idi. Derin bir İslâm ruhu ile dolu olan dindar Karahanlı hükümdarları ve halkının İslâmiyet uğrunda giriştikleri gazalar Kaşgarlı Mahmud'un yazdığı şiir ve hikâyelerle bize kadar gelmiştir. Uygurlar ve onlara ait Beş-balığ, Can-balığ, Hoca, Yenibalığ ve Sülmi şehirlerinin halkı en koyu kâfir (Eşeddül-Kefer) sayılıyordu. Onlara dair müslüman Türklerin gaza şiirlerinde:

“Seller gibi aktık; şehirler üstüne vardık; puthanelerini yıktık, üzerlerine pisledik”. O başka bir vak'a münasebetiyle de şunu yazar; “Gemi içine oturup İli nehrini geçtik; Uygurlar tarafına giderek Mink-lig ilini basıp askerlerini biçtik”. Diğer bir şiirde: “Müslümanların al bayrağı yükseldi; kara toz göklere çıktı; Uğrak (kabile) süvarileri de bize gelip karıştı; birlikte savaş yaptık” der.

Kaşgarlı Mahmud, Uygurlardan başka Karluklara yakın olan Yabgulaf'la da şiddetli muharebeler olduğunu, onların Büğe Büdrec komutasında yediyüzbin kişilik ordularının Begeş Aslan Tekin Gazi tarafından kırkbin kişi ile mucizevî bir şekilde mağlûp edildiğini, buna şahit bir kimse ile görüştüğünü, aynı Aslan Tekin'in Basmilleri de bozduğunu ve “Tan atarken yürüyelim, Büdrec kanını isteyelim, Basmil beyini yıkalım, yiğitlere toplanmak gerek” kıtaları ile Karahanlıların gayri müslim Türklere karşı cihâd ruhlarının ne kadar derin bulunduğunu veya ne derece imanlı bulunduklarını güzelce canlandırır. Bu Aslan Tekin'in zaferi hakkında 1041 tarihinde dikilmiş bir kitabede de bahsolunmasını artık tabiî saymak mümkündür.

Putperest Türklere karşı girişilen bu gazalara rağmen Karahanlı devleti şarkta çok geniş bir yayılma kudreti gösterememiş, fakat İslâm âlemini bu taraftan gelen istilâlara karşı korumuşlardır. Bununla beraber onlar da ecdattan intikal eden dünya nizamı ve cihan hâkimiyeti mefkûresine bağlı kalmış ve bu sebeple Çin'i fethetmeyi düşünmüş gözüküyorlar. Karahanlı hükümdarlarının kullandığı Tamgaç veya Tavgaç Han unvanı Türklerce Çin'e hâkimiyeti ifade ediyordu. Zira Türkler, Göktürklerden beri, Çin'de hüküm sürmüş Tabgaç adlı bir Türk kavmine nisbetle bu ülkeye bu adı veriyorlardı. Gerçekten bütün eski Türk hakanları gibi müslüman Karahanlılar da cihan hâkimiyeti mefkûresine bağlı kalmıştır. Nitekim Yusuf Has Hâcib: “Dünya beyleri arasında en iyiler Türk beyleridir. Bunlar arasında da en meşhuru Tangi Alper (Afrâsyâ:wacko: olup halkın seçkini idi, çok yüksek fazilet ve bilgilere sahip olup çok yüce ve kahraman idi. Bu sebeple ülkeler fethederek dünyaya hâkim olmuştun der. Kaşgarlı Mahmud da ona “Acun beyi” (Cihan padişahı) denildiğini yazar. Nitekim İslâm kaynakları da Karahanlıları Afrasyab soyundan göstermişlerdir. Bu durum Karahanlıların da cihan hâkimiyeti mefkûresine nasıl inandıklarını ve niçin Tavgaç veya Tamgaç Han unvanını taşıyıp Çin kıtasına da hükmetmek davasında bulunduklarını açıkça izah eder.

Müslüman Karahanlılar, Uygur soydaşlarını o derece düşman ve kâfir sayıyorlardı ki, onlara karşı şarkta eski müttefikleri ve Moğol asıllı Kıtaylarla bile ittifak etmişlerdi. Bu münasebetle Farslar ve Çinliler gibi, bu ırkdaşlarını da yabancı telakki ederek kendilerine Tat adını veriyorlardı. Nitekim “Tat'ın gözüne vur” atasözü bu hususu ifade eder. Uygur Hanı da 1027 de, Gazneli Sultan Mahmud'a elçi göndermekle onu rakibi Karahanlılara karşı kazanmak gayesi ile mukabelede bulunmuştu. Müslüman Türklerin, Arap istilâsına karşı atalarının yaptığı mücadelelerden dolayı üzüntü duyduklarını gösteren efsaneler dinî hislerin kudretini ifade bakımından önemlidir. Nitekim Kaşgarlı Mahmud'a göre Fergana ile Şıknı arasında oturan halk, burada Hz. Peygamber'in ashabını bozguna uğratmış, bu sebeple Hz. Ömer'in bedduasına uğrayarak gür sesleri kesik kalmıştı. Mahmud'un işaretine göre Karahanlılar Samanîlerin idaresinde kalan Türk illerini kurtarmış ve Maveraünnehr'i almışlardı. Böylece Karahanlı devleti şarkta İslâmiyeti müdafaa edip yayarken garpta da İslâm dünyasında hâkimiyet kurmak istiyordu. Fakat bunu Selçuklular başardı ve bizzat Karahanlılar da Selçuklulara tâbi oldu.

Karluklar, hükümdarları Karahanlılarla birlikte, devlet olarak, İslâmiyeti kabul ederken komşuları ve rakipleri olan büyük Oğuz kavmi guruplar hâlinde yeni dine giriyor ve Yengi-Kent'de oturan Şamanı yabgularından ayrılıyorlardı. Bununla beraber Selçuk göçüne ve imparatorluğun kurulmasına sebep olan hadiseler, İslâmiyetin süratle yayılmasına hizmet etti. Bu münasebetle Oğuz yabguları da bilahare müslüman olduysa da bir yandan büyük göç, öte yandan da Selçukluların müslüman göçebelerin basma geçmesi onların nüfuzunu kırmış ve Selçukoğulları hâkimiyeti ellerine almışlardı. Kaynaklara göre Türkler arasında İslâmlaşma artık sürat kazanmış ve kitleler halinde gelişmiş, milletin ekseriyeti müslüman olmuştu. Nitekim yazın Bulgar hudutlarında, kışın da Balasagun havalisinde yaşayan otuzbin çadır (hargâh)lık bir halk, 1043 yılı kurban bayramında, toptan müslüman olup otuzbin koyun kurban ettiler ve biner hane hâlinde İslâm memleketlerine dağıldılar. Bu toptan İslamlaşmalar dolayısıyledir ki İbnü'l-Esîr, Çin hududunda bulunan Tatarlar ve Kıtaylar müstesna, bütün Türklerin bu zamanda müslüman olduğunu söyler. Bununla beraber şarkta Oğuzların yerini işgal eden ve Rusya'nın güneyine kadar yayılan Kıpçaklar ile bir kısım Oğuz, Karluk ve başka Türk boyları henüz Şamanı idi. Fakat daha sonraları bunların da Selçuklular ve Harezmşahlar zamanında müslüman olduğunu biliyoruz.

Selçuklu imparatorluğunun kuruluşu Türklerin İslâmlaşmasını ikmale sebep oldu ise de doğu ve kuzey bozkırlarında henüz müslüman olmayan göçebeler vardı. Alparslan, 1065 yılında, Kafkasları ve Hazar sahillerini dolaşarak Mankışlağ yarımadasına vardı. Kâfir Türklerle birleşip etrafa akınlarda bulunan Türkmen, Kıpçak ve Cağızlara karşı sefer yaptı, otuzbin kişilik ordularını bozdu ve Kıpçaklar buralardan çekildiler. Alparslan, Cend'de bulunan dedesi Selçuk'un mezarını ziyaret etti. Selçuk zamanında Şamanî olan bu bölge Oğuzları artık müslüman olmuştu. Nitekim Cend şehri, Selçuklular ve Harezmşahlar zamanında, kâfir Türklere karşı yapılan gazaların üssü hâline gelmiş ve Şamanı Kıpçaklara karşı burası ve Mankışlağ, başlıca seferlerin merkezi olmuştu.

Diğer taraftan Büyük Kıpçak kavmi Kafkaslarda ve Balkanlarda yayılmaya başlamış, Kafkasları aşanlar Gürcülerle müttefik olarak müslüman soydaşları Selçuklulara karşı mücadele ederlerken Balkanlara varanlar ise aksine, Bizanslılarla savaşıyor ve bu durumda Anadolu Türklerine, dolayısıyla yardım ediyorlardı. Şarktaki Kıpçaklar zamanla müslüman olurken garptakiler de tedricen hristiyanlığa giriyorlardı. Bizans imparatoru Yuannis, 1121 yılında Balkanlarda Peçenek ve Kumanları mağlup edince bir kısmını Balkanlarda, bir kısmını da İzmit civarında iskân etti. Böylece Kafkaslarda ve Rumeli'deki Kıpçaklar Hristiyan olmuş , İbn Batuta, Kırım'da ve bozkırlarda hâlâ Hıristiyan Kıpçaklara rastlamıştır. Nitekim Ebu'1-Gazi Bahadır Han'ın rivayetine göre Kaşgar'da 1348 yılında tahta çıkan Tuğluk Timur ile birlikte yüzaltmışbin kişi müslüman olmuştur ki, şark Türkleri ve Moğollara ait bu hâdise, son mühim İslâmlaşma hâdisesini teşkil eder.

Karahanlılardan sonra üçüncü müslüman Türk devleti, başşehri Gazne olan Gazneliler devletidir. Bu devlet Samanîlerin komutanlarından Alptegin tarafından 969 yılında kurulmuştur.

5 — Oğuzların Müslüman Olmaları

X. yüzyılın başlarında Oğuzlar'ın elinde bulunan Yeni-kent, Huvare ve Cend gibi şehirlerde ve ayrıca Karluklar'ın idaresinde bulunan bazı şehirlerde müslüman kolonileri bulunuyordu. Bu koloniler bulundukları bölgelerdeki Türkler ile iyi münasebetler kurmuşlardı. Oğuzlar, medenî seviyesi yüksek olan bu müslümanlardan İslâm dininin esaslarını öğreniyorlardı. Diğer taraftan Maveraünnehr ve Harezm'den büyük ticaret kervanları, en uzak Türk ülkelerine gidip geliyorlardı. Her müslüman tacirin Türk ülkelerinde seyahat edebilmesi için bir Türk ile dostluk kurması gerekiyordu. Müslüman derviş ve şeyhlerinin de bu arada tüccarlarla birlikte Türk ülkelerine giderek İslâmiyeti tanıtmaya çalıştıklarını da ilave etmeliyiz.

X. yüzyılın ilk çeyreğinde Süt-Kent'de Müslümanlığı kabul etmiş mühim bir Türk topluluğunun yaşadığı görülüyor ki, bunların Oğuzlar olduğunda şüphe yoktur. Süt-Kent'in XI. yüzyılın sonlarında bir Oğuz şehri olduğunu biliyoruz. Yine X. yüzyılın ilk çeyreğinde, Fârâb-Kence'de ve Şaş (Taş-Kent) arasında Oğuzlardan ve Karluklardan İslâmiyeti kabul etmiş, bin çadıra yakın bir küme yaşamakta idi. Bunlar gayr-i müslim Türklerin akınlarına karşı yapılan müdafaa hareketlerinde önemli hizmetler görüyorlardı. İbn Fadlan'ın 921 yılında Bulgar'a giderken görüştüğü Oğuz büyüklerinden Yınal'ın bir defa Müslüman olduğunu, fakat halkın; “Müslüman olursan bize reislik yapamazsın” şeklindeki itirazı üzerine eski dinine dönmek zorunda kaldığını biliyoruz .

İslâm sınırı, bilhassa Samanîlerin gayretleri ile Sir-Derya ötesinin doğu yönünde gelişmiş ve Balasagun'a kadar dayanmıştı. Daha IX. asırda Samanîlerden Nuh b. Esed, İsficab bölgesini feth ettiği gibi, bu hanedanın en büyük hükümdarı İsmail b. Ahmed 893'de Talaş şehrini zaptedip oradaki büyük kiliseyi camiye çevirmiş ve Nasr b. Ahmed de (913-943) Şavgar şehrine bir sefer yapmıştı. Bilhassa İsmail b. Ahmed'in Talaş seferi ve İsficab beylerinin faaliyetleri neticesinde, Balasagun'un batısındaki Urdu şehrinde oturan Türkmen meliki İslâmiyeti kabul etmiş ve İsficab beylerine vergi vermeye başlamıştı. İşte, Türk kavimleri arasında ilk önce İslâmiyeti kabul eden, Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mirki kasabası arasında oturan Türkmenler olmuştur. Bu Türkmenlerin İslâmiyeti kabullerinin X. yüzyılın birinci yarısında olduğu muhakkaktır. Ancak, söylendiği gibi, bir Müslüman şehri olan Balasagun, 942 yılında gayr-i müslim Türklerin eline geçmiştir. Bu gayr-i müslim Türklerin Yağmalar olduğu muhakkaktır. Bu hâdise, asıl yurdu Kaşgar bölgesi olan Karahanlı hanedanının Talaş vadisine hâkim olduğu tarihi göstermektedir.

Tarihçiler, 349(960) yılında ikiyüzbin çadırlık bir Türk halkının Müslüman olduğunu bildirirler. Bu Türk halkının Karahanlı hanedanının hâkim bulunduğu yerlerdeki Türk kavimleri (Yağma, Karluk, Çiğil, Tuhsı) olduğundan şüphe edilmez.

Oğuzlar arasında da aynı yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyetin epeyce yayılmaya başladığı söylenebilir. Son Samanî şehzadesi Ebû İbrahim (Muntasır), Maveraünnehr'i Karahanlıların elinden almak için giriştiği faaliyetler esnasında bir ara Oğuz yabgusu ile bir anlaşma yapmış, dünürlük kurmuş ve neticede yabgu müslüman olmuştu (5) (392/1002): Bu kayıttan anlaşılacağı üzere, Oğuzlar arasında İslâmiyet ancak XI. yüzyılda hakim bir din hâline gelebilmiştir.

Oğuzlardan müslümanlığı kabul eden zümrelere, onları gayr-i müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, Maveraünnehr müslümanlarınca Türkmen adı veriliyordu. Daha önce söylendiği gibi, Orta Asya'da ilk defa Müslümanlığı kabul eden Türk kavmi, Balasagun ile Mirki arasında yaşayan Türkmenler olduğundan Türkmen adı, Maveraünnehr Müslümanları arasında “Müslüman-Türk” şeklinde hususi bir mânâ da kazanmıştı. Oğuzlardan da müslüman olan zümrelerin, Müslüman olduğunu ifade etmek ve onları gayr-i müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, bu zümrelere de Türkmen denildi. Türkmen adının, ancak Oğuzlardan müslüman olanlara verildiği hususu, el-Birunî'nin de belirttiği gibi, her türlü şüpheden uzaktır. Gerdizî ve Beyhakî gibi Gazneli tarihçiler, Oğuzlar'ı Müslüman-Türk anlamında Türkmen adı ile zikretmişlerdir. Buna karşılık yakın doğu müellifleri onlardan Ğuzz yani Oğuz adıyla bahsediyorlar. Çünkü Oğuzlar kendilerine Türkmen demiyorlardı. Onlar, Müslümanlar tarafından her yerde kendilerine verilen bu adı uzun bir zaman benimsemediler ve Oğuz kelimesini, atalarının adı olarak da olsa, uzun bir zaman unutmadılar. XIII. yüzyıl başlarından itibaren, artık her yerde Türkmen, Oğuz'un yerini almıştır.

Türkmen adının menşei, bugünkü müellifler gibi eski müellifleri de meşgul etmiştir. Bu hususta başlıca iki fikir vardır. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adı ile Farsça mân (mânend) ekinden meydana gelmiş olup, Türk'e benzer demektir. Bundan önce el-Birunî'nin de bu fikirde olduğu görüldüğü gibi, Kaşgarlı da Türkmen adının bu şekilde izahı ile ilgili bir rivayette bulunmaktadır. Bu misaller, XI. yüzyılda Türkmen adının Türk-mân (mânend)'dan meydana geldiğinin oldukça yaygın bir fikir olduğunu gösteriyor. XIV. yüzyılda da İran'da Türkmen'in bu izah şekli üzerinde durulduğunu biliyoruz.

İkinci fikre göre Türkmen, Türk-i imân'dan gelmektedir. Bunu da İbn Kesîr ve Mehmed Neşrî ileri sürmüşlerdir.

Zamanımızda ise Türkmen sözünün sonundaki men'in Türkçe mübalağa eki olduğu (kocaman, azman, değirmen...) söylenerek bu adın Öz-Türk anlamına geldiği üzerinde durulmaktadır.

Oğuzlar'ın müslüman olmalarının neticeleri büyük olmuştur. Mayıs 1038'de Selçuk'un torunu Tuğrul Bey adına Nişapur'da hutbe okunarak yeni bir müslüman Türk devleti, Selçuklu İmparatorluğu ortaya çıkmış oluyordu. Ancak Türkistan'ın doğu ve kuzey bozkırlarında henüz müslüman olmayan göçebe Türkler vardı. Selçuklu devletinin kurulmasından birkaç yıl sonra (435/1043-1044) onbin çadırlık bir Türk gurubu müslüman olarak aynı yılın Kurban bayramında yirmibin koyun kurban kesmişlerdir. Bu bilgiyi veren İbnü'l-Esîr, Çin hududundaki Tatar ve Hıtayların dışında bütün Türkler'in müslüman olduklarını ilave eder.

Dünya tarihinin en önemli olaylarından birisi olan Türklerin müslüman olmaları, Emevî hilâfeti zamanında Türk ülkelerinin fethiyle kısmen başlamış, bu dini Türklerin yakından tanımalarıyla hızlanmış ve X. yüzyılın ilk yarısında müslüman Türk devletleri ortaya çıkmıştır. Türklerin müslümanlığı kabulleri X. ve XI. yüzyıllarda büyük gelişmeler göstermiştir. Bu tarihten sonra da müslümanlaşma devam etmiş ve XIV. yüzyılda bütün Türk dünyası artık müslüman olmuş ve İslâm âleminde her bakımdan üstünlüğünü kabul ettirmişti.

İslâm dini, çoğunlukla askerî ve siyasî hâkimiyetle beraber yayılmıştır. Arabistan yarımadası bizzat Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından İslâm'a kazandırılmış, bunu Hulefâ-i Raşidîn ve Emevîler devrinde Suriye, Filistin, Irak, İran, Mısır, bütün Kuzey Afrika ve İspanya takip etmiştir. Bugünkü Pakistan ise Gazneli Sultan Mahmud'un seferleri sayesinde bir müslüman ülkesi hâline gelmiştir. Siyasî hâkimiyet kurulmadan müslümanlığın yayıldığı yerler ise başta Türk ülkeleri olmak üzere Güneydoğu Asya'dır. Burada şu hususu bilhassa belirtmek gerekmektedir:

İslâm dininin yayılması için gaza ve ciha

Link to comment
Share on other sites

6 — Türklerin İslâm'a Hizmetleri

Türklerin İslâm âlemine ilk girişlerinin Abbasî halifeleri zamanında daha ziyade askerî maksatlarla olduğu yukarıda belirtilmişti. Bilindiği gibi Türk askerlerini düzenli bir şekilde hilâfet ordusu saflarına alan ilk halife el-Me'mûn'dur. el-Me'mûn zamanında asayiş bakımından İslâm Devletinin durumu pek parlak değildi. el-Emîn ile el-Me'mûn arasındaki iktidar mücadelesi, ülke dahilindeki sükûneti bozmuş ve birçok isyanların çıkmasına sebep olmuştur. Azerbaycan'da isyan ettikten sonra kısa zamanda etrafına büyük bir taraftar gurubu toplayan Bâbek el-Hürremî, dinî ve siyasî bakımdan devleti tehdit ediyordu. Ülkenin batı hududunu teşkil eden Mısır'da ise Arap kabilelerinin sebebiyet verdikleri huzursuzluk hüküm sürüyordu. Halife el-Me'mûn'un bütün gayretlerine rağmen bir türlü sükûnet sağlanamıyordu. Bazı tarihçilerin ifade ettikleri gibi, “Türklerin İslâm âlemine girmeleri bu âlemin gerilemesine sebep olmuştur” düşüncesinin aksine Türkler, İslâm dünyasının siyasî bakımdan zayıflamaya ve parçalanmaya başladığı bir zamanda âdeta hizmete koşmuşlardır. el-Me'mûn'un son yıllarında orduda idareyi ellerine geçiren Türkler, Mısır isyanlarının bastırılmasında ve bilhassa Bizans'a karşı yapılan seferlerde önemli roller oynamışlardır.

Türkler'in desteği ile halife olan el-Mûtasım, yirmi yıldan beri devam eden Bâbek el-Hürremî isyanının bastırılmasına, bu sırada Abbasî ordusunun başkomutanı el-Afşîn ile maiyetindeki Türk birliklerini memur etmiştir. Üç yıllık çetin bir mücadeleden sonra el-Afşîn, Bâbek tehlikesini ortadan kaldırmıştır (837). Yine el-Mu'tasım devrinde 838 yılında Bizans'a karşı yapılan ve İstanbul'dan sonra İmparatorluğun en önemli şehri olan Amorion (Ammûriye)'un fethinde ordunun sevk ve idaresi tamamen Türklerin elinde idi.

İslâm tarihinde Samerra Devri diye bilinen yarım asırlık devrede (836-892) askerî kadrolar tamamen Türk hassa askerlerinin kontrolünde bulunuyordu. Yavaş yavaş idarî meselelerde de söz sahibi oluyorlardı. Samerra devrinde her ne kadar Türk komutanları ile halifeler arasında bazen her iki tarafın da hayatlarına mal olan mücadeleler oluyorduysa da devleti tehdit eden dış ve iç düşmanlara karşı bu birlikler gönderiliyordu. 870 yılında Basra bölgesinde patlak veren ve 13 yıl devam eden Zencilerin isyanının bastırılması ile İran'da bağımsızlığını ilân ettikten sonra halife ile ihtilafa düşmesi üzerine batıya doğru harekete geçen ve Vasıt'ı bile ele geçiren Yakub b. Leys es-Şaffar'ın durdurulmasında Musa b. Boğa el-Kebîr gibi Türk komutanları ile Türk askerlerinin gayretleri bilinmektedir. Bütün kötü şartlara rağmen Samerra devrinde devletin parçalanması önlenebilmiştir ve bunda da Türklerin büyük rolü olmuştur.

Devamlı karışıklıkların hüküm sürdüğü Mısır, 869 yılında Ahmed b. Tolun'un eline geçmiş ve kısa zamanda ülkede sükûnet sağlanarak Mısır, tarihinin en parlak devrini yaşamıştır. İktidarlarının kısa sürmesine rağmen Tolunlularm Mısır'da bıraktıkları eserler bu güne kadar ayakta durabilmiştir. Meselâ Ahmed b. Tolun'un yaptırdığı cami bugün bile Kahire'nin en büyük camilerinden birisidir. Hemen hemen aynı yıllarda diğer bir Türk hanedanı olan Sâcoğulları, Azerbaycan'da bağımsızlıklarını kazanıyorlar ve 889-929 yılları arasında Ermeniler ile amansız bir mücadeleye giriyorlardı. Hatta öyle ki Ermeni patriği, Bizans İmparatoru ve Ortodoks patriğinden bir Haçlı seferinin düzenlenmesini istemiştir.

X. yüzyılın başlarından itibaren İslâm âleminde tam bir parçalanma dikkati çekmektedir. Merkezi hükümeti temsil eden Abbasî halifelerinin hükmü Bağdat'ın dışına pek çıkmıyordu. Ülkenin doğu eyaletleri Samanîler'in idaresinde bulunuyordu. Suriye'de ise Ham-danîler bağımsızlıklarını kazanmışlardı (929). Bunlardan çok daha tehlikelisi 899'da Bahreyn'de ortaya çıkan ve kısa zamanda Hicaz ve Suriye'de söz sahibi olan ve hatta Kabe'den Hacerü'l-Esved'i alarak Ahsa'ya ******üren Karmatîler ile 908'de Tunus'ta kurulan, 969'da Kahire'yi zapteden ve daha sonra bütün Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Batı Arabistan'a hâkim olan Şiî Fatımî hilâfetini zikretmeliyiz.

Bunlardan başka 945 yılında Şiî Büveyhîler Bağdat'ı işgal ettiler. Böylece Abbasî hilâfeti Şiilerin tahakkümü altına girmiş oluyordu. Siyasî birliğin bozulması, iktisadî çöküntüye de zemin hazırlıyordu. Halifenin iktisadî bakımdan zayıflaması ve valilerine avuç açması parçalanmayı daha da hızlandırıyordu. İslâm dünyasında bu parçalanma devam ederken Bizans imparatorluğu toparlanıyor ve İslâm ülkelerine karşı saldırılarını sürdürüyor ve toprak kazanıyordu.

İslâm dünyasının siyasî bakımdan böyle zor bir durumla karşılaştığı sıralarda yeni bir güç ortaya çıkıyordu. 1038 yılında istiklâlini kazanan ve 1040 yılında Dandanakan savaşını kazanarak İran'da tek siyasî güç hâline gelen Selçuklu devletinin politikası iki yönde gelişiyordu:

a)Bağdat halifesini Şiî Büveyhîlerin tahakkümünden ve Suriye ile Mısır'ı Fatımîlerden kurtararak bozulan İslâm birliğini sağlamak,

b)Bizans'a karşı yapılan akınlara hız vererek fetih ruhunu yeniden canlandırmak.

Selçuklu sultanı Tuğrul Bey bir taraftan yeni bir ruhla Anadolu gazalarına büyük bir canlılık verirken diğer taraftan da Bağdat'ı kurtarmak için harekete geçti. 1055 yılı Aralık ayında büyük bir merasimle Bağdat'a girdi. Böylece Abbasî halifesi Büveyhîlerin tasallutundan kurtarılmış oluyordu.

Hz. Ömer zamanında başlayan Anadolu gazaları asırlarca devam etmesine rağmen, Anadolu'nun fethi bir türlü gerçekleştirilememişti. Bu büyük fetih Selçuklulara nasip olmuştur. Anadolu'nun müslüman ülkesi hâline gelmesini temin eden 26 Ağustos 1071 tarihindeki Malazgirt savaşıdır. Savaşın cereyan ettiği Cuma günü Abbasî halifesi el-Kâim Biemrillah tarafından hazırlatılan ve aynı gün İslâm memleketlerinin minberlerinde okunan hutbe, bu savaşın İslâm âleminin kaderi üzerindeki tesirini göstermektedir. Hutbede şöyle deniyordu:

“Allahım! İslâm sancağını yükselt. Şehinşâhu'l-Azam Sultan Alparslan'ın senden dilediği yardımı esirgeme. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu lütuf kâr ve her zaman tesirli olan desteğinden mahrum kılma. Ordusunu meleklerinle destekle, niyet ve azmini hayır ve başarıyla neticelendir. Çünkü o senin rızan için rahatını terketti, malı ve canıyla buyruklarına uymak için Senin yoluna düştü. O'na zafer kısmet eyle. Ey Müslümanlar, O'nun için Allah'a yalvarıp yakarınız; O'nun şerefli olarak düşmanlarını mahvetmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en son derecesine erişmesi için Allah'a dua ve niyazda bulununuz. Allahım! Onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve önünde kâfirlere boyun eğdir”. Bu hutbe Sultan Alparslan'ın İslam'a yaptığı hizmeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Anadolu'nun fethi, Filistin'in ve bilhassa Kudüs'ün Selçuklular'ın hâkimiyetine geçmesi Avrupa Hıristiyan dünyasında büyük bir heyecanın uyanmasına sebep oldu. Papa II. Urbain'in teşvik ve tahrikleriyle meşhur Haçlı seferleri başladı. Kalabalık ordular hâlinde Anadolu, Suriye ve Filistin'e gelen Haçlılar ile savaşan yegâne kuvvet, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun parçalanması üzerine Anadolu'da bağımsızlığını kazanan Anadolu Selçukluları ile Suriye ve Filistin'deki diğer Türk emirlikleri idi. 1096 da başlayan ve 1099 yılında Kudüs'ün zaptı ve müslüman halkının katledilmesiyle sona eren Birinci Haçlı seferinin sonunda Yakın-Doğu'da Haçlı devlet ve kontlukları ortaya çıktı. Beş asırdan beri birer Müslüman beldesi olan Filistin ve Suriye'nin bazı kesimleri tekrar Hıristiyanların eline geçmiş oluyordu. Haçlılar durmak bilmiyor ve Avrupa'dan yeni kuvvetler geliyordu. Anadolu'yu kendilerine ikinci bir vatan olarak gören Türkler, bu Haçlı sürülerine karşı başarıyla karşı koyuyor ve bu ülkede onların yerleşmesine engel oluyordu.

Diğer taraftan Türkler, Suriye ve Filistin'deki Haçlı devletleriyle de amansız bir mücadele içindeydiler. Musul emiri İmadeddin'in 1144'de Urfa'yı zaptını Selahaddin Eyyûbî tarafından Kudüs'ün fethi takip etti. Artık Haçlılar, Suriye ve Filistin'de de tutunamıyorlardı. Mısır Türk-Memluk hükümdarı Sultan Baybars, sahil şehirlerindeki son Haçlı kalıntılarını da birer birer ortadan kaldırdı. Sultan Baybars'ın İslâm âlemine yaptığı ikinci büyük hizmeti de bütün Türkistan, İran ve Irak'ı harabeye çeviren ve batıya doğru ilerlemekte olan Moğol ordusunu 1260 yılında Ayn Câlût'ta mağlup ederek durdurmuş olmasıdır. Ayn Câlût savaşında öncü kuvvetlerin komutanı olan Baybars, bu savaşta gösterdiği başarı üzerine sultanlığı elde etmiştir. Ortaçağ'ın büyük tarihçilerinden Bedreddin el-Aynî: “Moğollar'a karşı İslâmiyeti Türkler kurtarmıştır”diyerek Ayn Câlût zaferinin önemini belirtmektedir. Baybars'ın hükümdar olmasından üç yıl önce Bağdat, Moğollar tarafından işgal edilmiş ve Abbasî hilâfetine son verilmişti. Baybars, Moğol katliâmından kurtularak Dımask'a kaçmış olan Abbasî halifesi ez-Zâhir'in oğlu Ahmed'i Kahire'ye davet ederek 9 Haziran 1291 tarihinde el-Mustansır Billah ünvaniyle halifeliğini ilan ve ona bîat etti . Böylece beş asırdan beri hilâfeti ellerinde bulunduran ve manevî bakımdan İslâm âleminde hâlâ itibarı olan Abbasî hilâfetini yeniden kurmuş oluyordu.

Haçlı ordularının Yakın-Doğu'yu istilâya kalktıkları yıllarda diğer bir gurup da Sicilya ve İspanya müslümanlarına karşı taarruza geçmişti. İslâm tarih ve medeniyetinde büyük bir yeri olan bu iki bölgedeki müslümanlar maalesef Haçlı saldırılarına karşı koyamayarak buraların kaybına sebep olmuşlardır. Bu durum Türklerin, Haçlıların karşısında İslâm açısından oynadıkları mühim rolü ortaya koymaktadır.

Mısır'daki Türk-Memlûk sultanlığının Haçlılar ve Moğollar karşısındaki bu başarılarına rağmen Selçuklularla kısmen sağlanmış olan İslâm birliği XIII. ve XIV. yüzyıllarda parçalanmaya başlamıştır. Doğudan gelen Moğol istilâsı yalnız siyasî bakımdan değil medeniyet bakımından da İslâm için büyük bir darbe olmuştur. İslâm medeniyeti, Moğol felâketinden sonra bir türlü eski parlak devrini yaşayamamıştır. Yine Moğol istilâsı sebebiyle Anadolu Selçuklu devleti parçalanmış ve birçok beylik ortaya çıkmıştır. Sicilya, Normanlar tarafından işgal edilmiş, İspanya'da Müslümanlar gerilemiş ve zaten parçalanmış olan Kuzey Afrika'nın durumunda bir değişiklik olmamıştır.

İslâm birliğinin yeniden sarsıldığı bu ikinci devrede de yine sahnede Türkleri görmekteyiz. Anadolu Selçuklu devletinin parçalanması üzerine Bizans hududunda ortaya çıkan Osmanlı Beyliği süratle gelişmeye başladı. Hristiyanlara karşı yapılan gazaların tertip ve idare edildiği Osmanlı Beyliği'nin kurucusu Osman Bey'e de “Gazi” unvanının verilmesi bundan ileri gelmektedir. Osman Gazi'nin Bizans'a karşı yaptığı gazalar Anadolu'daki Türkmen gönüllülerinin bu bölgeye gelerek gazalara katılmasını sağlamıştır. Devamlı gaza yapmak, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun dinamik faktörüdür. Osmanlılar, bu uc gazi ananesinden hareketle XV. yüzyılda bütün İslâm dünyasının koruyucuları rolünü benimseyeceklerdir. Anadolu'da kurulan ve sayıları onbeşi geçen Türk beylikleri içinde, üstelik bunların en küçüklerinden biri olmasına rağmen, Osmanlı Beyliği'nin bir imparatorluk hâline gelmesinde gaza fikrinin tesirleri çok büyüktür. Yine bu beyliğin gelişmesinde, içte sosyal teşkilatlanmayı sağlayan, dışta ise uca gelen gazileri akınlara teşvik eden ve bizzat kendileri de katılan Ahileri de dikkate almak gerekmektedir.

Osmanlı Beyliği'nin süratle gelişerek Çanakkale boğazı yoluyla Avrupa'ya geçmeleri ve burada başarılı fetihlerde bulunmaları Haçlı zihniyetinin yeniden hortlamasına sebep olmuştur. Balkanlardaki hristiyan devletleri Papa'nın da teşvikleriyle Osmanlılara karşı müttefik bir cephe oluşturdular. Osmanlılara karşı harekete geçen ilk Haçlı ordusu 1389'da Kosova'da Sultan I. Murad tarafından hezimete uğratıldı. Onun oğlu Yıldırım Bayezid bir taraftan Anadolu'da Türk birliğini kurmaya çalışırken diğer taraftan yeniden harekete geçen Hristiyan ordularını 1401 yılında Niğbolu'da mağlup etmeyi başardı. Yıldırım Bayezid'den sonraki Osmanlı padişahları fetihlere büyük bir hızla devam ediyorlardı. Nihayet yedinci Osmanlı padişahı II. Mehmed, kendisinden önce defalarca teşebbüs edildiği halde bir türlü fethedilemeyen fakat Hz. Muhammed (s.a.v.)'in bir hadisi ile fethedileceği müjdelenen İstanbul'un fethini gerçekleştirmiş (29 Mayıs 1453) ve dokuz asırdan beri İslâm âleminin en büyük düşmanı olan Bizans İmparatorluğuna son vermiştir. Bu önemli tarihî hâdise aynı zamanda Ortaçağ'ın sonu ve Yeniçağ'ın başlangıcı olmuştur. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılında da İtalya'ya karşı harekete geçerek İstanbul Patrikliği'nden sonra Roma Papalığı'nı da hâkimiyeti altına almak istemiş, ancak buna ömrü yetmemiştir. İstanbul'un fethinden sonra Osmanlılar İslâm dünyasının en sağlam ve kuvvetli devleti hâline geldiler ve hristiyanlar karşısında İslâmiyetin en büyük savunucusu oldular.

II. Bayezid devrinde Osmanlılar açık denizlerde de Venedik'e karşı koyabilecek bir deniz gücü oluşturarak Batı Akdeniz'de kudretini hissettirmeye başladılar. Onun oğlu Yavuz Sultan Selim önce Anadolu'daki Şiî Safevî İran'ı ezdikten sonra Suriye ve Mısır'ı zaptederek devletin hudutlarını oldukça genişletti. Mısır'ın zaptı ile halifelik tarihinde yeni bir devir başlıyordu. Son Abbasî halifesi el-Mütevekkil Alallah, halifeliği ve halifelik emanetlerini Sultan Selim'e devretti. Böylece Emevî ve Abbasî hanedanlarından sonra Osmanlı hanedanı halifelik makamına geçmiş oluyordu. Mısır'ın fethinden hemen sonra Osmanlı donanması Kızıl Deniz'de, Hindistan müslümanlarını tehdit etmeye başlayan Portekiz ile mücadeleye başladı.

Kanunî Sultan Süleyman'ın tahta geçişinde Mekke Şerifi'nin gönderdiği mektupta “Sizler Efrenc'den (Avrupalılar'dan) ve emsalinden memleketler fethetmekle bize ve İslâm sultanlarına üstün bulunuyorsunuz” demekle Osmanlı üstünlüğünü kabul ediyordu. Osmanlı padişahları halifeliğe sahip olmakla, kendilerini İslâm dünyasının Hıristiyan dünyasına karşı koruyucusu, İslâm'ın, Şeriat'ın, Mekke ve Medine'nin, hac yollarının hizmetkârı olarak görüyorlardı. Onlar bu kuvvetin kendilerine Allah tarafından verildiğini düşünüyorlardı.

Osmanlı devletinin en parlak devri olarak bilinen ve Avrupalılar'ın “Muhteşem Süleyman” dedikleri Kanunî Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) Osmanlı orduları karada ve denizde Hıristiyan Avrupa karşısında büyük başarılar kazanmıştır. Karada bütün Macaristan fethedilip Viyana kapılarına varılıyordu. Denizde ise Ege adalarının zaptından ve müttefik Hıristiyan donanması 1537'de Preveze'de hezimete uğratıldıktan sonra Akdeniz de bir Türk gölü hâline getiriliyordu. Akdenizdeki Türk hâkimiyeti İspanya ve Portekiz'in devamlı tehdidi altında olan Kuzey Afrika Müslümanlarına yeni bir güç vermişti. Akdenizin Osmanlı kontrolüne geçmesinden sonra Ümit Burnu'nu dolaşarak Hindistan'a ulaşan Avrupalılar karşısında Hint müslümanlarını koruma görevini de Osmanlılar üstlenmişti. Kanunî Süleyman, Hindistan'daki Portekiz tehlikesini bertaraf edebilmek için dört sefer tertip etmiş ve Kızıldeniz'i emniyete almak maksadıyla Yemen ile Güney Arabistan'ı Osmanlı hâkimiyetine almış ve Yemen eyaletini kurmuştur. Afrika'da daha güneyde ele geçirilen topraklarda Habeş eyaleti tesis edilmiştir. İslâm hükümdar ve halifeleri arasında 12 büyük sefere katılmış ve son nefesini bir sefer esnasında vermiş Kanunî'den sonra ikinci bir şahsa rastlanmamaktadır. Kanunî'den sonra fetihler az da olsa yine devam etmiştir. Bu devrede Osmanlı sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa'nın Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açtırarak Orta Asya Türk ve müslümanlarına yardımcı olabilme teşebbüsü de oldukça önemlidir. Yine aynı şahsın Süveyş kanalı teşebbüsü de Hint müslümanlarına yardım emeline hizmet edecekti.

Osmanlı İmparatorluğu, XVII. asrın başlarından itibaren gerek içte karşılaştığı güçlükler ve gerekse Avrupa devletlerinin müşterek hareket etmeleri sebebiyle fetih hareketlerindeki hızını kaybetti ve hatta bu asrın sonlarından itibaren Avrupa'da toprak kaybına bile başladı. Avrupa'daki toprak kayıplarına rağmen, asırlar boyunca Hıristiyan dünyasıyla tek basma mücadele etmiştir. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren İslâm ülkeleri de Avrupalılar tarafından işgal edilmeye başlandı. Cezayir ve Tunus, Fransızlar tarafından zaptedilirken Osmanlı devletinin artık himaye edemediği Asya müslümanları da başta Çarlık Rusyası olmak üzere İngiltere ve Hollanda tarafından sömürge hâline getiriliyordu. Haçlı hareketinin yeniden başlaması karşısında Osmanlı idareci ve aydınları İttihad-ı İslâm'ı sağlamak için yoğun çaba sarf etmişlerdir. Trablusgarp savaşları sırasında Türk kuvvetleri Libya'da İtalyanlara, Birinci Cihan Savaşı'nda ise Irak ve Mısır'da İngilizlere, Kafkaslar'da Ruslara, Çanakkale'de İtilaf Devletlerine karşı her türlü kötü şartlara rağmen binlerce şehit vererek dövülmüştür. Ancak müttefiklerinin mağlûp olması üzerine cephelerdeki Osmanlı orduları da geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu son mücadeleler sırasında Medine savunucusu Fâhreddin Paşa, mütarekenin ilan edildiğini bildiği halde resmen bu haberi tebellüğ etmemek için telgraf direklerini yıktırarak üç ay daha Medine'yi müdafaa etmiştir. Bu son hadise bile Türklerin İslâm'a hizmet hususunda ne büyük fedakârlıklara katlandıklarını ortaya koymaktadır.

IX. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın başlarına kadar devam eden uzun tarihi devrede Türkler, İslâm dünyasının hristiyanlar karşısında savunucusu olmuş ve bunu büyük bir başarıyla yürütmüştür.

Osmanlı İmparatorluğunun İslâm'a hizmetlerini Prof. Bernard Lewis şöylece belirtmektedir :

“Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan yıkılışına kadar İslâm kuvvet ve imanının ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi. Osmanlılar altı asır, başlangıçta esas itibariyle başarılı olarak Avrupa'nın geniş bir kısmında İslâm hâkimiyetini kurma gayretiyle, daha sonra da Batının amansız karşı saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun müddet ve devamlı bir şekilde Hıristiyan Batı ile savaş halinde idiler. Yüzyıllarca devam eden bu mücadele Türklerin müslümanlığın ta köklerindeki kaynaklarıyla, Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısına tesir etmiştir. Osmanlı Türkü için bütün ilk Müslüman memleketlerini içine alan imparatorluk İslâmiyetin ta kendisi idi. Osmanlı kaynaklarında İmparatorluğun toprakları “Memâlik-i İslâm”, hükümdarı “İslâm Padişahı” ve din işlerini yürüten kişi de “Şeyhülislam” olarak isimlendirildi. İmparatorluk halkı kendini her şeyden önce Müslüman sayardı. Daha önce gördüğümüz gibi Osmanlı ve Türk, nisbeten yeni kullanılan tabirlerdir; Osmanlı Türkleri kendilerini müslumanlık ile bir görmüşler, diğer her hangi bir müslüman milletinden çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslâmiyet içinde eritmişlerdi. Türk kelimesi Türkiye'de hemen hemen hiç kullanılmaz iken, Batı'da müslümanın eş anlamı haline gelmesi ve müslüman olmuş bir batılıya, hâdise İsfehan yahut Fas'ta olsa bile “Türk olmuş” denmesi dikkat çekmektedir.

Türklerin İşlâmiyete hizmetleri yalnız siyasî, askerî ve idarî sahalarda olmadığı ve İslâm medeniyetinin gelişmesinde Araplar, Farslar ve diğer unsurlarla beraber en az onlar kadar hizmetleri olduğu bir gerçektir. İslâm dünyasında felsefe ve ilmin gelişmesi eski Yunan ve Latin felsefî ve ilmî eserlerinin Arapçaya tercümesiyle başlamıştır. Bu tercümelerle İslamî düşünceye girmeye başlayan eski Yunan felsefî görüşlerini İslâmî fikir ile uzlaştırarak İslâm felsefesinin başlatılmasında Türklerin rolü büyük olmuştur. Eski Yunan felsefesinin İslâm fikir hayatında ilk gerçek temsilcisi, Oğuzların yaşadığı Karacuk (Farab) şehrinde doğan Uzlug oğlu Muhammed el-Farabî (ölm. 950)'dir. Farabî metafizik, fizik, astronomi, mantık, psikoloji, siyaset, mûsikî vs.'ye dair yazdığı yüz altmış kadar eseriyle Aristoteles’in hemen bütün fikirlerini İslâmî düşünceyle telif ettiği için ona “Muallim-i Sanî” unvanı verilmiştir. Büyük bir filozof ve tabip olan İbn Sina (ölm. 1037)'nin Maveraünnehr'de yetişmesi ve felsefî bilgisinin esasını Farabî'den alması İslâm-Türk kültürünün yüceliğini göstermektedir.

Türk-İslâm topluluklarında müspet ilim de Farabî ile başlamıştır. İhsaü'1-Ulûm adlı kitabı ile ilk defa ilimleri tasnif etmiştir. O ayrıca Euklides'in geometrisini de şerh etmiştir. Trigonometrinin kurucularından Türk asıllı Abdullah el-Barânî (ölm. 929), matematik ilminin Doğu'daki başlıca temsilcilerinden, Kitabü'1-Cebr ve'1-Mukabele'nin yazarı İbn Türk el-Cîlî ve astronomide büyük bir şöhrete sahip olan Amacûr ailesi gibi isimleri zikretmekle yetineceğiz. Gazne Türk sarayında büyük bir itibar gören, Sultan Mahmud ile Hint seferlerine katılan “Dünya tarihinin Arkhimedes, Leonardo ve Leibniz tipinde ilmî ve entellektüel dâhilerden” kabul edilen ve muhtemelen Türk asıllı olan Harezmli Ebû Reyhan el-Birûnî (ölm. 1051) çeşitli ilim dallarına yüz on kadar eser yazarak Ortaçağ İslâm-Türk âleminin en dikkate değer simalarından birisi olmuştur.

İslâm-Türk devletlerinde dinî ilimlerin gelişmesi için de büyük gayret sarf edilmiştir. Karahanlılar zamanında Semerkant ve Buhara şehirleri ile Gazneliler devrinde Gazne ve Hint Türk sultanlığında Delhi şehirleri başlıca ilim merkezleri idiler. Türk nüfusunun çoğunlukta olduğu Maveraünnehr şehirlerinde büyük bilginler yetişmeye başlamıştı. Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel'in “üstad” dediği Abdullah b. Mübarek et-Türkî ünlü bir hadis bilgini olup aynı zamanda tefsirci ve gramerci idi. IX. yüzyılın ortalarına kadar ilk hadis ve megazi bilginlerinden Tarhân oğlu Ebu'l-Mûtemir Süleyman ile oğlu Ebû Muhammed el-Mûtemir Türk asıllı idiler. İslâm dünyasında büyük fıkıh, hadis, kelâm ve tefsir bilginlerinden çoğu Selçuklu hâkimiyeti devrinde yetişmiştir. Risâle-i Kuşeyriye müellifi sûfî Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî, Bağdat Nizamiye medresesi reisi el-Gazzalî mezhepler tarihi yazan Muhammed eş-Şehristanî, meşhur Keşşaf Müellifi ez-Zemahşeri gibi şahsiyetler bunlardan bazılarıdır.

İslâm dünyasında eğitim ve öğretim müesseseleri bakımından Selçuklular çağının bir dönüm noktası olduğu bilinmektedir. Daha önce dağınık ve özel olarak-yapılan öğretim ilk defa Selçuklu sultanı Alparslan zamanında programa bağlanmış ve devlet himayesine alınmıştır. Devrin tanınmış ilim ve fikir adamlarını sinesinde toplayan maaşlı müderrisleri (profesör), aylık ve erzak alan öğrencileri ve zengin kütüphaneleriyle yüksek öğrenim müessesesi olarak medrese İslâm dünyasında ilk defa Sultan Alparslan tarafından kurulmuştur (1066). İlk önce Bağdat'ta kurulan, geniş malî imkânlara sahip olan ve ismini, kurucusu Selçuklu veziri Nizâmü'l-Mülk'ten alan Nizamiye Medresesi daha sonraki yıllarda önemli kültür merkezlerinde de kurulmuştur.

Nizamiye medreselerinde dinî ilimler yanında felsefe, matematik ve filoloji de okutulurdu. Medreseler, daha sonraki devirlerde kurulan İslâm devletlerinde dinî ve idarî kadrolara kaliteli eleman yetiştirmiştir.

İslâm sanatında da Türklerin yeri büyüktür. Mimarî, tezhip, hat, çinicilik, minyatür vs. sahalarında Türklerin Müslüman olmalarından sonra büyük gelişmeler olmuş, Arap ve İran sanatında yeni üslup ve gelişmelere zemin hazırlamıştır. İslâm sanatında Türk tesiri ilk defa Halife el-Mûtasım tarafından Türk birlikleri için kurdurduğu Samerra'daki mimarî eserlerde görülür. Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Müslüman Türk devletleri dinî, sivil ve askerî mimarîde şaheserler meydana getirmişlerdir. Dünyanın “yedi harikası”ndan biri kabul edilen Taç Mahal'in plânlarını yapan ve uygulayan Osmanlı mimarı Muhammed İsa Efendi, Türk sanat dehasının en bariz misalidir.

Link to comment
Share on other sites

Please register to see this content.

TOLUNOĞULLARI (868-905)

1 — Ahmed b. Tolun, Devri (868-884)

Hz. Ömer'in hilâfeti esnasında (634-644), Amr b. el-Âs tarafından fethedilen Mısır, fetihten itibaren hilâfet merkezinden gönderilen valiler tarafından idare edilmeye başlandı. Fethi takiben süratle İslâmlaşan bu ülke, İslâm Devleti'nde vuku bulan çeşitli dinî ve siyasî olaylara karıştı. Hz. Osman'ın katlinde (656) meş'um bir rol oynayan Mısır heyeti, İslâm âlemini önce siyasî daha sonra da dinî bakımdan tefrikalara dûçâr ederken, Mısır da bu üzücü olaylardan fazlasıyla nasibini aldı.

Emevîler'in, hilâfeti ele geçirmesiyle (661) yatışır gibi görülen siyasî olaylar, her an patlamaya hazır bir yanardağ gibi içten içe kaynamaya devam etti. Emevîler'in, hilâfeti ele geçirmelerini bir türlü hazmedemeyen Hz. Ali taraftarları ise Emevîlere karşı müteaddit defalar isyan teşebbüsünde bulundular. Bunu fırsat bilen Abbasîler de “Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ailesinden birinin halifeliğine razı olmak” düşüncesiyle Abbasoğulları ve Hz. Ali taraftarlarını kendi etraflarında toplayıp Horasan'ı faaliyetleri için merkez seçerek Emevîler'e karşı amansız bir mücadeleye giriştiler. Böylece Abbasî propagandasına yeni ve kuvvetli bir unsur daha katılmış oluyordu: İran. Uzun ve amansız bir mücadele neticesinde Abbasîler, büyük ölçüde İranlıların yardımı ile hilâfeti ele geçirdiler (750).

Hilâfetin, Abbasîler'e geçmesinde mühim rol oynayan İran, bu yeni devletin kurulmasındaki hizmeti ile mütenasip bir ağırlık kazandı. Bu ise Arap unsurun ihmali ve tedrici olarak gücünü kaybetmesi demekti. Ancak, çok geçmeden Abbasîler, gittikçe ağırlaşan bu İran tesiri ve tahakkümüne karşı tedbirler almaya başladılar, önce, Abbasî Devleti'nin kurulmasında fevkalâde ehemmiyetli hizmeti geçmiş olan Ebû Müslim Horasanî'yi bertaraf ettiler. Ardından da meşhur vezir ailesi Bermekîleri imha ederek nüfuzlarını tamamen yok ettiler. Abbasî halifesi Harun er-Reşîd'in (786-809) oğulları el-Emin (809-813) ve el-Me'mûn (813-833) arasındaki mücadelenin, iki kardeş arasında hilâfet için mücadele olmaktan ziyade Arap-Acem mücadelesi hâlini alması üzerine Abbasî halifeleri, kendilerine destek olacak, onları ne Araplara ne de Acemlere muhtaç etmeyecek ve icabında her iki unsura karşı da mücadele edebilecek üçüncü bir unsur aramaya başladılar. Bu unsur, İslâm Devleti'nin yanı başında, İran'ın hemen ötesindeki Türk unsuru idi.

Türkler, Araplar ve Acemler tarafından eskiden beri bilinen, harp sanatındaki üstün kabiliyetleri, teşkilatçılıkları, cesaret, disiplin ve itaatkâr olmalarıyla meşhur idiler. Bu vasıflarından dolayı Abbasî halifeleri, kapılarını ardına kadar Türklere açtılar. Böylece Türkler, Abbasî hilâfetine hizmet etmeye başladılar. Bilhassa el-Me'mûn'dan sonra Abbasîler hizmetindeki Türkler, orduda ve idarede sayıları ve güçleri ile mütenasip olarak büyük makam ve mühim görevlere getirilmeye başlandılar. Halifeler, bunlardan başkomutanlar, vezirler ve valiler tayin ettiler.

Abbasîler hizmetindeki Türklerin evlenme yolu ile diğer milletlerle karışıp yukarıda sayılan vasıflarının bozulmaması için ayrı bir şehir inşâ edilerek Türkler oraya yerleştirildiği gibi (Samerra), Türk ülkelerinden kızlar getirtilerek bunların, İslâm Devleti hizmetindeki soydaşları olan Türk askerleri ile evlenmeleri bile teşvik edildi. Böylece sayıları gittikçe artan bu Türkler, Araplara ve Acemlere karşı bir denge unsuru olarak kalmadılar. Kısa zamanda her iki unsura da galebe çalarak Abbasî Devleti'nin dizginlerini ele geçirdiler. Araplardan ve Acemlerden kaçan halifeler, Türk bey ve komutanlarının elinde birer oyuncak hâline geldiler ve devletin en mühim görevlerine Türk asıllıları getirmeye mecbur kaldılar.

Mısır'da, Bağdat Abbasî hilâfetine karşı ilk müstakil Türk-İslâm devlet ve hanedanını kuran Ahmed b. Tolun da bu Türk valilerden birisidir. Ancak Ahmed b. Tolun, Türklerden Mısır valisi olan ilk komutan değildir. Ondan önce halife el-Mûtasım (833–842) Ebû Cafer Aşnas et-Türkiyi (834-844), Halife el-Vâsık (842-847), İtâh et-Türkî'yi (844-849), Halife el-Mütevekkil (847-861), el-Feth b. Hakan b. Artuk'u (856-861) ve Halife el-Mûtezz Billâh (866-869) da Müzâhim b. Hakan b. Urtuc et-Türkî'yi (867) Mısır valisi olarak tayin etmişlerdi. Müzâhim b. Hakan ölünce halife el-Mûtezz, yerine Ahmed b. Müzâhim'i Mısır valisi olarak tayin etti (868). Ancak Ahmed b. Müzâhim'in iki ay sonra ölmesi üzerine Mısır valiliği, Urhûz(?) b. Uluğ Tarhan et-Tür-kî'ye verildi. Ancak Urhûz da beşbuçuk ay sonra vefat edince bu defa sıra Ahmed b. Tolun'a gelmiş bulunuyordu.

Fakat Ahmed b. Tolun, başlangıçta esas vali olmayıp üvey babası Bayık Bey'in naibiydi. Çünkü bu sıralarda Bağdat hâkimiyetini ellerinde tutan Türk emirlerinin büyükleri, aleyhlerinde vuku bulabilecek gelişmeleri zamanında öğrenerek mâni olmak ve halifenin yakınında bulunarak devlet nimetlerinden âzami derecede istifâde etmek maksadıyla vali olarak tayin edildikleri eyâletlere bizzat gitmiyorlar, oraları kendi adlarına idare etmeleri için güvendikleri kişileri naip olarak gönderiyorlardı. Naipler, onlar adına o vilayeti idare ediyorlar; hutbede halife'nin adından sonra onların adı zikrediliyor, sikke'de isimleri yazılıyor ve elde edilen gelir de onlara gönderiliyordu. Bu eyaletlerin başında, uzaklığı dolayısıyla Mısır geliyordu. Öyle ki birçok Mısır valisi, hayatında bir kere bile Mısır'ı görmeden ölmüştü.

Tolunoğulları'nın Menşei

Tolunoğulları Devleti'ni kuran Ahmed b. Tolun'dur. Türkçe bilen İslâm tarihçileri Tolun kelimesini el-Bedru'1-Kâmil (Dolunay) olarak izah ederler. Ahmed'in babası Tolun, aslen Dokuz Oğuz Türklerinden olup Samanoğullarından Buhara ve Horasan âmili Nuh b. Esed'in kölesi idi. Nuh, her yıl Bağdat'a gönderdiği para, zahire, eşya ve kölelerle beraber Tolun'u da hediye olarak zamanın halifesi el-Me'mûn (öl. 833)'a göndermiş (815–816) ve Tolun, zamanla askerî görevlerde yükselerek Bağdat'taki Türk beyleri arasına katılmıştı.

Ahmed b. Tolun'un Yetişmesi ve Şahsiyeti

Tolunoğulları Devleti'nin kurucusu Ahmed, işte bu Tolun'un oğlu olarak 835 yılı Eylül ayında Bağdat'ta doğdu. Annesi bir cariyedir. Öte yandan Ahmed'in, 829 yılında doğduğu, Bağdat'ta değil Samerra'da dünyaya geldiği ve hatta Tolun'un oğlu değil, evlatlığı olduğu şeklinde rivayetler de vardır.

Devrinin en mükemmel askerleri olan Türklerin arasında, ordugâh şehir Samerra'da iyi bir asker olarak yetişen Ahmed, küçük yaştan itibaren dinî konuları da öğrendi ve Kur'an'ı hıfzetti. Babası Tolun'un ölümünden sonra (844 veya 854) Halife el-Mütevekkil (öl. 861), Ahmed'e babasının mevkiini verdi. Ancak o, Samerra'da kalarak ümeranın entrikalarına katılıp halife azl ve tayin etmektense hudut boylarına giderek gaza ve cihat yapmayı tercih etti. Kendi isteği üzerine Sugûr ve Dımaşk emirliği görevi ile Samerra'dan ayrıldı. Zamanın ö-nemli ve ilmî merkezlerinden biri olan Tarsus'a gitti. Orada bir yandan askerî ve idarî görevlerini yaparken diğer yandan da İslâm âleminin çeşitli ülkelerinden gelip gaza maksadıyla Tarsus'ta toplanmış bulunan âlimlerin meclislerine katılarak onlardan istifade etti. İbn Tanrıverdînin ifadesine göre, bu sırada Tarsus'ta bir milyon insan yaşamakta idi. Bu sayı, her ne kadar mübalağalı da olsa Tarsus'un o devirdeki ehemmiyetini göstermek bakımından fevkalâde mühimdir. Bu rakam, muhtemelen sadece Tarsus'a ait olmayıp o havalideki bütün hudutlarda yaşayanların yekûnu olmalıdır. Tarsus ve Sugûr halkı, Ahmed'i dindarlığı, adaleti ve şecaati ile takdir edip çok sevdi.

Halife el-Müstaîn (öl. 866) tahttan indirilerek Vâsıt'a sürüldüğü zaman, kendisine koruyucu olarak yanına kimin verilmesini istediği sorulduğunda o, Ahmed'i istemişti. Bir seferinde el-Müstaîn'e, Bizans'tan gelen kıymetli hediye ve halifenin hizmetçilerinin bulunduğu kafile eşkıyanın saldırısına uğramış, kafilede bulunan Ahmed, her türlü tehlikeyi göze alarak bu saldırıyı bertaraf etmişti. el-Müstaîn ile aralarında böylece başlayan dostluk, gittikçe daha da kuvvetlenmişti. el-Müstaîn, Ahmed'e bin dinar göndererek “kendisini sevdiğini bilmesini ve diğer beylerin kıskanarak bir kötülük yapacaklarından korkmayacak olsa kendisini yakınına almak istediğini” söylemişti. Ahmed, diğer Türk beyleri ile birlikte el-Müstaîn'in huzuruna her çıkışında halife, ona gizlice selam verir ve hususî ihsanlarda bulunurdu. Ona Meyyâs adında bir de cariye hediye etmişti ki, kendisinden sonra Tolunoğulları Devleti'nin tahtına geçecek olan oğlu Humâraveyh, bu cariyeden doğmuştur.

Halife el-Müstaîn'in kendisine gösterdiği bu yakınlığa karşılık, Ahmed de sonuna kadar ona sâdık kaldı. Halife el-Mûtezz (öl. 869) 'in annesi Kabiha'nın teşviki ile Bağdat'taki Türk beyleri, el-Müstaîn'i öldürdüğü takdirde kendisine Vâsıt valiliğinin verileceğini yazdıkları zaman Ahmed: “Allah kendisine biat ettiğim halifeyi öldürmeyi bana nasip etmesin” diyerek onların teklifini reddetti ve Samerra'ya döndü. Onun bu davranışı, Bağdat'taki ümera ve saray nezdindeki itibarını daha da artırmıştı. Ancak bundan daha önemli olan Yüce Allah'ın, doğruluğundan ve sadakatından dolayı onu mükâfatlandırmasıydı. Çünkü Ahmed, tek başına Mısır ve Suriye'ye hâkim olduğu zaman, el-Müstaîn'i öldürmesine karşılık kendisine Vâsıt valiliğinin teklif edildiğini hatırlamış ve o cinayeti işlemediği için böylece mükâfatlandırılmış olduğunu bizzat ifade etmiştir.

Tolunoğulları Devleti'nin Kuruluşu Sırasında Abbasî Hilafetinin Durumu

Bu sıralarda artık Abbasî halifeleri, komutanların elinde birer oyuncak durumuna düşmüşlerdi. Halifelerin, güç ve otoritelerini tamamiyle kaybettikleri ve her şeyin ümeranın elinde olduğu görülmekteydi, öyle ki, vilayetlere vali tayin edilen emirler; valilik yerlerine bizzat gitmiyorlar, oralara kendi adlarına naipler gönderiyorlardı. Bağdat'taki kudretli emirlerden Bayık Bey de Halife el-Mûtezz tarafından Mısır valisi tayin edilmişti (868). Tolun'un ölümünden sonra onun annesi ile evlenip Ahmed'in üvey babası olan Bayık Bey de bizzat Mısır'a gitmeyerek, kendisine naip tayin ettiği Ahmed'i vali olarak Mısır'a gönderdi.

Ahmed'in Mısır Valisi Oluşu

Ahmed, 15 Eylül 868 tarihinde Bayık Bey'in naibi olarak Mısır'ın idare merkezi Fustat'a vardı. Ancak bütün Mısır toprakları Ahmed'in idaresinde olmayıp yönetim, çeşitli kimseler arasında paylaştırılmıştı. Çünkü Mısır, tarihinin çeşitli devirlerinde olduğu gibi, Abbasî valileri idaresinde de ülkenin içinde bulunduğu şartlar ve Bağdat'a olan uzaklıktan istifade ile valilerin müstakil devlet kurmalarını önlemek maksadıyla birtakım idarî bölgelere ayrılmış ve ülkenin idaresi bir tek kişinin eline terk edilmemişti. Nitekim Ahmed, Mısır'a vardığı zaman İskenderiye'nin idaresi Ahmed b. Dinar'ın, Barka'nın idaresi Ahmed b. İsa es-Saidî'nin elinde olup Berîd teşkilatının (posta ve haberleşme işleri) başında ise Halife el-Mûtezz'in annesi Kabiha'nın kölesi Şukayr bulunuyordu. Mısır'ın malî idare teşkilâtının başında da Ahmed b. el-Müdebbir bulunmakta idi ve doğrudan Bağdat halifesine bağlı idi. Ahmed b. el-Müdebbir'in Halife'nin sarayında sözü dinlenen bir yardımcısı da bulunuyordu: Kardeşi İbrahim b. el-Müdebbir. Ahmed b. Tolun, tek başına Mısır'a hâkim olabilmek için, bir yandan Mısır'da bu rakipleri ile mücadele ederken diğer taraftan kendi taraftarları ve casusları vasıtasıyla Bağdat Sarayı ile de mücadele etmek mecburiyetinde idi.

Bu sıralarda Abbasî hilâfetinin içine düştüğü dâhilî ayaklanmalar ve hilâfet etrafında cereyan eden mücadeleler, Ahmed'e yardım etti. Bağdat'ta vuku bulan olaylar sonucunda Bayık Bey, Mısır valiliğinden azledilerek kısa bir müddet sonra öldürülmüştü (869). Onun yerine Mısır valiliği Yarcûh et-Türkî'ye verildi. Yarcûh, Ahmed'in kayınpederi idi. Ahmed onun kızı Hatun ile evlenmiş bulunuyordu. Bu evlilikten Ahmed'in en büyük oğlu el-Abbas dünyaya gelmişti (856). Yarcûh'un da Ahmed'i kendisinin naibi sıfatiyle Mısır valisi olarak tayin etmesiyle ayağını sağlam bir zemine basan Ahmed, artık gözü arkada olmaksızın Mısır'daki olaylarla uğraşabilirdi.

Ahmed b. Tolun'un Mısır’da İlk Faaliyetleri

Ahmed, 869 yılı Nisan-Mayıs ayında Boğa el-Asgar'ın çıkardığı isyanı İskenderiye ile Barka arasında bastırdı ve Saîd'e kaçan Boğa yakalanarak başı kesildi. Boğa'nın kesik başı Fustat'a getirildi (Temmuz-Ağustos). Ahmed b. Tolun, Boğa gailesini hallettikten hemen sonra, İbn es-Sûfî el-Alevî diye meşhur olan İbrahim b. Muhammed'in çıkardığı ayaklanma ile uğraştı. Ahmed'in İbrahim üzerine gönderdiği ordu önce yenildi ise de (Şubat 870) ikinci savaşta İhmîm'de bozguna uğrayan İbrahim kaçmak zorunda kaldı.

Suriye'de Abbasî hilâfetine karşı ayaklanan Ahmed b. İsa eş-Şeyh-in isyanını bastırma emri alan Tolunoğlu Ahmed, bu vesile ile güçlü bir ordu ve donanma hazırlayarak bizzat ordunun başında Suriye'ye yürüdü. Ancak halife el-Mûtemid (870–892) 'in elindeki bütün yetkileri gaspetmiş ve ona devletin idaresinde isimden başka birşey bırakmamış olan kardeşi el-Muvaffak, Tolunoğlu Ahmed'den şüphelendiği için, Ahmed b. İsa eş-Şeyh ile mücadeleyi başka bir emire havale etti. Tolunoğlu Ahmed de Mısır'a dönmek zorunda kaldı. Bundan sonra Halife el-Mûtemid'den, Mısır'ın diğer bölgelerinin de kendisine bırakıldığına dair bir emirname alan Ahmed, İskenderiye'yi de teslim aldı (Temmuz 870). İskenderiye o sırada Ahmed b. Dinar'ın idaresinde bulunuyordu. Böylece o, Mısır'a tamamen hâkim olmak yolunda önemli bir adım daha atmış oluyordu.

Halife el-Mûtezz'in annesi Kabiha'nın kölesi olup Mısır'daki Berîd teşkilâtının başında bulunan ve bu sebeple Ahmed b. Tolun'a meydan okuyan Şukayr'ın, hilâfet merkezi Bağdat'ta müstakil bir devlet kurmak emelinde olup ona karşı uyanık bulunulması hakkında raporlar gönderdiğini haber alan Ahmed, Şukayr'ı bu görevden azlettirecek fırsatı kollarken, el-Mûtezz'in öldürülerek (869) Şukayr'ın hamisi Kabiha'nın da eski nüfuzunu kaybetmesi üzerine bu emeline ulaşıp Mısır'ın posta ve haberleşme işlerini de kontrolüne aldı.

Bu mesele de böylece halledildikten sonra Mısır'da Ahmed b. Tolun'a en büyük rakip olarak Mısır'ın maliyesini elinde tutan Ahmed b. el-Müdebbir kalmıştı. Daha önce de zikredildiği gibi İbnü'l-Müdebbir'in de hilâfet sarayında kuvvetli bir desteği bulunuyordu. Zenci isyanı dolayısiyle, el-Mûtemid'in mektup yazarak kendisinden daha çok para istemesi üzerine Ahmed b. Tolun, İbnü'l-Müdebbir'i de ortadan çıkaracak fırsatı buldu ve halifeye: “Buna benim gücüm yetmez. Çünkü Mısır'ın harac'ı benim elimde değildir.” diye cevap verdi. Bunun üzerine halife, Şam'ın idaresini vermiş olduğu Ahmed b. Tolun'a Mısır'ın malî idaresini de havale etti. Böylece bütün Mısır'ın idaresi, tek başına Tolunoğlu Ahmed'in eline geçti (876).

Ahmed'in el-Muvaffak ile Mücadelesi

Bu şekilde maddî ve manevî gücünü daha da artıran Ahmed b. Tolun, halifenin arzusuna göre azledilmesini önleyecek ve Mısır'ın hâkimiyetini kendi ailesi için garanti edecek tedbirleri almaya başladı.

Bu ise meşruiyeti Abbasî hilâfeti tarafından kabul ve tasdik edilen bağımsız bir hükümdarlık kurmakla mümkün olabilirdi. Bu gayeye giden yolda Ahmed için en büyük engel, halifenin unvanı dışında bütün yetkilerini ele geçirmiş olan kardeşi el-Muvaffaktı. Çünkü zayıf bir şahsiyet olan el-Mûtemid, idarî bakımdan ülkeyi iki bağımsız parçaya ayırarak Doğu tarafını ikinci veliaht olarak kabul ve ilân ettiği kardeşi el-Muvaffak'a, Batı tarafını da birinci veliaht olarak ilân ettiği oğlu el-Mufavvaz'a vermişti. Bunların her ikisi de idarî ve malî muhtariyete sahip olacaklar ve birbirlerine müdahale etmeyeceklerdi.

Bu sıralarda Bağdat'tan uzaklardaki eyaletlerde özellikle de Doğu, Güneydoğu ve Güney'de yer yer ayaklanmalar vardı. Mısır'da ise Tolunoğlu Ahmed, meydana getirdiği güçlü bir ordu ve donanma ile hiç kimseye muhtaç olmayacak ve her türlü saldırıya karşı kendisini koruyacak bir durumda bulunuyordu. Dinî bağ dışında, Mısır'ı Bağdat'a bağlayan bir bağ kalmamış gibi idi. Hâlbuki Mısır, Bağdat için hayatî bir ehemmiyet arz ediyordu. Bağdat'ta hâkim olan kim olursa olsun, gönül rızası ile Mısır'ı elden çıkaramazdı. Tolunoğlu Ahmed'in ileriye dönük emellerini sezen el-Muvaffak, ağabeyinin ona mâni olabilecek kararlılık ve kudrette olmadığını çok iyi biliyor ve bu işin kendisine düştüğünü görüyordu.

el-Muvaffak, bu durumda kendisini Abbasî hilâfetinin gerçek temsilcisi ve çıkarlarının koruyucusu olarak görüp yıllardan beri hilâfeti uğraştıran Zencî isyanlarının şiddetli bir ânında Ahmed'e bir elçi göndererek bu ayaklanmanın bastırılması için hilâfete yardım etmesini istedi. Kardeşinden memnun olmayan Halife el-Mûtemid, bu elçinin gizli görevinin bazı komutanlarını kazanarak kendisini Mısır'dan çıkarmak olduğunu, adamları vasıtasıyla Tolunoğlu Ahmed'e bildirip parayı kardeşi el-Muvaffak'a değil, kendisine göndermesini istedi. Sadece, elçinin muhtemel temas ve teşebbüslerini önleyerek şüphelendiği komutanları yakalayıp şiddetle cezalandırmakla yetinen Ahmed, bu nazik durumda el-Muvaffak ile bir savaşı göze alamadığından ayrıca zayıflığı bariz bir şekilde ortaya çıkmış bulunan Abbasî hilâfetinin, yapılacak bir savaş sonunda yıkılmasının vebalini yüklenmekten çekiniyordu. Bu yüzden kendisini manen borçlu hissettiği hilâfete karşı yardımına muhtaç bulunduğu bir sırada ilgisiz kalmayı mürüvvetsizlik olarak telakki ediyordu. Nitekim birmilyonikiyüzbin dinar gibi azımsanamayacak bir yardımı el-Muvaffak'a gönderdi. Ancak anlaşmazlık çıkarmakta kararlı olduğu anlaşılan el-Muvaffak, bu parayı az bularak Ahmed'e hakaret ve tehdit dolu bir mektup yazdı. Ahmed'in de buna aynı üslupla cevap vermesi, aralarındaki anlaşmazlığı daha da derinleştirdi. Bunun üzerine el-Muvaffak, Ahmed'in defterini dürmek için teşebbüslerde bulundu. Ne var ki onun el-Mufavvaz ve yardımcısı Musa b. Boğa et-Türkî nezdinde Tolunoğlu Ahmed'in Mısır valiliğinden azledilerek yerine Şam (Suriye) valisi Amacur'un tayin edilmesi şeklindeki teklifine başta Amacur olmak üzere kimse rağbet etmedi. Çünkü onlardan hiçbiri, Tolunoğlu Ahmed'i Mısır'dan zorla çıkaracak kuvveti kendisinde göremiyordu. el-Muvaffak'ın kendisini Mısır valiliğinden azlettirmek için giriştiği teşebbüs ve yaptığı teklifleri işiten Ahmed, Mısır'da fevkalâde kuvvetli olmasına rağmen, yine de bir takım tedbirler almaktan geri durmadı. Fustat'ı tahkim ettiği gibi Nil nehri üzerinde er-Ravza adasında da bir kale yaptırdı ve donanmasını kuvvetlendirerek muhtemel bir hücuma karşı vaziyet aldı.

el-Muvaffak, teşebbüsünün sonuçsuz kalması üzerine Halife'ye baskı yaparak Ahmed'i Sugûr valiliğinden azlettirdi. Ahmed'in azli ile Sugûr'daki sükûn ve istikrar bozulup Tarsus halkı ayaklanınca el-Mûtemid, Sugûr valiliğini ikinci defa Tolunoğlu Ahmed'e vermek mecburiyetinde kaldığı gibi, bütün Şam (Suriye) valiliğini de buna ilave etti (877). Kendisine karşı girişilen her hareketten daha da güçlenmiş olarak çıkan Ahmed, böylece Fırat'tan Mağrib'e kadar olan yerlerin valisi oldu.

Mağlubiyeti kabul etmeyen bir mizaca sahip olan el-Muvaffak ise bir yandan Zencileri yenmiş olmanın (880) kendisine verdiği rahatlık, diğer yandan da Tolunoğlu Ahmed'in Halep, Kınnesrin, Diyar-ı Müdar ve Hınıs'a naip olarak tayin ettiği kölesi Lü"lü'nün isyanı sebebi ile sıkışmasını fırsat bilerek Ahmed aleyhindeki faaliyetlerine yeniden başladı. el-Muvaffak ile aralarındaki mücadelenin bu safhasında Ahmed, büyük bir siyasî maharet ve ileri görüşlülük örneği vererek el-Muvaffak'a karşı halifeyi kullandı. Zaten bunun için pek çok sebep vardı. el-Muvaffak, halife üzerinde öyle bir baskı kurmuştu ki, el-Mûtemid devleti idare etmek şöyle dursun, onun elinde en basit ihtiyacını bile sağlayamayan bir mahpus gibi idi. el-Mûtemid'in, elçi göndererek durumdan Ahmed'e dert yanması üzerine, halifenin meşru haklarının savunucusu rolünü üstlenen Ahmed, ona itibar ve hürriyetini kazandıracağını vâdederek halifeyi Mısır'a davet etti. Bu davete uyan halife, av bahanesiyle yola çıkıp Rakka'ya kadar gelmişti ki, durum anlaşıldı ve el-Muvaffak'ın adamları onu yakalayarak geri ******ürdüler (882). Bunu duyan Ahmed, Dımaşk'ta bir ulema ve fukaha meclisi toplatıp bu meclisten el-Muvaffak'ın, “imamete ehil olmadığı” gerekçesiyle veliaht olamayacağı şeklinde bir karar çıkartarak onu veliahtlıktan azlettirdiği gibi, Cuma hutbelerinde de kendisine lanet okunmasını emretti. Buna karşılık el-Muvaffak da idaresi altındaki yerlerde Ahmed'in lanetlenmesini emretti. Tolunoğlu Ahmed, el-Muvaffak'ı veliahtlıktan azletmeleri için kadılara baskı yapmış, hatta onun bu kararına karşı çıkan samimi dostu Kadı Bekkâr b. Kuteybe el-Hanefî'yi hapsettirmiş ve Bekkâr, bu sebepten mahpus iken vefat etmiştir.

Ahmed b. Tolun'un Mısır'da Bağımsızlığını İlan Etmesi

el-Muvaffak, Tolunoğlu Ahmed aleyhindeki emeline ulaşmaktan ümidini keserken, Ahmed de uzayıp giden bu anlaşmazlıktan bıkıp usanmıştı. Neticede el-Muvaffak'ın, ağabeyi el-Mûtemid'i serbest bırakarak ona itibarını iade etmesi ve Tolunoğlu Ahmed'in de el-Mu-vaffak'ı lânetlemekten vazgeçip adına dua ettirmeyi kabul etmesi ile iki taraf arasında barış yapıldı. Böylece Tolunoğlu Ahmed'in, Mısır'da bağımsız olma emeli de gerçekleşmiş oldu.

Ne var ki Tolunoğlu Ahmed, uzun süren mücadele neticesinde elde ettiği istiklâlin tadını pek çıkaramadı. Tarsus Sugûru'nda çıkan bir ayaklanma sebebiyle sefere çıkan Ahmed, burada hastalandı. Antakya'dan mahfe içinde Mısır'a doğru yola çıktı. Ancak mahfede rahat edemediğinden deniz yolu ile Mısır'a döndü. Bir süre daha hasta yattıktan sonra, 10 Mayıs 884 tarihinde öldü. Öldüğü zaman elli yaşlarında idi. Mısır'daki hâkimiyeti 16 yıldan biraz fazladır.

Tolunoğlu Ahmed'in, onyedisi erkek olmak üzere otuzüç çocuğu olmuştu. Oğullarının en büyüğü el-Abbas'dır. Aynı zamanda şair olan el-Abbas, babasının Suriye seferinde Mısır'da naip olarak kaldığı sırada (879), ayaklanarak Berberîlere gitmiş, ancak orada umduğunu bulamayarak Mısır'a döndüğünde babasının üzerine sevk ettiği orduya yenilerek hapse atılmış, beraberindekiler de idam edilmişti (881). Bu olaydan sonra babası her gittiği yere, tekrar ayaklanmasından çekindiği için, onu da beraberinde ******ürüyordu. Nitekim Ahmed, son Tarsus seferinde de el-Abbas'ı yanında mahpus olarak ******ürüp getirmişti. Bu talihsiz şehzade, babasının ölümünden az sonra kardeşi Humâraveyh tarafından öldürülecektir.

2 — Humâraveyh b. Ahmed b. Tolun (884-896)

Tolunoğlu Ahmed'in ölümünden sonra ikinci büyük oğlu Humâraveyh Mısır, Suriye ve Sugûr hükümdarı olarak ordunun kendisine biat etmesi üzerine 884 yılı Mayıs ayının 10'unda Mısır tahtma oturdu.

Tolunoğlu Ahmed, oğlu el-Abbas'ı isyanı sebebiyle hapsedip onu tahttan mahrum etmekle birlikte, kardeşi Humâraveyh'e biat etmesi şartı ile Suriye ve bütün Sugûr valiliğinin ona verilmesini vasiyet etmişti. Ancak Humâraveyh, devletin bölünmesine ve ailenin parçalanmasına sebep olabileceği endişesi ile bunu kabul etmedi. En kudretli zamanında isyan eden ağabeyinin kendisine itaat etmesini beklemek de hayal idi. Ağabeyinin kendisine biat etmemesini de fırsat bilerek babasının kâtibi Ahmed b. Muhammed el-Vâsıtînin de teşvikleri ile ilk işi ağabeyini öldürtmek oldu.

Ardından, babasının ölümünü fırsat bilerek hemen harekete geçeceğinden zerre kadar şüphe etmediği el-Muvaf fak'a karşı tedbir olmak üzere, el-Vâsıtî'yi bir ordunun başında Suriye'ye gönderdi. Hazırladığı diğer bir ordunun başına da Sa'd el-Eyser'i getirdi. Bu iki orduyu desteklemesi ve Suriye kıyılarını koruması için kuvvetli bir donanma hazırlattı. Filistin'e varan el-Vâsıtî, ağabeyi el-Abbas'ı öldürmesi için telkinde bulunduğu Humâraveyh'in zamanla bu kararından pişman olup kendisine kötülük yapmasından korktuğu için el-Muvaffak'a mektup yazarak onu Humâraveyh ile savaşa kışkırttı. Zaten fırsat kollamakta olan el-Muvaffak, yanında Musul valisi İshak b. Kundac ve el-Cibal valisi Muhammed b. Ebi's-Sâc olduğu halde gelerek Rakka'da konakladı ve Humâraveyh'in idaresi altında bulunan Kınnesrin ile Sugûr'u aldı. Yürüyüşüne devamla Humâraveyh'in kuvvetlerini yenip Halep, Hama ve Hıms'ı alarak Dımaşk'a girdi. Mısır'ı da ele geçirmek için Remle'ye doğru ilerledi.

Bunun üzerine Humâraveyh, 884 yılı Ağustos'unda kalabalık bir ordu ile Mısır'dan çıkıp sayıca kendisinden çok az bir kuvveti olan el-Muvaffak ile Filistin'de, Remle ile Dımaşk arasında, et-Tavvahîn denilen yerde yaptığı savaşta tecrübesizliği sebebiyle yenilerek Mısır'a döndü. Pusuda bekleyen ve Humâraveyh'in yenilip gittiğini bilmeyen komutanı Sa'd el-Eyser ortaya çıkarak yağmalamaya başlamış olan Abbasî kuvvetlerini yendi ve Dımaşk'a girdi. Bu başarısından dolayı gururlanan Sa'd el-Eyser, Humâraveyh'i küçük görüp, Suriye'de onu tanımadığını ilan etti. Mısır'a döndükten sonra komutanının Abbasî ordusunu yenip kendisine âsi olduğunu duyan Humâraveyh, tekrar sefere çıkarak Filistin'e vardı (885). Burada bir ay kaldıktan sonra ordusunda çıkan bir olaydan dolayı savaşmaksızın Mısır'a döndü.

886 yılı Nisan ayında tekrar Suriye'ye sefere çıkan Humâraveyh, Sa'd ile savaşıp onu yenerek öldürdükten sonra 14 Haziran'da Dımaşk'a girdi. Orada birkaç gün kaldıktan sonra İbn Kundac üzerine yürüdü. Yapılan savaşta İshak b. Kundac yenildi ve Humâraveyh'in kuvvetleri onu Samerra kapılarına kadar kovaladılar. Böylece şöhreti artan Humâraveyh'in barış teklifi, el-Muvaffak tarafından kabul edildi. Halife'nin Mısır, Suriye ve bütün Sugûr'un otuz yıl süre ile Humâraveyh'e verildiğini bildiren mektubunu getiren hizmetçisi Aralık a-ymda Dımaşk'a ulaştı. Bu hizmetçinin dediğine göre Halife el-Mûtemid, el-Muvaffak ve el-Mufavvaz, Humâraveyh'e saygılarından ötürü mektubu bizzat kendi elleri ile yazmışlardı. Bunun üzerine Humâraveyh 887 yılı başında Mısır'a döndü. Ancak 889'da Muhammed b. Ebi's-Sâc'ın hücumu üzerine tekrar Suriye'ye sefere çıkıp onu da yendikten sonra döndü.

891'de el-Muvaffak ve 892'de de el-Mûtemid vefat etmişler ve el-Muvaffak'ın oğlu el-Mûtezid, amcasının yerine halife olmuştu. Humâraveyh, yeni halifeye hediyeler göndererek aradaki dostluğu pekiştirmek istedi. Ayrıca kızı Katrunedâ'yı halifenin oğlu el-Müktefî ile evlendirmek istediğini bildirdi. Ancak halife, Katrunedâ ile bizzat kendisinin evlenme istediğini bildirmesi üzerine 894 yılında yapılan muhteşem bir düğünle bu evlilik gerçekleşti. el-Mûtezid'in bu evlilikten asıl maksadı, Humâraveyh'in malî imkânlarından faydalanmaktı. Humâraveyh ise bu evliliği siyasî sebeplerden ötürü istiyordu. Halife ile sulhun devamını sağlamak ve Abbasî hanedanıyla sıhrî yakınlık tesis etmek suretiyle İslâm dünyasında itibarını artırmak istiyordu.

Bu evlilikten sonra Humâraveyh ile el-Mûtezid arasındaki soğukluk, yerini dostluk ve samimiyete bıraktı. el-Mûtezid, Fırat'tan Barka'ya kadar olan bütün İslâm ülkelerini Humaraveyh'e verdi. Buna karşılık Humâraveyh, vergisi ödenmemiş olan geçmiş her yıl için ikiyüzbin dinar vermeyi ve gelecek her yıl için de üçyüzbin dinar ödemeyi kabul etti. Bundan sonra el-Mûtezid Humaraveyh'e saltanat alâmetlerinden olan hil'at, kılıç, taç ve kemer gönderdi. Ancak Humâraveyh'in sevinci uzun sürmedi. Zira kızını tantanalı bir şekilde Bağdat'a gelin gönderdikten sonra gittiği Dımaşk'ta hizmetçileri tarafından öldürüldü (7 Ocak 896). Humâraveyh'in cenazesi, oğlu Ceyş tarafından Mısır'a ******ürüldü ve babasının yanına gömüldü. Otuziki yaşındayken öldürülen Humâraveyh'in Mısır'daki hâkimiyeti oniki yıl kadar sürmüştür.

Humâraveyh'in ölümünü takip eden on yıl içinde Tolunoğulları ailesinden üç kişi Mısır'da hükümdarlık yaptı. Humâraveyh devrinin Tolunoğullarının kudret, şevket ve büyüklüklerinin doruğunu temsil etmesine karşılık bu on yıl da Tolunoğulları devletinin çöküş ve dağılma devrini temsil eder.

Bunun başlıca sebepleri; Tolunoğulları ailesinin kendi içinde parçalanması, Humâraveyhin oğullarının yaşlarının küçük olup askerin kendilerine saygı duyacağı heybet ve olgunluktan mahrum bulunmaları, Humâraveyh'in kardeşlerinin, babalarının mirasından en büyük payı almak için faaliyette bulunmaları idi. Ayrıca Abbasî hilâfeti ile münasebetlerin düzelip orduyu uğraştıracak askerî bir hareketin kalmaması üzerine ordunun iç meselelere karışmaya başlayıp Tolunoğulları ailesi arasında çıkan anlaşmazlıklarda şu veya bu tarafa ağırlıklarını koyarak idarede etkili olmaya başlaması da oldukça önemli bir faktördü.

3 - Ceyş b. Humâraveyh Devri (896)

Humâraveyh'in ölümünden hemen sonra, kardeşlerinden birinin tahta çıkması, ordu komutanlarının işine gelmediği için daha ondört yaşını doldurmamış bulunan oğlu Ceyş'e bîat ettiler (7 Ocak 896). İleri gelen komutanlardan bazıları Ceyş'e bîat etmek istememişlerse de arkadaşlarının ısrarı ile rıza göstermişlerdi.

Ceyş, başa geçince kendisini içkiye ve eğlenceye kaptırdı. Bazı çevrelerin telkini ile amcası Ebu'l-Aşâir Nasr'ı öldürttü. Yine bu çevrelerin tesiri ile babasının komutanlarının görev ve mevkilerini değiştirdi. Bu sebeple komutanlardan bir kısmı Bağdat'a gittiler o da sefihçe yaşayışını hiç değiştirmedi. Bu arada Dımaşk ve Sugûr naipleri ayaklanarak adını hutbede anmaz oldular. Sonunda Mısır'da kalmış bulunan ümeranın ileri gelenleri onu yakalayarak topladıkları bir mecliste kendisinin: “Hükümdarlık yükünü taşımaya gücü yetmeyip, ülkeyi yönetmekten âciz olduğunu ve kendisine bîat edenlerin biatini geçersiz saydığını” itiraf ettirdiler. Böylece Ceyş tahttan indirilerek (25 Temmuz 896) hapse atıldı ve birkaç gün sonra da hapiste öldürüldü. Ceyş'in Mısır'daki hâkimiyeti altı ay on iki gün sürmüştür.

4 - Harun b. Humâraveyh Devri (896-904)

Ceyş'i tasfiye ettikten sonra komutanlar hep birden kardeşi Harun'a biat ettiler (25 Temmuz, 896). Ancak Harun daha ondört yaşında bir çocuk olduğundan akıllı ve kurnaz bir kişi olan Ebû Cafer b. Ebba ona vâsi tayin edildi. Bu andan itibaren devletin dizginlerini eline alan Ebû Cafer, fiilî olarak Mısır'ı idare etmeye başladı, önce Ceyş'in adamları ve taraftarları tamamen öldürüldüler. Arkasından ailesi ve çocukları ile birlikte İskenderiye'de oturmaya zorlanan Harun'un amcası Rebîa'nın, bir kısım halkın kendisinin saltanata daha lâyık olduğunu söyleyerek kışkırtmaları üzere ansızın Fustat'a gelip etrafında topladığı az sayıda bir insanla hâkimiyeti ele geçirmek için giriştiği teşebbüs, yakalanıp kırbaçlanarak öldürülmesi ile sonuçsuz bırakıldı.

Ebû Cafer b. Ebba'nın, bütün yetkileri elinde toplayarak türlü hilelerle rakiplerini ortadan kaldırdığını gören kölelikten yetişmiş komutanlar, ona haset ederek orduya el attılar ve kendilerine bağlı birlikler meydana getirerek, orduyu böldüler. Bedr, Faik, Safî vb. komutanlar, kendilerine bağladıkları askerlere bir takım vaadlerde buluna¬rak kendi çıkarlarını korudular.

Harun'un Karmatiler'le Mücadelesi

Harun'un genç ve tecrübesiz komutanlara yüksek rütbe ve görevler verip nüfuzlu emirleri darıltması sebebiyle Mısır'daki ümerâ arasında rekabet devam ederken, Hz. Ali soyundan geldiğini iddia eden Hasan b. Zekreveyh b. Mehreveyh adında bir Karmatî propagandisti, etrafına bir miktar adam toplayarak önce Rakka dolaylarında karışıklıklar çıkardıktan sonra Dımaşk'a doğru faaliyetlerini yaymaya başladı. O sırada Dımaşk valisi olan Togac b. Cuff, bedevilerden alelade biri zannederek ciddî bir savaş hazırlığı yapmadan onun karşısına çıktı ve hezimete uğrayarak Dımaşk'a çekildi. Bu beklenmedik yenilgi üzerine Suriyeliler çok korktular ve Togac hemen Harun'a mektup yazarak imdat istedi. Bunun üzerine Harun, Bedr komutasında kalabalık bir orduyu Suriye'ye gönderdi. Yapılan savaşta Mısır ordusu da çok ağır bir mağlubiyete uğradı. Ancak Karmatî reisi Hasan da savaş meydanında ölmüştü. Onun yerine kardeşi Hüseyin, Karmatîler'in reisi oldu.

Bundan sonraki savaşların hepsinde de Karmatîler galip geldi. Suriye'de birçok şehri ele geçirip oraları kendi adamlarının idaresine bırakarak, adlarına hutbe okuttular. Karmatîlerin Suriye'de taraftarları oldukça artarak sadece Mısır'daki Tolunoğulları için değil, bizzat Abbasî hilâfeti için de büyük bir tehlike arz etmeye başladılar. Bu durum karşısında babası el-Mûtezid'in ölümü üzerine halife olan (902) ve Suriye'de Tolunoğulları ile Karmatîler arasında yapılan mücadelenin safhalarmı takip eden el-Müktefî (902-908), kalabalık bir ordu hazırlayarak Tolunoğlu Ahmed'in naibi olan ve Dımaşk'ta efendisine isyan ederek Abbasîler safına geçen Lü'lü'nün kâtibi Muhammed b. Süleyman'ın komutasında, Karmatîler'e karşı gönderdi. Bunu haber alan Karmatî reisi Hüseyin, Dımaşk'tan Hıms taraflarına çekildi. Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî süratle yürüyerek Hama yakınında Karmatîler'e ağır bir darbe indirdi (29 Kasım 903). Kûfe'ye doğru kaçan Karmatî reisi Hüseyin, Fırat kıyısında Âne ile Rahbe arasındaki ed-Dâliyye köyünde yakalanarak Bağdat'a ******ürüldü ve yanındakilerle birlikte öldürüldü (13 Şubat 904).

Bu başarısından sonra el-Müktefî tarafından hilâfet ordularının başkomutanlığına getirilen Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî'ye M¬sır meselesini halletme görevi verildi. O, kara ordusunun başında Suriye'ye doğru yürürken, donanma komutanı Damyâne'ye de Mısır'a doğru açılması bildirildi.

Harun, Tolunoğulları Devleti'nin kurulmasından itibaren Mısır'daki durumu bir türlü kabul ve hazmedemeyen Abbasî hilâfetinin kendisine karşı da şansını deneyeceğinden emin olduğu için, daha hâkimiyetinin üçüncü yılında (899), halife el-Mûtezid'e Sugûr'dan vazgeçtiğini ve her yıl halifeliğe dörtyüzellibin dinar ödeyeceğini bildirerek hilafeti yumuşatmanın yanısıra kendi yerini de pekiştirmek istemişti. Ne var ki korktuğu başına geldi. Hilâfet ordusu Dımaşk'a yaklaşınca genç komutanların kendilerine tercih edilmesinden dolayı Harun'a kırgın olan Bedr ve Faik, bütün askerleriyle onlara katıldılar. Hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın Suriye'yi tekrar Abbasîler'e bağlayan Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî, böylece kendisini emniyete aldıktan sonra Tolunoğlu ümerâsı ile birlikte Mısır'a doğru yürüdü. Bunu haber alan Harun, sefer hazırlıklarını tamamlayarak yola çıktı ve el-Abbase'de karargâh kurdu

Maiyetinde amcalarından Şeybân ve Adiyy ile aile efradı bulunuyordu. Harun, el-Abbase'deki ikameti sırasında Bedr ve Fâik'e gönül alıcı mektuplar yazarak onları kendisine bağlamak istedi. Ne var ki, bu kritik durumda dahi içki ve eğlencesinden bir türlü vaz geçemeyen Harun, sarhoş hâlde çadırında uyurken kendisini öldürmeyi planlayan amcası Şeybân tarafından öldürüldü (31 Aralık, 904). Harun öldürüldüğü zaman yirmi iki yaşında bulunuyordu. Mısır'daki hâkimiyeti sekiz yıl beşbuçuk ay sürmüştür. Harun'un ölümü hakkında kaynaklarda birbirini tutmayan muhtelif rivayetler var ise de biz burada üzerinde en çok ittifak edileni tercih ettik.

5 — Şeybân b. Ahmed b. Tolun ve Tolunoğullarının Sonu

el-Abbase'de Harun'un öldürüldüğü gecenin sabahında Tolunoğulları Devleti'nin artık yıldızının söndüğünü ve sonunun geldiğini göremeyen Şeybân, devleti iyi idare edip kendilerine güzellikle muamelede bulunacağına dair askerlere teminat vererek kendisine bîat edilmesini istedi ve böylece Şeybân'a bîat edildi (31 Aralık 904). Daha sonra yanında kardeşleri ve askerleri olduğu hâlde el-Abbase'den ayrılarak Fustat'a geldi. Askere sarfetmek için, Harun'un annesinin sakladığı para ve kıymetli eşyayı müsadere ederek savaş için hazırlıklara başladı.

Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî'nin öncü birliklerinin komutanı olan el-Hüseyin b. Hamdan, Mısır'a doğru yürümekte iken yolda Harun'un başına gelenleri öğrenerek en yakın arkadaşlarını yanına alıp el-Abbase'deki ordugâhtan Dımaşk'a doğru kaçan Ebû Cafer b. Ebba ve komutan Necih er-Rumî ile karşılaştı. Bunlar da olup bitenleri anlatıp ona katıldılar ve birlikte el-Abbase'ye doğru yürüdüler. Bu haber Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî'ye ulaşınca, o da süratle yürüyerek öncülerine yetişti. Hepsi bir araya geldikleri sırada Emir Yaz-man'ın kölesi olan donanma komutanı Damyâne de asker ve silah yüklü onsekiz savaş gemisi ile Nil'den gelerek Fustat'ın Nil üzerindeki batı köprüsünü tamamen ve doğu köprüsünü de kısmen yakarak tahrip etti. Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî de gelip Fustat önünde ordugâh kurdu (10 Ocak 905).

Bunu gören Şeybân, atlı ve yayalardan oluşan kalabalık bir ordu ile şehir dışına çıkarak onlara karşı durdu. Savaş başladıktan bir süre sonra, vuruşma devam ederken, Muhammed b. Süleyman el-Kâtibi, Şeybân'a mektup göndererek teslim olduğu takdirde bütün aile efradı ile kendisinin mal ve canlarına dokunulmayacağına dair söz verdi. Şeybân, kuvvet dengesinin kendi aleyhinde olması sebebiyle sonuçtan ümitsiz olduğu ve kendisine verilen söze güvendiği için, bütün kardeşlerini yanına alarak geceleyin gizlice hilâfet orduları kumandanı Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî'nin yanına giderek teslim oldu. Savaş düzeninde bulunan Şeybân'ın ordusunun atlıları hükümdarlarının kaçtığını öğrenerek savaş meydanından çekildiler. Durumdan habersiz, mevzilerinde bekleyen yayalar ise sabahleyin hükümdarsız ve kumandansız kaldıklarını öğrendikleri sırada, harekete geçen hilâfet ordusu tarafından kolayca dağıtıldılar. Süvariler tarafından yakalanan Mısır askerleri, istisnasız öldürdüler. Önünde hiçbir engel kalmamış olan Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî, Fustat'a girdi (10 Ocak 905). Böylece Tolunoğulları Devleti de son bulmuş oldu. Tolunoğulları Dev-leti'nin son hükümdarı Şeybân'ın Mısır'daki hükmü, sadece dokuz gün sürmüştür.

Hilâfet Ordusu, Fustat'ta büyük tahribat yaptı. Öyle ki, başta Tolunoğlu Ahmed'in kurduğu el-Kataî şehri olmak üzere Tolunoğul-larma ait ne kadar hâtıra varsa hepsi yerle bir edildi. Bu tahripten ancak Ahmed b. Tolun'un yaptırmış olduğu ve kendi adı ile anılan cami kurtuldu.

Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî, 9 Mayıs 905 tarihine kadar Fustat'ta kalıp Mısır'da Tolunoğulları ailesine mensup yaklaşık yirmi kişiyi demir kafesler içinde Bağdat'a ******ürdü.

Link to comment
Share on other sites

Güzel bir yazı.teşekkürler.eline sağlık.Geçmişini bilmeyenlerin gelecekle ilgili plan yapmaları zordur.Okulda bizlere tarihimiz bu diye birçok safsata bilgiler verildi.Sonradan öğrendikki iyi denilenler kötü,kötüler iyiymiş.kendi tarihimizi iyi öğrenmemiz gerekiyor değilmi.tekrar teşekkürler.

Link to comment
Share on other sites

TOLUNOĞULLARI DEVRİNDE MISIR'IN SOSYAL DURUMU

Siyasî tarihleri kısmında da görüldüğü gibi Tolunoğulları, Mısır'da sadece otuz sekiz yıl hüküm sürmüşlerdir (868–905). Otuz sekiz yıllık bir zaman, milletlerin ve devletlerin tarihinde çok kısa ve ehemmiyetsiz görülebilir. Fakat Tolunoğullarının Mısır'da hüküm sürdüğü bu zaman Mısır tarihi için fevkalâde mühimdir. Çünkü Mısır, fethinden beri (639) ilk defa olarak Tolunoğulları devrinde müstakil bir devlet olmuş ve yüksek bir iktisadî seviyeye ulaşarak müreffeh bir devir yaşamıştır. Bu refah ve saadeti idare edenler ve edilenler müştereken sağlamışlar ve paylaşmışlardır. Tolunoğullarının Mısır tarihinde askerî rejime dayalı, yabancı bir hâkimiyeti temsil etmelerine rağmen, üzerlerinden bin yıldan fazla bir zaman geçtiği halde hâlâ hayırla yâd edilmeleri onların, Mısır'a sağladıkları bu siyasî bağımsızlık ve iktisadî refah ile alâkalıdır. Tolunoğulları devrinde Mısır, idarî, içtimaî, iktisadî, askerî ve kültürel bakımlardan büyük gelişmelere sahne olmuş ve Tolunoğulları burada pek çok imar faaliyetlerinde bulunmuşlardır.

a) Devlet Teşkilâtı

Mısır, 639 yılındaki fethinden, Tolunoğulları Devleti'nin kuruluşuna kadar (868), İslâm Devleti'nin vilayetlerinden herhangi biri statüsünde idi. Bu vilayetin bütün idarî işleri, diğer vilayetlerde olduğu gibi, hilâfet merkezi olan Medine, Dımaşk veya Bağdat'tan gönderilen valiler tarafından yürütülüyordu. Valiler doğrudan halifeler tarafından tayin ediliyordu ve her türlü idarî işlerinde nihaî olarak halife'ye karşı sorumlu idiler. Halifeler, hilâfet merkezine çok uzak olan eyaletlerdeki valilerin ilk fırsatta başkaldırarak bağımsız devletler kurmalarına mâni olmak için, çoğu kere vilayetlerdeki mühim görevleri tek elde toplamamaya dikkat ediyorlardı. Bu maksatla bir vilayette halife'yi temsil eden valinin yanı sıra, valiye değil, doğrudan doğruya halife'ye bağlı olan malî görevli (Amilü'l-Harac) veya posta ve haberleşme işlerinden sorumlu (Sahibu'l-Berîd) olan kişiler bulunuyordu. Bazen de büyük eyaletler birkaç vali arasında paylaştırılıyordu. Bunların herbiri âdeta diğerini murakabe ediyordu. Bu sebeple aynı yüksek otorite'ye bağlı farklı kişilerin idare anlayışlarında da farklılıklar ortaya çıkıyordu. Bu görevliler, bulundukları yerlerdeki halkı memnun etmekten daha çok birbirleri ile uğraşıyorlardı. Dolayısiyle devletin varoluş sebebi olan halk, ihmal ediliyordu.

Mısır'da ilk Türk Devleti'ni kuran Tolunoğlu Ahmed, takip ettiği iç siyaset ile Mısırlılar'ın sevgisini kazandı. Mısır'daki merkezini güçlendirmek ve orada bağımsız olmak isteyen birisi olarak dış düşmanlarına ve özellikle el-Muvaffak'a karşı koyabilmek için içeride durumunu sağlamlaştırması gerekiyordu. Bu maksatla bir yandan içeride sükûn ve istikrarı sağlamaya itina gösterirken bir yandan da ayaklanma ve karışıklıkları anında bastırıp halkın can ve mal güvenliğini sağladı. Tolunoğlu Ahmed, istikrarı sağlamak için asilere karşı oldukça sert davranmak zorunda kalmıştı. Zamanında onsekizbin kişinin idam edildiği veya hapislerde öldüğü kaydedilmektedir. Ancak, o böyle davranmakla ülkede sükûn ve emniyeti sağladı.

Tolunoğlu Ahmed'in, Mısır'a vali olması ile birlikte Mısır'ın idaresinde mühim bir değişiklik vuku buldu. Onun idaresinde Mısır, bağımsız bir siyasî hüviyet kazandı. Bunun neticesi olarak Mısır'da bu bağımsızlığa uygun yeni bir nizam tesis edildi. Ahmed b. Tolun, kendisinden önceki diğer Abbasî valilerinden biri olmadığını ispat etmek istercesine önce idare merkezini, kendisinden önceki valilerin karargâhı olan el-Asker şehrinden başka bir yere nakletmekle işe başladı. Amr b. el-Âs, fetihten hemen sonra Fustat ordugâh şehrini kurmuştu. İlk valiler de bu Fustat şehrinde oturarak Mısır'ı idare etmişlerdi. Bu şehir, zamanla sivil bir hüviyet kazandığı için, onun yanı başında, yalnız idarî amaçla el-Asker adında yeni bir şehir kurulmuştu. Valilerin ikametgâhları ve resmî daireler el-Asker şehrinde bulunuyordu. Mısır'a geldikten sonra kısa bir süre valilerin oturduğu el-Asker şehrinde ikamet eden Tolunoğlu Ahmed, kendisini geçici bir Abbasî valisi değil, Mısır'ın bağımsız bir hâkimi olarak düşündüğü için, kendisine ve haleflerine başşehir olacak yeni bir şehir kurmaya karar verdi. Başlangıçta bir mil kare ebadında olan ve el-Katai adı verilen bu şehrin merkezinde Tolunoğlu Ahmed'in sarayı bulunuyor; onun etrafını hükümet daireleri, komutanların ikametgâhları ve ordusunun kışlaları çeviriyordu. Her biri ayrı bir hizmet için kullanılan ve o adla anılan pek çok kapısı olan bu sarayın inşâsı için ellibin dinar sarf edilmişti. Sayılarının yüz bine ulaştığı söylenen Tolunoğulları ordusundaki askerler, milliyetlerine ve sınıflarına göre kendilerine ayrılan hususî mahallelerde oturuyorlardı. Bu kalabalık ordu ve sarayın hizmetini gören her sınıftan insan, bunların etrafında kendilerine mahsus mahallelerde yerleşmişti.

Ahmed b. Tolun'dan önceki Mısır valileri veya onların naipleri, diğer İslâm vilayetlerindeki herhangi bir vali veya naipten farksız iken Ahmed b. Tolun, bu durumu değiştirdi ve ilk defa olarak Mısır'da hutbe, sikke gibi saltanat alâmetlerini kullanan kişi oldu.

Ahmed b. Tolun, Mısır'daki mevkiini pekiştirdikten sonra, başta Divanu'l-İnşâ olmak üzere Divanu'l-Ceyş ve Divanu'l-Harac gibi divanları yeniden teşkil etti. Mısır'da müstakil bir İnşa Divânı'nın kurulması fevkalâde mühimdir. Çünkü bu divan sayesinde başta halife olmak üzere, bütün devletler ve hükümdarlarla müstakil olarak yazışmak mümkün oluyordu. Tolunoğullarından önce Mısır'da müstakil bir İnşâ Divânı yoktu. Çünkü Mısır'ın bütün haberleşme ve yazışmaları Bağdat'taki divan ile yapılıyordu. Ancak Mısır'ın Tolunoğulları devrinde bağımsızlığını kazanması ile yeni hâkimler de müstakil bir hükümdar olarak istedikleri ile istedikleri gibi münasebetler kurmuşlardır. Bu divandan Tolunoğlu Ahmed'in çıkardığı fermanlar, onun idarede ne derecede kuvvetli ve kendisinden ne kadar emin olduğunu göstermektedir.

b)Sosyal Durum

Tolunoğulları Mısır'da askerî bir rejime dayalı yabancı bir hâkimiyeti temsil ediyorlardı. Ancak çok iyi biliyorlardı ki, sadece askerî güce dayanarak bir ülkede hâkimiyetlerini sonuna kadar sürdürmeleri mümkün değildi. Ayrıca Abbasîler'e karşı istiklâllerini sağlayabilmek ve devam ettirmek için, Mısır halkından destek almaları gerektiğini de iyi idrâk etmişlerdi, öte yandan, her şeyi ile yabancısı oldukları bu ülkede tutunabilmeleri yine de askerî güçleri ile mümkün olabilirdi. Dolayısıyla çeşitli yerlerden buraya yeni askerler getirterek onlarla kendi sistemlerini desteklemeliydiler. Bu ise iktisadî şartların iyi olması ile mümkün olabilirdi.

Mısır, fetih'ten itibaren süratle İslamlaşmış olmasına rağmen, eski din ve âdetleri üzere yaşamaya devam eden yerli halkın sayısı Tolunoğulları devrinde çok büyük bir yekûna ulaşıyordu. Bu durumun on-dört asır boyunca tedricî olarak İslâmiyet ve Araplık lehine çok değişmiş olmakla birlikte günümüze kadar devam ettiğini göz önünde bulunduracak olursak o devirlerde bilhassa Hıristiyan tesirinin oldukça kuvvetli olduğunu tahmin etmek güç olmayacaktır. Ancak ister Müslüman, isterse Hıristiyan veya Yahudi olsun, Mısır halkı Tolunoğulları devrinde birbirleriyle çok iyi bir uyum içinde idiler. Tolunoğlu Ahmed'in ölümle sonuçlanan hastalığı esnasında her üç dinin mensupları ellerinde mukaddes kitapları ile muallimler öğrencileri ile sahraya çıkarak hep birlikte onun iyileşmesi için dua etmişler ve ölümünden sonra da cami, kilise, manastır ve havralarında onun ruhuna dualar okumuşlardı.

Tolunoğulları'nın geniş müsamahası sayesinde, başta Kiptiler olmak üzere gayr-i Arap ve gayr-ı Müslimlerin devlet dairelerinde istihdam edilmeye devam ettiklerini biliyoruz. Tolunoğlu Ahmed, teb'asına karşı o kadar müsamahalı ve şefkatli idi ki, kendisi çok samimî bir müslüman olmasına rağmen, Dımaşk'ı ziyareti esnasında yanan Meryem Kilisesi'nin yeniden inşa edilmesi için kendi malından yetmişbin dinar vermiş ve kilise civarında evleri yanan Hıristiyanlara da evlerini yeniden yapmaları için çok para dağıtmıştı.

Tolunoğulları devrinde, İslam ülkelerinin çeşitli yerlerinden gelerek Mısır'a yerleşmiş bulunan Araplarla yerliler arasında tam bir kaynaşma meydana gelmişti. Bu arada Humâraveyh, Arapların yerliler ile evlenmelerinden doğan gençlerden (muvelledun) müteşekkil ayrı bir askerî birlik teşkil etmişti. Kendilerine el-Muhtâre (seçilmişler) adı verilen bu birlik, merasimlerde kullanıldığı gibi, savaşlarda da ordunun en ön safında çarpışıyordu.

c)İktisadî Durum

Tolunoğulları devrinde Mısır, iktisadî bakımdan fevkalâde yüksek bir seviyeye ulaşmıştı. Servet, sadece idarecilerin elinde değildi. Halk da bundan payını almıştı.

Halkın kalbine giden yolun iktisadî refahtan geçtiğini bilen Tolunoğlu Ahmed, kendisinden önce konulan ağır vergileri kaldırarak, yolsuzluk yapan maliye görevlilerinin işlerine son verdi. Maliyeyi güvendiği âdil kimselere emanet etti. Halka malî muamelelerde güven vermek için 872 yılında bastırdığı bakır paraya ilave olarak, vezin ve ayarı sağlam ed-Dinâru't-Tolûnî diye anılan yeni bir para kestirdi (880). Bu malî politikayı akıllı bir ziraî, sınaî ve ticarî politika ile destekledi.

Çiftçilere iyi davranarak onların yükünü hafifletti. Mısır'da ziraî hayatın göbeği Nil ile birlikte kesilmiş olduğu için, Nil'in taşıdığı su miktarını bilmek ve ona göre önceden tedbirler almak maksadıyla er-Ravza Adası'ndaki mikyâs'ı (nilometre) yeniden yaptırdı. Sulama kanallarını ıslah ederek yeni kanallar ve su kemerleri yaptırdı. Tarımda verimi artırıcı tedbirler aldı. Alınan tedbirler sonucunda, Tolunoğlu Ahmed'den önce yıllık sekizyüzbin dinar olan Mısır haracı, onun zamanında dörtmilyon üçyüzbin dinara yükselmişti ki bu nispet, neredeyse yüzde beş yüzlük bir artışa tekabül etmektedir. Tolunoğlu Ahmed'in öldüğü zaman bıraktığı miras, zamanında Mısır'ın ulaştığı zenginliği göstermeye yeter. O, saray ordu ve donanması için yaptığı harcamaya ilave olarak imar faaliyetleri ve vakıflar için sarf ettiği muazzam meblağın dışında, öldüğü zaman on milyon dinar nakit altın para, yedibin köle, yirmidörtbin hizmetçi, yedibin binek atı, altıbin katır ve eşek, üçyüz hususî binek hayvanı, yüz saf kan yarış atı miras bırakmıştı. Harcadıklarının dışında hazinesine giren yıllık gelir bir milyon dinar idi. Bağdat'a gönderdikleri ise bunların dışında idi.

Öte yandan Ahmed'in oğlu Humâraveyh, kızı Katrunedâ'nın çeyiz masrafı olarak öyle harcamalar yapmıştı ki, buna hayret etmemek mümkün değildir. Kaynağın ifadesine göre halife el-Mutezid, Humâraveyh'i kızına yapacağı çeyiz harcamalarıyla onu fakirleştirmek ve böylece Mısır'ı müdafaadan aciz bırakarak kolayca tekrar Bağdat'a bağlamayı planlamış ve bunu başarmıştır. Kaynaklarda bu düğün masrafı oldukça mübalağalı bir şekilde anlatılır. Öyle ki, Katrunedâ'nın Fustat'tan Bağdat'a kadar uzanan yol boyunca konakladığı her menzilde, baba evinin konforunu aramaması için konaklar yapılmıştı. Böylece Katrunedâ, bir menzilden diğerine âdeta babasının sarayındaki bir odadan diğerine geçiyormuşçasına ulaşıyordu.

Humâraveyh, babasının yaptırdığı sarayın bahçesini yeniden tanzim etmiş ayrıca bir saray bir de hayvanat bahçesi ve ahırlar yaptırmıştı. Sarayında sevgilisi Boran için bütün duvarları altınla kaplı Beytü'z-Zeheb denilen hususî bir oda yaptırmıştı.

Tolunoğulları devrinde keten ve yünlü dokuma başta olmak üzere pamuklu ve ipekli dokumacılık da fevkalâde gelişmişti. Bunun yanı sıra maden işçiliği, silâh yapımı ve tohumlardan yağ çıkarma, ayrıca el sanatları ve süslemecilik de oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmıştı.

Bir ülkede ziraat ve sanatın mevcudiyeti o ülkede ticaretin de varlığına delâlet eder. Çünkü ziraî ve sınaî mahsullerin bolluğu, bu malların pazarlanması zorunluluğunu da beraberinde getirin. Bu faaliyet ise hürriyet ve emniyet sayesinde yapılabilir. İşte Tolunoğulları bu iki şeye çok dikkat etmişlerdir. Ticaret için sonsuz bir hürriyet temin ederken emniyet ve asayişi de ülkenin her tarafında sağlayarak tüccarların geliş-gidişini ve alış-verişi kolaylaştırmışlardır. Bunun yanı sıra vezni ve ayarı sağlam Tolunî Dinarı adıyla bastırılan para da bu ticaretin gelişmesinde müessir olmuştur.

Tolunoğulları devrinde dâhilî ticaretin yanı sıra dış ticaret de gelişmişti. Mısır, bu devirde doğu ile batı arasındaki mümtaz mevkiinden de istifade ile milletlerarası ticaretten de nasibini almıştır.

ç)Ordu ve Donanma:

Tolunoğulları, istiklâllerini elde edip korumak için orduya ve donanmaya çok büyük ehemmiyet vermişlerdir. Kara ordusu, bilhassa Humâraveyh zamanında sayı ve kuvvet bakımından en yüksek dereceye ulaşmıştı. Ordu umumiyetle Türklerden ve siyahîlerden (Sudan) mürekkep çeşitli birliklerden oluşuyordu. Ayrıca bir miktar Rum da vardı. Bunlara ilave olarak biraz önce de zikredildiği gibi, Humâreveyh müvelledûn'un çocuklarından müteşekkil ayrı bir askerî birlik kurmuştu. Askerlerin hepsinin çok zengin tahsisatları vardı. Sayısı yüzbine ulaştığı söylenilen Tolunoğlu ordusunun Humâraveyh zamanındaki bir yıllık masrafı dokuzyüzbin dinara ulaşmıştı. Bu kuvvetli ordu sayesinde Tolunoğulları dış siyasette de başarılı olmuşlardır.

Humâreveyh, Mısır'da o zamana kadar görülmemiş, fevkalâde gösterişli ve disiplinli merasimler tertip ederdi. Her milletten askerlerin farklı kıyafet ve silahlarla katıldığı bu merasimler çok gösterişli olurdu. Binlerce askerin katıldığı bu merasimlerde, siyahî askerler siyah elbise ve aksesuarları ile bir kara deniz gibi dalgalanırdı. Bütün askerler, âdeta başlarına konmuş da her an ürküp uçacak bir kuş varmışçasına sessiz hareket ederlerdi.

Tolunoğulları, donanmaya da çok büyük ehemmiyet vermişlerdi. Onlar hem Abbasîler'e karşı istiklâllerini korumak, hem de Mısır ve Şam sahillerini yabancılara karşı emniyete almak için donanmaya ihtimam göstermişlerdir. Ahmed b. Tolun, donanma ile bizzat ilgilenmiş Dimyat ve İskenderiye'deki tersaneleri yenilemişti. el-Makrızî'nin naklettiğine göre Ahmed b. Tolun'un donanması yüz harp gemisinden meydana geliyordu. Değişik hizmetler için kullanılan tekneler bu sayının dışında idi.

Tolunoğulları'nın Suriye'ye de hâkim olması, onların Suriye limanlarını ve Sugûr'u da emniyet altında tutmalarını gerektirmişti. Bu sebepten onlar Akdeniz'in doğu kısmının kontrolünü ellerinde tuttukları gibi, Suriye limanlarından çıkan Tolunoğulları gemileri, Adalar Denizi'ne kadar uzanan seferler düzenliyorlardı. Hatta 904 yılında Selanik'e kadar uzanan Tolunoğlu donanması, bu şehri istilâ etmiş, gaziler şehirde kaldıkları günlerde ele geçirdikleri pek çok esir ve ganimet ile geri dönmüşlerdi. Başka bir tarihçinin naklettiğine göre ise Tolunoğlu Ahmed öldüğünde bin teknelik bir donanma bırakmıştı.

TOLUNOĞULLARI DEVRİNDE MISIR'DA İLMÎ VE FİKRÎ HAYAT

Tolunoğulları devrinde Mısır; başta edebiyat, tarih, dinî ve felsefî ilimler olmak üzere muhtelif ilim sahalarında büyük gelişme göstermiştir. Bu ilmî faaliyet, Abbasîler devrinde İslâm âleminin şahidi olduğu büyük rönesansın bir uzantısı idi. Ancak bu devirde Mısır'da medreselerin bulunmadığına hemen işaret etmeliyiz. Dersler âdet olduğu üzere camilerdeki halkalarda veriliyordu. Bu sahada bilhassa Amr b. el-As Camiî ve Ahmed b. Tolun Camiî başta geliyordu, öte yandan ilme ve âlimlere ehemmiyet veren emirlerin evleri de birer ilim merkezi halindeydi.

Tolunoğulları'nın Mısır'da tesis ettikleri müstakil İnşa Divanı, edebiyat'ın gelişmesinde müessir olmuştur. Bu divanda görev yapan kâtipler, bilhassa Kitabet Sanatının gelişmesini sağlamışlardır. Tolunoğulları devrinde Mısır İnşâ Divânı'nda ilk görev alan kişi İbn Abd diye meşhur olan Ebû Cafer Muhammed'dir. İbnü'n-Nedîm'in dediğine göre bu kişi “beliğ ve fasih” birisi idi.

Öte yandan Tolunoğulları devri, şairi bol bir devir olarak göze çarpar. Servetin artışına paralel olarak bu ülkede şairlerin sayısı da artmıştı. İbn Tanrıverdî'nin, Kadı Ebû Amr Osman en-Nablûsî'den naklettiğine göre, Ahmed b. Tolun'un yaptırdığı saray ve bahçesini metheden şairlerin listesi oniki defteri doldurmakta idi. Eğer bu doğru ise, sadece adları oniki defter tutan şairlerin şiirlerini tahmin etmek pek zor olmayacaktır.

Tolunoğulları, halka karşı çok cömert davranıyorlardı. Bu yüzden şairler ve edipler, onların ihsanlarına nail olmak için, etraflarına toplanmışlardı. Bu şairler arasında en meşhuru el-Hüseyin b. Abdüsselâm idi. Ahmed b. Tolun'un en büyük oğlu el-Abbas da şair idi.

Bu devirde şiirin yanı sıra, dil çalışmaları da önemle üzerinde durulan konulardan birisi idi. Arap dili üzerinde çalışanlardan iki tanesi çok meşhur olup bunlar, el-Velid b. Muhammed et-Temimi ve Ahmed b. Cafer ed-Dineverî idiler.

Tarih yazıcılığı sahasında ise İbnüddâye diye meşhur olan Ahmed b. Yusuf b. İbrahim başta gelir. Bu zat Ahmed b. Tolun ve Ceyş'in biyografilerini yazmıştır.

Dinî ilimlerde tefsir, hadis, fıkıh ve kıraat başta gelmekte idi. Tolunoğulları ilmi ve âlimleri teşvik ve himaye ettikleri için, Doğu'dan ve Batı'dan pek çok âlim Mısır'a gelmişlerdi. Bunlar arasmda er-Rebî b. Süleyman el-Muradî önde gelir. Ahmed b. Tolun kendisini davet ettiği için bu zât Mısır'a gelmiş ve önce Fustat'taki Amr b. el-Âs Camiî'n-de dersler verdikten sonra, Ahmed b. Tolun Camiî'nin inşaatının tamamlanması üzerine derslerine burada devam etmişti. Mısır'da Şafiî mezhebinin çok sayıda taraftar bulması, bu zat sayesinde mümkün olmuştur. Ebû Cafer et-Tahavî de Hanefî imamların başında geliyordu. Bilindiği gibi et-Tahavî el-Meânî'nin müellifi olup kendisinin tarih ve fıkıh sahasında da eserleri vardır.

Mısır'da Tolunoğulları devrindeki bu edebî ve dinî hareketin yanı sıra felsefî hareket de görülmektedir. Bunda en büyük pay, İskenderiye Medresesi'nin olmalıdır. Her ne kadar İslâm fetihleri neticesinde İskenderiye Mektebi, insanların daha ziyade İslâm kültürüne alâka duymaları sebebi ile, zayıflamış idiyse de hükümdarlar, tabipsiz ve müneccimsiz edemedikleri için felsefenin de konusu olan tıp ve ilm-i nücûm gelişmeye devam etmiştir. Tolunoğulları devrinde bu iki ilim sahası ile meşgul olanlar, umumiyetle Hıristiyan idiler. Bunların başında olan Saîd b. Nevfel en-Nasranî, aynı zamanda Ahmed b. Tolun'un tabibi idi. Bu zat aynı zamanda İskenderiye Patriği tayin edilmişti. Kendisinin tıp ve cedel sahasında kitapları olduğu gibi, Aristo'nun bazı eserlerini de Arapça'ya tercüme etmiştir.

Görüldüğü gibi Mısır, Tolunoğulları devrinde miladî IX. yüzyılda İslâm dünyasının her tarafından görülen ilmî ve fikrî uyanışından da nasibini almıştır.

Tolunoğullarının Mısır'daki İmar Faaliyetleri

Tolunoğulları, Mısır'da hüküm sürdükleri kısa müddet zarfında bu ülkede büyük imar faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu imar faaliyetlerinin başında şüphesiz Tolunoğullarına başkent olarak kurulan el-Kataî şehrinin tesisi gelir. Daha önceki vali veya naiplerin oturdukları ve hükümet dairelerinin bulunduğu Fustat ve el-Asker'den uzakta ve müstakil olarak inşâ edilen bu şehir, başlangıçta bir mil karelik bir mesaha üzerinde kurulmuştu.

Bu şehrin merkezinde Tolunoğlu Ahmed'in sarayı ve hükümet daireleri bulunuyordu. Her biri ayrı bir hizmet için kullanılan ve o adla anılan pek çok kapısı olan bu sarayın inşası için Ahmed, ellibin dinar sarfetmişti. Ahmed'in sarayının etrafında komutanların ikâmetgâhları ve ordusunun kışlaları vardı. Sayısının yüzbine ulaştığı söylenilen Tolunoğulları ordusundaki Türkler, Siyahiler, Rumlar, vs. milliyetlerine ve sınıflarına göre kendilerine tahsis edilen hususî mahallelerde oturuyorlardı. Bu kalabalık ordu ve sarayın hizmetini gören her sınıf insan, bunların etrafında kendilerine mahsus mahallelerde yerleşmişlerdi. Her meslek erbabının kendisine has yerlerde oturduğu bu şehrin muntazam bir planı vardı. Pek çok cami, çarşı han, hamam, değirmen ve fırın şehri süslüyordu. Zamanla büyüyüp genişleyen ve el-Asker ve Fustat ile birleşerek tek bir şehir hâline gelen el-Kataî şehri, hilâfet orduları komutanı Muhammed b. Süleyman el-Kâtibî tarafından yerle bir edildiği sırada (905) yüzbin hanelik büyük bir şehir idi.

Bu gün artık hepsi tarih kitaplarında kalmış bulunan Tolunoğullarının imar faaliyetlerinden günümüze kadar ulaşabilen yegâne eser, devletin kurucusunun adı ile anılan camidir. Yeşkûr Dağı üzerine, Samerra Ulu Camii planında yapılan bu eserin minaresi nevinin Mısır'daki yegâne örneğidir. Rivayete göre Tolunoğlu Ahmed, bu camii firavunlardan birinin mezarından çıkan define ile yaptırmış ve cami için harcadığı yüzyirmibin dinardan arta kalan define parasını da yine Mısır'da nevinin ilk örneği olan hastaneye ve diğer hayır işlerine vakfetmişti. Caminin içinde bir de eczane vardı. Ayrıca burada, her cuma günü namaz kılarken hastalananları anında tedavi etmek üzere bir de tabip bulunuyordu. Caminin yanında biri kadınlar ve diğeri erkekler için olmak üzere iki de hamam yapılmıştı.

Humâraveyh, babasının her sınıf halk tarafından sevilmesinin esas sebebinin askerî başarılan değil, halkın gelir ve refahını artıran tedbirleri ve imar faaliyetleri olduğunu bildiğinden, babasının yolundan gitmek istedi. Ancak bütün faaliyet ve masraflarını, halka faydalı eserler yapmaktan ziyade, gösterişe ve lükse tahsis etmekten de kendini alamadı.

Humâraveyh, babasının yaptırdığı sarayın bahçesinde yeni düzenlemeler yaptığı gibi, ayrıca kendisi de bir bahçe yaptırdı. Burası her çeşit meyve ve süs bitkileriyle donatılmıştı. Ağaçların gövdeleri, çeşitli renklerde işlemeli madenî levhalarla kaplanmış, ağaçlara madenî meyveler asılmıştı. Fıskiyeli havuzlardan akan sular çiçek seralarını suluyor, dört bir taraftan getirtilen nadide kuşlar tatlı sesleriyle ötüşüyorlardı. Bahçıvanlar çiçeklere ve süs bitkilerine makaslarla öyle şekiller vermişlerdi ki, seyreden kendisini bir tablo karşısında zannederdi. Halı ve kilim şekillerinden yazıya kadar her türlü süslemeler arasında çeşitli hayvanlar dolaşıyordu.

Bu bahçedeki hayvanat bahçesinde her cins hayvan vardı. Bunlardan mavi gözlü bir arslan, Humâraveyh'in şahsî dostu ve koruyucusu idi. Gözünün renginden dolayı “Zurayk” adını verdiği bu arslan, onunla dolaşır ve onu korurdu.

Humâraveyh, bu bahçede bir köşk yaptırmıştı ki bu köşkün bütün duvarları Lacivert ve altınla kaplı idi. Bu duvarlar, başta kendisinin ve sevgililerinin freskleri olmak üzere, muganniye ve rakkaselerin freskleri ile süslenmişti. Âdeta hakiki gibi olan bu fresklerin başında mücevher ve altınla süslü taşlar, kulaklarında değerli küpeler vardı. Elbiseleri çeşitli boyalarla boyanmıştı. O zamana kadar böyle bir şey ne yapılmış ne de görülmüştü.

Humâraveyh, bu köşkün önünde elli zira uzunluğunda ve genişliğinde bir havuz yaptırmış, içini cıva ile doldurtmuştu. Havuzun ortasında hava ile şişirilen bir yatakta istirahat etmekteydi. Buralarda daha sonra yapılan arkeolojik kazılarda da cıva kalıntılarına rastlanmıştır. Humâraveyh avcılığa ve biniciliğe düşkündü. Babasının yaptırdığı hipodroma o da ehemmiyet vererek geliştirmişti. Fustat'ın at yarışları bu devirde zirveye ulaşmıştı.

Humâraveyh'in bu debdebe ve lükse dönük israflarına kızının çeyizi için yaptığı akıl almaz harcamalar da eklenince, devletin hâzinesi tamtakır kaldı. Humâraveyh 896'da öldüğü zaman tarihçinin deyişiyle: “Kendisi için ölünebilecek en uygun zamanda ölmüştü.” Çünkü arkasından Mısır tahtına geçen oğulları askere cülus bahşişi verecek para bile bulamamışlardı. Buna rağmen Humâraveyh'in debdebeli ve lüks hayatı, Mısırlılar'ın hatıralarında, Mısır'ın zenginlik ve servetinin canlı bir örneği olarak yaşamaya devam etmiştir.

Humâraveyh'in haleflerinin on yıllık saltanatı sonunda Mısır, tekrar Tolunoğlu Ahmed'in vali naibi olarak geldiği zamanki durumuna dönmüş, o zamanın İslâm dünyasının bu en zengin ülkesi, İslâm Ordusu tarafından yağmalanarak harabeye çevrilmiştir.

Tolunoğulları, Mısır tarihinde askerî bir rejime dayalı yabancı bir hâkimiyeti temsil etmekle birlikte Mısır'ı, fethinden beri erişemediği iktisadî bir refah ve siyasî bağımsızlığa kavuşturmuş ve kendisinden sonra orada kurulacak devletlere de güzel bir örnek olmuştur.

Link to comment
Share on other sites

  • 6 ay sonra...

KARAHANLILAR

karahanlilarup2.gif

a-Karahanlılar'a Bu Adın Verilişi:

Karahanlılar Devletine adını vermiş olan sülâleye muhtelif isimlerin verildiği bilinmektedir. Bu adların içinde en yaygın olanı "Karahanlılar" dır. Bu ad ile, Doğu ve Batı Türkistan'da hüküm süren ilk Müslüman-Türk sülâlesinin (840-1212) kurduğu Devlet ifade edilmektedir. Bu ad, bilhassa tarihçi ve müsteşrik V. V. Grigorev'in 1874 yılında Maveraünnehr Karahanlıları hakkında yazmış olduğu makaleden itibaren yaygın bir isim haline gelmiştir. Karahanlılar tabiri bu sülâleye mensup hükümdarların unvanları arasında sık sık geçen Kara sözünden ileri gelmektedir. Gerçekten de bu sülâleye mensup meşhur hükümdarlardan bazılarının Kara Han, Kara Hakan, Arslan Kara Hakan, Tamgaç Buğra Kara Hakan gibi unvanlar kullandıkları bilinmektedir. İşte bu unvana bakarak, Grigorev tarafından bu devlete Karahanlılar Devleti adı verilmiştir. Söz konusu unvanlarda geçen Kara'nın manâsına gelince: O. Pritsak bunun eski Türklerde kuzey yönünü ifade eden Kara sözünden hareketle Türklerin hukukî rumuzunda büyüklük ve yükseklik ifade eden bir tabir haline geldiğini ve Kara Han'ın Büyük Baş manâsında kullanıldığını belirtir. Ayrıca Kara'nın kuvvet anlamına geldiği de belirtilmektedir. Aynı sıfatın Karahanlı hükümdarlarına unvan olarak verildiğini kaydeden Kaşgarlı Mahmud, onlara bu sıfatın verilişi ile ilgili bir hikâyenin de varlığına işaret etmiş ise de ne hikâyeyi kaydetmiş ne de Kara'nın bu unvanlarda hangi anlamda kullanıldığını bildirmiştir.

Biz burada söz konusu devletin hükümdarlarına Kara unvanının verilmiş olması ile ilgili iki hususa işaret etmek istiyoruz. Evvelâ, aşağıda ifade edileceği gibi Karahanlılar devletini Yağma'lar kurmuştur. Kaşgarlı Mahmud ise Yağma'lara "Kara Yağma" denildiğini kaydetmiştir. Acaba Kara sıfatı, Yağma'ların bu sıfatı ile ilgili olamaz mı? Diğer taraftan yine Kaşgarlı Mahmud, bu devletin hükümdarları tarafından kullanılmış olan "Kadir" sıfatının anlamını izah ederken Türklerin "Karakı" manâsında "Kadir Kış" sözünü kullandıklarını kaydetmektedir. O halde her iki kelime de (Kara ve Kadir) şiddetli, çetin, sert manâlarına gelmektedir. Buradan alınarak, çetin, sert, zorlu, şiddetli tabiata sahip hükümdar manâsında "Kara Han" unvanının kullanılmış olması en kuvvetli ihtimal olarak görülmektedir. Nitekim günümüzde de "Gözü Kara" sözünün hemen hemen aynı manâları ifade ettiği bilinmektedir.

Bu sülâle ve dolayısıyla kurdukları devlet için ilmî eserlerde kullanılan diğer bir isim ise İlek Hanlar tâbiri olup, bu tâbir de bu sülâleye mensup hükümdarların pek çoğu tarafından kullanılan "İlig" unvanının müsteşrikler tarafından "İlek" şeklinde okunmuş olmasından kaynaklanmıştır. İlig unvanının kelime manâsına gelince: Bilindiği gibi Türkler İl (el) kelimesini önce millet manâsında kullanmışlardır. Bugün kullandığımız "el mi yaman bey mi yaman?" ifadesindeki el de kelimenin bu manâsı ile ilgilidir. Daha sonra onların, bir milletin üzerinde yaşadığı toprağa da İl dedikleri görülür. Bu suretle İl - Vatan, Yurt, Ülke manâsını kazanmıştır. Nihayet aynı kelimenin, belli bir toprak (Yurt, Vatan) üzerinde yaşayan milletin meydana getirdiği siyasî organizasyona da ad olduğu görülmektedir. Bu safhada İl - Devlet demek olmuştur. Netice itibariyle İl + Lig = İlig de, tıpkı Osmanlılar dönemindeki "Devletlû" tabiri gibi, "millete, ülkeye ve devlete sahip çıkan, onları koruyan" manâsını ifade etmiştir. Yani İlig-hükümdar demek olmuştur. Dolayısıyla, yukarıda işaret edildiği gibi Karahanlı hükümdarlarının pek çoğu, bu unvanı da kullanmışlardır ve batılı tarihçiler de bu Türkçe unvanı ve manâsını bilmediklerinden bu unvanın Arap harfleri ile yazılış şekliyle "İlek" tarzında okuduklarından, bu devlete İlek-Hanlar devleti gibi bir ad daha vermişlerdir

Bu sülâle ve devlet için Karahanlılar ve İlek-Hanlar adları yaygınlaşmadan önce ise aynı devlet için batılı tarihçilerce "Türkistan Uygur Hanları" adının kullanıldığı bilinmektedir. Buna uygun olarak ve bilhassa devletin hâkimiyet sürdüğü ülkelerin adından dolayı Osmanlı tarihçilerinin ise bu sülâleye "Türkistan Hakanları" adını verdikleri görülmektedir.

Diğer taraftan aynı sülâle için Karahanlılar ile muasır İslâm kaynaklarında daha başka adların kullanıldığı da görülmektedir. Bu cümleden olarak, yine bu sülâle hükümdârlarınca çok sık kullanılmış olan Han ve Hakan unvanları ile ilgili olarak el-Hâkâniyye, el-Hâniyye gibi adların, veya Mülûku'l-Hâkâniyye (Hakanlı Hükümdarları), Mülûku'l-Hâniyye (Han'lı Hükümdarları), Evlâdü'l-Hâniyye (Han Oğulları) gibi isimlerin verildiği de görülmektedir.

Ayrıca, muasırları olan tarihçiler gibi, Karahanlı hükümdarları da kendilerini Alp Er Tonga'nın neslinden kabul ettikleri için, bu Türk hükümdarının İranlıların Şehnamelerinde Afrâsiyâb olarak adlandırılmış olmasından dolayı bu sülâleye Âl-i Afrâsiyâb (Afrâsiyâb-oğulları) gibi bir ad verildiği de bilinmektedir. O. Pritsak, Alp Er Tonga adındaki Tonga sözünün Tamgaç adı ile ilgili olduğunu ileri sürmüşse de bu doğru değildir. Bu ad Türkçede yırtıcı hayvanlardan birinin adı olarak kullanılmış olup, bugünkü karşılığı muhtemelen Panter demektir. Dolayısıyla onlar nasıl Arslan adını hükümdar unvanlarında kullanmışlar ise tıpkı onun gibi Tonga adını da hükümdar unvanı ve hatta şahıs adı olarak kullanmış görülmektedirler.

b-Karahanlıların Menşei:

Bilindiği üzere Karahanlılar devletinin başında, kendilerinin efsanevî destan kahramanı Alp Er Tonga'nm (Afrâsiyâ:clapping: soyundan geldiklerine inanılan bir aile bulunmuştur. Nitekim, bununla ilgili olarak bu aileye Âl-i Afrâsiyâb denildiğini de biliyoruz. Bu cümleden olarak, sözkonusu devletin tarihinin ilk dönemleri hakkında kısa fakat doğru bilgiler vermiş olan Cemal Karşı, onların Afrâsiyâb neslinden olduklarını kaydettiği gibi, Kaşgarlı Mahmud da Han unvanı dolayısıyla şu bilgiyi verir: "Han, Türklerin en büyük hükümdarıdır ve Afrâsiyâb oğullarına Han denilir. Afrâsiyâb Hakandır."

Ancak, Karahanlılar sülâlesinin menşei hakkında mevcut kaynaklarda yer alan bilgilerin çok eksik olması, bu konuda değişik görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Konunun mütehassısı olan ilim adamlarınca bu konuda ortaya konulmuş olan faraziyeleri şöyle sıralayabiliriz.

1 - Uygur faraziyesi,

2 - Türkmen faraziyesi,

3 - Yağma faraziyesi,

4 - Karluk faraziyesi,

5 - Karluk-Yağma faraziyesi,

6 - Çiğil faraziyesi,

7-T'u-chue (Tukyu-Göktürk) faraziyesi.

Bununla beraber, daha önce V. V. Barthold, V. Minorsky ve F. Sümer tarafından da işaret edildiği gibi, devleti kuranların Yağmalar olduğu hemen hemen kesinlik kazanmıştır. Zira, X. Yüzyıl Coğrafya eserlerinden Hudûdü'l-Âlem'de kaydedildiğine göre Yağmalar, Uygurların bir kolu idi ve başlarında bulunan hükümdarlar da Uygur (Toguz-Guzz) hükümdar ailesindendi. Aynı kaynağa göre Kaşgar ve Artuç kasabaları da aynı dönemde Yağma'ların elinde bulunuyordu ki, Kaşgar'ın Karahanlıların ortaya çıkışı yıllarında bu devletin başlıca merkezlerinden olduğu ve Artuç'ta da Karahanlı hükümdar ailesinin mezarlığının bulunduğu malumdur. Yine aynı kaynakta Bulak'ların bir Yağma boyu olmakla birlikte, Uygurlarla karışık bir halde bulundukları da kaydedilmiştir. Bunun gibi, Kaşgarlı Mahmud da Bulakların bir Yağma boyu olduğunu bildirmektedir. Diğer taraftan Mücmelü't-Tevârih ve'l-Kısas, Yağma hükümdarlarına Buğra Han denildiğini açıklıkla kaydeder ki, kanaatimize göre işte bu husus onların Karahanlılar devletinin kurucuları olduklarını gösteren en kuvvetli delildir. Çünkü, tarih boyunca Karahanlılardan başka hiçbir Türk devletinden hükümdarların Buğra Han unvanını kullandıkları görülmemektedir.

O halde, bunlara bakarak söylemek mümkündür ki, ihtimal Uygurların bir kolu veya Uygurlara bağlı bir kavim olan Yağma'lar Uygur devletinin yıkılması üzerine (840) batıya göç ederek Kaşgar bölgesine gelmişler, buraları Karluklar'dan alarak yurt edinmişlerdir. Daha sonra onlar İli vadisine de yayılmışlar ve dolayısıyla devletin öteki önemli merkez sahası olan Balasagun (Kuz-Ordu=Kuz-Uluş) bölgesi de ellerine geçmiştir. Onların hükümdarlarının kolaylıkla Han unvanını almış olmaları da şüphesiz Uygur hükümdar ailesi ile olan münasebetlerinden ileri gelmiştir. Buna karşılık, aynı devletin kurucuları olarak ileri sürülen Karluklar'm hükümdarları Yabgu unvanını taşımışlardı ve hatta Hudûdü'l-Âlem'e göre Karluk hükümdarları bu Yabgu unvanını eskiden kullanmışlardı. Dolayısıyla eserin yazıldığı yıllarda (982) artık bu unvanı da taşımıyorlardı. Buna paralel olarak Kaşgarlı Mahmud da XI. Yüzyılda Karluk büyüklerine verilen unvanlar olarak "Çuglan", "Sagun" ve "Köl İrkin" i gösterir ki, bu mütevazî unvanlar şüphesiz onların siyasî varlıklarını iyice yitirmiş bulunmaları ile ilgilidir.

Öte taraftan Karahanlıların Yağmalar yolu ile Uygurlar'a bağlı bulunmalarının daha başka tarihî izleri de mevcuttur. Bu cümleden olarak Yusuf Has Hâcib'in hükümdar'a hitabederken, eski Uygur hükümdar unvanlarından birini kullanarak "ay ıduk kut" demesi de tamamen bununla ilgilidir. Yine bununla ilgili olarak Yusuf, eserinin bir yerinde hükümdar'a, "ey müslüma" anlamında, "ney çomak" diye hitabediyor ki; çomak'ın, budist Uygurlar tarafından müslüman anlamında kullanılan bir tâbir olduğu Kaşgarlı vasıtasıyla bilinmektedir.

c-Karahanlılar Tarihinin İlk Devirleri:

840 yılında Ötüken'deki Uygurlar devletinin Kırgızlar tarafından yıkılmasından sonraki Orta Asya Türk tarihinin seyri hakkında ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden de Karahanlılar devletinin tarih sahnesine çıkışı konusu bugüne kadar gereği gibi aydınlatılmayan bir konu olarak kalmaktadır.

Bilindiği gibi eskiden beri Yukarı Yenisey bölgesinde yaşayan Kırgızlar 840 yılında Uygurlar üzerine yürüyerek, kağanın oturduğu Orhun kıyısındaki Ordu Balığ'ı yıktılar. Uygur kağanı öldürüldü. Bunun üzerine hükümet merkezine yakın yerlerde yaşayan onüç Uygur boyu Çin sınırına doğru kaçtı. Bu onüç boy bir taraftan Çinliler'in bir taraftan da Kırgızların ardı kesilmeyen saldırışlarına uğrayarak dağıldılar. Onların mühim bir kısmı Çin hâkimiyetine girdi, bir kısmını da Kırgızlar tutsak aldı.

Uygurlardan onbeş boydan müteşekkil diğer bir küme ise, batıya doğru kaçmıştı. Bunlar 766'dan beri İli ve Çu havzalarını ellerinde bulunduran Karluklar'a sığınmak istiyorlardı. Anlaşıldığına göre batıya kaçan bu Uygurlar da iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı Tibet üzerinden Kansu'ya geçti ve burada 1020'lerdeki Tangut hâkimiyetine kadar süren küçük bir krallık kurdular. Daha kalabalık olduğu anlaşılan öteki kısma gelince, bunlar Tien-Şan bölgesinde yurt tutup, 848 yılından önce Mongli adlı başbuğlarını Kağan ilân ettiler. Daha sonra ise 866'dan itibaren onların bütün Beşbalık bölgesinin hâkimleri durumuna geldiklerini görüyoruz. Bu suretle Moğol istilâsına kadar devam edecek bir başka Uygur Devleti de kurulmuş oluyordu ki, biz bunları genellikle Beşbalık Uygurları olarak tanımaktayız.

Bilindiği gibi, X. yüzyıl İslâm coğrafyacıları hem Ötüken hem de Beşbalık Uygurlarından hep Toguz-Guzz (Dokuz Oğuz) olarak söz etmişlerdir. Zira, bu coğrafyacılar 840 yılında Orhun'daki Uygur Devletinin yıkılışından haberdar olmamışlar ve X. yüzyılda da Uygurlar'ı eskisi gibi Türk kavimlerinin en kuvvetlisi olarak anlatmışlardır.

Uygurlar'ın yanında Göktürk İmparatorluğunun yıkılış olayına katıldıktan sonra, Uygurlar ile hâkimiyet mücadelesine giren ve bu mücadeleyi kaybeden Karluklar ise, batıya yönelerek batı Türklerinin bîr başka söyleyiş ile On-Ok'ların ülkesini ellerine geçirdiler. Böylece Göktürkler devrinde üç boy halinde (Üç Karluk) Urungu-Zaysan-Ala Göl üçgeni arasında yaşayan Karluklar 766'dan itibaren On-Ok'lar yurdunun sahipleri haline geldiler. 840 yılında Ötüken'deki Uygur devleti yıkıldığı zaman onlar Isıg-Göl'ün güneyi ile İsficab'dan Çu ve İli havzalarına kadar olan geniş sahayı ellerinde bulunduruyorlardı.

İşte bu durumu göz önünde bulunduran bazı tarihçiler, Uygur Devletinin yıkılması üzerine Karluk Yabgu'sunun kendisini bozkırlar hâkiminin (Uygur kağanının) kanunî halefi ilân ederek Karahanlılar Devletini kurduğunu beyan etmişlerdir. Ancak, Karluklar'ın böyle bir siyâsî varlık göstermiş olmaları şüphelidir. Zira bilebildiğimiz kadarıyla onlar bu bölgede dağınık ve tesirsiz bir hayat yaşadılar. Hatta bu yüzden Samanlı hükümdarı İsmail b. Ahmed 893'te Talas'a kadar uzanan bir sefer yapmış; oradaki büyük kiliseyi camiye çevirdikten sonra, Karluk Yabgusu'nun hatunu da dahil olmak üzere onbeşbin tutsak ile geri dönmüştü. Öte yandan bu gevşek ve dağınık yaşayışın tabiî bir sonucu olarak, Karluk boyları olarak tanıdığımız Çiğil ve Tuhsı'lar muhtemelen daha IX. yüzyıldan itibaren ana kümeden kopup müstakil birer Türk kavmi sayılacak kadar önem kazanmışlar ve X. yüzyıla ait başlıca eserlerde de öyle yer almışlardır. Eğer iddia edildiği gibi 840 yılında Karluklar Karahanlılar devleti gibi kuvvetli bir siyasî teşekkül meydana getirebilselerdi. Samanîler karşısında kadar tesirsiz kalmayacakları gibi bu Türk elini meydana getiren boyların aynı siyasî çatı altında varlıklarını devam ettirmeleri gerekirdi.

Öte yandan X. yüzyıl coğrafya eserlerinden bazılarında Karluklar'ın başbuğlarının eskiden Yabgu unvanını taşıdıkları belirtildiği gibi, XI. yüzyılın ikinci yarısı ortalarında yazmış olan Kaşgarlı Mahmud da bu Türk elinin büyüklerinin ancak Çuğlan, Sagun ve Köl İrkin (Kül Erkin) gibi unvanlar taşıdıklarını beyan etmektedir. Yani Karluklar'ın başında bulunan hükümdarların Kağan, Hakan veya Han gibi unvanlar taşıdıklarına dair herhangi bir kaynağa sahip bulunmuyoruz. Bu durumda da devletin kurucularının Karluklar olduğu şeklindeki görüşü kolayca kabul etmek mümkün değildir.

Biz, devleti kuranların Karluklar değil, Yağmalar olduğu kanaatindeyiz. Zira, yukarıda da işaret edildiği üzere, Hudûdü'l-Âlem'de Yağmalar'ın Toguz-Guzz'lardan idi ve başlarında bulunan hükümdarların da Toguz-Guzz (Uygur, belki de Göktürk) hükümdar ailesinden oldukları belirtildiği gibi Mücmelü't-Tevârih ve'l-Kısas'ta da Yağmalar'ın başında bulunan hükümdarların Buğra Han unvanını taşıdıkları açıkça kaydedilmiştir. Bu husus bazı araştırmacılarca Karahanlı hükümdar ailesinin Ashina ailesinden oldukları tarzındaki tespitlerine aykırı olmadığı gibi, onların Hakan ve Han unvanlarını kullanarak hâkimiyetlerinin pek çok Türk eli tarafından kolayca kabul edildiği anlaşılmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki, 840 yılında Ötüken'deki Uygur Devleti yıkıldıktan sonra, Uygurlar'a bağlı bir kavim olan ve Uygur hükümdar ailesinden başbuğların idaresinde bulunan Yağmalar, batıya doğru çekilerek Kaşgar yöresine gelmiş ve bazı yerleri Karluklar'dan alarak hâkim olmuşlardır. Bu bölgede yaşayan Karluklar'ın hiç değilse bir kısmının, daha bu ilk fetih sırasında onların hâkimiyeti altına girdikleri anlaşılıyor. Bu durum X. yüzyıl coğrafyacılarının Yağmalar'ı Kaşgar ile onun kuzeybatısındaki yörelerin hâkimleri olarak göstermeleri ve yine Hudûdü'l-Âlem'in Kaşgar'dan söz ederken bu şehrin hâkimlerinin Karluklar'dan veya Yağmalar'dan olduğunu ifade eden kaydı ile de teyit edilmektedir.

Daha sonra Yağmalar Çu ve bilhassa İli vadilerine de hâkim oldular. Nitekim Kaşgarlı Mahmud XI. yüzyılın ikinci yarısında onlardan önemli bir kısmının İli boylarında, bir kısmının da Tıraz (Talaş -Taraz) yakınlarında yaşadığını belirtmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, Yağmalar'ın bu bölgeye yayılması, adı geçen yerlerin Karahanlı hâkimiyetine girişi ile paralel olan şekilde olmuştur. Bununla beraber daha bu bölgelerin ele geçirilişinden itibaren bilhassa Çu boyundaki Balasagun'un ehemmiyet kazandığı ve ilk fetihten itibaren uzun süre devletin (Kaşgarla birlikte) en önemli merkezi olarak kaldığı anlaşılmaktadır.

Karahanlı ailesinin tesbit edilebilen ilk hükümdarı Bilge Kül Kadir Han'dır. Ancak onun saltanatı zamanı hakkında olduğu kadar faaliyetleri hakkında da hiçbir bilgi bulunamamaktadır. Cemal Karşî'ye göre onun zamanında Türk ülkelerinden Şaş (Taşkent) bölgesi islâmiyeti kabul etmiş idi. Bilge Kül Kadir Han'ın iki oğlunu tanıyoruz. Bazîr Arslan ve Oğulcak Kadir Han. Başta Pritsak olmak üzere bazı yazarlar, bu iki oğuldan Bazîr Arslan Han'ın Balasagun'da (Büyük Kağan Sıfatıyla) ve Oğulcak Kadir Han'ın da (Ortak Kağan Olarak) Tıraz ve bilâhare Kaşgar'da hüküm sürdüklerini ifade etmişlerse de şimdiki bilgilerimize göre bunu böyle kabul etmeye imkân yoktur. Zira, evvel emirde Karahanlılarda "ortak kağanlık" mefhumu olmadığı gibi, X. yüzyılın birinci yarısı sonlarına kadar (942'ler) Karahanlı hanedanının Balasagun ile ilgisine dair hiçbir kesin delile de sahip değiliz. Gerek bu eski aileye ait en eski bilgileri bize veren Cemal Karşî'nin gerekse Satuk Buğra Han menkıbesinin devamlı surette Kaşgar'dan bahsetmesi, ailenin asıl yurdunun bu bölge olduğunun bir başka delilidir ki, onların aile mezarlığı da bu şehirde bulunuyordu.

Oğulcak Kadir Han zamanında yeğeni Satuk'un (Satuk Buğra Kara Han b. Bazîr Han) Karahanlılar'a sığınmış Ebû Nasr adlı Samanlı şehzadesi veya İslâm Sûfî vaizleri ile karşılaşması onun İslâm dinini benimsemesi ile neticelenmiş, amcasına karşı giriştiği taht mücadelesini kazandıktan sonra da hâkim olduğu bölgelerde İslâmiyeti resmen ilân etmiştir. Kaynağın "el-mücahid", "el-gazi" olarak bahsedişine bakılırsa, yeni dini yaymak için onun gayrı-müslim Türklerle epeyce mücadele etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, onun İslâmiyeti kabul tarihi hakkında da kesin bilgimiz yoktur. Grenard onun 900 veya 910'da doğmuş olacağını ifade eder ki, doğru olmalıdır. Yine onun, Satuk'un unvanları arasında "İlig"e de yer vermiş olması Karahanlı hükümdarlarının daha bidayette bu unvanı kullanmış olmaları bakımından kayda değer. Menkıbenin verdiği 333 (944-945) yaklaşık olarak onun İslâmiyeti kabul edişi veya hâkimiyeti ele geçirişi tarihi olarak kabul edilirse, gayri-müslim Türklere karşı mücadelesinin de bu yıllarda başladığını kabul etmemiz gerekir. Belki de bu mücadeleler sırasında ona karşı direnen aynı hanedan idaresindeki gayrimüslim Türkler 942'de Balasagun'u ele geçirmişlerdir. Bu tarih herhalde hanedanın bir kolunun Çu ve Talaş vadilerine hâkim olduğu yılı göstermelidir. Gerçekten de Karahanlı hükümdarlarının adı ile bağlı olarak bu şehirden ancak bu tarihten sonraki döneme ait kaynaklarımızda bazı kayıtlar yer almaktadır. Cemal Karşi'ye göre Satuk Buğra Han 344 (955-956) yılında ölmüştür. Onun müslüman adının Abdülkerim olduğu malumdur. İşaret edildiği üzere 942'de gayri-müslim Türklerin eline geçen Balasagun bölgesinin bundan bir müddet sonra Satuk Buğra tarafından zaptedildiği ve bu mücadeleler esnasında kendisinin müslüman gönüllülerinin de desteğini gördüğü anlaşılmaktadır.

Satuk Buğra Han'dan sonra yerine oğlu Musa Tonga İlig geçmiştir. Onun çok kısa sürdüğü anlaşılan saltanatından sonra hükümdar olan öteki oğlu Baytaş Arslan Han (Süleyman), gayri-müslim muhaliflerine karşı mücadele etmiş ve bütün Karahanlı devletini İslâm dairesi içine dahil etmeyi başarmıştır. Gerçekten de İslâm tarihçileri 349 yılında (960) ikiyüzbin çadırlık bir Türk topluluğunun müslüman olduğunu bildirirler ki, bunların Karahanlı Devletinin hâkim bulunduğu bölgelerde yaşayan Yağma, Karluk, Çiğil ve Tuhsı gibi Türk kavimleri olduğunda şüphe yoktur. Bu hâdise herhalde Baytaş Arslan Han Süleyman'ın faaliyetleri ile ilgili olmalıdır.

Baytaş'ın yerine geçen oğlu Ebu'l-Hasan Ali (Arslan Han b. Baytaş) 388 yılı Muharrem sonlarında (Kasım 998) ölmüştür. Zamanı hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Kaynağımızın ondan "el-harîk" ve "eş-şehîd" sıfatları ile bahsedişine bakılırsa onun da babası gibi yeni dini yaymak için savaşlar yaptığı ve bunların birinde de yanarak şehid düşmüş olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan sikkelerden anlaşıldığına göre, Fergana bölgesinin Samanîlerden alınması da onun zamanında olmalıdır.

Ebu'l-Hasan Ali Arslan Han zamanında, devletin batı kısmını idare etmekte olduğu anlaşılan kardeşi Kılıç Buğra Han Harun (Ebû Musa el-Hasan b. Baytaş Süleyman) ile birlikte Karahanlı tarihinin az çok iyi bilinen dönemi başlamaktadır. Onun daha çok batı ile meşgul olarak Samanîlere karşı harekete geçtiğini ve mühim başarılar elde ettiğini görüyoruz. Gerçekten de o, Samanî Ümerâsının da muvafakati ile 990'da İsficab'ı zaptetmiş ve 992 başlarında da Semerkand'ı aldıktan sonra Samanîlerin başkenti Buhara'ya girmiştir. Onun bu hareketinde Samanîlerin Horasan Valisi Ebû Ali Simcurî'nin rolü olduğunu ve ikisinin, Ceyhun sınır olmak üzere Samanı devletini taksim etmek hususunda anlaştıklarını biliyoruz. Ancak Buğra Han Harun burada uzun süre kalamadı. Hastalığı sebebiyle şehri terketti ve Kaşgar'a dönerken Koçkarbaşı'nda öldü. Onun Şihabü'd-Devle ve Zahirü'd-Davâ gibi bir İslâmî lâkap da taşıdığını biliyoruz. Bununla beraber el-Bîrûnî'ye göre bu lâkap halife tarafından verilmiş olmayıp, unvanlarına kendisi tarafından eklenmişti.

Anlaşıldığına göre onun ölümünden sonra devletin batı kısmını idare ve Samanîlere karşı mücadeleyi devam ettirme işi, Ali Arslan Han'ın oğullarından Nasr b. Ali'ye kalmıştır. Bu durumda Nasr b. Ali'nin (İlig Han) 998'e kadar babası adına, ondan sonra da kardeşi Ebû Nasr Ahmed b. Ali (Togan Han 998-1016-1017) adına batıda hüküm sürdüğü anlaşılıyor. O, Karahanlı hükümdarları içinde Abbasî halifesini ilk tanıyan olarak bilinir ki, bundan böyle onların sikkelerinde devrin hâkimiyet anlayışının bir icabı olarak Abbasî halifelerinin adları yer almaktadır.

Büyük Kağan Ebû Nasr Ahmed b. Ali'nin doğudaki faaliyetleri hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak kardeşi İlig Nasr'ın batıdaki faaliyetlerini oldukça teferruatlı bir şekilde takip edebiliyoruz.

İlk önceleri Fergana taraflarının idarecisi olarak gördüğümüz İlig Nasr'ın (992/1012-1013) daha sonra Özkent'te oturduğu anlaşılıyor. Ayrıca Samanı Devletindeki karışıklıklardan faydalanma yoluna gitmiş ve bu bakımdan adı geçen devletin en yüksek mevkilerini işgal eden Faik, Ebû Ali Simcurî ve Sebüktegin arasındaki mücadeleyi fırsat olarak değerlendirmiştir. Bu cümleden olarak İlig Nasr, 996 yılında Fâik'in teşviki ile bu devlete ait topraklara hücum etti. Ancak Gazne Hâkimi Sebüktegin'in aracılığı ile bir anlaşmaya varıldı. Buna göre Katvan Çölü'ne kadar Sir Derya sahası Karahanlılara terkedilecek ve Faik de Semerkant valisi olacaktı. Ancak anlaşma uzun sürmedi ve İlig Nasr 997'de Buhara üzerine yürüdü. Bu teşebbüs Fâik'in iki taraflı hareketi yüzünden başarıya ulaşamadı ise de, 999 yılı sonlarında giriştiği yeni bir teşebbüsü başarılı oldu. Ciddî bir mukavemet görmeden Buhara'ya girdi.

İlig Nasr Maveraünnehr'deki Samanî hâkimiyetine son vermek niyetinde idi. Bu yüzden hanedan mensuplarının hepsini Özkent'e ******ürerek orada hapsetti. Ancak bunlardan Nuh b. Mansur'un oğullarından Ebû İbrahim İsmail, hapis bulunduğu yerden kaçarak Ha-rizm'e gitti ve etrafına bir hayli adam topladı. Niyeti hanedanını yeniden dirilterek Samanî topraklarına hâkim olmak idi. Gerçekten de hareketinin başlangıcında oldukça başarılı oldu. Hâcibi Arslan Balu'yu Buhara üzerine gönderen Ebû İbrahim, Arslan Balu'nun Karahanlı komutanlarına karşı kazandığı mühim başarılar üzerine Buhara'ya geldi ve hükümdarlık tahtına oturdu. Hükümdarlık unvanı olarak da Muntasır adını aldı. Ancak İlig Han'ın harekete geçmesi üzerine Buhara'yı terketmek zorunda kaldı. Horasan'da yenilgiler ile sonuçlanan bazı savaşlar yaptıktan sonra, 1001 yılmda yardımlarını elde etmek için Oğuzlar'ın yanına gitti. Oğuz Yabgusu (İsrail b. Selçuk-Arslan Yabgu) onunla dünürlük kurdu ve yardım vaadetti. Ancak bu yardıma rağmen Muntasır'ın başarıları devamlı olmadı ve 1004 yılında öldürüldü. Bununla beraber, gerek Karahanlılar'a gerekse Gazneliler'e öyle güçlükler çıkarmıştı ki, ölümü üzerine her iki tarafın da büyük bir gaileden kurtuldukları muhakkaktır.

Bu suretle bütün Maveraünnehr'in tek hâkimi hâline gelen İlig Han 1001'de henüz Muntasır gailesinin devam ettiği bir sırada, yaptığı bir anlaşma ile Gazneliler'e bıraktığı Horasan'ı da ülkesine katmaya karar vermişti. Bu yüzden Sultan Mahmud'un Hindistan'da seferde bulunmasından faydalanarak 1006 yılında Horasan üzerine iki ordu gönderdi. Bunlardan biri Subaşı Tegin komutasında Nişabur ve Tus, ikincisi de kardeşi Cafer Tegin komutasında Belh üzerine yürüdü. Ancak, bu ordular Hind'den süratle dönen Mahmud ile kardeşi ve Horasan hâkimi Nasr tarafından yenilgiye uğratıldılar. Fakat İlig Nasr'ın bu yenilgiye rağmen Horasan'dan vazgeçmediğini görüyoruz. O, bu defa Hotan hâkimi bulunan Yusuf Kadir Han'dan yardım ister. Kadir Han yardıma gelirse de 1008'de Belh yakınlarında yapılan savaşta birleşik Karahanlı kuvvetleri Sultan Mahmud'un fillerle takviye edilmiş kuvvetleri karşısında duramayarak dağılır. Görünüşe göre bu sefer, Karahanlılar tarafmdan Horasan'ı ele geçirmek için yapılan son büyük teşebbüs olmuştur.

Öyle anlaşılıyor ki, Gazneliler karşısında uğranılan bu son yenilgi Karahanlı ailesi arasında bir takım huzursuzluklara sebep olmuştur. Bu cümleden olarak İlig Han'ın, belki de Gaznelilere karşı kendisine yardım etmeyen ağabeyi ve büyük hakan Togan Han (Ahmed b. Ali) a karşı istiklâl davasına girdiğini görüyoruz. Bu durumda devleti Kaşgar'dan idare etmekte olan Togan Han da, İlig'e karşı Sultan Mahmud ile bir anlaşma yapar. Bunun üzerine İlig Nasr'ın 1011-1012 kışında Kaşgar üzerine düzenlediği sefer, karın yürüyüşe imkân vermemesi sebebiyle sonuçsuz kalmış, bu defa iki kardeş, aralarındaki anlaşmazlığı halletmesi için Gazneli Mahmud'a başvurmuşlardır. Sultan Mahmud'un aracılığı ile aralarında barış sağlandı ise de çok geçmeden Maveraünnehr'in ikinci ve hakiki fâtihi olan Nasr b. Ali İlig Har 496 (1012-1013) yılında öldü.

Maveraünnehr'de İlig Han'ın yerine kardeşi Mansur (Arslan İlig) geçti ve kısa zamanda hanedanın en meşhur hükümdarlarından biri hâline geldi. Anlaşıldığına göre o, Togan Han Ahmed'in hastalığından da faydalanarak hâkimiyetini Talaş, Şaş, Tünhas, Binhas, Fergana, Özkent, Hocend, Uşrusana ve Buhara da tanıtmış idi. Diğer kardeşi Muhammed b. Ali de onun hâkimiyetini tanıyordu.

Kaşgar hükümdarı Togan Han Ahmed, bu iki kardeşe karşı harekete geçti. Hotan hâkimi Yusuf Kadir Han ve Ali Tegin de onunla birlikte idi. Mücadelenin kesin sonucu hakkında bilgimiz yok ise de Ali Tegin'in Arslan İlig Mansur eline tutsak düştüğüne bakılırsa Ahmet Han'ın başarılı olamadığı anlaşılır. Daha İlig Han zamanından beri Sultan Mahmud ile müttefik bulunan ve onunla iyi ilişkilerini sürdüren Ahmed, hayatının sonlarında, içlerinde muhtemelen Kıtaylar'ın da bulunduğu yüzbin çadırdan fazla gayri-müslim göçebelere karşı mücadele etmek zorunda kaldı. O, Balasagun'a sekiz günlük mesafeye kadar yaklaşmış bulunan bu göçebelere karşı kazandığı büyük zaferden sonra onları üç ay müddetle takip etmiş ve bu sefer dönüşünden kısa bir müddet sonra da ölmüştür (1017-1018). Sikkelere bakılırsa onun 1014-1015'ten itibaren, Hotan'dan başka Yarkent ve Kaş-gar'ı da Yusuf Kadir Han'a bırakmış olması ve hayatının son zamanlarında sadece Balasagun bölgesinin hâkimi olarak kalmış bulunmasının da ihtimalden uzak olmadığı görülür.

Togan Han Ahmed'den sonra, hanedan içinde en kuvvetli durumda olarak kardeşi Mansur kalmıştı. Ancak, Yusuf Kadir Han onun hâkimiyetini tanımayarak taht üzerinde hak iddiasına girişti. Bu maksatla Sultan Mahmud ile de ittifak etti. Sultan Mahmud ona yardım maksadıyla Maveraünnehr'e girdi ise de anlaşılmayan bir şekilde geri döndü. Ondan umduğu yardımı görmeyen Yusuf Kadir Han, Mahmut'a ait toprakları zaptetmek üzere, Mansur ile anlaştı. Müttefik Karahanlı orduları Horasan'a bir sefer yaptılar ise de Belh civarında Sultan Mahmud karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar (1019-1020). Panik içinde Maveraünnehr'e dönen Karahanlı ordusundan pek çok asker Ceyhun'u geçerken suda boğuldu. Öyle ki, zaferden bir kaç gün sonra Harizmşah Altuntaş'tan bir tebriknâme alan Sultan Mahmud, zaferin ne çabuk Harizm'de öğrenildiğini sormuş ve "Ceyhun'un Harizm'e kadar taşıdığı Türk Karahanlı külahlarından öğrendik" cevabını almıştı. Bunun üzerine Kadir Han ile Sultan Mahmud bir görüşme yaparak anlaştılar. Bu sıralarda Arslan İlig Mansur b. Ali'nin elinden kurtulmayı başardığı anlaşılan Ali Tegin, 411 (1020-1021)'de Buhara'ya hâkim oldu. Ali Tegin ile Selçuklu Arslan Yabgu arasında kuvvetli bir ittifakın kurulduğu ve Buhara'nın da muhtemelen Selçukluların yardımı ile ele geçirildiği anlaşılıyor. Bundan bir müddet sonra da Karahanlılar'ın büyük Kağan'ı Mansur hükümdarlıktan vazgeçerek (415/1024-1025), yerini Yusuf Kadir Han'a bıraktı. Daha önce Hotan hâkimi olarak gördüğümüz Yusuf Kadir Han'ın bir ara B-hara'yı, son zamanlarda da Mansur b. Ali adına Semerkand'ı idare ettiği anlaşılmaktadır. Mansur'un kardeşi Muhammed b. Ali İlig'in, onun tahttan ayrılışından bir süre önce Ali Tegin ve Arslan Yabgu kuvvetleri karşısında bir yenilgiye uğradığını biliyorsak da bilâhare ne olduğu ve ağabeyinin neden tahtı kendisine bırakmadığı konusunda herhangi bir şey bilinmemektedir.

Yusuf Kadir Han'a karşı kardeşleri Ahmed ile Ali Tegin cephe aldılar. Ahmed kendisini büyük kağan ilân ederek Balasagun, Hocend ve Fergana'ya hâkim oldu. Bundan dolayı Yusuf Kadir Han da Gaz-neli Mahmud ile eski ittifakını yeniledi. Zira Mahmud da topraklarına sık sık tecavüzlerde bulunduğu için, Ali Tegin'in komşuluğundan memnun değildi. Bunun üzerine Kaşgar'dan gelen, Yusuf Kadir ile Sultan Mahmud 1025 yılında Semerkand'da buluşarak meseleleri aralarmda görüştüler. Buna göre Ali Tegin gailesinden başka Arslan Yabgu meselesi de halledilecekti. Ayrıca iki hanedan arasında akrabalık tesisi de kararlaştırılmıştı. Bu iki büyük hükümdarın bölgeye gelişi üzerine Ali Tegin Bozkırlara kaçmış, Arslan Yabgu'da Sultan Mahmud tarafından hile ile yakalanarak bertaraf edilmişti. Mamafih Mahmud'un Ali Tegin'i tamamen ortadan kaldırarak Yusuf Kadır'a bütün Türkistan'ın yegâne hâkimi olmak imkânını vermemek için Ali Tegin meselesi üzerine fazla varmadığı da bir vakıadır. Çünkü Mahmud'un ayrılmasından sonra Ali Tegin'in tekrar Buhara ve Semerkand'a hâkim olduğunu görüyoruz.

Daha sonraki yıllarda Ali Tegin mevkiini muhafaza ederken, Yusuf Kadir Han'ın hâkimiyetini daha da yaygınlaştırdığına şahid oluyoruz. O ve oğulları önce Özkend'i, sonra da Balasagun'u ele geçirmeyi başardılar (1026-1027). Gazneliler ile münasebetlere gelince, 1030'da Sultan Mahmud'un ölümünden sonra pek olumlu cereyan etmediği anlaşılıyor. Sultan Mesud, tahta çıkışını bildirmek ve iki hanedan arasında yeni bir akrabalık tesisi maksadıyla 1031 yılında Karahanlı bir elçilik heyeti gönderdi ise de, büyük kağanlık meselesinde Gazneliler'in tutumundan dolayı hâlâ kırgın bulunan Yusuf Kadir Hap Kaşgar'da bu heyeti iyi karşılamadı. Fakat 1032 yılında Yusuf Kadir Han da öldü. Onun Kaşgar'da hakanlar mezarlığına gömüldüğü malumdur.

Bu suretle onun idaresi altında bulunan yerler, oğullarından Süleyman Arslan Han ile Muhammed Buğra Han'ın eline geçmiş oluyordu. Bunlar zamanında Gazneliler ile aradaki bazı küçük pürüzlerin giderildiğini ve iki taraf arasmda anlaşma sağlandığını görüyoruz. Ancak, daha sonraki yıllarda meydana gelen bazı siyasî olaylar, Karahanlılar devletinin biri doğu öteki de batı olmak üzere iki ayrı devlet olmasına yol açtı ki, şimdi kısaca buna da işaret edelim.

Sultan Mesud, Gazneli tahtını ele geçirmeden önce kardeşi Muhammed'e karşı Ali Tegin'den yardım istemiş ve buna karşılık Huttal'ı ona vaat etmişti. Ancak, tahtı elde ettikten sonra bu sözünde durmadığı gibi, Ali Tegin'e karşı Yusuf Kadir Han'ın oğullarından Muhammed Buğra Han'ın Maveraünnehr'e hâkim olması için çalışmaya başladı. Bu durum Ali Tegin ile Gazneliler'in arasını açtı. Gazneliler'in ona karşı Harizmşah Altuntaş'ı kışkırtmaları bir netice vermedi. (1032) İki yıl sonra ise bu defa Ali Tegin Harizmşah (Harun) ile anlaştı. Maksatları Gazneli topraklarına birlikte saldırmaktı. Ancak 426 (1034-1035) yılı kışında Ali Tegin öldü. Yerine küçük yaştaki iki oğlundan Yusuf geçti ve Harizmşah Harun ile birlikte Çağaniyan'ı zaptederek Tirmiz'i kuşattı. Fakat çok geçmeden Harun da öldü (1035). Yusuf yalnız kalmıştı. Ayrıca, sadık müttefikleri olan Selçuklular'ın darıltılıp, Buhara civarından ayrılmalarına sebep olunması da onun kuvvetinin büyük ölçüde azalmasına yol açmıştı. Diğer taraftan İlig Han'ın iki oğlu Muhammed ile İbrahim (Önceleri Böri Tegin, sonraları Tamgaç Buğra Kara Han), herhalde Ali Tegin'in ölümünden sonra güç kazanarak bölgede varlıklarını hissettirmeye başlamışlar ve bu da Yusuf'u müşkül durumda bırakmıştı. Gerçekten Muhammed b. İlig Nasr'ın 1036-1037'den itibaren Özkent'te oldukça kuvvetli bir duruma gelmiş olduğu anlaşılıyor. Çaresiz kalan Yusuf, Sultan Mesud'a başvurmak zorunda kaldı. O, bu müracaatında Huttal'dan vazgeçtiğini bildiriyor ve Süleyman Arslan Han ile barışmaları için ondan aracılık yapmasını istiyordu.

Buna rağmen Ali Tegin oğulları için bir netice hasıl olmadı. Zira İbrahim b. Nasr onların elinde bulunan Kiş, Soğd ve Buhara'yı birer birer ele geçirdi. Ali Tegin oğulları, Yusuf Kadir Han'ın oğullarının yanına kaçtılar. Bu durumda İlig Nasr'ın oğulları Maveraünnehr'in tamamı dahil, devletin batı kısmının hâkimleri hâline geldiler. Bununla birlikte 1041-1042'lerde hâlâ Muhammed Han ile kardeşi İbrahim'in Kaşgar hükümdarı adına hareket ettikleri görülmektedir. Ancak 1044'lerde Doğu'da yoğunlaşan hâdiseler devletin batı kısımları ile meşgul olmak imkânını tamamen ortadan kaldıracak ve bağlar kopacaktır. Bu durumda İlig Nasr'ın oğullarının 1046'dan itibaren Maveraünnehr'de tamamen müstakil bir devlet teşkil ettiğini görüyoruz. Bu yıllardan itibaren İlig Nasr'ın oğullarının kendilerini Yusuf Kadir Han oğullarından tamamıyla ayrıldıkları ve Doğu-Batı olmak üzere iki ayrı Karahanlı Devletinin meydana geldiği anlaşılıyor.

Batı Hanlığı Maveraünnehr ile Hocend'e kadar Fergana'ya sahipti. Devlet merkezi önceleri Özkent, sonra da Semerkant oldu. Doğu Hanlığı'nın hudutları içinde ise, Balasagun, Talaş, İsficab, Şaş, Doğu Fergana, Kaşgar, Yarkent ve Hotan bölgeleri yer alıyordu. Devletin merkezi ise umumiyetle Balasagun ve Kaşgar olmuştu.

d-Batı Karahanlılar Devleti:

Devletin ikiye ayrılmasından sonra, merkez Özkent olmak üzere batıda hâkimiyetin I. Muhammed b. Nasr'ın elinde olduğu ve asıl kuvvet sahibi bulunan I. İbrahim b. Nasr'ın onun adına Semerkant'da Maveraünnehr'i idare ettiği anlaşılıyor. Muhanımed'in ölümünden sonra (1052) ise İbrahim (Tamgaç Buğra Kara Hakan Ebû İshak İbrahim b. Nasr), devletin tek hâkimi hâline geldi. O, Özkent'e gitmedi ve bu suretle devletin merkezi Semerkant oldu. Kendisi Karahanlı hükümdarlarının en meşhurlarındandır. Bu itibarla kendisinden uzun zaman "Büyük Tamgaç Han" olarak söz edildiğini biliyoruz. Bilhassa Avfî, onu ideal bir hükümdar olarak tavsif etmiştir.

İbrahim, para işlerini ıslah etmiş ve bunun sonucu olarak da kendi adıyla "Tamgaç dirhemleri" olarak şöhret bulan paraları bastırmıştı. Diğer taraftan Avfî'nin ifadelerine göre onun devrinde asayişi koruma, reaya rahat ve adalette ünü Nûşirevan'dan daha yaygın idi. Semerkant etrafında pek bol bulunan bağlardan bir tek gülün bile, sahibinden habersiz koparılmamasını irade buyurmuş, aksine hareket edenlerin ölüm cezasına çarptırılacağını bildirmişti. Hırsızlık yapan bir çocuğun affedilmesi için bütün devlet erkânının ricada bulunmasına rağmen affetmemiş, cezalandırmıştı. Aynı şekilde yol kesici haydutlar ile bütün diğer hırsızlara karşı amansız bir şekilde mücadele etmişti.

Anlaşıldığına göre ilk zamanlarda bütün gayret ve ihtimama rağmen yol kesici haydutların kökü kazınamamıştır. Hatta bir gün bu haydutlar Semerkant hisarının kapısına şöyle yazarlar: "Biz yeşil soğana benzeriz, keserseniz yine boy veririz". Tamgaç Han da bunun altına: "Ben de bahçıvan gibi, siz nereden baş kaldırırsanız keserim" diye yazdırır.

Gerçekten de bir süre sonra hükümdar bu haydutların reisini hizmet vaadiyle kandırır. Kendisine ve dört oğluna muhafızlık (çandârlık) vazifesi verir. Yine onun aracılığı ile diğer haydutları da hizmete alacağını bildirir ve üçyüz kadarını sarayında toplar. Bir ziyafet verir. Fakat ziyafet sonrasında hepsini öldürtür. Bu hâdiseden sonra yol kesici eşkıyadan eser kalmamış, memlekette dirlik ve düzenlik kemâle ermiş, kimsenin bir dirhem gümüşü kaybolmadığı gibi yollar da emniyet altına alınmıştı. Öte yandan fiyatlarda da istikrarı sağlamıştı. Bununla ilgili olarak da Avfî şu hâdiseyi anlatır:

Semerkant kasapları et narhının yükseltilmesini isterler ve eğer teklif ettikleri fiyat kabul edilirse hazineye bin dinar ödeyeceklerini bildirirler. Buna çok sinirlenen ve hazinemin böyle paraya ihtiyacı yok diyen hükümdar, kimsenin kasaplardan et almamasını, alanın öldürüleceğini emreder. Halk bu yasağa titizlikle uymuş her gün beş-altı kişi bir koyun keserek et ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Durumun kendileri aleyhine nasıl bir hal aldığını gören kasaplar, eski narh üzerinden et satmaktan başka çıkar yol görememişlerdir. Tamgaç Han, kahraman bir asker ve vakur bir hükümdar olarak tanınmakta ve aynı zamanda dindar bir kimse olarak bilinmektedir. Gerçekten de kendisinin fakihlere danışmadan yeni vergiler almayacak veya vergileri yükseltmeyecek kadar insaf sahibi biri olduğu bilinmektedir. Kısacası o, Yusuf Has Hâcib'in eserinde ideal hükümdar olarak gösterilen tipin ta kendisidir denilebilir.

Tamgaç Han İbrahim, Doğu Karahanlılarından Şaş, İlâk, Tünhas ve Fergana'nın bazı kısımlarını almıştır. Ancak hayatının son zamanlarında Selçukluların nasıl hızla yükseldiklerine şahit olduğu gibi, onların kendi topraklarına giriştiği saldırılarla da karşılaştı. Gerçekten Alparslan, uzun süre İbrahim'in elinde bulunmuş olan Huttal ve Çağaniyan'ı aldığı gibi, Selçuklu kuvvetleri asıl Karahanlı sahasına da akınlar yapmaya başlamıştı. İbrahim daha 1061'de Bağdat'a bir elçilik heyeti göndererek bu akınlardan şikayet etmiş ve halifeden duruma müdahele etmesini istemişti. Ancak halife ona lakap ve hil'at göndermekten başka bir şey yapamamıştı.

Tamgaç Han İbrahim'in, son zamanlarında felç olması üzerine hâkimiyetini daha sağlığında oğlu Nasr'a (Şemsü'1-Mülk Ebûl-Hasan II. Nasr b. İbrahim) bıraktığı anlaşılıyor. Fakat öteki oğlu Şuayb (veya Şuays) ki, o zamana kadar Şaş ve Tünhas valisi olduğu anlaşılıyor, bu durumu kabul etmeyerek isyan etti. Ancak babalarının sağlığında cereyan eden mücadele, Şemsü'1-Mülk lehine sonuçlandı.

Selçuklular'a karşı savaşlar ise Şemsü'l-Mülk zamanında da (1068-1080) devam etti. 1072 sonbaharında Sultan Alparslan Maveraünnehr'i ele geçirmek maksadıyla 200 bin kişiden müteşekkil olduğu belirtilen bir ordu ile harekete geçti. Ancak onun, Ceyhun ötesi kalelerinden bîrinin kumandanı olup Sultanın huzuruna tutsak olarak getirilen Yusufü'l-Harezmî tarafından yaralanarak üç-dört gün sonra da ölmesi üzerine bu sefer neticesiz kaldı. Alparslan'ın ölümü ile meydana gelen durumdan faydalanmak isteyen Şemsü'1-Mülk, derhal harekete geçerek Tirmiz'i aldı ve yağmaladı (Aralık 1072). Daha sonra, Belh valisi bulunan Alparslan'ın oğlu Ayaz'ın o sıralarda Curcan'a gitmiş olmasından faydalanarak Belh üzerine yürüdü. Şehri ele geçiren Han, burada da halkın mallarını yağmaladıktan sonra Tirmiz'e döndü. Ancak Belh'de bıraktığı kuvvetler ile şehrin başıbozuk kuvvetleri arasında çarpışmaların başlaması üzerine geri gelerek şehrin yıkılmasını emretti. Ancak daha sonra ileri gelenlerin af dilemeleri üzerine tahribattan vazgeçerek hutbeyi kendi adına okutmaktan başka, yıllık vergi kesmiş ve bir hayli de mal yağmalatmıştı. 1073 başlarında geri dönerek Belhi' ele geçirmeyi başaran Ayaz Tirmiz'i de almak istemiş fakat başarılı olamamıştır. Tirmiz önlerinde yeniden Ayaz'ın askerlerinden bir kısmı öldürülmüş, pek çoğu da Ceyhun'da boğulmuşlardır. Kendisinin çok az bir kuvvetle kaçmayı başardığı anlaşılıyor.

Babasının ölümünden sonra ortaya çıkan güçlükleri bertaraf eden Melikşah 1074'de Karahanlılar'a karşılık vermek üzere harekete geçti. İlk önce Şemsü'l-Mülk'ün, adını bilmediğimiz bir kardeşi tarafından müdafaa edilen Tirmiz'i kuşattı. Uzun süre dayanamayacaklarını anlayan müdafîler eman dilediler. Şehri ele geçiren Sultan, teslim olan Han'ın kardeşini serbest bıraktı. Şehirde gerekenlerin yapılmasını Emir Savtekin'e havale ettikten sonra Semerkant üzerine yürüdü. Maksadı Şemsü'1-Mülk ile hesaplaşmak idi. Ancak Selçuklu öncü kuvvetleri Semerkant civarında görüldüğü zaman, mukavemet edemeyeceğini anlayan Şemsü'l-Mülk, Selçuklu veziri Nizamü'1-Mülk aracılığı ile af dileyip sulh istedi. Sultan onu da affederek yerinde bıraktı.

Şemsü'l-Mülk de babası gibi âdil bir hükümdar olarak şöhret bulmuştu. O, bugünkü bilgilerimize göre Karahanlı hükümdarları içinde imar faaliyetlerine en çok önem veren bir kimse olarak bilinmektedir. Onun en meşhur eserlerinden biri, Harceng köyü yakınında 1078-1079'da yaptırdığı Ribat-ı Melik'tir. Bir başka Rıbatı da Semerkant'tan Hocend'e giden yol üzerindeki Akkütel'de idi ki, kendisinin de burada medfun bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Buhara yanıdaki Şemsâbât da onun eserlerinden olduğu gibi aynı şehirdeki Mescid-i Câmî'nin yeniden inşası da onun zamanında olmuş idi.

Şemsü'l-Mülk'e, kardeşi Ebû Şucâ Hızır b. İbrahim halef oldu. Ancak onun ölüm tarihini bilemediğimiz gibi, devrindeki olaylar hakkında da fazla bilgimiz yoktur. Nizamî-i Aruzî'ye göre devlet onun zamanında en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. Ona göre Han, âdil, akıllı ve siyaset oyunlarını iyi bilen bir hükümdardı. Onun bilhassa şairlerin en büyük koruyucusu olduğu, onlara bir defada bin dinara kadar varan ihsanlarda bulunduğu ve ihtişama düşkünlüğünden, alay gösterilerine çıktığı zaman atının önünden, öteki silahlarının yanı sıra yediyüz altın ve gümüş gürz taşıttığı da aynı kaynak tarafından belirtilmektedir.

Hızır Han'ın yerine oğlu Ahmed geçti (1081-1088; 1090-1095). Henüz çok küçük yaşta tahta oturduğu anlaşılan Ahmed'in idaresizliği yüzünden bilhassa ulema ile ihtilâfa düştüğünü görüyoruz. Bu bakımdan Sultan Melikşah'a şikâyet edildi. Anlaşıldığına göre bir taraftan da halka kötü muamelede bulunuyor ve teb'asının servetini gasp ediyordu. Bilhassa, zenginliğinden dolayı Ahmed Han'ın mallarını gasp edeceğinden korkan Şafiî fakihlerinden Ebû Tahir b. Alek, İsfehan'a giderek vaziyeti anlatmış ve Melikşah'ı bu ülkenin fethine teşvik etmişti.

Melikşah bu yoldaki şikayet ve teşviklerin de tesiri ile 481 (1088-1089) başlarında Ceyhun'u geçerek Buhara önlerine geldi. Şehri muhasara ve zaptetti. Buradan Semerkant'a yürüdü. Şehrin muhasarası sılasında bir burç komutanının ihaneti yüzünden Semerkant da çabucak düştü. Ahmet Han yakalandı ve İsfehan'a gönderildi. Melikşah Semerkant'ta bir naip bırakarak Özkent'e kadar ilerledi. Bu esnada Talaş, İsficab ve Balasagun hâkimleri Sultan'a tâbi oldukları gibi, Kaşgar Han'ı Buğra Kara Hakan el-Hasan b. Süleyman da hutbeyi Melikşah adma okumak ve sikkede de onun adını zikretmek üzere tâbiiyete alındı. Böylece, Ahmed Han'ın tutsak alınmasından sonra devletin batı kısmı bir süre için de olsa doğrudan Büyük Selçuklu İmparatorluğuna bağlandığı gibi, doğu kısmı da tâbiiyyet altına alınmış oluyordu.

Fakat, bir yıl kadar sonra Melikşah ikinci bir Maveraünnehr seferinde daha çıkmak zorunda kaldı. Zira, Semerkant naibi ile Karahanlı ordusunda mühim bir varlığı olan Çiğil askerlerinin reisi Aynüddevle arasında anlaşmazlık çıkmış ve Naip Ebû Tahir Harizm'e kaçmıştı. Aynüddevle, Kaşgar Hanının kardeşi ve Atbaşı şehrinin hâkimi Yakub Tegin'i Semerkant'a davet etti. Yakub, işe Aynüddevle'yi katletmekle başladı ve bu yüzden Çiğillerin düşmanlığını kazandı. Sultan Melikşah duruma müdahale maksadıyla Buhara'ya geldiğinde Yakub Tegin Fergana üzerinden kendi vilayeti olan Atbaşı'ya kaçtı. Sultan Semerkand'ı tekrar zaptetti. Yakub Tegin'i ise takibe adamlar memur ettiği gibi, Kaşgar Hanına da onun derhal yakalanarak huzura yollanmasını bildirdi. Kendisi de herhalde hâdiseleri daha yakından takip edebilmek için yeniden Özkent'e vardı.

Semerkant'tan kaçışı sırasında kuvvetleri dağılmış bulunan Yakub, kardeşi Kaşgar Han'ı Hasan b. Süleyman'a sığınmaya mecbur oldu. Han, oğlunun komutasindaki bir kıt'a askerin muhafazasında Yakub'u Sultan'a teslim edilmek üzere yolladı. Ancak bu sırada Kaşgar'ın taarruza uğradığı ve Kaşan kalesi hâkimi Yinal Oğlu Tuğrul'un Kaşgar Hanını esir ederek ülkesine döndüğü duyuldu. Bu haber üzerine kardeşinin saltanatının nasıl olsa yıkıldığını söyleyen Yakub, bol vaatlerle muhafızlarının elinden kurtulmaya muvaffak oldu. Melikşah bir ara bizzat Tuğrul'un üzerine yürümeyi düşündü ise de, bazı mülâhazalarla bu fikirden vazgeçti ve Tuğrul'a karşı mukabil bir kuvvet bulundurmak gayesi ile Yakub ile anlaşmaya karar verdi. Yakub'un Doğu Karahanlı devletine hükümdar yapılması ile, Tuğrul'un saldırıları da önlenmiş olacaktı.

Sultan Melikşah'ın, tutsak aldığı Batı Karahanlı hükümdarı Ahmed Han'ı bir süre sonra kendisine tabiî kalmak şartıyla makamına iade ettiğini biliyoruz. Böylece bir süre Sultan'ın naip veya valileri tarafından idare edilen Batı Karahanlıları sahası da bir devlet durumuna getirilmiş oluyordu. Bu iadenin ne zaman yapıldığı hususunda kaynaklarımız çelişkili bilgiler veriyorsa da, bunun Sultan'ın ikinci Maveraünnehr seferinden sonra olduğu anlaşılmaktadır. Zira, Doğu Karahanlılarından gelebilecek saldırılara karşı az önce söylediğimiz tedbiri alırken, aynı maksatla Batı Karahanlı devletinin bağlılık statüsü içinde varlığını korumasında fayda görmüş olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca eğer Melikşah, Ahmed Han'ı birinci seferden sonra hemen tahtına iade etmiş olsa idi, Semerkant'da bir naip bırakması pek düşünülemeyeceği gibi, aynı şekilde ikinci defa Semerkand'ı zaptedip, Özkent'e doğru yola çıkarken şehirde vali olarak kimseyi bırakmaması lâzımdı.

Tahtına iade edilen Ahmed Han bir süre sonra Ulema ile yeniden ihtilâfa düştü ve zındıklıkla itham ediliyordu. Nihayet askerleri ve halkın ileri gelenleri tarafmdan esir edildi. Alenî bir muhakemede ithamları reddetmesine rağmen, isnat edilen suç varid görülerek idam edildi (1095).

Daha sonra yerine âsîler tarafından Rükneddin Kılıç Tamgaç Han I. Mesud b. Muhammed'in geçirildiği anlaşılıyorsa da onun kısa sürdüğü anlaşılan (1095-1097) saltanat devri hakkında hemen hiçbir bilgimiz yoktur.

Bundan sonra Sultan Berkyaruk tarafından Batı Karahanlıları tahtma, birbiri ardından üç hükümdar çıkarıldığı anlaşılıyor. Bunlardan ilki tahta çıkarıldığı yıl içinde öldüğü anlaşılan Süleyman Tegin olup kendisi Dâvud Güç-Tegin'in oğlu ve Tamgaç Han İbrahim'in de torunu idi. İkincisi ise kaynağın, Mahmud Tegin olarak kaydettiği Ebu'l-Kasım I. Mahmud Han (1097-1099)'dır. Berkyaruk tarafından tahta çıkarılan üçüncü şahıs ise, Bundarî'de Harun Tegin olarak kaydedilmiştir. Pritsak, Harun Tegin'in XII. yüzyılın hemen başlarında Maveraünnehr'i istilâ ettiği bilinen Doğu Karahanlılardan Kadir Han Cebrail b. Ömer ile aynı şahıs olabileceğini ifade etmiş ise de, bu hususta kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Zira, İbnü'1-Esîr, aynı şahsı Togan Han b. Karahan olarak kaydetmektedir.

Sözü edilen Kadir Han Cebrail, sadece Maveraünnehr'i istilâ etmekle kalmamış, Melikşah'ın oğulları arasında başgösteren mücadelelerden de istifade ederek, 1102 yılında Selçuklu topraklarına girmiş ve Tirmiz'i ele geçirmeye muvaffak olmuştu. Ancak, aynı yılın Haziran'ında Sancar tarafından Tirmiz civarında yenilerek öldürüldü. Böylece Maveraünnehr artık tamamen Sancar'ın müdahalesine müsait bir duruma gelmişti. Sancar Cebrail'in istilâsı sırasında Horasan'a kaçmış bulunan yeğeni Muhammed Tegin'i (Arslan Han II. Muhammed b. Süleyman, 1102-1130) Batı Karahanlıların hükümdarı olarak Semerkant'ta tahta çıkardı. Muhammed Arslan Han, saltanatının ilk yıllarında öteki taht müddeilerine karşı mevkiini ancak Sancar'ın müdaheleleri ile koruyabildi. Kendisinin bilhassa Buhara'yı fevkalâde imar ettiğini, 12 bin kişiden olduğu anlaşılan Hassa (Memlûk) ordusu ile muhtemelen gayri müslim Kıpçaklar'a karşı savaşlar yaptığını ve bu yüzden de "gâzî" sıfatıyla anıldığını biliyoruz. Bütün bunlara rağmen, devleti artık iyiden iyiye Selçuklu hâkimiyetine girmiş bulunuyordu. Bu cümleden olarak onun" sikkelerinde Sancar'ın adı görüldüğü gibi, Sancar da kendisinden "naibimiz ve hudut memurumuz" olarak söz ediyordu.

Muhammed Arslan Han b. Süleyman ömrünün son yıllarında felce uğramış olduğundan oğulları, Nasr ve Ahmed'i devlet işlerinin yürütülmesi ile vazifelendirmişti.. Bu sıralarda onun, muhtemelen daha bağımsız bir politika takibine meyletmesi yüzünden Sultan Sancar ile aralarının açıldığı anlaşılıyor. Nitekim Sultan Sancar Semerkand'ı zaptederek devlet hazinesine el koydu ve Muhammed Arslan Han'ı da esir etti (1130), Muhammed Arslan Han 1132'de Merv şehrinde öldü. Oğlu II. Ahmed Han'ın bir müddet için Sancar'ın hâkimiyetini kabul etmeyerek bağımsız hareket ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim İbnü'l-Esîr de ondan bu münasebetle "Sahibü Maveraünnehr Ahmed Han" olarak bahsetmektedir. Pritsak, Ahmed Han'ın "Kadir Han" unvanını taşımış olduğunu belirtirse de bu husus kesin değildir.

Diğer taraftan, daha Ahmed Han'ın sağlığında Sultan Sancar'ın, hanedanın bir başka koluna mensup bulunması kuvvetle muhtemel bulunan ve kaynakta el-Hasan b. Ali olarak zikredilen Hasan Han'ı kendi adına hüküm sürmek üzere batı Karahanlı tahtına çıkardığı anlaşılıyor. (1130-1132) Ancak, çok geçmeden bu Hasan Han'ın da ölmesi üzerine bu defa Sancar'm, Muhammed Arslan Han'ın kardeşi İbrahim Han'ı tahta çıkardığını görüyoruz. Bu zatın Sultan Sancar'ın sarayında terbiye görmüş olmasından başka, hakkında bilgi bulunmamaktadır.

İbrahim Han'dan sonra, Muhammed Arslan Han'ın üçüncü oğlu Mahmud'un tahta çıkarıldığına şahit oluyoruz (1133-1141). Sancar'ın yeğeni olan Mahmud Han ona tam bağlı idi. Batı Karahanlı devletini bilhassa dış müdahalelere karşı korumak hususunda Selçuklu politikasından asla ayrılmamış ve âdeta Selçuklular'la kader birliği yapmıştı. Maveraünnehr'in Kara Hıtaylar (Kıtaylar) tarafından istilâsı da onun zamanında meydana gelmiştir. 1136 yılında onlarla savaşmak mecburiyetinde kalan Mahmud Han, savaşı kaybedince Semerkant'a kaçmıştır. Bir müddet sonra, bu defa Maveraünnehr'de yaşayan Karluklar ile arası açılan Mahmud Han, onlara karşı Sultan Sancar'dan yardım ister. Buna karşılık Karluklar da Orta Asya'nın yeni siyasî hâkimi durumuna gelmiş bulunan Kara Hıtay hükümdarını (bu hükümdarların hepsi Kür Han unvanı ile anılmaktadırlar) yardıma çağırırlar. Neticede Selçuklu-Karahanlı müttefik ordusu, aralarında Karlukların da bulunduğu Kara Hıtay ordusu ile Semerkant'ın doğusundaki Katvan bozkırında karşılaşırlar. Yapılan şiddetli bir savaş neticesinde yenilen Selçuklu-Karahanlı kuvvetleri, otuzbin kayıp vermiş, Sultan Sancar ile Mahmud Han Horasan'a kaçmaya mecbur olmuşlardır.

Bu galebe üzerine Kara Hıtaylar bütün Maveraünnehr'i istilâ ettiler. Ancak, mevcut Karahanlı idaresine de dokunmadılar. Ne var ki, Horasan'a kaçmış bulunan Mahmud'un yerine, kardeşi III. İbrahim'i "Tamgaç Buğra Han" unvanı ile Semerkant tahtına çıkardılar (1141-1156). O, uzunca bir zaman Kara Hıtaylarm himayesi altında Batı Karahanlı devletini idare etti. Ancak İbrahim Han da Karluklar ile mücadele etmek mecburiyetinde kalmış ve 1156 yılında Buhara yakınlarında Karluklar'la yaptığı savaşta yenilerek öldürülmüştür.

İbrahim Han ile Batı Karahanlı tarihinde İlig Han oğulları kolu son bulmuş ve bu tarihten sonra hâkimiyet Ali Tegin ailesine geçmiştir. Gerçekten de İbrahim Han'dan sonra Batı Karahanlı tahtına Ali Teg'in kolundan Ali Han'ın (Ali b. el-Hasan) oturduğunu görüyoruz. (1156-1160) Kartukların Maveraünnehr'den tamamı ile çıkarılması bunun zamanında olmuştur. O, önce Karluklar'ın reisi Peygu (Yab-gu) Han'ı öldürmüş ve onun oğullarını da bertaraf etmiştir. Daha sonra Kür Han'ın isteği üzerine Karluklar'ı askerlik işlerinden uzaklaştırarak yerleşik hayat yaşamaya mecbur etmiştir. Bunun neticesinde Karluklar ile Karahanlılar arasında uzunca süren kanlı çarpışmalar meydana geldi. Neticede, 1158 tarihinde Buhara yakınlarında meydana gelen savaşta, Harizmşah İl Arslan'ın da Karluklar ile birlik olmasına rağmen Ali Han galip geldi. Bu savaşta Kür Han'ın da teşviki neticesinde, Doğu Karahanlı hükümdarı II. İbrahim Han (İbrahim b, Ahmed) da Batı Karahanlılarına yardıma gelmiş ve netice itibarıyla mağlup olan Karluklar Maveraunnehr'den tamamen çıkarılmışlardır.

Ali Han'ın 1160 yılında vefat ettiği anlaşılıyor. Yerine kardeşi II. Mesud Han (Ebu'l-Muzaffer Mesud b. el-Hasan) hükümdar olmuştur. Onun, "Kılıç Tamgaç Han" unvanı ile de bilindiği anlaşılmaktadır. Sindbaz-Nâme'ye göre onun hükümdar olduğu sırada ülkede karışıklıkların hüküm sürdüğü, fakat kısa bir müddet zarfında bu karışıklıklara son verdiği anlaşılıyor. Daha sonra Nahşeb, Kiş, Çağaniyan ve Tirmiz'de Karluklar'a karşı harekatta bulunmuş, bundan başka Oğuzlar ile de mücadele etmiştir. O, başta Buhara olmak üzere imar faaliyetleri yanında, san'at ve ilim hâmiliği ile de meşhurdur. Bu âlimlerin en meşhurları, Muhammed b. Ali Suzenî-i Semerkandî ile Muhammed b. Ali ez-Zahirî el-Kâtib es-Semerkandî'di.

Tarih-i Buharo'nın kaydına göre Mesud Han'ın 1178 yılında öldüğü anlaşılıyor. Yerine yeğeni IV. İbrahim b. el-Hüseyn Han hükümdar olmuştur. Adına bastırılmış sikkelerden anlaşıldığına göre İbrahim, Arslan Han ve Küç (Güçlü) Arslan Han unvanlarını kullanmıştır. Zamanında bazı mühim ilmî faaliyetlerin yapılmış olması istisna edilirse faaliyetleri hakkında hemen hemen hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Sikkelerinden anlaşıldığına göre 600 (1203-1204) yılında ölmüş olmalıdır. Gerçekten de İbnü'1-Esîr 601 (1204) tarihinde Batı Kara-hanlılar'ı tahtında hükümdar olarak onun oğlu Osman Han'ı göstermektedir. Osman Han, Batı Karahanlılarının son hükümdarıdır (1204-1212). Onun zamanı Harizmşahlar devletinin büyük bir siyasî kuvvet olarak görüldüğü zamana rastlamış olup, bu yıllarda Tekiş oğlu Harizmşah Muhammed bir taraftan İslâm dünyasında ve tabiatıyla Batı Karahanlı sahasında, diğer taraftan da o zamana kadar Kara Hıtayların hâkim bulundukları Orta Asya'da hakimiyeti elde etmek için mücadeleye girişmiş bulunuyordu. Osman Han bu mücadele döneminde kendisinin iyi bir siyaset adamı olduğunu göstermek fırsatını da bulmuştur.

Bu cümleden olarak, bidayette henüz Kür Han'a (Kara Hitaylar'a) bağlı bulunan Muhammed Harizmşah, Gurlular'ı sindirmek üzere Kür Han tarafından gönderildiğinde, Osman Han da Harizmşah'a yardım etmekle vazif elendirilmişti. Fakat Osman Han, Kür Han'ın emrine rağmen, müslüman Gurlular'ın Kara Hıtayların hâkimiyeti altına düşmemeleri için bütün gayretini sarfetmiştir. Yine de Kür Han ile münasebetlerini devam ettirmiş ve hatta onun kızı ile evlenmek talebinde bulunmuştur. Bu talebi reddedilince, bu defa Muhammed Harizmşah ile ittifak etmiş ve bu ittifak neticesinde birlikte, Kara Hıtaylar himayesinde bulunan Buhara'yı zaptetmişlerdir (1207). Daha sonra ise Kara Hıtaylar'a yenilmesine rağmen, yaptıkları affedilmiş ve daha önce reddedilen isteği kabul edilerek, Kür Han'm kızı ile evlenmiştir (1210). Bunu takiben değişen siyasî şartlar onu yeniden Muhammed Harizmşah ile bir ittifak yapmaya mecbur etmiştir. Bu ittifak ile ilgili olarak o, bu defa da Harizmşah'ın kızı Han Melik (Melek ?) ile evlenmiş ve o dönemlerde umumiyetle Türkler'de âdet olduğu üzere bir yıl kayınbabası evinde kalarak, ancak 1211 yılında ülkesine dönebilmiştir.

Fakat, ülkesine döndüğü zaman, Harizmşah'ın Semerkant naibinin keyfî hareketlerine şahit olunca, Kara Hıtayların son zamanlardaki durumunun hiç de iyi olmamasına rağmen yeniden Kür Han'a tabiî olmaya karar vermiştir. Bu şekilde Harizmşah'lar ile münasebetler giderek daha da gerginleşir. Neticede 1212 yılında Semerkant'ta Harizmlilere karşı bir isyan patlak verir ve Osman Han'm teşvikiyle şehirdeki bütün Harizmliler kılıçtan geçirilir. Bu haberin Harizm başkentinde duyulması üzerine Muhammed Harizmşah ordusu ile Semerkant'a gelmiş ve bir süre devam eden muhasarayı müteakip şehri zaptederek Osman Han'ı da esir almıştır. Osman Han, Harizmlilerin kendi ülkesinde Karahanlılara tahakküm etmeye kalkışmalarından dolayı bütün Harizmlilere kızgm olduğu gibi, Harizmli bir kadına da hakaretlerde bulunmuştur. Bu yüzden, atfedilebileceği beklenirken, karısının teşvikleri sonunda idam edildi. Bu fetih ve idam hareketini müteakip Semerkant şehri Harizmşahlar devletinin başşehri haline gelmiş ve Batı Karahanlılar devleti de sona ermiştir (1212).

Link to comment
Share on other sites

e - Doğu Karahanlılar Devleti:

Yusuf Kadir Han'm ölümünden sonra Karahanlı tahtına oğlu Süleyman Arslan Han (1032/1056-1057) geçmişti. Ancak yukarıda kısaca izah edildiği gibi, batıda cereyan eden hâdiseler sonunda devletin batı toprakları İlig Han Nasr'ın oğulları eline geçince, Kadir Han oğulları da doğuda ellerinde kalan topraklarla iktifa etmek mecburiyetinde kaldılar. Bu bakımdan "Şerefüddevle Ebû Şucâ" lakabını taşıyan Süleyman Arslan Han, doğu Karahanlılarının da ilk hükümdarı oldu. Onun saltanatı zamanında doğuda gayri müslim Türkler'e karşı çetin savaşlar yapıldığı anlaşılıyor. Hatta bu savaşlar o zamanki Karahanlı Türk muhitinde o derecede yankılar yapmıştır ki, bu olaylar destanlar hâlinde anlatılır hâle gelmiş ve bu destanlara ait bazı parçalar Kaşgarlı'nın Divan'ında da yer almıştır. Buna göre Karahanlılar kuzeydoğuda Yabaku, Basmıl ve Çomul'lar, hatta muhtemelen Yimek'ler ile mücadele etmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Karahanlı ordularına komuta ettiği anlaşılan Bekeç Arslan Tegin Gazi'nin kazandığı seferler ile önce Yabakular yenilmiş, tutsak alınan başbuğları Büke Budraç öldürülerek tehlike bertaraf edilmiştir. Yabakularla yapılan bu savaşlar sırasında, Yabaku tehlikesi yüzünden Karahanlılar ile anlaşma imzalayıp Hakan'a sadakat yemini eden ve savaşta da Karahanlı ordusunda yer alan Basmıl ve Çomullar daha sonra bu anlaşmayı bozmuşlarsa da Arslan Tegin'e yenilerek itaat altına alınmışlardır. Bu suretle bütün Balkış ve Alagöl yöresinin de hiç değilse bir müddet için Karahanlı hâkimiyeti altına girdiği anlaşılıyor. Eğer ifade edildiği gibi Fergâna'nın Isfara kasabası yakınlarındaki Varuk kayalıkları üzerinde kazılmış Kitabe gerçekten bu savaşların bir hatırası olarak yazdırılmış ise, bu hâdiseler 1041-1042 yıllarında vuku bulmuş olmalıdır. Ayrıca 1043'te Bulgar ile Balasagun arasında göçebe olarak yaşayan on bin çadırdan oluşan bir Türk topluluğunun İslâmiyeti kabul etmesi de, yukarıda sözü edilen mücadelelerin Karahanlılar lehine neticelenmesinden hemen sonra vuku bulmuşa benzer.

İşte doğuda beliren bu tehlikeler ve bunun tabiî neticesi olarak yapılan savaşlar, ister istemez bütün dikkatlerin bu yöne çevrilmesine sebep oldu. Bu yüzden de büyük ihtimalle Süleyman Arslan Han, devletin batısında meydana gelen gelişmeler ile meşgul olma fırsatı bulamadı ve İlig Hân oğullarının batıya tamamen, hâkim olması önlenemedi. Doğuda cereyan eden olaylarla, onu takip eden yıllarda meydana gelen devletin ikiye bölünmesi hâdisesinde bu olayların oynayabileceği role de şimdiye kadar hiç işaret edilmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, başta Süleyman Arslan Han olmak üzere Yusuf Kadir Han'ın oğulları doğudaki gaileleri bertaraf ettikten sonra, aralarında işbirliği yapmak ve faaliyet sahalarını belirlemek için bir araya geldiler (1043-1044). Buna göre artık yalnız Doğu Karahanlılar'ın hükümdarı olarak kalmış bulunan Süleyman Arslan Han Balasagun ve Kaşgar bölgelerini doğrudan idare edecek, kardeşi Muhammed Han Tıraz ve İsficab'da, öteki kardeşi Mahmud Han da devletin en doğusundaki topraklarda onun adına hüküm süreceklerdi Herhalde Batı Karahanlılarına karşı da müşterek hareket ediyorlardı. Gerçekten onların bir müddet sonra Fergâna'nın bir kısmı ile Özkent'i ele geçirmeyi başardıklarını görüyoruz.

Süleyman Arslan Han, kaynakların ifadesine göre âdil ve dindar bir hükümdar idi. Âlimlerin dostu ve hâmisi olarak tanınmıştı. O yüzden her taraftan âlimler onun katına gelirler, lütuf ve ihsanına mazhar olurlardı. Böyle olmasına rağmen, bilemediğimiz bir sebepten dolayı kardeşi Muhammed ile anlaşmazlığa düştü. Aralarında yapılan bir savaşta da yenilerek esir düştü. Ağabeyini hapse attıran Muhammed, kendini büyük Kağan ilân etti. Ancak bu da onbeş aylık bir hükümdarlıktan sonra (1057-1058), yerini büyük oğlu Hüseyin'e terketti. Ancak, İbrahim adlı bir başka oğlunun anası bu işe razı olmadı ve tahtı kendi oğluna kazandırmak maksadıyla kocasını zehirlediği gibi, ailenin pek çok ferdini de ortadan kaldırttı. Böylece taht gerçekten İbrahim b. Muhammed Han'a kalmış oldu. İbrahim'in saltanatı yıllarında (1057-1059), Batı Karahanlılarının büyük hükümdarı ve adaşı Tamgaç Han İbrahim, doğudaki bu aile çekişmesinden faydalanarak Fergana'yı tekrar zaptettiği gibi, Şaş ve Tünhas'ı da ele geçirdi.

Doğu Karahanlı hükümdarının bazı iç gaileler yüzünden devletin batısı ile ilgilenme ve bu saldırılara cevap verebilme fırsatını bulamadığı anlaşılıyor. Hakikaten o bu sıralarda, anasının da teşviki ile, Barsgan hakimi Ymal Tegin üzerine yürümüş, lâkin yapılan savaşta yenilerek öldürülmüştür.

Onun ölümünden sonra Doğu Karahanlı tahtına Yusuf Kadir Han'ın üçüncü oğlu Tuğrul Karahan Mahmud (1059-1075 ?) geçti. Onun, bu yıllarda Kaşgar hakimi bulunan müstakbel Büyük Kağan Ebû Ali Hasan b. Süleyman ile birlikte, Batı Karahanlılarına kaptırılan toprakları yeniden zaptetmek için, 1068'den sonra Şemsü'l-Mülk'e karşı savaş açtığını görüyoruz. Bu savaş iki taraf arasındaki sınırı yeniden düzenleyen bir anlaşma ile son buldu. Buna göre sınır Sir-Derya'yı takiben Batı Karahanlılarına bırakılan Hocend'e ulaşıyor ve Fergana'nın hemen tamamı Doğu Karahanlılarının eline geçiyordu.

Tuğrul Kara Han Mahmud zamanı hakkında başka bilgimiz yoktur. Onun ölümünden sonra yerine oğlu Tuğrul Tegin Ömer geçti. Fakat bu da bir-iki aylık hükümdarlıktan sonra Kaşgar hakimi Ebû Ali Hasan tarafından ele geçirilmiş, ordusu da Hasan'a sadakat yemini etmiştir.

Bu suretle Tavgaç Buğra Kara Hakan Ebû Ali Hasan Doğu Karahanlılarının büyük kağanı oldu. Onun büyük kağan oluşu 1075 yılında olmuş ise de, daha babasının ölümünden (1056-1057) itibaren Kaşgar hâkimi bulunmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Pritsak'm daha önce söylediği gibi, bu sıralarda Kaşgar artık mühim bir kültür merkezi hâline gelmişti. Bunda, Karahanlıların hâkimi bulunduğu öteki sahalarda zaman zaman huzursuzluk ve iç mücadelelerin baş göstermiş olmasına rağmen, daha babası Süleyman Arslan Han zamanından beri Balasagun ve bilhassa Kaşgar bölgesinde oldukça müstakar bir idarenin kurulmuş olmasının şüphesiz büyük rolü vardır. Bu itibarla Süleyman Arslan Han'm katma pek çok âlimin geldiğini bildiğimiz gibi, oğlu Ebû Ali Hasan'ın da bu bakımdan şöhret bulduğu ve katma âlimlerin geldiği anlaşılıyor. Bunlardan biri de şüphesiz Balasagun'lu Yusuf Has Hacip olup, meşhur eseri Kutadgu Bilig'i 462 (1069-1070) yılında Kaşgar'da yazarak ona ithaf etmiştir. Zamanının bir başka âlimi de Ebu'l-Fütuh Abdülgafir b. el-Hüseyin el-Almaî olup (ölm. 1093), onun bugüne kadar ulaşmayan Tarih-i Kaşgar adlı eseri de bu zamanda kaleme alınmıştır. Hatta Kaşgar'dan çok uzakta eserini yazmış olmasına rağmen Kaşgarlı Mahmud'un, Divanu Lugati't-Türfc'ünün de aynı kültür muhitinin bir mahsulü olarak ortaya çıktığı muhakkaktır.

Ebû Ali Hasan'ın 496 (1102-1103) yılma kadar hüküm sürdüğü anlaşılıyor. Ancak, oldukça uzun sürdüğü görülen bu saltanat dönemi hakkında bildiklerimiz pek fazla değildir. Selçuklu Sultanı Melikşah 1089'da Ozkent'e geldiğinde, Ebû Ali Hasan da onun hâkimiyetini tanımak mecburiyetinde kalmıştır. Bundan bir müddet sonra, yukarıda da işaret edildiğt gibi, kardeşi ve Atbaşı hâkimi Yakub Tegin, Semerkant tahtına geçmiş ancak Melikşah'ın yeniden gelişi üzerine Atbaşı'ya kaçmak zorunda kalmıştı. Hasan, Melikşah'ın buyruğu üzerine, onun kardeşi üzerine yürüyüp Melikşah Yakub'un kendisine teslim edilmesini istemişti. Hasan ilk önce buna yanaşmadı ise de, Sultan'ın ikinci defa Ozkent'e gelmesi üzerine bu teslime razı olduğunu bildirip onu Ozkent'e doğru yola çıkardı. Ancak çok geçmeden Ebû Ali Hasan'ın Karahanlı ailesinden Tuğrul b. Yınal tarafından tutsak edildiği haberi geldi. Bu durumda Melikşah, Yakub Tegin ile bir anlaşma yaparak, Tuğrul ile mücadeleyi ona bıraktı.

Bundan sonraki gelişmeler hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak öyle anlaşılıyor ki, Kavgaç Buğra Han Ebû Ali Hasan kısa bir müddet sonra bu tutsaklıktan kurtulup yeniden tahta oturmuştur. Yarkent'te 474 veya çok daha muhtemel olarak 494 (1100-1101) yılında düzenlenen mahkeme kaydından anlaşıldığına göre bu tarihte hayattadır ve oğullarından Çağrı Tegin Ebû Musa Harun onun adına Yarkent ve havalisini idare etmektedir. Onun Togan Tegin Ebu'l-Muzaffer Me'mun adında bir başka oğlunun varlığı da ifade edilmiş ise de, bu husus şüphelidir.

Ebû Ali Hasan'a oğullarından Ahmed'in halef olduğu anlaşılıyor. Ahmed Han, 1105 yılında Halîfe el-Müstazhir Billâh'a bir heyet göndererek berat istemiştir. Onun bu isteğini yerine getiren Halîfe, kendisine hil'at ile birlikte Nurûddevle lâkabını da tevcih etmiştir. Ahmed'in 1128'lerde Kara Hıtayları da yenerek onların batıya doğru ilerlemelerini bir müddet için durdurduğu da ifade edilmektedir.

Onun oğlu ve halefi II. İbrahim Han, Batı Karahanlılarında da sık sık görüldüğü üzere ülkesinde bilhassa göçebe unsurların sebep olduğu iç karışıklıkları önlemek ve güçlük çekmesi üzerine, Kara Hıtaylardan yardım istemek mecburiyetinde kalmıştır. Bu davet üzerine Balasagun'a gelen Kara Hıtaylar bir daha bu şehirden çıkmamış ve böylece Balasagun Kara Hıtayların başşehri olmuştur. Bu durumda, tamamen Kara Hıtaylara tabiî bir duruma düşen İbrahim Han, Kaşgar'dan Doğu Karahanlı devletini idare etmek durumunda kalmıştır. Daha sonra (1141'de) Batı Karahanlüan devleti de Kara Hıtaylar'm Hâkimiyeti altına girdikten sonra, 1158 yılında isyan eden Kartukları cezalandırmak için Batı Karahanlı hükümdarına yardım etmek üzere kendisinin Kür Han tarafmdan Maveraünnehr'e gönderildiğine yukarıda işaret edilmişti. Bu olaydan sonra onun zamanı hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur. Cemal Karşî, onun hakkında "eş-Şehid" tabirini kullanıyor ise de, ne zaman ve nerede şehid düştüğünü tesbit etmek mümkün olmamıştır.

Kendisinden sonra, "Arslan Han" unvanı ile hüküm sürdükleri anlaşılan oğlu II. Muhammed Han ile onun oğlu Yusuf Han zamanlarında devletin durumu hakkında hiçbir bilgi edinmek mümkün olmuyor. Cemal Karşî "Ebu'l-Muzaffer"lâkabınıı da taşıdığı anlaşılan Yusuf Han'm 1205 yılında öldüğünü ve Kaşgar'da hükümdarlar mezarlığına (Cenbezetü'l-Hakaniyye) defnolunduğunu kaydetmektedir.

Onun vefatı yıllarında oğlu II. Muhammed'in (Ebu'1-Feth Muhammed b. Yusuf) Kür Han'm sarayında rehin bulunduğu anlaşılıyor. Fakat bir müddet sonra, Orta Asya'ya kısa zaman da olsa hâkim olan Nayman devleti kurucusu Küçlük Han, Kara Hıtayları yenerek son hükümdarlarını esir aldığı zaman, III. Muhammed'i de Kür Han'm sarayından kurtarıp Doğu Karahanlı tahtına oturmak üzere Kaşgar'a göndermişti. Fakat, aynı sırada Kaşgar'm ileri gelen aileleri tarafından şehirde büyük bir isyan çıkarılmış ve bu isyanın liderliğini yapan beyler, Doğu Karahanlılarının bu son temsilcisini daha şehre ulaşamadan öldürmüşlerdi (607/1210-1211). Bunun üzerine Küçlük Han, Kaşgar üzerine giderek şehri almış ve bir çok isyancıyı öldürmüşse de böylece Doğu Karahanlılar devleti de son bulmuştur.

f -Fergana Hanlığı ve Karahanlıların Sonu:

Anlaşıldığına göre 1141 yılında Kara Hıtaylar'ın Maveraünnehr'i istilâ etmelerinden sonra, Fergana'da merkezi Özkent şehri olmak üzere bağımsız bir Karahanlı devleti daha meydana gelmiş ve bunun hükümdarları umumiyetle "Tuğrul Kara Hakan" unvanını taşımışlardır. Kaynaklarda, bu devletin ilk hükümdarı olarak Batı Karahanlı hükümdarlarından Ali Han ile II. Mesud Han'ın kardeşleri Hüseyin Han (el-Hüseyin b. el-Hasan) kaydedilmektedir. A. V. Yakubovşky tarafından neşredilmiş olan Hüseyin Han'ın türbe kitabesinde kendisinin "Celaluddünya ve'ddin" lâkabı yanında Türkçe "Alp Kılıç Tonga Bilge Türk Tuğrul Hakan" unvanı da bulunmaktadır. Cemal Karşî'-nin kaydına göre kendisi 1156 tarihinde vefat etmiş ve 1152 yılında yaptırıldığı anlaşılan bu türbeye defnedilmiştir. Görünüşe göre kendisinden sonra Fergana tahtına oğlu Tuğrul Han Mahmud geçmiş olmalıdır. Kendisinin ne kadar hükümdarlık yaptığı kesinlikle belli olmamasına rağmen 1164 tarihinde ölmüş olmalıdır.

Zira 1164'ten itibaren Özkent'te basılmış sikkelerin Hüseyin Han'ın ikinci oğlu "Nusretüddünya ve'ddîn" İbrahim Han adına darbedildiği görülmektedir. Bu İbrahim Han'ın 1178'de IV. İbrahim Han unvanı ile Batı Karahanlı tahtına geçtiğine yukarıda işaret edilmiş ve kendisinin son Batı Karahanlı hükümdarı Osman Han'm da babası olduğu belirtilmiştir.

İbrahim Han, Batı Karahanlı hükümdarı olduktan sonra Fergana tahtına kendisine tabî olarak kardeşi Nasr Han'ın oturduğu anlaşılıyor. Bu sonuncusu, adına "Tuğrul Han" unvanı ile kesilmiş sikkelerden anlaşıldığına göre 1168-1173 yılları arasında Fergana tahtında bulunmuş olmalıdır. Fergana tahtına Nasr Han'dan sonra oğlu Muhammed Han oturmuş görülüyor. Muhammed Han adına 578 (1182-1183) yılında kesilmiş paralar mevcut olduğuna göre kendisinin bu tarihlerde hükümdarlığının devam ettiği anlaşılmaktadır. Ancak Muhammed Han'dan sonra adına "Uluğ Sultan Kadir Hakan" unvanı ile para bastırılmış olan hükümdarın adı ve kimliği bizim için meçhul ise de 1209-1212 yılları arasında Özkent tahtında bulunan bu zatın, Batı Karahanlıları hükümdarı Osman Han'ın idamından sonra Muhammed Harizmşah tarafından itaate davet edildiği bilinmekte, ancak akibetinin ne olduğu bilinememektedir.

Sülâlenin bundan sonraki tarihi bizim için şimdilik tamamiyle meçhuldür. Pritsak, Moğol istilâsı yıllarında Yedisu bölgesinde hüküm süren Karluk devletinin başında bulunan hükümdarların "Arslan Han" unvanını taşımış olmalarına bakarak, bunların da Karahanlı sülâlesine mensup bulunabileceklerini belirtmekte ise de bu durum henüz kesinlik kazanmamıştır.

KARAHANLILARDA DEVLET TEŞKİLÂTI

a)Hâkimiyet Anlayışı ve Hükümdar:

Karahanlılar Devleti'nin teşkilâtı hakkında bilgi vermeye çalışırken, ilk önce bu dönemin hâkimiyet anlayışı üzerinde durmak, konunun daha iyi anlaşılması bakımından faydalı olacaktır. Zira, devlet teşkilâtının hemen her kademesinin tanziminde bu hâkimiyet anlayışının büyük payı olduğu muhakkaktır.

Bilindiği gibi eski Türklerde hâkimiyet anlayışı, hükümdarda tanrı bağışı olan bazı vasıfların varlığını kabul eden bir anlayıştır. Buna göre, idare etme hakkı, Türk hükümdarlarına Tanrı tarafından bir ilahî lütuf olarak bağışlanmıştır. Bir başka söyleyişle hükümdar, Tanrı irade ettiği için, yani kendisine Kut (Devlet, Baht, Hükümranlık hakkı) ve Ülüğ (Kısmet) verdiği için hükümdar olmuştur ve siyasî iktidar hakkına sahiptir. Yani onun, devleti idare etme hak ve salâhiyetinin kaynağı ilâhîdir. Bu bakımdan Türk Kağanı âdeta göğün yeryüzündeki temsilcisi gibidir.

Bu anlayış, İslâm halifesini veya onun adına hüküm süren hükümdarları, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak telakki eden İslâmî anlayışa tamamen benzemekte olup, Türklerin, İslâm dinini benimsemelerinde bu anlayışın da büyük tesiri olmuştur.

Yukarıda ana hatları ile işaret edilen Türk hâkimiyet anlayışının Asya Hun İmparatorluğu zamanından beri, yüzyıllar boyunca Türk devlet idaresinin temel unsuru olarak kaldığı da malûmdur (B. Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, II, ; İ. Kafesoğlu. Türk Millî Kültürü) Bu cümleden olarak, Karahanlılarda da aynı anlayışın varlığı açıkça görülmektedir. Bunu en güzel delili de Yusuf Has Hâcib'in ünlü siyaset kitabına Kut kelimesi ile ilgili olarak verdiği Kutadgu-Bilig adıdır. Bilindiği üzere burada Kutadgu kelimesi Kutatmak mastarından yapılmış bir isim olup, mânâsı da "Kut'a eriştiren, Kutlu Kılan" demektir.

Yusuf Has Hacib'in XI. yüzyıl Karahanlı hâkimiyet telakkisi hakkında verdiği bilgilerden, Türk hükümdarının göğün altındaki bütün ülkelerin ve insanların tek hâkimi olarak farzedilmesi inanışının da bu dönemde yaygın olduğu anlaşılmaktadır ki, tarihte geniş fetihler şeklinde beliren Türk Cihan Hâkimiyeti anlayışının temel felsefesini de ilâhî menşeli bu telakki teşkil etmiştir. Ancak, bu telakkiye rağmen Türk hükümdarları asla insan üstü birer varlık sayılmamışlardır. Esasen Türk telakkisi Kut'a nail olmuş bir hükümdarın ancak buna uygun hareket ettiği müddetçe hükümdar olarak kalabileceği tarzındadır. Diğer taraftan, öyle anlaşılıyor ki, Türk hâkimiyet telakkisi siyasî iktidarın kaynağını Tanrı'ya bağlamakla hükümdarı yaptığı işlerden dolayı Tanrı katında sorumlu tutmuş ve bu suretle, bu gün Millî İrade denilen yüksek kontrol otoritesi meselesini de üstün kültürleri sayesinde kendilerine göre halletmişler ve insanları da hükümdarın şahsî insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmışlardır. Öyle olunca da Türk hükümdarı elbette hiçbir sorumluluk taşımayan müstebit biri değil, öncelikle Tanrı'ya ve sonra da Törü (Kanun) yoluyla idaresi altındakilere karşı sorumlulukları olan ve bu sorumlulukları yerine getirebildiği müddetçe hükümdar kalabileceğini bilen biri oluyordu. Bir başka söyleyişle hem Türk hükümdarının kendisi hem de idare edilenler, onun insan üstü bir varlık değil, normal bir insan olduğunu ve idare salâhiyetinin bazı şartlarla tahdit edilmiş bulunduğunun farkındadırlar.

B)Hükümdar ve Ailesi:

Karahanlı devrinde Türklerin ideal hükümdar tipi, onların erdem olarak kabul ettikleri yüksek ahlâkî değerleri ve diğer üstün vasıfları şahsında toplayan kişidir. Bu erdemlerin, Kut gibi hükümdara Tanrı'nın ilâhî bir lütfü olarak verildiğine de inanılıyordu. Bu yüzden de hükümdarların Kut'a nâiliyetlerinin devamı, bu erdemlere sadece sahip olmakla değil, bunların icaplarına göre hareket etmekle mümkün olabiliyordu. Karahanlılarda gördüğümüz bu telâkkiler, kaynağını Türk tarihinin derinliklerinden alan inanışlardır.

Buna göre hükümdar'dan beklenen başlıca vazifelere gelince:

1- Tarih boyunca Türk devlet anlayışının ve idare felsefesinin temelini, halkı zengin kılarak refah içinde yaşatmak teşkil etmiştir. Bu anlayışı Göktürk Kitabelerinden itibaren çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Dolayısıyla aynı anlayışın Karahanlılarda da bütün canlılığı ile devam ettiği görülmektedir. Hatta Yusuf Has Hacib'e göre bu dönemde hükümdarların idare ettikleri kitleyi aç bırakmamaları , yani müreffeh kılmaları âdeta Tanrı buyruğu olarak telâkki edilmiş ve bunu yerine getirmedikleri takdirde, Tanrı katında mesul tutulmuşlardır . Onun kaydettiği, "Tanrı senin boynuna bir emanet yüklemiştir. Bu emaneti gözet, zira onu sana soracaktır» şeklindeki ifade bu konuda yeterli bilgi vermeye kâfidir."

Yusuf'un kaydettiği; "Ey devletlû hükümdar! Eğer kullarından fakirlik adını kaldıramazsa bir kimse nasıl Bey (hükümdar) olur?" şeklindeki ifade de halkı müreffeh kılmanın, fakirlikten kurtarmanın, hükümdarlığın icabı olduğunu göstermektedir. O hâlde bir hükümdar çıplak olanı giydirmeli, aç olanı doyurmalıdır. "Zira, halkın zenginliği hükümdarın zenginliği demektir. Bu bakımdan da iyi bir Bey'in kendi menfaatini değil, halkın menfaatini düşünmesi gerekir. Çünkü, Bey'in menfaati halkın menfaatinin içindedir".

Yusuf'un şu sözlerine bakarak söylemek mümkündür ki, hükümdarlık; daha geniş bir ifadeyle devlet, halk içindir ve devlet de her şeyden önce idare edilenlerin kamını doyurmak ve sırtını giydirmekle mükelleftir. Onun, Kün Togdı'nın şahsında, muvaffak olmuş bir hükümdar için söylediği, "Ey âdil, temiz ve halım bey! Tanrı sana akil, bilgi ve bir çok faziletler verdi. Her türlü iyilik için sana tevfik verdi. Halkın karnı tok ve sırtı pek oldu" şeklindeki sözleri de başarılı idarenin ölçüsünün halkı doyurmak ve giydirmek olduğunu göstermektedir.

2-Tarihi Türk hâkimiyet telakkisinde olduğu gibi, Karahanlılar devri idare felsefesinde de hükümdarlarının ikinci mühim vazifesi Törü'yü (Kanunları) düzenleyip tatbik ederek dirlik ve düzeni sağlamak, adaleti temin etmek idi.

Anlaşıldığına göre Türk idare anlayışı, kanunu tebaanın hakkı olarak görmüş ve tıpkı doyurma ve giydirme gibi, iyi kanunlar yapılıp bunların adaletle uygulanmasını da devletin var oluş felsefesinin temeli saymıştır. Bununla ilgili olarak Yusuf Has Hacib'in, "Devletin direği, sağlamlığı, temeli, esası ve kökü iki şeye bağlıdır. Bunlardan biri halkın hakkı olan kanun, diğeri de hizmette bulunanlara dağıtılan paradır" demesi, aynı anlayışın Karahanlılar döneminde de titizlikle uyulması gereken temel bir görüş olarak muhafaza edildiğini göstermektedir.

Yine Kutadgu-Bilig'de yer alan, "Hükümdarlık ve büyüklük çok iyi bir şeydir. Fakat daha iyi ve büyük olan kanundur. Ama asıl mühim olanı ise kanunu eşitlikle tatbik etmektir" şeklindeki ifade, söz konusu dönemin kanun ve adalet anlayışı hakkında kâfî derecede fikir vermektedir. Diğer taraftan Kaşgarlı Mahmud'a göre, Türklerin Törü kelimesine kanun (örf, gelenek) manasının yanında "İnsaf" manası da vermiş olmaları dikkat çekicidir (2). Buna dayanarak söylemek mümkündür ki, Türk nizam anlayışı, törü'ye "İnsaf" gibi bir mânâ da vermek suretiyle, halkın hakkı olan törü'yü (kanunu), zora karşı insanları insafla himaye eden bir hükümler birliği gözüyle görmektedir. Demek ki, Türkler kendilerini bir kişinin (hükümdarın) veya kişilerin insafına değil, törü'nün insafına teslim etmiş oluyorlardı ki, ancak çağdaş hukuk anlayışında ifadesini bulan Kanunun üstünlüğü'nü çok eski dönemlerde gerçekleştirmek suretiyle, bu konuda da medenî üstünlüklerini göstermişlerdir.

3- Savaş gücünü daima muntazam ve kuvvetli bulundurarak fetihler yapmak da tarihî geleneğe uygun olarak Karahanlı hükümdarlarının en önemli vazifelerinden olmuştur. Zira, öyle anlaşılıyor ki, bütün eski Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlılarda da devletin

savaş gücüne dayanıyordu. Yusuf Has Hacib'in, "Eğer ülke tutulursa kılıç ile tutulur, eğer ülkeye hükmedilirse kalem ile edilir" demesi de şüphesiz bu anlayışın bir ifadesidir.

Diğer taraftan, 940'lardan sonra artık tam manâsıyla bir müslüman hükümdarı olmuş olan Karahanlı Hükümdarlarının gaza ve cihad yapmaları yani kâfir illerini İslama açmaları da gerekmektedir. Bu konuda da Yusuf'un, "Ordu ile bu düşman kâfirini ez. Silahını kâfire çevir. Kâfir ile dövüşerek ölmek, ölüm değildir. Onların putlarını kır, yerine mescid yap, İslâmiyeti aç, şeriatı yay" demesi, müslüman Karahanlı hükümdarlarının bu konudaki vazifelerinin ne olması gerektiğini de göstermektedir. Gerçekten de Karahanlı hükümdarlarının çoğu bu uğurda mücadele vermişler, şehid olanları olduğu gibi, pek çoğu da el-Mücahid, el-Gâzî gibi sıfatlarla anılmışlardır.

Netice itibariyle diyebiliriz ki, ilk önce Karahanlı hükümdarları da tarihî Türk telakkisine uygun olarak ülkeler fethetmek ve buralarda Kut'un icabı olan dünya nizamını kurmakla vazifeli kabul edilmişlerdir. Diğer taraftan, İslâm hükümdarları olarak cihad edip İslâm dinini yaymak da onların başlıca vazifelerinden olmuştur.

4- Hükümdarların Reaya (vatandaş, teb'a, halk) ile münasebetlerine gelince: Yusuf Has Hacib'in tesbit ettiği Türk idare felsefesine göre, idare edilenlerin hükümdar üzerinde üç temel hakkı bulunmaktadır. Bunlar :

• Paranın ayarını korumak (yani iktisadî istikrarı koruyarak, geçim sıkıntısı çektirmemek),

• Halkı âdil kanunlarla idare etmek, zorbalığa ve tahakküme yer vermemek (kanun hâkimiyetini sağlamak),

• Bütün yolları emniyet altında tutarak, haydutların ve yol kesicilerin ortaya çıkmasına meydan vermemek (dirlik ve düzeni sağlamaktır).

Bunlara mukabil, aynı tespite göre hükümdarın da halk üzerinde üç temel hakkı vardır. Bunlar da :

• Hükümdarın emirlerine hürmet etmek ve bunlar ne olursa olsun derhal yerine getirmek (bugünkü mânâda devletin kanun ve nizamlarına mutlaka itaat etmek),

• Hazinenin hakkını gözetmek ve zamanında vermek (vergi borcunu zamanında ödemek, vergi kaçırmamak),

• Hükümdarın (devletin) dostuna dost ve düşmanına da düşman olmak (ve şüphesiz gerektiğinde dostluğun ve düşmanlığın icabı olan vatanî vazifeyi yerine getirmektir).

Yukarıda kısaca işaret edildiği gibi Karahanlılar devri idare anlayışı da tarihî Türk idare anlayışına uygun olarak devletin temel vazifesini teb'anın karnını tok sırtını pek kılmak olarak görmüştür. Fakat görüldüğü üzere Türk idare felsefesi bununla da yetinmemiş, devleti (hükümdarı), doyurup giydirdiği teb'asına hayat pahalılığı çektirmemek, onları âdil bir idare altmda, dirlik ve huzur içinde yaşatmakla da mükellef kılmıştır. Buna karşılık devletin (hükümdarın) halktan bekledikleri ise, en basit vatandaşlık vazifeleri olmaktadır.

Görülüyor ki, günümüzde bile bazı devletlerin, vatandaşlarına karşı yerine getirmeyi devletin temel vazifeleri hâline koyamadıkları bu hususları Türk idare felsefesi en az bin yıl önceden, karşılıklı hak-hukuk anlayışı içinde esaslı prensiplere bağlamıştır. Dolayısıyla, bu konuda da üstün bir kültür ve nizam anlayışının müessisleri olmuşlardır .

Temel hususiyetlerini ve vazifelerini izah etmeye çalıştığımız Karahanlı devletinin başında bulunan hükümdarların Uygur hükümdar ailesine mensup bulunduklarını ve Yağma'ların başında batıya gelerek Kaşgar merkez olmak üzere devletlerini kurduklarını yukarıda kaydetmiştik.

Bu hükümdarların lâkap ve unvan, hutbe, sikke, başkent, saray, otağ, taht, tâc, çetr, bayrak, tuğ (hem tuğ hem nevbet manâlarında) ve hil'a gibi hâkimiyet alâmetlerinin tamamını zaman içinde kullandıklarını görüyoruz.

Kullandıkları başlıca unvanlar Tonga (Tona), İlig, Buğra, Arslan, Kara, Kadir, Kılıç, Tamgaç (Tafgaç, Tabgaç), Hah, Hakan ve Terken gibi Türkçe unvanlardır. Bunlardan Terken unvanının bilahere hatunlar için de (tıpkı Osmanlı dönemindeki Sultan unvanı gibi) kullanıldığını görmekteyiz ki, bundan alınarak Terken Hatun tabirini kullanmışlardır. Ayrıca çoğu zaman bu Türkçe unvanların bir kaçını bir arada kullanıldığı da görülmektedir.

Hükümdarlık ailesi mensuplarına gelince: Türklerin, daha Hunlar zamanından beri tanıdıkları Katun tabirinin Karahanlılarda da (çoğu defa Hatun şeklinde) kullanıldığını görmekteyiz. Az önce işaret edildiği gibi bunun Terken unvanı ile birlikte Terken Hatun şeklinde kullanılması yaygın olup, bu unvan öteki Türk devletlerinde de (bilhassa Selçuklular ve Harezmşahlarda) kullanılmıştır. Ayrıca, Karahanlı sarayındaki kadınlara Kunçuy ve Katun Kunçuy unvanları da verilmiştir. Hakanlı Şehzadelerine ise umumiyetle tigin lâkabı verilmiş olup, bu da birtakım başka sıfat ve unvanlar ile birlikte kullanılıyordu (çoğu tigin, küç (güçlü) tegin vb. gibi). Ayrıca bekeç kelimesinin de şehzade unvanlarından olduğu .görülmektedir.

c)Saray Teşkilâtı:

Hükümdarın ailesi mensupları ile birlikte ikamet ettiği bir mesken olmaktan ziyade, devletin idare edildiği merkez demek olan Saray'da bulunan devlet memurları ve bunların başlıca vazifeleri şöyle idi:

Ulu Hâcib: Büyük Hâcib, (Ulug Hâcib) veya Baş Hâcib demek olan Ulu Hâcib'in, emrindeki diğer Hâcib'ler ve bıruk (buyruk) unvanı verilen memurlardan müteşekkil genişçe bir kadronun ifa ettiği başlıca vazifeler şunlardı:

• En yüksek rütbeli beylerden en yoksul kimselere kadar herkesin derdini dinlemek, gerekiyorsa huzura arzetmek, değilse sadece isteklerini hükümdara iletip, aldığı cevapları ilgililere ulaştırmak. Bir başka söyleyişle, hem hükümdar ile hükümet ve hem de hükümdar ile halk arasındaki teması sağlamak, (Kaşgarlı Mahmud'a göre bu işler çok itimat etmeyi gerektiren işlerden olduğundan Türkler Hacib'e Tayangu diyorlardı ki, kendisine güvenilen, dayanılan, itimat edilen demek oluyordu).

• Mezalim gününde, (Şikâyeti olanların hükümdar huzurunda veya hükümdar adına yapılan duruşmalarında) maruzatı olanları veya haksızlığa uğrayıp adalet talebinde bulunanları huzura çıkarmak.

• Merasimlerde ve toplu kabullerde huzura çıkan devlet büyüklerini ve öteki ilgilileri, bıruklar vasıtasıyla rütbelerine göre yerleştirmek (teşrifat işlerini, protokol merasimlerini yerine getirmek).

• Yabancı elçilerin her türlü işleri ile meşgul olmak.

Kapucubaşı: Sarayda Tayangu (Ulu Hâcib)'dan sonra gelen en büyük devlet memuru idi. Başlıca vazifeleri ise şunlardı:

• Çeşitli hizmetler için saraya adam almak,

• Her türlü saray hizmetlilerinin huzura takdimi, onların tayin ve terfileri ile bütün şahsî problemlerini çözmek,

• Bütün saray hizmetlerinin usulünce yürütülmesini sevk ve idare ederek, gerekli kontrolleri yapmak,

• Gerek sarayda gerekse saray dışında, her türlü tehlikeye karşı hükümdarın şahsî korunmasını sağlamak.

Emîr'i Candar: Hükümdar ve sarayın muhafazasma memur muhafızlara, yatgak ve turgak gibi Türkçe adlar verilirken, bilâhere Farsçadan alınarak bunlara candar denilmiş olup, bunların âmiri olan emîr-i candar, kapucubaşının emrinde sarayın gece ve gündüz nöbet işlerini ve saray dışında hükümdarın korunması işini yürütürdü.

Silâhdar: Kapucubaşının emrinde, sarayın silahhanesini idare eder, silâh yapımı işlerini yürütür ve ayrıca hükümdarın silâhlarının da bakın ve muhafazasını yaptırırdı.

Alem Başlar Er (Alemdar) : Alemdar da Kapucubaşının emrinde bulunan saray vazifelilerindendi. Barış zamanlarındaki vazifeleri hükümdarın bayrak ve sancaklarını hazırlamak, muhafaza etmek veya merasimlerde ve memleket gezilerinde yürüyüş kolunun gerekli yerinde taşımak idi. Savaş zamanı ise savaş saflarının önlerinde bulunarak, harekâtın sevk ve idaresinde en önemli unsurlardan biri olarak vazife almaktı.

Aşpaşçı (Aşçıbaşı, Hûnsâlâr): Karahanlı sarayının mühim makamlarından birinin de aşçıbaşılık olduğu anlaşılıyor. İlk önceleri Türkçe unvanı ile (Aşbaşçı) bilinirken, sonradan bilhassa Batı Karahanlılarında Farsçanın tesiri ile Hânsâlâr unvanı ile de söylenmiştir.

Kapucubaşının emrinde vazife gören aşçıbaşıların başlıca vazifelerine , gelince:

• Mutbah'ın sevk ve idaresi ile, yemeklerin pişirilmesine nezaret etmek,

• Hükümdarın sofrasını veya ziyafet sofralarını kurdurmak, kapucubaşının denetiminde yemekleri huzura çıkarmak,

• Yemekleri mutlaka vaktinde, usulü dairesinde ve yeteri kadar takdim etmek,

• Takdim ettiği yemeklerin temiz ve bilhassa zehirlenmelere karşı emin olmasından kapucubaşı ile birlikte sorumlu bulunmak olarak belirlenmektedir.

İdişçibaşı (İçkicibaşı) : Anlaşıldığına göre mevki itibarıyla aşçıbaşından sonra idişçibaşı gelmektedir. Türkçe kadeh, bardak ve benzeri şeyler manâsındaki İdiş sözü ile ilgili olan ve içkicibaşı demek olan idişçibaşı, adından da anlaşılabileceği gibi hükümdar sofrasının veya sarayda tertiplenen ziyafetlerin meşrubatını hazırlamak ve sunmakla vazifeli olanların başında duran kimsedir.

Aşçıbaşı gibi, en emin kimselerden seçildiği anlaşılan idişçibaşının başlıca vazifeleri ise :

• Lüzlumlu bütün meşrubat ile macun, hazım ilâcı ve müshil gibi şeylerin hazırlanmasında kullanılan malzemeyi tedarik etmek veya bunları bizzat hazırlamak,

• Gerek hazırladığı meşrubatı gerekse ilgili malzemeyi daima kilit altında ve emniyette bulundurmak (zehirlenmelere karşı),

• Sofrada bulundurulması gereken yaş ve kuru meyve, çerez ve benzeri şeyleri hazır bulundurmak,

• İçki, meyve, macun ve benzerlerini, zamanında Kapucubaşının kontrolünde sofraya takdim etmek ve emrinde bulunan "boşgut"-ları (sakiler veya yamaklar) vasıtasıyla sofrada bulunanlara ikram etmek, olduğu görülmektedir.

İlbaşı (Emir-i Ahur, Seysşbaşı) : Bu makamda bulunan kimse, saraya mahsus has ahırların hizmetlerini gören teşkilatın başında bulunan kimse olup, vazifesi hükümdara mahsus atların ve sair savaş hayvanlarının yetiştirilmesi ve bakımını sağlamak idi. Vazifesini kapucubaşının emrinde yürütürdü.

Câmedar : Türkçe karşılığına bu dönem metinlerinde rastlayamadığımız câmedârın vazifesinin, saray terzihanesini idare etmek, başta hükümdar ve ailesi mensupları olmak üzere diğer saray ilgililerinin elbiselerini diktirmek ve muhafaza etmek idi. Bu da kapucubaşının emrinde vazife görürdü.

Diğer Müteferrik Saray Hizmetlilerine Gelince:

Bunlardan döşekçiler, Selçuklu sarayındaki ferraşların vazifesini görmekte olup, bunların başında bulunan kimseye "Ordu-başı" denilirdi. Bu teşkilatın başlıca vazifesi; yatak, yorgan, yastık, minder ve perde işleri başta olmak üzere sarayın bütün mefruşat işlerini temin etmek, sermek ve muhafaza etmek idi.

Saray vazifelilerinden Tuğcuların iki esaslı vazifesi vardı. Bunlardan biri hükümdarın resmî hâkimiyet bandosunu (Nevbet Takımını) teşkil ederek günde üç veya beş defa saray kapısı önünde mehter marşları çalmak. İkincisi ise hâkimiyet sembollerinden olan tuğları hazırlayıp, lüzumu hâlinde usulüne uygun yer ve şekilde taşımak idi.

Kuşçu'lar ise, Osmanlılardaki doğancılar gibi, hükümdarın av doğanlarını yetiştirmek ve onları av esnasında kullanmakla vazifeli idiler.

Kişçiler, muhtelif kürk hayvanlarının avlanması ve derilerinden kürk hazırlanması işini yaparlardı.

Bunlardan başka, sarayda okçular ye yaycılar olarak adlandırılan askerî birliklerin de varlığı görülmektedir ki bunların, nöbet hizmetini gören yatgak ve turgaklar dışında kalan kapukulu askerleri. olduğu anlaşılmaktadır.

d)Merkez ve Taşra Teşkilâtı:

Yuğruş (Vezir): Karahanlı teşkilâtında hükümdar adına çeşitli devlet işlerini yürütmekle vazifeli merkez teşkilâtının başmda, Türkçe unvanı yuğruş olan bir vezirin bulunduğu görülmektedir. Ancak, üzülerek belirtmek gerekir ki, bu merkez teşkilât hakkında fazla bilgi sahibi değiliz.

Yusuf Has Hacib'in kayıtlarından anlaşıldığına göre Karahanlılarda bir kimseye vezirlik tevcih edilirken ona, makamı ile mütenasip bir unvan ile tuğ, davul, zırh, hil'at, süslü eğer takımı, at ve şüphesiz hepsinden mühim olarak da vezirlik mührü verilmektedir. Ayrıca vezir'e siyah ipekten bir çetr de veriliyordu. Diğer taraftan vezirlere makamları ile mütenasip dirlikler verildiğine dair de Kutadgu-Bilig'de bazı imalar mevcuttur.

Vezirlerin başlıca vazifelerini de :

• Memleketi tanzim ederek, doğru kanunlar ile idare edip, düzeni sağlamak,

• Halkı huzura kavuşturmak, halka kötü ellerin musallat olmasını önlemek ve dolayısıyla hükümdarının adını iyilikle yaymak,

• Zengin bir devlet hazinesi meydana getirmek, ülkeyi genişletmek,

• Hizmetinde bulunanlara iyilik ve adaletle muamele etmek, şeklinde özetlenebilir.

Aslında bunların tamamı devletin (dolayısıyla hükümetin) vazifeleri olup, vezir de bu vazifeleri hükümdar adına ve bir nevi hükümet başkam olarak yerine getirmekle mükellef idi.

Yağru (vezîr), aslmda Başvezir (sadrazam) makamını temsil eden en yüksek hükümet görevlisi olup, emrinde de, günümüz kabinelerine benzetebileceğimiz bir büyük divan bulunur, bu divan idarî işleri görüşerek kararlar alır ve bunları hükümdara arzedip onun olurunu aldıktan sonra uygulamaya koyardı. Bu büyük Divan'a bilhassa Selçuklu müelliflerinin Meclis-i Alî adını verdikleri de bilinmektedir.

Bu divanda vazife alan diğer vezirlerin başkanlığını yaptığı divanlara gelince:

Agıçı (Hazinedar)'nın başkanlığındaki divanın, Selçuklulardaki istifa divanı gibi, devletin malî işlerini yürüttüğü anlaşılmaktadır. Agılık, Tavarluk ve Kaznak gibi muhtelif adlarla anılan hazinenin her türlü gelir-gider hesaplarını tutmak, Imga denilen tahsildarlar vasıtasıyla devlet alacaklarını tahsil etmek ve verilen emirlere göre devlet harcamalarını yapmak bu teşkilâtın başlıca vazifelerindendi.

Tamgaçı (mühürdar)'nm başkanlığındaki divan ise, hükümdarın ve idarenin iç ve dış yazışmalarını yürütürdü. Bu divanda Bitigçi ve Ilımga unvanlı kâtipler vazife görürlerdi.

Adalet işlerinin herhangi bir divana bağlı bulunup-bulunmadığı hakkında bilgi mevcut değil ise de mezalim mahkemeleri, kadılar ve ordu kadıları (kadı asker, kazasker) vasıtasıyla bu hizmetlerin yürütüldüğü bilinmektedir.

Askerlik işleri de, Selçuklulardaki Divan-ı Arız veya Arz gibi işleyen bir divan tarafından idare edilir, Ay Bitiği denilen ve askerlerin aylık ücret ve tahsisatlarının kaydedildiği defterler bu divan tarafından tutularak, asker yoklamaları, kayıt ve silinmeler bu defterlere göre söz konusu divan tarafından yapılırdı.

e)Taşra Teşkilâtı:

Yukarıda da işaret edildiği gibi Karahanlı Devleti, daha ilk kuruluş yıllarında, tarihî Türk devlet idaresi geleneğine uygun olarak iki büyük idarî kısma bölünmüştü. Umumiyetle bunlardan doğuda kalan kısmın başında Hakan bulunur ve her türlü idarî selâhiyeti elinde bulundurur; Batı kısmını da hakanın hükümranlığı altında, aynı aileden bir hân, ona bağlı olarak idare ederdi. Ayrıca, her iki kısım muhtelif eyalet veya vilâyetlere ayrılır, bunların başında da çoğu zaman hanedana mensup kimseler veya devlet idaresinde tecrübe kazanmış valiler bulunurdu.

Hanedan üyesi şehzadeler veya valiler tarafından idare edilen vilayet veya eyaletlerdeki taşra idaresinin arzettiği duruma gelince; buralarda da adalet işlerinin kadılar tarafından yürütüldüğü bilinmektedir. Malî işlere, Batı Karahanlılarda Âmiller, Doğu Karahanlılannda ise Imga'lar bakıyordu. Ayrıca şehirlerde halk tarafınan seçildiği bildirilen reislerin ve belediye işlerini murakabe eden muhtesiplerin varlığı anlaşılmaktadır. Reislerin seçilmeleri ve vazifeleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Muhtesiplere gelince, vazifeleri daha çok İslâmın vecibelerinin yerine getirilmesini sağlamak, bunlara uymayanları cezalandırmak ve bir de belediye işlerini, usta-çırak, üretici-tüketici münasebetlerini murakabe etmek olan muhtesipler, taşra idaresinde mühim rolleri olan idarecilerdi. Tayinleri hükümdar veya vezir tarafmdan yapılırdı.

Diğer taraftan şehir ve kasabalarda kale komutanları ile emirlerindeki askerî birlikler emniyet ve asayişi sağlamakla vazifeli idiler.

Şehirler ve kasabalar arasında muntazam işleyen bir posta teşkilâtı mevcut olup, eşkinci denilen postacılar her türlü resmî haberleşmeyi bu teşkilât vasıtasıyla yürütürlerdi.

Köy ve oba gibi küçük birimlerde ise devletin resmi vazifelilerinden başka, boy, oba ve oymak beyleri ile muhtelif işleri yürütmekle vazifeli kimseler de vardı. Meselâ köylerde veya göçebe oymakların başında Kökyuk unvanlı kimseler vardı ki, günümüz muhtarlarına benzetilebilir. Yine köyün büyüğü ve tanınmışı olup, kaynaklardan köylülere içme suyu dağıtmakla vazifeli olan tudunların da mevcudiyeti bilinmektedir. Kaşgarlı, köy büyüğünün işlerinde ona yardımcı olan ve kendilerine çoban denilen kimselerden de bahsetmektedir.

f)Askerî Teşkilât:

Karahanlılarda ordu'nun, Selçuklularda olduğu gibi başlıca dört ana unsurdan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bunlar da :

• Saray Muhafızları,

• Hassa Ordusu,

• Hanedan mensupları ile valilerin ve diğer devlet adamlarının kuvvetleri,

• Devlete bağlı Türk teşekküllerine mensup kuvvetler (çiğil, karluk, uğrak vb.).

Saray muhafızlarının yatgak ve turgaklardan ibaret olduğu anlaşılıyor. Bunlardan yatgaklar gece nöbetlerini tutmakla vazifeli muhafızlar olup, adları da geceyi nöbet tutarak geçirmek demek olan yatmak mastarından gelmektedir. Bu tabir Selçuklular başta olmak üzere öteki Türk Devletlerinde de kullanılmış olup, yatakçı tabiri XVII. yüzyıla kadar Osmanlılarda çarşı, bedesten ve mahalle bekçileri için kullanılmıştır. Turgaklar ise, gündüz nöbetlerini tutmakla vazifeli saray muhafızları idi. Bunlar küçük yaşta hizmete alınan ve bir kısmı savaş esirlerinden, çoğu da devlete bağlı öteki teşekküllerden devşirilerek yetiştirilen elemanlar idi.

Mahiyeti hakkında fazla bilgi sahibi olamadığımız Karahanlı Hassa Ordusunun da saray muhafızları gibi hükümdarm şahsma bağlı ve ücretli askerlerden meydana geldiği anlaşılıyor. Bunların da temini ve yetiştirilmeleri saray muhafızları gibi idi. Sayıları hakkında kesin bir şey söylemek mümkün görülmüyorsa da Bundârî'deki bir kayıttan anlaşıldığına göre Batı Karahanlılarından Muhammed Arslan Han'm (1102-1130) Hassa ordusu onikibin Türk Gulâmdan müteşekkildi. Diğer taraftan Yusuf Has Hacib'in, "Onikibin kişilik ordunun büyük bir kuvvet olduğu" şeklindeki kaydına bakılırsa bu miktarın, Hassa ordusu başta olmak üzere muhtelif komutanlar emrinde bulunan askerî birlikler için âdeta standart bir ölçüyü de ifade etmiş olması ihtimalden uzak değildir.

Gerek saray muhafızlarının gerekse hassa ordusunun öteki birliklerinin maaş vesair istihkaklarının ise bir divan tarafından idare edildiği ve bu divandaki kayıtlarının Ay Bitiği adı verilen künye defterletinde tutulduğuna yukarıda işaret edilmişti.

Hanedan mensupları ve valiler ile öteki devlet adamlarının idare merkezlerinde de tıpkı hükümdarın kapukulu askerleri gibi askerî birliklerin varlığı ve bir savaş vukuunda, ihtiyaca göre bunların da bir araya gelmesiyle asıl ordunun teşekkül ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, ihtiyaç duyulduğunda devletin sınırları içinde yaşayan çeşitli Türk topluluklarından da askeri kuvvetler meydana getiriliyordu. Nitekim, bilhassa Karluklar ile Çigillerden teşkil edilen askerî birliklerin zaman zaman Karahanlı askerî kuvveti arasında önemli bir yer işgal ettiği bilinmektedir.

Karahanlı ordusunun sefer hâlindeki durumuna gelince: Ordunun önünden Yezek adı verilen öncü kuvveti gider, bunun önünde de Yelim denilen küçük keşif kolları yer alırdı. Ayrıca ordunun sağında, solunda ve arkasında da emniyeti sağlamakla vazifeli birliklerin gittiği kesinlikle bilinmekte ise de bunlara hangi adların verildiğini tesbit etmek mümkün olmamıştır.

Diğer taraftan geceleri de düşmanın gözcülerini ve ileri karakollarını yakalamak üzere keşif kolu olarak bir atlı bölük gönderilir ve bu birliğe de Tutgak denilirdi.

Ordunun konakladığı yere Han Toyı denilir, ve tıpkı günümüz ordularının mevzi keşif ve seçiminde olduğu gibi mahfuz, otu ve suyu bol olan yerlerin konaklama yeri olarak seçilmesine dikkat edilirdi. Ordugâhlarda mükemmel bir parola sistemi uygulanırdı ki, onların parolaya im dediklerini de biliyoruz. Sakçı denilen ordugâh nöbetçileri birbirlerini bu parola ile tanırlar, parolayı bilmeyenleri ise derhal öldürürlerdi. Ayrıca düşman tarafından dil yakalamaya çok önem ve rilir ve bunun umumiyetle gece yapılmasına gayret edilirdi.

Diğer taraftan Karahanlılar, geceleyin gidip düşmanı ordugâhında basan atlı askere akıncı diyorlar ve bu usulle de pek çok galebe elde ediyorlardı. Yine, gönderilen akıncıların gece baskını yaparak düşmanı ansızın yakalamak üzere kararlaştırılan yere basığ, bununla ilgili olarak düşmanı aniden ordugâhında bastıran kuvvete de basımcı diyorlardı. Ayrıca, gece savaşları için orduda meşaleciler de vardı.

Karahanlılarca, çarpışmak üzere mevzi almış bir ordudaki asker saflarına çelik ve saf tutmaya da çerik tüzmek denilmekte olup, asker mânâsmdaki çeri sözü de buradan gelmektedir. Yine bu safları teşkil etmekle vazifeli askeri görevlilere de çavuş deniliyordu.

Savaştan önce yiğitler, atlarının kuyruklarını ipekle örerek bağlıyorlardı ki, savaşta veya yolculukta at kuyruğu bağlamanın Türklerde çok yaygın bir âdet olduğu malûmdur. Ayrıca, mızrakların ucuna tanguk denilen bir ipek parçası da takılırdı ki birbirini tanımak maksadıyla yapılan bu işin de Türklerde yaygın olduğu bilinmektedir.

Yine beçkem denilen ve yaban sığırı kuyruğu veya ipek kumaştan yapılan bir çeşit püskülün de askerler tarafından takınıldığı yahut atlarına takıldığı görülüyor ki, yiğitlik alameti olarak kullanıldıkları anlaşılıyor.

Bütün Türklerde olduğu gibi, Karahanlılarda da uzaktan ok atarak savaşa başlanırdı. Birliklerden bir kısmı ihtiyat kuvveti olarak ayrılır ve bu kuvvete yetüt denilirdi.

Ordudaki en küçük askerî birliğe otak denilir ve muhtemelen bir çadıra sığacak kadar (bir manga) mevcudu olan bu birliğe otak başı komuta ederdi. Daha sonra Hayl (takım) ve on otak geliyordu ki, on otak başı, Memlukler'deki yüzler emiri gibi umumiyetle yüz kişilik bir birliğe komuta ederdi. Daha sonra herhalde bin kişilik askerî birlik ve nihayet tümen (onbin) gelirdi. Dolayısıyla Türklerdeki eski On'lu askerî teşkilâtın Karahanlılarda da büyük ölçüde devam ettiği anlaşılmaktadır.

Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlılarda da, binlikten daha büyük askeri birliklere komuta eden komutanlara Subaşı denildiği bilinmektedir. Selçuklularda olduğu gibi, Karahanlılarda da bir Subaşı'nın komutasında bulunan askerî kuvvetin miktarmın dört-bin ile onikibin arasında değiştiği söylenebilir.

Burada, enteresan bulduğumuz için Yusuf Has Hacib'in iyi bir Subaşı'nda bulunması lazım geldiğine işaret ettiği özelliklerin neler olduğunu da kaydetmek istiyoruz :

• Onun yüreği harpte arslan yüreği, dövüşürken de bileği kaplan bileği gibi olmalıdır,

• Domuz gibi inatçı, kurt gibi kuvvetli, ayı gibi azılı ve yaban sığırı gibi kinci olmalıdır.

• Aynı zamanda kızıl tilki gibi hilekâr olmalı, deve aygırı gibi öç gütmelidir,

• Kendisini saksağandan daha dikkatli tutmalı, kaya kuzgunu gibi daima uzağı gözetmelidir.

• Arslan gibi hamiyyeti yüksek tutmalı, baykuş gibi geceleri uykusuz geçirmelidir.

Bu vasıflara sahip olması istenen Karahanlı komutanlarının emri altındaki ordunun silahlarının neler olduğuna gelince: Bunların başında ok ve yay gelmekte olup, ateşli silahlar icat edilinceye kadar ok'un Türklerin millî silahı mahiyetini koruduğu bilinmektedir. Ayrıca Süngü (mızrak), kılıç, balta, hançer, topuz, tolga, zırh ve kalkan da bu ordunun başlıca hücum ve müdafaa silâhlarındandı.

Link to comment
Share on other sites

  • 1 yıl yıl...

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...