Jump to content

Altay Öktem


ysncn_

Recommended Posts

ASLINDA YALANCIYIZ

Sahiden yalancıyız. Kafamızda kurduğumuz dünyanın gerçek dünyayla ilgisi yok. Gerçek dünyada sular kesik. Toprak kuruyor. Oy verilenler oy verenlerin eline veriyor. Biz bir müziğe, bir resme, bir yazıya, bir kadına, bir hatıraya, ne bileyim işte bir şeylere takılmış gidiyoruz. Mesela bana bak, (ben de kendime bakayım bu arada) oturmuşum siyah klavyenin başına, atmışım pc’ye son günlerde döne döne dinlediğim CD’yi, bir neşe, pür neşe döktürüyorum kelimeleri ardı arkasına… Gümbür gümbür “Kolay Değil” diyor Mat. “Bana sadece aşk yetmez” diyor, hızını alamıyor, “satarım ruhumu her gece ben şeytana / alkole ve ilk gördüğüm kadına” diyor… Hayır güzel söylüyor, sözlere, bestelere, kısacası müziğe zerre itirazım yok. Hatta hastası oldum Mat’ın desem yeridir. Ama yalan işte… Öyle kolay değil ruhunu şeytana satmak.. Şeytan da hazır sanki, eleman ruhunu satsa da hemen yapışsam diye erketeye yatmış bekliyor... Umurunda mıyız şeytanın Allah aşkına? Ha, şeytan kesmemiş, ruhu satacakları dünyevi malzemeleri de sıralamışlar şarkıda: alkol ve ilk gördüğün kadın… Tamam, alkole satarsın belki ruhunu, neticede cebindeki paraya ve karaciğerinin dayanma kapasitesine bakar. Ama ilk gördüğün kadına nasıl satacaksın? Hayır, itiraz ettiğim için değil, formülünü öğrenmek istediğim için soruyorum. Almıyorlar abi. Aha karar verdim, bu ruhu sana teslim edeceğim diyorsun, manyak mısın nesin diyorlar, affedersin basenini dönüp tam gaz gidiyorlar. Sen de son bir kadeh daha dolduruyorsun, “Zor bulursun bir daha böyle ruhu, beleşe teslim edecektim ellerine, sen kaybettin kızım…” diye avunuyorsun. Kızın çok umurunda sanki! Yalan. Kendimize söylediğimiz üç kelimeden ikisi yalan…

Okudun mu yazının burasına kadarını Levent? (Levent Tülek’i kastediyorum) Babalar gibi Lumpen Sözlüğü hazırlamışsın, ellerine sağlık. Hani sözlük gibi değil de, bir batında yalayıp yutulacak eğlenceli bir kitap gibi. Hakkı Devrim’in affına sığınarak söylüyorum, sözlükler hiç eğlenceli değildir. Sıkıcıdır bir kere. Sözlüklerle boğuşacağıma kelimeyi yanlış yazarım daha iyi… Ama Lumpen Sözlüğü acayip bir şey. Hani öğretmen olsaydım, öyle bir felaket gelseydi başıma, dönem ödevi olarak verirdim inadına. Hızımı alamaz, sözlüye kaldırırdım alayınızı. Sözlüğün bütün maddelerini ezber etmeyeni sınıfta bırakırdım.

Aloo, okuyor musun Levent? (Levent Tülek’i kastediyorum) Bak yukardan aşağı iki paragraf yazdım halihazırda, daha aşağı doğru neler yazacağım, tahmin bile edemezsin… Muhabbetin çoğu lumpen! Ama koca sözlükte beni bir maddeye sıkıştırmak reva mı sence, bu mudur Levent, bu mudur yani? Kitabın 39. sayfasını açıyorum, DUMUR OLMAK maddesine göz ucuyla bakıyorum şu anda… Anlamı şuymuş: Bir olay karşısında bir hayli şaşırmak. Şok olmak… Altta da örnek mahiyetinde, içinde dumur olmak lafı geçen bir yazımdan alıntı yapmışsın. Buraya kadar her şey yolunda görünüyor. Ama bu kadarcık mı lumpeniz senin nazarında? Bak şimdi, Cillop, Dibine Kadar, Pompalamak, Faça, Kapak Olmak, Taklaya Gelmek, Yumulmak, İfadesini Almak, Kafa Bi Dünya… sayayım mı daha… hani bunlarda benden örnek?

Aslında yalancıyız Levent. (Levent Tülek’i kastediyorum) Babamın lumpen olduğumdan haberi yok, annem desen tırt zaten, beni bir nevi Orhan Pamuk sanıyor. Nobel sözü de verdim fazla soru sormasın diye, sevindi. Yalancıyız falan ama sözlü konusunda ciddiyim… Doğru söylüyorum yani… Hatta önümüzdeki sayılarda çoktan seçmeli bir test hazırlayabilirim yeterince kafam iyi olursa… Mat’ı da katarım işin içine, Lumpen Sözlüğü’nden ve Mat’tan gelir bütün sorular…

Hatta ilk soruyu sorayım şimdiden… Ruhunu kime satacaksın? İlk gördüğüm kadına. Yanlışşş. Kaldın işte, sınıfta kaldın… İlk gördüğün kadın, sana ilk madik atan kadındır büyük olasılıkla. (Cümleyi anlamayan sözlüğe baksın!) Şahidim var. Hem de az buz değil, bayağı baba bir şahidim var: Bukowski. Kadınlar hakkında şöyle bir tez geliştirmiş Bukowski: “Önce seni severler, sonra bir şeyler değişiverir içlerinde. Bir bok çukurunda, ölünün bir arabanın altında çiğnenişini seyrederler ve üzerine tükürürler…”

Sahiden söylemiş mi bu sözü, yoksa, hazır kendimi yalancı ilan etmişken ben mi uyduruverdim diye merak eden varsa, Eylül’ü bekleyecek… Karakalem üç ayda bir yayınlanacak kallavi bir kara edebiyat dergisi olarak yeraltından kuvvet alıp Eylül’de çıkacak gün ışığına. Bu lafı da, Bukowski dosyasında yer alacak olan bir yazıdan, Sandi’nin Bukowski tezlerinden arakladım. Mevzuya cuk oturdu da ondan…

Neyse, kadınlardı, müzikti, dergiydi, kasetti, lumpen muhabbetleriydi derken geldik bir yazının daha sonuna… Sanırım çok da yalancı sayılmayız, bu da bir nevi gerçek dünya sonuçta… Ama birden çok gerçek dünya var, ya da gerçeğin birden fazla yüzü. Diğer gerçek dünyada, ya da gerçek dünyanın diğer yüzünde sular kesik sadece. Toprak kuruyor. Oy verilenler oy verenlerin eline veriyor, o kadar.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

HER İNANÇ KÖR İNANÇTIR

Bazen kapımız büyük bir gürültüyle kapanır, duymayız. Hayatımızdan kimin ya da kimlerin çıkıp gittiğinin farkında bile olmayız. Evet; hayat içinden çıkılıp gidilen bir şeydir. Benimki, seninki, Nietzsche’ninki ve Freddie Mercury’ninki dahil! Her hayattan çıkılabilir. Ama çıktığımız bir hayata geri dönemeyiz asla.

Kapıyı çarpıp çıkan kişi, çarptığı kapıyı da yanında ******ürür çoğunlukla. Hayatımızdan birinin çıkıp gitmesi kapısız bırakır bizi. Açıkta kalırız. Artık herkes, elini kolunu sallaya sallaya girebilir içeri. İşi olmayan da girebilir! Âşık olmayan, ruhunu bir kelepçe gibi kullanıp seni kendine zimmetleyen, sigara içerken külünü kül tablasına silkelemeyen, sevdiği kadının ayak parmaklarını emmekten nefret eden, radyonun sesini kısıp yalnızca anteniyle yetinen, frekansı karıştıran ve aslında saçları siyah olduğu halde, varoşların kıt kanaat coiffeur’unda iğrenç bir kanarya sarısı baleyaj attıran kadınlar dahil… herkes girebilir içeri.

Herkes sızabilir ruhuna. Ve yeni bir rüya gördüğünde, çalacak kapı bulamazsın düşlere kaymak için. Oysa kapını çalan herkes, aslında kendi kapısını da getirmiştir yanında. Kendi kapısını çalmıştır aslında.

Getirmeyenin yeri yoktur hayatımda. Bunu yüzünüze karşı ve üşenmeden, tam 4 kez üst üste söylüyorum. Neden 4? Çünkü 4’ten başka sayı tanımıyorum! 1 lanetlidir. Yalnızlıktan başka bir şey çağrıştırmaz. Oysa tamamen yalnız olan, “yok”tur aslında. Çünkü var olduğunu kanıtlayabilecek hiç kimse bulunmaz etrafında. 2 çengellidir. Savurabilir ya da yakana takılıp yukarıya; boşluğa doğru kaldırabilir seni. Boşluk dolar sen içinde olunca. Yanıltır 2. Aldatır. Ve boşluğu anlamsız kılacak kadar zararlıdır. 3 ise kutsaldır. Oysa çok eskiden, 1600’lerin ortalarındayken daha, anlamıştım hayatta “kutsal” diye bir şey olmadığını. Kutsal sandıklarımın hepsi öldü. Kafka, Hermann Hesse, Kurt Cobain ve Che Guevera. Sırayla ya da karışık bir sıralamayla; hepsi öldü. Ve 3’ü kaldırdım sayı doğrusundan. Artık bütün işlemleri 3’süz yapıyorum. Sonuç hep doğru çıkıyor!

O yüzden yüzünüze karşı ve 4 kez üst üste söylüyorum bunu. Açık açık söylüyorum: Kapınızı çalan herkes, kendi kapısını da getirmiştir yanında. Çaldığı, kendi kapısıdır aslında.

Gelelim 5’e. Bence, gelinmeyecek tek sayıdır 5. Gelinirse de, geç gelinir genellikle. 5’e erken gelmek ve 5’i geç terk etmek imkânsızdır. Sığınılmayan, sadece içine sıkışılan bir sayıdır 5. Bunu çok içtiğim bir gece, Friedrich Dürrenmatt fısıldadı kulağıma. Çalışma odamda, müzik setiyle halının kıvrım yaptığı yerin arasına uzanmış yatıyordu. Öyle patavatsız atmıştı ki kendini odamın ortasına, yerdeki Zagor ciltlerinin kapakları kıvrılmış, kan tüplerinden biri kırılmış, enjektörün ucu eğrilmiş ve tam Dürrenmatt’ın koltukaltı hizasındaki ahşap kutunun içindekiler darmadağın olmuştu. Sinirlenip avazım çıktığı kadar bağırdığımı hatırlıyorum: “Pubis kılı koleksiyonumu mahvettin ihtiyar bunak… Rezil herif...”

Umursamadı beni. Kalkmadı. Kılını bile kıpırdatmadı. Topu topu 5 kişinin pubis kılı vardı kutunun içinde ve hepsi birbirine karışmıştı. Onun kıpırdatmadığı kılı da koparıp ahşap kutuya koydum. 6 oldu.

Hâlâ aynı pozisyonda, yayılmış yatıyor odamın ortasında. Ben, her su içişimde, mutfağa gidişimde ya da cd’yi değiştireyim dediğimde, mecburen üstünden atlıyorum.

Dürrenmatt’ı seviyorum, o ayrı. Ama ona inanmıyorum. Ne 5’e, ne 6’ya, ne de pubis dahil, hiçbir bölgenin kılına inanmıyorum. Sadece biriktiriyorum onları.

Zaten inanmam mümkün değil. Çünkü adım gibi biliyorum: Her inanç kör inançtır!

ALTAY ÖKTEM

Link to comment
Share on other sites

HER ANNE FAŞİSTTİR

İnsanı kim yoldan çıkarır? Tabii ki kötü arkadaş! Peki nasıl bir şeydir bu kötü arkadaş, neye benzer, ne yer, ne içer? Benim bazı tahminlerim var bu konuda. Sanıyorum korku filmlerinden fırlamış zombi gibi bir şeydir bu kötü arkadaşlar. Acayiptirler. Düşünsenize, adam hem arkadaş, hem de kötü. Allah düşmanımın başına vermesin! Seni içkiye, uyuşturucuya, sekse, kavgaya, gürültüye, hatta cinayete alıştırmak üzere görevlendirilmiş bir çeşit tuhaf yaratık. Zaten kötü arkadaşın bütün amacı başkalarına arkadaş kisvesi altında yanaşıp onları kötülüğe sevk etmektir. İş edinmişlerdir bunu.

Bu ne ya? Pamuk prensese zehirli elma yediren cadı masalının çok mu etkisinde kalmış bizim yöneticilerimiz, medyamız, özellikle de ana babalarımız? Yoksa bir şeylerin etkisinde kalmamışlar da, kendi kötülüklerinin üstünü örtmek için hayali arkadaş mı uyduruyorlar?

Kötü arkadaş lafı, kendini bilmez büyükler tarafından zart diye hayatımızın ortasına oturtulmuş bir kavram. Yalan, hatta yapyalan, tamamen uydurma bir kavram. Bana arkadaşını göster sana kim olduğunu söyleyeyim şeklindeki deyimi de anmak gerekiyor konunun burasında. Hatta anmak değil, hafiften bozmak gerekiyor. Bana ananı babanı göster sana kim olduğunu söyleyeyim diyorum mesela ben. Hem de herkesin önünde, açık açık diyorum. Hatta bana müdürünü göster sana kim olduğunun söyleyeyim, bana başbakanını göster sana kim olduğunu söyleyeyim… diye uzatırım istersem. Uzatmakla kalmaz, pat diye kim olduğunuzu da söyleyiveririm yüzünüze!

Geçenlerde fazla dozdan ölen genç ve güzel bir kız yüzünden ortalık yine karıştı. Televizyonlar, gazeteler hemen bu makbul konunun üstüne atlayıp aileleri pilli fenerlerle kötü arkadaş arama turlarına davet ettiler. Bu arada, yukarıdaki genç ve güzel lafını özellikle kullandığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. Yaşadığımız çağda ölüler değil, ölülerin fotoğrafları önemlidir. Yaşlı ve çirkin adamlar uyuşturucu kullanmıyor mu, ölmüyorlar mı sokak aralarında? Ya da alkolden karaciğeri infilak eden bet suratlı kimse yok mu bu memlekette? Niye haber olmuyor bunlar? Niye o çirkin portrelerini çarşaf çarşaf görmüyoruz gazetelerde? Evet, onlar öldükleriyle kalıyor. Kimse çıkıp da bu elemanların kötü arkadaşları var mıydı, hadi onları avlayalım demiyor…

Allahaşkına, hiç sokakta kötü arkadaş gördünüz mü? Mesela bakkalın yanındaki sokağa sapıyorsun, o da ne… Aniden bir kötü arkadaş çıkıyor karşına… Yüzünden kötülük akıyor, gözlerinden fenalık fışkırıyor… Ayaküstü bıçak sallama sanatının inceliklerini, falçatanın keskin ucunun saplanma açısını öğretiyor sana, bu arada cebinden çıkardığı bir avuç ne idüğü belirsiz hapı dolduruyor ağzına…

Kötü arkadaş diye bir şey yoktur. Yanlış av peşindesiniz efendiler. Silkelenin de yüzünüze bakın aynada… Kötü olan, çekirdek aile zırvalığının neferleri olarak ortalığa salınmış ana babalardır. Her anne faşisttir bir kere. Çocuğunun kendi anlayışının dışında bir kişilik geliştirmesine, açıkçası ayrı bir birey olmasına hiçbir anne izin vermez. Aslında elinde değildir bu. Sistem, çocuğunu robotlaştırmak üzere görevlendirmiştir anneyi. Anne, hayatta bir insanın karşılaştığı ilk baskı unsuru, ilk politik travmadır.

Babayı saymıyorum bile. Eve ekmek getirmek ve o ekmeğin boğazınızda kalmasını sağlamak için görevli dış kapı tokmağıdır baba. Töreler gereği sizi sevmez. Okşamaz. Kucağına alıp pışpışlamaz. Disiplin bozulmasın diye sert takılır. İhtiyaçlarını karşılamakla görevlidir ve ha bire harçlık verir. Biraz büyüdüğünde asilik yapıp babana karşı çıkma cüretini gösterebilirsen eğer, “Ne diyorsun ulan, neyin eksik… Her istediğini almadım mı…” diye gürler. Bir çocuğun ayakkabı parasına, kaşarlı tosta ve uzaktan kumandalı arabaya asla ihtiyacı olmadığını, içten bir gülümsemenin, yapay olmayan bir sevginin bunların açığını bir anda kapatacağını anlayamaz baba. Anlasa, baba denmezdi zaten ona.

Kötü arkadaş, geleneksel aile yapısının baskısından ya da geleneğe uyamayan aile yapısının dağılmışlığından (aynı şey ikisi de) dolayı kendini sokaklara atıp sersem sepelek çıkış yolu arayan iki çocuğun, bir diğerine göre durumudur. Her ikisi de diğerinin kötü arkadaşıdır. Aslında ikisi de iyidir. Peki anneleri, babaları için aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Kötü arkadaş, ya da kötü arkadaşa uyduğu iddia edilen öbür arkadaş, her ikisi de bir kurumun ve o kurumun çürüttüğü bir adet erkekle bir adet kadının kurbanlarıdır sadece.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

Her Düğüm Kör Düğümdür

Hepimizin bir fidanın güller açan dalı olduğumuz konusundaki inanç toptan yanlış. Kıyafetlerimiz, saç biçimimiz, kullandığımız arabanın modeli ya da kullandığımız insanların tipi biraz değişiyor, hadiseler aynı. Emniyet güçleri önlem alıyor; yani kıçımıza başımıza cop yiyoruz, cumhurbaşkanı seçilemiyor, erken seçim tek umut oluyor, ikide bir kansere çare bulunuyor, ahlak bekçisi biçimindeki adamlar ''sevgi, saygı kalmadı, mukaddes aşklar yaşanmıyor artık, herkes birbirni ******ürüyor...'' diye fetva veriyorlar... Ben de olup biteni seyredip sıkılıyorum. Çok sıkılıyorum.

Eee, bunlar sürekli oluyor zaten. On yıl önce de copluyorlardı, yirmi yıl önce de... O ahlak bekçileri de, b,z yaşlandık, kimseyi ******üremiyoruz, hırstan kuduruyoruz demek istiyorlar aslında. Yoksa onların zamanındaki aşkları da biliyoruz aslında. Söyletmesinler şimdi... Bu durumda, ''Toplum olarak acaip bir dönemeçten geçiyoruz, vatandaşlık görevimizi yerine getireyim dememleket benim sayemde şu krizi atlatsın'' demem mi gerekiyor şimdi? Babam en az sekiz kere geçti bu dönemeçten. Dedem de dörtten az, dokuzdan çok olmamak kaydıyla geçti... Yani dönemeç hep aynı dönemeç. Ben yemiyorum canım. Dönemecinizi yiyim diyorum yalnızca.

Demokrai halın kendi kendini yönetmesidir, diye ezberletmişlerdi ilk mektepte. Cümleyi eksik yazarsak öğretmen not kırardı. Geçen gün Eminönü'nden yola çıkıp Fatih istikametine giderken zart diye aklıma geldi bu muhabbet. Yol boş, ışık da yeşil; basmışım gidiyorum. Öyle iki üç kişi değil, en az sekiz on kişi fırladı önüme. Frene asılırsın, spin ararsub derken hiçbirine değdirmeden durabildim. Ama dayaktan zor kurtuldum. ''Yeşil ışık yanıyordu, siz niye ışığı beklemiyorsynuz'' falan diyecek oldum, hemen sustum. ''****** kadar lambayı görüyorsun da, koskoca adamları görmüyor musun'' diye üstüme yürüyen güruhtan kaçarak kurtuldum. Halk kendi kendini yönetiyormuş. Y.rrağımı yönetiyor. Önümüze bir sandık koyacaklar, bu adamlar birer zarf atacaklar içine, ben de bir zarf atacağım... Sayacaklar, onların beni yönetmesine karar verecekler. Demokrasi, kırmızı ışıkta geçen, yeşil ışıkta geçmeye kalkanı da dövenlerin söz sahibi olduğu rejimdir, o kadar.

Ve bu ülkede atılan her düğüm, kör düğümdür. O yüzden zerre kadar ilgimi çekmiyor, acaba bundan sonra devlet dairelerinde solcular mı kadrolaşacak sağcılar mı, İslamcılar mıi laikler mi... İhaleleri hangileri alacak, hangi şirketlerin iş hacmi azalacak, hangi şirketlerin sahipleri dubleks villalarından çıkıp tripleksine kurulacak diye kafamı s.kmiyorum açıkçası. Ben nasıl olsa taksidini ödeyebilmek için kıçımı yırttığım arabamla yeşil ışık yanarken geçmeye çalışacağım, iktidara ya da muhalefete (aslında aynı şey ikisi de)oy veren insan yığınlarının atmaya çalıştığı sopadan zor kurtulacağım. Belki de kurtulmayacağım bu sefer. S.kerim arabasını deyip 2. el piyasasında birkaç kasa şaraba takas ederim, o ihtimal de var ama yürümek daha mı güvenli? Belediye otobüsüne binince yırtar mıyız sanki?

Her düğümün kör düğüm olduğu bir ülkede hangi sokaktan geçtiğimiz, hangi araca bindiğimiz, hangi sarkıyı dinlediğimiz, hangi kanalı seyrettiğimiz, hangi fasulyeyi yediğimiz hiç fark etmiyor. İster kurusundan ye ister yeşilinden. Hiç fark etmiyor.

Sandık kutsalmış. Ben bir tek sandık tanırım; ona da sanduka derdi eskiler... İçinde siz olduğunuz sürece önünde saygıyla eğilirim o sandığın. Bir kürek toprak da ben atarım, saygıyla.

Altay Öktem

Penguen 17 Mayıs 2007

Link to comment
Share on other sites

ALTO, SEN NEDEN BURALARDA DEĞİLSİN? (9 eylül perşembe Sayı:2004/37 No:103)

İsmet Özel'in okumadığım, ama adına bayıldığım bir kitabı var; Waldo Sen Neden Buralarda Değilsin. Bayılmam tamamen özel nedenlerden kaynaklanıyor. Etrafıma bakıyorum; caddeleri, kaldırımları, insanları, binaları, metro istasyonlarını, otobüs duraklarını, minibüslerin dikiz aynalarını uzun uzun seyrediyorum ve "Alto, sen neden buralarda değilsin," diyorum kendime.

Utanmadan cevap veriyorum bir de; iyi ki buralarda değilim.Buralarda olmadığım için gurur duyuyorum kendimle.

İlk başlarda buralardaydım. Çok önceleri, doğduğum gün mesela; tam da içinde yaşadığımız bu çamur yığınının ortasındaydım. Her çocuk gibi yavaş yavaş, bedeni acıtılarak, ruhu kerpetenle büyütüldüm. Büyüdükçe uzaklaştım buralardan. Oysa demokrasinin halkın kendi kendisini yönetmesi olduğuna bile inandırılmıştım bir zamanlar. İnsan sandığa gidip oy atarsa kendini yönetir sanıyordum. Yani buralardaydım; çok uzakta değil.

Sonra bir baktım; herşeyin tersini öğretiyorlar bize.Tarih derslerinde padişahın atının rengini ezberletiyorlar ama atı alan Üsküdar'ı geçmiş çoktan, onu söylemiyorlar. En temiz renk beyaz diyorlar; oysa en çabuk o kirleniyor. Siyahın erdemini gizliyorlar.

Derken, yavaş yavaş uzaklaşmaya başladım buralardan. Demokrasi adlı hilkat garibesinden kopmam ise bir anda oldu. Anadolu'nun gariban bir hastanesinde,kafasında yara olduğunu, pansuman yaptırmak istediğini söyleyen bir hasta; demokrasinin ne olduğunu öğretti bana. Kasketini çıkardı; yarsını uzattı... Kafatasına kadar bütün dokular çürümüş, iltihap sarmış her yanı. Yaranın içinde milyonlarca küçük kurtçuk cirit atıyordu. Vıngır vıngır oynuyordu adamın yarası. Aşağı düşenler, kulaklarının arkasında gezinenler... Yeni bir yaraya benzemiyordu bu."İki yıldır kafamda, kendiliğinden geçer diye düşündüm, önemsemedim hiç," dedi adam. Bir hafta sonra seçimler vardı. Kafasının oyulmasını, içinde milyonlarca kurtçuğun yuva yapmasını önemsemeyen, onlarla birlikte yaşayan bir adamla beraberdik; aynı gemideydik. Bir hafta sonra sandığa gidip oy verecektik. İkimizin de bir oy hakkı vardı. Ve kafasının içinde, dışında kurtçuklar dolaşan "vatandaş"ların sayısı benden, benim gibi olanlardan çok daha fazlaydı. Onlar yönetecekti bizi ve kendilerinden birini seçeceklerdi. Seçtiler zaten. İneklerle aynı yalaktan su içenler yönetti hep bizi. Ben inekleri sevdim; çok sevdim. Onları sevemedim ama. O yüzden gitmedim sandığa. "vatandaşlık görevi" naralarıyla beni koyun yerine koymaya çalışanlara da aynı şeyi söyledim; koyunları çok sevdim. Sizi sevemedim. Demokrasi kavramını o gün, o hastane köşesinde sildim kafamdan.

Şimdi de zinayı suç kabul etmeye çalışıyor tarih bounca kafasında kurtçuklar olanlar ve tarih boyunca onların seçtikleri siyasetçiler. Umursamıyorum bile. Çünkü başka bir şey beklemiyorum onlardan. Yatak odamızı gözetleyeceklermiş; gözetlesinler. Beynimizin içini de gözetliyorlar zaten. Göz zinası, ses zinası, niyet zinası falan da var onların kutsal kitaplarında. O yüzden tedirgin oluyorlar, bizim niyet zinası yaptığımızı, hayalimizde onları bafilediğimizi düşünüp paniğe kapılıyorlar.

Sizin demokrasi dediğiniz şeyin zerre kadar önemi yok benim için. Sizin zina dediğiniz şeyin de. Son soruya da cevap vereyim bu arada; evet, bafiliyorum.

Orta Asya'dan bir virüs gibi gelip dünyaya yayılan bir zihniyetin tam da orta yerindeyim; ama buralarda değilim artık. Sadece sizin değil kendimin bile dışındayım. O yüzden "Alto, sen neden buralarda değilsin" diye sormuyorum. Buralarda olmadığım için gurur duyuyorum kendimle.

Link to comment
Share on other sites

YETİMLERİN RESMİNİ ÇIKARIRLAR YAN YANA

İğneyi kendine mi, çuvaldızı başkasına mı, yoksa onu da mı kendine.. tam hatırlayamıyorum ama böyle bir batırma hadisesi vardı Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nde. Bu batırma meselesi sahiden önemli. Çünkü iğneyi batırmayı beceremeyen, sonunda ortalığı sıçıp batırıyor. Şu toplum ahlakı sahiden önemli, hep birlikte el ele verip artık halay çekerek mi olur, pogo yaparak mı bilemem, bu ahlakı koruyalım diye karar aldık diyelim… Hayır, bana kalsa korunacak bir tarafı yok da, mahsuscuktan öyle diyelim şimdilik… İşte, korurken bile iyi kötü bir iğne bulup kendimize bir yol batırmamız gerek. Mesela sokakta yürürken lök diye bir bikini reklamı çıktı karşımıza… Affedersiniz, kadının biri çekmiş üstüne bikiniyi, devasa vücuduyla kuruluvermiş reklam panosuna! Ne yapacağız şimdi? Hemen telsize sarılıp zabıta müdürünü mü arayacağız: “Brek brek… Çıplak bir kadın resmine tekabül ettim sokakta…Hemen iki adam gönderip yırttırın tamam… Ahlak elden gitmek üzere acele edin tamam… Anlaşıldı tamam…” Ya telsize sarılmadan önce bir iğne bulup batırsana kendine! Resmi görünce niye ahlakın sarsıldı, senin o ahlak bu kadar sarsak bir şey mi… Yani insanların bikini, mayo falan giymesi yüzünden seninki kazık kesiliyorsa suç giyende mi, yoksa sende mi bir arıza var? O kadar abazan mısın yani? Yaz da geldi şunun şurasında… Millet mini etek, kolsuz tişört falan da giyer şimdi… Sen her gördüğüne kazık kesileceksen işimiz var… Toplumun ahlakı bikinili birini bile değil, sadece resmini görünce bozuluyorsa, o toplum zaten ahlaksız demektir. İşin bir başka boyutu daha var ki, aklı başında her erkeğin ayaklanması gerekir bence. Bilmiyorum, ben mi çok alınganım ama bu resim yasağı dokunuyor bana. Sapık yerine konulduğumu düşünüyorum. Belediye, çok üstüne vazifeymiş gibi, bu şehirdeki erkekleri bilirim ben, şimdi o mayolu reklamı görürlerse azar hepsi, elle dille ya da daha kallavi bir organ vasıtasıyla taciz ederler milleti, diye düşünüp önlem alıyor. Ben de bu şehirde yaşayan bir erkek olarak, sesimi çıkarmadığım sürece, sapık olduğum konusundaki kararı onaylıyorum demektir. Peki hangi resmin kimi ne kadar tahrik ettiğini nerden biliyorlar? Yapılmış araştırmalar mı var bu konuda? Yoksa kendilerini, ya da kendilerininkini tartıp mı veriyorlar bu hassas kararı? Bugünlerde tam da gerçekle ilişki kuramayanların gerçeğin resmiyle yetindikleri konusunda şöyle felsefi bir yazı döktüreyim diye düşünüyordum ki, sağ olsun İstanbul Belediye’si mayolu kadınların resmini yasaklayarak yetişti imdadıma. Hemen ardından Hürriyet ve Takvim gazeteleri de sanki beynimi okumuş gibi, Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nün hazırladığı müthiş gösteriyi birkaç resim eşliğinde tersyüz edip ekmeğime yağ sürdü. İşte bu dedim, gerçeğin çarpıtılmış halinin resmine bak… kapak olmuş! Üniversite öğrencisi dediğin ders notlarının fotokopisini çektirip ezberler, o kadar. Bu adamlar boşuna mı darbeler yaptı, bütün bilimsel çalışmaları budadı, yasakladı, diyor etnik kıyafetlerle folklor oynayan çocukların gazetelere düşen resimleri… Anadolu’da yaşayan kültürleri araştırıp Çingenelerin, Ermenilerin, Kürtlerin, Rumların halk oyunlarını, danslarını araştırıp onlarla bir sahne gösterisi düzenlemek size mi kalmış… Gösterinin adı da sakat zaten: Hepimiz! Hepimiz ne ya… Sadece biz varız! Ne kadar tanıdık bir ses bu. Daha birkaç gün önce Hrant Dink için ortak şiir yazan 73 şairi vatan haini ilan edenlerle aynı resimde yer alıyorlar. Öf, ne sıkıcı ya… Bikinili kadın resmi olmasın istiyorlar, gitar çalan türbanlı kızın resmi olmasın, yöresel kıyafetler giyen, kendi kültürlerini yansıtan şarkıları söyleyen, dansları yapan Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Çingenelerin resimleri olmasın, şairler yazacaksa eğer, yalnızca Ogün Samast’ın beresine methiye yazsın diyorlar… Gerçekle; gerçeğin çala kalem, uydur kaydır yapılan resmi arasındaki farkı incelemeye ne güç yeter ne de zaman. Ayrıca, denedim de biliyorum, adamı sıkıntı basar. Boğaziçi Üniversitesi’nde barışı, bir arada yaşamayı ve kültürler arası etkileşimi ele alan böyle bir dans ve müzik gösterisi yapılacağı, Hrant Dink için Yetimler Ağıdı adlı şiiri kaleme alan 73 şairin içine doğmuş sanki. Şiirin son iki dizesi, onlar için de bir ders niteliğinde: “aslında ne türk’üz, ne kürd’üz, ne ermeni’yiz / öyle bir “baba”mız var ki hrant, hepimiz yetimiz!” Böyle işte… Yetimlerin resmini çıkarırlar yan yana…

Tamam, ortam biraz kasvetli ama, ne kadar çabalasalar da hayatımızı zehir edemiyorlar işte… Hayko Cepkin bomba gibi bir albümle geliyor, heyecandan ölmeyeyim, deliler gibi dinleyeyim diye zor zapt ediyorum kendimi… www.seksek.com ve www.siyahkahve.com yüzünden bilgisayar manyağı olmak üzereyim, ikisinin de başından ayrılamıyorum… Bahadır Baruter’in Nişantaşı x-ist’teki sergisi yüzünden ruhum göç etti alenen. Olur mu böyle şey; oldu işte! Hala görmeyen varsa üzülebilir… Her satırı doya doya okunan dergi Shaft’ın ikinci sayısı da yolda. Kara, gotik, çılgın, yani bambaşka edebiyat-sanat dergisi Karakalem ise Eylül’de çıkacak piyasaya, üç ay kaldı şunun şurasında. İlk sayının kapağı bile hazır. Her akşam bir kadeh şarap alıp elime, saatlerce kapağa bakıyorum mal gibi… Delirdim herhalde! Ayrıca, mayo reklamları için alternatif bir manken bulup toplum ahlakını kurtardım. Borat gönüllü oldu. Hemen giydi mayoyu… İlk pozunu Penguen okurları için verdi. Hemen yukarda!

Link to comment
Share on other sites

Bir Cesedi En İyi Katili Tanır

Ne acayip; gazetede yan yana duran iki cenaze resmi...Duygu Asena'nın tabutunu kadınlar sırtlanmış, Yılmaz Çetiner'inkini erkekler...Hepsi de aynı istikamete gidiyor; mezera !

Kadınlarla erkekler birbirine karışmamış.Ya sadece kadınlar taşıyor tabutu,ya da sadece erkekler.Fizik dersinde öğrenmiştik zaten, belki de kimyaydı tam hatırlamıyorum, özgül ağırlıklar farklı olunca maddeler karışmazmış.

Demek ki,insan türünün iki ayrı cinsi olan kadınla erkeğin ağırlıkları aynı olabilir, hatta ağırlıkları hem aynı, hem de abartılı olan kadınlarla erkekler (bakınız; obezite) aynı diyetisyene gidip aynı boyutta (bakınız; kibrit kutusu) peynir yiyerek yaşamlarını idame ettirebilir.Ama,bir erkekle bir kadının özgül ağırlıkları hiçbir zaman aynı olmaz.Tabuta bak anla!

Kendimi düşündüm o tabutun içinde.Burnumu havaya dikmiş, sırt üstü yatmışım...Hiç derdim tasam yok...Acayip rahatım...Yazımı iki saate kadar yetiştirmem gerekiyor diye iki ayağım bir pabuca girmiyor mesela...Çocuğun okul aile birliği "ne biçim bir baba bu, böyle veli mi olur," diye hakkımda soruşturma açtı mı acaba diye tribe girmeme de gerek kalmıyor, yoksa prezervatif delik miydi, aman bir kaza olmasın diye gereksiz kuruntu da yapılmıyor tabutta...Ölü olmanın böyle güzel bir tarafı var işte; affedersiniz s.ki t.şşağına denk oluyor ölü insanın....

Peki kim taşısın tabutumu ?Asıl mesele bu....Lafı hiç döndürüp dolaştırmadan, edebiyat oyunları ve cümle süsleme sanatı falan yapmadan pat diye söyleyeceğim : kadınlar taşısın.Kadınların omuzları üstünde yükselen bir ceset asla cehennme gitmez.İstese de gidemez.Böyle bir yolculuk,cennetin kapılarını açar insana.(bakınız ; gates of paradise)

Şimdi küresel ısınmanın bizi kavrumkavrum kavurduğu şu bıktırıcı ağustos ayında cehennemden söz etmenin ne alemi var, diyebilirsiniz tabii.Sıkılabilirsiniz mevzudan.Ama unutulmamalı ki, cehennemin mevsim normalleriyle hiçbir ilgisi, ilişkisi yoktur.Bir üstadın söylediği gibi cehennem başkalarıdır ve kadınlar taşırsa tabutumu, o başkalarından mümkün olduğunca uzak kalırım...

Gelelim ölünün tabuta girmeden önceki haline; yaşamla ölümün çakıştığı,birbirne karıştığı son an, ölüme mi dahildir yoksa yaşama mı?Yaşam bir anlamda yaşananların birikme halidir.An'lar üst üste gelir ve bir toplam oluşturur.Oysa o son an'ın sadec öncesi vardır.Sonrası olmadığı için, sonradan hatırlanma imkanı da yoktur.Hiçbir insan, öldüğü an'ı hatırlamaz ve o an hakkında yorum yapamaz.Öyleyse ölüm an'ı hayatın içinde değil, dışındadır.Zaten sınır, ama her türlü sınır iki tarafa birden dahil değil midir?Sınır öncesi, sınır ötesiyle kucak kucağadır.

Yıllar önce, "seri" cinayet işleri yazma ciretini gösterdiğim asri zamanlarda, ne hikmetse, bir cesedi en iyi katili tanır diye bir dize kurmuş, iş bu dizeyi de şiirin başlığı olarak söz konusu metnin tepesine kondurmuştum.Neden en iyi katili tanır; çünkü katil, cesedin ölmeden önceki son an'ının tek tanığıdır.Aralarındaki bağ, katille kurbanın arasında kurulduğu için zorlama ve anti-doğal bir bağdır ama en son ve en güçlü bağdır aynı zamanda.O yüzden de katille kurban,biri yaşadığı öbürü de öldüğü sürece, birbirlerinden kopamazlar.İç içe geçtikleri bile görülmüştür tarihte.Tabii ki ortaokul ikinci sınıf müfredat programındaki tarihten değil, kriminal tarihten, yani gerçek tarihten söz ediyorum.

Farkındaysanız Duygu Asena'yla Yılmaz Çetiner'i sadece tabutlarını taşıyanlar açısından konuya dahil ettim.Sonra da objektifi kendime, yani tabut içinde olması muhtemel an'ımın getirisi ve ******ürüsü konusuna çevirdim.Her iki değerli sanatçıyı da daha şimdiden özlemle andıktan sonra konunun diğer kısmına, yani diğer dizeye dönüyorum...

Dize şu: kurban kusur bulur işlenen suça.Bu da başka bir şiirimin başlığı olduğu kadar, konunun kurban perspektifinden görünüşünü de izah ediyor.Ahmet Ümit ne der bilmiyorum ama , hiçbir cinayet kusursuz değildir.En zeki katilin işlediği en titiz cinayet bile, sonuçta kusurludur.Katil hiç ipucu bırakmamış olabilir.Yakalanma ihtimali bile olmayabilir.Ama kurbanı hiç mi hiç ilgilendirmez bu.Çünkü, bir başkasının işlediği herhangi bir kusurun,kendi hayatını doğrudan etkileyen son kusur olduğu kişiye kurban adı verilir.Yani zordur kurban olmak.Eğer söz konusu bir cinayetse, zor değil, aynı zamanda son'dur kurban olmak.Neyse, sadece kadınlarn taşıdığı bir tabuta uzanıp yatıyor olmak, en azından hafifletici sebep sayılabilir.Kimi ya da neyi hafiflettiği tartışılır ama hafifleticidir işte; o kesin !

Link to comment
Share on other sites

SAPIK MEKTUP…

Bazen bir nostalji fırtınası esip hepimizi esir eder. Dönem dönem depreşen “ah, neydi o eski günler” adlı ruh travmasının vazgeçilmez hassasiyetlerinden biri mektuptur, diğeri de Beyoğlu. İnsana, keşke elli yıl önce yaşasaydım da Beyoğlu’ndaki şu Markiz pastanesinin muhallebisinden bir kaşık olsun tadabilseydim dedirten bu duygu, belli çevreler tarafından pompalanan bir duygudur. Yoksa hiçbirimizin hayatında Markiz eksikliğine bağlı bir sendrom olduğunu sanmıyorum. Aksine, yerini dolduran o kadar şey var ki, eksiklikten değil, fazlalıktan muzdaripiz neredeyse. Mektup konusu daha da acayip. Bu konuda tarafsız olmam imkânsız. Çünkü gerçek anlamda mektup yazma özürlüyüm. Bayram kartı dâhil, hayatımda yolladığım mektup sayısı on taneyi geçmez. Zarf bul, kâğıdı içine tıkıştır, pulu yala, postaneye git… Resmen işkence… Maksat iletişimse, günde otuz tane mail yazdığım oluyor şimdi. Bir günde attığım mail sayısı, hayatım boyunca yazdığım mektupların üç katı. Anlayın işte! Mektubu niye özleyeyim öyleyse… Manyak mıyım ben? Ama mailde o sıcaklık, insan kokusu, insan elinin değmesine bağlı büyü yok diyecekler. Doğru. Sahiden yok. Ama büyülenmek için değil, basbayağı haberleşmek için yazıyorduk mektubu. Cevap gelmesi de, en iyi ihtimalle on günü buluyordu. Şimdi, karşı taraf da online ise, birkaç saniyede cevap elinde. Buna mı üzüleyim şimdi? Gerçi mailin kalıcılığı yok. Çıkış alıp saklasan bile bir şeye benzemiyor. Mektubun tek avantajı budur ve bazı edebiyatçılar da dâhil olmak üzere kimi şahısların mektupları tarihi bir belge olarak, gerçekten çok değerlidir. Mektup yazma alışkanlığını kaybetmekle birlikte, bir belge çeşidini de kaybettik, hepsi bu. Şimdi seri gaspçının biri, soyduğu kadınların mail adreslerini alıp da onlara birer elektronik posta yollasa, hiçbir esprisi olmaz bunun. Ama adam oturup el yazısıyla “O an içimden gelen bir duyguyla sizi soydum, kusura bakmayın, sahiden çok üzgünüm, vallahi pişmanım,” falan yazsa, bu mektupları birer birer zarflayıp pullarını yalasa, sonra da postaya verse, önemli bir belge olarak saklanabilir bu mektuplar. Hiçbir şey olmasa, gazetenin birinde haber olup kamuoyunun dikkatine sunulur… Sonra da, benim gibi burnunun dibinde davul çalınsa duymayan, ama ara sokaklarda birisi naylon poşeti şişirip patlatsa bomba atıldı sanan ayrıntıcı bir arıza bu haberi okur, okumakla kalmaz, böyle saçma sapan bir mektuptan ilham alıp bu yazıyı yazar işte… Mektubun böyle bir işlevi var sahiden. Bazı şeyleri tarihe çiviliyor. Hele el yazısıyla yazılmışsa, yazanın ruhunu da açığa çıkartıyor. Madem mektubun tarihe geçebilen bir belge olma özelliğinden söz ettik, Albert Fish’in, belki de türünün tek örneği olan ve iğrençlik dozu tavana vuran mektubuna da bir göz atalım, tam olsun bari… Fish, insanlık tarihinin görüp görebileceği en aşağılık çocuk katili. Aynı zamanda yamyam. 1928’de öldürdüğü çocuğun annesine, 1934’te bir mektup yazıyor. Allah’tan kadın okuma yazma bilmiyor da bu iğrenç mektubu okuyamıyor. Mektubun aslı şu anda sanatçı Joe Coleman’ın koleksiyonunda yer alıyor. Evet. Hepsi bu kadar! Nostalji ve mektup konusuna burada son veriyor, haftaya başka bir konuda karşılaşmak üzere hepinizi saygıyla selamlıyorum. Yazının bundan sonrasını lütfen okumayın. Mideniz ya da ruhunuz kaldırıyorsa, göz ucuyla bir bakın, o kadar! “Çok Sevgili Bayan Budd,1894’te bir arkadaşım Steamer Tacoma gemisiyle denize açılmıştı. San Francisco’dan Hong Kong’a gitmek üzere yola çıkmışlardı. Limana varınca iki arkadaşıyla karaya çıkmışlar ve içip sarhoş olmuşlar. Döndüklerinde geminin limandan ayrıldığını görmüşler. Bu sırada kıtlık hüküm sürmekteymiş. Etin kilosu 2-6 dolar arasındaymış. Açlık sıkıntısı o kadar büyükmüş ki, 12 yaşından küçük çocuklar et olarak pazarlanmaları için kasaplara satılıyormuş. Herhangi bir kasaba gidip pirzola, biftek, kuşbaşı istediğinizde, çıplak bir çocuk vücudunun bir kısmı önünüze getirilir ve istediğiniz parçaları kestirebilirmişsiniz… John orada uzun süre kalmış ve insan etine düşkünlüğü oluşmuş. New York’a dönünce biri 7 diğeri 11 yaşında iki oğlan çocuğu çalmış. Onları evine ******ürüp soymuş ve bir dolaba kapamış. Sonra tüm giysilerini yakmış. Her gün etlerinin iyi ve yumuşak olması için onlara işkence yapıp dövmüş. Önce 11 yasındaki oğlanı öldürmüş, çünkü onun poposu daha tombul ve tabi ki daha etliymiş. Kafası, kemikleri ve bağırsaklarından başka vücudunun her bir parçasını pişirip yemiş… Ben o zamanlar 409 Doğu 100. Sokak’ta oturuyordum. Bana insan etinin çok lezzetli olduğunu o kadar sık söylemişti ki, ben de tatmayı aklıma koydum. 3 Haziran 1928 Pazar günü sizin 406 Batı 15. Sokak’taki evinize geldim, peynir ve çilek getirdim. Öğlen yemeğini birlikte yedik. Grace kucağıma oturdu ve beni öptü. Onu yemeyi aklıma koydum. Onu bir partiye ******üreceğimi söyledim. Siz de evet gidebilir, dediniz. Westchester’da daha önce gözüme kestirdiğim boş bir eve ******ürdüm. Oraya vardığımızda kır çiçekleri toplamaya başladı…” Mektubun bundan sonrasını yazmaya içim el vermiyor. Sadece, çocuğun annesinin okuma yazma bilmemesinin ve bu mektuba, affedersiniz ama, öküzün trene baktığı gibi bakmasının büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Ve ne yalan söyleyeyim… Mektubun hiçbir çeşidini sevmiyorum.

ALTAY ÖKTEM

Link to comment
Share on other sites

YÜCE DAĞLARA ENGİN DENİZLERE

SELAM OLSUN HEY HEY HEY

Şu yazıyı kaleme aldığım günlerde, yani bugünlerde içim kıpır kıpır, elim ayağım durmuyor, kısacası anlamsız bir coşku içindeyim. Uzun zamandır evde saksı gibi oturmaktan, başım öne eğilsin vaziyetinde kaldırımlarda yürümekten sıkılmıştım. Ne olduysa oldu; hız geldi hayatıma, coşku geldi, haz geldi... Ekşın geldi kısaca.

Ruh durumumu düzeltme konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan uyuyan kaptan'a ve uçağın camından kayan pilotlara uzun uzun teşekkür etmek istiyorum. Neydi o kasvetli günler ya; heyecan yok, en ufak bir aktivite yok... Kim halife seçilecek, karısı türbanını ucu topuzlu topluiğneyle mi tutturacak yoksa görünmeyen kenarından düğmük mü atacak, tartış dur anasını satayım... Kasvet, sırf kasvet! Öbür taraftan söyleyecek sözü, yapacak bir gıdım icraatı bile olmayan, hayır icraatı bırak, böyle bir niyeti dahi olmayan, siyasi partiye bile benzemeyen cehepenin genel başkanı, allah gecinden versin botokslu mudur nedir, gergin ve kıpırtısız bir suratla duruyor karşımızda. Gazeteyi açıyorsun duruyor, televizyonu açıyorsun duruyor; hep aynı duruyor. Acaba diyorsun, böyle biri yok mu, sadece resmi mi var bu şahsın, bize hep aynı resmi mi gösteriyorlar yoksa...

Hayır konular sıkıcı, görüntüler daha da sıkıcı... Elemanların hepsi de kasvete sürüklüyor insanı. Sıkım sıkım sıkılıyorsun gördükçe.

Derken... dalgalandım da duruldum misali bir deniz otobüsü dalgaları aşıp basıyor gaza, basıyor gaza, daha bismillah deyip yola çıkar çıkmaz artık kaptan uzak diyarlara mı dalmış, horul horul horlama moduna mı geçmiş bilinmez, duran gemiye dümdüz geçiriyor. İyi bir şey değil tabii, en azından geminin içinde olup da yuvar yuvar yuvarlananların bilinçaltına karanlık ve korku dolu dakikalar şeklinde kazınacağı kesin. Ama heyecan özlemi içindeki halkım için derin bir nefes anı olduğunu da söyleyebiliriz. Ben mesela, haberi duyar duymaz bir neskafe yaptım kendime, anında kuruldum televizyonun karşısına... Kalbim küt küt ataraktan takip ettim bu sea bus ekşınını.

Öbürü daha acayip. Neskafe kesmezdi sizin de takdir edeceğiniz gibi. Daha sabahın kırağısında iki dilim kavun kestim, kibrit kutusu kadar beyaz peynir, akşamdan kalma küçük rakının dibini de bardağa boşaltıp bol buz attım içine, öyle kuruldum televizyonun karşısına. Boru değil bu; uçak kaçırmaca. Heyecanın bini bir para!

Uçağı kaçıranlar yakalandı, yolcuların burnu bile kanamadı. Mutlu sonla bitti bu ekşın. O yüzden sevinçliyiz tabii. Verilmiş sadakamız varmış diyoruz... Tabii biz sadaka falan deyip teolojik bir yorum getiriyoruz mevzuya ama Antalya valisiydi galiba, yetkililerin ve terörle mücadele timlerinin falan başarılarından söz edip konuya daha gerçekçi yaklaşıyor tabiyatiynen. Hatta, uçak kurtarma operasyonunun tüm dünyaya örnek olduğunu bile söylüyor.

Operasyon şu: Uçak piste inince pilotlar can havliyle camdan çıkıp kayıyorlar uçağın burnundan aşağı. Anında topukluyorlar. Yolcular da acil çıkış kapısını kırıp atıyorlar kendilerini aşağı. Arada kolu bacağı çıtlayanlar oluyor ama kurtuluyorlar. Teröristler gerçek terörist olsa bir uçak dolusu insan ayvayı yiyecekti, adamlar koftiden terörist olunca sıyırdık. Zaten uçağı da oyun hamuruyla kaçırmışlar. Oyun hamuru dediğin nedir ki; şaka boku gibi bir şey. Hayatta patlamaz.

Hepimiz bu olaydan ders çıkarıp, başımıza gelebilecek muhtelif felaketlere karşı örnek kurtarma operasyonu senaryoları hazırlamalıyız. Mesela markette kasiyersin diyelim, kafasına ten rengi jartiyerli çorap geçirmiş bir lavuk içeri giriyor, silahını suratına suratına sallayıp "kasayı boşalt" diyor tok bir sesle. Hemen kasayı kucaklayıp var gücünle koşmaya başla... Herif vurursa, bok yoluna gidersin. "Tövbe estağfurullah, manyak mı bu..." diye düşünür de arkandan ateş etmezse, başarılı bir operasyonla kurtulmuş olur, tarihe geçersin.

Ya da bankayı soymaya kalktı diyelim aynı adam; bu kez değişiklik olsun diye siyah file çorap takmış olsun başına. "Kimse kıpırdamasın, bu bir soygundur" diye bas bas bağırıyor aynı itici ses tonuyla. Bankanın içinde herkes ayrı bir yöne doğru koşarsa soyguncunun kafası karışır tabiyatiynen. Hele banka müdürü kendi ekseni etrafında, müdür yardımcısı müdürün ekseninin dış çeperinde, müşteri temsilcisi de her ikisinin çevresinde ama ters istikamette koşmaya kalkarsa soyguncu apışıp kalır. soygun, başarılı bir operasyonla önlenmiş olur böylece. Hatta örnek teşkil eder dünyaya.

Evet, Türk tipi türban, Türk tipi siyasal botoks falan gibi sıkıcı konulardan bir nebzecik olsun uzaklaşıp Türk tipi uçak kurtarma operasyonu, Türk tipi deniz otobüsünü duran gemiye çarptırtma gibi konular yaratıp azıcık olsun heyecan yaşamamızı sağlayan sayın kayan pilotlara, sayın uyuyan kaptanlara selam olsun. Selam olsun bize bu heyecanlı dakikaları izlettiren mümtaz medya patronlarına, buzlu rakıya eşlik eden dilim dilim kavuna, türbana ilişen rengarenk topuz başlı topluiğnelere, yüce dağlara, engin denizlere hey hey hey selam olsun…

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

Her hafta okurum. İlginç bir üslubu var. Bazen mükemmel işler çıkarırken bazen kendide farkında saçmalıyor. Gündemi kendi uslubu ile ufak kesitler veya yaşanmış örnekler vererek bazen bir cümle ile bazense birkaç hafta sürdürerek farklı bakış açısı ile çok güzel yansıtıyor.

Altay Öktem'in doktor olduğunu biliyor muydunuz B)

Link to comment
Share on other sites

Altay Öktem'in doktor olduğunu biliyor muydunuz B)

21 Ocak 1964′te İstanbul’da doğdu.

Kuleli Askeri Lisesi ve Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi.

1988 Ali Rıza Ertan Şiir Yarışması‘nda birincilik, 1989 Akademi Kitabevi Ödülleri‘nde, Eski Bir Çocuk adlı dosyasıyla mansiyon aldı. 1991 yılında Varlık dergisi, Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü‘nü aldı. “Çamur Şiir” adlı dosyasıyla 1995 Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü‘nü aldı. “Sokaklar Tekin Değil” adlı dosyasıyla 2000 yılında Cemal Süreya Şiir Ödülü‘nü aldı.

Please register to see this content.
alıntı.

Link to comment
Share on other sites

  • 2 ay sonra...

ANNEM NASIL PERFORMANS SANATÇISI OLDU?

Bir Tüyap kitap fuarını daha sevinç ve coşku içinde, elimizde içi kitap dolu poşetler ve pır pır eden yüreğimizle bitirdik, asıl işimize, yani kavramsal sanat çalışmalarımıza döndük sevgili okurlar. Eee, bienaller de bitti, sendeki kavramsal sanat tutkusu hâlâ sürüyor mu, sürecek mi bu hızla diye soran olursa, performans ve kavram sanatının dönemsel olmadığını, bir hayat boyunca kesintisiz sürdüğünü söyler, lafı gediğine koyarım.

Asla yan yana gelemeyecek nesneleri yan yana, üst üste, arka arkaya falan getirip acayip şekiller, tasarımlar, eğilip bükülmeler yaratarak yapılan kavramsal sanat, bizim ata sanatımızdır. Hayatımızın içinde, tam merkezindedir ve süreklidir, daimidir, devamlıdır. Bu cümlenin sonundaki üç kavramın da aynı anlama geldiğini söyleyip gramer yapımı eleştiren olursa, baştan söyleyeyim bak, yine koyarım. Yine aynı lafı, aynı gediğe!

Bizler, yani üç yanı denizlerle çevrili ve gemileri halatlarla çekile çekile karadan yürütülen bu cennet vatanın evlatları, hepimiz kavramsal sanatçılarız aslında. Bir kere, hepimiz sanatçı ailelerden geliyoruz. Misal ben. Niye böyle yazılar, şiirler, romanlar, şarkı sözleri, çiklet manileri, Allah ne verdiyse yani, yazıyorum şakır şakır? Evet niye? Genetik! Çünkü annem kavramsal sanatçı benim. Performansçı.

İtiraz eden olursa, buzdolabının üstünü gösteririm. Olmadı dantelli televizyon örtüsünün üstündeki biblolarla yarattığı aurayı, kitsh estetiğini kanıt olarak koyarım önünüze. Evet, annem bir kitsh estetikçisi. Bütün Türk kadınları gibi!

Bizler, yani içine mancınıklarla gülle atılmış ve kapıları kalın kütüklerle vurula vurula açılmış kalelerin, at sırtında istila edilmiş geniş Anadolu bozkırlarının evlatları, zamanla modernize olduk ve apartman dairelerine taşındık hep birlikte. Ortak bir kaderi paylaştık. ****** kadar odalarda büyüdük hepimiz. Çünkü evimizin salonu, sergi salonuydu. O derece sanatçıydı annelerimiz. Üzerine beyaz çarşaflar örtülü barok tipi kalın kalaslı koltuklar, tahtadan, devasa, oymalı büfeler, orta sehpaları ve kıçımıza kadar sıvadığımız dantelli örtüler, üstüne dizilmiş pazar işi kıytırık biblolar, şekilsiz vazolarla performans sergisi havası eser, bienal tarzı bir sunum yapılırdı evimizin misafir odası diye adlandırılan geniş salonlarında. Kırk yılda bir ağır misafir gelince açılırdı salonun kilitli kapısı. Misafiri belki de bu yüzden sevmezdim hiç. Misafirle birlikte solunan tuhaf bir havası olurdu çünkü evin. Kullanılmayan, havalandırılmayan, insan soluğu değmeyen misafir odalarının naftalinle karışık rutubet kokusu...

Sonra kesme tabir edilen kristal taklidi bardaklar yine o odadaki dolaplardan çıkar, Osmanlı oyması taklidi imitasyon tepsilerse alttaki dolaptan... Biçimsiz şekerlikler, tuhaf metal şeker maşaları... Misafire çay ikram edilirdi kısacası.

Oysa hayatın kalan kısmını bu sergi salonunun dışında, oturma odası tabir edilen ****** kadar yerde, televizyon sehpası, divan, masa, sandalye arasına sıkışmış olarak geçirirdik ana, baba, çoluk çocuk, hepimiz... Çaylar plastik tepside gelirdi, şekerliğin içinde de maşa olmazdı hiç. Elimizi daldırıp alırdık şekeri.

Misafirlerin evinde de aynı sergi salonlarından vardı, biz onlara gidince, onlar da şeker maşası uzatırdı. Koku desen, aynı koku. Danteller aynı model. Sanat aynı sanat yani.

Hayır, annelerimizin sanatçı kişiliği bununla sınırlı olsa öpüp başıma koyacağım. Bir de ses sanatçısı geçmişleri var ki, DNA'larımızın bu meseleye kayıtsız kalması, fizyolojik olarak mümkün değil. Genetik böyle bir şey işte. Misal ben; tamam, müzik kariyerime devam edemedim, albümler çıkartıp konserler veremedim, Kral TV'de klibim dönmedi hiç... ama evde, tek başımayken özellikle, solo çalışmalar yapıyorum. Banyoda ne türküler patlatıyorum Erzincan yöresinden. Niye. Annemden geçmiş. O pırasa doğrarken, pembeleşinceye kadar kızarttığı soğanın içine yahnilik eti eklerken aralıksız şarkı söylemiyor muydu si bemolden. Evet, annelerimizin hepsi söylüyor ama hepsi de si bemol ses çıkartıyor; bu ya mutfağın akustiğine bağlı bir şey, ya da annelik kavramının ses hususunda si bemolle bir alakası var, bilemem. O kadarını ancak müzikologlar bilir.

Neyse, hepinizi salonda, dantelli örtülerin arasında seviyorum? Bu laf da çalıntı gibi oldu be?

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

İNSANLIĞIN HANTAL TARİHİ

Her şey soru sormakla başlar. Sorarak öğrenir insan, sorarak kendini geliştirir, daha doğrusu kendini oluşturur. Yine de soru sormak ürkütücüdür. Tedirgin edici bir tarafı vardır ve içinde cevap bulundurmayan her soru risklidir.

Birkaç yıl önce, Deniz Durukan’ın bir yazısında “Rock soru sormaz, cevap verir,” sözünü okuyunca kafama takılmıştı bu soru-cevap ikilemi. Sahiden doğru. “Neden beni terk ettin” diyen bir şarkıyı istediğin kadar sert gitarlarla çal, o rock olmuyor. Neden terk ettiğini bilmiyorsan, farkında değilsen, şarkı söyleyebilirsin tabii, kim engel olacak, ama söylediğin şarkı asla rock olmaz.

Edebiyat, müzik, sinema dergileri ya da kısaca kültür-sanat dergileri sorulara fazlasıyla bulaştı son dönemlerde. Soruyu da aştı olay, soruşturmaya vardı! Ortaya bir soru atıp eli kalem tutan sekiz on kişinin görüşünü alınca derginin yarısı doluyor ama boşa doluyor. Oysa bize sorulan ya da bizim kendimize sorduğumuz soruların cevaplarını içermeyen bir edebiyatın ne işlevi olabilir ki?

Soru sorarak hayatı kavrar insan, bu arada cevap vermeyi ihmal edebilir. Kimsenin dikkatini çekmez bu. Bir de soru sormadan önce cevap vermeye başlayanlar var ki, aman Allah’ım, bunlardan uzak durmak lazım işte. Mümkünse kaçmak lazım. Arkaya bile bakmadan topuklamak lazım. Şey gibi; ben ders almam, ders veririm diyenler gibi… Soru sormam, soranlara cevap veririm sadece. Aşmışım ben…

Aslında bıçak sırtı bir durum bu. Cevap vermek iyi de, her soruya cevap yetiştireceğini sanan, soru sormayı zayıflık olarak görenleri tamamen kapsama alanı dışında bırakmak, yanlarına bile yaklaşmamak lazım.

İnsanlığın hantal tarihi, doğru sorulara verilmiş yanlış cevaplardan ya da soruyu yanlış sormaktan oluşuyor. Farkındaysanız, güncel konularla alakası yok gibi görünüyor bu söylediklerimin. Ne Amerika’nın Irak politikası bir cevaptır, ne de Güneydoğu’da sorduğumuz sorular soruya benziyor.

Bunları bırakıp fazlasıyla bireysel konulara girersek eğer, aşkın, paraşütün açılmamasıyla doğrudan ilişkili olduğunu söyleyenlerin bu iddiasını da bir tür cevap olarak kabul edip etmemekte, en azından ben tereddüt ederim. Sizi bilemem. Paraşüt açıldığında iyi bir atlayış yapma şansın yüksektir. Ama aşk imkansızdır. Paraşüt açılmazsa yere çakılmak kaçınılmaz olur. Ama buna aşk dememek için hiçbir geçerli neden yoktur.

***Durdum durdum, sonunda dergicilik işlerine ben de bulaştım.Üç ayda bir yayınlanacak olan mevsimlik dergi Karakalem’in ilk sayısı piyasaya çıktı bile. Dergiyi hazırlarken işte bu soru-cevap mevzusuna takıldım çoğunlukla. Soru sormaktansa cevap vermek daha doğruymuş gibi göründü bana. Ha, verdiğim cevap yanlış olabilir. Ama önemli olan adım atmak, dahası, ortaya bir sav atmak değil midir? Yanlış yapma ihtimalini göze alamayan doğruyu nasıl bulacak ki?

En azından, kaleminiz niye kara, bunca ana ve ara renk varken, gidip de karayı mı buldunuz bula bula sorusuna net bir cevap veriyor Karakalem. Bu, başlangıç için yeter de artar bile. Bir kere gotik edebiyatı, sadece edebiyatı değil, sinemayı, müziği ve muhtelif sanat alanlarını ele alıp hallaç pamuğu gibi atan, yeraltından yerüstüne tırmananları, yerüstündeyken bile bile yeraltına inmeyi tercih edenleri dert edinen bir dergi neden olmasın, diye yola koyulduk; ve oldu. Mesela, edebiyat tarihimizin belki de en aykırı ismi olan Neyzen Tevfik için, bugüne dek benzeri görülmemiş dev bir dosya hazırlandı Karakalem’de. Daha çok alkolik ve kadın düşkünü bir yazar olarak anılan Bukowski'nin Kirli Gerçekçilik'le bağlantısını Marksist bir bakış açısıyla yorumlayan Tamas Dobozy'in çalışması da Bukowski'ye bakışımızı değiştirecek düzeyde. Gotik edebiyatın temel taşlarından olan Edgar Allan Poe da Karakalem'de her yönüyle incelenen bir başka yazar. Üstelik Kuzgun’un dizelerini illüstrasyonlarıyla zenginleştiren Gustave Dore'nin bu eşsiz yapıtına da yer verdik. Neyse, yazının ve trompetin tılsımlı sesi Boris Vian'dan gerçeğin büyülü dünyasına uzanan Tim Burton'a, Crow’a, William Black'e kadar ruhu karanlıkla ilişkili olan, ama gerçek ışığın da karanlıktan doğduğunu bilen bir dolu isim toplandı Karakalem çatısı altında. Dergiyi D&R’larda ve bazı büyük gazete bayilerinde bulmak mümkün.

Ha unutmadan, bazen paraşüt açılmayınca da yere çakılmaz insan. Asıl o zaman aşk olur!

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

NAZAN’IN NESNELERİ PAYLAŞIMA AÇIK!

Eskiden Hint fakiri revaçtaydı. Fakir modelleri arasında en popüleri Hint fakiriydi. Deyim haline gelmiş, dilimize dolanmış bir fakir biçimiydi bu. Başka ülkelerin fakirleri daha mı az fakirdi, yoksa Hintli fakirlerin görünüşü, kılık kıyafeti çok mu farklıydı, bilemiyorum. Bana bile çok söylemişlerdi zamanında: “Hint fakiri gibi ne dolaşıyorsun ortalıkta, üstüne doğru düzgün bir şeyler giy!”

Şimdi Hint fakiri out, teknoloji fakiri in. Hayır, teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, tam işi kaptım, canavar gibiyim artık derken, bir gaz veriyorlar, bir anda teknoloji fakiri seviyesine iniyoruz.

Biri beni bilgisayarın başında görse, şunun klavye kullanışındaki inceliğe bak, piyano çalar gibi gezdiriyor parmaklarını tuşlarda, bu adam gerçek bir pc hokkabazı der. Yaptığım iş de, Allah’ın izniyle facebook cemaatine dahil olmak için yırtınmaktan ibaret. Sonunda ben de profilimi oluşturdum, hatta iki arkadaşımın rakı sofrasına kalamar, lakerda falan gönderdim ama, nedense negatif elektrik yüklü yağmur bulutları kaplayıverdi içimi. Ne yapıyorum ben, dedim. Facebook’tan meze gönderdiğim arkadaşımın evi, benimkine 15 dakika uzaklıkta. Buluşsak köhne bir meyhanede, iki kadeh içsek ya karşılıklı! İkimiz de monitörün önüne oturmuş, birbirimizin resmine bakıp rakı kadehi görüntüsüyle meze tabağı görüntüsü yolluyoruz birbirimize. Delirdik herhalde!

Hayır, teknoloji güzel aslında. Hayatı kolaylaştırdığı doğru. Mesela, o Öküz’lü yıllarda, efsanevi zamanlarda yani, yazımı bilgisayarda yazıp diskete çekerdim. Sonra ver elini Beyoğlu, derginin bürosu… Bizim Cebo disketi açar, sayfayı hazırlardı. Arada bir disketin açılmadığı olurdu. Gerçek bir felaketti bu. İşin yoksa Beyoğlu’ndan Beşiktaş’a in, oradan atla motora; Üsküdar… Dolmuşa bin, dolmuştan in, eve yürü… Yazıyı başka bir diskete kaydet, haydi gerisingeri aynı yolları tep. Sonra tedbirli davranıp çift disket çalışmaya başladım. Bir yandan da, teknoloji ne güzelmiş, diye düşünüyordum. Yazıları daktiloyla yazardık eskiden. Sonra dizgici oturup bilgisayarın başına, dizerdi. Çıkış alıp dizgi yanlışlarını düzeltirdik. Şimdi ne kolay, diskete çekip dergiye ******ürüyorum, disketi takıyorsun bilgisayara, hop, yazı senin sayfada!

Aradan fazla bir zaman geçmedi ama, disket tarihe karıştı. Yollara dökülmeye de gerek kalmadı. İnternetten bir tıklamayla yollayıveriyorsun yazını. Kalan zamanı da facebook’ta değerlendiriyorsun. Sahiden acayip!

Tan bunları düşünürken cep telefonumun ekranında “Nazan senle nesne alışverişi yapmak istiyor” diye bir yazı beliriverdi. Sonuçta telefon bu, konuşuyorsun, mesaj atıyorsun, daha olmadı fotoğraf çekiyorsun, mp3 dinliyorsun; bütün bunları öğrenmişsin şakır şakır… Hepsini beceriyorsun tek tuşla! Ama teknoloji seni solluyor işte. Mesaj desen değil, resmen ekranda durup dururken Nazanlı şeyler yazıyor. Deniz’e açıklamaya çalışıyorum ama ben de neler olduğunun pek farkında değilim. “Vallahi Nazan diye birini tanımıyorum, nesnelerine ise hiç dokunmadım,” diyorum ama inandıramıyorum. Hayır, o da nerden baksan on yıldır cep telefonu kullanıyor. Peki bu Nazan’lar niye hep seni buluyor, bunca yıldır ben de cep kullanıyorum, bir kez bile “Abdullah senle nesnelerini paylaşmak istiyor” yazmadı ekranımda dese ne cevap vereceğim?

Dedi zaten. Ben de dut yemiş bülbüle döndüm. Yok ki verecek cevap. Allah’tan Berkay odasından duymuş muhabbeti, geldi, telefonu eline alıp şöyle bir baktı; senin bluetoothun açık kalmış, birinin telefonuna virüs girmiş, otomatik olarak yolluyor bunu, açsan sana da bulaşacaktı, dedi. Ayarlara girip bir şeyler yaptı, bluetooth kapandı. Nazan da, nesneleri de bir anda kayboldu ekrandan.

Deniz’le ezik ezik baktık birbirimize. Gördün mü, dedim. Bak, Nazan aslında virüsmüş.

Öyle msn’de muhabbet etmekle, facebook’ta ilkokul aşkını aramakla bir yere varılmıyor. Ne yaparsan yap, üç gün sonra teknoloji fakiri oluyorsun. Allah’tan Berkay yetişti imdadıma. Yoksa hakkımda boşanma davası açılması an meselesiydi. Asıl zor olan, derdini hakime anlatmak:

“Özür dilerim hakim bey, karım meseleyi yanlış anladı. Nazan adlı şahıs, aslında şahıs değil, bir tür virüs. Benim bu olayda bir suçum yok. Belki ihmalim var biraz. Akşam akşam bluetoothumu açık unutmamalıydım. Lütfen şu davayı delete edin de evimize gidelim. Hadi bi zahmet…”

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 3 hafta sonra ...

TEK İHTİYACIMIZ KARIŞMAKMIŞ ASLINDA

Salihli ne yana düşer haritada? İzmir'e yakın, Manisa'ya daha yakın ama en çok da şiire mi yakın ne? Sözün büyüsünün kaybolmaya yüz tuttuğu bir çağda, dağlar, ovalar, göller ve sıcak su kaynakları arasına iki dize sıkıştırmayı becerebilen bir coğrafya, hangi ölçekte yerleştirilebilir dünya atlasına? Atlas bir metafor değil, oldukça yaklaşılmış bir ütopya burada!

17 Kasım 2007'de 38.si yapılan Salihli Şiir İkindileri'nde kırılgan bir Ahmet Telli, ancak dizelere yaslanarak dimdik durabilen Enver Ercan, Asuman Susam, Recai Atalay, Aydın Şimşek, Hayri K. Yetik ve ben, uzun uzun şiirler okuduk, uzun uzun konuştuk, biraz da içimizden sustuk aslında. Salihli Belediyesi'yle şair arkadaşım Tuğrul Keskin güzel bir organizasyona imza atmış. Daha doğrusu uzun zamandır imza atıyorlarmış da, ben 38'incisine denk geldim. Tabii uzun yıllar Salihli Şiir İkindileri'ne emek veren Şadan Gökovalı'yı da unutmamak gerek.

Koskoca bir salonu tıka basa dolduranlar arasında çocuklar da, gençler de, omurgası eğrilmiş, duvarlara ve koltuk arkalıklarına tutunarak güçlükle yürüyebilen ihtiyarlar da varsa ve hiçbiri şeker molası, sigara molası, oyun molası, su, çay, nefes, iki dakika olsun gökyüzüne bakabilme molası vermeden, aralıksız şiir dinleyebiliyorlarsa, sadece coğrafyanın değil, tarihin ve aşkın sınırlarını da zorluyor demektir bu kasaba.

Dışarı çıktığımızda, bir masanın üstüne yığılmış romanlarıma, deneme kitaplarıma burun kıvırıp sadece şiirlerime saldıran, "bize şiir lazım" diyen o kalabalığa aniden, farkına bile varamadan karıştığımı anladım. Ve sevindim buna. Anladım ki, tek ihtiyacımız karışmakmış aslında!

Karışmak, kuzguni bir kanal, içinde envai çeşit rengi besleyen yepyeni bir çıkış noktasıdır. İnsan, karıştığı oranda hayatın farkındadır ve aşka karışmak, şiire karışmakla eş anlamlıdır. Aşkın ve şiirin geçen yüzyılda kaldığı iddiası külliyen yalan. Sadece değişti, dönüştü, farklılaştı her ikisi de. Eski şiir anlayışını sürdürmeye çalışmakla eski aşklara özlem duymak bu yüzden aynı kapıya çıkıyor. Oysa kapı kapalı. Kapkapalı.

Yüzümüzü aşklara ve şiirlere, özellikle de eski aşklara ve sevgilisine çam ağaçları arasında romantik şiirler okuyan affedersiniz eski zamparalara çevirirsek, yolumuzun Ada Güzeli lakaplı Nazire Hanım'la kesişmesi kaçınılmaz. Büyükadalı Nazire Hanım zengin bir tüccarın kızıdır ve güzelliğiyle nam salmıştır. Onu Resimli Perşembe dergisinin 1925 tarihli 20. sayısına çıkartan, yine böyle bir beyefendinin kendisini Azaryan Yokuşu?nda kiraladığı bekâr odasına ******ürdüğü ve vaad-i izdivaç ile iğfal ettiği iddiasıdır. 1925 yılına damgasını vuran bu dava, aşkla şiirin kesişmesi açısından da dikkat çekicidir. Nazire Hanım hakime şunları söyler: "Malik Bey ile geçen Haziran, Ada?da rast geldim... Bir arkadaşım kendisini bana takdim etti. Beraber dans ettik. Bu ilk mülâkat beni o kadar cezp etti ki, bunun tekrarına onun kadar ben de talip oldum... Ada?da çamlar altında efsanevî şiir ve aşk hayatı yaşadık. Kulaklarım çam fısıltılarına karışan onun şiir okuyan sesini duymaya o kadar alıştı ki... Bir akşam bana, Beyoğlu?nda buluşmak üzere söz verdi. Beni bir elmas mağazasına ******ürdü. Nişan yüzüğü intihâp etmeyi teklif etti. Sonra Şişli?ye beraber çıktık. Burada kiraladığı evde yalnız yaşıyordu. Bana beraber yukarı çıkmamızı teklif etti. Bu doğru bir hareket değil Malik, dedim... Her meselede olduğu gibi, yine sözleri ile beni kandırdı. Şimdi bunu yaptığıma çok pişmanım. Artık bundan sonra, ben evlenmiş gözü ile bakıyorum..."

Ama çam altında şiir okuma ustası olan Malik aynı fikirde değildir: "Ben bekâr bir gencim. Tabii, her genç gibi, tanıştığım kadınların adreslerini içeren küçük bir not defterim vardır. Bu isimler üç sınıfa ayrılmıştır: Birinci sınıfta, yemeğe gittiğim ve birinci derece ehemmiyet verdiğim kadınlar, ikinci sınıfta çaya gittiğim ikinci derece şayân-ı ehemmiyet hanımlar, üçüncü sınıfta ise sokakta rasgeldiğim, parka, en çok tiyatroya ******ürdüğüm kızlar vardır. Birinci sınıf kızlar aile kızlarıdır ki, bunları aileye tanıtır ve müştereken görüşürüz. İkinci sınıf hafif meşrep kadınlar; üçüncü sınıf kızlar da, her tanıdıkları erkeğe kollarını uzatan sınıftır." Nerden buluyorsun soluğu mahkeme salonlarında aldıran bu enteresan aşk hikayelerini diye düşünenlerin meraklı bakışlarını tatmin edecek cevabı verdikten sonra davanın sonucunu da açıklayacağım... Popüler Tarih dergisi uzun uzun anlatmış bu ilginç davayı, son dönemlerin öne çıkan kültür sanat haber sitesi www.barbuni.com da internette tur atanları düşünüp link vermiş.

Gelelim davanın sonucuna: Heyet-i hâkime, Malik Bey?i itham edecek delâilin adem-i mevcûdiyetine binâen, beraat kararı vermiş. Ben de bu cümleden pek bir şey anlamadım ama sonuç olarak, kızları üç sınıfta toplayıp defterine geçiren, davudi sesiyle bangır bangır şiirler okuyan ve evlenme vaadiyle eve atan Malik Bey yırtmış...

Hiç kimse bir başkasını şiirle kandıramaz günümüzde. Ama şiir, başka bir dünyanın mümkün olduğu yalanına inanmazı sağlayabilir. Bu da şiirin gücüdür işte. Çünkü bu yalan, dünyanın en zevkli, en güzel yalanıdır. Bu yalana inanmak, mucizedir.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

AYIRMAK KOLAY DEĞİL BUNU GEL DE BANA SOR

Ayırmak kelimesinden haz etmem. Ayıklamayı severim, o ayrı. Ayıklamak, bir grup şeyin (şey burada nesne, insan, ıvır, zıvır, her şey olabilir, misal, pirinç bile olabilir.) içinden, çıkarmak istediklerini alıp kenara koymak manasına gelir. Ayırmaksa kötü bir şey. Sevgilileri ayırmaktan tut da çocuğu anne babasından ayırmak, etnik grupları çoğunluk denen halk kitlesinden (bkn: habis kitle, kontrolsüz çoğalan hücre yığını vs.) hatta yan yana durmak ve biri ileri giderken diğeri yerinde kalmak, sonra yerinde kalan hamle yaparken diğeri durmak suretiyle yürüme faaliyeti oluşturan bacakları ortadan ikiye ayırmaya, kavga esnasında ağzı cart diye ayırmaya kadar, aklımıza gelen her türlü ayırmak faaliyeti kötüdür.

Mesela insanları gruplar halinde ayırmayı ya da başka şeyleri, misal bilgisayarları masaüstü/dizüstü diye ayırmayı, kısacası "ayırma"yı sevmiyorum. Ayırınca, sahiden güzel olmuyor.

Mesela kadınları sarışınlar, esmerler, kumrallar, onları da kendi içinde tasnif ederek sahte sarışınlar, doğal sarışınlar, ne bileyim bıyığı terlemiş esmerler, pürüzsüz ciltli esmerler, kızıla kaçan kumrallar, pembeye kaçan kızıllar, kaçmayıp üstüne üstüne gelenler falan diye ayırabilir miyiz? Bence ayıramayız, ayırmamalıyız. Hepsini bir bütün olarak görmekte fayda var.

Ayırmak riskli iş. Her an yanlış ayırma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir, madara olabilir insan. Mesela, masanın üstüne koyulan bilgisayara masaüstü bilgisayar demek ne kadar doğru, ne güzel, ne coşkulu bir şeyse, boyutu ne olursa olsun, başka bir bilgisayara dizüstü demek de o kadar saçma, anlamsız, bir o kadar da alıkçadır.

Çünkü vücudunuzu hangi pozisyona sokarsanız sokun, dizinizin üstüne bilgisayar koyamazsınız. Hadi sırt üstü uzanıp dizlerinizi kıvırdınız, üstüne de dengeli biçimde bilgisayarı yerleştirdiniz diyelim. Kıpırdamadan durmak zorundasınız öyle. En ufak bir harekette bilgisayarın dengesi bozulur, düşer.

Peki, dengeli bir şekilde yatıp dizinde bilgisayar taşımanın kime ne faydası var? Kafanı kaldırıp da bakamazsın, klavyesiyle iki satır yazamazsın, msn'e giremezsin, girdin diyelim, kamera takamazsın, taktın diyelim, ele güne rezil olursun... Nasıl açıklarsın vücudunun aldığı o tuhaf pozisyonu?

Sanıyorum dizüstü derken, bacağın dizin üstünde kalan bölgesini kastetmek istemişler. O zaman da anlam karışmış. Masaüstü, "masanın üstüne koyulan" anlamına gelirken, dizüstü, "dizin üstündeki bacak nahiyesinin üstüne koyulan” anlamına geliyor, iki kere üst dememek için de birini yutuyoruz. Niye yapıyoruz bunu, niye kendimizi ve dilimizi zorluyoruz bu kadar? Bir tek nedeni var, bilgisayarları şudur, budur diye ayırabilmek için!

Bilgisayarı bacağımızın arka kısmına koysaydık, işimiz kolaylaşacaktı. Çünkü oranın adı var. Baldır. Baldırüstü bilgisayar der geçerdik. Ama o zaman da bilgisayarı kullanabilmek için başımızı 180 derece çevirmemiz gerekirdi ki, bugünkü anatomi bilgimizle bu imkansız.

Gerçi dizin üst kısmında kalan bacak bölgesine üst bacak dendiğini iddia edenler olacaktır aranızda. Kusura bakmayın ama ben bu terimi kabul etmiyorum. Çünkü üst bacak lafını dilbilimciler değil ağdacılar bulmuştur. Bildiğimiz gibi ağda, üst bacak, alt bacak ve komple ağda olarak üçe ayrılır. Bu ayrılmanın temeli de tamamen ekonomiktir. Parası çıkışmayanlara, sadece alt bacak ağdası yaptırarak diz altı etek giyme fırsatı veren "fırsatçı" bir ağdacı yaklaşımıdır bu. Zengin olanın sorunu yok tabii, basar parayı, komple ağda yaptırır!

Kapitalizm, insanları yoksullar, zenginler diye ayırmakla kalmıyor, insanların bacaklarını da bölümlere ayırıyor. Sırf para uğruna, rant uğruna. Hazır elin bulaşmışken üst bacağı da yapıversen ne olur sanki, elinde mi kalır? Sosyetik kesimlerde süper mini eteklerin, varoşlarda ise genellikle dizde ve diz altında eteklerin giyilmesinin nedenlerinden biri de ağdacıların bu açgözlü tavrıdır.

Etek boyunu etkilemediği için komple ağdadan bahsetmenin anlamı yok. En pahalı ve en kapsamlı ağda çeşidi olduğunu belirtip geçebiliriz.

Görüldüğü gibi ayırmak, sanıldığı gibi basit değil, aksine karmaşık bir iştir. Kaotik desek yeridir. İnsanları, nesneleri, hisleri, hiç fark etmez, aklımıza gelen her şeyi ayırmak yerine birleştirmeye çalışmalıyız. Sözüm yalnızca bilgisayar üreticilerine ve ağdacılara değil tabii ki…

Ayrılmaya ve ayırmaya karşı inatla direnen herkesi seviyorum. Şevkle ve şehvetle seviyorum…

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

ANNEM NASIL PERFORMANS SANATÇISI OLDU?

Bir Tüyap kitap fuarını daha sevinç ve coşku içinde, elimizde içi kitap dolu poşetler ve pır pır eden yüreğimizle bitirdik, asıl işimize, yani kavramsal sanat çalışmalarımıza döndük sevgili okurlar. Eee, bienaller de bitti, sendeki kavramsal sanat tutkusu hâlâ sürüyor mu, sürecek mi bu hızla diye soran olursa, performans ve kavram sanatının dönemsel olmadığını, bir hayat boyunca kesintisiz sürdüğünü söyler, lafı gediğine koyarım.

Asla yan yana gelemeyecek nesneleri yan yana, üst üste, arka arkaya falan getirip acayip şekiller, tasarımlar, eğilip bükülmeler yaratarak yapılan kavramsal sanat, bizim ata sanatımızdır. Hayatımızın içinde, tam merkezindedir ve süreklidir, daimidir, devamlıdır. Bu cümlenin sonundaki üç kavramın da aynı anlama geldiğini söyleyip gramer yapımı eleştiren olursa, baştan söyleyeyim bak, yine koyarım. Yine aynı lafı, aynı gediğe!

Bizler, yani üç yanı denizlerle çevrili ve gemileri halatlarla çekile çekile karadan yürütülen bu cennet vatanın evlatları, hepimiz kavramsal sanatçılarız aslında. Bir kere, hepimiz sanatçı ailelerden geliyoruz. Misal ben. Niye böyle yazılar, şiirler, romanlar, şarkı sözleri, çiklet manileri, Allah ne verdiyse yani, yazıyorum şakır şakır? Evet niye? Genetik! Çünkü annem kavramsal sanatçı benim. Performansçı.

İtiraz eden olursa, buzdolabının üstünü gösteririm. Olmadı dantelli televizyon örtüsünün üstündeki biblolarla yarattığı aurayı, kitsh estetiğini kanıt olarak koyarım önünüze. Evet, annem bir kitsh estetikçisi. Bütün Türk kadınları gibi!

Bizler, yani içine mancınıklarla gülle atılmış ve kapıları kalın kütüklerle vurula vurula açılmış kalelerin, at sırtında istila edilmiş geniş Anadolu bozkırlarının evlatları, zamanla modernize olduk ve apartman dairelerine taşındık hep birlikte. Ortak bir kaderi paylaştık. ****** kadar odalarda büyüdük hepimiz. Çünkü evimizin salonu, sergi salonuydu. O derece sanatçıydı annelerimiz. Üzerine beyaz çarşaflar örtülü barok tipi kalın kalaslı koltuklar, tahtadan, devasa, oymalı büfeler, orta sehpaları ve kıçımıza kadar sıvadığımız dantelli örtüler, üstüne dizilmiş pazar işi kıytırık biblolar, şekilsiz vazolarla performans sergisi havası eser, bienal tarzı bir sunum yapılırdı evimizin misafir odası diye adlandırılan geniş salonlarında. Kırk yılda bir ağır misafir gelince açılırdı salonun kilitli kapısı. Misafiri belki de bu yüzden sevmezdim hiç. Misafirle birlikte solunan tuhaf bir havası olurdu çünkü evin. Kullanılmayan, havalandırılmayan, insan soluğu değmeyen misafir odalarının naftalinle karışık rutubet kokusu...

Sonra kesme tabir edilen kristal taklidi bardaklar yine o odadaki dolaplardan çıkar, Osmanlı oyması taklidi imitasyon tepsilerse alttaki dolaptan... Biçimsiz şekerlikler, tuhaf metal şeker maşaları... Misafire çay ikram edilirdi kısacası.

Oysa hayatın kalan kısmını bu sergi salonunun dışında, oturma odası tabir edilen ****** kadar yerde, televizyon sehpası, divan, masa, sandalye arasına sıkışmış olarak geçirirdik ana, baba, çoluk çocuk, hepimiz... Çaylar plastik tepside gelirdi, şekerliğin içinde de maşa olmazdı hiç. Elimizi daldırıp alırdık şekeri.

Misafirlerin evinde de aynı sergi salonlarından vardı, biz onlara gidince, onlar da şeker maşası uzatırdı. Koku desen, aynı koku. Danteller aynı model. Sanat aynı sanat yani.

Hayır, annelerimizin sanatçı kişiliği bununla sınırlı olsa öpüp başıma koyacağım. Bir de ses sanatçısı geçmişleri var ki, DNA'larımızın bu meseleye kayıtsız kalması, fizyolojik olarak mümkün değil. Genetik böyle bir şey işte. Misal ben; tamam, müzik kariyerime devam edemedim, albümler çıkartıp konserler veremedim, Kral TV'de klibim dönmedi hiç... ama evde, tek başımayken özellikle, solo çalışmalar yapıyorum. Banyoda ne türküler patlatıyorum Erzincan yöresinden. Niye. Annemden geçmiş. O pırasa doğrarken, pembeleşinceye kadar kızarttığı soğanın içine yahnilik eti eklerken aralıksız şarkı söylemiyor muydu si bemolden. Evet, annelerimizin hepsi söylüyor ama hepsi de si bemol ses çıkartıyor; bu ya mutfağın akustiğine bağlı bir şey, ya da annelik kavramının ses hususunda si bemolle bir alakası var, bilemem. O kadarını ancak müzikologlar bilir.

Neyse, hepinizi salonda, dantelli örtülerin arasında seviyorum… Bu laf da çalıntı gibi oldu be…

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

HAYAT SIRADAN, YASALAR EREKTE

Kelli felli adamların “kasılı dil” kullanarak neler söylediği, o sözlerin kayıtlara nasıl geçtiği beni zerre kadar ilgilendirmiyor. “Kasılı dil” dediğim, insanların kendilerini kasarak kullandıkları, sınırları önceden çizili dil! Yazarların da var böyle dilleri. Öğretmenlerin, doktorların, hakimlerin, savcıların, hele de siyasetçilerin…

Bir de sıradan dil var tabii. İnsanların iş kıyafetlerini üzerlerinden çıkardıktan sonra konuştukları dil. Asıl önemli olan işte bu dildir. Bu dili bilmek için de müneccim olmaya gerek yok. Çevremizde iki ayrı dil kullanan bir sürü insan var, daha kötüsü, belki biz de onlardan biriyiz. Biraz kulak kabartsak yeter.

“Hastaya bütün müdahaleler yapılmış olup, uygulanan entübasyon sonucunda ne yazık ki spontan solunum gelişmemiştir” cümlesi, kasılı dile örnek olarak gösterilebilir. Bu cümlenin sıradan dildeki karşılığı şudur: “Herif ölmüş işte, kalp masajı bilmemne yapacağım diye kolum koptu… Bu yaştan sonra yaşasa ne olacak sanki…”

Örnekler çoğaltılabilir. O zaman çoğaltalım! “Maktul, kocasının cinsi münasebette bulunma isteğini reddetmekle birlikte, onu yataktan ittirerek rencide etmiş, ağır tahrik unsurunun oluşmasına sebebiyet vermiştir”, “Romanda, dönemin siyasi tarihi gerçeğe uygun olarak işlenmediğinden bu romanı siyasi roman olarak kabul etmek doğru bir yaklaşım olmaz. Ayrıca yazarın bazı yerlerde ‘de’leri ayırmadığı ama bütün ‘da’ları istisnasız ayırdığı tespit edilmiştir”, “Gayri safi milli hasılanın gittikçe yükseldiği herkesin malumudur. Ayrıca dış borcun bitmek üzere olduğunu, petrol fiyatlarının da mebzul miktarda düştüğünü açık açık ifade etmek isterim.”

Bunların tercümesi şudur: “Bu karıların hepsi böyle, vermiyorlar kardeşim... Sırf kapris… Herif de dayanamamış, çekip vurmuş işte… Vurur tabii, kalkmışın dini imanı mı olur?”, “Ben altı roman yazdım, kimsenin ruhu duymadı… Herif daha Türkçe’yi bilmiyor, bir de yakın tarihimizi çarpıtmış, siyasi roman diye kakalıyorlar… Kesin edebiyat mafyasının işi bu…”, “Önümüzde daha dört yıl var, şimdiden dünyalığımız yaptık Allah’a şükür, dört yılda daha elli kere döneriz köşeyi… Bu arada ülkenin de .mına koyduk ama bizden sonrakiler düşünsün artık. Bir ben miyim kardeşim milletin enayisi!”

Ha, belki yasaların evrensel olmadığını, ülkenin geleneksel yapısıyla, kültürü ve eğitim durumuyla ilişkili olduğunu da söyleyenler çıkacaktır. Yani sen isteyince vermezsen, üstüne bir de adamı iteklersen, vurur tabii. Bu olay toplumda doğal karşılandığına göre, yasaların da isteyince vermemeyi, üstelik erkek adamı iteklemeyi ağır tahrik sayması yadırganmamalı, diyenler olacaktır. Ağız bu, torba değil ki büzesin…

Aslında ağzı değil de doğrudan torbayı büzmek geliyor insanın içinden ama bu eylemde ağır tahrik unsuru bulamayacaklarından kendimizi frenlemekten başka çıkar yol yok. Büzmemekte fayda var yani.

Zaten zırt pırt tartışılır böyle konular. Bir ara da hayat kadınına tecavüz edene indirim uygulanması mevzusu vardı. “Zaten herkese veriyor, ha bir eksik ha bir fazla, ne fark eder ki” şeklindeki bilimsel yaklaşımdan feyz alan bu yasa maddesi değişti mi, sahiden bilmiyorum. Belki de işime yaramayacağı için merak edip araştırmadım ama ataerkil toplumumuza hiç de yabancı olmayan bir konu bu. Hayatında bir kez olsun “Bir kere de bana verse ne olur” demeyen bir erkek gördünüz mü çevrenizde? Bu toplumsal yaklaşımın yasalaşmış hali işte. Böyle başa böyle tıraş denklemine uygun yani!

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da benzer tartışmalar yaşanıyor kimi zaman. On beş dakika süren bir ittirmece eylemi, bilimsel bakış açısıyla, on beş dakikada tecavüzün tamamlanamayacağı için erkeğin beraatıyla sonuçlanmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Elbette on beş dakika kısa süre. Ön sevişmeye zaman yok. Olaya bir de tecavüzcünün açısından bakmak lazım; adam zaten yıllarca içerde yatacak, bari uzun uzun tadını çıkarsın. Şip şak olmaz ki bu işler…

Oysa, erken boşalma sorunuyla boğum boğum boğuşan memleket gençliği için üç dakika bile uzun süre. O yüzden de çoğu erkeğin istese bile tecavüz etmesi imkansız. Pantolonunun düğmesini çözmek için debelenirken üstüne boşalarak icraatı sonlandırmak zorunda kalabilecek bir kuşak var karşımızda. Yasalar buna göre düzenlenmeli!

Bir de kot pantolonu çıkarmak için geçen süre hesaplanmıştı bir davada. Tabii tecavüze uğrayan kişinin debelenmesi, pantolonun kemerine asılması durumu da göz önüne alınarak tecavüzün muhtemel süresi falan hesaplanmıştı. Bunları hesaplamanın manası şu; Bu iş hesaplanandan daha az sürede gerçekleştiyse, isteyerek vermiştir kaltak!

Ama yasaları günün koşullarına ve moda eğilimlerine göre yeniden düzenlemek de farz oldu artık. Sizin kottan kastettiğiniz sadece streç modeller mi? Ya tecavüze uğrayan kişi hiphop’çıysa? Pantolon zaten kıçının altında…

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 2 hafta sonra ...

BAZI GÜNLER KALIN, BAZI GECELER İNCE

Bazı günler kalın, bazı geceler incedir. Biraz zorlasan kopar. İşin tuhafı, inceldiği yerden değil, en sağlam sandığımız noktadan kopar. Sağlamlık görecedir. Bir işkenceci, ateşi 40 dereceye çıkınca zangır zangır titrer karşımızda, kurbanlık koyun bakışıyla bakar, çaresiz gözlerle yalvarır. İdam cezasını onaylayan bir bakan, üstüne çayı dökünce acıdan kıvrım kıvrım kıvranır, ağlar hatta. Sağlamlık görecedir. Daha doğrusu, insan sağlam değildir. Ölümle yaşam arasındaki sınır, Kuzey Irak’la Türkiye arasındakinden bile daha gevşektir. Geçirgendir. Geçiricidir.

Üzgün ya da kaygılı olduğumdan söylemiyorum bunları. Üzgün olmakla kaygılı olmak arasındaki o incecik farkı da önemsemiyorum. Önemsemek istiyorum da, beceremiyorum galiba.

Bazı günlerin kalın, bazı gecelerin ince olduğunu bilmek yıpratır insanı. Hiç beklemediği bir fırtınaya yakalanmış gibi savurur durur. Kaba kalabalıklar arasında çırılçıplak kalmış gibi incitir işte…

Oysa çıplaklık, hatta çırılçıplaklık erdemdir. Bunu da üzgün ya da kaygılı olduğumdan değil, aniden Sevgi Soysal’ı hatırladığımdan söylüyorum. Sevgi Soysal, aniden hatırlanacak biridir çünkü. Olur olmaz zamanlarda ruhu kuşatır. Akla sızar. Düşünceyi ele geçirir. Ve en beklemediğin anda çıkar gider. Bir çeşit gitme ustasıdır. Aynen ruha sızma ustası olduğu gibi.

“Çıplaktık, yürüyorduk, utanmayı öğrenmemizle unutmamız bir olmuştu, çıplaktık, yürüyorduk. Kimin sınava girdiği unutulmuştu, çıplaklık unutturucudur. Biz unutmak için, kaçmak için soyunanlardandık, kaçmak için…” Bunlar Sevgi Soysal’ın o müthiş anlatısı; Tante Rosa’dan…

Ayrıca insan, unutmanın da ustasıdır. O yüzden Sevgi Soysal’ı aniden ve olur olmaz zamanlarda hatırladığımdan söz ettim. Unutmasam hatırlamazdım. Unutuyorum. Sık sık unutuyorum ve yeniden hatırlıyorum. Bu gidiş gelişi, bu iniş çıkışı seviyorum. Yoksa, sürekli hatırlamak öldürür insanı. Unutmamak cezadır. Ölümcül bir cezadır hem de.

O zaman yine dönelim Tante Rosa’ya: “Bilemezsin evet bilemezsin. Her şeyi bilmediğin gibi öldüğünü de. Onu başkaları, seni gömenler, senin için yas tutanlar bilir ve unutur.”

Kış ağır ağır sızarken içimize, bir kış günü erkenden ölüveren Sevgi Soysal’ı en azından anmak, en azından Tante Rosa’yı, en azından üç kere üst üste okumak gerek diyorum. Çıplaklığın unutturucu olduğunu öğrenmenin başka yolu yok çünkü. Sahiden yok.

Eğer yaşadığın yerlerde bazı günler kalın, bazı geceler inceyse, çare yok kendinle baş başa kalırsın. Hafiften bir müzik ya da yıllar önce yaşamış bir yazarın kaleminden dökülenler avutabilir seni. Bir film avutabilir; diyelim The Crow. Çekim sırasında içine sahte yerine gerçek kuşun koyulan bir silahla vurulup ölen, bir anlamda babasının kara kaderini sürdüren Brandon Lee avutabilir mesela. Bir şiir avutabilir; diyelim Baudelaire’nin Lethe’si. Ya da müzik dedik ya; Dark Tranquillity’in o müthiş parçası, yani Lethe. Bir nehir avutabilir desek, elbette içine girdiğimizde her şeyi unutacağımız bir nehir gerekir bize. Olsa olsa Hades’in beş nehrinden biri olan, unutma pınarı Lethe’ye gireriz. Çünkü soyunursak eğer, Sevgi Soysal’ın dediği gibi; unutmak için, kaçmak için soyunuruz ancak.

Hatırlamak elzemdir, kaçınılmazdır ve insan olmanın belki de en gerekli koşuludur. Hatırladığımız oranda varoluruz aslında. Ama bazen, öyle bir an gelir ki, bazen unutmak, kaçmak, aslında bunları da kapsayan bir duruş; çıplak duruş, yani soyunmak gerekir. Haddinden fazla gerekir.

Kalemi kara olanlara kısa bir not: Daha önce burada söz ettiğim Karakalem dergisi çıktı, çıktığı gibi de tükendi. Mumla arasan bulamıyorsun. Üç ayda bir yayınlamayı planladığımız Karakalem’i, arkadan itekleyen okurlar ve sayıları hiç de az olmayan yeni yazarlar yüzünden aylık olarak yayınlamaya karar verdik. Ocak’ta ikinci sayı da geliyor yani. Can Yücel’den Baudelaire’a, David Lynch’ten Lovecraft’a, Afife Jale’den Nick Cave’e, Zakkum’a, Dali’ye, Dansöz Süreyya’ya, Syd Barret’e kadar karanlıkta duran ama hayatı aydınlatan herkes Karakalem’de toplandı. 3 Ocak’ta piyasada. Bilemedin 4. Hadi gecikti diyelim, en fazla 5. Yani 6’yı bulmaz!

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

ÜÇÜNÜZÜN RESMİNİ ÇIKARSINLAR YAN YANA

Yıllar, yıllar önceydi. Elime bir kitap, gözüme de mebzul miktarda fotoğraf değmişti; değmeyin keyfime şeklindeki ruh halimle dolanıp durmuştum o sergi salonu senin, bu kitabevi benim… Kitabın adı; Fotoğraf Ölmedi Ama Tuhaf Kokuyor! Sonra hayat yollarımızı kesiştirdi Nazif Topçuoğlu’yla. Hayat mı kesiştirdi yoksa ben mi hayatı zorladım, arkadan itekledim, tam hatırlamıyorum ama Nazif’i tanıdım işte. Tanımak el sıkışmak, oturup sade kahve içmek ve konuşurken parmaklarını çıtlatmak değildir karşılıklı. Tanımak, bir insanın içindeki fırtınanın yüzüne nasıl yansıdığını fark edebilmektir.

Olmak, olamadıklarının bileşkesidir bir anlamda. Ne olduğunu sorarlarsa, en iyi cevap ne olmak isteyip de olamadığını anlatmaktır. O zaman darasını alırsın yaşamının. Kalanı, sensindir zaten. Yıllar önce yapılan bir söyleşide bas gitar çalamadığım için yazıyorum dememin anlamı buydu. Söyleşiyi yapan, kalemle de bas gitar çalınabilineceğini bilmediği için yüzüme bakmakla yetinmişti sadece. Daha doğrusu, baktığını sandı. Ama görmedi. Çünkü bir insanın yüzünü görmek, ama sahiden görmek, tufandır!

Ona bir selam göndermek için değil, fotoğraflarını sevdiğim, sözcüklere yakıştıklarını düşündüğüm için bu köşede de birkaç kez yer verdim Nazif’in işlerine. Birkaç kez de Mehmet Turgut’un fotoğrafları tamamladı yazılarımı. Şuracıktan bir selam göndermek için değil, kendime yakıştırdığım için paylaştım. Ha, onları kendime yakıştırdım ama ben onlara yakıştım mı, orasını bilemem. Takdir benim değil!

Paylaşmanın selamlaşmak olmadığını özellikle belirttim çünkü selam göndermeyi sevmem. Almayı da sevmem. Yalandan bir samimiyet, ahlaksızca bir yakınlaşma halidir selam. Sevdiğim insanı severim zaten; sarılırım, öperim, sevişirim, ensesine vururum, yanağından makas alırım, ne istersek yaparız karşılıklı, kime ne? Diğerlerini, yani uzağımda kalanları da kabullenirim aynı gemiyi (Nuh’unkini değil ama) paylaştığımız için. O kadar. Peki uzaktan uzaktan selamlaşmanın, ya da başka bir tanıdık aracılığıyla selam göndermenin ne anlamı var? Seviyorsam kendim ararım zaten, sevmiyorsam da selam göndermem yalaka gibi.

Yolları ben mi zorladım yoksa yollar zaten zorlu muydu bilmiyorum ama; sonunda yolum Mehmet Turgut’la da kesişti. Yüzü yanıltmadı. Doğal olanı teknikle birleştirmiş bir insanın doğaldan kopmayan ama tekniği ustaca kullanabilen bakışlarıyla karşılaştım. Yeni bir doğallığın habercisi, belki de dışavurumuydu bu. Selam vermedim, kırk yıllık dost gibi sarılıp öptüm.

Kimse söyleşi yapmıyordu ama fotoğrafın içimde uyandırdığı coşkudan söz ettim, belki de fotoğraf çekemediğim için yazıyorum dedim. Oysa o anda çekiyordum. Anladı. Çünkü kalemle de çekilebileceğini biliyordu.

Aynı günlerde, yüzünden tufan okunan bir fotoğrafçıyla daha kesişince yolum, yuh artık dedim. Bu kadarına hazır değilim dedim kalbime. Kendini hazır hissetmekle hazır olmak arsındaki farkı bilecek kadar yıpratmıştı hayat beni. Ve ben, hayata bir çentik bile atamamıştım daha. Çentik değil asında; geminin su almasını sağlayacak küçücük bir delik! Çünkü biliyorum; denize en yakışan gemi, batmış olandır.

Kamerayı ne kadar yukarda tutarsa tutsun, bedenin derinliğini çekiyor Gece Irmaklar. Ve bir tek kişinin fotoğrafını bile çekse, o kişi, o karede çoğullaşıyor. Asla yalnız olmamanın parlak kağıda yakışan hali denebilir mi fotoğraf için? Böyle bir tanım yapılabilir mi? Ben sözlük yazsam, derdim.

Yüzünden tufan okunan dedim ya Gece için, yanlış anlaşılmasın… Nuh Tufanı’ndan söz etmiyorum. Daha doğrusu, Nuh’unki hariç bütün tufanlardan söz ediyorum ve onun dışındaki bütün tufanları seviyorum. Nuh, yanılmıyorsam Murathan Mungan’ın o savurucu dizelerinden birinde geçiyordu; gemisine balık almamıştı yalnızca.

Çünkü balık suyun kaderidir.

İnsanın kaderi de, çekilen bir karede sıkışıp kalmıştır belki de. O yüzden fotoğraf çektirirken ölümü değil, ben öldükten sonraki halini hatırlıyorum dünyanın. Kendimden değil, ardımda kalacak o kareden kuşkulanıyorum.

Ve şu anda, üçünüzün yan yana resmini çekiyorum karakalemle. Ben öldükten sonra, hasır bir çerçeveyle yerleşir belki diye kalbinize.

Kalp, Nuh’u tanımayan tek organdır çünkü bedenimizde. Ve fotoğrafı çekilen değil; çeken asla yalan söylemez.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 3 hafta sonra ...

KURBAN BAYRAMIYLA YILBAŞI AĞACIYLA

VE FAZIL SAY’LA İLGİSİ OLMAYAN BİR YAZI İŞTE…

Atasözlerine itibar etmem. Misal, hiçbir koyunun kendi bacağından asılmayı hak ettiğine inanmıyorum. Koyunları bacağından asan insanoğlu, yaptığından utanmadığı gibi, herkesin kendi yaptığı işten sorumlu olduğunu ima etmek için bir de böyle bir atasözü uydurmuş. Tamam, her koyun kendi bacağından asılır, bir halt işlediysem ben sorumluyum, kimseyi ırgalamaz, bunu anladım… Ama koyunu bacağından asmak kimin fikri? İlk kim bulmuş bu dahiyane yöntemi? Affedersiniz sapık mısınız, hasta mısınız siz? Koyunları bacağından astığınız gibi, bunu saklamaya bile gerek duymuyorsunuz, insanlara fikir aşılayacak bir atasözü uydurup astığınız koyunları da buna alet ediyor, bu arada kendinizi ifşa ediyorsunuz… Koyunu bacağından asmaktan daha kötüsü, bunu normal bir davranış sanmak, saklamaya bile gerek duymadan yaptığını gururla söylemektir ki, bu da bize özgü işte.

Bu söylediklerimin kurban bayramıyla falan ilgisi yok, yanlış anlaşılmasın… Koyun, denk geldi işte. Şimdi “dananın kuyruğu koptu” desem, onu da bayramda hayvan boğazlamaya yoranlar olur. Ondan bahsetmiyorum. Sahiden bahsetmiyorum… Dananın kuyruğu koptu, yani korkulan şey oldu işte, sonunda beklenilen şey başımıza geldi… Buraya kadarmış dost! Ha, bunu anladım ama atasözü müdür artık deyim midir nedir, böyle bir laf edenin, bu lafı pek beğenip de asırlar boyunca aktara aktara günümüze dek getirenlerin sıkıntısı ne? Danaların kuyruğu sahiden kopmaya mı meyilli? Durup dururken kuyruk mu döküyor bu iri yarı hayvanlar? Yoksa kuyruğuna halat bağlayıp çekiyor mu insanoğlu? Çekerken fazla abanıyor da kopartıyor mu kuyruğu? Bu lafı da ha bire dana kuyruğu kopartan, kopuşuna şahit olan birileri mi uydurmuş? Eğer öyleyse, zavallı hayvanların kuyruğunu çekiştiren, çeke çeke kopartan varlıklarla benim, bizim, sizin aynı soydan geldiğinizi nasıl kabullenebiliriz? Biz de mi manyağız yoksa? Kuyruk çekiştirmesek de, çekiştirenlerin, kopartanların genetik şifrelerini mi taşıyoruz?

Yemin ederim kurban bayramıyla ilgili bir şey söylemiyorum… Dana da denk düştü işte. Yoksa kendime söz verdim; şimdi bayramdan çıktık siftah, önüne gelen bayram yazısı yazar, sen yazma bari diye uyardım kendimi. Bu, uyarılmış halim! Misal, geçen hafta da Fazıl Say’a kayıtsız kalmam konusunda kendimin kulağını çekmiştim. Hangi gazeteyi açsan Fazıl, hangi kanala baksan Fazıl… Fazıl beni de say, giderken yanına al, demek kolaydı. Kastım kendimi, demedim.

Bu yazının ana fikrinin kurban bayramıyla ilgisi olmadığını kanıtlamak için koyun ve danadan sonra ağaçlardan söz etmek istiyorum müsaadenizle. Tahmin ettiğiniz gibi yaşken eğilen ağaçlardan… Eğitimle ilgili çok önemli bir ayrıntıya vurgu yapan, çocuk yetiştirme konusunda kulağımıza küpe yapmamız gereken bu atasözünü takdirle karşıladığımı söylemek boynumun borcu. Sahiden öyle. Kartlaşmış birine, o yaşa kadar öğrenemediyse, affedersiniz ama bi bok öğretemezsiniz artık, iş işten geçmiştir. Çok anlamlı ve derin bir söz bu. İlk söyleyen atam kimse artık, takdir ediyorum, nurlar içinde yatmasını temenni ediyorum huzurunuzda.

Yine de ağacın eğilmemişini tercih ettiğimi de söylemeden geçemeyeceğim. İnsan baltanın tersiyle vura vura eğmiyordur herhalde ağacı, ders olsun diye! O kadar da manyak olduğumuzu sanmıyorum. Konduramıyorum kendimize. Herhalde rüzgarın falan etkisiyle, hele de fırtına neyin çıktıysa, yaş ağaç eğilir, iki büklüm olur, öyle de kalır zavallı, anlamında söylenmiştir bu söz. İyi de, bunun neresi güzel? Eğilmese de dalyan gibi dikine dikine serpilip gelişse daha güzel olmaz mı? Yoksa ağacın yamuğu mu makbul?

Çocuğu da rüzgar misali beline vura vura iki büklüm edince daha mı iyi oluyor. Eğitim bu mu sahiden? Hayır, anlamadığım için soruyorum… Yoksa kurban bayramıyla da, yaklaşan yılbaşı için kesilip evin ortasına dikilen çamlarla da ilgili değil söylediklerim.

Bu söz mecazi anlam içeriyor, çocuğun iskelet sistemiyle ilgisi yok, elbette belini yamultmayalım diyen olursa, yaptığı mecazı da açıklamasını beklerim. Bu da benim hakkım. Belini yamultmayalım da beynini mi yamultalım? Yani aklı mı iki büklüm olsun çocuğun…

Yaş mı da kuru mu, umurumda değil… Eğik ağacı sevmiyorum işte. Eğenleri, hiç sevmiyorum, o ayrı!

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

DÜNYA, HENÜZ SIKILMAMIŞ

BİR ERGENLİK SİVİLCESİ GİBİDURUYOR KARŞIMIZDA

Bu kuzguni gökyüzünün altında verilen her karar yanlış karardır. İnanmayan, Adem’den başlayarak gemisini kaptıran Nuh’a, ömrü Brütüs’ün sırtını sıvazlamakla geçen Sezar’a, yanlış camdan atlayan Kaan İnce’ye, yaşamı sırtlamaktan yorulan Pavese’ye, koyu kıvamlı bir ruhu yıllarca içinde gezdirmekten usanmayan Kafka’ya ve narin bir ölümü aynanın çatlayan kenarında görmenin ustası olan Sevim Burak’a sorabilir.

Dünya, yani MS 2008 yaşına basan şu iki ucu hafif basık küre, defolu bir geometrik şekil olarak doğmuş, bu doğuşun bedelini de fazlasıyla ödemiş zaten. Kendimden ve çevremdekilerden iyice uzaklaştığımda, yani uzayın derinliklerinde avare avare dolaşıyor hissine kapıldığımda şöyle bir göz atıyorum dünyaya, telaşa kapılıyorum. Basbayağı iri bir ergenlik sivilcesi şeklinde duruyor o sonsuz boşluğun içinde. Sıksan iltihap fırlayacak, sıkmasan, kendi kendine geçsin diye beklesen, kesin izi kalacak.

Bu yıl, bilmem kaçıncı kez hiç kimseye sarılmayarak, bana sarılan kollara da temkinli yaklaşarak, uğur getirsin diye kırmızı don falan da giymeyerek girdim yeni yıla. Yeni yıl dediğim, eski yılın devamı ve kesintisiz izdüşümü olan bir zaman diliminin gece tam 12’ye tekabül eden bölümü. Gerisi hikâye. Hayır, sadece gerisi olsa iyi, geleceği de hikâye.

Yılbaşı gecelerini, tutunduğu şeyin dal olmadığını fark eden bir insana benzetirim hep. Dal da, şaşkınlık içinde, kendine tutunulmadığını fark eder. Bu karşılıklı fark etme hali, ekonomide arz-talep dengesi, Marksist terminolojide tez-antitez-sentez, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nde ne ekersen onu biçersin, argoda papazı bulduk, daha pis argoda ise y…. yedik olarak adlandırılır.

Yılbaşı da, uçurumdan düşerken bir dala tutunmak da, tutunan insan da, dal da, hatta tutunamamak ve bayır aşağı uçmak da; hepsi de adlandırılmıştır. Adlandırmak, yok etmektir. Defterini dürmektir. Adını koymak, sınırlarını çizmek ve o sınırların içine hapsetmektir. Emin değilim ama, adlandırılmış, sınırları koyulmuş ve mecbur bıraktırılmış bir gece olduğu için belki de, bir türlü yıldızım barışmadı yılbaşıyla. Yıldızım dediğime aldanmayın, yıldızım falan yok aslında; deyim böyle… Açıkçası sevemedim gitti yılbaşını. Mecburen eğlenilecek, mecburen sevinilecek, kredi kartı borçları, elektrik ve doğalgaz zammı s.ke s.ke unutulacak, yağlı karınlarla göbek atılacak, içip içip naralar atılacak bir gece olduğu için belki de… Kısacası sıkıntı basıyor beni, herkes gibi “haydi bütün eller havaya” moduna giremiyorum, coşamıyorum, kırmızı don giyinip şarabın dibine vuramıyorum, kuruyemişler mi dersiniz, meyveler, hindi budu, çerkez tavuğu, fırında sütlaç, olmadı sakızlı muhallebiler mi dersiniz artık… affedersiniz sıçıncak yeyip içemiyorum… coşamıyorum ben!

Hadi hiç sıkıntım yok diyelim, yeni yıldan da acayip güzel şeyler bekliyorum mal gibi, hangi ülkede yaşadığımın falan da farkında değilim diyelim, yani ebleh ebleh giriyorum yeni yıla… ne oluyor… bu sefer de biz eğlenirken zavallı Noel Baba tek başına neler yapıyor sokaklarda, kâh geyiklerin çektiği kızakta gökyüzünü arşınlıyor, kâh karlara bata çıka o mahalle senin, bu mahalle benim dolaşıyor diye üzülüyorum. Psikolojide Noel Baba Hüznü olarak adlandırılan, tedavisi zor bir duygusal travmatik semptom olan “Nobahüz” hastalığının pençesine düşüyorum. Hem de o meşhur gecenin saat tam 12’sinde. Çanlar çalar, ışıklar söner, dansözler zil takar oynarken, nedir bu Noel Baba’nın çektiği, o baca senin bu baca benim dolanıp bacalardan aşağı oyuncak paketi sallandırmak nasıl bir kaderdir Allahım diyorum, yediğim hindinin ince kenarlı kemiği, fasulyenin kılçığı, antep fıstığının kabuğu boğazıma duruyor.

Bütün sakallı ihtiyarlar, ki buna Noel Baba da dahil, yanlış verilmiş kararların kurbanıdırlar. Çünkü dünya, henüz sıkılmamış bir ergenlik sivilcesi gibi duruyor karşımızda!

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

ÖDEVİNİ BİTİREMEDEN ÖLMÜŞ BİR ÇOCUK

KAÇ ALIR COĞRAFYA YAZILISINDAN?

Belediye otobüsündeyim. Bildiğiniz kırmızı kasalı uzun araç. Akbilimi basmış, önden üçüncü sıradaki koltuğa, koridor kenarına oturmuşum. Yani değişen hiçbir şey yok hayatımda.

Yan koltukta 10-11 yaşlarında bir çocukla babası olduğunu tahmin ettiğim seyrek bıyıklı bir adam oturuyor. Tahmin ediyorum; çünkü baba tahmin edilebilir bir şeydir.

Adamın elinde gazete var. Çocuk da göz atıyor gazeteye. Sonra, "Asgari ücret ne baba?" diye soruyor kırık bir sesle. O seyrek bıyıklı adamdan tok bir ses çıkıyor, tane tane açıklıyor çocuğa. Çocuk, tekrar göz atıyor gazeteye ve babasının cevaplayamayacağı bir soru daha soruyor. "Ama fakirlik sınırı bilmem kaç yetele, açlık sınırı bilmem kaç yetele, eee... Asgari ücretle çalışanlar aç mı kalacak şimdi?"

Evet yavrum... Devletin bazı resmi kurumları araştırmalar yapıp açıklıyor açlık sınırını, devletin başka resmi kurumları da çalışanın aç kalmasını öngören bir ücret belirliyor. Çocuk aklı işte, bunun mantığını bir türlü çözemiyor, tek çare, babasına soruyor. Babası nerden bilsin. Hayır, ben de bilmiyorum... Kim biliyor Allahaşkına?

İktidar nedir? Uluslararası görüşmelerde başarı kazanan, cari açığı azaltan, sınır ötesi harekat yapabilen şeylere iktidar mı denir mesela? Bence iktidar, on bir yaşındaki bir çocuğun sorusuna cevap verebilmektir. Veremiyorsan tırtsın kardeşim.

Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’ndeki hiçbir iktidar, on bir yaşındaki çocukların sorusuna cevap veremedi. O yüzden de batmakla çıkmak arasında kalmak, bata çıka, hebele gübele yaşamak zorunda kalmak kaderimiz oldu işte.

Döviz kuru, 301’i makyajlayarak aynı şekilde kalabilmesini becerebilme yetisi, Cemil İpekçi’nin kadın olsaydı türban takarmıştı durumu, karakolda ölenlerin kurşun delikleriyle tarumar olmuş gömleklerinin ortadan kayboluşu, gömlek kayboldu, kanıt yok, öyleyse suç da yok, suçlu da yok şeklinde gelişen adalet sisteminin mülkün temeli oluşu, mülk demişken, mortgage miydi garbage miydi neydi, seksen sene para ödeyip ev bark sahibi olma imkanı ve imtiyazı, yine de kefenin cebi olmadığı için hayatını adadığı evi buralarda bırakıp öbür yöne göçme gerçeği, Kardak kayalıklarında Yunan hücumbotları eşliğinde balık tutan balıkçılar ve tavada kızartılan militarist balıkların kılçığını iyi ayıklama zorunluluğu, Tarkan’ın kirli sakal bırakmayı metamorfoz sanması, eski hamam eski tasa yeni isimler takılması ve Demet Akbağ’ın bir televizyon programında metamorfoza metaformoz demesi, üstelik aynı programda Kafka’nın Dönüşüm’ündeki kahramanın örümceğe dönüştüğünü söylemesi, işin daha da kötüsü, örümcekle hamamböceği arasında pek bir fark görmeyen, o da böcek bu da böcek, ikisi de aynı bokun soyu nasıl olsa diye düşünen kahraman halkım umurumda bile değil. On bir yaşındaki bir çocuğun sorusuna cevap verdin, verdin… veremedin, hepsi boş.

Mesele asgari ücretle sınırlı değil ki. Çocuk aklı bu, biraz boş bıraksan ne sorular sorar. Apışır kalırsın. Bir tür kıvırma, oyalama ve hiçbir şey yapmadan yapıyor gösterme sanatı olan politika, yalnızca çocukları etkilemez. Sanki gizli bir güçleri, sihirli bir kalkanları vardır çocukların. Kolay kolay kandıramazsın. Yalanı anında anlarlar ve şak diye yüzüne vururlar.

Hatta, asgari ücrete askeri ücret, parkaya parke diyen bir toplum şaşırtır çocukları. Onlar genelde “r”leri söyleyemezler ama söyledikleri her şeyi de doğrudan, şak diye söylerler. Mesela, asla istifra etmez çocuklar. Kusar. Kustuysa kustum der, hiç çekinmez. Kusmanın sosyetik şekli sandıkları istifra sözünü uydurmazlar mesela.

Hayır, söylemeyi becerseler gene iyi. İstifra ettim diyebilseler bir derece yani. Onu da beceren yok Allah için. Her kusan kibar kibar “istifa ettim” diyor. Et anasını satayım, parmağını boğazına kadar sok, istifa et!

Çocukların sordukları sorular bir yana, benim de cevabını beklediğim bir soru var. Sanıyorum, o sorunun cevabını almadan bırakmayacağım yakalarını. Yazmayı ve yaşamayı asla bırakmayacağım…

Henüz ödevini bitiremeden ölmüş bir çocuk, kaç alır coğrafya yazılısından?

Evet, kaç alır?

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

NE ZAMAN KENDİME GELSEM ÇİN?DEN

UPUZUN UYANMAK GELİYOR İÇİMDEN *

Hiç kimse bir diğerine bağlandığı kadar kendine bağlanamıyor. İnsanın, kendinle ilgili bir bağlantı hatası var. Gerçi kopmanın her çeşidi kötüdür ama insanın kendinden kopması başlı başına bir felakettir. Yıkımdır bir bakıma.

Oysa hiç kimse bir diğeriyle aynı kokuyu alamaz kır çiçeklerini koklarken. Bir ölü, başka bir ölüyle aynı kefene sarınamaz. Vişne şarabıyla absolut votkanın tadı ne kadar farklıysa, öğleden sonra üçte sevişmekle sabaha karşı sevişmek arasındaki ince ayrım da o denli keskindir. ?Keskin? sözünü mecazi anlamda kullanmıyorum çünkü mecaz sevmem. Daha doğrusu, sonu caz?la biten hiçbir kelimeyi sevmem. Keskin, bildiğimiz keskin işte! Düzanlam. Yani öğleden sonra üçte sevişmek yorar, sabaha karşı sevişmek kanatır. Basbayağı, doğrudan doğruya kanarsın ve tütün basmakla, pansuman yapmakla durmaz kanama. Çivinin çiviyi söktüğü gibi, kanı da kan kurutur. Yani ?o? kanarsa sen durursun, sen kanarsan ?o? durur. Asla aynı anda kanamazsınız, asla aynı anda durmaz kanamanız. Bu durum bütün kutsal kitaplarda, mitolojide ve tıp literatüründe ?aşk? olarak adlandırılır.

Bütün dillerde kanın söylenişi de yazılışı da farklıdır belki ama kokusu değişmez. Her dilde aynı kokar kan. İngilizce?de de, Çince?de de aynı kokar. Başka dil kalmadı mı, niye sadece İngilizce?yle Çince?yi örnek veriyorsun derseniz, yakınlık derim?. Coğrafi değil, akustik yakınlık. Hatta bir adım daha ileri gideyim; lenguistik yakınlık! Çin?de İngilizce konuşanların sayısı, Amerika?da İngilizce konuşanların sayısından fazlaymış! O kadar çok Çinli var ki, azıcık kısmı İngilizce konuşsa, Amerika?yı solluyor? Zaten bilirsiniz; bütün Çinliler aynı anda zıplasa Amerika?da deprem olur mu şeklindeki bilimsel çalışma mı diyeyim artık, ırksal geyik mi? epey meşgul etmişti bir zamanlar kafamızı. Hazır fırsat bulmuşken iki dakikalığına da olsa Ahmet Mete Işıkara gibi konuşuvereyim; deprem meprem olmaz! Depremin zıplamayla alakası yok. Binalara çelik konstrüksiyon yaptırırsan doğa Çin?i falan siklemez. Taktırmazsan, Guatemala?da bir aşiret zıplasa kalırsın apartmanın altında.

Kanamadan, tabii ki ayrı ayrı, herkesin kendine ait olan kanamadan, sevişmeden ve Çin nüfusundan söz etmişken, ister istemez Çin?de herkes aynı anda sevişse ne olur diye bir soru da geliyor insanın aklına. Bir kere, kesinlikle deprem olmaz, bu konuda hemfikiriz sanırım. Bir gecede kondom satışları üç yüz bin kat artar, ince plastikten parmak şeklinde tırtıklı, elma kokulu, kayganlaştırıcılı torba imal eden insanlar aniden dünyanın en zengini olup çıkarlar. Demek ki Bill Gates olmanın bile garantisi yok. Hayat böyle bir şey işte. Hiç ummadığın bir aktivite karşısında zenginliğin beş para etmeyiverir, torbacılar aşağılar seni, bir gecede seni paralarıyla dövecek duruma gelirler. Bütün windows?ları açıp yaşlı gözlerle seyredersin New York?un hüzünlü caddelerini? Ağlarsın Bill? İnce plastiğin karşısında yenilirsin. Ezilirsin affedersin.

Şimdi izninizle Çin?den kendime dönmeyi deneyeceğim. Ne zamandır bütün salıları hayatımdan çıkarma ve içinde yedi olan sayıları rencide etme eksersizleri yapıyorum. Basbayağı, çok önemli bir işmiş gibi oturuyorum masanın başına, saatlerce çalışıyorum. Salısız yaşamanın yöntemini arıyorum yaza çize, içe ayıla, düşe kalka? 7?siz çarpmalar, bölmeler yapıyorum, çıkan sayıları küçük kağıtlara yapıştırıyorum. Çin falına inanmadığım için belki de, başaramıyorum. Ya da başarıyorum ama başardığımın farkına varamıyorum. Geceleri yapıyorum bunları. Gece?yi öpmek gündüz düş görmeme neden oluyor. Yazının başında ?Hiç kimse bir diğerine bağlandığı kadar kendine bağlanamıyor? dedim ya, itiraf ediyorum laf olsun diye söyledim onu. Henüz yazının başındayken ne anlama geldiğini, ya da bir anlamı olup olmadığını bilmiyordum. Yemin ederim bilmiyordum. Nasıl döndüm dolaştım da kendime inadım böyle? Şimdi biliyorum, sahiden biliyorum ki insanın kendinle ilgili bir bağlantı hatası var.

İnsanın salıyla, 7?yle, Çin?le, kanla ve kondomla ilgili de ciddi bağlantı hataları var. Hata insanı olgunlaştırabilir. Hata insanı ölgünleştirebilir de. İkisi de mümkün!

Şimdi izninizle yeniden kendime dönmeyi deniyorum. Kısa kısa notlar iliştiriyorum yazımın sonuna? Umay Umay kendine, sadece kendine değil aynı zamanda bana, ayrıca sana, sonuçta hepimize döndü sonunda? Yakında single?ı, sonbahara doğru da albümü çıkıyor. Delice bekliyorum?

Bu arada Karakalem?in 2. sayısı da hazır? Şubat 1 dedin mi bayilerde? İlk sayı aniden bitiverdi, sevindim mi peki; kesinlikle hayır. İlk defa bir dergi hazırlamışım, günde elli tane mail alıyorum piyasada yok, bulamıyoruz diye? Bu kadar mı delirdi herkes, üç günde bitti mi bu dergi bütün Türkiye?de, kimse okuyamadıysa ne anlamı kaldı yaptığım işin? Yoksa ?kıl oldum abi? diye diye bana karşı internette örgütlenenler paraları denkleştirdi de piyasadan topladılar mı dergiyi? Hepsini toptan satın alıp underground dehlizlerde benzin döküp yaktılar mı?

Ayrıca www.altayoktem.net de güncellendi, daha doğrusu bambaşka bir şeye dönüştü?

Gelelim bu yıl bana yapılan, ya da benim kendime, ya da Enver Ercan?la falan birbirimize yaptığımız sürprize; 21 Ocak?ta Tünel?de Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi?nde, akşam altı, altı buçuk gibi? Sürprizi açıklamıyorum, adı üstünde, şiirli ve başka bişeyli bir sürpriz işte! Hadi ama?

* Can Yücel

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

İKİ KADIN… İKİ AŞK

JANİS KADAR BİR BOŞLUK VAR RUHUMDA

Kadınlar terk eder! Bir evi, bir erkeği, bir duyguyu, bir sevinç çığlığını ya da gözyaşını, bir ülkeyi, henüz adı konulmamış bir halkı, küçük, sarı burunlu bir kediyi, halının üzerinde bıraktıkları ayak izlerini, yastıktaki saç tellerini ve dokundukları her şeyi tılsımlı bir eflatuna dönüştürebilme becerilerini ardında bırakıp, her an çekip gidebilir kadınlar.

Gitsinler! Zaten ben gidenlerin değil, kalanların arasındayım. Kalan, gidemediği için değil, gitmemeyi tercih ettiği için kalmıştır. Ve kalınan yer, gidilenden daha sıkıcıdır her zaman…

Gitmek kurtuluştur bazen. Bazen de gitmek ölümdür! Başıboşluktur. Kaostur! Kalmak, kalınan yeri taçlandırmaktır. Kalınan yeri kirletmektir aynı zamanda.

Beni ilk terk eden Janis oldu. Altı yaşındaydım ve henüz çürümemişti ruhum. Ne kadınların terk edebileceğinden haberim vardı, ne de şarkı söylemenin hayatı acıtmakla ilgili olabileceğini biliyordum daha. Kendi küçük lunaparklarımla doluydum. Varsa yoksa dönmedolap, varsa yoksa atlıkarınca…

Oysa bir kadını sevmek, bir ülkeyi sevmeye benzermiş. Çok sonra öğrenecektim bunu. Ve atlıkarıncadan düşmek, büyük bir tecrübeymiş. Meğer ben altı yaşındayken, Hollywood’daki bir otel odasında; sadece sesini değil, geleceğimizi, yaşama ihtimalimiz olan aşkları, hayatın karanlık ve sıra dışı taraflarını da koltuğunun altına almış, bilinmeyen bir yöne doğru yola çıkmış Janis.

Dünyayı terk eden ilk kadın değildi elbette. Son kadın da olmayacağı kesin. Dünyanın, terk edilmeyi hak edip etmediği ise, tartışmasız bir gerçek olarak duruyor karşımızda. Umurumda değil! Sonunda ben büyüdüm ve dünyayı takmayan o kadın geri döndü… Sessiz ve derinden döndü. Hayata sıkı sıkı kapattığım odamın kapısından sızdı içeri. Duvarıma poster oldu. Teybime, durmadan bandı kopan bir kaset olarak yerleşti. Çığlığı doldurdu ruhuma yeni tüneyen delikleri. Ve dur durak bilmeden yeni delikler açtı ruhumda.

O kara gırtlağından çıkan sesin, hayata attığın incecik çizgilerin ve nefret eder gibi, hayata kusar gibi söylediğin şarkıların karıştı uykularıma. Uykular önemlidir Janis. Hayat uykulardan başlar ve sonra karışır uykusuzluğa. İnsan, uykusunda gerçektir, uyanınca yüzüne yakışan bir maske bulur. Bunları sen öğrettin bana. Ve yüzüne uygun maske bulamadığın için terk ettin dünyayı. Çıplak bıraktın ve gittin.

Beni şarkıların büyüttü ve hâlâ büyütüyor şarkıların. Her zaman yanımdaydın ve ben, sana dokunmaya cesaret edemeyecek kadar korkaktım hep. Yine korkağım Janis. Yine dokunamam. Dinlerim sadece. Büyülenmiş gibi, tapar gibi, tanrıya ulaşmış gibi dinlerim ve susarım sonsuza dek. Kadınlar terk eder! Bunu öğrendim artık. Ama sen, hayatıma giren ilk kadındın. Hiç çıkmadın.

YÜZÜMDEKİ BÜTÜN ÇİZGİLER ÜŞÜYOR BJÖRK

Aşk çizgiseldir. Her ne kadar inişli çıkışlı, düşüşlü kalkışlı, savrulmalı, ölüp ölüp dirilmeli bir kavram olsa da, sonunda sular durulur ve incecik birer çizgi kalır aşklardan geriye. Bulutların üzerine savrulmanın da, hızla yere çakılmanın da etkisi çabuk geçer. Hafıza, acının fazlasını siler. Zevkin fazlasını ise birkaç kat arttırarak işler kayıt defterine. O yüzden yalancıdır hafıza, yanıltıcıdır. Kesinlikle dürüst değildir. İyi ki değildir.

Her şey geçer ve yaşanan aşklar incecik birer çizgiye dönüşüp göz altlarımıza, dudaklarımızın kenarına yerleşir. Dikkatli bakınca, yaşlılığın çizgisiyle aşkın çizgisi ayırt edilebilir. Tecrübeli bir göz şıp diye anlar farkı.

Björk yaşlı mı? Elbette değil. Ama yüzündeki incecik çizgileri görmemek imkânsız. O çizgilerin aşktan kaynaklandığını da ruhu soğuğa maruz kalan her ölümlü anlar. Hemen anlar.

Belki ben bir çizgiyim! Björk gülümsediğinde, üst dudağının kenarından başlayıp sağ yanağına doğru uzanan o incecik, belli belirsiz çizgi benim belki de.

Şimdi bütün çıplaklığımla, yani ruhumun harita metot defterindeki kenar süsüymüşüm gibi soyunup çıktım işte Björk’ün karşısına. Peki ne var defterdeki kenar çizgisinin diğer tarafında? Ne olabilir ki… Küçük bir papatya, bacası tüten çarpık çizilmiş bir ev, hadi bilemedin kırlarda koşuşturan doru atlar… Gülümserken dudağının kenarında beliren çizgi, harita metot defterindeki kenar süsü kadar şıklaştırıyor beni. Aniden çocuk oluyorum. Renkli kalemlerle süsler yapıyorum defter misali kendime. Aniden büyüyorum sonra. Odama kapanıp, resimlerine bile bakmadan, sadece sesinin etkisiyle kıvranıyorum acıyla ve zevkle…

Björk, gotik zamanlardan geri gelen asimetrik bir buz kraliçesi gibi giriyor hayatıma. Güzel mi; asla değil. Çirkin mi; kesinlikle değil. İkisinin de dışında, ikisinin de ötesinde... Sesi, şarkı söyleyen bir kadının sesi mi, yoksa hafif buğulu bir büyünün etkisine mi giriyorum onu dinlerken? İkincisi elbette. İkincisi ve sonuncusu!

Bir şarkıcıyı, bir kadını, bir insanı sever gibi değil; kuzey rüzgarlarına aşık olan, kuzey rüzgarlarıyla sevişen ve rüzgardan küçük, sevimli, hırçın çocukları olan bir masal kahramanı gibi hissediyorum kendimi. Sular çekiliyor kıyılarımdan. Sular gürültüyle değil, usulca çekiliyor ve yeryüzüne iniveren bir tanrının eline bırakıyorum kendimi.

Seni dinlerken Björk, dudağım ağır ağır uzanıyor o büyülü sesine. Uzanmakla kalmıyor, dokunuyor da! Yüzümdeki bütün çizgiler üşüyor Björk.

Altay Öktem

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...