Jump to content

Atatürk'ten Anılar


BrightBlade

Recommended Posts

Atatürk'ün Türk Birliği

1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet'in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı'nda yabancı diplomatlara yemek veriyor, davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar, Atatürk yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker'i kastederek "Bizimkiler nerede ?" diye sorar, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk'ün dışişleri bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler.

Hep beraber Ziraat Bankası'nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar, "Yaşa Gazi Paşam" şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar;

-Gazi paşam ! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler. fakat, yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler... Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya mecburuz ! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. iyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler.

Ama bir de Milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız ! Yahut benim bundan haberim yok ! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri ?

Atatürk bu soruya şöyle cevap verir;

-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır !

Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır ! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla herşeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve herşeyi ona göre yaparız... Ben Devlet Başkanıyım ! Sorumluluklarım vardır ! Bu sorumluluklarım altında konuşamam ! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.

Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye :

-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun ?

-Evet Paşam.

-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, Onu da görüyor musun ?

-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri

-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, Ben Konuşamam !

Düşün bir kere.. Osmanlı imparatorluğu ne oldu ? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu ? Daha dün bunlar vardılar.. Dünyaya hükmediyorlardı ! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı ?.. Demek hiçbir şey sür-git değildir ! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az birşey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.

Bugün Sovyetler Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var ! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir ! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler.. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir !.

İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir !

Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız !

“Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar ? Manevi köprülerini sağlam tutarak ! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür ! Bugün biz , bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz!. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi ? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur !. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli...

Tarih bağı kurmamız lazım.. Folklor bağı kurmamız lazım .. Dil bağı kurmamız lazım..

Bunları kim yapacak ?

Elbette Biz..

Nasıl yapacağız ?.

İşte görüyorsunuz , “Dil Encümenleri” , “Tarih Encümenleri” kuruluyor

Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli.. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık ! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli..

İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz ! Ama bunlar, açıktan yapılmaz ! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, Devletlerin ve Milletlerin derin düşünceleridir.

İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok ! Dil ile Tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok !. Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum.

Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir.

Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız !

Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.

Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap ! İdealler konuşulmaz, yaşanır !

İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum !

Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı.

*Olay İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü Aras, Hikmey Bayur tarafından doğrulanmıştır.

Kaynak: Atatürk'ün Avrasya Devleti/ İsmet Bozdağ

Link to comment
Share on other sites

  • Replies 51
  • Created
  • Last Reply

BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Yazı devriminden sonra(1928),Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce,O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı.

Aslında,adlandırmada geç kalınmıştı.

Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra,bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti:

-Yurdu kurtardınız.Şimdi ne yapmak istrerdiniz?

Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti:

-Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak,en büyük amacımdır.

Ondan sonra Atatürk nerede görünse,mutlaka orada bir okula girer,öğretmen ve öğrencilerle konuşurdu.

Birgün Atatürk'ün yolu köy okuluna düştü.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordu.

Atatürk sınıfa girince,öğretmen kürsüsünü terk etti.

Atatürk:

-Hayır,yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz,dedi.Eğer izin verirseniz,bizde sizden faydalanmak isteriz.Sınıfa girdiği zaman,Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.

Link to comment
Share on other sites

YAPACAKLARIMDAN SÖZ EDİN

Bir soruşturma dolayısıyla,Atatürk'ün başardığı işlerden Vasıf Çınar söz açmıştı.

Kendisine Sordu:

-Sizin en büyük eseriniz hangisidir?

Atatürk'ün kısa cevabı şu olmuştu:

-Benim yaptığım işler,biri ötekine bağlı gerekli olan işlerdir.Fakat,bana yaptıklarımdan değil,

Yapacaklarımdan söz edin.

Link to comment
Share on other sites

DEVRİM BİR ANDA OLUR YA DA OLMAZ

Atatürk yazı devrimini gerçekleştirmişti.

Yaşlı,genç,kadın,erkek tüm yurttaşlar yeni harfleri öğrenmek için gece gündüz kurslara gidiyorlardı.

Devrimi izleyen iki yıl içinde bir buçuk milyon vatandaş okur yazar olmuştu.

yazı devriminin en dikkate değer yanı,Atatürk'ün bu devrimin yerleşmesinde en ufak bir ihmali bile kabul etmemiş olmasıdır.

Örneğin bazı kimseler kendisine:

-Paşam,ilkokulların ilk sınıflarından itibaren yeni harflerle öğretime başlayalım.

O kuşakla birlikte ortaokulu,liseyi ve üniversiteyi izletelim,diyorlardı.

Atatürk bu görüş ve düşüncelerin hiçbirisine yanaşmadı. -Devrim ya bir anda olur,yada hiç olmaz,dedi.

Link to comment
Share on other sites

YURDUMUN TOPRAĞI TEMİZDİR

Kral Edvard İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı.

Atatürk rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalıydı.Kralın bindiği motor,inip çıkıyordu.

İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada,eli yere değerek tozlandı.

O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu.

Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği zaman Atatürk:

-Yurdumun toprağı temizdir,o elinizi kirletmez,diyerek Kralı elinden tutup rıhtıma çıkardı.

Link to comment
Share on other sites

Kızkardeşi Atatürk'ü anlatıyor

Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Atadan'ın, gazeteci Şemsi Belli'ye anlattığı anıları Selis Kitaplar tarafından yeniden yayınlandı. Makbule Hanım kitapta, Atatürk'ün çocukluğuna ve sonraki günlerine ait pek çok anekdotu samimiyetle aktarıyor.

Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Atadan'ın "Ağabeyim Mustafa Kemal" isimli anıları Selis Kitaplar'dan çıktı. Merhum Makbule Atadan'ın vefatından önce gazeteci Şemsi Belli'ye anlattığı anıları ilk kez 1959'da yayınlanmıştı. 1885'te Selanik'te doğan ve 1930'da Ağabeyinin emriyle Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası'na giren Makbule Hanım, kısa süren siyaset hayatının ardından köşesine çekilmiş ve 1935'te Mecdi Boysan ile evlenmişti. 1956'da vefat eden Makbule Atadan, kitapta ağabeyinin farklı yönlerini anlatıyor.

Sekiz yıl sonra eve dönüş sevinci

Makbule Hanım ve annesi Zübeyde Hanım, Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Selanik'ten İstanbul'a gelerek Beşiktaş Akaretler'de bir eve yerleşirler. Bu dönemde çeşitli cephelerde savaşan Atatürk, Makbule Hanım'ın anlattığına göre tam sekiz yıl evinden uzak kalmış. Makbule Hanım, Ağabeyinin dönüşünü şöyle anlatıyor: "İstanbula geleceğini haber aldığımız zaman sevincimize payan yoktu. On gün on gece hazırlık yaptık. Her tarafı sildik, süpürdük.. Sevdiği yemekleri yaptık. Sekiz senelik bir ayrılıktan ve zaferden sonra Ağabeyimin dönüşü bizi sevinçten deliye çevirmişti adeta. Ah! O gün.. O güzel ve mesut günü şu anda bile hatırladıkça içimde çok derin bir sızı hissediyorum."

Silahla oynarken tabanca patladı

Makbule Hanım Ağabeyi Atatürk'ün bir insan olarak çeşitli yönlerini de içtenlikle anlatır. Ağabeyinin çocukluk yıllarına dair pek çok anekdotu dile getirir. Makbule Hanım ağabeyinin çocukluk yıllarında her çeşit oyuncağa, özellikle de silaha düşkün olduğunu belirterek, daha o yıllarda askerliğe sempati duyduğunu dile getirir. Ne varki Atatürk'ün silahla oynaması az kalsın bir felakete yolaçacaktır. Atatürk, elindeki eski bir silahı temizlemesine yardım etmesi için kızkardeşini yanına çağırır. İşte o anı Makbule Hanım şöyle anlatır: "Karşısına geçtm. O elindeki lüveri temzilemeye başladı. Ne yaptı nasıl etti, bilmiyorum. Birden korkınç bir ses duydum. Annem korku ve heyecan içinde: 'Eyvah ! Kardeşini öldürdün Mustafa' dedi. Ben ise 'Ağabeyim öldü' diye ağlıyordum. Tabancanın dumanı kalkınca baktık ki ikimiz de sağız".

Fareden çok korkardı

Ağabeyi Mustafa Kemal'in köy türkülerini dilinden düşürmediğini, sanata ve sanatçılara karşı büyük saygı duyduğunu ifade eden Makbule Hanım'ın anlattığına göre çocuk Mustafa Kemal en çok fareden korkarmış. Anne Makbule hanım ise küçük Mustafa Kemal'i "Sen asker olacaksın! Asker korkar mı hiç?" diyerek teskin edermiş.

'Biri beni, diğeri mevkimi sevdi'

Makbule Hanım, Atatürk'le fırtınalı geçen bir evlilik yaşayan Uşşakızade Latife Hanım'la ilgili çok az şeyler nakleder. Atatürk'e aşık olan ve daha sonra intihar eden akrabası Fikriye de yer almaz bu anılarda. Atatürk'ün ikisi hakkında kendisine sadece şunu söylediğini nakleder: "Biri beni mevkim ve param için sevmiştir. Diğeri yalnız ben olduğum için. Yani biri mevkimi ve paramı, diğeri de hakikaten beni sevmiştir."

Enver Paşa'ya kızdı içkiye başladı

Ağabeyinin evde en çok irmik helvası ve yoğurdu sevdiğini söyleyen Makbule Hanım, kuru fasulyeye ise askeri mektepte alıştığını ifade eder. Atatürk'ün leblebi düşkünlüğü ise içkiye başladıktan sonradır. Makbule Hanım'ın aktardığına göre Atatürk'ün içkiye başlamasının nedeni Harbiye Nazırı Enver Paşa ile didişmesidir. Gerçekten de Atatürk, Enver Paşa ile savaş dönemi politikaları yüzünden çok kere karşı karşıya geldi. Alman subayların cephelerde komutanlık ve idarecilik yapmalarına şiddetle karşı çıktı.

Link to comment
Share on other sites

Gel yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten..."

Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. "Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım..."

Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar.

Altlarında, Nuri Conker in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.

İndiler. Köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Kolay gelsin"

"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz konuştu:

"Tanrı nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."

"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?"

Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun işi bu değil mi?"

Köylü Atatürk ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı: "Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?" Atatürk sordu: "Adın ne senin Ağa?" "Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..." "Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre." "Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa ya çıkmış." "Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?" "Bilmez olur muyum, beyim?" "Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul a geliyor. Florya Köşkü ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu." "Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..." Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. "E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.." Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu. "Sen ne diyorsun bey?" dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.." Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini ko*****, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi. "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.." Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı. "Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk ün canı sıkılmıştı. "Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı. "Yahu çocuk, şu Halil Ağa nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da Devlet Baba diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.." Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti: "Şimdi" dedi: "İstanbul da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı.. Atatürk, Nuri Conker e döndü: "Şimdi sen de arabayla çIkıp o Halil Ağa ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya." O akşam Atatürk ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum." Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk ün kulağynabir şeyler söyledi. Atatürk "Buyursun!" dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağ çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı: "İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi. Nuri Conker, Halil Ağa yı Atatürk ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi: " Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak." Halil Ağa ya döndü: "Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi: "Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver." Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu: "Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin?

Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..." "Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."

"Böyle demedik mi beyim?.."

"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri ye. Nuri,böyle mi dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."

"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle." Halil Ağa kekeleyerek konuştu:

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

"Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla Bırak bu sağırı diye bir laf kaçırmışım..."

Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul a geliyor, Florya Köşkü ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.."

Atatürk ün sesi iyice sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

"Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya..."

"Yalnız sağır değil, sağırın sağırı değil miydi?"

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!" Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin." Halil Ağa nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre den mi olur, İtalya dan mı olur, Fransa dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir.

Bunlar da hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmıs, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım ! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana sarhoş der..."

Halil Ağa nın dili çözülmüştü:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir...

Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış , gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine ko*****

Atatürk e döndü:

"Yunan ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak, bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk ten ayıramıyordu:

"Halil Ağa nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul da geçiyor. Bunun Van ı var, Bitlis i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."

Derleyen: Hanri Benazus - Bütün Dünya

Kaynak: İsmet Bozdağ ın "Atatürk ün Sofrası"

Link to comment
Share on other sites

Atatürk'ün cebinden saat çıkarıp armağan ettiği çocuklardan biride küçük Altan'dır. 1937 Haziran ayında İstanbul da ünlü Park Otel'de , küçük Altan'la konuşmalarından duygulanan Atatürk, değerli saatini vererek onu da ödüllendirmiştir. Bu olaydan iki yıl sonra (1939) Galatasaray Lisesi'nin ilk okul bölümünde okuyan küçük Altan, yaşantısındaki bu mutlu olayı bir gazeteciye şöyle anlatmıştır.

"İstanbul, 1937 Haziran. O gece erken yatmıştım. Annem, teyzesinin oğlu ile eve dönerken, Park Otel'in önünde bir kalabalık görmüşler. Atatürk'ün orada olduğunu anlayınca içeri girmişler. Derken annemin aklına ben gelmişim. Ağabeyime:

"Altan'ı çağıralım demiş. Gece yarısı karyolamı biri sallıyordu, gözlerimi açtım, karşımda Etem Ağabeyim:

'Çabuk Altan'

'Ne var?'

'Seni Atatürk'e ******üreceğim'

Rüya görüyorum sandım.

'Atatürk mü? Ağabey beni aldatıyorsun. Atatürk gözle görülür mü hiç? Daha o zaman 6 yaşındaydım. Okula bile gitmiyordum. Anneme bazen sorardım:

'Anne Atatürk kimdir?

'Büyük adamdır'

'Büyük adamlar bizim gibi yer bizim gibi konuşurlar mı?' Ağabeyim böyle gece yarısı 'Seni Atatürk'e ******üreceğim' deyince,anneme sorduğum şeyler birer birer aklıma geldi. Onun için inanamadım:

'Hiç Atatürk gözle görülür mü?'

Fakat ağabeyim: 'Vallahi atmıyorum, kalk! 'deyince fırladım.

'Şimdi Atatürk'ü görecek miyim?'

'Göreceksin!'

Artık iyice inanmıştım. Çabucak giyindim. Park otele gittik. Gittik ama Atatürk'ü hemencecik göremedim. Bir çok adamlar etrafını sarmışlardı. Annem beni kucağına alarak kalabalık arasında onu bana göstermeye çalışıyordu. En sonunda, iki kişinin omuzları arasından başımı uzatarak baktım. Bakar bakmaz da:

'Aaaaa anne , işte Atatürk! 'diye bağırdım.

Derken Atatürk eli ile bir işaret yaptı. Bu işareti yaparken anneme doğru bakıyordu. Fakat annem dalmıştı farkında olmadı. Atatürk bir daha işaret etti. Annem bu işareti de görmeyince yüksek sesle yaverine emir verdi:

'Hanıma söyleyin, lütfen yanındaki çocuğu buraya göndersin.'

A! Gösterdiği çocuk bendim. Atatürk beni çağırıyordu. Annem ne yapacağını şaşırmış her tarafı titriyordu,bana:

'Haydi Altan koş! Atatürk'e git' dedi. Ama onunla nasıl konuşacağını bana öğretmedi. Zaten vakitte yoktu ki…

Ben büyük bir adam gibi Ata'nın huzuruna çıktım, hemen sarılıp iki elini birden öptüm. O sordu:

'En çok kimi seviyorsun bakayım, anneni mi,babanı mı?' hemen atıldım:

'Ben en çok seni severim' 'Atatürk olduğum için mi?'

'Evet'

'Ne yaptım ki bu kadar çok seviyorsun?'

'Düşmanları denize döktün. Memleketi sen kurtardım.' Dedim.

Beni masanın üzerine çıkararak etrafındakilere gösterdi ve :

'Ne sevimli çocuk değil mi?' sonra beni sevip okşadı:

'Büyüdüğün zaman ne olmak istersin?'

Amcam Mualla tayyareci idi. Aklıma geldi:

'Tayyareci olacağım' dedim.

Atatürk o zaman kulağıma eğilerek şu sözleri söyledi:

'Çocuğum sen ne tayyareci, ne mühendis,ne de doktor olma. Büyük adam ol.'

'Söyle bakayım: Büyük adam olacağım de'. Ben tekrar ettim.

'Büyük adam olacağım'

'Aferin çocuğum'.

Atatürk, o gece hep benimle ilgilendi bilmem böyle ne kadar yanında kalmıştım. Galiba sabah oluyordu. Bir aralık:

'Dur' dedi,

'Sana bir hediye vereyim'

Annemim, 'kimseden bir şey alma 'diye sıkı sıkıya tembih ettiği aklıma geldi. 'Teşekkür ederim. Ben bir şey istemem,sonra annem darılır' dedim. Ben bunu söylerken, Atatürk elini cebine sokmuştu. Oradan çıkardığı bir saati,kordonundan tutarak boynumdan geçirdi.

'İleride büyüdüğün zaman kullanır, beni hatırlarsın' Ayrılırken tekrar anlımdan öptü. 'Bu günden sonra sen benim çocuğumsun. Verdiğin sözü unutma…Çalışıp çabalayacak büyük adam olacaksın ha!'

Atatürk'ün Altan' a verdiği değerli saate ilgili olarak da Altan 'ın annesi Bayan Didar, aynı gazeteciye şu bilgileri vermiştir:

'Atatürk'ün hediyesini o geceden beri,canımız gibi saklıyoruz. İlk zamanlar maddi değeri hakkında bir fikrimiz yoktu. Sonra onu bir kuyumcuya gösterdik. Onbeşbin lira değer biçti. Ziraat bankasında saklanan saat o gün için masanın üzerindeydi. İki buçuk mm kalınlığında, som platin bir saat bu. Gene platinden yapılmış kordona takılı,iki ucu mor yakutla kaplanmış platin bir kalemi de var. Saatin üzerinde gayet ince bir yazı ile şunlar okunuyordu:

-Turhal Şeker Fabrikası -arkasında da Gazi Mustafa Kemal'in ilk harfleri GMK. 'Fakat bizce onun en büyük kıymeti Atatürk'ün yadigarı oluşudur. Altan' ın üzerine nasıl titrediğini bir görseniz.' Küçük Altan, Atatürk'ün hediye ettiği bu saati büyüdüğü zaman annesinden alıp kullanacakmış. Sordum:

'Atatürk'e verdiğin sözü unutmuyorsun değil mi?' 'Unutmuyorum. Mutlaka büyük adam olacağım. Karnemde hiç kırık numaram yok'

Link to comment
Share on other sites

kurtulus ve canakkale savaslarindan sonra ataturku ziyarete gelen ingiliz kralini ataturk odasinda karsilarken.ingiliz krali sorar "tamam da tum bu savasların zorluklarin ustesinden gelerek nasil boyle bir vatana sahip oldunuz" diye ataturk cevap vermeden yaverini cagirir ve masada bulunan silahi gostererek yaverinin kendisini vurmasini emreder yaver hic tereddutsuz silahi alir ve kafasina sikar ama silah bostur.ataturk yaverini gostererek ISTE BOYLE der.

kurtulus savasi sonrasi fransa krali ataturku ziyeret eder.ataurk onu sivil kiyafetleri ile karsilama salonunda karsilar.fransa krali direk konuya girerek akdeniz ve guneydogunun kendilerine verilmesi konusunda konusmaya baslar.ataturk kraldan musade ister ve yukari kata cikar 5 dk sonra merdivenlerden uniformasiyla inen ataturk kralin karsisina gelir ve SİMDİ KONUSALİM der.

yorum sizin

Link to comment
Share on other sites

Atatürk ve Nöbetçi

İtalyanların Habeş Harbi sıralarında idi. Ege kıyılarında kıta ve tahkimat komutanları çok titiz davranıyorlar, kıtaya herhangi bir yabancının sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı.

Bu günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber alındı. Atatürk beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi. Kıtaları teftiş edip dolaşmaya koyuldu.

Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk birdenbire durdu. Yanındakilere:

-Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim, dedi.

Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar. Fakat, tabii bir şey söyleyemediler.

Atatürk patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü. Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silahına davrandı. Daha fazla yaklaşmasına izin vermeden gür sesi ile:

-Dur!... diye gürledi.

Atatürk bu kesin ihtar karşısında durarak:

-Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim?

-Mustafa Kemal’sin komutanım.

-Peki sen benim Mustafa Kemal olduğumu biliyorsun da hala neden yasak, diyorsun?...

Mehmetçik bir an durakladı. Herhalde teftişten haberi vardı. Fakat onun bildiği Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız gelmezdi. Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı ve safiyetle yanıt verdi:

-Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama... Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir içeri sokarlar... Gözünü seveyim sen şu bizim yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git!

Atatürk, geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi.

Link to comment
Share on other sites

ELİF, LAM, MİM NE OLACAK?

Atatürk, Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk'e sordu:

- "Kur'an'ın Türkçe'ye çevirisini emretmişsiniz."

- "Evet."

- "Peki, o zaman elif, lam, mim ne olacak?"

Atatürk hayretle Karabekir'in yüzüne baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi:

- "Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak" dedi.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 13.08.1966

Link to comment
Share on other sites

MEDRESELER

Rize gezilerinde medreselerin açılması için kendisine başvuran hocalara; öfke ve sertlikle ve herkesin önünde:

- "Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır, anladınız mı?" diye bağırdı.

Prof. Mahmut Esat BOZKURT

Kaynak: Mahmut Esat Bozkurt - Atatürk İhtilali

Link to comment
Share on other sites

DİL ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI

Dil alanında bir kaynak sorununu ileri sürünce, ortaya, kâğıt kalem ve Atatürk'ün kendi eliyle açıklamalar yapılmış diksiyonerler getiriliyor. Yunanca'dan getirilen kelimelerin, onları bir başka dile bağlayan daha eski bir etimolojisi aranıyor.

- Ana kökü arayacağız, diyor.

Ve dil hakkındaki kuramını anlatmaya başlıyor ve bir gülüşle:

- Uzun bir çalışmadan sonra, bunu bulduğum zaman, Sakarya savaşını kazandığım dakikadaki mutluluğu duydum, diyor.

Prof. PITTARD

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 03.12.1938

Link to comment
Share on other sites

GAZİYE PEYNİR GETİREN TEYZE

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına

rasladık. Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine

Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle birduralayıp,

- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa

bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türkmilletinin

malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi

nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını

salladı.

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey,

otun güç

bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim

mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım

da....Benim iki

oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran

kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum.

Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o

da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu

neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan

oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını

birden yüzü sertleşti.

- Tövbe de bey tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...O bizim

vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı.

Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim

ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun

bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı?

Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için

düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir

adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım

yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok

duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...Benim köylüm,

benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini

tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun,

rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani

Atatürk işte karşında duruyor.

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği

yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir

manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı,

biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı

kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini

öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu

beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada

bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.

Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne ******ürün.

Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

(Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu-Mustafa Bilge Işıktürk-s.34)

Link to comment
Share on other sites

Mustafa Kemal''in Hz. Muhammed(s.a.v)''i rüyasında görmesi...

Rahmetli Gazi''yi bize nasıl tanıttılar, nasıl… Bugün, artık son nefesini "Saat kaç?" diye değil (ölüm ânında yanında bulunanların şahadetiyle), "Ve Aleykümselam!" diye verdiğini kesinkes öğrendiğimiz Rahmetli Gazi''ye ait iki hatırayı daha Yusuf Koç ve Ali Koç kardeşlerin son çalışmaları "Başbuğ Atatürk" adlı eserlerinden sizlerle paylaşacağız.

Bakalım iftiracı vicdanlar tövbe edecekler mi?

"Memleketin her tarafında çetin bir mücadele ve mukavemet başlamıştı. Ankara bir kurtuluş burcu ve Mustafa Kemal''in adı bir bayrak olmuştu. Antep, mücadele günlerinin acı bir devresiydi. Memlekette istiklâl şuurlaşmış, topyekûn bir vuzuh kazanmıştı.

O zaman ilkokulun ihtiyari sınıfındaydım. Bir sabah okula geldiğim zaman çocukların bahçede toplanmış olduğunu gördüm. Din dersleri muallimi Hafız Halil Efendi''nin konuşacağını söylediler. Halk da okulun bahçesinde toplanmıştı. Az sonra Hafız Halil Efendi kürsüye çıktı. Titrek fakat heyecanlı bir sesle:

''- Din kardeşlerim, sizi Şeyh Sunusî Hazretlerinin bir tebşiri için buraya topladım'' dedi ve şu vakayı anlattı:

''- Şeyh Sunusî Hazretleri bir gece Peygamberimizi rüyasında görmüş ve koşup elini öpmek istemiş. Peygamber kendisine sol elini uzatmış, buna şaşıran ve mahzun olan Şeyh, Peygambere hitaben:

- Ya Resulâllah niçin sağ elinizi vermediniz? Diye sual edince şu cevabı almış:

"Sağ elimi Ankara''da Mustafa Kemal''e uzattım."

Bu rüyayı anlatan Hafız Halil Efendi''nin elleri, çenesi ve dili titriyordu. Gözleri dolu doluydu; hitabesi kalabalığı etkilemişti. Birden gür ve imânlı bir sesle:

-Ey ahali, Mustafa Kemal muzaffer olacak, Peygamber Efendimizin sağ eli onun elindedir. Buna iman edin!.. diye haykırdı ve kürsüden indi.

Sonradan öğrendiğime göre, Merhum Hafız Halil Efendi bu rüyayı camide va''zetmiş ve onu imanlı tefsirlerle tamamlamıştır."

"Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, s. 153-155)

***

İstiklal Harbi günlerinde, Sakarya Meydan Muharebe''lerinin en kritik dönemlerinde, top seslerinin Ankara''dan duyulmaya başlandığı ve Büyük Millet Meclisi''nin Kayseri''ye nakledilmesinin bile düşünüldüğü günlerde Atatürk, günlük çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü ve bugün müze olarak değerlendirilen Ankara Tren İstasyonundaki evde, bir sabah erken kalktığı bir sırada Çavuş Ali Metin''e:

Acele olarak Fevzi Paşa''yı telefonla ara, bul ve hemen buraya gelmesini söyle. Diyor.

Ali Metin, Fevzi Paşa''yı telefonla arayıp bulduğunda, Fevzi Paşa da Atatürk''ün yanına gelmek üzere, hemen evden çıkmakta olduğunu söylüyor. Fevzi Paşa Atatürk''ün yanına girince, Atatürk ona bir kâğıt kalem uzatıp:

Bugün gördüğün rüyayı yaz ve bana ver, diyor.

Kendisi de bir kâğıt kalem alıp aynı şekilde o gün gördüğü rüyayı, Fevzi Paşa''ya vermek üzere yazmaya başlıyor. Yazma işi bittikten sonra, her iki Paşa da karşılıklı olarak yazdıklarını alıp okuyorlar ve okuma işi bittikten sonra birbirlerine bakıp sevinçle gülümsüyorlar.

Her ikisinin de yazdıklarını kendi kâğıtlarından okuyan Ali Metin, her iki kâğıtta da şu rüyanın yazılmış olduğunu görüyor:

Hz.Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Hacı Bayrâm-ı Velî''ye diyor ki:

"-Mustafa''ya söyle, korkmasın, sonunda zafer onların olacak."

Bilindiği gibi, aynı gecede rüyalarında Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizi, Hacı Bayrâm-ı Velîye bu sözleri söylerken gören o iki muzaffer kumandanın o günkü isimleri, ''Mustafa Kemal'' ve ''Mustafa Fevzi''dir.

(Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s.160-161)

Link to comment
Share on other sites

Mustafa Kemal’i Etkileyen 4 Ermeni

Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul’dan Samsun’a hareket etmek için son hazırlıklarını yürütüyordu. Gecenin geç saatlerinde, Mustafa Kemal’in üç yıl önce kiraladığı ve bugün müze olarak kullanılan Şişli’dekı evinin kapısı çalındı. Gelen kişi, Saadeddin Ferid (Talay)’di. Saadeddin Ferid Bey, Mustafa Kemal’in bir gazete aleyhine açtığı davaya bakan avukattı. Mustafa Kemal kapıda onu görünce, davayla ilgili bir konuda görüşme yapmak için geldiğini sandı. Fakat Saaded din Bey, bambaşka bir haberi bildirmek için gelmişti. Getirdiği haber, son derece önemliydi:

“İngilizler, Bandırma Gemisi’ni Karadeniz’de batıracaklar.”

Mustafa Kemal, bu bilginin doğruluğunu saptayabilmek için kaynağını öğrenmek istedi:

“Kimden öğrendiniz, bu bilgiyi?” diye sordu.

Saadeddin Bey, bilginin kaynağına olan güveniyle yanıt verdi:

“Berç Keresteciyan Efendi’den, efendim…”

Mustafa Kemal yine sordu: “Siz kendisini tanır mısınız?”

Saadeddin Bey’in “Şahsen tanımıyorum, fakat ismen biliyorum” yanıtından sonra Mustafa Kemal bu kez, “Bu kişinin güvenilir biri olup olmadığını” sordu.

Saadeddin Bey, bu soruyu ise şöyle yanıtladı:

“Kendisi Osmanlı Bankası müdürüdür ve aynı zamanda Hilâl-i Ahmer (Kızılay) ikinci başkanıdır” dedi. “Hilâl-i Ahmer Başkanı Hamit Bey’e sordum. Bana, ‘kişiliğinin, doğasının ve ahlakının son derece düzgün olduğunu’ söyledi. Sizin avukatınız olduğumu duyunca bana geldi ve kaynağını belirtmeden şu bilgileri verdi: ‘Mustafa Kemal Paşa’nın bindiği vapur boğazdan çıktıktan sonra batırılacak. Bu görevin torpidoya mı denizaltına mı verilmesi bile araştırıldı.’ Ben de bunları duyduktan sonra Hilâl-i Ahmer Başkanı Hamit Bey’e sordum, kendisini nasıl tanıdığını...”

Mustafa Kemal, arkadaşının getirdiği bu önemli bilgiyi değerlendirdi. Samsun’a gitmek üzere bindiği Bandırma Gemisi hareket ettikten sonra kaptan köşküne çıktı ve kaptana, “Bu andan sonra geminin komutanı benim ve siz benim komutam altındasınız” dedikten sonra geminin rotasını değiştirmesi ve kıyıya olabildiğince yakın yeni bir rota izlemesi buyruğunu verdi.

Ermeni asıllı Berç Keresteciyan bu bilgiyi vermeseydi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Samsun’a ******üren Bandırma Gemisi, İstanbul Boğazı’ndan çıkıp, Karadeniz’e açıldıktan bir süre sonra, büyük bir olasılıkla torpillenmiş ve batırılmış olacaktı.

Berç Keresteciyan, Türkçe’nin ilk Etimolojik Sözlüğü’nü hazırlayan dilci Bedros Keresteciyan’ın oğluydu. Kızılay ikinci başkanı olarak onun, Kurtuluş Savaşı’mızda yaptığı üstün hizmetleri, bugün de zaman zaman takdir ve hayranlık duygularıyla anılmaktadır. Ordunun gereksinim duyduğu kimi araç gereçleri zaman zaman tıbbi malzeme ve ilaç sandıkları içinde cepheye ulaştırması, ayrıca bir kahramanlık örneği olarak da kuşaklardan kuşaklara anlatılmaktadır.

Mustafa Kemal, 1934 yılında emekli olan Berç Keresteciyan’ın kahramanlığını ve hizmetlerini hiçbir zaman unutmadı. Ülkesinin bu yurtsever evladını, doğum yeri olan Afyonkarahisar’dan milletvekili adayı gösterdi ve onun, milletinin vekili olarak TBMM’ne girmesini sağladı. TBMM’de ilk gayrimüslim (Müslüman olmayan) milletvekili olan Berç Keresteciyan’a Mustafa Kemal, soyadı yasası çıktığında “Türker” soyadı vererek ona, kendinin ve ulusunun teşekkürlerini bildirmiş oldu.

***

Mustafa Kemal Şam’da erlerin mektuplarını okuyup yazan bir askerden çokça söz edildiğini duydu. Okur yazar ve yardımsever bu askeri çağırıp onla tanıştı. Aksaraylı Garabed Tombalyan’dı. Garabed babası Kaspar’a çekmişti. Babası Gürün’lüydü. Sıkıntısı olan herkesin yardımına koştuğu için lakabı “Kaspar yapar” olmuştu. Oğlunu Konya’da kolejde okutmuş ardından askere göndermişti. Mustafa Kemal, Garabed Tombalyan ile tanıştıktan sonra onu yanına aldı.

Bir gece Mustafa Kemal çadırda uyuyordu. Garabed Tombalyan uyanıktı. Nöbetçiler “Ayak sesleri var!” diye uyarıda bulunmaya kalmadan üç kişi saldırıya geçti. Elinde bıçakla çadırı yırtmaya çalışanın üstüne atılan Garabed Tombalyan saldırganla boğuştu. Kolundan yaralandı. Saldırı bertaraf edildi. Mustafa Kemal Garabed Tombalyan’a teşekkür etti. Bir süre sonra Mustafa Kemal, Garabed Tombalyan’ı Halep’e para ******ürmekle görevlendirdi. Yolda silahlı saldırıya uğrayan gruptan bir asker öldü. Garabed Tombalyan paraları alarak Şam’a geri dönüp getirdi, Mustafa Kemal’e teslim etti. Mustafa Kemal Şam’dan ayrılıncaya değin bu sadık askerini yanından ayırmadı. Halep’e yerleşen Garabed Tombalyan, Atatürk’ün ölümünü duyunca çok üzüldü. Yakınlarına Atatürk ile ilgili anılarını anlattı. Bir ay sonra öldü.

***

Agop Martayan, Robert Kolej’i, New York Bilim Ödülü alarak bitirdiği hafta askere alınmış, yedek subay olarak önce Diyarbakır’a, sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilmişti. Büyük kahramanlıklar gösterdiği cephede yaralandı ve madalyayla ödüllendirildi. Daha sonra da, azınlık subaylarına yönelik önlemler çerçevesinde Güney Cephesi’ne gönderildi. Halep’e asker gözetiminde varan Agop otele giderken yolda tutsak İngiliz askerlerle karşılaştı. Hintli bir albay Agop’a, salçalı yemekleri yiyemediklerini, kendilerine kuru gıdalar verilmesini söyledi ve ondan, bu isteğini Türkçe’ye çevirmesini istedi. Agop, tutsak Hintli albayın bu isteğini yerine getirdikten sonra gittiği otelde gece yarısı, “casusluk yaptığı” suçlamasıyla gözaltına alındı.

Komutana hesap vermek üzere iki asker gözetiminde Şam’daki birliğine gönderildi. Şam’da huzuruna çıkarıldığı komutan Mustafa Kemal’di.

Mustafa Kemal, Agop’la ilgili raporu okuduktan sonra, biraz hayranlıkla, biraz da merakla Agop’a sordu:

“Nasıl oldu da kaçmadın?” dedi. “Kolaylıkla kaçabilirdin...”

Agop, Kafkas Cephesi’nde aldığı madalyasını işaret etti:

“Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değildir” dedi. “Kafkas Cephesi’nden kaçmayan her halde Şam sokaklarından kaçacak değildir. Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar.”

Askere “Süngüyü çıkar” buyruğu veren Mustafa Kemal, genç subaya bir öğüt verdi:

“Halep'te seni tutuklayan komutanını kötülüyorsun ama o haklıydı” dedi. “Seni de anlıyorum... Gençsin, yedek subaysın, daha askeri kanunları okumamışsın, bilmiyorsun. Şunu bilmelisin ki, tutsaklarla temas etmek yasaktır.”

Mustafa Kemal, Agop’un yanında taşıdığı kitabı gördü ve ilgilendi. Latin harfleriyle yazılı Türkçe’yi ilk kez o kitapta görüyordu.

Agop’a, tabancasını, belgesini verdi ve “Şam’ı biliyor musun?” diye sordu. Agop “Şam’ı çok iyi bilirim” deyince Mustafa Kemal ona bu kez, özel bir izin verdi.

“O halde git, şehri biraz gez, ondan sonra gel” dedi.

Agop’un belgesi elindeydi. İstese, bu belgeyle firar edebilirdi. Tam kapıdan çıkarken, Mustafa Kemal onu geri çağırdı:

“Gel bakalım senin üstün başın perişan” dedi. “Bu perişan giysilerle Şam’ı gezmek olmaz.” Cebinden kartını çıkardı, bir not yazdı, kartı Agop’a uzattı ve gerekli yere vermesini söyledi. Kartta şu yazı vardı:

“Bu mülazım efendiyi giydiriniz ve tabldotumuza dahil ediniz.”

Aradan yıllar geçti. Sofya Üniversitesi’nde çalışan Agop adlı bir bilim adamının, İstanbul’da yayımlanan Ermenice ‘Arevelk’ gazetesinde “Türk Yazıtlarının 1200. Yıldönümü” başlıklı bir yazı dizisi yayımlandı. Bu yazı dizisi, dil devrimi hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Yazıları okudukça, yazarının kendisine hiç de yabancı gelmediğini duyumsadı. Yıllar önce Şam’da casus diye karşısına getirilen Ermeni yedek subayı geldi gözlerinin önüne. Yazarın fotografını görmek istedi. Eşinin annesinin evini bilen bir kişi gitti, oradan aldığı Agop’un bir fotografını getirdi. Mustafa Kemal fotograftaki Agop’u hemen tanıdı. “Bu Agop Şam’da bana ‘casus’ diye getirilen Agop’un ta kendisi” dedi ve… Onun adını, Dil Kurultayı’na katılacak bilim adamları listesine yazdırdı.

Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Sofya’dan gelen Agop ve eşi, İstanbul’da çiçeklerle karşılandı. Zaman yitirilmeden Agop, Dolmabahçe Sarayı’na ******ürüldü. Mustafa Kemal yıllar sonra görüştüğü Agop’a hak ettiği konumu sağladı. Onun danışmanı, sözcüsü ve yapıtlarını düzenleyen biri oldu. Dil konusunda yoğun tartışmaların yapıldığı anlarda yanı başlarında duran karatahtanın önünde açıklamaları hep Agop yaptı. Bu yüzden soyadı devrimi ile birlikte Atatürk “Dil konularını açıklar” anlamında ona “Dilaçar” soyadı verdi. Ölüm döşeğindeyken Atatürk’ün görmek istediği kişilerin başında Agop Dilaçar geliyordu. Atatürk çok ağır hastaydı. Ona bir vasiyette bulundu:

“Arkadaşlara selam... Sakın... Dil çalışmalarını... Gevşetmeyiniz...” dedi.

Agop Dilaçar tüm yaşamını, Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getirmek için çalışarak değerlendirdi.

***

Mustafa Kemal’in İstanbul’daki dostları arasında İğneciyan adında bir Ermeni vardı. Mustafa Kemal Çanakkale’den döndükten sonra İğneciyan, Mustafa Kemal’in Şişli’deki evini sık sık ziyaret ederdi. Türkçe Sözlük konusunda çalışmalar yapan İğneciyan oldukça da zengindi. Mustafa Kemal, maddi sıkıntıya düştüğünde ona yardım da etmişti.

Mustafa Kemal Anadolu’ya geçince İğneciyan tutuklanıp Malta’ya sürgün edildi. Servetine, tüm mallarına el konuldu. Malta’dan döndükten sonra üzerindeki elbiseden başka hiçbir şeyi olmayan bir yoksul adamdı artık İğneciyan. Apartmanları ve köşkü elinden gittiği için kızıyla birlikte Yedikule’de bir gecekonduya sığındı.

Yıl 1927... Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten yıllar sonra ilk kez İstanbul’a geldi. Bunu duyan İğneciyan eski dostunu görmek ve uğradığı haksızlığın düzeltilmesi için Dolmabahçe Sarayı’na gitti. Kapıda nöbetçiye, “Ben, Gazi’nin eski dostuyum, onu görmek istiyorum” dedi.

Nöbetçi, adını ve soyadını sordu, daha ayrıntılı bilgi istedi.

“Adım İğneciyan’dır” dedi. “Gazi’nin eski dostuyum, arkadaşıyım.”

Nöbetçi baştan aşağı İğneciyan’ı süzdü. Kılık kıyafetine baktı. Söylediklerini inandırıcı bulmadı, onu geri çevirdi. İğneciyan birkaç kez daha geldi Dolmabahçe Sarayı’na ama her gelişinde çeşitli gerekçelerle atlatıldı.

Fakat yılmadı. Bir gün kızıyla birlikte yeniden Dolmabahçe Sarayı’nın önüne geldi. İnsanlar toplanmışlardı sarayın çevresinde... Motor sesleri, polislerin koşuşturmaları ve halkın coşkusu birbirine karışıyordu. Bu hareketlilik, Mustafa Kemal’in bir gezi için saraydan çıkacağının belirtisiydi. Polisler, İğneciyan ve kızına çevreden uzaklaşmalarını söylediler. Bu sırada Mustafa Kemal kapıdan çıkmış otomobiline binmek üzereydi. İğneciyan’ın kızı ok gibi fırlayıp insanların oluşturduğu etten duvarın arasından sızarak Gazi’nin yanına kadar varabildi.

Genç kızın telaşlı durumu, Mustafa Kemal’in dikkatini çekti:

“Kim bu kız?” dedi.

Çevredekiler şaşkın ve suskundu. Mustafa Kemal’in sorusunu, küçük kız kendi yanıtladı:

“Ben İğneciyan’ın kızıyım, Gazi Hazretleri” dedi.

Gazi birden durdu ve küçük kıza merakla sordu:

“Baban nerede?” dedi. “Hani, baban?.. Nerede?..”

Küçük kız biraz da ezik bir sesle yanıtladı bu soruyu:

“Dışarıda bekliyor” dedi. “İçeri sokmuyorlar, sizin yanınıza yaklaştırmıyorlar...”

Mustafa Kemal’in buyruğuyla İğneciyan içeri alındı. İki dost, yıllar sonra birbirine kavuştuğunda Mustafa Kemal, ne durumda olduğunu sordu İğneciyan’a. O da başına gelen tüm olayları ve kendisine yapılan tüm haksızlıkları tek tek anlattı. Mustafa Kemal’in gözleri doldu.

“Böyle bir haksızlık karşısında kayıtsız kalınamaz” dedi ve İğneciyan’ın anlattığı olayların en ince ayrıntısına değin araştırılması buyruğunu verdi.

Yapılan araştırma ve inceleme sonucu İğneciyan’ın haklı olduğu, tüm mallarının elinden haksız yere alındığı anlaşıldı. El konulan tüm malları kendisine geri verildikten sonra ayrıca, bir de maaş bağlandı. İğneciyan eski günlerinin huzuruna kavuştu.

Bu olayın ardından onbir yıl geçmişti. Yıl 1938 Kasım’ının 10’uydu. Mustafa Kemal’in ölüm haberi, İğneciyan’a da çok ağır gelmiş, onu yatağa düşürmüştü.

“Bakalım nasıl dayanacağım, ne kadar dayanacağım bu acıma?” dedi kızına ve... Ancak iki gün dayanabildi. 12 Kasım 1938 tarihinde de, İğneciyan yaşamını yitirdi.

Link to comment
Share on other sites

Izmir kurtuldu, cok tatli bir yorgunluk,Ankara'ya hareket edecekler.Trene binerler kompartimana cekilirler.

Ertesi gun kompartimanin kapisini calar yaveri,

acar yorgun, bitkin,kravatini yikamaktadir Ataturk. Yaveri " pasam ,bu ne hal hic uyumadiniz herhalde niye boylesiniz"der.

"Ya çocuk kompartimanima yastikla battaniye koymayi unutmussunuz.Kolumu yastik yaptim agridi , setremi yastik yaptim usudum , bende uyumadim kalktim"der.

Yaveri;"aman pasam! Birimize haber vereydiniz

hemen size bir yastikla battaniye getirirdik"der.

Ve bir ulke kurtarmaktan donen komutan tarihi

bir cevap verir,der ki "Gec farkettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz.Hicbirinize kiyamadim.Onemli olan benim uyumam degil milletimin rahat uyumasi"

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

Hakiki insan

Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etetmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.

O büyük insan, bir gece çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar :

- beni hakikaten sever misiniz ?

Muhatabı hemen cevabı yapıştırır :

- sevmek ne kelime atam, taparım !"

- peki her dediğimi de yapar mısınız ?

- derhal

Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.

- öyleyse, al tabancamı, sık kafana... "

- aman atam der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında toroslardan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.

İşte o zaman, atatürk yanındakilere şöyle der :"

- beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü ?

Atatürk'ün nükteleri-fıkraları-hatıraları, sh 17

Link to comment
Share on other sites

Hacer nine

Hacer nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.

Kocasını yemen'de kaybetmişti. Bir oğlu balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi ikinci inönü'den dönmedi.

En son torununu da sakarya'ya gönderdi. Bir gün haber aldık ki en son delikanlısı da duatepe muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.

Çok ağladı. Fakat üsakarya kazanıldıü haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında ça rıklarını çeker, değneğini alır, ankara'nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide ankara'ya geldi, doğruca gitti, büyük millet meclisinin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:"

- nine ne istiyorsun?

- hiç, hiç bir şey. "

- ya neden burada duruyorsun?

- onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.

- o dediğin kim?

- gazi paşa.

Sonunda hikayesini anlattı, sonunda dedi ki;

- işte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O millet meclisinden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş türk ninesi buna derler.

Atatürk'ün nükteleri-fıkraları-hatıraları

Sh 29-30

Link to comment
Share on other sites

Vatan Toprağı Temizdir.

Kral Edward İstanbul'a geldiğ zaman yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Atatürk'te rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalıydı ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediğinde eli yere değidi ve tozlandı, o sırada Atatürk'te elini uzatmış kralı rıhtıma çekmek için hamle yapmıştı.

Bunu gören kral elini mendille silmek istediği bir anda Atatürk:

- Vatanımın toprağı temzidir, o elinizi kirletmez! diyerek, kralın elinden tutp rıhtıma çıkarıverdi.

Enver Behman Şapolyo

Link to comment
Share on other sites

İnsan, asker ve baba atatürk

Asker, politikacı atatürk aynı zamanda iyi bir de baba idi. Çocuklarla yakından ilgilenirdi. Bilhassa askeri okulların talebeleri en çok ilgilendiği kişilerdi.

1929 yılının bir sonbaharın trenle istanbul'dan ankara'ya dönüyordu. Özel tren hereke istasyonunda kısa bir duruş yapmıştı... Birden ata'nın gözü istasyon meydanında silah çatmış istirahat eden er kıyafetli gençlere ilişti. Ve bunları bir el işareti ile yanına çağırdı. Koşuştular, trenin bir adım yakınında levent vücutlar sanki birden çakılıp kaldılar. Gözleri atalarındaydı. Bir emir bekliyor gibiydiler.

- siz kimsiniz ne yapıyorsunuz burada ?

Hepsi bir ağızdan gök gürültüsünü andıran bir haykırışla cevapladılar.

- harbiye stajeriyiz paşam, manevraya gidiyoruz.

Fazlaca mütehassis olan atatürk ;

- bu kısa duraklamadan faydalanarak size bazı şeyler söylemek isterim! Dedi. Bir an gözlerini onların üzerlerinde gezdirdi ve şöyle devam etti,

- madem ki, zabit olacaksınız mesleğinizin size yüklediği sorumluluğu müdrik olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın, türk tarihini tetkik ederseniz göreceksiniz ki bu millet ne zaman yükseldi ise türk subaylarının omuzlarında yükselmiş, ne zaman düşmüş ise zabitlerinin çizmeleri altına düşmüştür.

Harbiye talebeleri ata'nın bu nasihatını büyük bir dikkatle ve "hazırol" vaziyette dinlediler. Atatürk'ün gözleri denize dalmıştı. Tekrar ağır düşüncelerden sıyrılır gibi bir hareket yaparak

- "sizin bir marşınız var, onu bana söyleyin dedi, " marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Atatürk tekrar pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır hareket ederken atatürk gençlere hitaben şöyle diyordu;

- "size birşeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yol hali başka bir şeyim yok. Belki hepiniz sigara içmiyorsunuz, belki bir kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor, ama bu sigara benim sigaramdır. Bundan hepiniz içeceksiniz. Sayıları az olduğu içinde tabirimi mazur görün onları nefes nefes içmenizi isterim. "

Genç harbiyeliler hep bir ağızdan "sağol paşam" diye bağırdılar ve ata'nın attığı paketi havada kaptılar.

Ata'nın bu sözleri üzerinden 33 yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesine rağmen o günleri yaşayanların kulaklarında çınlamaktadır.

- "nefes, nefes içmenizi isterim !"

Tren uzaklaştıktan sonra uzun uzun ata'nın ardından bakan bizler, ne demek istediğini çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı.

Bunlardan üç tanesi g. M. K. (gazi mustafa kemal) markalı sigara bana bu hatırayı nakleden emekli albay fuat uluç'un en kıymetli hatırası olarak söylenmektedir.

Sait arif terzioğlu,

Link to comment
Share on other sites

İkimiz de "gazi"yiz...

Bir tarihte eskişehir'i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih bozok'a;

- bu çınarları hatırlıyorum... Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!... Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevuzuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince ügaziü pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:

- adın ne?...

- yusuf!...

- buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?...

- nasıl hatırlamam, paşam?... Maiyetinde çavuştum!...

- maiyetimde mi...

Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!... Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; gazi yusuf çavuş!... Deyince, eski asker el buğladı:

- estağfurullah, paşam!... Gazi sizsiniz!...

- rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatiyle ikimiz de "gazi"yiz!...

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfunu göstererek, ilave etti:

- şerefine gazi yusuf çavuş!...

- şerefte daim ol paşam!...

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

- allahaısmarladık, silah arkadaşım!...

Atatürkün nükteleri-fıkraları-hatıraları

Sh 50-51

Link to comment
Share on other sites

Kırk asırlık türk yurdu

1923 senesinin martının onbeşinci pazar günüydü. Atatürk, adana istasyonunda trenden inmiş;sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları:"yaşa, varol!"sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.

Yarı yolda karalar giymiş bir kadın, kalabalığı göze çarptı;sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı;atatürk'ün önünde durdular, arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsın da henüz esir bulunan iskenderun'lu antakya'nın türk olan bütün halkı;"bizi de kurtar!"diye yalvarıyordu.

Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutama-yanlar vardı.

Atatürk'ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiy-di. Genç kızın nutku bitince, anlı yükseldi;mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:

-kırk asırlık türk yurdu yabancı elinde kalamaz! Dedi.

On altı yıl sonra hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, hatay'a yakın olmak için tekrar adana'ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü metanet gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat atatürk'ü kaybettik.

İsmail habib bu bahsi şöyle bitirir:

"hatay, hatay!... Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu. "

(nükte ve fıkralarla atatürk, sh. 97-98)

Link to comment
Share on other sites

İşte türk askeri budur!

Bir gün, atatürk'ten türk askeri hakkında ne düşün düğünü sormuşlar:

-durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman van sanders paşa da o sırada kıt'alarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı asker-eri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van sanders:

-canım böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar?

Diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.

Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:

-işte gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van sanders'e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;

-ne kof şeymişsin sen... Dedim. Dikat etsene seni yere yu-arlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın? Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.

Sonra van sanders'e dönerek:

-sizin takatsız sandığınız nefer boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında, dünyanın en uysal insanı olur. Kendisine söyleyin:"hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?" diyor.

Van sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz mehmet'ten öyle bir kakma yediki, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van sanders, mehmetçik'in bu mukabelerine hiddet etmemiş bilakis türk neferine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi gidip hasta türk neferinin elini sıkmak oldu.

Atatürk:

-işte türk askeri budur!Diyerek sözlerini bitirmişti.

(olaylar ve atatürk, sh. 70-71)

Link to comment
Share on other sites

Sen kimsin ?

Dumlupınar savaşı kazanılmıştır. Düşman askerleri geri çekilmektedir. Afyonkarahisar hatları çözülünce birkaç yunan esiri geceleyin mustafa kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan biri zafer kazanmış kumandanın doğup büyümüş olduğu selanik'ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmemişti. Üniformasında hiç bir işaret yoktu. Mustafa kemal'e sordu:

-binbaşımısınız?

-hayır.

-kaymakam mı?

-hayır.

-miralay mı?

-hayır.

-ferik mi?

-hayır.

-peki nesiniz o halde?

-ben mareşal ve türk orduları başkumandanı'yım. Şaş- kınlıktan ağzı açık kalan yunan, kekeler:

-ben başkumandanın savaş hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de...

(olaylar ve atatürk, sh. 67-68)

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.


×
×
  • Create New...