Jump to content

Atatürk'ten Anılar


BrightBlade

Recommended Posts

Büyük adam ölünce

Sene 1938, on kasım...

İstanbul üniversite'sinde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:

-efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?

-sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.

İşte o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:

-bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... Der.

(yücebaş, hilmi, atatürk'ün nükteleri-fıkraları,

Hatıraları, istanbul, kültür kitapevi, 1963, sh. 39)

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...
  • Replies 51
  • Created
  • Last Reply

İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET

Atatürk her ortamda mensubu bulunduğu Türk Milletiyle gurur duyar ve milletin onurunu en iyi şekilde temsil etmeyi görev bilirdi. O asla bu milletin evlatlarının yeteneğinden şüphe etmemiş, olumsuz koşullarla karşılaştığında bile o Türk insanını hep yüceltmiştir. Aşağıdaki anekdot da O’nun yaklaşımının sayısız örneklerinden sadece birisidir.

İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:

- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.

Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:

- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.

Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:

- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.

HAMMALLIK

Atatürk, hele askerlik sahasında su ******ürmez bir deha sahibi olduğunu dünya tasdik etmişti. İngiliz Devletinin Birinci Dünya Harbine ait Resmî Savaş Tarihi Anafartalardan bahsederken;

“ Bütün mukadderatı mavi gözlü bir Miralay değiştirdi” der. Atatürk ecnebi dili bakımından hiç de iyi durumda değildi. Sözünün kıramayacağı en yakınından birisi ki; birkaç, ecnebi dil bilirdi – Atatürk'teki Fransızca'nın bile pratik bakımından çatpatlığına bakarak bir gün Atatürk'e sorar:

— Siz hiç yabancı dil bilmediğiniz halde nasıl dâhi oldunuz?

Atatürk cevap veriyor:

YAVRUM, SEN DÂHİYİ YABANCI DİL BİLENLERDE ARIYORSAN BEYRUT'A GİT. ORANIN HAMALLARI EN AZ YEDİ YABANCI DİL BİLİR.

TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM

Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.

- Binbaşı mısınız?

- Hayır.

- Albay mı?

- Hayır.

- Korgeneral mi?

- Hayır.

- Peki nesiniz?

- Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:

- Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..

BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Yazı devriminden sonra(1928),Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce,O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı.

Aslında,adlandırmada geç kalınmıştı.

Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra,bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti:

-Yurdu kurtardınız.Şimdi ne yapmak istrerdiniz?

Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti:

-Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak,en büyük amacımdır.

Ondan sonra Atatürk nerede görünse,mutlaka orada bir okula girer,öğretmen ve öğrencilerle konuşurdu.

Birgün Atatürk'ün yolu köy okuluna düştü.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordu.

Atatürk sınıfa girince,öğretmen kürsüsünü terk etti.

Atatürk:

-Hayır,yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz,dedi.Eğer izin verirseniz,bizde sizden faydalanmak isteriz.Sınıfa girdiği zaman,Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.

ATATÜRK ÜN EZANA SAYGISI

Dolmabahçe önünde demir atmış olan Savarona'nın güvertesinde, hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordu. Ufuk, minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul, camileriyle ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya, Atatürk'e son okuduğu kitabı getirmiş, yanı başında oturtuyordu. "Söyler misiniz, bana bir Münir çalsınlar," dedi Atatürk. Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra, minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı dinlediler. Füreya, başını öteye, camilerden yana çevirmiş olan Ata'nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü. Bir damla süzülmüş, yanağından aşağı akıyordu. Atatürk, uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet başını çevirdiğinde, hem ezan bitmişti, hem o kendini toparlamıştı. "Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkan yok, Füreyacım," dedi yumuşak bir sesle. "Sabah ezanını bekler, hep birlikte dinleriz Paşam," dedi Füreya.

ATATÜRK'ÜN SOFRALARI

Büyük devlet ve siyaset adam, büyük kumandan ve büyük devrimci olarak kalıcı ve yaşayan bir deha olan Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk'ün yaşamında ve anılarında büyük bir yer tutan sofraları; servis biçimleri, konukları ve fikir sohbetleriyle renklenen bir tür akademiydi.

Atatürk, yalnızlığını gidermek; dostları ile sık sık bir arada olacağı ortamı yaratmak; eğlenme, dinlenme ihtiyacını gidermek (çoğunlukla ciddi konular ve ilmi tartışmalarla geçen geceler olduğu gibi bazı gecelerde de alaturka saz getirilerek eğlenilirdi; Atatürk sevdiği şarkıları söyledikçe neşelenir ve misafirlerine dönerek sık sık kadeh kaldırırdı) görev vereceği kişileri türlü yönlerden yoklamak; gerekli durumlarda da kamuoyu oluşturmak; dostlarıyla (ve bazen düşmanlarıyla da) iç politika, dış politika, iktisadi politika, dil, coğrafya vb. birçok ilmi konular, günün önemli sorunları, devrim hareketleri, her çeşit milli sorunları tartışmak için (sofranın dağılması görüşülen konunun önemine göre olup, çoğu zaman sabahlandığı gibi erken saatlerde dağıldığı da olurdu ve ayrıca Atatürk, fikir ve kanaatlerin serbestçe açıklanması için müsamahakar kalırdı, ama, dedikodu konularına hiç müsaade etmezdi), çalışma ve uyku dışındaki zamanının çoğunu akşam sofralarında geçirmeyi bir yaşam tarzı olarak benimsemişti.

ÜÇ TÜR KONUĞU VARDI

Atatürk'ün sofralarının, çok eskiden beri ilişkisinin olduğu yakın dostları (Selanikli, uzaktan yakın akrabası da olan yaveri Salih Bozok; Selanik'ten arkadaşı olan ve Mustafa Kemal'e Kemal diye hitap edebilen iki kişiden biri olan Kurmay Albay Nuri Conker; Latife Hanım; kendisine uzun süre yaverlik yapan Cevat Abbas; koruması Kılıç Ali); günaşırı ya da hafta aşırı konukları olan düşün adamları ve gazeteciler (sofraya eşleriyle katılarak Atatürk'ün yalnızlığını gideren Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın ve Nadir Nadi) ve düşünce alışverişinde bulunmak için özel olarak davet ettiği konuklar olmak üzere üç tür konuğu vardı. Sofranın sürekli konukları olan eski askerlerin hepsi de, sofrada bile çift tabanca ile oturarak ve konukların yoğun olduğu gecelerde az içki içip dikkatlice etrafı kollayarak Atatürk'ün yakın korumalığını yapan kişilerdi. Ayrıca, bu korumalar, yurt gezilerinde de Atatürk'ün çevresinde canlı kalkan oluştururlardı . Atatürk'ün sofrasına, çağrısız girebilen tek kişi İsmet Paşa idi.

SOFRAYA ÖZEN GÖSTERİRDİ

Çok dikkatli bir insan olan Atatürk, sofraya otururken; sofra örtüsünden tabaklara, bardaklardan çatal bıçaklara varıncaya kadar her şeyin düzenli olarak yerli yerinde olmasına özen gösterirdi (sofraya oturmadan önce, çatal bıçaklarda bir düzensizlik görürse; bunu bizzat kendisi düzelterek sofraya otururdu). Sofranın karşısında, tebeşirleri ve silgisiyle birlikte bir büyük kara tahta bulunurdu. (Karşılıklı fikir ve bilgi alışverişinin yapıldığı sofradan birçok profesör, milletvekili ve bakan kara tahtaya kalkardı). Gelen davetliler köşkün bilardo salonunda toplanarak Atatürk'ü beklerlerdi. Davetlilerini bekletmemeye özen gösteren Atatürk, köşke geldiğinde davetlilere: "Hoş geldiniz" diyerek ellerini sıktıktan sonra: "Buyurun, sofraya oturalım" derdi ve sofraya oturulurdu. Eğer Atatürk, köşkün dışında bir gezintide değilse, bilardo salonuna inip bilardo oynayarak konuklarını beklerdi ve konukları gelince de bir yandan bilardo oynarken bir yandan da sohbet ederdi. Sofraya oturma zamanı geldiğinde de "Buyurun, sofrada devam ederiz" diyerek davetlilerle birlikte sofraya geçerdi.

YEMEK SEÇMEZDİ

Sofrada titizlik göstererek yemek seçmeyen Atatürk'ün, ısrarlı yemek isteği olmazdı ve çoğunlukla mönüde ne varsa onları yerdi. Yemek seçmemekle birlikte Atatürk'ün sevdiği başlıca yemekler, omlet, patlıcan, karnıyarık, yağlı fasulye diye adlandırdığı kuru fasulye idi. Patlıcan karnıyarık ile pilavı birbirine karıştırarak yemeyi çok severdi.

SOFRASINDA KİMSEYİ İÇMEYE ZORLAMAZDI

İçki olarak rakıyı ve yanında da baş meze olarak leblebi, beyaz peynir ve kavunu tercih ederdi (bira, şarap, viski ve şampanyayı nadiren içerdi). Gündüzleri ve önemli konuların görüşüleceği sofralarda içki bulundurmayan ve kahve içen Atatürk, görev başında içki içilmesini de hoş görmezdi. "Sağlığın korunması için, özellikle dimağın canlılığı, zihnin açıklığı için alkol almamalı" diyen ve içmediği günlerde, hem uyumak hem de bağırsaklarını harekete geçirmek için devamlı olarak ilaç kullanmak zorunda kalan Atatürk, sağlığı için içmemesini isteyen genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'a, "Haklısın bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki içmeğe mecburum; kafam çok, ama beni rahatsız edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor; vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum... Zihnim bir meseleye takılıyor, onu düşüne düşüne kafam şişiyor, uykum kaçıyor... İçmediğim zamanlar uyuyamıyorum, ıstırap içinde bunalıyorum. Aynı zamanda içki bağırsaklarımı da düzenliyor... " demişti. (Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında ise hiç içki içmemişti). Sarhoşluktan hiç hoşlanmayan ve hayatında hiç sarhoş olmamış olan Atatürk sofrasında, alkolün tesiri altında kalanlara fazla rahatsız olmamaları için hemen izin verirdi. Az içki içen Atatürk, sofrasında kimseyi içkiye zorlamazdı.

GENELDE KENDİNİ YALNIZ HİSSEDERDİ

Akşamları sofrasında konukları eksik olmayan ve buna rağmen, kendini genelde yalnız hisseden Atatürk, 1936 sonlarında bir gün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'a şöyle içini döktü: "Bunalıyorum çocuk, bunalıyorum.. . Ben burada bir nevi mahpus hayatı yaşıyorum. Çünkü gündüzleri ekseriye yalnızım. Herkes işinde gücünde... Benim ise çoğu günler, bütün günümü değil, bir saatimi dahi dolduracak işim yok. Şu halde ya uyuyabilirsem uyuyacağım, yahut bir şeyler yazacağım. Arada biraz dinlenmek ve hava almak ihtiyacını duyarsam şehir içinde ve dışında ancak otomobiller ile gezinti yapacağım. Ya sonra? Sonra gene bu hapishaneye döneceğim. Ve kendi kendime bilardo oynayıp, sofra zamanını bekleyeceğim. Bari sofrada değişiklik olsa... Ne gezer... Bu sofra nerede kurulursa kurulsun karşımda aşağı yukarı hep aynı insanlar... aynı yüzler... Hasılı bıktım, usandım çocuk..."

SON İSTEĞİ ENGİNAR OLDU

1938 yılının Ekim ayında, Atatürk oldukça ağır hastaydı. 29 Ekim 1938'den 7 Kasım 1938'e kadarki 10 günü yarı uyur yarı uyanık bir halde geçirerek, genellikle kendinde olmayan Atatürk, hastalığının son aşamasındaydı ayıldıkça da yulaf unundan poriç, süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyuruyordu. O günlerde Atatürk'ün canı enginar yemeği istedi. Ancak o zaman İstanbul'da bulunmadığı için Hatay'dan ısmarlanan enginarlar; ölüm döşeğinde derin bir uykuda olan Atatürk'e kısmet olmadı.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.


×
×
  • Create New...