Jump to content

Atatürk Vahdettin'de nasıl yanıltıldı


tuncerhan

Recommended Posts

Atatürk Vahdettin'de nasıl yanıltıldı

'Vahdettin hain miydi' sorunun cevabı hala önemli. Mustafa Armağan, 'Vahdettin'e hain' diyen Atatürk'ün neden bu kanaate sahip olduğunu ve nasıl yanıltıldığını yazdı.

Mustafa Kemal, Vahdettin konusunda nasıl yanıltıldı?

MUSTAFA ARMAĞAN

Tarihte “son nokta” yoktur; olamaz da. Donmuş değil, dinamik bir süreçtir tarih. Vakalar değişmese bile algılanmaları zamanla değişir. Daha önce bakılmamış açılar ortaya çıkar, yeni tanıklar konuşmaya başlar, elde edilen bilgiler yeniden harmanlanır ve yeni sentezler doğar bunlardan.

Bugün üzerinde duracağımız örnek ise bildik bir konuda: Vahdettin hain miydi? Bu soru son yıllarda artık eski enteresanlığını yitirmişse de, yine de taraftar buluyor. Vatan hainliği ithamına net ve tarafsız bir tanım getirmedikçe galiba ilgi çekmeye devam edecek.

Nedir vatana ihanet ve kimin hain olduğuna son tahlilde hangi merci karar verecektir?

14150.jpg

Mesela bundan 50 yıl önce Nazım Hikmet vatan hainiydi devlete göre. Bugün ise böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır. Peki ne değişmiştir aradan geçen sürede? Nazım, bir mahkemede aklanmıştır da onun için kitapları serbestçe basılabilmekte, şiirleri kapış kapış kasetlerde yerini almaktadır? Hayır. Herhangi bir hukukî beraati olmadı; ama Nazım’a 1950 şartlarında vurulan hain damgasının esasa değil, devrin şartlarına dayandığı, dolayısıyla o şartlar ortadan kalktığı (komünizm çöktüğü) için suçlamanın gereksizliği anlaşıldı.

Ancak Vahdettin’in ihaneti hakkındaki tartışmalar kolay son bulacağa benzemiyor. Çünkü Vahdettin’in hainliği iddiasının da hukukî olmadığı, tıpkı Nazım’da olduğu gibi siyasî ve konjonktürel sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun üzerine bina edilen bütün iddialar, mesela Osmanlı tarihinin son dönemi hakkındaki yorumlar çökme tehlikesi geçirecektir. Bu yüzden, 2005 Temmuz’unda Süleyman Demirel’in isabetle (!) teşhis ettiği gibi, Vahdettin’in hain olduğunun bilinmesinde daha bir süre yarar vardır!

Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Gizli Zabıtları karıştıralım. 1921 yılını içeren cildi elimize alalım ve başlayalım karıştırmaya. Tam da bu yazıyı yazdığım 8 Şubat gününe gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Âkif’in Padişah’a yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdettin’in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’yi tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclis’in, meşruiyetini başka hiçbir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.

Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdettin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şûrası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.

Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şûrası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdettin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...

İşin esası şu: Hadise Mustafa Kemal’e yanlış aksettirilmiş ve onun Vahdettin hakkındaki kanaati, iletişim hatlarındaki “bir kısım” parazitlerden olumsuz yönde etkilenmiştir. O halde nedir olayın iç yüzü?

Vahdettin’in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavi’nin “Osmanlı Sarayının Son Günleri” (Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin, bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra salonda bile durmamış, çıkıp gitmiştir.

Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdettin’in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, İsmail Hakkı Okday’ın “Yanya’dan Ankara’ya” (Sebil Yayınları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:

“Nihayet ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr’a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan’dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişah’a hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Şimdi o ayağa kalkma meselesi anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:

1) Bir kere bu tür şûralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O, konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.

2) Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şûra üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldubittiye getirilmiştir.

3) Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır.

Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır.

Fazla söze ne hacet! İşte tarihte yanlış anlamaların nereden kaynaklandığına yakıcı bir misal.

[email protected]

Zaman Pazar

Kaynak

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=218767

Link to comment
Share on other sites

Masum Sultan, Vahdettin Han hakkında bilinmeyen veya saklanan gerçekleri dile getiren güzel bir belgesel tavsiye ederim...

1. Bölüm

ee5Yj9VOFPo

2. Bölüm

gLobV_VzsAc

3. Bölüm

s7DeCKNJGrk

4. Bölüm

L1JSYarzd6E

5. Bölüm

w-WFkqm4Sx8

6. Bölüm

14tOSSUiDfs

Link to comment
Share on other sites

Rabbim razı olsun belgeseller için öyle değil mi kardaş?Osmanlı PAdişahlarının hepsi de imkanı varken hainlik yapmamıştır.ecdadını tanımayıp sultan vahideddin e hain diyen kahrolsun!!!Atatürk kendisinin o günlere gelmesini sağlayan eğitimini askeri eğitimini siyasi fikirlerini vermeyi sağlayan doğduğu toprağını canı gibi sevdiği 5000 yıllık çınarın son halkası Osmanlı'ya neden laf söylesin aklınız alıyor mu bunu?buyrun hiç bişey bilmiyosanız bunu düşünün,Atatürk gibi bir insan atalarından gurur duyan ve ve onalrın üstünlüklerini hr zaman inançlarında belli eden insandır,ve bu insan ecdadına küfür etmez!!!

Link to comment
Share on other sites

Yoldaşlar öncelikle şu yazıyı dikkatlice okumanızı tavsiye ederim...

Vahdettin Osmanlı Dev. kurtarmaya çalişan vasat bir padişahtı.Kendi vatanını kurtarmak istedğinden dolayı vatan haini değil ;;

Ama velakin geldin görün ki şuan topraklarında yaşadığımız TÜRKİYE'nin kurulmasına set olduğundan dolayı da Türkiye için vatan hainiydi eğer ki ;Osmanlı'da yaşadığımızı düşünenler varsa (Osmanllıyı özleyenler varsa) Vahdettin bir Kahraman ,Ama Türkiye'de yaşadığımızı kabullenenler ise Hain olarak göstermektedir.

Ve son olarak üstüne basa basa söylyorum bu benim şahsi düşüncemdir.Her hangi bir ideolojiyi temsil etmez.

Ve yine son olarak unutmayın ki GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA'nın tutuklama kararını imzalayan kişidir.Eğer başarıya ulaşsaydı bugun muhtemelen Atatürk'ü adi bir isyancı olarak tanıtacaklardı.Tarih kazananlardan yanadır ;)

Link to comment
Share on other sites

Alın bunlarda gerçekler.Dikkatli okuyun ama Atatürkün idam kararı, Ulusal direnişin yıkılışı, Mondoros gibi isim bile konulamayacak olay.

ÇANAKKALE MUHAREBELERİ’NDEN CUMHURİYET’E GİDEN YOLDA ATATÜRK

HAZIRLAYAN: ADU Tarih Topluluğu Danışmanı

Yrd. Doç. Dr. Tanju DEMİR

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN I. DÜNYA SAVAŞI’NA GİRİŞİ

Almanların iki büyük savaş gemisi Goben zırhlısı ve Breslav kruvazörü 16 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’a gelerek Yavuz ve Midilli adlarını alırlar. O sıralar dünya büyük bir savaşla karşı karşıyadır. Almanya Osmanlı Devletini bu savaşta yanına almaya kararlıdır. Bu gemilere Türk ismi verilmiştir; ama içindeki subaylar ve erler hala Alman ordusunun askerleridir. Osmanlı Hükümeti’nden dört kişi; Enver Paşa, Talat Bey, Mebuslar Meclisi Başkanı Halil Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa gizlice, Mebusan Meclisine hatta Hükümetin diğer üyelerine bile haber vermeden Almanya ile işbirliğine(ittifak) giderler. Yani Almanya’nın yanında İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı savaşmaya karar verirler.

Yavuz ve Midilli İstanbul’da kalmaz; içindeki bütün denizcilere sanki Türk’müş gibi kırmızı fesler giydirilmiş, sonra da Karadeniz’e doğru açılmışlardır. 29 Ekim 1914’de Rus topraklarını ve limanlarını topa tutarlar. Bunun üzerine itilaf devletleri yani İngiltere, Fransa ve Rusya 5 Kasım 1914’te Osmanlılara karşı savaş duyurusunda bulunurlar. Osmanlılar da 11 Kasım 1914’te karşılık olarak resmen savaş duyurusu yapar. Savaş yanlısı olmadığını söyleyen ve sonradan üç arkadaşıyla kabineden çekilen Maliye Nazırı Cavit Bey, o gün devletin kasasında yalnızca 92.000 lira olduğunu ve bu parayla savaşa girmenin bir çılgınlık olacağını söyler. Padişah-Halife de çok geçmeden bir fetva yayınlayarak savaşa girişimizi resmen ilan eder ve bütün müslüman halkları din için savaşmaya çağırır.

O günlerde Mustafa Kemal, Sofya’da askeri ateşedir. Balkan savaşında ağır bir yenilgi alan ve hala bu acılarla kıvranan ulusun savaşa yeniden sokulmasına karşıdır. Üstelik savaştan Almanların yenilgiyle çıkacağına da inanmaktadır. Arkadaşı Salih Bozok’a Sofya’dan Aralık 1914’de yazdığı mektupta şöyle demektedir: “ Ben Almanların savaşı kazanacaklarına kesinlikle inanmıyorum.” (Öyküleriyle Atatürk’ün özel mektupları, Sadi Borak). Ulusun Almanların yanında savaşa sürüklenmesinden tedirgindir. Kaygılıdır. Sofya sefiri arkadaşı Fethi Bey’e (Okyar) günlerce durumu anlatır. Enver Paşa için şöyle der:

“Bu adam sonunda diktatör olur. Oldu bile. Hem körü körüne Alman hayranı. Ordudaki daha niceleri gibi. Bıyıklarını Prusya(Alman) usulü yukarıya büken her adam bugün kendini bir Wilhem görüyor.(Wilhem Alman İmparatorudur.) Enver de öyle. Bu Enver’e bu kadar ön vermeyecektik ...”(Tek Adam c.1.ş.s.Aydemir)

Savaşa karşı olan Mustafa Kemal artık bir olup bitti karşısındadır. Bir an önce Sofya’dan ayrılıp İstanbul’a dönmek amacıyla sürekli dilekçeler gönderir ilgililere. Kimi zaman yanıt alamaz. Kimi zaman olumsuz yanıtlarla engellenir. Neden sonra 19. Tümen Komutanlığına atandığı bildirilerek İstanbul’a çağrılır. İstanbul’a geldiğinde böyle bir tümenin olmadığı söylenir. Enver Paşa, Rus Ordusunu yenmek hayali ile gittiği Sarıkamış’ta, on binlerce askerimizin soğuktan donmasına yol açarak İstanbul’a dönmüştür.

Enver Paşa’yla karşılaşan M. Kemal ona 19. Tümen’in nerede olduğunu sorar. Onun da bir bilgisi yoktur. En sonunda bu tümenin yeni kurulmakta olduğunu ve Tekirdağ’da bulunduğunu öğrenir ve hemen oraya gider. Tümenin kuruluşunu kendisi tamamlar. Karargahını önce Eceabat’a sonra Bigalı köyüne yerleştirir. Savaş artık kapıdadır.

ÇANAKKALE DENİZ SAVAŞI

Çanakkale savaşlarında bizler için iki önemli zafer günü vardır. Birincisi, 19 Şubat 1915 günü başlayarak 18 Mart 1915’te zaferimizle sonuçlanan Deniz Savaşı’dır. Diğeri ise, 25 Nisan 1915’te başlayarak aralıklı çarpışmalardan sonra 10 Ağustos 1915’te Dünya tarihinin en büyük zaferlerinden biri olarak sonuçlanan Anafartalar-Conkbayırı savaşlarıdır.

Çanakkale Deniz Savaşı şöyle başlamıştır: İngiliz Deniz Bakanı Churchill(Çörçil)’in önerisi ve İngilizlerin üstlenmesi üzerine itilaf (bağlaşık) devletlerce hazırlanan bir tasarı ile “Çanakkale boğazı geçilecek Rusya’ya silah ve asker yardımı yapılacaktır.” Böylece Osmanlı Devleti de iki taraftan sıkıştırılacak ve savaşı kaybedecektir. Bu sayede itilaf devletleri tüm güçleriyle Almanya’ya saldıracaklar ve savaşı kazanacaklardır. Bu amaçla,16 gemiden oluşan İngiliz ve Fransız ortak donanması Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya geçmek için 18 Mart 1915 tarihini belirlerler. Önceden kıyıdaki topçu bataryalarımızı bombalayıp, asker çıkararak yollarını açık tutmaya çalışırlar. Aynı zamanda buralardaki mayınları temizlerler ve yeni mayın yerleştirilmesini engellemeye çalışırlar. Ama Yüzbaşı Hakkı Bey komutasındaki Nusret mayın gemisi gizlice yeniden mayın döşer. Bağlaşık devletlerin savaş gemileri 18 Mart 1915 günü Boğaz’a girerek tabyalarımızı topa tutarlar. Tutarlar ama; Nusret mayın gemisinin döşediği mayınları hesaba katmadan ilerleyen donanma büyük bir patlamayla irkilir. Ardından topçularımızın kahramanca atışlarıyla bozguna uğramaktan kurtulamazlar. İngiliz ve Fransızların yeryüzünün hemen her köşesindeki sömürge topraklarından, Avustralya, Hindistan, Afrika kıtalarından da asker getirip güçlü silahlarla donattığı saldırgan orduları, 18 Mart 1915 günü geri çekilmek zorunda kalır. 18 Mart 1915’teki Çanakkale Deniz Zaferiyle dünya denizlerinin egemeni en büyük iki donanma yenilgiye uğrarken, sulara gömülen yalnız zırhlıları, gemileri değildir. Umutları da, gururları da denize gömülmüştür. Bu, o zamana kadar her şeye sahip olmaya alışmış sömürgecilik ve emperyalizm düşüncesinin ilk büyük yenilgisidir. İşte o gün Türk ordusu “Çanakkale Geçilmez” sözlerini tarihe yazdırmış oldu. Hem de saldırgan güçlerin liderlerinin ağzından.

MUSTAFA KEMAL ÇANAKKALE’DE

18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı’na dayanan İngiliz ve Fransız güçleri altı saat kırk beş dakika sonra yenilgiye uğrayınca, Çanakkale Boğazını denizden geçemeyeceklerini anlayarak karadan saldırı kararına varırlar. 25 Nisan’a kadar plan hazırlayarak saldırıya geçmeyi düşünmektedirler.

Mustafa Kemal, düşmanın nereden saldıracağını anlamış hazırlıklarını yapmaktadır. Ne var ki, o sıralar Osmanlı Ordusunda üst düzey görevlere getirilmiş Alman komutanlarından biri olan Mareşal Liman Von Sanders ordunun geri çekilmesini istemektedir. Her konuda üsteleyerek kendisi gibi bir Alman olan Albay Keninkser’i Yarbay Mustafa Kemal’in yerine getirmek ister. Mustafa Kemal komutayı Albay Keninkser’e bırakmaz. Bu kez Esat Paşa Albay Keninkser ile birlikte komutayı almak üzere gönderilir. Mustafa Kemal’in yanıtı değişmez. Şaşırarak nedenini soran Esat Paşa’ya Mustafa Kemal’in yanıtı şudur:

“Bu durumda tümen geri çekilmez. Yapılacak tek şey taarruza(saldırıya) geçip düşmanı geri çevirmektir. Güçlerimizi geri çekmek; yenilmek, denize dökülmektir. Bu yüzden tek seçeneğimiz vardır. Taarruz...”

Esat Paşa bu cevap üzerine başarılar dileyerek Alman subayıyla birlikte karargaha döner.

25 Nisan 1915 günü sabahında Mustafa Kemal, Süvari Birliğini Kocaçimen tepesine gönderir. O sırada itilaf devletlerinin saldırısı başlamıştır. Çok geçmeden Arıburnu’ndan yardım isteği ulaşır M. Kemal’e. Emrindeki 57. Alayla birlikte Kocaçimen tepesine oradan da Conkbayırı’na gider. Orada kimi erlerin kendi birliğinde olmamalarına karşın, kaçtıklarını görüp nedenini sorunca; düşmanın geldiği yanıtını alır. Gerçekten de düşman 261 rakımlı tepeye yaklaşmıştır. Askerlere düşmandan kaçılmayacağını söyleyerek süngü taktırıp yere yatırır. Bu durumu gören düşman askerleri de süngü takıp yere yatarak oldukları yerde kalırlar. 57. Alay da tam o sırada yetişir. Ve sabah saat 10’da Mustafa Kemal taarruz emrini verir. Çevresinde topladığı subaylara da şöyle söyler:

“Ben size taarruz emretmiyorum ölmeyi emrediyorum... Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka güçler ve başka kumandanlar alabilir...”

İşte savaş böyle başlar, bir ölüm kalım savaşı. İtilaf birlikleri dayanamayarak geri çekilir. 57. Alayımız pek çok şehit verir; ama zafer kazanılmıştır. Buna rağmen itilaf kuvvetleri hala saldırmak düşüncesindedirler. O gece (25-26 Nisan 1915) itilaf kuvvetleri Arıburnu’na 5 İngiliz tümeni çıkarmıştır. Erlerimizin ne yiyecekleri ne de giyecekleri vardır. Emrindeki az sayıda ve yeterli donanımı olmayan birlikleriyle Mustafa Kemal yine “taarruz”a geçer. Ve 26 Nisan günü sonunda itilaf birliklerini durdurur. 27 Nisan’da yardıma gelen iki alayla yeniden saldırıya geçer. Ve o gün Kemalyeri’nde şunları görür: Düşman askerlerinin çoğu ellerini havaya kaldırıp mendiller sallayarak teslim olurlar. Arıburnu savaşını yönettiği bu yere “KEMALYERİ” düşmandan aldığı yere de “CESARETTEPE” adı verilmiştir.

ANAFARTALAR KAHRAMANI MUSTAFA KEMAL’İN CONKBAYIRI ZAFERİ(10 AĞUSTOS 1915)

Mustafa Kemal 6 Ağustostan beri Arıburnu’nda yoğun bir savaş yürütmektedir. Anafartalar cephesi de savaşın içindedir. Conkbayırı da öyledir. Üstelik burada komuta karışıklığı vardır. Komutanlar gergindir durum iyi değildir. Düşman denizden, toplarıyla saldırılarını sürdürürken karaya yoğun asker çıkarmaktadır.

İşte bu koşullarda 8 Ağustos’u 9 Ağustos’a bağlayan gece, ordu komutanlığından gelen bir emirle Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığı görevine getirilir.

Mustafa Kemal, görev yerine zorluklarla karşılaşarak ulaşır ve sabaha karşı saat 4.30’da kısa bir denetimden sonra askerlere şöyle seslenir:

“Askerler! Karşınızdaki düşmanları yeneceğinize kuşkum yoktur. Ama siz acele etmeyin, önce ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız!” (Mustafa Kemal, Anafartalar Hatıraları s.93)

Ve dediğini yapar. Düşman silah kullanmaya zaman bulamaz. Boğaz boğaza, göğüs göğüse bir savaştan sonra 23. ve 24. Alaylarımız Conkbayırı’nı düşmandan büsbütün temizler. 28. Alay, Şahinsırtı’nın en yüksek tepesini ele geçirdikten sonra Sarıtarla üzerinden düşman birliklerini bozguna uğratır. Conkbayırı tepesi askerlerimizin eline geçtikten sonra düşman kara ve denizden yoğun topçu ateşiyle Conkbayırı’nı cehenneme çevirir. Bunu Mustafa Kemal, “Anafartalar Hatıraları” adlı kitabında şöyle anlatmaktadır: “...Gökten şarapnel, demir parçaları yağıyordu...Seyrederken bir şarapnel parçası göğsümün sağına çarptı. Cebimde duran saati parça parça etti. Bedenime giremedi. Yalnızca derince bir kan lekesi bıraktı. Bu saat parçalarını sonradan bugünün anısı olmak üzere Liman (Von Sanders) Paşa’ya verdim. O da aile asalet arması işlenmiş kendi saatini bana verdi.”

Conkbayırı Zaferi; 18 Mart Deniz Savaşı ile birlikte Çanakkale’de yapılan savaşların en büyüğü ve en önemlisidir. Mustafa Kemal’in de ilk büyük zaferidir. Dahası Çanakkale savaşlarının bir dönüm noktasıdır. Dev gibi gelip sonra yaralanıp, eriyip gitmek zorunda kalan sömürgeci Britanya İmparatorluğu ordularının yenilgisinin tam olarak kanıtlandığı gündür. Bu savaştan sonra İtliaf Devletlerinin yardım edecekleri Rusya da yardım alamayınca güçsüzleşmiş ve bir iç savaşa sürüklenmiştir. İngiliz Genel Komutanı General Hamilton “Bu savaşı yazı ile tanımlamak olanaksız” derken İngilizlerin ünlü devlet adamı Winston Churchill yenilginin sorumlusu olarak görüldüğünden deniz bakanlığından alınmıştır.

Mustafa Kemal Çanakkale’den İstanbul’a dönüşünde İstanbul’da coşku ile karşılanır. Hatta Harbiye Nezareti’nin çıkardığı derginin kapağına Mustafa Kemal’in resmi konacaktır. Her şey hazırdır ve dergi baskıya girecektir; ama son anda Enver Paşa’nın emriyle dergi kapağından Mustafa Kemal’in Resmi çıkarılarak yerine bir başka komutanın resmi konur.

Mustafa Kemal, bütün bunlara gülüp geçer. O, bir gün gelecek sırtından üniformasını çıkararak bu ülkenin hizmetine koşacaktır. Onun için rütbe, makam, ünlü olmak ya da parasal olanaklarının artırılması gibi konular, hele ülkenin o günkü koşullar altındaki durumunda konuşulması dahi gerekmeyen küçük şeylerdir.

Mustafa Kemal bu konuda şunları söyler:

“İnsanlık hali, bu naçiz hizmeti yerine getirmiş olmaktan memnun olacaklarını tahmin ettiğim Osmanlı Devlet adamlarını ziyaret ediyordum. Bilim, teknik, sanat ve olaylar bakımından memleketim için , milletimin konuşulması gereken ölüm-kalım meseleleri için düşüncelerim vardı. Başta bulunanlara onları söylemek istiyordum...”

Ama, o önemli mevkilere yerleşmiş Osmanlı devlet adamları Onu dinlemekten kaçındılar.

Mustafa Kemal, bir süre sonra, Edirne’de yeni kurulan XVI. Kolordu Komutanlığına atanır. Oradan da kısa bir süre sonra kolordusuyla birlikte Anadolu’nun doğusundaki Kafkas Cephesine atanır. Kafkas Cephesinde Rus ordularıyla savaşan Mustafa Kemal, Rusya’nın bir iç savaş yaşayarak I. Dünya Savaşından çekilmesinden sonra Suriye Cephesine gönderilir. Bu sırada Araplarla da birleşerek Bağdat’ı ele geçiren İngilizler Musul üzerine ilerlemektedir. 1916 ve1917’deİngilizler ve Fransızlar, yanlarına İtalya’yı da alarak Osmanlı topraklarını kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla paylaşmışlardır. Bu amaçla var güçleriyle saldırıya geçerler.

Komutanlığını Alman Generali Falkenhayn’ın yaptığı Yıldırım Orduları’na bağlı 7. Ordunun komutanı olan Mustafa Kemal, burada da Osmanlı Ordusundaki Alman subaylarının kişisel çekişmelerini görerek, durumun ne kadar kötü olduğunu bir kez daha anlar. Kısa bir süre sonra Almanya savaştan çekilme kararı alır ve Osmanlı ordusu bu cephede yalnız başına kalır. Mustafa Kemal, İngilizleri burada da durdurmayı başarır ama, Osmanlı İmparatorluğunu bu zor duruma düşürenler yani Enver, Cemal ve Talat Paşalar ülkeden kaçmışlar ve yeni kurulan hükümet de ateşkes isteyerek savaştan çekildiğini ilan etmiştir. Bu da yenilginin kabul edildiği demektir. Takvimler artık 30 Ekim 1918’i göstermektedir.

İşte bu tarihte İstanbul’da tahta yeni geçen Padişah Vahdettin’in kurdurduğu Hükümet, Mondros Ateşkes antlaşmasını imzalar. Bu anlaşmada yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu yüz kızartıcı koşullara zorlanmıştır. Örneğin, ülkenin tüm önemli noktalarına İşgal orduları girecektir. Türk ordusu silahlarını bırakacak ve askerleri dağıtılacaktır. Yalnızca küçük bir gurup asker jandarma olarak kalacaktır. Anlaşmaya Doğu Anadolu illerinin kurulmak istenen bir Ermeni Devletine verileceğini hissettiren bir madde bile konmuştur. İngiliz ve Fransızlar Çanakkale savaşında geçemedikleri boğazları bu anlaşmayla hem de ellerini kollarını sallayarak geçebilecekler, buralara yerleşebileceklerdir.

Ülkenin artık sahipsiz olduğu düşüncesiyle harekete geçen İngilizler, zaman geçirmeden Sadrazam İzzet Paşa’ya İskenderun’u işgal edeceklerini bildirip buradaki Türk kuvvetlerinin geri çağırılmasını isterler. İzzet Paşa da orada bulunan Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırır. Mustafa Kemal ise, emrindeki birliklerin teslim olmayacağını bildirerek şu cevabı gönderir:

“...Miskince boyun eğersek çiğneniriz. Hayır bu vatanın katledilmesine izin vermeyeceğim!”

Mustafa Kemal bir süre sonra bu bölgede gerekli önlemleri alarak İstanbul’a döner. İstanbul’un hali içler acısıdır. İtilaf Devletlerinin donanmaları toplarını şehre çevirmiş Boğaz’da beklemektedir. Onlara bakarak söylediği şu sözü asla unutulmaz: “Geldikleri gibi giderler”

Mustafa Kemal, İstanbul’da Şişli’deki evinde hemen çalışmalara başlar. Güvendiği arkadaşlarıyla bir araya gelerek bir plan hazırlar. Mustafa Kemal’in kararı şudur: çıkar tek kurtuluş yolu, bir ulusal direniş yolu yaratmaktır. Ordu ile ulus el ele vermeli ve birlikte hareket etmelidir.” Tek kurtuluş Anadolu’dur. Çünkü o zamanın başkenti İstanbul bir sürü gizli ve bölücü, kuruluşlarla doludur. Bunlardan bazıları Mavri Mira, Kürt Teali, Sulh ve Selamet, v.b. zararlı cemiyetlerdir. Bunların içinde en zararlılarından biri İngiliz Dostları Derneği( İngiliz Muhipler Cemiyeti)dir. Bu derneğin amacı çok farklıdır. Kimi üyeleri kendi makam ve kişisel çıkarlarını gözetiyor. Kimi İngilizler yararına çalışıyordu. Başkanlığını Rahip Fru’nun yaptığı bu derneğe Osmanlı Padişahı ve Halifesi Vahdettin, Sadrazam ve Padişahın damadı Damat Ferit, Gazeteci Ali Kemal ve Sait Molla da üyeydi. Kimi aydınlar da Birinci Dünya Savaşı’ ndaki yenilginin yılgınlığıyla kurtuluşu Amerika’nın yönetimi üstlenmesinde arıyorlardı.(Bunlara Mandacılar adı verilir.) Yer yer bölgesel kurtuluş yollarına başvurarak dernek kuranlar da vardı ki, bu da çıkar yol değildir. Sonraları Mustafa Kemal, Söylev’inde bu durumu şöyle betimler:

“Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütünüyle parçalanmış. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların tümü kavramı kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi.(....)Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Ulus egemenliğine dayanan, kayıtsız, kısıntısız, koşulsuz, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak. İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz karar bu olmuştur”. Zaten işgalci İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri İstanbul’da cirit atmaktadır. 1919 Nisanında Mondros Ateşkes antlaşmasının hükümlerine dayanarak Ermeniler, Kars ve Ardahan’ı işgal etmişlerdi.

Şimdi Mustafa Kemal, Anadolu’ya çıkacak bir yol arıyordu. O sırada Samsun civarında Rum çeteciler Türk köylerini basmakta ve cinayetler işlemekteydiler. Rumlar burada bir Pontos Rum devleti kurmak için İngilizlerden destek bekliyorlardı. Burada karışıklık çıkarsa İngilizlerden yardım alacaklarını hesaplıyorlardı. Çok geçmeden İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Padişah’a ve onun Hükümetine durumu Türklerin Rum köylerine saldırdığı şeklinde bildirerek gerekli düzenin sağlanmasını istedi. Buradaki gerçek durumu bile ifade etmekten aciz olan Hükümet bu isteğe boyun eğdi.

Bu olayları dikkatle izleyen Mustafa Kemal uzun süredir hazırladığı planı gerçekleştirmek için harekete geçebilecek fırsatı yakaladığını anladı. İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal’i ülkeyi I. Dünya Savaşı’na sürükleyen İttihat ve Terakki Partisinin karşısında olduğu için zararsız bir komutan olarak tanıyordu. Bu yüzden onu Samsun’a gönderebilirlerdi. Mustafa Kemal olayı şöyle Anlatır:

“Ben zaten şu veya bu şekilde Anadolu’ya geçmek fırsatı arıyordum. Madem ki, onlar teklif ettiler, fırsattan mümkün olduğu kadar yararlanmalıydım.” (Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam c.1 s.404)

Bu konuda gerekli yetkileri elde edebilmek için Genelkurmay ikinci başkanı Kâzım (İnanç) Paşa ile görüşen Mustafa Kemal, Kâzım Paşa’ya bunları şöyle sıralar:

“...İstediğim birinci madde Samsun’dan başlayarak bütün doğu illerindeki kuvvetlerin kumandanı olmaklığım ve bu kuvvetlerin bulunduğu illerin valilerine doğrudan doğruya emir verebilmekliğimdir. İkincisi, bu bölge ile herhangi bir temasta bulunan askeri ve yönetsel makamlarla haberleşme ve görüşme halinde bulunabilmeliyim.” Bu maddeleri içeren atama emrini imzalayacak olan Nazır altına sadece mühür basar imzalamaya cesaret edemez ama Mustafa Kemal için artık Anadolu yolu açılmıştır.

Mustafa Kemal derin bir oh çekerek belgeyi cebine koyar ve 16 Mayıs 1919 günü kendisini Samsun’a ******ürecek külüstür Bandıma Gemisinin yorgun bedenini diriltecek çelik gibi bir ses tonuyla kaptana şöyle der:

-Derhal ve bütün süratinle denize açıl.

Pusulası bozuktur bandırma gemisinin. Kıyıya yanaşık giderler. Fırtına çıkmasın diye dualar eder kaptan.

19 Mayıs 1919. Samsun’a varır Bandırma Vapuru. 19 Mayıs öyle bir tarihtir ki, tarih yazan Gazi Mustafa Kemal, O’na doğum günüm diyecektir. Ulusla bir olup, Ulus olup doğduğu gün.

AMASYA GENELGESİ

Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edildiği haberi konuşulmaktadır Anadolu’da. Üstelik işgal eden İngiliz, Fransız veya İtalyan değil Yunanlılardır. İngiliz desteğiyle, oyunlarla, hilelerle.

Mustafa Kemal, 28 Mayıs’a kadar Samsun’da kalır ve Anadolu’daki arkadaşlarıyla haberleşir. ‘8 Mayıs’ta Havza’ya, 12 Haziran’da Amasya’ya gider.

Amasya Belediye Binasının balkonundan ilk kez halka seslenir.

“Amasyalılar!

Padişah ve Hükümet itilâf devletlerinin elinde tutsaktır. Memleket elden gitmek üzeredir. Bu kötü duruma çare bulmak için sizlerle işbirliği yapmaya geldim.(...) Çarıklarımızı çekecek, dağlara çekilecek, yurdumuzu son kayasına kadar savunacağız. Hep birlikte and içelim.”

Amasya’da yanan Kurtuluş Ateşi Amasya Genelgesi ile yayılır. Bu genelge; direnme, savunma, savaşım, ve Kurtuluş Savaşının ilk yazılı ilkeler belgesidir. Temel maddeleri şöyle özetlenebilir:

1-Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.

2-İstanbul’daki hükümet üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.

3-Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır.

4-Anadolu’nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas’ta ulusal bir kongrenin tez elden toplanması kararlaştırılmıştır.

22 Haziran 1919 sabahı yeni bir sesi, ulusal bir çağrıyı, haklı bir haykırışı Amasya Genelgesi’ni Amasya telgrafhanesi yaymaya başlar. Tıpkı bir sis çanı gibi...

ERZURUM KONGRESİ (23 Temmuz – 7 Ağustos 1919)

Mustafa Kemal, Amasya’dan 26 Haziran 1919 günü müfettişlik karargâhıyla birlikte yola çıkar. Üç gün önce ise, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Mustafa Kemal’in görevden alındığını, bu yüzden isteklerinin yerine getirilmemesini şifre ile tüm valilere bildirmiştir. Mustafa Kemal, bu gelişmeyi Sivas yolunda kendisini bekleyen Dr. İbrahim Tali’den öğrenir. Padişah’ın özel görev ve yetkilerle Elazığ’a vali yaptığı Ali Galip ise Sivas’tadır. Sivas Valisi Reşit Paşa’ya Mustafa Kemal’in hemen tutuklanması gerektiğini bildirerek beklemeğe başlar. Ancak Sivas Valisinden beklediği yanıtı alamadığı gibi ummadığı bir anda Mustafa Kemal’in Sivas’a girmesiyle şaşkına döner. Üstelik Sivas Valisi Reşit Paşa Mustafa Kemal’i karşılamaya gider. Padişah’ın adamı Ali Galip oradan kaçmak zorunda kalır.

Mustafa Kemal, 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a varır. 8-9 Temmuz gecesi Erzurum Telgrafhanesine bir telgraf gelir. İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal’i geri çağırmaktadır. Makine başına geçen Mustafa Kemal, “Gelemem” diye cevap verir. Bu onun askerlik görevinden ayrılması demektir. Bu olaydan sonra artık o sade bir vatandaştır. Ve sivil kıyafetlerle katılır Erzurum Kongresine.

23 Temmuz’dan 7 Ağustos’a kadar süren bu kongrede başlıca şu kararlar alınır:

1- Ulusal sınırlar içinde Yurt bir bütündür. Parçalanamaz. Bölünemez.

2- Ne türlü olursa olsun yabancıların topraklarımıza girmesine ve işlerimize karışmasına karşı ulus birlikte direnecek ve savaşacaktır.

3- Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına Osmanlı hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için geçici bir Hükümet kurulacaktır. Bu hükümet üyeleri ulusal kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi temsilciler kurulu yapacaktır.

4- Ulusal güç temel dayanaktır.

5- Yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul edilemez.

6- Millet Meclisinin hemen toplanmasının ve hükümet işlerinin Meclis denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.

SİVAS KONGRESİ (4-11 Eylül 1919)

Erzurum Kongresi bölgesel nitelikli bir kongreydi. Sivas Kongresi ise, Mustafa Kemal’in ulusla birlikte hedeflerini açıkça ortaya koyduğu kararların alındığı bir ulusal kongre oldu. Çok zorlu geçen bu kongrede en çok dikkati çeken olay bir grup delegenin “Manda” taraftarı olmasıydı. Manda bir ulusun bir başka ulus tarafından yönetilmesiydi. Yani bağımsızlığa aykırı bir durumdu. Amerika ya da İngiltere’nin Türk ulusunu yönetmesi gerektiği fikri atıldı ortaya. Çünkü onlar büyük Savaşın galipleriydi ve uygarlıklarıyla tüm dünyaya söz geçirebiliyorlardı.

Mustafa Kemal’in bu isteklere karşı sözleri tüm tartışmalara bir yanıttır:

“Esas olan bir ulusun haysiyetli ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da ancak Tam Bağımsızlıkla mümkün olabilir. Ne kadar zengin ve gönençli olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlığın gözünde uşak olmak durumundan ötede bir davranışa uğrayamaz.

Yabancı bir devletin himayesini kabul etmek güçsüzlüğün göstergesidir.

Halbuki Türkün onuru ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir Ulus esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.

O halde, Ya Bağımsızlık ya ölüm” (Nutuk c.1 s.13)

Sivas Kongresi kararlarıyla Erzurum’da alınan kararlar onaylandı. Bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla birleştirildi. Sivas kongresiyle Mustafa Kemal’in bütün ulus bireylerini ulusal iradeye ortak etmek ve bağlamak konusunda gösterdiği başarı sayesinde Padişah iradesi yıkılıyor ve yerine Ulusal Egemenlik ilkesi geliyordu. Bu tarihten itibaren Mustafa Kemal’i kurulmakta olan yeni Türk devletinin başkanı olarak kabul etmek gerekir.

MİSAK-I MİLLİ

Mustafa Kemal Paşa ve temsil heyeti 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldi ve burada çalışmalara başladı. Mustafa Kemal, Meclisin Ankara’da ulusal kongre üyeleriyle toplanmasını istiyordu. Bir kısım üyeler ise hala geçerli Meclisin İstanbul’da toplanacak Mebuslar Meclisi olabileceğini söylüyorlardı. Mebuslar Meclisine katılacak üyelere Mustafa Kemal orada kendisini Başkan seçmelerini ve kuracakları guruba Müdafaa- i Hukuk Gurubu adını vermelerini istedi.12 Ocak 1920’de toplanan Mebuslar Meclisinde bu istekleri gerçekleşmedi kurulan guruba Felah-ı Vatan adını verdiler .Bu gurup Mustafa Kemal Paşa tarafında Sivas’ta hazırlanmış bulunan Misak-ı Milli metni üzerinde 22 Ocak’ta bir toplantı yaptı. Mecliste 17 Şubat 1920 ‘de Misak-ı Milli kararı kabul edildi. Bu Mustafa Kemal Paşanın bir başarısı idi. Bu kararlarla Mondros Ateşkes Antlaşmasında düşman ordularının giremediği topraklar yani Anadolu ve Trakya’daki topraklarımız Türk toprağı olarak ifade edilmektedir. Buraların tamamen Türk Ulusuna ait oldukları vurgulanmaktadır. Ayrıca Anadolu’da kurulmak istenen Ermenistan ve diğer devletlere asla izin verilmeyeceği belirtilerek İstanbul ve Boğazların güvenliğinin sağlanması istenmektedir. Ayrıca yabancılara verilen ayrıcalıkların artık kabul edilmeyeceği ilan edilmektedir.

Mebuslar Meclisi Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanmış olan bu kararlarla Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenen ilkeleri benimseyerek Ulusal sınırlar içinde tam bağımsız yeni bir Türk Devletinin temelini atan Misak-ı Milliyi kabul etmekle büyük bir görevi yerine getirmiş oldu. Padişah ve İstanbul Hükümeti ile itilaf devletlerinin çabaları boşa çıktı.

Kısa bir süre sonra 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildi ve Mebuslar Meclisi üyeleri de tutuklandı. Çoğu Malta’ya sürüldü.

Padişah Vahdettin ve Şeyhülislam Dürrizade ortak bir ferman ve fetva yayınlayarak Halifelik unvanını da kullanarak bütün müslümanları Mustafa Kemal önderliğindeki ulusal direnişi yıkmaya çağırdı. Hükümetin başı Damat Ferit’in beyannamesini de kapsayan bir belge de buna eklenerek Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti hakkında idam kararı çıkarıldı. Ve bu bildiriler İngiliz uçakları ile Anadolu’da dağıtıldı.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

16 Mart’ta İstanbul’un işgal haberini Manastırlı Hamdi Bey telgrafla Ankara’ya bildirdi. Bu durum karşısında Mustafa Kemal Paşa Temsil Heyetini geçici bir hükümet gibi çalıştırarak Ankara’da ulusal iradeyi gerçekleştirecek bir Meclis toplamak üzere harekete geçti.

Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü açıldı. İstanbul’dan gelenlerin de katılmasıyla çalışmalarına başladı. Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla birlikte Ulusal Egemenlik fikrinin meşruluğu tartışılmaz bir biçimde ortaya konuyordu. “Egemenlik kayıtsız şartsız Ulusundur” hükmü yeni Türk Devletinin egemenlik kaynağını halktan alan insan hakları esasına dayandırıyordu. 23 Nisan 1920’de egemenlik İstanbul’dan Ankara’ya yani saltanattan ulusa geçmekle kalmıyor, egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu. Dinsel ve geleneksel Osmanlı egemenliği yerine Ulus egemenliği geçiyordu.

Birinci Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşını hazırlayan ve kazanan Meclis oldu. Birçok güçlükle uğraştı. Önce Padişah ve İtilaf Devletlerinin desteklediği iç ayaklanmaların bastırılması gerekti. Sonra düzenli ordunun kurulması sorunu vardı. Bunlar birer birer halledildi. Birinci ve ikinci İnönü ile Sakarya Savaşları kazanıldı. Anadolu’nun asırlardır kötü giden kaderi yenildi. Ve 30 Ağustos 1922’de yalnız Yunan ordusu değil onun arkasındaki büyük devletlerin tamamı yenildi. 9 Eylül l922’de İzmir’e dökülen yalnız Yunan ordusu değil sömürgeci itilaf devletlerinin Anadolu’yu parçalamak isteği ve sömürme umutları idi.

SALTANATIN KALDIRILMASI

Savaşın kazanılması ile her şey bitmemişti. Osmanlı Devletinin Ağustos 1920’de imzaladığı ve yurdumuzu parça parça düşmana teslim eden Sevr paçavrası yırtılmıştı. Ama halâ İstanbul’da oturan Padişah bu zafere ortak olabileceğini sanıyordu. Çünkü, itilaf devletleri Lozan’da yapılacak barış konferansına hem Ankara’daki Ulusal Hükümetten hem de İstanbul’da ki Padişah’ın aciz hükümetinden delege çağırmışlardı. İşte bu tutum saltanatın kaldırılması devriminin hemen hazırlanıp sonuçlandırılmasını sağlamıştır. Acilen toplanan Meclis’de Mustafa Kemal Paşa şöyle bir konuşma yapmıştır: “Efendiler ! egemenliği hiç kimse hiç kimseye konuşarak tartışarak vermez. Egemenlik güçle ve zorla alınır. Osman Oğulları zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını 600 yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak Egemenliği kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan Ulusa Egemenliğini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun gerçekleşmiş bir olayı yasayla saptamaktan başka bir şey değildir...”

Sorun komisyonda görüşülür. Yasa hemen hazırlanır ve de Meclis’te kabul edilir. Böylece Osmanlı saltanatı 1 Kasım 1922’de yıkılır. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin de 17 Kasım 1922’de bir İngiliz savaş gemisi ile kaçar.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI ( 24 TEMMUZ 1923)

Yeni Türk devletinden önceki Osmanlı devleti yabancılara verdiği birçok ayrıcalığın tutsağı idi. Osmanlı ülkesinde yabancılar işledikleri suçlardan dolayı yargılanamıyorlardı. Yabancılardan vergi alınamıyordu. Osmanlı devleti borçlu olduğu büyük devletler tarafından bir borçlar örgütü ile kontrol ediliyordu. Örneğin, yol, hastane ve okul gibi kurumların veya yatırımların yapılabilmesi bile onların iznine bağlıydı. Kısacası Osmanlı devletinin bütün limanları kaleleri tersaneleri yabancıların denetiminde idi.

21 Kasım 1921’de başlayan ve iki dönem halinde büyük tartışmalarla süren Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 günü imzalandı. Bu antlaşma ile ulusal bir devlet olarak bağımsızlığımızı dünya kamu oyuna belgeleyerek duyurduk. Ayrıca savaş meydanlarından sonra barış masasında da dünyanın en büyük devletlerini dize getirdik. Mustafa Kemal Paşa Lozan Antlaşması için “Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtıdır”demiştir.

CUMHURİYETİN İLANI

Cumhuriyet düşüncesi Atatürk’te çok genç yaşlarda başlamıştır. Henüz genç bir subay iken düşünceleri ile Cumhuriyetin en iyi yönetim şekli olduğunu ifade etmiş ve Erzurum Kongresi sırasında arkadaşı Mazhar Müfit Beyin defterine, “Zaferden sonra yönetim şekli Cumhuriyet olacaktır. Fes kalkacak, kadınlar çarşaftan kurtulacak Latin harfleri kabul edilecektir” diye yazdırmış bunlar zamanı geldikçe uygulanırken Mazhar Müfit’e “şimdi kaçıncı maddedeyiz?”diye sormuştur.

Amasya genelgesinde ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır. Her türlü ve denetimden uzak bir ulusal kurul oluşturulmalıdır sözleri geçmektedir. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurulmasıyla zaten örtülü de olsa cumhuriyete yaklaşılmıştır. 1921 anayasasının birinci maddesi egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olduğunu belirtmektedir.

Bununla birlikte Meclis üyeleri içinde bazı üyeler Mustafa Kemal’e ve düşüncelerine karşı çıkmaya başlamışlardır. Hem de bu karşıcıların içinde Rauf bey Refet Paşa, Kazım Karabekir ve hatta Atatürk’ün öğrenciliğinden beri en yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa da vardır.

Bunun için birinci Büyük Millet Meclisi 16 Nisan l923 de son birleşimini yaparak dağılır. Mayıs ayında yeni seçimler yapılır. Yeni kurulan Meclis Mustafa Kemal’i yeniden başkan seçer . 2 Ekim 1923 de yabancı askerler İstanbul’u tamamen terk ederler. İstanbul’un kurtuluş yıldönümü için 6 Ekimde düzenlenen törene katılacak ulusal hükümet üyelerini İstanbul’da hiç kimse karşılamayınca Mustafa Kemal artık zamanın geldiği kararına vararak 13 Ekim 1923 de yeni Türkiye Devletinin başkentinin Ankara olduğunu duyurur.

28 Ekim 1923’e gelindiğinde hükümet sıkıntı içindedir. Fethi Bey tarafından kurulan hükümet istifa eder. Bu durumdan kurtulmak için o gece İsmet Paşa, Kâzım Paşa, Fethi Okyar, Afyon Milletvekili Ruşen Eşref ve daha birkaç vekil Çankaya’da Mustafa Kemal ile bir akşam yemeğine davet edilirler. Bu yemekte Mustafa Kemal, “Yarın Cumhuriyeti İlan Edeceğiz” diyerek devletin adının konduğunu böylece ilan eder. Mustafa Kemal Paşa arkadaşları ile anayasanın birinci maddesinin sonuna Türkiye Devletinin hükümet biçimi Cumhuriyettir tümcesini eklerler.

29 Ekim 1923 günü saat l8’45’te toplanan Türkiye Millet Meclisi oy birliği ile Cumhuriyetin ilanını kabul eder. Cumhuriyet hükümetinin ilk Başbakanı İsmet Paşa ilk Meclis başkanı Fethi Okyar ve ilk Cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal Paşa seçilir.

Cumhuriyetin kurulmasından hoşnut olmayanlar eylemlerini sürdürürler. Bu kez henüz kaldırılmamış olan Halifeliği kullanmak isterler.

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

Saltanatın kaldırılmasından sonra Cumhuriyet düşmanları Halifeliğe sarılır. Halifelik daha sonraki devrimlerin (alfabe, laiklik, kıyafet, takvim, ölçü, kadın hakları, hukuk, eğitim ) birinci derecedeki engeliydi. Gazi Mustafa Kemal yapacağı devrimleri önceden tasarlamıştı. Ama sırasını bekliyordu. Bunun içindir ki öncelikle koşulların uygun olduğu zamanlarda büyük bir kararlılıkla ve hiçbir tehlikeyi düşünmeksizin gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Bazen en yakınındaki dostları bile onu anlayamamışlardır. Meclisteki karşıcılar Halifeliğin kaldırılacağını anlayınca İstanbul’daki bazı gazeteleri kullanarak halkı Meclis’e karşı kışkırtmaya bile kalkıştılar. Halifeliğin İslâm dünyası için çok önemli bir kurum olduğunu ileri sürdüler. Oysa ne Birinci Dünya Savaşında ne de daha önce Halifenin İslâm dünyasını bir araya getirmek için yayınladığı fetvalar işe yaramamıştır. Müslüman Araplar İngilizlerle bir olup Türk ordusunu arkadan vurmaktan çekinmemişlerdir. Çanakkale’de Hint Müslümanları İngiliz bayrağı altında Türk ordusuna karşı savaşmışlardır. Üstelik Halife- Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı idam kararı verirken Halife imzasını atmıştı.

O günlerde Halifeyi ziyaret eden bazı meclis üyeleri meclis bütçesinden Halife’ye daha fazla para verilmesini bile önerdiler. Hindistan’daki İsmailiye mezhebinin önderi ve imamı olan halk sömürücüsü İngiliz uşağı Ağa Han ve Emir Ali, Londra’da yoksul yurttaşlarının parası ile zenginlik içinde yaşadıkları köşklerinden Halifelik kurumuna dokunulmaması konusunda Başbakan İsmet Paşa’ya bir mektup yazmışlardı. Her nedense bu mektup İsmet Paşa’ya ulaşmadan Cumhuriyet karşıtı İstanbul gazetelerinde yayınlanmıştır. Üstelik Halife Abdülmecit Efendi gösterişli görkemli yaşantısını sürdürmek için Kurtuluş Savaşından yeni çıkmış yoksul Türk halkından daha fazla para istemektedir. 3 Mart 1924 günü Mecliste 1924 yılı bütçesi görüşülürken Halifeliğin kaldırılması gündeme gelir. Ayrıca din işleri ve Vakıflar Bakanlığının kaldırılması ve o zamana kadar çok başlı olan ulusal eğitim sisteminin Milli Eğitim Bakanlığına bağlanarak öğrenimin birleştirilmesi de yasalaşır. 3 Mart 1924 günü Halifelik kaldırılır. Ve laik Türkiye Cumhuriyetinin önündeki en büyük engel yıkılır.

ATATÜRK İLKELERİ

Gericiler, tutucular her ileri devrime ve görüşe karşıdırlar. Mustafa Kemal Kurtuluş savaşımıza başlaması ile birlikte ilkelerini ve devrimlerini ulusal bir sır gibi belleğinde saklayarak zamanı geldikçe bunları gerçekleştirmiştir. 1920 de halkçılık ilkesini şöyle ifade etmiştir. “Bizim görüşümüz ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, egemenliğin doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulunmasıdır.” 1923’te de “Yeni Türkiye bir halk devleti halkın devletidir” demiştir. Cumhuriyetimizi kutsal bir emanet olarak Türk Gençliğine armağan eden Atatürk”ün bu mirasını korumak ve kollamaktır Cumhuriyetçilik. Cumhuriyetimizin ilk anayasası olan 1924 tarihli anayasada devletin dini islâmdır sözü 1928 de kaldırılmıştır. “Devletin ve organlarının dini olamaz”. diyerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına laiklik ilkesi yerleştirmiştir. Devrimcilik yada inkılapçılık sözcüğü süreklilik anlamını da içerdiği için 1935 de aralıksız devrimler anlamında Atatürk tarafından kullanılmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun yıkıntısından artakalmış çalışma yaşındaki insanlarını savaşlarda yitirmiş üstelik 1929- 1930 dünya ekonomik bunalımına girmiş bir ortamda yoksul bitkin ülkemizi ve insanlarımızı canlandıran fabrikaları demiryollarını kuran devletçilik ilkesi Atatürk’ün olmazsa olmaz dediği tam bağımsızlık ilkesi ile birleşmiş olan ulusalcılık Atatürk ilkelerini oluşturur.

Mustafa Kemal Atatürk, bu 6 ilkeyi 1937 yılında anayasaya koyarken Türk Ulusuyla birlikte oluşturduğu ve bütün dünyaya örnek olan Türk Devrimi’nin Türk Gençliğince iyi anlaşılması O’nun en büyük dileği olmuştur.

Osmanlı Haberleşme Kurumunda Kadınlar

Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti Bedrâ Osman Hanım Telefon Şirketine memure olarak girmek için başvuruda bulunmuş, ancak başvurusu reddedilmişti. Cemiyet konuyu kamuoyuna duyurup bir tepki ortamı yaratılmasında ön ayak olunca Bedia Osman hanım, 1913 yılında memur olarak çalışan ilk Türk kadını olarak işe başlamış oldu[1]. Gerçi daha Tanzimat döneminde kadınlar öğretmen olarak devletin resmi memuru olmuşlardı. Ancak, o zaman buna pek tepki olmadığı halde, Telefon şirketinde çalışmak isteyen Bedrâ Osman Hanım’a gösterilen zorluk düşündürücüdür. Herhalde telefon şirketinde kadın ve erkeğin bir arada çalışma durumunda oluşu bunda rol oynamıştır[2].

PTT Nazırı Oskan Efendi, yabancı ülkelerin postahanelerinde olduğu gibi, Osmanlı Postahanelerinde de kadın memurların çalışmalarını sağlamak amacıyla, 13 Haziran 1330(26.6.1914) tarihinde iki müslüman kadın memuru pul satış görevlisi olarak İstanbul Postahanesi’ne atamıştır[3]. Aynı gün iki Musevi kadın memur da Beyoğlu Postahanesi gişesinde işe başlamıştır[4].

Birinci Dünya Savaşı nedeniyle devlet dairelerinde erkek memurların azalması sonucu, onların yerine hanımların alınmasına karar verilmiştir[5]. Maarif Nazırı ve PTT Nazır vekili Ahmet Şükrü Bey’in zamanında müslüman kızların da posta gişelerinde memur olarak çalışabilmelerine olanak tanınmış ve yapılan sınavı kazanan 30 kızdan 20’si posta işleri öğretildikten sonra 14 Teşrinisani 1331 (27 Ekim 1915) tarihinde, İstanbul, Galata ve Beyoğlu gişelerinde göreve başlamışlardır[6].

25 Mart 1917 tarihinde ise Memurin ve Sicil Müdürlüğü posta dairelerinde çalışmak üzere 400’er kuruş maaşla, kadın memur alınacağını ilan etmiş[7] ve yapılan yarışma sınavını kazanan 60 hanımdan 30’u Muhasebe Havale Dairesinde ve 30’u da çeşitli postahanelerde görevlendirilmiştir[8]. Bu memurelerin tümüne, Posta Umuru Müdür Muavinlerinden Ahmet Avni Bey tarafından, posta işleri hakkında bir kurs verilmiştir[9].

PTT Nezareti tarafından, kadın memurlara iş yerlerinde giymeleri için lâcivert renkte bir yeldirme ve başörtüsü; dışarıda giymeleri için de siyah renkte birer eteklik üzerine uzun pelerin verilmiş ve mor renkli kumaştan birer şal ile kıyafet tamamlanmıştır[10].

Mehmet Ali Bey Posta ve Telgraf Mecmuasında Ahmet Şükrü Bey’in biyografisini verirken; kadın memurların görevlendirilmesi konusuna da şöyle değinmektedir:

“Memalik-i ecnebiyede Posta ve Telgraf İdarelerinin bazı hafif işler kadınlara tevdi edilerek bunda hem ehveniyet ve hem de işsiz kalan kadınlara maişet tedariki gibi bir tarik-i teavün bulunmuş olması ve bu gibi hidematta kadın istihdamı İstanbul’da Telefon Şirketince de tatbik edilerek hüsn-i netice vermiş bulunması ve ba husus ahvâl-i harbiye münasebetiyle genç erkeklerimizin pek çoğu muharebe meydanlarında ifay-ı vazife-i vataniye ile meşgul bulunmaları nazar-ı dikkate alınarak bizde de daha aile teşkil edemeyen genç hanımların malumatlarından istifade edilerek posta işlerinde istihdamları takarrür etmiştir.

Bunların hafif olan hidemat-ı resmiyede istihdamları hakkındaki bu teceddüt sahibe-i ilim ve malumat olan kadınlarımıza hal ve istikbalde bir vesile-i maişet ve meşgale temin etmiş ve buna ilk defa olarak idaremizin tavassut etmiş bulunması şayan-ı takarrür mevaddan bulunmuştur.”[11]

1920 yılında İstanbul’daki Galata Osmanlı Bankası’nın sekreteri kadın idi. Ziraat Bankası’nda 7, Elektrik ve Taramvay şirketinde 2, Telefon Şirketinde 48 kadın memur çalışmaktaydı[12].

[1] (Ruşen Zeki, “Bizde Hareket-i Nisvan”, Nevsal-i Milli, İstanbul, 1330, s.346, Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul, 1998, Cilt: 1, s. 509 Tunaya’nın eserinde Bedrâ Osman Hanımın adı Bedriye Osman olarak geçmektedir.)

[2]Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, İstanbul, 1997, s. 136, Leylâ Kaplan, Cemiyetlerde ve siyasi Teşkilatlarda Türk Kadını(1908-1960), -Doktora Tezi -Ankara, 1992, s. 48)

[3] Tanrıkut, Türkiye’de Posta ve Telgraf ve Telefon Tarihi Teşkilât ve Mevzuatı, Ankara, 1984, s.301

[4] Tanrıkut, a.g.e, s.301

[5] Kurnaz, a.g.e, s.136

[6] Tanrıkut, a.g.e, s.301

[7] Tanin, 27 Mart 1917

[8] Tanrıkut, a.g.e, s.301

[9] Tanrıkut, a.g.e, s.302

[10] PTM, No:177(Kânunuevvel 1331), PTM, No: 221, (Temmuz-Ağustos 1337)

[11] PTM, No: 221

[12] Kurnaz, a.g.e, s. 137

Dr. Tanju DEMİR

Dokuz Eylül ـniversitesi

ATATÜRK İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü

Şehitler Cad.No:12 Alsancak / İZMİR

Tel: 0 232 463 85 20

e-mail: [email protected]

Abstract:

The Ottoman Empire, which included the provinces of Baghdad, Basra and Mosul, entered World War One on the side of the Central Powers (Germany and Austria-Hungary), and immediately became a target for British imperial ambitions.

More importantly, defence of its oil interests meant British rule over Iraq in all but name-under a League of Nations Mandate until 1932, and later as the power behind the throne, with the Iraqi people bearing the financial burden of Britain’s war, occupation and rule.

British rule finally ended in 1958, when massive street demonstrations threatened to get out of control, and the army stepped in, overthrew the monarchy, seized power and took action to gain control of Iraq’s oil.

Such an analysis confirms that far from liberation and any progressive future, the US occupation of Iraq in the aftermath of the most recent Gulf war bodes only the return to direct rule and control of country’s oil resources by imperialism - this time by the US with Britain as its junior partner.

Anahtar Kelimeler:

Irak, Orta Doğu, Mezopotamya, Lawrence, Araplar.

İNGİLİZLER VE BASRA[1]

İngilizler, dünya hâkimiyeti plânlarının bir parçası olarak gördükleri Orta Doğu’ya sahip olma düşüncesini hayata geçirmek için 1878 Berlin Antlaşması’ndan hemen sonra harekete geçmişler ve ilk olarak Kıbrıs Adası’na yönelmişlerdir. İçine girdiği büyük bunalımdan dolayı Kıbrıs Adası’nı destek karşılığı İngiltere’ye kiralamak zorunda kalan Osmanlı Devleti, Orta Doğu üzerindeki plânları çok geç fark etmiştir.

İngilizler, Kıbrıs’a yerleşmekle Doğu Akdeniz limanlarına hâkim oldukları gibi, başta telgraf kabloları olmak üzere Osmanlı Devleti’nin bir çok stratejik noktasını ellerinde bulundurduklarından Orta Doğu’ya nüfuz etmekte zorluk çekmemişlerdir. 1882 yılında Mısır’ın işgali ise Doğu Akdeniz’deki İngiliz Kontrolünü daha da artırmıştır. Günümüzde Basra üzerinde özellikle duran İngiltere Irak Harekâtı esnasında temelleri tarihten gelen bir hisle Basra’ya yönelmiştir. Bu araştırmada İngiltere’nin Orta Doğu’daki çıkarlarının tarihsel temelleri üzerinde durulacaktır.

Giriş: Osmanlı İngiliz - İlişkileri

Ticarî bakımdan güçlü olmasına ve elinde bulundurduğu geniş kapitülasyonlara rağmen İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin ekonomik hayatına katılması dar bir çerçeve içinde olmuştur. Anadolu’da sadece Aydın demir yolu İngiliz sermayesince inşa edilmiş ve işletilmiştir. Anadolu’da İngiltere’ye ait endüstri ve ticaret kurumlarının sayısı az olmakla beraber bu teşebbüslerin bazıları Türk millî ekonomisinin bütününü içine alacak kadar kuvvet elde edebilmişlerdir.[2] Çıkarları gereği, uzun yıllar Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü koruma politikası uygulayan İngiltere 1878 Berlin Anlaşması sonrasında politikasını değiştirmiştir. Osmanlı Devleti, Berlin Anlaşması ile İngiltere'ye karşı hukukî bir taahhüt altına girmiş; böylece İngiltere, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine daha fazla karışmaya başlamıştır. İngiltere Dışişleri Bakanı Salisbury, İstanbul'daki İngiliz elçisi Henry Layard'a 8 Ağustos 1878 tarihinde gönderdiği talimatta, Anadolu'da kurulacak denetleyici mahkemelerin başına Avrupalı yargıçların getirilmesini önererek, anlaşmanın verdiği yetkilerle Bâbıâli üzerinde idarî kapitülâsyon kurmayı plânladığını ifade etmiştir.[3] Osmanlı Devleti'nin adlî sistemindeki eksiklikleri bahane ederek adlî kapitülâsyonların etkisini artırmayı düşünen İngiltere, özellikle Doğu Anadolu bِlgesinde bir "Islahat Reformu" yapılmasını amaçlamıştır. “Doğu Sorunu” adı altında Osmanlı Devleti'nin iç işlerine yapılan müdahalelerde, Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim unsurlara haklarının yeterince sağlanmadığı vurgulanmış, azınlıklar konusu gündeme getirilerek yeni kazanımlar sağlanmaya çalışılmıştır.[4] Özellikle Doğu Anadolu'daki Ermeniler lehinde istenilen adlî reformlar, Osmanlı Devleti'ni adlî yönden tamamen denetim altına alacak bir şekle getirilmiştir.[5] İngiltere, Fransa ve Rusya’nın müdaheleci tutumlarına karşılık Osmanlı Devleti denge politikasına devam etmiş, özellikle Bağdat demir yolu imtiyazının Almanya'ya verilmesinden sonra Osmanlı ülkesi, Alman mallarına ve sermayesine boğulmuştur.[6]

İngilizler ise Süveyş kanalının kazılmasından önce Akdeniz kıyısının Fırat’a en yakın bir noktasından başlamak ve daha sonra Basra körfezine kadar nehri takip etmek üzere doğru bir kara yoluyla ana vatanı Hindistan’a bağlamayı düşünmüşlerdir. İlk kez bu nehrin mecrasını gösteren bir kara yolu projesi 1831’de IV. Wuillame’e İngiliz ordusundaki Albay Chesney tarafından sunulmuştur.[7]

Ticarî olduğu kadar siyasî açıdan da önemli olduğu daha ilk bakışta anlaşılan bu projenin hayata geçirilmesi için 1831 yılında incelemelerden sonra hazırlıklar tamamlanmış, 1835 ve 1837 yılları arasında da yapılabilirliği konusunda bir takım araştırmalara başlanmıştır. Bundan sonra Doğu Mezopotamya’nın büyük bir kısmı İngiliz subay ve memurlarınca sıkı bir incelemeye tâbi tutulmuştur.[8]

Görülmektedir ki, İngilizler Anadolu’dan çok, toprakları son derece verimli ve zengin petrol kaynaklarına sahip El - Cezire (Irak) bölgesi ile ilgilenmiş ve bu bölgeyi kontrolleri altına almak için çaba göstermişlerdir. İngilizlerin Irak’ta iktisadî bakımdan yerleşmeleri büyük nehirlerin açtığı yollar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. 1861 yılında Fırat ve Dicle nehirlerinde “Lynch” adı altında bir gemi şirketi kuran İngiltere, bu şirket vasıtasıyla Şatt-ül Arap nehri üzerindeki hâkimiyetini gittikçe genişletmiştir. Basra Körfezindeki deniz ulaşımını tekeline alan İngiltere, Irak’ın dış ticaretine hâkim olmuştur. Öyle ki, 1912’de Basra körfezinde çalışan gemilerin %90’ı İngiliz bayrağını taşımaktaydı.[9] Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Osmanlı ülkesini ziyaretleri sonrasında Almanya’nın Orta Doğu üzerindeki etkinliği artmış, bölgedeki İngiliz hegemonyası sarsılmaya başlamıştır. Buna rağmen İngiltere Birinci Dünya Savaşı’na kadar Irak’ın dış ticaretinde ön sıradaki yerini korumuştur.[10] İngiltere Orta Doğu’daki varlığının devamını bölgede kendisine bağlı fakat birbirleriyle geçinemeyen Arap şeyhliklerinin kurulmasında ve bu şeyhliklerin birbirine karşı kullanılmasında görmüştür. Arabistan’a gönderilen İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence, Arap millîyetçilerinin o zamanki merkezi olan Suriye’ye gitmiştir. O dönemde Suriye’deki Amerikan kolejinde Arap millîyetçisi gençler yetiştiriliyor, onlara istiklal ruhu aşılanıyor ve eylem metotları öğretiliyordu. Lawrence ve beraberindeki kurul, Vehhabileri tahrik etmiş, şeyhlere gereken yardımı yapmış, onları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmaya teşvik etmiştir.[11]

Birinci Dünya Savaşı’nda Arap topraklarında İngilizlerle savaşan Türk ordusunun Araplar tarafından arkadan vurulmasında bu politikalar etkili olmuştur.

Irak bölgesinde İngilizlerin en önemli siyasetleri, aşiretleri Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak olmuştur. Nitekim, “Orta Doğu”[12]daki İngiliz istihbaratının en önemli ismi olan Tümgeneral Sir Francis Reginald Wingate, Irak’ta Türk düşmanlığı propagandasını uyandırmayı amaçlayan bir bildiri yayımlayarak, “eğer Türkleri sırtlarından atarlarsa İngiltere tarafından bağımsızlıklarının tanınmasının garanti edileceğini” ilân etmiştir.[13]

İngilizler, 1915’ten itibaren Orta Doğu’da beyannameler dağıtmaya ve Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı isyan için teşvik etmeye başlamışlardır. Bölgede istihbarat ve propaganda faaliyetlerinin yürütülmesi için İngilizlerin casuslarına para aktarmada çok ilginç metotlar kullandıkları bilinmektedir.[14] Yapılan araştırmalarda İngilizlerin aşiretlerin reislerine yazdıkları mektuplar ele geçirilmiştir. Nasıriye’deki İngiliz siyasî hâkimi ile İngilizlerin Sevkuşşuyuh’da bulunan kaymakamları vasıtasıyla aşiret reislerine, 1916 Ağustos ayında gönderilen 30 Arapça mektup bulunmuştur.[15]

İngilizlerin Irak’taki faaliyetlerinin en sadık uygulayıcıları Hristiyan ve Yahudiler olmuştur. Bunlar, aşiretleri ayaklandırmak için kullanılacak para akışını sağlayarak ve propaganda amaçlı istihbarat ve casusluk hizmetleri yaparak İngiltere’ye büyük katkılar sağlamışlardır.[16]

İngiltere Hükûmetinin savaş sonrası Orta Doğu'suna ilişkin plânları, tampon-devletler (buffer-states) oluşturulmasını ön görmüştür. İngiltere Savaş Bakanlığına doğu işleri uzmanı Storrs tarafından, 1914 yılı sonlarında yazılan bir mektupta, Müslüman Filistin Krallığı ve İsrail Devleti kurulması fikirleri değerlendirilirken, tampon-devletler yaratma kavramı da ortaya konulmuştur.[17]

Tampon devletler meydana getirilmesine ilişkin genel strateji çerçevesinde, zamanın Savaş Bakanı Kitchener'in danışmanı Sir Mark Sykes "Savaş Sonrası Orta Doğu" isimli raporunu Haziran 1915 tarihinde kabineye sunmuştur.[18] Bunu takiben Fransız Georges Picot ile Mark Sykes arasında görüşmeler başlamış ve Sykes-Picot Anlaşması olarak isimlendirilen gizli bir uzlaşma sağlanmıştır. Bu uzlaşmaya göre, kurulacak yeni devletlerden Suriye ve Lübnan'ın Fransa, Ürdün ve Irak'ın ise İngiltere'nin denetiminde olması, Kudüs ve Filistin'in ise ayrıntıları bilahare tespit edilecek uluslararası bir statüye kavuşturulması kararlaştırılmıştır.

Irak’taki İngiliz ticareti ve malî çıkarlarının öncüsü Bağdat’ta da bir şubesi olan Şark Bankası olmuştur. Bu dönemde Bağdat’ta bulunan sekiz yabancı firmanın altısı İngilizlere aittir.[19] İngiliz sermayesi ticaretten daha önemli gördükleri Irak petrollerine yönelmiştir. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Alman ve İngiliz jeologları, Musul’dan Basra kِrfezinde Benderabbas’ın güneydoğusuna kadar uzanan kuvvetli ve geniş bir petrol sahası keşfetmişlerdir. Türkiye ve İran sınırları içinde bulunan bu bölgede imtiyaz elde etmek isteyen güçler arasında sürekli bir rekabet yaşanmıştır. Bu konuda ilk başarı İngilizler tarafından İran’da elde edilmiştir. İran petrol kaynaklarının imtiyazı “Anglo - Persian” adındaki kumpanya tarafından ele geçirilmiştir.[20]

İngilizlerin Irak’ta siyasî ve iktisadî egemenlik kurma mücadelesi XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren başlamıştır. İngiltere’nin, Mısır’dan Basra körfezine kadar uzanan Araplarla meskun araziyi kendi tabiiyeti altına almak için düzenlediği genel yayılma plânı egemenlik mücadelesinin bir parçası sayılabilir. XIX. yüzyılda İngilizlerin Arabistan’ı kontrolleri altına almak istemelerinin en önemli sebebi Hindistan’a giden yolların Arabistan etrafından geçmesidir.[21] XIX. yüzyıldan itibaren İngiliz dış politikasının ana amacı Britanya İmparatorluğu’nun güvenliğini korumak ve refahını devam ettirmek olmuştur. Bunun sağlanabilmesi ise üç temel prensibe bağlanmıştır. Birincisi, açık denizlerin İngiliz donanması tarafından kontrolü, ikincisi, Avrupa’daki kuvvetler dengesinin devamı ve üçüncüsü ise İngiliz İmparatorluk sınırlarının korunması ve ulaşım güvenliğinin rahatça sağlanmasıdır.[22]

İngilizler XX. yüzyılın başında, Arabistan yarımadasının çevresini nüfusları altına alarak Kızıldeniz ve Basra körfezi üzerinden geçen kıtalar arası iki önemli yolu ellerine geçirmişlerdir.

Almanya’nın Osmanlı Devleti’nden 1899 yılında Konya - Bağdat demir yolu imtiyazını alması, İngiltere’yi fazlasıyla tedirgin etmiştir.[23] Zira, Almanlar Bağdat demir yolu imtiyazını alarak Irak bölgesine nüfuz etmişlerdir. Bu durum, İngiltere’nin Irak bölgesindeki menfaatlerini olumsuz yönde etkilediği gibi İngiliz sömürgelerine giden Hindistan yolu da tehdit altında kalmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı İngiltere, Almanya’nın Bağdat demir yolu imtiyazını almasından sonra bütün dikkatini Irak’a çevirmiştir. Bağdat demir yolunun Basra’ya kadar uzatılması imtiyazının Almanlara verilmemesi için İngiltere büyük bir çaba harcamıştır.[24] Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşları’nda düştüğü zor durumu değerlendirmek isteyen İngiltere, Osmanlı Devleti ile İtilâf Devletlerinin çıkarlarını pekiştiren bir anlaşma yapmıştır. Anlaşma hükümlerine göre Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Kuveyt üzerindeki himayesini tanımış, Bağdat demir yolunun son durağı olarak Basra tespit edilmiş, Basra - Kuveyt bölümünü İngiltere’nin kendi imkânlarıyla inşa etmesi kararlaştırılmıştır.[25] Bağdat demir yolu imtiyazının Almanlara verilmesi, Orta Doğu’da Alman emperyalizminin gücünü artırıcı bir gelişme olmuştur. Ancak, Almanların Orta Doğu’da nüfuz oluşturması Rusya’nın tarihî yayılma siyasetini engelleyebileceğinden Rusya durumdan rahatsız olmuştur. Nitekim proje tamamlanmadan Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Bağdat demir yolu imtiyazının Almanlara verilmesi, Rusya’yı Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyen sebeplerden birisi olmuştur.[26]

Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki en önemli isteği İstanbul’a hâkim olarak Boğazlar’ı ele geçirmek ve buradan Akdeniz’e inmekti. Ayrıca Rusya, Doğu Anadolu Bölgesi’nde kendine bağlı büyük bir Ermenistan devleti kurdurarak Doğu Anadolu topraklarına sahip olmak istiyordu. Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki bu tarihî emellerini gerçekleştirmek için XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti ile mücadele etmiştir. Bu yüzyılın sonuna kadar Rusların bu tarihî emellerine İngiltere, Osmanlı Devleti’ne destek vererek engel olmuştur. Zira, Rusya gibi güçlü bir devletin Boğazlar’ı ele geçirerek Akdeniz’e inmesi ihtimali İngiltere’nin sömürge yolunun Rus tehdidine açık olması tehlikesini ortaya çıkarıyordu.[27]

Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki tarihî emellerini gerçekleştirmek için İngiltere ve Fransa’nın yaptığı gibi ele geçirmek istediği yerlere önce ekonomik yönden yerleşmek siyasetini gütmeyerek bu yerleri doğrudan askerî güçle ele geçirmek istemiştir.[28] Bu yüzden Rusya, Osmanlı ekonomik hayatında önemsiz bir rol oynamıştır. Rus sermayesi ne devlet borcuna (Düyun-u Umumiye’ye) ne de Osmanlı Bankası’na katılmıştır. Anadolu’da Rusya tarafından bir kilometre demir yolu bile yapılmamıştır. Çarlık Rusya’sı Doğu Anadolu’da ve Kuzey Anadolu’da Fransa’nın elde etmek istediği demir yolu imtiyazına karşı çıkmıştır. Rus Hükûmeti, 1900 yılının Mart ayında Osmanlı Hükûmeti ile yaptığı bir anlaşma ile doğrudan doğruya Kafkas sınırına temas eden Doğu Anadolu bölgesinde demir yolu inşası imtiyazının yabancılara verilmemesini Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmiştir.

Doğu ve Kuzey Anadolu’da demir yolu yapma imtiyazının kendisine verilmesi konusunda Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne yapmış olduğu yoğun baskılar sonucunda Türkiye 1900 yılında Rusya ile yaptığı ve Doğu Anadolu Bِlgesi’ndeki demir yolu inşası imtiyazının Ruslar ve Türklerin dışındakilere verilmeyeceği hususlarını kapsayan anlaşmanın yürürlüğünü tanımaktan vazgeçmiştir. Böylece, Rus Hükûmeti için Kuzey Anadolu'da Amerik

Link to comment
Share on other sites

türkiye'de resmi tarihin bütün gerçekleri yansıtmadığına inanıyorum. çünkü ben son padişah Vahdettin'in Ataturk'le özel görüşüp milli mücadeleyi başlatma görevini ona verdiğine dair kaynaklar da gördüm.

eski yöneticilerimizi hain görmek bizlere aşağılık kompleksi pompalama çalışanların bir oyunu. ;)

Link to comment
Share on other sites

bence Vahdettin vatan haini değildi kendisini feda etti bana göre bu vatan için Hilafet ordusunu Mustafa Kemal'in üzerine gönderirken aslında o orduyu Mustafa Kemal'e hediye etmiştir, çünkü her ne kadar vahdettin düşmanların nefesini ensesinde hissetse de bir Osmanlı Padişahı idi ve iki ordunun da birbirlerine "Allah... Allah" sesleri ile hücum edeceğini ve savaş olmayacağını çok iyi biliyordu... Atatürk'ü Samsun'a gönderen de Vahdettin değilmidir...

Link to comment
Share on other sites

Yukardıda çarşaf çarşaf sözüm ona belge sunan Efelerin en çok yanıldığı veya öyle algılamak istedikleri nokta, cumhuriyet dönemi ile beraber tarihçilerimiz büyük çoğunluğu ne idüyü belirsiz, ama şerefsizlik ortak noktasında buluşan kimi yahudi, kimi ermeni bozmasından müteşekkil olmuş olması. Bre sormazlar mı aradan 100 seneye yakın bir zaman geçti, hala bunlara nasıl itibar edersiniz, veya esas düşüncenizi neden açıklamazsınız...

1. mesele --> Ülke işgal güçlerinin baskısı altında Vahdettin han hazretleri (artık bazıları için bunu demek şart oldu) Atatürk ile (ki kendisi yaveri ve emir subayı, aynı zamanda bir zamanlar damat adayı) gizli bir görüşme yapıyor, Atatürk ülkenin durumu gereği kendisi başına buyruk bir komutan gibi davranacak ve halkı örgütlemek adına Anadoluya geçecekti. Bu şekilde vatanhaini damgası yemesi muhtemeldi (İşgal güçleri ile olan hassas dengelerden ötürü) fakat nihayetinde ülke kurtuluşa erişmesi mümkündü. Atatürk ise Vadettini ne sebeble vatan hainin ilan etmiştir, açıkcası onu bilmiyorum, sadece fikir yürütebiliyorum ki onu da burada ifade etmem doğru olmaz...

Şimdi şu röportajları objektif bir şekilde okuyalım.

Nuriye Akman Cemal Kutay'a soruyor:

"Siz bugün Vahdettin'i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?"

Kutay cevap veriyor: "Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müeccem.

Daha sonra şöyle devam ediyor: "Kafanız hiç karışmasın devrimlerin kaderi budur. Evet, Atatürk, Vahdettin'e 'vatan haini' dedi ama bence hata etti. Ama o günkü şartlara göre onu demesi aşağı yukarı bir çaresiz savunmaydı. Atatürk, Cevat Üstün isimli bir büyükelçinin İkinci Viyana Muhasarası kitabının yeniden tetkikini Türk Tarih Kurumu ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan istemiş. Çünkü Üstün'ün gördükleri ile herkesin zannettikleri arasında bir aykırılık bulmuş. Bu vesileyle 'Ben de Milli Mücadele'de sarayın hareketini o günün şartlarına göre değerlendirdim ama şimdi elbette başka düşünüyorum' demiş."

Son Padişah Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de, gene bu röportajda gündeme geliyor.

Kutay'ın cevabı şu:

"25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı. Ben bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi'nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi'den dinledim."

İsmet Bozdağ da, Atatürk'e kırk bin altın değerinde para verildiğini Abdülhamit'in kızı Şadiye Sultan'dan dinlediğini belirtir. Üstelik bu kırk bin altını Vahdettin'in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler.

İki Atatürkçü "para verildiğinde" birleşirler ama miktarı ve kaynağı hususunda farklı noktada dururlar.

İsmet Bozdağ, röportaj sırasında Atatürk'ün "Vahdettin'in yaveri" olduğunu, Erzurum Kongresi'ne "Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla" geldiğini, Samsun'a doğru yola çıkmadan bir gün önce "sarayda padişahla yemek yediğini", ertesi sabah da "içeriği net olarak söylenmeyen" görevin kendisine verildiğini hatırlatır. Ayrıca Mustafa Kemal'e "gizli" görevinde tanınan yetkilerin tarih içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa'ya tanındığını çünkü Mustafa Kemal'in Samsun'a yolculuğunda sadece askeri değil sivil müesseselerin de emrine verildiğini vurgular.

Cemal Kutay bu çarpıtmaların doğuşunu Nutuk'a yaklaşımda bulur. Şu açıklamayı yapar "İlk yapılacak şey, Nutuk'un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak. Yani Nutuk'a isnat ederek bir hadisenin tek başına Nutuk'un çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir.

...Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."

İsmet Bozdağ da aynı fikirdedir:

"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."

Bu kadarı bile tatmin edici olması lazım, unutmayın soyunu inkar eden soysuzdur, hele bir de Osmanlı gibi bir değeri (elbetteki hataları vardır) inkar etmek şerefli bir insana yakışmaz

Link to comment
Share on other sites

Türk tarihinin sancılı dönemlerinde devlet başında olanların, vatan haini ilan edilmesi düpedüz cahiliktir. Kulaktan dolma bilgilerle kahve köşelerinde duyduğu bilgilerle hareket etmesi bence doğru değil araştırmak lazım. Ben uzun zamandır bu konularla ilgileniyorum. Osmanlı devletinin arşivinin büyük çoğunlugu incelenmemiş ve tasnif edilmemişken kesin yargılara varmak çok yanlış.

Zaman herşeyin ilacıdır. İyi kazanır biraz geç kazanır. Kötü çabuk kazanır (gibi olur) ama sonunda kaybetmeye mahkumdu.

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

Bu kadarı bile tatmin edici olması lazım, unutmayın soyunu inkar eden soysuzdur, hele bir de Osmanlı gibi bir değeri (elbetteki hataları vardır) inkar etmek şerefli bir insana yakışmaz

sana ve tuncerhan a katılıyorum kardeşim Atatğrk'ün dediği gibi Türk genci atasını tanıyıp sevdikçe tarihte başardığı işleri gördükçe geleceğe güvenle bakmak için kendinde gü.ç bulacaktır,türkiye vumhuriyetinin temeli kültürdür tarih de kültürün en önemli ögelerindendir bazıları osmanlı yı sevmesin yabancı olarak görsün diye mi türk tarihkurumunu kurdu atatürk?bunun için mi atatürkçülük deyip de osmanlı gibi büyük bir abideyi tanımaz bir cahillik içinde tarihini hiçe sayıyor bazıları...soyunu inakr eden soysuzdur....

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...