Jump to content

Sevgim acıyor


mavikiz

Recommended Posts

'Sevgim acıyor'

"Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ Dikey ve yatay mutsuzluktan/ Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun/ sevgim acıyor." Güzde değiliz, kıştan çıkalı da epey oldu, bahar yerini yaza bıraktı bırakacak... Öyleyse bana ne oluyor? Size olan neyse o oluyor. Turgut Uyar'ın ilk bölümünü okuduğunuz 'Acıyor' şiirindeki gibi içim acıyor. Yine Uyar'ın bir şiirini anarak 'Güz avlanıp gidiyor işte' deyip duruyorum.

İçimde kötü başlayan ve kötü geçeceğini hissettiğim yaza dair bir güz kokusu, güz korkusu var. Bu yaz bu güz korkusuyla yanıp kavrulacağız sanki. Mevsimlerin suçu yok bunda. Her zaman 'Mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar'ın şiiri yazılmaz ya, bazen de 'insanların mevsimlere yaptığı fenalıklar'dan söz etmeli.

"Ne denmelidir bilemiyorum/ sevgim acıyor". Umuda yolculuk kimseyi bir masalın sonuna kadar ******üremiyor. Gökten üç elma düşmüyor. İki yıl önce, 70 civarında mülteci adayının ümidi, soğuk bir kış gecesi Ege'nin karanlık sularında batmıştı. Günlerce o geceyi, küçücük ve bozuk bir motora tıka basa doldurulan ve hepsi de 'dünyanın zencileri' olan yoksulların o andaki çaresizliğini, kimsesizliğini düşünmüştüm. Ceplerindeki son para gibi son umutlarını da yitirmiş halde karanlığını dibini boylarlarken, denizin üstüne küçük fısıltılar gibi yayılan imdat çığlıklarını yüreğimde duymuş, utanmıştım.

Sonra niceleri Ege'de, Meriç'te, niceleri kamyon kasalarında havasızlıktan boğuldu. Biz uyurken, eğlenirken, sevişirken, yani umudumuz varken onlar umutsuz yolculuklarını noktalıyorlardı. Geçen hafta Osmaniye-Gaziantep otoyolunda, Afgan ve Bangladeşli 44 yoksul daha dolduruldukları kamyonda uykusuzlukla umutsuzluk arasında giderken kaderleriyle çarpıştılar. Kader ya da kaza ne fark eder? 44 yoksulun balıklar gibi yanyana atılmış halde sergilenen cesetleridir gerçek olan. "Baştan sona kader siyah döşenmiştir" onlar için, yolu da siyahtır onların umudu da, tıpkı yaşamları ve ölümleri gibi. Sanki hep bayramlıklarını giyinmiş gibi 'mutlu' görünmeyi becerenlerin yanında, onların hayat diye giyindikleri de siyahtır, ölüm diye soyundukları da, kader diye çarptıkları da. Siyah unutkanlık. Siyah bir anı ne kadar hatırlanabilir ki zaten?

Bizim 'umuda yolculuğumuz' da siyah bir anıya benzemiyor mu? Kader gibi siyah. Güzle korkutulmuş bir coğrafyanın çocukları olarak dışımız yaz olsa neye yarar? İçimize güz gömleğini böyle giyinmişken yaza çıksak, kendimizi avutacak serin sözler bulabilir miyiz? Hava kurşun gibi ağır, evet. Karanlığın bombaları bir bir içimize düşüyor, aramıza düşüyor. Cumhuriyet gazetesine düşüyor, Danıştay'a düşüyor, çocukların kalbine düşüyor, halkların, inançların, dillerin ortasına düşüyor. Her düşen bombayla birlikte biz de düşüyoruz, birbirimize düşüyoruz. Umuda yolculuğun suya düştüğü gibi biz de karanlığa düşüyoruz. Yahya Kemal'in dizesiyle 'Vatan semtinin ormanları kuytu'laşıyor gün günden.

Başka bir dünya mümkün mü bilmiyorum ama 'başka bir Türkiye' mümkün görünmüyor. Erkin Koray "Elimde sarı madenden bir boru/ gidiyorum güneşin battığı yere doğru" derken, ne söylemek istiyordu, bunu da bilemiyorum, fakat 'umudun battığı yere doğru' gittiğimizi hissediyorum. Demokratikleşme, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve biraz nefes alma çabasına karşı hepimize güzümüzü gösterecekler: "Hatırlarım susuz bir yaz geçmişti bir tarihte/ herkesin bu yüzden bir yerlere göçtüğü/ biz çok azdık bir yerlere göçemedik/ olduğumuz yerde kaldık/ yazın susuz geçtiği o tarihte/ sonra bizi kaldırdılar oradan beni de/ yol yalnızdı hayvanlar da biz de/ bir baktık inanılmaz/ her yanımız gece/.../ demek ki güz avlanıp gidiyor/ öyleyse sıra kimde" diyor Turgut Uyar.

Yaz bitti, üstelik haziran bile olmadan bitti. Umuda yolculuk yarım kaldı, bir bütünleme gibi yolcuları güz sınavı bekliyor. Güz böyle içimizdeyken, 'öyleyse sıra kimde' diye kim sorabilir? Güzün karanlık denizlerinde boğulmuş tarihimiz bizi bekliyor.

Haydar Ergülen

Link to comment
Share on other sites

Aşkın mevsimi

'A be şair/bizim de bir çift sözümüz var aşka dair/o meretten biz de çakarız biraz...' Şiirin sonrasında, burnunun dibinden deli çığlıklar atarak avaz avaz geçen yazda, sevgilisine bir demet mor menekşe olsun ******ürememenin eski hüznüne, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bizi de ortak eder Nâzım Hikmet. Şiirin de başarısıdır bu ama, aşkın ihmal edilmezliğinin, edilirse de insanın başına neler geleceğinin en sıkı kanıtıdır. Her ne kadar "ne haltedek dostların karnı açtı/kıydık menekşe parasına" dese de şair, yoldaşlık duygusuyla aşk arasındaki çekişmeyi diyalektik bile çözemeyecektir.

Fakat diyalektiğe pek uygun bir şey var sanırım: Nar ile aşk arasındaki ilişki. Hem yoldaşlığa yer var bu ilişkide hem de aşka. Çünkü içi zengin nar, aşkı da yıllar yılı var eder. Narı bir meyve sayıp orada bırakmak olmaz. Nar, aşkın ve diyalektiğin kutsal kitabı gibidir bir bakıma da. Bir kere okumakla bitmeyen, her defasında yeni ve harikulade bir kitap okuma heyecanı ve zevki uyandıran lezzetli bir kitap.

Şimdi menekşenin mor zamanı değil, aşkın ve dostların mevsimi geçmez ama, şimdi ateşin rengiyle nar zamanı. Ege'nin kasabalarında hâlâ bütün ihtişamıyla, bir şair olsa 'şehrayin' derdi buna, İstanbul olsa 'pastırma yazı' derdi, burada 'zeytin yazı', 'üzüm yazı' demek yakışır ve dahi gerekir, bir 'son yaz' sürüyor. Nar, aşk içinde sürüyor, aşk narın içinde.

Nar ağacı bazen bir köşede çıkıveriyor insanın karşısına. Siz oralı olmasanız da çıkıyor. Bir de 'gönül gözü' var tabii. Gönül gibi, içinden ne geçiyorsa, bazen içli, bazen de içi içine sığmayan bir nar gibi diyelim, tam da ağacının, yani evinin, göğünün, çatısının altından geçerken açılıveriyor bize. En çok bu mevsimde, 10 yıldır ve diyelim ki tam da bugün 25 Ekim'de. Şiir de denebilir, "Biz yandık aşkın narına" diye de söylenebilir.

O zamanlar şehirde nar ağacı mı vardı desem, ya şehirden ya nardan ya da aşk ağacından habersiz olduğum anlaşılır. İyisi mi şehirde aşk vardı diyelim ki bundan hem nar anlaşılsın, hem de bir ateş. Belki de bütün şiirler 'nar'dan çıkar, onun içinden gelir, tekliğinden zenginleşir, çokluğundan paylaşılır, dinmeyen renginden doğru tutuşur, yani 'aşk gelince cümle eksikler biter', aşklar da şiirler gibi tamam olur.

Nara aşk gözüyle bakmak, ondaki ateşe güvenmek gerekir. Aşk bizim en hakiki, en sahici yoldaşımızdır. Kolay kolay çözülmez, sırrını ele vermez, yaralanır, örselenir, acı çeker ama ölümüne direnir.

O yüzden de narda bir aşk, aşkta bir ateş bulanların belki kendilerinden de çok güvenecekleri bir yoldaşları vardır adı 'ateş-i aşk'tır, müsebbibi, şaire göre 'çılgın nar ağacı'dır. Onu da en çok bugünlerde, eski Didim bahçesinde, bağbozumundaki üzümlerden cümleler kuran, 'sevda bir ateş buldu sende' dizesiyle yoluna çıkan nara içini açan Egeli bir kız bilir. Sanırım Ege bahçesindeki ve denizindeki diyalektiğin kadim hemşerimiz olması sebebiyle de, aşk, nar, şiir ve ateş üstüne bu güz sohbetini yazıda bu kadarla bırakıp, hayatta sürdürmek gerekir. Bunu da en iyi o egeli kızın çocukluk ve gençlik arkadaşı olan İdil bilir. Öyleyse 'a be şair/ içimizde bir nar var aşka dair' demenin Ege'de ve şehirde hem yeri hem de tam mevsimidir.

Haydar Ergülen

Link to comment
Share on other sites

Yoklar meclisi

Mevsimidir güz masasına hatıralarla oturmanın, içimiz diye bir yer varsa orada oturanlara, şimdilik bu dünyada oturanlardan bir selam yollamanın. Bilirim, içimizden hiç kimse, hangi şarkıyla çağıralım onları güze diye sormaz. İçimizdeki herkes hiçbir şey bilmese de o şarkıyı unutmaz: 'Evvel giden ahbaba selam olsun erenler'.

Bu yıl güz erken indi kasabaya. Akşamın ansızın çökmesi gibi. Güzün ve akşamın bir sızı gibi uğuldamaya başladığı saatlerde, şiirleri ve öyküleriyle güz yoldaşlarımdan olan Onur Caymaz aradı. Bir güz masası kurmak için sözleştik yakında. İyi de 'yoklar meclisi olmadan güz masasına oturabilir miydik?' Elbette, onlarla oturacaktık. Onur dedi ki: "Otursak, Turgut ve Edip reislerden, viran bağlardan, Gülten annenin 'yağmur, yağmur bu neyi anlatır' dizesinden konuşsak..." Viran bağlar deyince, aklıma unutamadığım bir yazı geldi. Edip Cansever'in ölümünün ardından Füsun Akatlı yazmıştı: "Viran Bağ'a gidemedik. Dört yıldır her bahar Viran Bağ'a gideceğiz, gidemiyoruz. 'Seni Viran Bağ'a ******ürmeden ölecek değilim ya' demeleri boşuna. Edip öldü."

Ne zaman 'Yoklar Meclisi'nin sayısı bir daha artsa, Akatlı'nın bu cümleleri alır ******ürür beni viran bağlara. Sanki yoklar meclisi orada kurulmuş gibi. Bir de Ahmet Erhan'ın keder dolaylarından söylediği 'Bağlar Gazeli' var. Biz viran bağa sığarız sığmasına da, viran bağ buralara sığar mı bilmiyorum ama artık uzun, upuzun bir güz masası gerek bize. En çok yoklarla, hatıralarla var olacağımız bir masa. Tıpkı hepimizin bu dünyada otururken 'cemi cümle bir sofrada' buluştuğumuz zamanların anısına bu güze bir masa ayırtıyorum: 'Hey garson, kapat kapıları, yabancı gelmesin'. Güz masasında yoklar meclisi kurduğumuzu kimse bilmesin.

Onur Caymaz "Hem bu güz otuz olacağım abi. Babam çok erken öldü. Bizim tamirhanelerden konuşuruz. '1971'de yıkık manastırın orda/kalbim ki o da' demişti Behçet abi. Ondan da" dedi sonra. Onur'un babası da benim babam gibi oto tamircisiymiş. Güzel şiirlerinden birinde, bütün şiirleri güzeldir, öyküleri de, dokunaklı bir biçimde yazmıştı bunu. Onur, 'Bak hâlâ Çok Güzelsin' adlı kitabıyla da 2005 Behçet Aysan Şiir Ödülü'nü kazanmıştı. Düşündüm de, yoklar meclisinden almışız biz bütün ödüllerimizi, babalarımızdan, Behçet'ten, sonra diğer 'evvel' giden ahbaplardan. 'Onlar da bizim onurumuz' dedim mi demedim mi Onur'a, unuttum, ama yazıyorum işte, onlar hem onurumuzdur bizim hem de ödülümüz. Kimi babalığıyla, kimi yol göstermesiyle, kimi arkadaşlığı, kimi de kardeşliğiyle.

Az görüp çok özlediğim Mehmet Günsür, kederiyle yolculuğumuzu

yarıda bırakan 'ne janti abim' Necati Abacı, Haziran'da Balat'taki 'Sahil' meyhanesinde iki tek rakı içme sözünü tutamadığımız Reha Mağden, Kadıköy'deki 'Son Gemi'de bira içmek için sözleştiğimiz Cenk Koyuncu ve aslında hayatı onarmaya çalışan babalarımız ve ustalarımız. Sanki

viran bağa hiç gitmemişler gibi, içlenip içlenip 'bağlar gazeli' türküsünü usuldan mırıldanmamışlar gibi, kederin cümlesine kızıp da hiç yorulmamışlar gibi diyorum Onur, güz masasını uzun tutalım ki, seslerine, türkülerine, kederlerine de yer kalsın. Belki şu benim kayıp kedilerimden Kılçık ve bu yaz ortadan yok olan Beyaz ve adlarını bilmediklerimiz de İsmet Sungurbey'in peşine takılıp gelirler. Yoklar meclisi dediğim biraz da nuhun gemisi. Sevdiğimiz, özlediğimiz kim varsa, insan, kedi, köpek, hatta şu senin 'Mesut Diye Bir Kanarya' vardı ya, söyle o da gelsin. Hani bir şiirinde: "Benim eski dostumdu sigaradan öksüren/ simitle çayı seven seninle tanıştırdım/ balkonlarda unutulmuş susam kırıntıları/ hiç sevilmemiş bir kız vardı elleri güz/ çok üzülünce usulca giden bozguncu iskeleler" demiştin.

İşte hepsi de bizim 'ah çiçeğimiz, hatıra rengimiz' olan ahbaplarımızdan bir yoklar meclisi diyorum Onur, bu güz masasına şeref verirler, bize de biraz daha keder verirler. Versinler, onların kederi de onurumuz sayılmaz mı?

Haydar Ergülen

Link to comment
Share on other sites

Şafağın değirmeni

Değirmen diye bir metafor. Hem varoluşa çalışıyor hem yokoluşa. Şehirlerden uzak, eski filmlere yakın. Eski hayatlara da. Eskilerden şık özdeyişler üretmeye meraklı yazıcılar, bu metafordan yazılarına ne zenginlikler devşiriyorlardır, Tanrı bilir! Benim ürettiklerimse metaforun şıklığını bozmaya yarar yalnızca:

'Her hayat yıkık bir değirmendir biraz da' desem sözgelimi, sanki 17 yaşımdaymışım da bir dostuma 'şiirsel mektup' yazıyormuşum gibi anlaşılır. Anlaşılsın, 'Biz bu saçları değirmende ağartmadık' koçaklamasından iyidir.

Hayat ve değirmen bahsinde, Turgut Uyar'ın o pek kısa, ama hani derler ya 'anlayana pek uzun' şiiri 'Günler Geçer'in üstüne şiir tanımadım: "Günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni/kim bilebilir ki kimi neyi eskittiğimi/ben ne kadar önemserdim kendimi hay allah/sen ne kadar kumraldın aynalarda hay allah/temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa/gel bağışlayalım birbirimizi."

Değirmen işte, şiiri alıyor, ekmek yapıp geri veriyor, gençliği, kusurları alıp hayat diye önümüze atıyor, yolları, şehirleri, serüvenleri alıp törenler, işler, evler yapıyor bunlardan, sevinçleri, mutlulukları, kederleri, acıları alıp yılları yığıyor üstümüze, aşkları alıp ne yaptığını bilense yok, ben rastlamadım. Belki aşkları alıp anılar yapıyordur bundan da. Değirmen, hayatın metaforu değil sadece, kutsalın da metaforu, saflığın da. Yere düşmüş ekmeği alıp, öpüp başınıza koyarsınız, hayattır diye, hayat hep o ekmek gibi taze ve sıcak olsun diye. Ya hayat yere düşerse? Kim öpüp başına koyacak onu? Belki yalnızca 'Meğer ateşli bir hastalıkmış hayat' diye bir dize çıkacak bundan. Şafağın değirmeni dönerken, neleri öğüttüğünü fazla merak etmediğimiz yıllar hızla geçerken ve kimi, neyi eskittiğini kimse bilmezken. Sonra o sıcaklık, o kutsal duygu bir çocukta kalır, değirmenin öğüttükleri arasında çocuğun düşleri, hevesleri kalır, o çocuk gözler geçmişe bakar kalır.

50 yıl olmuş. Fena sayılmaz. Cemal Süreya'nın 'Üstü Kalsın' şiirinde, ki son şiiridir, Tanrıya seslendiği gibi "Ama, ayrıca aldığın şu hayat/ fena değildir" demek gelir insanın içinden. Hatta espri bile yapılabilir bu mevzuda. Gençken değil ama, yaşlanmaya yüz tutmuşken, insan doğum gününe kimleri çağırmalıdır? Düşünmeden cevaplanmalıdır: Bir Tanrıyı, bir de kendini. Saat 12'yi vurmadan Tanrı çeker gider, o tek kişilik törende resmigeçit başlar. Anlat bakalım!

Hiç anlatmamış olduğunu anlarsın birden, hiç anlamadığını da. Gözünün önüne siyah-beyaz bir 17 yaş fotoğrafın gelir, Gençlik Parkı'nın önünde: "Yıllar seni eskitememiş dostum, ifaden aynı/ yarısı tebessüm yarısı korku dolu o çehre/ suçlarımla gözgöze gelmemek içinmiş meğer/ o resimden bugüne gözlerimi kaçırarak bakışım/ hâlâ suç gibi duruyor o bakış gözlerimde". Aslında 'beceriksizlik' demek istersin ama bunu en az şairane biçimiyle de olsa süslemeden edemezsin. Babaları 'usta' olan çocuklara özgü o tuhaf beceriksizlik, zaten çocukluğundan beri elini hiç bırakmamıştır. Hayattan, işlerden, ilişkilerden, aşklardan doğru kabarık bir beceriksizlikler dosyası. Geriye o kalır, biraz da üzgün şiirler, kederli yazılarla dolu ödünç bir hayat: "Gür bir hayat gerekir şiire taramak için/ bundandır bende üzgün durması kelimelerin" dersin.

Sonra değirmen kelimeleri de öğütmeye başlar, bir umutla beklersin, sanırsın ki değirmen yıkık da olsa sana bir şiir verecektir yeniden: Heyhat! Şiir değil, gölgesini bile vermez. Vakit hayli olmuştur, değirmen kapanmak üzeredir, 50 yıl geçmiştir. Tutar, en çok sevdiğin şiire sığınırsın, "Gelmiş Bulundum" dersin, Edip Cansever'in şiiri seni yine teselli etsin istersin: "Şiirler yazdım kitaplar okudum/ Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum/ Derinlerde kaldım böyle bir zaman/ Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan/ Ey yağmur sonraları, loş bahçeleri, akşam sefaları/ Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum." "Anılar anılar belki hepsi bir kelime" de dersin belki. Şaşkınlık ve tedirginlik yüklü ifadesiyle sana 17 yaşından bakan o çocuğu da unutma istersen, ona da 'gel bağışlayalım birbirimizi' de artık, tam yeridir, belki o bağışlar seni.

Haydar Ergülen

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...