Jump to content

Altay Öktem


ysncn_

Recommended Posts

İNSAN MİKROPTAN GELMİŞTİR!

Başımıza ne gelirse ufak tefek şeylerden geliyor. Atalarımız, sinek küçüktür ama mide bulandırır demekte son derece haklıymış. Huzurunuzda, hepsinin ellerinden öpmek istiyorum. Bilimsel gelişmeler gösterdi ki, ten ölür canlar ölesi değil misali, ölenlerin derisiydi, kasıydı, iliğiydi toprağa karışıyor, eriyip gidiyor ama kemik kalıyor kaskatı. Yani o elleri öpmek için hiç de geç değil. Öpülebilir takır tukur.

Conta da küçüktür ama yerine göre mide bulandırabilir. Biliyorsunuz geçenlerde küçük bir conta gevşedi, koca tren devrildi. Kütahya’nın rayları dokuz kişiye mezar oldu. TCDD’nin yaptığı açıklamaya bakarsak, kazada conta dışında suçu ya da kusuru olan kimse yok. Hayır, niye gevşedin diye contayı kulağından tutup hapse atacak halimiz yok. Dövsen dövülmez, sövsen sövülmez… Allahın contası!

Hatırlarsınız, daha birkaç yıl önce de “hızlı tren” faciası yaşamıştık. 41 (yazıyla kırk bir) kişinin hayatını kaybettiği kazanın tüm sorumluları bugün koltuklarında yaylanarak oturuyor. Farkındaysanız “hızlı tren”i tırnak içinde kullandım. Çünkü bu tren başka tren. Öyle Japonya’daki gibi bilim adamları yıllarca uğraşıp didinip hızlı tren projeleri geliştirmemişler, denemeler, test sürüşleriyle falan trenin o hızı yapıp yapamayacağı kontrol edilmemiş… Bürokratlar oturmuşlar, Türk usulü hız vermişler trene. Bildiğimiz trene, yani saatte en fazla 80 km. hız yapabilen trene verin gazı verin gazı, olur size hızlı tren demişler… Trenin hızı 132 km.ye çıkınca da tren trenlikten çıkmış, kırk bir kişinin mezarı haline dönüşmüş.

Bu kazadan sonra da yetkililer gerekli açıklamaları yapmıştı tabii. Şöyle demişlerdi; kazanın nedeni Allahın takdiri!

İlerleme midir gerileme midir bilmiyorum ama bu kez yine aynı yetkililer (çünkü hepsi oturuyor koltuklarında yaylanarak) Allah’ı bırakıp contaya sarıldılar. Bu kaza da contanın takdiri!

Şimdi gelelim sinekten ve contadan daha küçük olan ama insanlık tarihini hepsinden daha fazla etkileyen minik bir şeye; mikroba! Bilim adamları (masasında oturup mikrop resmi çizen bürokratlardan değil, basbayağı bilim adamlarından söz ediyorum) koca koca kayaların altını, üstünü kazımışlar, mikrobiyolojik tetkikler yapmışlar, sonunda, milyarlarca yıl önce yaşamış bir sürü mikrop fosili bulmuşlar.

Demek ki mikrop, dünyadaki en eski canlılardan biriymiş. Bu bilimsel gerçeği duyarım da yerimde durabilir miyim artık… Hemen oturdum bilgisayarımın başındaki tahta iskemleye, yaylana yaylana mı diyeyim artık, kerkine kerkine mi; başladım araştırmalarıma. Tarih öncesi dönemlere ait mikrop türleri, contaların teknik özellikleri, bas gaza bas gaza şeklinde hızlandırılan tren modelleri, Türk tipi resmi ağız fenomeni gibi hususları (eski deyimle) masaya yatırdım. Bugünün şartlarında masa ne arar tabii, monitöre yansıttım.

Ulaştığım sonucu dünya medyalarına ve bilim çevrelerine ulaştırmadan önce, siz Penguen okurlarıyla paylaşmak istiyorum. Bu gerçek dünyada ilk kez, işte bu sayfalarda açıklanıyor. Sıkı durun!

Şu andan itibaren Darwin teorisi tamamen değişti. İnsan maymundan geliyormuş; ne maymunu ya, ne maymunu… Bütün kanıtlar elimde. Üç milyar yıl öncesinin mikropları, contalar, trenler vesaireler birleşince denklem çözüldü: İNSAN MİKROPTAN GELİYOR!

İtiraz edenin alnını karışlarım. Elimde belgeler var. Oturdum araştırdım diyorum size. Contaymış, trenin gazıymış, erke dönengeciymiş, türban meselesiymiş gibi üfürük şeylerle sınırlı kalmadım; İran’dı, Irak’tı, İsrail’di, Amerika’ydı bütün netameli memleketleri ıcığına cıcığına kurcaladım. Ulaştığım veriler buluşumu destekledi. Tamam, insan fiziksel olarak maymuna daha çok benziyor belki, ama dış görünüşle nereye kadar? Misal, fiziksel güzellik mi daha önemlidir, ruh güzelliği mi? Tabii ki ruh güzelliği. Demek ki ruh, fiziğe beş basar. İnsanın dış görünüşü hiç önemli değil bence, belki hepimiz maymuna benziyoruz ama ruhumuz; ruhumuz bildiğiniz mikrop!

Böyle tırt bir evrim olmaz, yusyuvarlak, toparlak bir mikrop parçası insana dönüşemez demeyin. Onu da araştırdım. Siz bakmayın mikrobun öyle göründüğüne. Bir yatırsanız elektron mikroskobunun altına; ne girintileri, ne çıkıntıları, ne kıldan tüyden uzantıları var mikropların, şaşırır kalırsınız. O girintiler içe girdi iyice, göz çukuruydu, kulaktı, burun deliğiydi, ağızdı, makattı… delikli bölgeleri oluşturdular diyelim. Çıkıntılar uzadı; koldu, bacaktı, malafattı… uzun ince ekstremitelere, sallanan şeylere dönüştüler. İnce ince tüycükler uzadı; saçtı, sakaldı, baldırlardaki ayva tüyleriydi, makat kılıydı, kasık tüyüydü… muhtelif yerlerini kapladılar vücudun. Ortadaki toparlak kısım da kafa oldu mu, al sana insan! Ayrıca fotoşopda da denedim, oluyor.

Ya, kâğıttan kuş oluyor da mikroptan insan mı olmayacak Allahaşkına?

İnsan mikroptan gelmiştir, o kadar!

Karakalem’in 2. sayısı çok yakında piyasada… Kapak konusu Syd Barrett. Hem de süper bir sürpriz var mevzuda… Nuri Kurtcebe’nin çizdiği babalar gibi Syd Barrett görseli Karakalem’in kapağını süsleyecek bu sayı. Bir yandan Barret’le uğraştığım, bir yandan da Penguen için Sid Vicious yazısı yazdığım bir gece, Sid’in hayatını yazarken kafam Barrett’e kaydı, Vicious derken Barrett yazdım… Bu karışıklıktan dolayı Penguen okurlarından özür diliyorum. Bu karışıklığın üzerine atlayıp – güya isim vermeden- benim ağzıma sıçtığını sanan Uykusuz yazarı arkadaşa da söyleyecek bir çift sözüm var: ******ünün kalkması için önce bir ****** oluşturman lazım. Bildiğimiz fizik kuralı bu. Önce bir ****** yap kendine, sonra kaldırmayı dene. Bu acele ne?

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

KENDİNE KAPANMAK GÜZELDİR ASLINDA

Bazen insan kapanmayı seçer. Akıp giden hayata, anlamsızca süregiden fırtınaya, ağır aksak ilerleyen koşuşturmaya ve hiçbir yere varamamaya karşı, kapanmayı seçer... Kendine, yalnızca kendine kapanmaya, belki de kapaklanmaya… İşte o kapanma yüceltir insanı. Geliştirir. Dünyasını zenginleştirir.

Bu kapanma aşkla, müzikle, kanla ve gümüşten bir fotoğrafla ilişkilidir. Kendi içine kapanan, içinin zenginliğiyle tanışır. Zenginlik yanıltıcıdır ama gücünün farkına varmaktır aynı zamanda. Kırıcı ve yücelticidir. Bozguna uğratıcı olduğu kadar da zirveye taşıyıcıdır. Yanıltıcıdır.

Kapanmayı kendim seçmedim. Son günlerde o geldi kuruldu ruhuma, o beni seçti. Meclisteki türban tartışmaları bile çekip dış dünyaya savuramadı beni. Memleketin gittiği yön değil, havasızlıktan kafasında akıntılı, iltihaplı yaralar çıkan kadınların daha da çoğalması ihtimali ürküttü beni. İnsanların beyinlerini bez bir örtüyle örtmeye, sadece düşüncelerinin değil, saç diplerindeki bakterilerin bile çoğalmasına, derilerinin sulu sulu yaralarla kaplanmasına, kokmasına bu denli meraklı ve istekli olmasını anlayamamak acı veriyor insana.

İçime kapanmanın türbanla ilgisi yok. Türban, tutanın elinde patlayacak siyasi bir silah. Kuru sıkı, tehlikeli ve geri tepme ihtimali yüksek bir silah.

Öncelikle, kırılgan bir Kadıköy gecesinde, bir masanın iki ayrı ucuna oturduğumuz İsmail Uyaroğlu yol açtı bu devasa yalnızlığa. Tanımaz etmezdim bundan yirmi yıl önce. Güzel Marmara, o küçük şişesiyle kesmezdi, Hitit şarabı alırdım geceleri galonla. Geceler uzundu o zamanlar. İsmail Uyaroğlu okurduk. Aşk; şarapla ve şiirle ilişkili bir şeydi o yıllarda. Sevişmek sonra gelirdi. Kıvam gerekirdi sevişmek için. Ve o kıvama ulaştıranlardan biri Hitit’in galonuysa, öbürü de İsmail Uyaroğlu’ydu uzun, çok uzun bir süre. Şimdi aynı masanın iki ayrı köşesinde oturmuş, son kitabından, Kediler Severken Ağlayınız diyen o yeşil kapaklı külliyatından bahsediyoruz. Aklımda, yüzü düşlerime giren yirmi yıl önceki sevgilim, kanımda, Hitit şarabı hâlâ. Bütün fizik kurallarına aykırı olarak, hâlâ o şarap akıyor damarlarımda… İsmail ağbinin şiirleri de öyle. Lanet olsun diyorum hayata. Sapanla vurulan bir kuş bile benden daha canlıdır şu anda…

“Yeryüzü gibidir kimi sevgililer / neresinden öpseniz / orayı hayat sanırsınız” diyen Nur Saka’nın yeni şiir kitabı “Anne de Olabilir İnsan Hayatta Âşık da” dolaşıp duruyor ara sokaklarda ne zamandır, koltuğumun altında… Aklıma takılan dizelerden biri de Yavuz Özdem’in. Gümüş Ten Fotoğraf adlı kitabını yeni yayınlamış daha Yavuz. “Beni içine çekince /deniz görmüş / bir beyazlık yutuyoruz” der demez yaralıyor beni. Çok küçük yaşlarda deniz gördüm ben, biraz büyüyünce, unuttum denizi. Deniz, unutturdu bana kendini. Çok ani ve çok pis unutturdu.

Daha önce adını bile duymadığım Ledo yayıncılık ise Queen’in altmışıncı yılı hatırına bir anma kitabı hazırlamış. Yıllara yenilmeyen bu grup, en azından şiir ve şarap kadar sarsmıştı bizi zamanında. Şimdi onlarla yeniden karşılaşmak, özellikle de Freddie Mercury’le yüzleşmek yeniden, kolay kolay sözcüklere dökülemeyecek bir duygu yaratıyor insanda.

Evet, kapanmanın, olmadı kendi içine kapaklanmanın en güzel tarafı bu. Yıllar sonra, ölmüş biri gelip yeniden karışıyor hayatına. Hiç ölmemiş gibi, hatta senin yaşadığın her anı, aldığın her nefesi yakından tanır gibi yeniden giriyor hayatına. Aslında, yazılan her dizeyi, söylenen her şarkıyı sen katıyorsun kendi hayatına. Kattığın için var oluyorsun bir bakıma.

Kapanmak, şiirlere, şarkılara, hayata kapanmak güzeldir aslında.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

KARLA KAPLANDIK, HATTA KARA SAPLANDIK

Sonunda kar kapladı hayatımızı ve memleket kartpostala döndü. Kartpostal, güzel bir anın donmuş halidir ve en çok da kar yakışır kartpostala. Ne zamandır özlediğimiz bembayaz çatılar, kara bulanmış çam ağaçları, gökyüzüne bembeyaz uzanan dağlar aniden giriverdi hayatımıza. Sevindik. Sokaklara vurup kendimizi, kartoplarının avuca verdiği hassas üşüme hissini tattık çoğumuz. Masalların karanlık ağbisi Anderson'un yazdığı Kibritçi Kız misali sokaklarda açlıktan ve soğuktan donmak üzere olanlar da vardı tabii. Onları düşünüp üzülenlere "hassas insanlar" dendi.

Hassas insanlar böyledir işte. Üzülür. Kendilerini "iyi" hissetmek için de toplumsal hayata karışmak ve "iyilik" yapmak isterler arada bir. Çocukluğumdaki, kuaförde topuz yapılmış, olmadı maşa çekilmiş saçlarıyla aynı tornadan çıktıkları çok belli olan kadınların düzenledikleri kermesler geliyor aklıma. Biriken parayla gecekondu bölgelerine gidip üç beş çocuğa ayakkabı, palto falan alır, o çocukların mutluluk dolu bakışları sayesinde mest olup, "iyiliksever" birer teyze olmanın verdiği vakur ve sade adımlarla evlerine dönerlerdi. Aylarca anlatacak, aylarca övünecek mevzuları olurdu bir anda. Hem Allah katında, hem kendi vicdanlarında arınırlar, bembeyaz, kar gibi kalpleriyle mesut ve mutlu yaşarlardı.

Kar, bu tür teyzeleri harekete geçiren ve kapıcıya, olmadı fakir fukara diye adlettikleri bir iki uzak komşuya eski kazaklarını vermelerini sağlayan, gökten beyaz tanecikler halinde yağan sulusepken bir şeydir diyebiliriz kolayca. Yani böyle bir kar tanımı da yapabiliriz. Yaparız tabii, kim tutar bizi...

Bu teyzeler, insanların bir kısmının neden gecekondularda yaşadığını, neden eksi bilmem kaç derece soğukta, başını sokacak sıcak bir yuva bulamadığı için titreyerek ölen insanlar olduğunu düşünmezler. Onlar eski kazaklarını, paltolarını, pabuçlarını verince sorunu çözmüş, vicdanlarını rahatlatmış olurlar, yetmez mi!

Zekat kavramı da, aynı o teyzelerin yaptıkları kermesler gibi bir türlü anlam veremediğim, kişisel bir arınma yöntemi. En basit tabirle "toplumsal adalet" kavramını hiçe say, bazılarının aç kalması pahasına seni zengin etme ihtimali olan bir sistemin gönüllü teşvikçisi ol, yılda bir kere de etrafa para dağıtarak kalbini arındır, vicdanını temizle... Bu da yetmezmiş gibi öbür tarafta huriler arasında geçecek ikinci bir hayatı da garantiye al!

Kar, görüntüyü güzelleştiriyor, ona bir diyeceğim yok, hatta barajları doldurup yazın kuraklık yaşama ihtimalimizi de oldukça azaltıyor, ona da bir diyeceğim yok... Nasıl yok ya, aslında var... Baraj, baraj gölünün tam üstüne düşen yağmurla, karla mı dolar sadece diye sorma hakkım var mesela? Baraj gölünün etrafındaki, hatta çok uzağındaki sular bile yeraltı kanallarıyla akıp gölü doldururlar. Zaten bu yüzden baraj göllerinin çevresinde yerleşim yerleri kurmak, kuranlara izin vermek ciddi bir zeka geriliğine işarettir. Dünyadaki hiçbir ülke, kendi ipini çekecek bu uygulamaya izin vermez, istese de veremez... Delirmediyse asla yapmaz böyle bir şeyi. Evet, dünyada baraj göllerinin etrafına yerleşim yerleri kuran tek ülke hangidir biliyor musunuz? Bir ipucu vereyim: Toplumsal adaleti fakir çocuklara eski kazağını vermekle sağlayan ülke!

Gördüğünüz gibi kar, sadece kartpostal güzelliği katıyor hayatımıza. Zaten daha derin, daha anlamlı güzellikleri yaşamamız epeyce lüks kaçar bize. Karanlık, karla örtülemeyecek, olsa olsa sıkma başa dolanan, üstüne topuzlu topluiğne batırılan bezlerle örtülecek bir kavramdır ülkemizde. Ama unutulmaması gereken bir şey var; bazı karlar ve bazı bezler şeffaf oluyor; altındaki karanlığı gizlemiyor, aksine, kabak gibi gösteriyor!

Şimdi karın yanıltıcı beyazlığından uzaklaşıp pembenin gerçek ışıltısına, yani Aysel Gürel'e uzanalım... Her ülkenin belli bir dönemine bakın, hayatı zindana çevirmek görevini üstlenmiş binlerce, on binlerce insanla karşılaşırsınız ve o döneme pis bir damga vurup çok gecikmeden tarihin karanlık sayfalarına gömülür bunlar... Ama hayatı güzelleştiren, renklendiren, zenginleştiren çok az insan vardır. Bunlar elvada deyince bize, eksiliriz, azalırız basbayağı... Yarattıkları rengin yeri doldurulamaz kolay kolay. İşte Aysel Gürel de kendi pembesini yaratmış ve hayatımıza bulaştırmıştı. O nadir insanlardan biriydi. Karlı bir istanbul gecesinde veda etti bize. Sanırım gülerek gitti. Ölümle dalga geçtiği için değil sadece, biz kalanlara acıdığı için aynı zamanda.

Kar, hayatını dizelere adayan, genç şairlere destek olmaktan ayrı bir keyif duyan ve uzun yıllardır hiç ama hiç yaşlanmayan bir eleştirmeni, Mehmet H. Doğan'ı da çekip aldı aramızdan. Şiir, ölümü engelleyemiyor belki ama yaşlanmayı durdurduğu kesin. Zaten o yüzden genç gitti Mehmet H. Doğan. Aysel Gürel de genç gitti. Söylemek zor ama; kalanlar yaşlandı daha çok. Hele de vicdanını rahatlatmak için "ah yavrum, nedir bu halin bu karda kışta" diyerek gördüğü ilk "fakir diye adlandırılan" çocuğa atmaya kıyamadığı partal kazağını veren, işte özgürlük diye bezleri başına dolayıp dolayıp üstüne kırmızı, yeşil, mavi topuzlu iğneler takan insanlar yaşlanıyor hızla. Çok hızlı yaşlanıyor. Ölmeseler de, yavaşlatıyor, tökezletiyorlar hayatı.

Ha geldi ha geliyor derken işin suyu çıktı biliyorum ama Türkiye'nin ilk ve tek kaotik edebiyat, kültür, sanat dergisi Karakalem'in ikinci sayısı sonunda piyasada... Bu sayının kapağını Nuri Kurtcebe ustanın çizdiği Syd Barrett illustrasyonu süslüyor. Yine hayatın başka bir rengi olarak içimize işleyen Can Yücel'le yaşananlar, üstelik Necati Abacı'nın kaleminden çıkan Can Yücel posteri, üstüne bir de en Ferdi Tayfurvari pozuyla Nick Cave ağbimizin posteri, gelmiş geçmiş en karanlık kalemlerden birine sahip olan Lovecraft, David Lynch, şiirin kara dili Baudelaire, üstelik Baudelaire'ın Şarap ve Haşhaş adlı müstesna yazısının ilk bölümü olan Şarap (Öbür sayıda da babalar gibi Haşhaş olacak), oyunun dışında kalan Afife Jale, Fransız şiirini sular seller gibi bilen Zakkum'un bateristi Cem Senyücel, Umay Umay, Nilüfer Açıkalın, halil Gökhan, Fikret Demirağ, Turgut Berkes, Vega'dan Deniz Özbey, dağılan Anima grubundan Ceylan Ertem, karlarla kaplı memleketlerden kalemini Karakalem'e uzatan Sadık Yemni ve saymakla bitiremeyeceğim, kalemi ve ruhu sağlam onlarca kişi, elbirliğiyle var ettiler Karakalem'i. Ve bir sürpriz, hatta coşku desem yeridir: on sayfayı kaplayan müthiş Ruhaltı serisiyle Bahadır Baruter... Bu sayı Karakalem'de. Ayrıca, Karakalem'i bulamadık diyemeyecek artık hiçkimse... D&R'larda, büyük gazete bayilerinde, kitabevlerinde, hatta bulamayanlar için ilk sayının yeni baskısı da var piyasada... 3. sayı, Nisan'ın başında. Bu kez tam zamanında!

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

YENİ BİR YOL VARDIR MUTLAKA

“Bütün yollar bittiğinde denenmemiş bir yol daha kalmıştır” sözü nedense beni çok etkilemişti yıllar önce. O zamanlar umuda, şimdikinden daha çok inanırdım. Umutsuzluk, daha doğrusu umudun kısmen azalması diyelim buna, yaşla ilgili bir şey galiba. Yaş dediğin ne ki; kötü tecrübelerin birikmesi yalnızca. İnsanda umut mu kalır? Elbette yaşadığımız topraklar için söylüyorum bunu. Başka memleketleri bilemem. Ama şu ihtiyar dünyada, güzel tecrübelerin üst üste biriktiği ülkeler de olduğunu tahmin edebiliyorum.

Şimdi bakıyorum şöyle geçmişe; belki yüzlerce kez bütün yollar bitmiş, sahiden de denememiş bir yol bulmuşuz el yordamıyla. Hemen sapmışız. Biz, denememiş yollara sapanlar olarak nam salmışız diyesim geliyor ama yok öyle bir şey. Yol var da, nam yok. Kimsenin sapanlardan haberi yok, olanların da umurunda değil zaten.

O yüzden “yollu” lafını severim mesela. En azından, iyi kötü bir yol bulmuş kendine. Takdir ederim. “Yolsuz” lafını ise hiç sevmem. Sevmek bir yana, korkarım yolsuzlardan. Çok alakası yok ama aynasız lafını çağrıştırır bana. İç düzeni sağlayan kolluk kuvvetlerine nedense aynasız denirdi bir zamanlar… Sahiden yapılan kamu hizmetinin aynadan mahrum olmakla ne ilgisi var, hiç anlamamıştım… Şimdi de anlamış değilim aslında. Dış düzeni sağlayan, yani sınır ötesi operasyonlar falan yapan kolluk kuvvetlerininse aynaları var. Hem de haddinden fazla var. Gri bir binaya giriyorsun mesela, çıkıyorsun merdivenlerden, pat diye kocaman bir ayna çıkıyor karşına. Üstünde şöyle yazıyor: Kıyafetini Düzelt!

Burada çözümlenmesi gereken iki ana konu var. Birincisi, kolluk! Kolluk ne? Hemen söyleyeyim; üzerine şahsın kamu görevi yazılmış bir bez alınır, sarılır kolun pazı kısmına. Bu, kolluk diye adlandırılır. Peki kolluk kuvvetlerinin hepsinde var mı böyle bir şey? Yok. O zaman neden kolluk kuvveti denmiş onlara, işte bunu da öğrenemedim bu yaşa kadar!

Gelelim çözümlenmesi gereken ikinci konuya, yani kılık kıyafete. Bizim zamanımızda kılık kıyafete daha bir önem verilirdi. Mesela, kravatsız giremezdik okullara. Saçın, yönetmelikteki saç milimetresi maddesinden iki parmak uzun olsa, okul müdürü kapıda basardı makası. Şöyle bir yöntem geliştirmişlerdi; saçın ortasında, diyelim bir yeni lira büyüklüğünde oyuk bir bölüm oluştururlardı makasla. Mecburen okul çıkışı doğru berbere… Yoksa kafanı saçkıran sarmış gibi, yuvarlak bir kellikle dolaşacaksın sokaklarda! Nazire öğretmen çok oydu saçımı İcadiye ilkokulunun kapısında. Hiç unutmam, çok oydu…

Saçımı, sakalımı, kıyafetimi düzelttim mi peki? Korkup da barıştım mı aynalarla? Tıraş! Doğru düzgün bakmadım bile hayatım boyunca. Beni tanıyanlar ya da resmimi falan görenler varsa asla inanamazlar ama eskiden kıvırcıktı saçlarım. Banyodan sonra elimle yoğururdum, kıvır kıvır oluverirdi…. Yani tarağa hiç ihtiyaç duymadım. Sonrası zaten kellik. Şimdi, istesem de el süremem tarağa. Yani hayatım boyunca hiç tarağım olmadı benim. Hiç taramadım saçımı. Kıyafetimi düzelttim mi peki; aynaların üstünde yazan emre uyarak? Elbette hayır. Ne giydimse o, nasıl giydimse öyle akşama kadar… Nesini düzelteyim Allah aşkına?

Oysa kesmeseler ne vardı saçlarımızı, parmak uçlarımızı huni gibi yaptırıp da cetvelle vurmasalar ne vardı? Böyle böyle akıllanacak, onların yoluna mı girecektik? Girdik mi peki? İstesek de giremezdik, çünkü onların önerdikleri bütün yollar tıkandı. Biz, yeni yollar bulduk kendimize…

Can Yücel, duygulardaki cıvıl cıvıl kalabalığı anlatmak için “İcadiye ilkokulu kadar kalabalık” diye bir dize kurmamış mıydı? Saçımı yoldukları okul yani!

Can Baba’yı Orhan Kahyaoğlu’nun, Merih Akoğul’un yazılarıyla, Necati Abacı’nın çizimiyle andık Karakalem’in şubat sayısında. Şimdi de okulumdan söz ederken pat diye geliverdi aklıma. Şiirin mi desem, şairin mi gücü bu; kenarları köşeleri birleştiriveriyor en olmadık zamanda. Çok sevdiğim bir adam, diyelim Lovecraft, diyelim Poe, içimizdeki uçurumu anlatıveriyor, daha doğrusu, anlayıveriyor bir anda. Çok sevdiğim bir şair, diyelim Baudelaire, yazdığı o müthiş şiirlerle yol göstermesi yetmezmiş gibi, Şarap’ın ve Haşhaş’ın efsanevi çağrışımlarını kaleme alıveriyor biz okuyalım diye, hem de yıllar yıllar öncesinde…. Sonra da Can baba çıkıp bahçesinde sıkıştığım, sıkıldığım ilkokulu anlatıyor şiirinde.

Bütün yollar bittiğinde diye başlamıştım ya yazıya, hiç aklıma gelmezdi ama konu dönüp dolaşıp şiire dayandı. O yüzden şiirin üç yeni silahşorunun, Kaan Koç, Levent Sayım ve Caner Ocak’ın hazırladığı Yokluk şiir dergisini alıp okumak, Yasakmeyve’nin 31. sayısında (o mübarek sayıda) yakında yayınlanacak olan cin fikirli dosyayı okumak, bütün yolların bittiği bu yerde, yeni bir yol bulabilmek için belki bir fikir verebilir insana.

Belki lafı bir kesinlik belirtmiyor diye kıl olmayın konuya. Bütün yolların tıkandığı yerlerde, “belki” bir ihtimal değil, bir ihtimamdır artık.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 2 ay sonra...

CANKİ ARILAR, ALMAN PORNOSU VE KIÇIMIN FOSFORU…

Erke Dönengecinden sonra Türklerin bilim dünyasına yaptıkları en büyük katkı, şüphesiz ki canki arılar. Erke Dönengeci adlı buluş, askeri, sivil, emekli emeksiz bir takım üst bürokratlar tarafından sevinç, coşku ve gurur içinde armağan edilmişti dünya bilim alemine. Gerçi ne olduğunu tam olarak anlayamamıştım, şimdi de bilmiyorum ama güzel bir şeydir muhakkak. Dönengeç olduğuna göre, biz farkına varmasak da, şu anda bile dönüp duruyorlardır bir yerlerde.

İşin tuhafı bütün bilimsel buluşları milli eğitim müdürleri, generaller, devlet su işleri mutemetleri, halk otobüsleri genel müdürleri, kanalizasyon daire başkanları falan yapıyor bizde. Bilim adamlarında tık yok. Beyin göçü dedikleri bu herhalde. Adamların beyni göçmüş!

Ya bilim adamı maaşı alıyorsun, katsayın yüksek, toplumda saygın bir yerin var; misal gazilere ve hamilelere ayrılmış yerlere oturabiliyorsun belediye otobüslerinde… Tamam, bilim adamı yazılı levha yapıştırmışlar koltuğun kenarına ama otursan kim karışır, bir vatan evladı kolundan tutup da “bu koltuktan kalk” der mi? Demez. Niçin? Çünkü bilim adamlarına saygısı var bu milletin. Ama sen ne yapıyorsun? İşin yoksa akşama kadar pinekle, hayal dünyasında kulaç at dur… Bir dönengeç buldun mu bu güne kadar? Yok. Peki iki arı yakalayıp da kubar yedirdin mi? O da yok. Bari tavuklara kokain koklatsaydın… Akşama kadar duvara bakıp yüksek katsayılı maaş almak, bir ton imtiyazdan faydalanmak kolay tabii. Bir kere de al eline bir tatlı kaşığı, içine bir tutam eroin atıp alttan ısıt, çek enjektöre, ne bileyim koyunlara kuzulara sapla damardan. Sonra sal hayvanları meraya, artık hangi çobanı yalarlarsa, bil ki o çoban eroinmandır, koş peşinden, yakala!

Bilimsel gelişme dediğin şey, daha önceki buluşları iyi özümsemekle, yeni çalışmalar yapa yapa onları bir adım daha ileri ******ürmekle gerçekleşir. Affedersin bağdaş kurup oturmakla değil. İskambil kağıdından yapılmış bir kule gibidir bilim. Biri arıya esrar mı koklattı, sen koyuna eroin şırınga edeceksin, malağa LSD yalatacaksın, sonuçları inceleyip bir rapor haline getireceksin, böyle böyle yapacaksın yeni buluşları.

Misal ben bilim adamı mıyım, değilim. üst düzey bürokrat mıyım, yine değilim. Ama bir vatan evladı olmanın omuzlarıma yüklediği sorumluluk hissiyatıyla ne yapıyorum; güvercinlere porno CD seyrettiriyorum bir haftadır. Alman pornosu. Sabah sekiz akşam beş paso porno. Hayvanlar çıldırmış gibi uçuşuyor odanın içinde. Ne için? Memlekete hizmet için!

Kuşların eğitimi bir tamamlansın, hepsini salacağım sokağa. Memlekette porno CD çeken, üreten, çoğaltan, bandrol almadan piyasaya süren kim varsa, benim güvercinler elleriyle koymuş gibi bulacak hepsini. Konacaklar pencerelerinin pervazına. Gerisi kolay. Penceresine güvercin konan kim varsa armut gibi topla, doğru ahlak şubesine…

Gördüğünüz gibi bilimin sınırı yok memleketimde. Ucu yok, bucağı yok… Bilim adamları dışında herkes bulaşmış bilime. İçimiz dışımız sırf bilim.

Bildiğiniz gibi 21 Mart tüm yurtta ve çeşitli temsilciliklerde Dünya Şiir Günü olarak coşkuyla kutlanıyor. Şaka ya şaka, kimsenin kutladığı yok. Zaten kimsenin haberi de yok… Yazarlar Sendikası, PEN falan kendi kendine kutluyor işte bir avuç şairle… Bu yıl Penguen okurlarını da alet ederek, Can Yücel’in bir şiirini hep birlikte, yüksek sesle okuyarak ben de katılayım dedim Dünya Şiir Günü kutlamalarına. Yüksek sesle ama, hatta bağıra bağıra…

KİBAR HIRSIZIN TÜRKÜSÜAnamın ipiyle indim gökdelen damınızdanKelebek gibi girdim kelebek camınızdanTaksinize mülkünüze dairenize...Heceleyerek üzerinde ayak ve el uçlarımınBelledim seyyarenizi ve kelimelerinizi...Gözlerinize baktım, mukaddesciltlerinize, büfelerinizeVesairenize...Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!Aşk yokmuş sizde beş paralık!Gidiyorum ben boşçakallarSıçmışım ortalık yerinizeKıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

ERGEN DEVLET BİRAZ DA BURAYA KON

Siz şu satırları okuduğunuz sırada ani bir polis baskınıyla Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Çetin Emeç ve Muammer Aksoy da gözaltına alınmış, kendileriyle savcı nezdinde Ergenekon muhabbeti yapılmaya başlanmıştır büyük olasılıkla. Kimlerin gözaltına alınacağını sen nerden biliyorsun, Fehmi’leştin bugünlerde, Koru’laştın iyice derseniz cevabım hazır. Bizim de içerde elimiz ayağımız var biraz, biz de duyum alıyoruz herhalde… Kimler atılacak içeri, üç gün öncesinden öğrenirim alimallah.

Sapıttın gene, senin adını saydığın isimleri devletin derin kademeleri zaten sonsuza kadar susturdular yıllar önce derseniz, ona da cevabım hazır; içerde elimiz ayağımız var dedim, duyum alıyoruz dedim ama hangi içeri olduğunu söylemedim ki… Benimki bayağı içeri, bayağı derin, epeyce topraklı, mermerli, servili bir yer belki, nerden biliyorsunuz?

Zaten bu duyum almak lafına da uyuzum. Duydum desen çok sıradan olacak. “Devletin derin kademelerinde ahbaplarım var, onlardan duydum!” Ne kadar banal. Komşudan duydum gibi bişey. Oysa aynı cümleyi bir de şöyle kuralım: “Devletin derin kademelerinde ahbaplarım var, duyum aldım!” Bir anda aynı cümle alengirli bir şekle bürünüyor, cümleyi kuran şahsın karşısındaysanız eğer, hafiften bir ürperti duyuyorsunuz, ceketinizi düğmelemek ihtiyacı hissediyorsunuz en azından.

Bir de bu ceket düğmeleme meselesi var. Düğmen ilikliyse saygılısın, açıksa saygısız. Bu ne saçmalık ya; saygıyı düğmeyle ölçen başka bir toplum var mıdır bilmiyorum… Madem öyle, ceketleri düğmesiz yapın, doğrudan ilikli dursun, tişört gibi kafamızdan geçirip giyelim… hepimiz saygılı oluruz o zaman bilaistisna. (yani istisnasız manasında… denk geldi, lafın Arapçasını kullanayım dedim, hem ağzımı alıştırmış olurum yavaştan…)

Kapalı toplumların çok acayip özellikleri oluyor. Düğmen kapalı olacak mesela, kapın kapalı olacak, içerde ne dönüyor kimse görmeyecek, duymayacak. Hayır devletin derinlikleri için söylemiyorum bunları, bayağı mahalledeki komşularımız, işyerindeki mesai arkadaşlarımız için söylüyorum… Kimsenin evinde bi dümen döndüğü yok ama herkes pencereden göz ucuyla süzüyor birbirini, kapı aralığından bakıyor, perdeleri sıkı sıkı çekip, bu da yetmezmiş gibi çengelli iğneyle tutturuyor, aman arada milimetrik bir açıklık kalmasın, oradan içerisi gözetlenmesin… İçerde ne var dersiniz? Pijamalarını giyinmiş, apış arasını açarak oturmuş, göbeğini sıvazlayan bir adam, affedersiniz traktör tekerleği misali kalçası arkasından yuvarlanarak gelen löp etli bir kadın, o kadar. Hani hırlısı var hırsızı var, pencere pervazına zıplayıp da içeriyi dikizlemesin sapık şahsiyetli şahıslar diye önlem alındı desek; Allah için dikizleyecek bir tek pozisyon bulamaz kimse. Perde aralansa da bir saniyeliğine görünse içerisi, sapık sapıklığından utanır. Tövbe eder. Öldürsen bakmaz bir daha delikten. Namaza başlar yeminlen.

Kapalı toplumların kapısı, bacası, perdesi, hatta zihni, algısı falan kapalı oluyor, herkes bir diğerine açık vermemek için kıvırtıyor, oysa açık verecek bir pozisyonları da bulunmuyor pek ama havaları oluyor böylece… Yine de; bir tek yerleri, kulakları açık oluyor kapalı toplumların. Herkes bir diğerinin duvarına kulağını dayıyor, bardağını dayıyor, olmadı steteskop dayayıp dinlemeye çalışıyor. Herkes bir diğeri hakkında yalan yanlış da olsa bir şeyler anlatıyor, hiç susmuyor, arkadan konuşmak sevap, arkadan konuştuğunun yüzüne gülmek daha bir sevap sayılıyor, o sevap bu sevap, böylece günahsız yaşanıyor işte…

Yanlış anlaşılmasın, yine mahalle komşularımızdan, iş arkadaşlarımızdan falan bahsediyorum. Yani derin devlet değil, yüzeysel halk söz konusu olan. Derin devlet duvara bardak mı dayayacak canım… Steteskop mu takacak… Ellerinde imkânlar var; telefon dinlerler en azından!

Ya evet, bu da moda oldu son zamanlarda. Daha doğrusu “bu da moda oldu uzun zamanlarda” demek daha doğru ama o zaman da cümlenin yapısı bozuluyor. “Bu da moda oldu uzun zamanlardır” desek cümle yapısı bir nebze düzeliyor ama yine bozuk, yine bozuk... Hayatta kullanmam. Ölürüm de bozuk cümle kullanmam. Devrik cümle, hiç kullanmam. Hani mecbur kalsam devrik iktidarı bile sevebilirim ama devrik cümleyi asla!

Şimdi, devletin yüzeyseli bir tane, gözümüzle görüyor, elimizle dokunuyoruz diyeceğim ama dokunamıyoruz pek, onlar bize dokunuyor daha çok, yine de burnumuzla kokluyor, hissiyatımızla hissediyoruz varlıklarını… Ama derin devlet öyle mi? Beş duyunun ötesinde, algılarımızın uzanamayacağı bir yerlerde boy atıyor derin devlet. Ayrıca bir tane de değil, birbiriyle çatışan, birbiriyle sevişen, anlaşan, anlaşamayan bir sürü derin devlet var devletin içinde. Ama istisnasız, hepsi de birbirinin telefonunu dinliyor. Birbirleriyle ilişkili olabileceklerini düşündükleri kim varsa, onların da telefonlarını dinliyorlar. Onlar da öbürleriyle bağlantılı olma ihtimali olan kişileri tespit edip onların telefonlarını dinliyor. Yani kısaca bir içler dışlar çarpımı yaparsak, memlekette yaşayan neredeyse herkesin telefonu dinleniyor. Dinlenmeyen varsa, istisnadır. Tebrik etmek lazımdır onu.

Kapalı toplumlar sahiden salak mı oluyor yoksa bir tek bana mı tuhaf geliyor bu durum bilmiyorum; herkesten her şeyini saklayacaksın, bi numaran olmadığı halde gizli ajan gibi kendini kasıp dolaşacaksın, perdeleri sıkı sıkı örtüp iğneyle tutturacaksın ama kiminle ne konuştuğun kabak gibi ortada olacak, manitanı arasan derindeki bütün devletler dinleyecek…

Bütün sorun şu: Ortada yetişkin bir devlet yok, Ergen bir devlet var, o yüzden de nereye kon’acağı belli olmuyor!

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

İKİ KADIN SEVDİM BİRİNİN ADI AYSUN

Diğeri de Başak. İkisini de bu hafta sevdim. Daha önceki haftalarda sevdiğim kadınlardan biraz farklılar. Aysun’u tanırsınız. Emicilik gücü yüksek olan dudaklarıyla televizyonlarda boy gösteren Aysun Kayacı’dan söz ediyorum. Dudaklarının, ona duyduğum sevgide en ufak bir katkısı olmadı. Dudaklarından dökülen sözlerin katkısı oldu ama. Her şeyden önce, o dudaklardan birtakım sözlerin dökülmesi, o cemaatin içinde dökülebilmesi bile takdir edilesi bir şey. Pınar Kür’ün, Müjde Ar’ın yanında oturabilmek, arada sırada da olsa muhabbete katılabilmek cesaret işi. Şimdi bana deseler Pınar Kür’le program yap, yemez. Korkarım çünkü ağzımdan yanlış bir kelime çıkar, çarpılırım diye. Cahil cesareti midir nedir, Aysun Kayacı oturuyor işte. Ağzından da basın tarafından “pot”, “gaf” falan diye tabir edilen laflar çıkıyor ikide bir. Babası olmayan çocuğa ne denir? Saf kız “*****” deyiverdi yetmiş milyonun önünde. Bu yetmiş milyon lafını özellikle kullanıyorum, çünkü yerleşmiş bir televizyon tabiri. Yani ekrana çıkanlarda sıklıkla görülen bir “****** kalkma sendromu.” Ben televizyona çıktım ya, yetmiş milyon beni izliyor şu anda. Başka kanal yoktu sanki, o anda televizyon izlemeyen kimse yoktu, seni izleyip de sallamayan kimse yoktu… hepsi bir yana, bu memlekette hiç mi çocuk yok, hiç mi bunak yok, izlediğini algılayamayacak kadar ebleh adam da mı yok hiç… Yetmiş milyon seni izliyormuş, Aysun’un başına gelen benim de başıma gelir diye korkmasam “y.rrağımı izliyor” derdim ama yemez. Susuyorum.

Can Yücel, şiirinde “******” kelimesini kullandı diye hakim karşısına çıkartılmıştı yıllar önce. Can Yücel bu, savunmasını şöyle yaptı: Bizim memlekette göte ****** derler! Evet derler, ama her lafı herkes kullanamaz, sorun bu. Elif Şafak ***** diye roman yazınca kimse kalkıp ne terbiyesiz insanmış bu, şiddetle kınıyoruz demedi, diyemez zaten. Sanat *****’i estetize eder çünkü. Sanatçı dudağından dökülen *****’le manken dudağından dökülen aynı ***** değildir. Biri şık *****tir, diğeri pis *****.

Geçen ay Varlık dergisinde söz etmiştim, ben hiç mahalle baskısı hissetmedim üstümde; entelektüel baskıdan çektim ne çektimse. Asıl tehlikeli olan mahalle baskısı değil, entelektüel baskıdır bu memlekette.

Sonra da torba değil ki büzesin o löpürdeş dudakları, kalktı “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu neden eşit?” diye sordu, baltayı hepten taşa vurdu bu kez. Kutsal bir kavrama dil uzattı. Bu ülkede din bir, demokrasi iki, asla hakkında olumsuz laf edemeyeceğin iki kavram. Din dediğin siyasetin maşası olmuş, demokrasi de hayali bir şey, asla uğramamış memleket topraklarına ama kutsal olmuşlar bir defa. Susacaksın, boynunu eğeceksin karşılarında.

Müjde Ar verdi ağzının payını, halkı küçümsemekle suçladı. Nedense demokrasinin kültür düzeyiyle, eğitimle, bilinçle alakalı bir kavram olduğu kimsenin aklına gelmedi. Türkiye’de demokrasinin yerleşememesinin de o düzeyle alakalı olduğunu kimse fark edemedi mi bugüne kadar? Herkes belli bir düzeyin üstünde değilse, herkesin eşit oy hakkı olması adaletsiz, hatta anti demokratik değil mi? Elbette halkı küçümsememek lazım. Halkı aç bırakırsan, soğukta bırakırsan bir torba kömüre, iki ekmeğe satın alabilirsin. Burada halk suçlu değil. Çocuğu soğuktan donan biri, bir iki saatliğine bile olsa ısınabilsin diye oyunu satar. Satan değil, satın alan suçludur. Satın alabilmek için aç bırakan suçludur. Tesadüfen aç kalmayan, az biraz mürekkep yalamış birinin oyuyla, tarikat, cemaat müritlerinin bazı partilerle yapılan anlaşmalar sonucu verdikleri toplu oy, çocuğu aç kalmış bir annenin bir kilo pirinç karşılığında verdiği oy eşitse, o sisteme demokrasi deriz öyle mi? Biz deriz. Demeyeni de entelektüel baskıyla hacamat ederiz.

Aysun Kayacı, o lafların döküldüğü dudaklarından öpüyorum seni. Hayır, yanlış anlama diye dudağına değmeden lafından öpeyim, o da olur…

Gelelim bu hafta itibariyle sevdiğim ikinci kadına diyeceğim ama yerim gittikçe daralıyor, hissediyorum… Mecburen Başak’ı önümüzdeki hafta ele alacağım. Çünkü Başak annesinin boğazını kesecek kadar savrulmuşsa bu hayatın içinde, konuyu iki satırla geçiştirmek ayıp olur en azından. Burada yetmiş milyon bizi okuyor, ne derler sonra? Tamam, okuma yazma bilmeyenleri çıkartalım ama kalan rakama heceleyerek okuyanları da katalım, o kadar milyon kişi okuyor şu anda bu yazıyı, az mı? Neyse, önümüzdeki haftaya kadar süper bir gelişme olup da hayat karşıma sevebileceğim başka bir kadın çıkarmazsa eğer, Başak’la ben, karşınızda olacağız yeniden. Yetmiş milyonun karşısında! Hadi altmış iki olsun. Ya tamam, elli sekizde anlaşalım. Bak *****lik yapıp durmayın en son kırk beş milyon olur… Bir kişi bile az olursa okur sayısı, bir daha yazmam yeminlen, parmağımı tükürükleyip sürüyorum aha şuraya.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

ÇOCUK SPERMDE DURDUĞU GİBİ DURMAZ

Albert Camus, “Bir tutku cinayetleri vardır, bir de mantık cinayetleri” diye başlar Başkaldıran İnsan’a. Bir kitabın adı da, ilk cümlesi de böyle müthiş olunca ister istemez başucu kitabı olarak yastığının altına koyar onu insan, ben diyeyim on beş yıl, siz deyin yirmi yıl başının altından eksik etmez. Namlu gibidir bazı kitaptar. Şakağa yakışır.

Geçen hafta, tam da Başkaldıran İnsan’a belki ellinci kez göz atarken, üstelik geleceğin mümkün olmadığını bildiğim için müziğin de geçmişine dönüp Joy Division dinlemeye yeltenmişken seviverdim Başak’ı. İnsan asla nedensiz sevmez, nedenini bilmeden sever, o ayrı. Annesinin boğazını kesen bir kıza duyduğum bu yakın hissiyat ürküttü beni. Ne mantık, ne tutku cinayetiydi bu. Camus’nün formülüne uymuyordu yani. Sevginin ille de nedeni olduğunu bildiğimden, durup dururken niye sevdim ki ben bu kızı deyip kendimi kurcalamaya başladım. Çocukluğuma inmedim tabii.. Çünkü çocukluğa inmek, üçkağıçı psikologların uydurduğu bir yöntem. Bugüne dönmek bile lüks bizim için, o tırışka çocuklukta ne işimiz var?

Bu kız aslında lanetliydi. Bir insanı öldüren herkes katildir ama annesini öldüren bir genç kız, sadece katil olmaz, lanetli bir şıllık olur aynı zamanda. Çünkü aile içi cinayetlere göz atıp bilimsel bir tasnifleme yöntemi uygularsak, kabak gibi ortaya çıkar bu lanet meselesi. Bir kere, babanın çocuğu öldürmesi elbette kötü ama ürkütücü değil bizim toplumumuzda. Özellikle öldürülen kız çocuğuysa illa ki bir namus meselesi işin içine karışmıştır, adam namusunu temizlemiştir bir anlamda. Cinayet sözcüğünü mecazi anlamda “temizlik”le eşleştiren başka bir dil var mıdır dünyada, bilmiyorum. Sanmıyorum ama!

Ağabeyin ya da erkek kardeşin bir kızı öldürmesi de ilginç değil. Alışıldık bir şey. İçimize içten içe yerleşen namustu, töreydi, ıvırdı, zıvırdı gibi kavramların etkisiyle inceden inceye taktir bile edilir öldüren şahıs. Annenin çocuğunu öldürmesi ise daha çok cinnetle ilişkilidir. Kolay kolay hiçbir anne çocuğunu öldüremez; cinnet geçirirse saplar bıçağı, o ayrı. En pis olanı, çocuğun anne babasını öldürmesidir. Sadece cinayet değil, cinayetle karışık ihanet de vardır ortada. Sen besle, büyüt, dokuz ay karnında taşı, saçını süpürge et, sonra da nankör evlat deşsin seni! Babayı öldürmekte vicdanen hafifletici sebepler bulunabilir belki. Baba, aile içinde iktidarı temsil eder çünkü. Bir de cinayeti işleyen kızıysa, toplum vicdanı öküz altında buzağı arar haliyle. Bir kız babasını niye öldürsün ki? Adam kimbilir şiddet mi uyguluyordu, sapıktı da taciz mi ediyordu, kız neler çekti de elini kana buladı kimbilir şeklindeki sorular bilinçaltında dolanır durur.

Bilinçaltında ne kadar çok soru dolaşırsa, suç o kadar hafifler; bu yasaları etkilemez ama toplumsal suç psikolojisiyle ilgilidir. Cezayı veren hakim de toplumun bir parçası olduğuna göre, sonuçta bu bilinçaltı süreci sadece toplumsal değildir, bal gibi de yasaldır. (İlk söylediğim şeyi bir sonraki cümlede nasıl çürüttüm ama!)

Baba meselesi böyle de, asıl sakat durum anneyi öldürmek! Anne de din gibi, demokrasi gibi kutsal bir kavram. Sadece cinayet işlemiyorsun, sadece ihanet de etmiyorsun, kutsal bir kavrama saldırıyorsun. Annenin ayağının altında cennet olduğunu göre, bir bıçak darbesiyle öte dünyadaki hurmalarla hurilerle dolu yeşil alanları da darmadağın ediyorsun. Kimi kaynaklara göre dokuz ay, kimi kaynaklara göre de dokuz ay on gün olan, günümüzde sezaryan modasından dolayı doktorun iş durumuna, ameliyathanenin ne zaman boş olduğuna bağlı olarak değişen bu karında taşıma süresi anneyi diğer tüm insanlardan farklı bir konuma getiriyor doğal olarak. Anne katili de o yüzden hem katil hem lanetli biri olup çıkıyor. Sen git, içinden çıktığın bünyeyi yok et. Akıl alacak şey değil bu!

Öyleyse niye sevdim Başak’ı? Anlatayım. Başak sadece katil değil, aynı zamanda da kurban. Onu da, ailesini de tanımam ama kurban (ya da katil) yetiştiren, çocuklarını kurban olmakla katil olmak arasındaki ince sınırına getirip bırakan öyle çok aile var ki… Kötü aileler mi bunlar? Hayır. Aksine, fazlasıyla iyi aileler. Ya bilimadamları ya da sanatçılar. Bilim de, sanat da adanmayı gerektirdiği için, hayatlarını bu alanlara adamış değerli insanlar hepsi de. Bu yüzden gündelik hayatla çok fazla bağları yok, hayatın sıradan akışının çok fazla içinde değiller. Peki çocuk dediğin nedir? Sabahlara kadar ağlayan, günde üç beş kez patır patır bezini dolduran, sürekli ilgi bekleyen bir şeydir en azından. Gündelik hayatın sıradan akışı var ya, onun bir parçası, hem de zahmetli bir parçasıdır. Ne annesinin bilimselliğinden anlar ne babasının bohemliğinden. Öylesine bencil bir şeydir işte çocuk dediğin.

Neymiş; dokuz ay karnında taşımak yetmiyormuş. Sonra da sırtında taşıman gerekiyormuş. Kariyer de yaparım çocuk da sözü, sadece şarkı sözüymüş. RTE’a uyup “Allah rızkını verir” deyip de üçer üçer fırlattırıp sokağa atmakla, rızkını kendin verip, hem de bol bol verip sokağa atmak arasında fark yokmuş. Can boğazdan gelirmiş ama boğazdan da gidebilirmiş, kanlı ya da kansız olarak…

Evet, içki şişede durduğu gibi durmaz ama unutmamak lazım ki çocuk da spermde durduğu gibi durmaz.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

KAFKA SİYAH GİYERMİŞ ASLINDA

Hayatımda ilk kez gezi yazısı yazmaya karar verdim. Gezmeyi çok severim aslında, yolculuğa bayılırım. Ama kadere bakın ki pasaportumda bir tek damga yok! Kendi eksenim etrafında geziniyorum büyük olasılıkla. İnsan bir kez oldun yurtdışına çıkmaz mı? Hayır pasaportu da almışım yıllar önceden tedbir olsun diye. Çekmecede duruyor bomboş sayfalarıyla.

Aslında bir kez çıktım yurtdışına ama kanıtlamam olanaksız. Tam Prag havaalanına inmiştik ki, üniformalı şahıslar üstümüze üstümüze koşmaya başladı. elleriyle “kışkış” işareti yaparak bizi havaalanının dışına doğru sürükledi. Filmlerden gördüğüm kadarıyla bir kuyruğa falan girip pasaport kontrolünden geçmemiz gerekiyordu. Hayır, bir tek filmde görsem yönetmen uçmuş diyeceğim, uçakların cirit attığı bütün filmlerde aynı şey oluyor. Bizde olmadı ne hikmetse, kontrol falan etmeden sürüklediler şehrin ortasına doğru. Sonradan öğrendim ki Prag havaalanının tarihinde ilk kez bomba ihbarı yapılmış. O yüzden adamlar birkaç dakikada boşaltmışlar havaalanını. Biz de o amaçla boşaltılmışız şehrin göbeğine doğru. Kısmete bak dedim, tarihi boyunca sadece bir kez bomba ihbarı yapılıyor burada, o da ben ayak bastığım anda. Zırt pırt gezsem ecnebi memleketlerde, tesadüf işte der geçerim, ya bir kez çıktım, o da bana mı denk geldi?

Neyse, pasaportum anamın ak sütü gibi bembeyaz hâlâ. Bir tek damga bile yok üzerinde. O psikolojiyle, sanki bir hayaletmişim gibi dolaşmaya başladım Prag sokaklarında. Zaten Kafka beni çağırmamıştı, ben yüzsüzlük yapıp gitmiştim.

Çocukken çekingendim ama büyüdükçe bunu aştığımı, hatta biraz fazla aşıp hafiften “yırtık” bile olduğumu sanıyordum. Değişmemişim.Her horoz kendi çöplüğünde ötüyor tabii. Tırstım. Çekingen bakışlarla o devasa, tarih kokan yapılara bakındım durdum. Ne Kafka’nın mezarı, ne pineklediği kahve… Kolundan tutulup havaalanından uzaklaştırılan diğer tur komşularımın arasına sızdım kedi gibi, onlar nereye ben oraya… Hava kararınca gece klübüne gittik. Utandım. Kafka’dan utandım.

Şimdi durup dururken gezi yazısı yazmamın nedenini de açıklayayım; Almora yüzünden. Gerçi benim yazacağım gezi yazısı da bu kadar olur işte, toplasan dört paragraf. Hayır başka gezi de yok ki ortada… Olsa bir bağlantı kurup Prag’tan pat diye Zürih’e, oradan ne bileyim Tayland’a, Hindistan’a falan sıçrayıp en azından üç A4 yaparım yazıyı. Yok işte; gezi bitti, yazı da bitti. Bu kadar.

Almora diyordum… Elimden tutup gezdirmedi tabii beni. Ama yeni albümleri Kıyamet Senfonisi’ni dinlerken kendimi Kafka’nın Şato’sunda buldum. Müziğin yayıldığı yerler, yani odamın pencereleri, sol tarafımdaki kitaplık, bilgisayarın klavyesi, duvardaki İbrahim Çiftçioğlu resmi, kapağı kırık bir sürü cd kutusu falan Şato’nun grotesk eşyaları gibi görünmeye başladı gözüme. Dedim hani müzik dünyayı değiştiremezdi? Benim odayı bal gibi değiştirdi işte. Kırık cd kutusu ortaçağdan kalma bir şamdana dönüştü gözlerimin önünde. Recep ağbinin sekiz yıl önce plastik boya sürtüp durduğu duvarlar, durup dururken üstü örümcek ağlarıyla kaplanmış taş duvarlara döndü.

Kafamı toparlayayım diye pencereden dışarı uzattım başımı. Baktım saman yüklü at arabaları geçiyor kapımın önünden. Fötr şapkasını çıkarıp selam verdi kaldırımda yürüyen bir beyefendi. Ay Işığı Savaşçısı kılıklı biri kılıcını sallayarak uzaklaşırken kapattım pencereyi. Ağır kadife perdeleri çektim. Ha işte, benim sikindirik tüller kenarları işli kırmızı kadife perdeye dönüşmüştü. Peki Ay Işığı Savaşçısı ne oluyor ki, diye sorarsanız ona cevap veremem işte. Tarif etmem imkansız. Görmek lazım. Ya da dinlemek.

Albümde Kafka’nın adı bile geçmiyor. Prag’la da bir alakası yok, herhalde bunca gelişmiş stüdyo varken gidip de Şato’nun birinde kaydetmemişlerdir albümü… bana ne kaçtı bilmiyorum ama bu albüm çok feci gezdirdi beni. O çekingen Prag gezisinde “Siz gidin kardeşim gece klübünüze, ben bi başıma Şato’lara girip çıkacağım, Kafka’nın oturduğu köşede pinekleyip aynı kahvede hayaller kuracağım… Çünkü gerçek olan sizin klüp maceranız değil, benim hayallerimdir” diyememiştim ya, bu albüm kendi evimde çığır atlattı bana. Evimi Şato’ya çevirdi, Kafka’yı konuk etti odama.

Albümdeki tek bir parçanın, İyiler Siyah Giyer’in Şato’yla alakası yok. Yok ama, Kıyamet’e giden yolda söylenen “başka” bir senfoni o da. Parça senfonik değil ama sözleri müziği, Ogün Sanlısoy’un muhteşem yorumu dinleyenin ruhunda kendiliğinden bir senfoni yaratıyor. Ve emin oluyorsunuz; Kafka, Kafka da siyah giyermiş zamanında!

Hayatımda ilk kez gezi yazısı yazmaya kalktıysam, bunun nedeni Kıyamet Senfonisi’ni dinlemem değil. Zaten yazdığım da “gezi yazısı”ndan başka her şeye benzedi galiba. Müzik insanı gezdirirmiş, onu öğrendim. Elinden tutup seni bir yere ******ürmezmiş, o yeri sana getirerek gezmeni sağlarmış!

Ve Kafka, sahiden siyah giyermiş aslında.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

SONUNDA ERDİM HİDAYETE, DÖNÜYORUM GÜNDÜZ GECE

M harfiyle başlayan kelimelerde bir sakatlık var. Özellikle de dilimize Arapça'dan geçen M'li kelimeler siyasetteki "kıvırma endüstrisi" için bulunmaz birer nimet. Aklıma ilk gelenleri sayayım: Münferit, meczup... Daha bir sürü vardır muhakkak ama aklım karışık mı ne, sadece iki tanesini hatırladım. Pardon, muhakkak dedim yukarda, evet muhakkak da M'le başlayan Arapça kökenli bir kelime, bir tane daha bulmuş oldum işte iki arada bir derede...

Kıl oluyorum bu kelimelere. Mesela karakolda işkence yapılınca resmi ağızlar (var sahiden böyle bir ağız şekli ve bu şekil ağızlar asla öpüşemezler, özürlüdürler) hemen açıklama yapar: Münferit bir olay bu. İnsanlara güvenmek gerektiğini kanıtlamak için gelinlik giyip yola çıkan bir İtalyan kadın Düzce yakınlarında son yolculuğuna çıkartılırsa bir şahıs tarafından, elbette bu da münferit bir olay olur. İyi de, bütün sakat olayları bir kılıf misali örten bu "münferit" nedir ki? Nasıl bir kapaktır ki bu her boklu kavanozu kapatıverir, koku sızdırmaz dışarı... Sihirli bir sözcük müdür, nedir allahaşkına? Şudur: Yani bu tekil, bir kişinin yaptığı, sorumlusunun da o kişi olduğu bir hadisedir. Biz toplumcanak herkese tecavüz edip öldürmüyoruz, toplumun muhtelif şahısları (bak muhtelif de M'le başlıyor, hem de Arapça kökenli, sakat!) birbirinden habersiz, bağımsız şekilde, teker teker bafileyip boğuyorlar bu kadınları. Bizim sorumluluğumuz yok yani, bir derdiniz varsa gidin onlara sorun...

Misal, işkence de münferit bu coğrafyada. Genelge mi çıkardık işkence yapın diye, yapana madalya mı taktık? Bazıları kendi kendine "durumdan vazife çıkartıp" işkenceci oluyorsa, bunların sayısı da her geçen gün artıyorsa bize ne, olay münferit. Kendi kendilerine yapıp duruyor bu adamlar işkenceyi, hayır biz de kızıyoruz onlara, neden yapıyorlar ki canım... Arada sinirlendiğimiz bile oluyor! Meczup da acayip bir kelime. Şimdi biri banka soysa, adam öldürse, bir yere bomba koysa "olayın faili" diye adlandırılır. Ama bu şahıs hacı sakallı, cübbeli falansa "fail" değil "meczup" oluyor yine o resmi ağızlara göre. (Bkn: Öpüşme özürlü ağız modeli) Meczup, bir nevi deli işte... Yani şunu demek istiyorlar; delidir ne yapsa yeridir, ne kızıyorsunuz adamcağıza? Kafayı sıyırmış işte, bilerek mi bombaladı canım?

Sizin de fark ettiğiniz gibi M harfiyle başlayan Arapça kökenli kelimelerin olayları çarpıtmak ve üstlerini örtmek amacıyla kullanılmasını asla makul karşılamıyorum. Ahanda bir tane daha buldum: Makul. Muhabbet uzadıkça zihnim mi açılıyor ne? Şimdi de muhabbet dedim, görüyor musunuz... Kurduğum her cümleye Arapça'dan nakil bir M'li kelime sızıyor. Bunu zihnin açılmasıyla açıklamak mümkün değil. Aha şimdi de mümkün dedim. Bir ermişlik seziyorum bu işte. Yazdıkça eriyorum galiba hidayete! Sanki Penguen'e yazı yazmıyorum şu anda, sanki bir nevi vahiy iniyor sözcükler vasıtasıyla bana.

Şuraya bak; mebzul miktarda Arapça kaynaklı M'li kelime güruh halinde akıyor yazdığım metne. Allahım... mebzul, metin... Akıyorlar, çağıldıyorlar da geliyorlar sanki akın akın...

Kusura bakmayın bu yazıyı burada bitirip salona geçiyorum. (Salon çalışma odasından bir gıdım daha büyük çünkü, rahat dönülür!) Evet, huşu içinde Mevlana misali döneceğim salonda. Çünkü var bir numara bugün bende. Mevlana dedim işte, Mevlana... M'le başlayan, kökenini bilmediğim bir şahıs. Bir çeşit dönme ustası. Ermişlik abidesi. Ben de döneceğim. Mümkün mertebe döneceğim salonda. By. (Allahım mertebe dedim şimdi de!)

Not: Dönmeye başlamadan önce M'le başlayan ama Arapça kökenli olmayan bir özel isimden (hususi ad) Marquis de Sade'dan söz edeceğim size. Karakalem'in Nisan sayısında sapık mıdır yoksa ahlakçı bir şahıs mıdır diye düşünüp çözemediğim bu şahıs hakkında kapsamlı bir dosya var. Sandman var ayrıca, Kubrick var, müziğin suratına faça atan Sid Vicious var, Bilge Karasu, Nilgün Marmara, Rimbaud... Bitmedi; Fikret Kuşkan da, Derisizler ve Maddi Haller Cetveli'yle Hakan Günday da aramızda... Aman Allahım "maddi" dedim, yani Hakan dedi benden önce... M'le başlayan Arapça menşeili bir kelime... Olamaz ya menşe de öyle... Duramam artık aranızda, ha bire döneceğim salonda....

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

YÜRÜME VE ÜREME ORGANI OLAN AYAĞIN BAŞLA MÜNASEBET

Çaresiz soluyoruz bu havayı. Genzimizi de yaksa, nefesimizi de kesse soluyacak başka hava yok çünkü. Hava karışık ve kaotik. Bulanık ve kirli. Hayır, şu an için söylemiyorum; hava hep aynı bu coğrafyada. Hava kirliliği biraz da ayaklarla başların ha bire birbirine karışmasından kaynaklanıyor. Ayakların başları yönettiğine, balıkların baştan koktuğuna sık sık tanık oluyoruz. Benim ayak dediğim şey RTE’nin söz ettiği ayak değil tabii. Benim ayağımla onunki farklı.

Gerçi kimi işgüzarlar çıkıp “Bildiğimiz şeyleri anlatıp durma bize, tabii ki her ayak farklı olacak… Kimisi taraklıdır ayakların, kimisi kemikli, kim yayıktır, kimi derli toplu, uzun ince… Bazısının tırnakları küttür, bazısının topuğu haşır haşır nasırlıdır, bazısının parmak araları mantarlıdır, kimi patlıcan morudur (bakınız: dolaşım yetmezliği), kimi süt beyazdır, kimi pembemsi,” diyebilir.

Ayak, hepimizin bildiği ayak işte. Birbirlerinden ne kadar farklı da olsalar her ayak, sonuç itibarıyla yürümeye ve üremeye yarayan bir organdır. Yürüme işlevi beynin verdiği komutların sinir sistemi vasıtasıyla ayaklara ulaştırılması sayesinde gerçekleşir. Beyin, bir adım ileri git, şimdi dur, şimdi öbür ayak sana söylüyorum; kalk, bir adım at, şimdi dur… şeklinde komutlar verir ve biz bu komutlardan habersiz, sallapati bir şekilde yürüdüğümüzü sanırız. Ayak, insanı yürüten organdır! İnsanı yürüten organdır ama üreten organ değildir tabii. Yukarıda söylediğimle çelişkiye düştüğümü sanmayın sakın; kendimizi ne kadar zorlasak da birincil (primer) üreme organları arasında sayamayız ayağı, onu vurgulamak istiyorum. Ama ikincil (sekonder) üreme organı olarak sayarım ben. Sanıyorum tüm bilim camiası da hayretler içinde katılır bana. Biz niye düşünemedik şimdiye kadar diye üzülenler bile çıkar aralarından. Şöyle ki; üremek için yapacağın ilk şey, üreme işlevini birlikte gerçekleştireceğin kişiyle bir araya gelmektir. Ne bileyim kırmızı bir gül, bordo şarap, tektaş yüzük falan alıp kapısını çalman gerekir. İşte o kapıya kadar seni ******üren organ ise ayaktır. İçeri girdikten sonra görevini başka bir organa devreder, o ayrı.

Ayağın yürümedeki ve üremedeki işlevine kısaca değindikten sonra ayaklarla başların birbirine karıştığı (bakınız: dolama) durumlara göz atmakta fayda var. Konuyu siyasi açıdan ele almayı düşünmediğim için “Biz neyin muhabbetini yapıyoruz ki, Türk siyasetinde ayaklarla başlar her zaman birbirine karışmıştır” diyerek kolaycı bir yorumda bulunup işin içinden sıyrılmak istemiyorum. Gündelik hayatta ayaklarla başların birbirine karıştığı bir tek pozisyon vardır. Halk arasında (bakınız: ayak takımı) 69 tabir edilen bu müstesna pozisyonun üreme konusuyla uzaktan ilgisi vardır. Bakın özellikle uzaktan diyorum, sahiden de yakından bir ilişki yoktur bu konuda; çünkü ayakla başın birbirine karıştığı durumlarda rahat üreyemezsiniz. Vücudunuz o anda hissiyat açısından üremeye müsait bir donanım içine girmiştir (bakınız: vücut dili) ama bulunduğunuz pozisyon buna izin vermez. Çünkü, affedersiniz denk getiremezsiniz.

Konuya neden hava kirliliğinden dem vurarak girdiğimi anlamışsınızdır artık; ayak kokusu havayı kirletir. Tamam balık da baştan kokar ama balık başının kokusu havayı değil, denizi kirletir daha çok. Çünkü hepimizin bildiği bir gerçek var; denizdeki balık sayısı, karadaki balık sayısından daha fazladır. O yüzden de bu tarz kokular havadan çok suyu ilgilendirir.

Mecburen havadan sudan konuşmak zorunda kaldık bu hafta da. Umurumda değil aslında. Bizi böyle konuşmak zorunda bırakanlar utansın. Ayaklar başı yönetemezmiş! Herkesin amuda kalktığı yerde ayağın başın hesabı mı olur Allah aşkına, buyrun lütfen, vallahi olmaz efendim siz önden buyrun…

Not: Karakalem yine kara, kapkara… Nisan sayısı bayilere, D&R’lara, kitabevlerine dağıtıldı çoktan. Mayıs’ın sonuna kadar piyasada kalacak çünkü nisan sayısı çıkana kadar baktık mayıs olmuş bile. İlk sayıları bulamayanlar altayoktem[@]gmail.com’a başvurabilir…

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

DEVLET 68’İ KUTLADI, ALLAH 69’DAN KORUSUN

Sonunda geldi Mayıs. Bu Mayıs biraz başka; dallarda çiçek açtı mı, kuşlar kanat çırptı mı, yeşerdi mi yurdumun dağları, ovaları demekle geçiştiremeyeceğimiz kadar anlamlı bir Mayıs bu. 1968 Mayıs’ının, yani dünyayı sarsan en büyük özgürlük mücadelesinin ve istisnasız tüm ülkeleri etkisi altına alan gelmiş geçmiş en büyük gençlik hareketinin 40. yıldönümü.

Türkiye için durum biraz farklı tabii. 68 Mayıs’ının 40. yılını tazyikli sular, gaz bombaları, coplar ve tekmeler eşliğinde kutlayan yegâne ülke olarak dünya tarihine bir kez daha geçtik… Zaten biz çok geçtik o tarihe. Madalyalarla, şenliklerle, ödüllerle, festivallerle değil, kanla, ölümle, zulümle geçtik hep. O yüzen şaşırmadık bu 1 Mayıs’ta. Zaten ne vardı ki şaşıracak; herkes görevini yapmıştı!

Hayır, bunu şaka olsun diye söylemiyorum, sahiden herkes görevini yaptı ve İstanbul Emniyet Müdürü’nün söylediği gibi olaysız geçti 1 Mayıs.

Bütün kavramları tepetaklak ele alıp olayları öyle değerlendirmeye acayip alışmışız hepimiz. Başbakan da dâhil olmak üzere bütün devlet görevlilerine saygı duydum bu 1 Mayıs’ta. En azından dürüst davrandılar ve gerçekleri, hiç çarpıtmadan açıkladılar. Asıl olayları şaşkınlıkla karşılayanlara şaşırdım ben.

Her şeyden önce “devlet”in ne anlama geldiğini ve “devlet” kavramının tarih boyunca geçirdiği evreleri bilmek, ona göre yorum yapmak gerek. Devlet, görüp görebileceğimiz en büyük şiddet unsurudur. Zaten başına bir felaket gelince televizyon ekranlarına çıkıp salya sümük “devlet yok mu, devlet bize yardım elini uzatsın,” diye bağrışanları hayatım boyunca anlayamadım. Tamam, devletin de eli vardır ama o ele hiç kimse “yardım eli” diyemez! Kodu mu oturtan bir eli vardır devletin ve tarih boyunca, ta Eflatun’dan bu yana devlet budur zaten. Peki siz niye yanlış anlıyorsunuz devlet’i ve yanlış anlamakta ısrar ediyorsunuz, onu bir türlü anlayamıyorum. Polis, iktidarın (ama her türlü iktidarın) devam etmesi için oluşturulan silahlı bir güçtür. İktidarı tehdit eden, tehdit etme ihtimali olan her türlü oluşuma karşı şiddet uygulaması da gayet doğal, hatta zorunludur.

1 Mayıs’ta hiç de şaşkınlık verici şeyler yaşanmadı bana göre. Aksine, polis nasıl tazyikli su sıkar, nasıl olur da bir partinin binasını basar, içeridekilere göz yaşartıcı bomba atar, yere düşen vatandaşı nasıl tekmeler, turiste nasıl cop vurur diyenleri anlayamıyorum bir türlü. Polis görevini yapmıştır, diyenleri çok daha iyi anlıyorum. Evet, bence de görevini yapmıştır, hem de iyi yapmıştır.

1 Mayıs olaysız, tatlı bir biçimde bitmiş, iktidar bu müdahalesi ve kararlı tavrıyla artı bir puan daha almıştır. Evet, kesinlikle böyle olmuştur. Hastane acilinde bekleşen hastalara göz yaşartıcı bomba atılması olay değildir. “Devlet” kavramını yanlış bilenler, olay kavramını da yanlış yorumluyor doğal olarak. Bir göstericinin polise taş atması olaydır, bir polisin göstericiyi dövmesi ise kamu düzenini sağlamak ve olay çıkmasını engellemektir. Siz, bu düzeni böyle kabul ediyor ve böyle sürmesini istiyorsanız, sopayı yiyen siz de olsanız, devlet görevini yapmıştır diyecek, susup oturacaksınız. Çünkü sahiden de, görevini yapmıştır devlet.

Daha önce defalarca “derin devlet” kavramına da aynı nedenlerle karşı çıkmış, devlet bir bütündür, derin’i merini olmaz demiştim defalarca. Bu da devlet’i parçalara ayırıp bir kısmını aklamak için oluşturulan uyduruk bir kavramdır. Ha, kamuoyuna karşı Amerikan filmlerindeki iyi polis-kötü polis rolünü oynamak gerekebilir bazı durumlarda. Mesela bazı azınlıkların imha edilmesi gerekir, devletin derin’i bu işi yapar, temizi onu yakalamaya çalışır falan… Ama yakalamak kısmet olmaz bir türlü… Karagöz Hacivat oyunu!

Neyse, sonuç olarak 68’in kırkıncı yılını gözlerimiz hardal gazıyla yaşarmış bir halde, basınçlı suyla tertemiz olmuş, abdest almaya bile ihtiyacı kalmamış bir bedenle kutladık. Yaşasın 1 Mayıs.

Ben asıl önümüzdeki yıldan korkuyorum. 69’un kırkıncı yıldönümünden yani.

Not: Karakalem’in Nisan sayısı Mayıs’ın sonuna kadar bayilerde. Sinemanın ilkeli ve asi çocuğu Fikret Kuşkan bütün içtenliğiyle kendini anlatıyor, Kubrick sinemasının altı, üstü deşiliyor, onunla yolculuk yapan bir gemicinin gizli defterinde yer alan Rimbaud her yönüyle deşifre ediliyor, Marquis de Sade’ın aslında beden değil, ruh kırbaççısı olduğu ortaya çıkıyor ve Jacques Rigaut basbayağı “intihar bir iştir” diyor… Kaçırmayın…

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 5 ay sonra...

SEVİŞEMEYİZ HAYATIM, SAAT FARKI VAR ARAMIZDA

İnsanlar, evler, sokaklar, şehirler, hatta ülkeler arasındaki her türlü farkı anlayabiliyorum ama şu “saat farkı”na kafam basmıyor bir türlü. Tamam, işin içinde meridyenler var, dünyayı enine, boyuna kesen çizgiler var, hatta güneş ışınlarının yeryüzüne vurduğu açı var. Ayın karanlık yüzünün gitar riffleri bile var, hepsi kabul… Yani basbayağı bilimsel tarafı var bu “saat farkı”nın. Ama elimde değil, yine de tuhaf geliyor bana.

Teknoloji bu kadar gelişmeseydi, herkes kendi küçük coğrafyasına sıkışıp kalsaydı eskisi gibi, saatle ilgili bu fark sorun olmazdı. Bana ne Eskimoların saati kaçı gösteriyor şu anda, Avustralya’da gece mi, gündüz mü ya da Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir kabile topyekûn derin uykuya mı daldı ben sabah kahvaltısını yaparken? Umurumda olmazdı.

Ama dedim ya, teknoloji aldı başını gitti. Saat üçte uçağa biniyorsun, bambaşka bir ülkede, saat ikide uçaktan iniyorsun. Bu ne ya? Saatlerdir kıçımın üstüne oturmuş geri geri mi gidiyorum ben? Uçağı bırak, telefon var, internet var… (Şimdilik var! Youtube’dan sonra digitürk sayesinde bloglar da kapatılıyor. Şimdi ben de evimin digitürk’ünü kapatmaz mıyım kapak misali, çevirerek…) Yani dedim ya, resmi ve sivil faşizmin izin verdiği ölçüde, şimdilik internet de var elimizin altında, bir ölçüde… Diyelim gecenin bir yarısı arkadaşını arıyorsun telefonla, eleman öğle tatilinde olduğu için muhabbete giremiyorsun bir türlü. Tekrar ediyorum, bu ne ya? Benim gözümden uyku aktığı bir vakitte nerden çıkıyor bu öğle tatili?

Ülkeler, kıtalar, okyanuslar, sular seller umurumda değil aslında. Ama iş insanlar arasındaki iletişime, hatta ilişkiye gelince çuvallıyorum. Misal, taktım bilgisayarıma webcam’i diyelim, programını da cd’den indirdim, karşımdaki şahıs saksı gibi durmaya başladı bilgisayarımın ekranında. Şimdi ben “nasılsın?” diye soruyorum ona sabahın köründe, o gece yarısı “iyiyim” diyor bana. Ama aynı anda oluyor bu! Aramızda bir elektriklenme de oluştu diyelim, soğuk camı falan umursamadan dudaklarımı löp diye dayadım webcam’e, araya sadece mesafe ve cam değil, saatler de giriveriyor… İşte bu ters geliyor bana! Ben, öptüğüm kadının, aynı anda öpülmüş olmasını isterim. Tamam, maçoyum belki ama gördüğüm aile terbiyesine, yetiştirilme tarzıma ve gelenek göreneklerime uymuyor bu. Ben seni saat sekizde öpeceğim, sen on bir buçukta öpüleceksin! Açık söyleyeyim, bana uymaz. Bit yeniği ararım bu işin altında.

Farkındaysanız duygusal bir yakınlaşma, etkilenme falan değil, yekten elektriklenme dedim biraz önce. Yani bu yazıyı benim eve yakın bir yerde okuyorsanız biraz önce dedim sahiden ama aradaki meridyen sayısına bağlı olarak birkaç saat sonra da demiş olabilirim... İşin tuhafı, yarın da söylemiş olabilirim. Meridyen ter bir yerdeyse, dün de söylemiş olabilirim!

Akıl alacak şey değil, ben pazartesi gecesi kendimi yırtarcasına uğraşayım, size iki laf edebilmek için kendimi paralayayım, siz ise pazar günü, yani aklımda bu yazısının tek bir kelimesinin bile olmadığı bir tarihte okuyun yazımı… Bir insana müstahak mı bu?

Ha, elektriklenme diyordum… Günümüzde elektriklenme modası var. Başka bir deyişle, elektrik alma. “Ben senden bir elektrik alıyorum…” Pardon, çarpıldım mı demek istiyorsun, akıma kapıldım, durduğum yerde titredim mi demek istiyorsun? Ne?

Elektrik almayınca ne oluyor peki? Tık olmuyor anladığım kadarıyla. Misal, bende ereksiyon sorunu yok hayatım, elektrik almadığım için malzeme böyle pörsük! Hayır, ne yaparsan yap, elini, ağzını çalıştır istediğin kadar; hayır yok benimkinden, çünkü elektriğin eksik. Voltun düşük başka bir deyişle!

İşte bu kavram da son teknolojik gelişmelerle birlikte girdi hayatımıza. Hani hep elektrikli, elektronikli aletler aracılığıyla kuruyoruz ya aramızdaki irtibatı, voltaj düşük gelirse iş ilerlemiyor! Duygusal bir konuyu ifade etmek için bile akım şiddetini işin içine karıştırmak zorunda kalıyoruz. Elektrikmiş, ne elektriği, basbayağı temel içgüdü bu. Basis insect!

Açıkçası, aramda saat farkı olan bir insanı sevemem. Gün farkı olanı, hiç sevemem. Ciddiye de alamam açıkçası. Elektrikleşsek de karşılıklı, bu önyargım değişmez. Elektriğin bile aynı anda akması lazım vücutlar arasında!

İnsanın kendisiyle arasında saat farkı olmasıysa tam bir muamma.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

ÇOCUK YETİŞTİRME VE YARGIYA MÜDAHALE

Kesinlikle terazi burcu değilim; bunu en baştan söyleyeyim. Ama denge önemlidir benim hayatımda. Her şeyin dengelisini severim. Belki tuhaf gelecek ama yasaların bile dengelisi şirin gözükür gözüme. O derece yani! Misal, Cezmi Ersöz yargılanıyor şu anda. Halkı askerlikten soğutmuş. Yargı sürecine karışamam, tamam, yargıya karışmak, yargıyı etkilemek falan da ayrı bir suç. O suça da ayrıca dokunacağım kenarından köşesinden ama benim söylemek istediğim başka; suç olsun olmasın, yargıya asla karışamam çünkü hiçbir şey bilmiyorum bu hukuk mevzuunda. Zaten “halk” söz konusu olunca da kesin bir şey söyleyemiyorum. Bu sefer de arapsaçına dönüşüyor bütün bilgilerim, deneyimlerim, ıvırım zıvırım, her şeyim...

Halk bu, belki sahiden Cezmi’den etkilenip soğumuştur askerlikten. Bilemem. Çünkü sağı solu belli olmaz halkın. Ama bakıyorum, basına, medyaya, berberde Amerikan tıraşı olanlara, kahvede okey çevirenlere, halı saha maçı yapanlara falan bakıyorum, şahin kaynıyor aralarında. Savaşalım, asalım, keselim, herkesi öldürelim diyen bir ton insan doldurmuş memleketi tıka basa. Peki sonuç ne? Bu müstesna saldırganlardan bir tanesine bile “halkı askerliğe ısıtmak”tan madalya takılmadı. Niye? Çünkü denge yok. Eğer soğutan suçlanıyorsa, ısıtan da ödüllendirilmeli!

Biz böyle gördük aile terbiyemiz esnasında. Pedagoglar bilir. Çocuk yetiştirmede en önemli şey ödül ve ceza mekanizmasıdır. Misal, şuradan terliğimi getir diyeceksin, çocuk koşup getirecek, al sana şeker. Ödül hesabı. Çocuk getirmiyor mu, iyi yetişmemiş demek, hemen ceza; bugün çizgi film seyretmek yok! Terbiye budur işte. Çocuk yetiştirmenin püf noktası budur. Bakın kötekten söz etmiyorum, gerçi o da var aile terbiyemizin temelinde ama kişiye kalmış; döversin, dövmezsin o ayrı... Ödülle cezayı muhakkak uygulayacaksın ama. Sana koşulsuz şartsız itaat mı ediyor, hadi ödül, kıllık mı yapıyor, bas cezayı... Niye? Eğitim diye diye!

Çocuk işte, henüz aklı kıt, ağzı laf yapmıyor, paytak paytak yürüyor nasıl olsa; meydan senin! “Sen çocuk mu yetiştiriyorsun, köle mi? Git terliğini kendin al, lavuk” diyemiyor. Biraz büyüyünce diyebilir belki ama ondan da korkmamak gerek, diyenleri toplum zaten anti-sosyal, terbiyesiz, saygısız, hıyar gibi tabirlerle damgalayıp toplum dışına itiyor. Hayır, itmesi kötü bir şey mi, bu toplum denen şeyin içi dışından daha mı güzel, o da tartışılır ama iteklendiğin yer boktan bir yer de olsa, o iteklenme duygusu koyuyor insana.

Farkındaysanız Cezmi Ersöz'ün davasına kısaca değinip geçtim. Çaktırmadan değiştirdim konuyu. Niçin? ****** altına gitmemek için. Biliyorsunuz sürmekte olan bir davayı etkilemek de suç. Yargı niye etkileniyor, onu da anlamıyorum gerçi, ama oluyor demek ki böyle şeyler hayatta... Kanun maddesini kafadan uydurmadılar ya! Bazı vakalarla karşılaşıp önlem almak için bu maddeyi koymuşlardır muhakkak kitaplara. Misal, kendi fikrimi yazdım diyelim bu satırlarda, mahkemenin hakimi okudu diyelim, ulan Altay ne kadar doğru söylüyor diye düşünüp etkilendi ve benim istediğim şekilde sonuçlandırdı davayı! Ee, benim suçum ne? Asıl o hakime sormanız gerekmiyor mu; ya kardeşim sen hukuk fakültesini bitirdin, ciltler dolusu kitaplar yuttun, bunca yıldır bu kürsüde oturuyorsun, belki yüzlerce davaya baktın… peki Altay kim? Bırak bu çetrefilli yasaları, daha trafik kurallarını bile bilmiyordur bu lavuk... Yani ne demeye etkileniyorsun bu adamdan, diye sormazlar mı adama?

Ben kötü niyetliyim diyelim, sahiden etkilemeye çalışıyorum hakimi... Ama o niye etkileniyor, onu hiç anlamıyorum. Bu madde bence yargıya hakaret! Diyelim cerrah açmış adamın karnını, apandisitini alıyor. Yanındaki hemşire dürtüyor; “doktor bey böbreğin kenarında bir çıkıntı gördüm, galiba fazlalık o, hazır karnını açmışken onu da alıver!” Doktor da acayip etkileniyor bu fikirden, hemen onu da kesip çıkartıyor… Zart, gidiyor mu sana böbreğin en has kısmı, affedersiniz bok yoluna... Şimdi hemşirenin suçu ne? Abuk sabuk konuşmuş, dersin, geçersin. Densizin tekiymiş, dersin en fazla! Ama onun lafıyla güzelim böbreği hacamat eden doktor diplomayı işportadan mı almış, onu araştırırsın asıl.

Sen soğutanı cezalandır, ısıtanı ödüllendirme; etkileyenin kafasını kes, etkilenene bir şey deme... Olmadı. Dedim ya, terazi burcu değilim ama denge... Denge çok önemli bence.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...