Jump to content

Osmanlıda Harem Hakkında Bilinmeyenler


mucit41
 Share

Recommended Posts

[center][center][size="4"][color="#008080"][b]Osmanlıda HAREM Hakkında Bilinmeyenler[/b][/color][/size][/center]

Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet'in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.

Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de Enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır.

[img]http://img692.imageshack.us/img692/6822/52763172.jpg[/img]

Osmanlı Haremi’nin arkasındaki sır perdesi açılıyor. Valide Sultanlar, İkballer, Kızlar Ağası, Kalfalar, Cariyeler ve diğerleri. Padişahın özel alanı olarak kabul edilen Harem bir okul muydu yoksabir bakireler evi mi? Harem’e kimler girip çıkabilirdi? Cariyeler nasıl seçilirdi? Padişaha ihanet eden cariyeler kimlerdi? Padişahların cariyelere aşk mektupları yazdığı doğru mu? Cariyeler Padişahların karşısına çıplak olarak mı çıkardı? Batılı yazarların Harem’le ilgili erotik tasvirleri gerçek mi? Harem’le ilgili herşey...

[img]http://img682.imageshack.us/img682/5695/20785440.jpg[/img]

II. Murat’a kadar Osmanlı padişahları ya kendi çevrelerindeki kızlarla ya da savaştıkları kralların kızlarıyla evlendiler. Bu yüzden Osmanlı’da bir harem teşkilatı yoktu. Harem ve Enderun Mektebi İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından kuruldu. Böylece erkekler Enderun’da kızlarsa Harem’de eğitilmeye başlandı. Harem bir “kısrak yuvası değil” tıpkı Enderun gibi bir eğitim kurumuydu.

[img]http://img189.imageshack.us/img189/5248/99787919.jpg[/img]

Fatih Haremi niçin kurdu? Harem’in Türk geleneklerinde yer almamasına rağmen Fatih tarafından kurulmasının başlıca nedeni güvenlik ve devlet sırlarının açığa çıkmasını engellemkti. Fatih’e kadar Osmanlı padişahları ya kendi çevrelerindeki kızlar, ya beylerin kızları ya da savaştıkları kralların kızlarıyla evlenirlerdi. Özellikle yabancı kralların kızları her ne kadar Müslüman olup Osmanlı kültürünü benimseseler de kendi soylarını unutamayanlar da çıkıyordu. Bu nedenle de kendi ülkelerine çoğu zaman açık ve gizli mektuplar gönderiyor, devlet güvenliğini tehlikeye düşürüyorlardı. Saray dışından evlenmek ise reyayadan veya tebadan bir aileyi saraya katmak anlamına geliyordu. Osmanlı padişahları bunun da devlet güvenliği açısından sakıncalı olduğunu düşündüler. Bu nedenle de Harem kuruldu ve burada yetiştirilen kızlardan en zeki ve güzel olanı daha sonra Padişahın karısı olmaya hak kazanırdı.

[img]http://img806.imageshack.us/img806/1007/85132548.jpg[/img]

Haremin başında kim vardı? Osmanlı’da herşeyin başı Padişahtı. Harem de padişahın sorumluluğundaydı. Ancak padişahın haremle ilgili haklarını “Kızlar Ağası”, ya da “Harem Ağası” denilen iğdiş edilmiş bir erkek kullanırdı. Kızlar Ağası sadece padişahtan ve sadrazamdan emir alırdı. Kızlar Ağası, genellikle Mısır’da yetiştirilmiş, sonra da iğdiş edilmiş bir Arap olurdu. Harem’in iç bölümlerinden ise “Haznedar Usta” adındaki bir kadın sorumluydu.

[img]http://img257.imageshack.us/img257/7908/37416060.jpg[/img]

Haremin ünlü şair ve bestekarlar kimlerdi? Haremin iç işlerinin idaresi Haznedar Usta’nın emrinde çalışan kalfalara aitti. Bu kalfalar Harem ile padişah arasında da elçilik yaparlardı. Bunlar cariyelerin en yeteneklileri arasından seçilir, edebiyat ve müzik ve hat sanatında iyi derecede eğitim alırlardı. Kalfalar ayrıca çok iyi saz çalarlardı. Bugün de bestleri hala çalınan ünlü kalfalar Tarabsaz Kalfa, Dilhayat Kalfa, Gülfer Kalfa, Dürringar Kalfa ve Menekşe Kalfa Harem şairlerinin en ünlüleriydi.

[img]http://img39.imageshack.us/img39/9932/58869869.jpg[/img]

Harem’de ilk ve son ihaneti yapan Kalfa kimdi? Harem’deki bütün kalfalardan herşeyden önce padişaha karşı sadakat beklenirdi. Ancak buna rağmen Harem’de yaşanan bir ihanet tarih kayıtlarına geçti. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi olayında harem kalfalarından Arz Niyaz Kalfa, Hüseyin Avni Paşa’nın casusu olarak çalıştı ve padişahla ilgili gizli bilgileri dışarı sızdırdı. Bunun sonucunda Arz Niyaz Kalfa idam edilmek yerine Harem’den kovuldu

Saraydaki cariyeler nasıl seçilirdi adları nasıl konurdu? Cariyeler Kızlar Ağası tarafından hazırlanan özel bir sınavla seçilirdi ve isimleri bu sınav sonrasında Kızlar Ağası tarafından verilirdi. Saraya giren bir genç kız Kızlar Ağası’nın verdiği isimle çağrılırdı

[img]http://img249.imageshack.us/img249/7083/84879184.jpg[/img]

Cariyeler Harem’den ayrılabilirler miydi? Cariyelerden biri herhangi bir nedenle saraydan ayrılmak istediği zaman padişaha bir dilekçe yazıp dörde katlar ve bu dilekçede ayrılma sebebini anlatırlardı. Cariye daha sonra bu dilekçeyi padişahın görebileceği bir yere koyardı. Padişah bu isteği gözden geçirir ve cariyeye Haremden ayrılma iznini verirdi

[img]http://img194.imageshack.us/img194/2396/67372510.jpg[/img]


Devlet ileri gelenlerinin kızları hareme alınır mıydı? Osmanlı’da Harem sanılanın aksine bir zevk ve eğlence yeri değil, bir eğitim kurumuydu. Buradan yetişen kızlardan en zeki ve güzel olanı padişahla evlenirken, diğerleri de yüksek düzeyli devlet adamlarıyla evlendirilirdi. Bu yüzden de devlet ileri gelenlerinin çoğu kızlarını Hareme vermek için birbirleriyle yarışırlardı. Ancak bunu başaranlar oldukça azdı. Çünkü çünkü Haremden sorumlu olanlar ancak hatırını kıramadıkları devlet adamlarının kızlarını saraya alabiliyorlardı. Hareme kabul edilen bu kızlar da üç yıl eğitim gördükten sonra evlerine gönderiliyorlardı. Harem bu yönüyle bir kızlar okulu gibiydi.

[img]http://img824.imageshack.us/img824/4845/44642333.jpg[/img]


Haremi dağıtmak istediği çin öldürülen padişah kimdi? Osmanlı’da padişahların evlilikleri hep Harem içinden olurdu. Bu kuralın dışına çıkan tek deneme Sultan İkinci Osman, yani Genç Osman tarafından yapıldı. Genç Osman Sadrazam’ın kızıyla evlenerek Haremi dağıtmaya kalkıştı. Bu olaydan sonra Genç Osman Yeniçerilerin ayaklanmasıyla karşılaştı. Yeniçeriler padişahı Yedikule Zindanları’na kadar sürükleyerek vahşice katlettiler. Bu ölüm, dünya tarihinde bir padişaha karşı yapılmış en onur kırıcı öldürmelerden biri olarak kabul edilir.

[img]http://img696.imageshack.us/img696/2483/33012941.jpg[/img]


Hangi Padişah’ın annesi ölmeden önce bir “Katolik Papaz”la görüşmek istedi? Osmanlı’da özellikle yabancı kökenli kadınlar Hareme alındıktan sonra dinlerini değiştirip Müslüman olsalar da çoğu kez kendi ülkelerini ve geleneklerini unutamıyorlardı. II. Mahmut’un annesi Nakşdil Sultan, ölmeden az önce oğlundan kendisine bir Katolik Papaz getirilmesini istedi. II. Mahmut bu durumdan pek hoşlanmadıysa da annesinin son dileğini kabul ederek bir Katolik Papaz çağırttı. Ancak bir daha böyle bir olayın tekraranmasını istemediği için Haremi yeniden düzenledi ve artık saraya sadece Müslüman olan Çerkez ve Gürcü carieyeler seçildi.

[img]http://img708.imageshack.us/img708/1590/15290839.jpg[/img]


Haremi hangi padişah niçin kaldırdı? Harem’e sadece Gürcü ve Çerkez cariyelerin alınması kuralı son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin’e kadar sürdü. Sultan Vahdettin çağın artık değişmesiyle beraber haremi dağıtma kararı aldı ve uyguladı. Haremde kızları olan aileler kızlarını Harem’den alırken, ailesi olmayan kızlar ise kendilerine yetebilecek bir para verilerek çırak edildiler

[img]http://img710.imageshack.us/img710/4229/80396364.jpg[/img]

Hangi cariye Şehzade’ye aşık oldu? Sultan Abdülhamit’in ikinci oğlu Şehzade Abdülkadir Efendi müzik ve edebiyattaki başarılarıyla ünlüydü. Abdülkadir Efendi piyano çalan annesine keman çalarak eşlik ederdi. Abdülhamit’in ikballerinden biri olan Fatma Pesend Hanım’ın bir cariyesi, Şehzade Abdülkadir Efendi’ye aşık olur ve aşkını bir şiirle ona duyurmaya çalışır. Şehzadeyle evlenbilirim umuduyla yazdığı bu şiiri şehzadenin görebileceği bir yere bırakır. Ancak şehzadeden önze Zülfet Kalfa bu şiiri görür ve olay padişaha kadar ulaşır. Padişah cariyenin önce uyarılmasını, şayet ısrarından vazgeçmezse Şehzadenin fikrinin sorulmasını ister. Cariye uyarılır ancak duygularını ele vermez. Bunun üzerine Padişah, Şehzadeye duyurulmadan kızın saray dışına çıkarılmasını ve orada şiir ve sanatını geliştirilebilmesi için kendisine düzenli olarak para ödenmesini emreder.

[img]http://img156.imageshack.us/img156/8284/23981381.jpg[/img]

Batılıların yazdığı kitaplardaki harem gerçek mi? Batılı yazarların Haremle ilgili yazdıkalrı erotik romanlar gibidir. Haremdeki cariyeler Hareme eğitilmek ve sonra da ya padişahla ya da devlet görevlileri ile evlendirilmek için alınırdı. Hareme, Hadımağası dışında hiçbir erkek giremezdi. Yabancılardan ise hiçbir erkek ve kadın hareme alınmazdı. Bu yüzden hiçbir Batılı yazar aslında Haremi hiç görmedi. Batılı yazarların Haremle ilgili fanztezileri bir hayal ürünüydü

[img]http://img339.imageshack.us/img339/6773/48808315.jpg[/img]

Cariyeler padişahın hanımları mıydı? Cariyelerin padişahın hanımları değildi. Ancak bu cariyelerden en akıllı ve güzel olanı padişahın karısı olmaya hak kazanırdı

[img]http://img709.imageshack.us/img709/8200/39477341.jpg[/img]

Harem’e ait olduğu iddia edilen çıplak resimler Osmanlı kadınlarına mı ait? Batılı yazarların Harem hayatını tasvir eden bir çok kitabı ressamlar eliyle resme aktarıldı. Bunlar arasında özellikle Padişahın carieyelere süt banyosu yaptrıdığını ve çırılçıplak cariyeler arasında poz verdiğini gösteren resimler ünlüdür. Ancak Hareme hiçbir zaman girememiş olan bu ressamların çizidiği bu resimler aslında tamamen hayal ürünü.

[img]http://img227.imageshack.us/img227/6809/43021543.jpg[/img]

Padişahlar Harem’in bahçesinde cariyelere çıplak süt banyosu yaptrarak eğlenirler miydi? : Padişah, ailesiyle beraber Haremde eğlenirdi ancak Harem kurumunda hiçbir Osmanlı kaynağı Padişah’ın böyle bir uygulamada bulunduğunu yazmıyor. Padişahlar dönemim hukuk kuralları gereğince de cariyelerin sadece kol, ayak, yüz ve başlarına bakabilirlerdi

[img]http://img18.imageshack.us/img18/7366/20815270.jpg[/img]

Cariyeler padişahların karşısına çıplak mı çıkarlardı? : Cariyelerin padişah Haremdeyken Harem’de serbestçe gezebilme yetkisi yoktu. Padişah Haremde olduğu zaman cariyeler kendi odalarına çekilir ancak Padişah isterse padişahın huzuruna çıkabilirlerdi. Padişah ve carieylerin haremde karşılaşmaması için haremden sorumlu olan yetkililer sıkı kurallar uygularlardı. Padişah da Hareme girdiğinde ses çıkaran takunyalar giyerdi ki carieyler çıkan sesten padişahın Haremde olduğunu anlasınlar ve daha dikkatli davransınlar.

[img]http://img695.imageshack.us/img695/6857/62072118.jpg[/img]

Haremin duvarlarındaki yazılar Padişahlar tarafından cariyeleri ve güzel kadınları tahrik etmek için yazılmış şiirler miydi? : Topkapı’da Harem’in bulunduğu duvarlara Arapça yazılmış olan yazılar uzun süre padişahlar tarafından carieyelere yazılmış şiirler olarak tanıtıldı. Aslında bu yazılar, padişaha mütevazı ve haddini bilir olmasını hatırlatan Ayet ve Hadislerdir.

[quote]http://www.dertortagim.blogspot.com/2010/06/osmanlda-harem-hakknda-bilinmeyenler.html[/quote][/center] Edited by mucit41
Link to comment
Share on other sites

[size="4"][b][size="5"][center]Harem ne demektir?[/center][/size][/b]

Osmanlı Devletinde harem’den söz edilince akla hemen Topkapı Sarayı gelmektedir. Topkapı Sarayı’nın tamamen Padişahların evi ve eğlence yeri olduğu çok kişi tarafından ifade edilmekte ve hatta aksine fikirler kabul dahi görmemektedir. Turist rehberleri, Topkapı Sarayının görevlileri ve hatta kasıtlı olan bir kısım ilim ve fikir adamları dahi, Topkapı Sarayı’nı, Osmanlı Padişahlarının eğlence sarayı olarak nitelendirmekte ve daha da ileri giderek bir de bu nitelendirmeleri yaparken "Amma da ihtişamlı hayat sürmüşler" ifadesini de eklemekten kendilerini alı-koyamamaktadırlar.

Harem’den bazı dia çekimleri yapmak gayesiyle Harem Dairesine girdiğimizde, Padişahların eğlence ve hatta cariyelerle alemler yaptığı yer olarak bilinen Hünkâr Sofası denilen salonu ben diacılara anlatmaya çalıştım ve özellikle aile hayatı ve terbiye ile alakalı bazı âyetlerin ve hadislerin nasıl duvarlara nakşedildiğini anlattım. Bunu dinleyen görevlilerden birisi, "Hocam, biz bu yazıları Padişahların cariyeler ve güzel kadınlar için yazdığı tahrik edici aşk şiirleri olduğunu söylüyorduk. Gerçekten bunlar âyet ve hadis midirler?" diye sordu ve benden evet cevabını alınca da ağlamaya başladı.

Evvela, ister Topkapı Sarayı isterse Yıldız Sarayı olsun, Saray denilince, sadece Padişahların evleri ve aileleriyle beraber oturdukları kâşaneler ve köşkler akla gelmemelidir. Zira bu saraylar, bugün Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Başbakanlık Konutu ve bakanlıklar gibi devlet daireleridir. Bu saraylarda, Padişahın yani bugünkü anlamıyla Cumhurbaşkanının lojmanı veya konutu demek olan mekânlar, sadece Harem denilen yerlerdir. Bu Harem denilen yerler incelendiğinde, bugünkü devlet adamlarımızın evlerinden daha çok ihtişamlı olduğu söylenemez.

İkinci olarak, Harem, girilmesi yasak olan yer manasınadır. Mekke-i Mükerreme’nin sınırları belli yerlerine ihramsız girmek yasak olduğundan Harem-i şerif denildiği gibi, Hem Mekke ve hem de Medine’ye gayr-ı müslimler giremediğinden dolayı her ikisine birden HAREMEYN adı verilmektedir.

Aynı manadan hareketle, kadınların ikamet ettikleri ve yabancı erkeklerin girmesi yasak olan evlere de İslâm âleminde harem adı verildiği gibi, yabancı erkeklere haram olan kadınlara da harem adı verilmektedir. Osmanlı zamanında evler ve devlet adamlarının konutları demek olan saraylar, haremlik ve selamlık diye ikiye ayrılmıştı; girilmesi yasak olan harem kısmı kadınların ikametine tahsis edilmişti.

İşte Osmanlı Padişahlarının hanımlarına da harem denildiği gibi, bunların yaşadığı mekânlara da Padişah Haremi veya Padişah Evi manasına Harem-i hümâyûn adı verilmişti. Aslında Osmanlı Devleti tarihinde Padişahın evine Dâr’üs-Sa’âdet yani sa’âdet evi adı verilmekteyse de, Harem-i hümâyûn yahut sadece Harem kelimesi kullanılmıştır.

Şunu önemle hatırlatalım ki, bilindiği üzere, Osmanlı harem’ini üçe ayırabiliriz: Birinci kısım, asıl harem kapısına kadar olan Hareme Medhal (Antre) kısmıdır ki, burada Dârüs-Sa’âde Ağası ve Harem Ağalarının emri altındaki erkek köleler istihdam olunmaktadır. Bu bölümde çalışan bir tek kadın köle yani câriye bulunmadığı gibi, izin alınmadan bu bölümde çalışan tavaşilerden kimsenin asıl hareme girmeleri de mümkün değildir.

İkinci kısım, asıl harem’de yaşayan Kadın Efendilerin, Şehzade haremlerinin, padişahların ve Padişah ailesi mefhumu içine giren herkesin hizmetçisi durumunda olan cariyelerdir. Bunlar, Harem’in işçi personeli durumundadır. Reisleri de Hazinedar Usta denilen câriyedir. Bunların Padişahların karı-koca hayatı ile ilgileri yoktur.

Üçüncü kısım, asıl harem’de yaşayan ve Padişah’ın ailesi kavramı altında toplanan Kadın Efendiler, valide sultânlar, şehzade haremleri ve kendileri ile karı-koca hayatı yaşanan cariyelerdir. Bu grubun reisi, zaman içinde değişmekle birlikte bazan Baş Kadın Efendi ve bazan da Valide Sultân olmuştur.[/size]



[quote]Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, 2. Baskı, Ankara 1984, sh. 147;

Uluçay, Çağatay, Harem II, sh. 7 vd.;

Pakalın, Tarih Deyimleri, c. I, sh. 742-747
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

Link to comment
Share on other sites

[size="4"][b][size="5"][center]Batılı bir kısım yazarların Harem’le ilgili kitapları hakkında neler söylenebilir?[/center][/size][/b]


Batılı bir kısım yazarların Harem’le ilgili kitapları, erotik romanlar gibidir ve tamamen hayalî olan sahnelerle doludur. Mesela Harem isimli son zamanlarda yayınlanan roman türü bir eser, tarihî gerçeklerden maalesef çok uzaktır. Bilimsellik adı altında kaleme alınan çoğu araştırma eserlerinin bu etkiden kurtulamadığı görülmektedir. Harem için odalık câriye temini hakkında, ilk kalem oynatanlar Batılı yazarlar olmuştur. XVII. yüzyılda başlayan bu yazıların ilkini, III. Mehmed’in harem kadınlarını tasvir eden Thomas Dallam (1599)’ın yazıları teşkil etmektedir. Bunu Venedik Elçisi Ottaviano Bon (1606-1609), Robert VVithers (1650), Rico, Madam Montegü (1717-1718) ve Fransız Fabrikatörü Flachat (1745-1755) takip etmiştir. Mesela Venedik Elçisi Bon’un Padişahlara odalıkların takdimi ile alakalı ve tamamen erotik romanları hatırlatan tasvirini, maalesef, bütün Batılı yazarlar tekrar etmişlerdir. Biz, bunların yalanlarını nakletmeye utandığımız gibi, mevcut belgelerin ve hâtıraların hiçbiri, bu nakledilenleri tasdik etmemektedir.

İşin doğrusunu ve Batılı yazarların nasıl meseleyi çarpıttıklarını ise, 196O’lı yıllarda Harem’in restorasyonunda görev alan ve bir Fransız tarihçisi olan Robert Anhegger ile evli olan Mualla Anhegger’den dinlemek icabediyor:

"Haremin Avrupalıların yüzyıllarca yazıp çizdiği ile hiç bir alakası olmadığını fark ettim. Harem Padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Kapılar, daireler, geçişler buna göre planlanmamış. Cariyeler 25 kişilik koğuşlarda yatıyor, üst katta yatan kalfaların sıkı denetimi söz konusu. Padişahın annesi kendi bölümünde, padişahın kadınları kendi bölümlerinde, padişah ise kendi dairesinde. Padişahın kadınını annesi seçip, oğluna sunabilir. Padişahın kalkıp cariyelerin bölümüne geçmesi için kuş olup uçması lazım! Harem, bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenci. Zaten cariyelerin yaşadığı bölümün kapısında "Allahım bize de hayırlı kapılar aç" yazıyor. Ve bu yazı doğrultusunda, çoğu padişah tarafından çeyizleri verip evlendirilmiş. Çünkü câriye köle değil, cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur. Ve gerçekten de evlatlık gibi hoş tutulup, iyi eğitildikleri anlaşılıyor. Haremin mimarisi düzenlenirken, burada yaşayan herkesin bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmiş olmalı. Dans, müzik, dikiş, eğitim... Harem sanki askerî bir teşkilât. Bu askeri teşkilât düşüncesini haremi restore ederken sık sık fark ettim. Ve sonunda kendimi öylesine kaptırdım ki, kabul edilemez nedenlerle, devlet tarafından yevmiyem kesildiği halde, gün boyu çalışmayı sürdürdüm. Kısacası harem restorasyonundan elime maddi olarak hiç bir şey geçmedi, ama karanlıkta kalmış bir kurumu, el yordamıyla da olsa kavramayı başardım.

Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zeki ve yetenekli kimseler. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zeki de olanlar devlet kademelerinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak, ya da ayıplanacak bir yön göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yok. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan bu yarışa avantajlı başlıyor.

İşte bu nedenle de haremin, belirli dönemlerde politik iktidara el koymuş olması son derece doğal. Elbette haremden acımasız ve muhteris sultanlar çıkmıştır. Ama ben, harem kadınlarını, şanslarını kendileri yaratmaya çalışan, aynen erkekler gibi bunu bazen başaran, bazen başaramayan ve bu uğurda, şartlar gerektiğinde, erkekler kadar acımasız olabilen kimseler olarak değerlendiriyorum.".

Bu cümleleri, Konunun Özeti diye takdim etmek bile mümkündür. Gerçekten; "Yabancıların yazdıkları eserler, çok kere hayal mahsûlüdür. Kulaktan kulağa gelenlerin yazı ve resimle ifadesinden başka bir şey değildir. Bu eserlerin hiç birisi, haremi hayal yuvası olmaktan, karanlık ve sırlar âleminden kurtaramamıştır. Bu durum, muhtelif sebeplerden ileri gelmektedir: Bunların başında Müslüman olan kadınlarımızın, erkeklerden kaçması, dışarıda örtülü gezmesi, kadınlı erkekli toplantılara iştirak etme-meleriyle izah edilebilir. Avrupa hükümdarlarının kadın ve kızlarının hayatlarına, görünüş ve giyinişlerine dair bir çok resim, heykel ve yazılar mevcud olduğu halde -bir kaç sefir hanımının saraylılarla görüşmesi ve onları tasviri bir tarafa bırakılırsa-, bizimkiler için böyle kaynaklar mevcut değildir".

Asıl üzüldüğümüz nokta ülkemizde yetişen Cumhuriyet dönemi yazarlarının da, belgelere dayalı bir ilmî araştırma yapmak yerine, bu yabancı yazarları aratmayacak şekilde ve onların yazdıklarını yahut çizdiklerini aynen taklid ederek yazılar kaleme almalarıdır189.[/size]



[quote]Penzer, N. M., The Harem, sh. 178-182;

Lady Montegu, Şark Mektupları, terc. Ahmed Refîk, İstanbul 1933;

Withers, Robert, A Discription of the Grand Signoir Sereglio, London 1650, sh. 42-43;

Uluçay, Harem II, sh. 26-29;

Nokta Dergisi, 2 Nisan 1989 Kapak Yazısı, sh. 52-53;

Mualla Anhegger, aynı zamanda Harem’le ilgili "Topkapı Sarayında Padişah Evi" adlı eserin de yazarıdır. Zaten bizim de tesbitimiz, Harem’in Padişah’ın evi olduğu yönündedir;

Uluçay, Harem’den Mektuplar, sh. 10; Hem kaynakları ve hem de kullandığı resimleri, tamamen batı menşeli olan bir yazı için bkz. Baş, Işıl, Cariyelik: Kadının Cinsel Köleliği, Bilim ve Ütopya, Ocak 1996, sh. 12-14.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

Link to comment
Share on other sites

[size="4"][b][size="5"][center]Harem’e aitmiş gibi gösterilen çıplak resimlerin Osmanlı kadınlarına ait olduğu doğru mudur?[/center][/size][/b]

Harem’le ilgili, bazı kitaplarda ve bazı dergilerde yayınlanan çıplak resimlerin de aslı esası mevcut değildir ve Batılı ressamların hayallerinin mahsûlüdür. Bir kısım Batılı yazarlar, kendi hayallerindeki harem hayatını, ressamlar eliyle resme aktararak, meşru ve gayr-i meşru demeden neşretmişlerdir. Bunlar arasında özellikle Padişahın süt banyosu yaptığını, çırılçıplak cariyelerin ortasında poz verdiğini gösteren resimler, tamamen hayal ürünüdür. Hubânnâme’de kayd edilen ve bir doğum sahnesini canlandıran resim, Osmanlı Kaynaklarında mevcut olanların en açık olanıdır. Zaten hususî dairede kalmak şartıyla gayr-i meşru da değildir.

Bu konuda bir uzmanın tesbitlerine kulak vermemiz ve harem ile alakalı gördüğümüz resimleri buna göre değerlendirmemiz gerekiyor:

"Türkiye’yi ziyaret eden seyyahlardan çoğunun Türkçe’yi bilmemeleri, Hıristiyan oldukları için azınlıklarla düşüp kalkmaları ve onların verdikleri çok zaman hakikate uymayan malumatı en ufak tetkik süzgecinden geçirmeden kitaplarına kaydetmeleri, onları fahiş hatalar yapmaya sürüklemiştir. Değil Türk Kadınları, erkekleriyle bile konuşamayan ve anlaşamayan yabancı seyyah ve ressamların, bizler hakkında verdikleri hükümler, yaptıkları resimler, yazdıkları kitapların ne dereceye kadar doğru olacağını siz düşünün ve hükmünüzü verin.



Yine bu sebepledir ki, Topkapı Sarayı resim galerisinde mevcut olan Hurrem Sultân’ın muhtelif tablolarıyla kızı Mihrimah Sultân ve Gülnüş Sultân’a ait resimlerin otantik (güvenilir) olup olmadıkları üzerinde haklı olarak durup düşünmemiz icabetmez mi?".

Cumhuriyet döneminde haremle ilgili olarak kaleme alınan kitaplarda yer alan veya kapaklarını teşkil eden gayr-i meşru resimlerin tamamı, batılı ressamların hayal ürünleridir. Mesela Meral Altındal’a ait Osmanlı’da Harem adlı kitabın kapağındaki çıplak resim, Kari Briullov’a ait olduğu gibi, aynı yazarın Osmanlı’da Kadın adlı kitabının kapağındaki çıplak resim de Camille Rogier’e aittir.

1989 yılında Amerika’da neşredilen ve Alev Lytle Croutier adlı hanımefendi tarafından kaleme alınan Harem The VVorld Behind the Veil adlı eserdeki çıplak resimlerin tamamına yakını da, Avrupalı ressamların veya seyyahların kendi hayâllerinden uydurdukları resimlerdir. Özellikle Türkiye’deki belli çevrelerin de kullandığı kapaktaki resmin, Osmanlı Haremi ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Üzüldüğümüz nokta, bu hanım efendinin bir konakta doğduğunu ve büyüdüğünü söyleyip kendisiyle alakalı kitabına aldığı resimlerden hiç birinin gayr-i meşru olmamasıdır. Bu yazarın Haremdeki banyolarla ilgili anlattığı erotik hikâyelerin ise, gerçekle hiç bir ilgisi yoktur ve tamamen kendi hayalini tavsif eden Batılı seyyahların hâtıralarından ibarettir.

Osmanlı Padişahlarını bu uydurma resimlerle itham etmeye kalkışan Batılı yazarlar, kendi krallarının nasıl gayr-i meşru hayat yaşadığını çok iyi bilmekte ve Padişahları da kendi krallarına kıyaslamaktadırlar. Mesela bizzat gidip ziyaret ettiğimiz Viyana’daki tarihî Kraliyet Sarayında gördüğüm manzara, doğrusu beni şaşırtmıştır. Zira Saray’da oturan Krallar, beraber oldukları kadınların heykellerini yaptırarak Saray’ın muhtelif yerlerine diktirmişlerdir. Yani Avrupalı kralların yaşadığı rezaletin delili, bizdeki hareme ait uydurma resimler değil, şu ana kadar varlığını devam ettiren Saraylarının duvarlarındaki kadın heykelleridir.[/size]



[quote]Croutier, Alev Lytle, Harem The VVorld Behind the Veil, New York 1989, sh. 80-92;

Altındal, Meral, Osmanlı’da Kadın, İstanbul 1994, sh. 2;

Osmanlı’da Harem, sh. 2;

Uluçay, Harem’den Mektuplar, sh. 11;

Harem II, Resim 25;

Bu konuda, müşşahas bir misâl için bkz. Dernschvvam, Hans, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü (Çev. Ya’şâr Önen), Ankara 1992, sh. 59, 82, 83, 88, 89, 93 vd.,184;

Nokta Dergisi, 2 Nisan 1989 Kapak Resmi; Tempo 10-16 1994 Kasım sayı 175; Bu dergideki resimlerin tamamına yakını uydurmadır ve Batılı yazarların kitaplarından alınmıştır.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

[size="4"][b][size="5"][center]Harem’deki cariyeler evlenebilirler miydi?[/center][/size][/b]


Harem’deki cariyelerin evlenmeleri meselesini bunların statüsüne göre ayrı ayrı izah etmek gerekmektedir:

Birinci Grup, Padişahların veya şehzadelerin has odalığı olan cariyelerdir. Daha sonra da açıklanacağı üzere. Padişahlar, kendileri için odalık olarak terbiye edilen cariyelerin hepsi ile münâsebet kurmuyordu. Münâsebet kurdukları belli sayılarda idi. Bunları biraz sonra anlatacağız. Bunların bir kısmı Kadın Efendi, bir kısmı ikbal oluyordu. Çocuk sahibi olanlar genelde ikbal ve kadın efendi olmaktaydılar. Aynı şey şehzadeler için de geçerliydi. Eğer Padişah olurlarsa, odalıkları kadın efendi veya ikbal olurlardı. Olmazlarsa şehzade haremi olarak kalırlardı. Padişahların veya şehzadelerin münâsebette bulunup da beğenmedikleri veya çocukları olmayanlar ise, çırağ edilirler ve hâricden münasip bir kimse ile evlendirilirlerdi; çeyizleri ve evi Padişahlar tarafından temin edilirdi.

İkinci Grup, hizmet cariyeleri, kalfalar ve ustalar ise, daha önce de kısaca değindiğimiz gibi, cariyelik süreleri olan 9 yılı doldurduktan sonra âzâd edilirler ve ellerine çırağ kâğıdı denilen bir belge verilerek saraydan ayrılmalarına müsaade edilirlerdi. Ayrılmak istemeyenler haremde kalır veya Eski Saray’a gönderilirlerdi.

Her iki grup cariyelerden de haremden ayrılanlara, ayrıldıktan sonra da bakılmaktaydı. Saraydan ayrılan bu cariyelere saraylılar adı veriliyor ve bunların düşmemeleri için her türlü tahsisat yapılıyordu. Kocaları ölenlere maaş bağlanıyordu.



Bu arada cariyeler, harem içinde işledikleri suçlardan dolayı, Kâhya Kadın tarafından cezalandırılmaktaydı. Ayrıca suç işleyen cariyelerden birinin Sakız Adasına sürüldüğü ve bu tür sürgünlerin de az da olsa yaşandığı, eldeki belgelerden anlaşılmaktadır.

Bir kısım Padişahlar tahta çıkar çıkmaz, sevmediği eski Padişahın hareme aldığı cariyeleri, nadir de olsa, haremden çıkardığı ve hatta bazan bu yüzden perişan hallerin yaşandığı, maalesef nakledilen hadiseler arasındadır. Ancak bu durumu tamim etmek yanlıştır ve doğru değildir.

İslâm Miras hukuku hükümlerine göre, cariyelerin mirasları yani Osmanlı belgelerindeki ifadesiyle muhallefâtı ve terekesi, ölmeden âzâd edilmiş olmadıkça, efendilerinindir. Bu sebeple haremdeki cariyeler vefat ettiklerinde, muhallefâtları, devlet tarafından zabtedilir ve hazineye irâd kayd olunurdu[/size]



[quote]BA, Cevdet Saray, nr. 681, 2838, 4405, 7139;

Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. D. 8254; D. 8251; D. 8199;

Uluçay, Harem II, sh. 34-37;

Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (Âdât ve Merâsim-i Kadîme, Tabirât ve Muâmelât-ı Kavmiyye-i Osmâniyye), İstanbul 1995, sh. 134-136. Burada genel olarak İstanbul’daki konaklarda istihdam edilen câriye ve kalfaların çırağ edilmeleri yani evlendirilmeleri üzerinde durulmaktadır.


Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

Link to comment
Share on other sites

[size="4"][b][size="5"][center]Gözdeler, peykler ve has odalıklar ne demektir?[/center][/size][/b]

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, Padişahın sayıları genellikle dördü bulan ve aynı anda olmasa bile bütün hayatı boyunca bazan yediye ve sekize ulaşan Kadın Efendileri, ikballer arasından seçilirlerdi. İkballer arasından Kadın Efendiliğe seçilen cariyeler, yine câriye statüsündeydi; ancak bazan Şeyhülislâm’ın nikâh akdi icra etmesiyle nikâhlı olarak eş tarzında ve bazan da nikâhsız câriye eş statüsünde Padişahların zevceleri tarzında hayatlarını sürdürürlerdi.

Genellikle kadınefendilerin kendileri arasından seçildiği ikballer ise, has odalık, peyk veya gözde adı ile anılan cariyeler arasından seçilirlerdi. II. Mustafa zamanında ikbal müessesesi ortaya çıkıncaya kadar, Kadın Efendiler de doğrudan has odalık, peyk veya gözde tabir edilen bu cariyeler arasından Padişah tarafından seçilirlerdi. Kitabımızın daha evvelki sayfalarında anlattığımız gibi, İslâm Hukukuna göre, efendiler ve bu arada elbette ki Padişahlar, başkalarıyla evli olmayan ve istifrâş hakkı kendilerine ait bulunan câriyeleriyle karı-koca hayatı yaşayabilmekteydiler. Osmanlı Padişahlarının karı-koca hayatı yaşayacakları cariyeler, Harem’e alınan cariyeler arasından temin edilirdi. Hazinedar Ustanın nezâreti altında saray terbiyesi alan cariyelerden, önce Padişah’ın şahsi ve hususî hizmetlerini görmek üzere Hünkâr Kalfaları seçilirdi. Hünkâr Kalfaları arasından Padişahın beğendikleri, peyk, gözde veya has odalık adıyla Padişah için ayrılırlardı. Has odalık, peyk veya gözde adıyla ayrılan cariyelere bir daire tahsis edilir.

Has odalıklar da peyk ve gözde adıyla ikiye ayrılır. Peyk ve gözdeler de en fazla dörder aded olurlar. Bunlar arasından Padişah ile münâsebette bulunan ve Padişah’ın beğenisini kazananlar ile Padişah’dan çocuğu olanlar ikbal veya Kadın Efendi olurlar. Diğerleri ise, Harem hâricinde bulunan erkek kölelerden biriyle evlendirilirlerdi. Erkek çocuk doğuran kadınlar mutlaka kadın statüsünü kazanır ve doğurduğu çocuk ilk erkek çocuk ise baş Kadın Efendi olurlardı.

Osmanlı Padişahlarından Kadın Efendilerinin yanında ikballeri bulunanların sayısı yedi sekiz tanedir; ikballerinin yanında gözdeleri de bulunanların sayısı ise çok azdır; gözdelerinin yanında peykleri bulunanlar ise bir veya iki tanedir. Yoksa her Padişah’ın illa da 4 Kadın Efendisi, dört ikbali, dört gözdesi ve dört de peyki olacak demek değildir.

Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki, başta Penzer olmak üzere, Batılı yazarlar, Padişahın ikbal ve Kadın Efendilerinin içlerinden tesbit edildiği has odalık cariyelerin teminini ve seçilişini, öylesine gayr-i meşru tarzlarda ve öylesine kötü şekillerde tavsif etmişlerdir ki, bunların verdikleri bilgilen, ne bir Osmanlı Tarihi ve ne de arşivlerdeki belgeler tasdik etmemektedir. Oynatıp oyununu seyrederken üzerine mendil atılması, hamamlarda yıkanırken tercihlerde bulunulması ve buna benzer halvet tasvirleri, gerçekle ilgisi olmayan yalanlardan ibarettir195.[/size]



[quote]Penzer, The Harem, sh. 178-182;

Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, sh. 151;

Altındal, Osmanlı’da Harem, sn. 195 vd.;

Uluçay, Harem II, sh. 26-30; Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh. 126-135;

Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, c. II, sh. 902.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

Link to comment
Share on other sites

[size="4"][b][size="5"][center]Harem’deki kadınlardan padişahlara veya devlet adamlarına; padişah ve devlet adamlarından da Harem’deki bazı kadınlara veya sultânlara aşk mektupları yazıldığı söyleniyor. Doğru mu?
[/center][/size][/b]

Meşru dairede olmak şartıyla insan, hanımını, çocuklarını, anasını babasını ve diğer insanları sevebilir. Muhabbetin yasak olmasının sınırı gayr-i meşru dairede olmasıdır. Bu manada meşru dairede Padişahların kendi kadınlarına ve damatların sultân hanımlara veya tam tersine sultânların ve haremdeki kadınların Padişahlara veya damad adaylarına meşru bir tarzda aşk ve muhabbet mektupları yazmaları meşrudur ve caizdir. Ölçü meşru’ dairede kalmasıdır.

Osmanlı Padişahları ve haremde yaşayan kadınlar da insandır. Bunlar da hem sevecek ve hem de sevdiklerini kıskanacaklardır. Dolayısıyla insanlık gereği aralarında geçen bazı sürtüşmeleri veya aralarında alınıp verilen ve Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar aileye has kalan özel arşivlerdeki muhabbet mektuplarını, hep menfi manada değerlendirmek veya bunlar arasından suiistimal edilebilir birini seçip hepsine teşmil etmek doğru değildir. Şimdi Harem’den Aşk Mektupları diye bilinen ve aslında Harem Hazinesinde saklı olduğu halde Cumhuriyetten sonra Saray’a ait her şey ortaya dökülünce ele geçen bu aşk mektuplarından ikisini zikredeceğiz.

Birincisi; Kanunî’nin Baş Kadını Hurrem Sultân’dan Kanunî Sultân Süleyman’a yazılan mektuplardan birisidir. Hurrem Sultân gibi Kanunî’ye aşkı ile bilinen birinin kullandığı ifadeler böyle olursa, damadların veya başkalarının Sultân Hanımlara ve Saray Kadınlarına yazdıkları mektupta kullandıkları terbiyeli ifadeleri sizler kıyaslayabilirsiniz.

"Canımın Paresi Sa’âdetlü Sultânım Hazretlerine derûn-ı gönülden enva’-ı büsyâr can u dilden sad-hezârân hezâr bin dürlü hasret iştiyaklarıyla bin bin du’alar ve senalar edüb yüzümü hâk-i pay-i şerife sürüb mübarek dest-i şerifinizi pus ederim.

Benüm iki gözüm yoluna kurban olduğum devletlüm Padişahım, ümiddir ki, ben biçare cariyenizi kabul-ı müştak-ı azîm buyurula. Benim devletlüm ve benüm saadetim sultanım, mübarek mizac-ı şerifiniz nicedir? mübarek başınızdan ve cemi" azanızdan olsun ve mübarek ayağınızdan nicesiz? Şimdilik benüm devletlüm benüm sultanüm tamam hüsn-i afiyet üzeresiniz.

Benim iki gözüm devletlüm Padişahım, Bârî-i Te’alâ Hazretinden hâcetüm budur ki, Hazret-i Hak vücud-ı şerifini cem? hatalardan ve belâlardan saklayub hemîşe hakkın hıfz-ı emânında olub ömr-i Nuh süresiz inşaallah.

Benim Padişahım, benüm devletlüm, andan sonra Sultânım Cihangir Şah’ımın gözlerinden öperim. Andan sonra benüm saadetüm Hanum Peyk dürlü iştiyak ile yüzler sürüb hâk-i pay-i şerifinizi öper. Hüma Şah Ayşeciğim dahi Peyk Kadun hâk-i pay-i şerifinize yüz sürerler. Ümiddir ki, kabul oluna. Benüm Devletlüm, andan sonra sultanüm şehir ahvâlinden sorulursa, bi hamdillah emn ü emân üzere olub can u dilden sultanıma du’alar edüb cemî1 âlem sultanıma müştaklardır. Benüm devletlüm baki ne demek lâzım vesselam. Kemine Cariyen".

İkincisi; Padişahlardan Kadın efendilerine veya ikballerine yazılan aşk mektuplarından bir örnek de, en çok aşk ve muhabbet ifadeleri kullanılan, aslında gizli arşivde saklanıldığı halde bu gün herkesin elinde bulunan Sultân I. Abdülhamid’in kadın efendisi Ruh-Şah’a yazdığı mektuptur. Bu mektupta şer’î hükümlere aykırı, bugünkü anlamda gayr-i meşru cihetler ihtiva eden bir hal yoktur. Eğer bizlerin de hanımlarımıza yazdığımız özel mektuplar, bütün aleme neşredilecek olursa, her halde Osmanlı Padişahlarının en kadına düşkün denileni kadar edebe riâyet ettiğimiz zor iddia edilebilir. Halbuki I. Abdülhamid Hân, beş vakit namazlarını mümkün oldukça Camilerde cemaat ile kılan ve ancak kadınlarını da meşru dairede seven bir Padişah’dır. Mektuplarından bir tanesini zikrediyoruz:

"Abdülhamid’in Ruh-şah’ına kul kurban olsun. Bir kusur ile beni unutma. Benim vücudum türâb olunca, ben senden geçer isem Allah lâyıkımı versün, Efendim. Gideyim diyorum, belki götür buyururusun deyü götürmüyor. Sen benim, ben senin. İnşâallâhu Te’âlâ ömrüm oldukça cem’ oluruz (bir arada oluruz). Canım efendim benimle. Narin ayağına yüzüm sürerek rica ederim.".

Maalesef bazı kaynaklarda, Padişahların hanımlarına olan sevgi ifadeleri çok görülerek mesela Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor. Dünya nüfusunun beşte birine hükmeden bir Padişah’ın kadın efendisine "Sultânım, kulun ve kurbanın olayım" demesi, Kur’ân ve Sünnetten alınan ders gereği, kadına ve onun haklarına saygı ifadesi midir? Yoksa devlet işlerini terk edip de kadınlara kul ve köle olma alâmeti midir? Bunun kararını okuyuculara bırakmak istiyoruz196.[/size]





[quote]Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 10193;

Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 5038; Krş.

Uluçay, Osmanlı Sultânlarına Aşk Mektupları, İstanbul 1956, sh. 42-47, 77-93; Maalesef burada, hanımına olan sevgi ifadeleri çok görülerek Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor;

Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının îç Yüzü, sh. 105-110; Osmanlı Sultânlarına Aşk Mektupları, sh. 77-93;

Altındal, Osmanlı’da Harem, sh. 45-47; Maalesef bu son kaynakta, rastgele yerlerden toplanan çeşitli bilgiler, hep kötü yöne çekilerek çarpıtılmaya çalışılmıştır. Lût Kavminin âdetini lanetleyen Hz. Nuh’un ifadesi olan âyeti alıp da Osmanlı Padişahlarının cinsî sapık olduklarını buna bağlamak gibi. Bu sebeple, bu tür kaynakların bütün iddialarını değerlendirmeye bile almaya değer bulmuyoruz. Ancak M. Çağatay Uluçay gibi ciddi araştırmacıların düştükleri hataları, mümkün mertebe gerçeği yansıtarak tashih etmeye gayret göstereceğiz.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

[size="4"][b][center][size="5"]Padişahların Harem’in bahçesinde bulunan havuzlarda cariyeleri çırılçıplak soyduğu ve bunlara süt banyosu yaptırarak bununla eğlendiği iddia edilmektedir? Bunun hakkında ne dersiniz?[/size][/center][/b]

Evvela şunu ifade edeyim ki, Padişahların kendi hanımlarıyla, sultân denilen kız çocuklarıyla, şehzadelerle ve de bunların haremleri ve cariyeleri ile, hususî günlerde meşru dairede sohbet etmek ve ailevî meseleleri görüşmek üzere, her aile gibi, bir araya geldikleri doğrudur. Bu bir araya gelmelerin, bazan ve özellikle de yaz günleri Harem’in Has Bahçesinde ve genellikle ŞimşirliK’teki bahçede veya Kâğıthane’deki bahçelerde yapıldığı da doğrudur. Ancak bu halvet ve eğlencelerde, bırakınız cariyeleri çırılçıplak soyarak onlara süt banyosu yaptırmayı, belki şehzadeler, haremleri ve Padişah kadınları arasında dahi mahremiyet olur diye, hususî halvet çadırları ve sokakları teşkil edildiğini Osmanlı’da Harem adlı kitabımızın ilgili yerlerinde izah ettik.

İslâm Hukukunda hür bir kadın ile mahrem kadınlar ve cariyelerin avret mahallerinin farklı olması, fıkıh kitaplarında cariyelerin kol, ayak, yüz ve başlarına efendilerinin bakabilmesi şeklindeki hükmün yer alması, meseleyi bilmeyen çevreler tarafından akıl almaz şekilde tahrif edilmiştir.

İslâm hukukunda iki üç çeşit mahremiyet kavramının bulunduğunu, cariyelerin efendileri yanında sadece el, kol ve başlarını açarak dolaşabileceklerini, bunun da iş zaruretinden meydana geldiğini; çırılçıplak havuza girip oynamalarının asla caiz görülmediğini; çünkü bir cariyenin bu manada diğer cariyelere bakamadığını fıkıhtan öğreniyoruz. Mesele avret-i hafife ve avret-i galize terimlerinin bilinmemesinden, avret kavramının erkek, hür kadın, mahrem kadın ve câriye açısından ayrı manalar ifade ettiğinin anlaşılamamasından ve bunlara dair şer’î hükümlerin söz konusu edilmemesinden ileri gelmektedir. Kişi de, bilmediğinin düşmanıdır. Bir sonraki soruda bunu ayrıntılarıyla göreceğiz.

Bu meselede en çok itham edilen Padişah III. Murad’dır. Halbuki III. Murad’ın sofi meşreb ve Farsça bir Divan’ı bulunacak kadar ve hele hele kendisine caiz olsalar bile, cariyelerin birbirine haram olacaklarını bilecek kadar İslâmî ilimlere vukufu vardır. Meşru dairede cariyelere saz çaldırarak, harem kadınlarının ve erkeklerinin ayrı ayrı oturdukları yerlerde oyunlar oynanarak eğlenildiğini ve bunun da meşru dairedeki eğlence olduğunu biliyoruz.[/size]


[quote]
Damad, Mecma’ul-Enhür, c. I, sh. 80-81; II, sh. 538-539;

Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh. 13-14;

Altındal, Osmanlı’da Harem, sh. 181-183.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

[size="4"][b][size="5"][center]Efendilerin cariyelerin avret yerlerini görmeleri caiz midir? Caiz olduğunu iddia edenler, havuz safalarını da buna bağlamaktadırlar. Durumu fıkıh kitapları açısından izah eder misiniz?[/center][/size][/b]

İslâm Hukuku kitaplarında mesele "Nazar" başlığı altında incelenmektedir. Bu hükümlere göre, dinen avret mahalli kabul edilen yerlere bakılması, zaruret hali dışında haramdır. Zaruret halinden kasıt, doktor, sünnetçi, ebe, kan alan veya hemşire gibi insanların, zaruret miktarını tecâvüz etmeyecek derecedeki nazarlarıdır.

İnsanları birbirinin vücutlarından görebilecekleri yerler açısından beş gruba ayırmak mümkündür:

Birinci Grup; Erkekler, erkeklerin, namazda avret mahalli olarak açıklanan dizden yukarı ve göbekten aşağı kısımları dışında kalan yerlerine bakabilirler. Bu ikisi arasındaki yerler avret sayılır; yani bakılması dinen haramdır. Ancak dizin avret olma hali ile bacağın ve bacağın avret olma hali ile avret-i galize tabir edilen ön ve arkanın avret olma hali aynı değildir.

İkinci Grup; Kadınlar, kadınların, erkeğin erkeklerden bakabildiği yerlere bakabilmektedirler. Yani hüküm birinci grup gibidir. Bu her iki grupta da, şehvetten emîn olma şartı vardır.

Üçüncü Grup; Bir erkek, kendi hanımının ve kendisiyle karı koca hayatı yaşadığı (istifrâş hakkı bulunan) cariyesinin bütün bedenine bakabilir. Bir kısım hukukçular, tenasül uzvuna bakılmasının mekruh olacağını açıklamışlardır.

Dördüncü Grup; Erkekler, kan, süt ve sıhrî hısımlık açısından mahremi bulunan anne, kız kardeş ve benzeri kadınların ve istifrâş hakkı başkalarına ait olan cariyelerin (yani sadece işçi statüsünde istihdam edilen cariyeler de dahil olmak üzere bütün cariyelerin) sadece yüzüne, başına (saçlar açık olarak), memeler görünmemek şartıyla göğsüne, diz altına ve kollarına bakabilirler. Şehvet korkusu olmamak şartıyla, bakabildikleri yerlere dokunmalarında beis yoktur. Bunların karınlarına, sırtlarına ve bacaklarına, şehvetten emin olsalar bile bakmaları caiz değildir.

Beşinci Grup; Erkekler, hür yabancı kadınların ise, sadece yüz ve ellerine bakabilirler. Bunun da şartı, şehvetten emin olmaktır.

Görüldüğü gibi, işçi statüsündeki cariyelerin hür kadınlardan farkı, onların mahrem kadınlar gibi kabul edilip yüzü ve ellerinin yanında başı, saçları, memeler açılmamak üzere göğsü, diz altı ve kollarının caiz görülmesidir. Cariyelerin durumunu erkeklerin durumuna benzeten görüşün fıkıh kitaplarında yeri yoktur ve böyle bir tesbit doğru değildir. Bu hükmü bilmeyenlerin, cariyelerin avret yerleri farklıdır diyerek, Padişahların onları çırılçıplak oynattığı iddialarını ileri sürmeleri, tamamen uydurma ve iftiradır ve İslâm Hukukunu bilmemek demektir.

Önemle ifade edelim ki, erkek kölenin kadın efendisiyle durumu, yabancı bir erkeğin yabancı bir kadınla olan durumu gibidir ve beşinci gruba ait hükümler geçerlidir. Bu arada hadım olan erkekler de, tıpkı sağlam erkekler gibi kabul edilir. Ancak erkeklik duygusu tamamen ortadan kalkan hadım erkeklerin, kadınlarla ihtilâtının yani dördüncü gruba ait hükümler çerçevesinde bir arada bulunmalarının caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Osmanlı Hareminde az da olsa bazı devirlerde harem ağalarının hareme girip çıkmalarına müsaade edilmesi bu içtihada dayanmaktadır. Ancak genelde bütün hadımları diğer erkekler gibi kabul eden görüş tatbikatta esas alınmıştır. Bu konuyu Batılı bir yazar şöyle tasvir etmektedir:

"Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile Padişahın özel izniyle ve harem a-ğalarının eşliğinde girerler. Hasta kadın ve çevresindekiler, uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa, yüzün kalan kısımları tamamıyla örtülü olmak şartıyla gösterebilir. Kızlar ağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz"198.[/size]



[quote]Damad, Mecma’ül-Enhür, c. II, sh. 541-543;

Haskefî, Dürr’ül-Münteka, c. II, sh. 541-542;

İbn-i Abidin, Redd’ül-Muhtâr, c. VI, sh. 364-374;

D’Ohson, Ignatius Mouradgea, Tableau General de I’Empire Othoman, Paris 1790, c. III, Harem-i Hümâyûn, Çev. Ayda Düz, sh. 10. Bu şerl hükümleri tetkik edenler, şu ifadelerin ne kadar yanlış ve kasıtlı olduğunu her halde takdir edecektir: "Müslüman câriye başını örtemez; örterse cezalandırılır.", Çağatay, Bilim ve Ütopya, Ocak 1996, sh. 7.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

Link to comment
Share on other sites

[size="4"][b][size="5"][center]Harem’de ve Topkapı Sarayı’nın sofralarında altın ve gümüş kapların kullanıldığını duyuyoruz. Halbuki altın ve gümüş kapkacak kullanmak dinen yasaktır. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?[/center][/size][/b]


Evvela şunu izah etmeliyim ki, daha önceleri ben de böyle düşünüyor ve İslâm Hukuku Kitaplarındaki altın ve gümüş kap-kacak kullanımı yasağını gördükçe, kendi kendime kahr oluyordum. Ancak Osmanlı Padişahlarının hayatlarını az çok bildiğimden ve günlük yaşantılarından bazı sahneleri okuduğumdan, bunların böyle bir yasağı delmeyeceklerini de kendi kendime söylüyordum. Bu sorunun cevabı için iki konuyu bilmek gerekiyor:

Birincisi; İslâm Hukukunda saf gümüş ve altından olan kap ve kaçakların kullanılması yasaklanmıştır. Ancak tadbîb denilen ve altın ve gümüş ile kaplı olan mutfak âletlerinin kullanılabileceği fıkıh kitaplarında izah olunmaktadır.

İkincisi; Topkapı Sarayında ve Harem’de bulunan altın ve gümüş eşyalar iki kısımdır. Saat ve şamdanlık gibi süs eşyası olarak kullanılan ve saf altın veya gümüş olan eşyalar. Diğeri ise mutfakta kullanılan ve sadece altın ve gümüş ile kaplı bulunan eşyalar. Topkapı Sarayı Müdürü ve diğer yetkililerden aldığımız bilgilere göre, harem’de ve Topkapı Sarayında kullanılan ve altın yahut gümüş zannedilen mutfak eşyalarının tamamı altın veya gümüş kaplamadır. Yoksa saf altın yahut gümüş değildir. Bu konudaki bazı yanlış beyânlar, yerinde değildir. Fıkıh kitaplarındaki hükümlerden birini sadece nakletmekle yetiniyoruz: "Altın ve gümüş ile kaplı kabdan yemek ve içmek caiz olduğu gibi, altın sırmalarla kaplı döşek üzerinde oturmak da caizdir. Ancak bir kısım hukukçular, bu tür kaplama kabları kullanmanın da en azından mekruh olduğunu ifade etmişlerdir"199.[/size]



[quote]Damad, Mecma’ül-Enhür, c. II, 537;

İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtâr, c. VI, sh. 341-344;

Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İç Yüzü, sh. 12-13.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

[size="4"][b][size="5"][center]Osmanlı Haremindeki erkek personeli kısaca anlatır mısınız ve görevlerini açıklar mısınız?[/center][/size][/b]

Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler) iki gruba ayrılmaktaydı:

Birincisi; Ak Hadımlardır. İslâm hukukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı, Osmanlı Devleti’nin genişleme yıllarında, İstanbul’a çok sayıda Macarlar’dan, Almanlar’dan ve Slavlar’dan esir getiriliyordu. İlk ak hadımlar bunlar arasından temin ediliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler’den hadım olanlar satın alınarak temin edilmeye başlandı. Osmanlı hareminde istihdam edilen bu ak hadımlara ak ağalar adı verilmekteydi. III. Murad’ın 1582 tarihinde Bab’üs-Sa’âde Ağalığını yani kızlar ağalığını zenci Habeşi Mehmed Ağa’ya teslim edişine kadar, kızlar ağası ak ağalardan seçilirdi. Ak ağaların en önemli görevi, Padişahın mâbeyn dâireleri ile harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti. Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır Valiliğine gönderilirlerdi.

İkincisi; Siyah Hadımlardır. Hem fitneye daha çok yol açma ihtimali, hem teminindeki güçlük ve hem de hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle, özellikle III. Murad zamanında Osmanlı Hareminde ak hadımların yerini zenci olan siyah hadımlar alınmaya başlandı. Bunun üzerine esir tüccarları, Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra başta Mısır ve Beyrut olmak üzere Akdeniz limanlarında satarlardı.

Bu yollarla Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da ağalar ocağı dendi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı. Sarayın ve haremin âdabı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu. Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Harem’deki hizmetlere tevzi edilirlerdi.

Harem’in Medhalinde görev yapan hadımağaları veya bir diğer adla harem ağalarının sayıları, Fâtih zamanında 20’yi, 1517 tarihinde 4O’ı, 1537 tarihinde 20’yi ve nihayet 100’ü geçmemesine rağmen, batılı kaynaklar, bu sayıyı 500, 600 ve hatta 800 olarak ifade etmişler ve karalamak istemişlerdir. Bu hususta Batılı yazar ve seyyahların verdikleri rakamlar, tamamen hayale ve özellikle Müslüman bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni karalamaya yöneliktir. Bu iddiaları ileri sürenlerin ellerinde ciddi bir tarih kaynağı da bulunmamaktadır.[/size]



[quote]Penzer, The Harem, 118, 139 vd.;

Uluçay, Harem II, sh. 118, 119, 127 vd.;

Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, stı. 172 vd.;

Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, sh. 10-11;

Miller, B.Beyond The Subllme Porte, Yale 1931, sh. 91 vd.
Kaynak: Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ - Sorularla Osmanlı[/quote]

Link to comment
Share on other sites

[size="2"][font="Tahoma"][b]HAREM

Ev, konak ve saraylarda kadınlara ayrılan bölüm.[/b]

Aslı Akkadca "örtmek, gizlemek, başkalarından esirgemek: ayırmak, tecrit etmek" manalarındaki haramu(m) olan (Soden, I, 323) harem kelimesi Arapça'da "korunan, mukaddes ve muhterem olan şey veya yer" anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri bölümlere harem adı verilir. Saygısız davranışların menedildiği, daha çok İbadet amacıyla gidilen Mekke, Medine, Kudüs ve Halîl şehirleriyle buralardaki kutsal mekânlara da harem denilir; kelime aynı zamanda "zevce" anlamını da taşımaktadır.

[b]
İslâm Öncesi Dönemde Harem[/b]

Evlerde kadınlara mahsus bir kısmın bulunması eski bir gelenektir. Antik Batı'da, evlerin arka tarafında erkeklerin dairesinden ayrı olarak Greklerin gynaikeion, Romalıların gynaeceum (kadınlara ait) dedikleri bir bölüm bulunuyordu. Eski Ahid'deki bazı ifadeler de hanım ve cariyelere ayrı bölüm veya çadırların tahsis edildiğini göstermektedir (Tekvîn, 18/10; 31/ 33). Gerek Kitâb-ı Mukaddes'te gerekse Kur'an'da çirkin bakışlar hoş görülmemiştir. Tevrat'ın on emrinden biri komşunun karısına ve cariyesine tamah etmemekle ilgilidir (Çıkış, 20/17). Yeni Ahid'de. kendisiyle nikâh akdi bulunmayan bir kadına şehvetle bakma, onunla gönülde zina etme şeklinde tanımlanır ve böyle bir günahı işlemektense gözlerin çıkarılıp atılması yeğ tutulur (Matta, 5/27-30).

Hükümdarların resmî görevleri yanında günlük hayatlarını sürdürdükleri saraylarda da kadınlara mahsus kısımlar bulunuyordu. Bir Sümer tabletinde geçen, kısır kadının gönderildiği "kadınlar evi" muhtemelen bir haremi ifade etmektedir (Kramer, s. 91). İnanna- İştar kültünün hâkim olduğu Sumerler'de "kutsal fahişelerin kaldığı bir haremden de söz edilir (a.g.e., s. 254). Yeni Assur dönemi saraylarında ise hükümdar dairesinin bir kısmını, "şaresi" denilen hadım ağasının sorumluluğundaki harem dairesi oluşturuyordu. Hz. Süleyman'ın sarayında da son derece büyük bir harem dairesinin olması gerekir. Zira Eski Ahid'e göre onun, her biri kral kızı olan yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı (I. Krallar, 11/3}. Eski Ahid'de Hz. Süleyman'ın, yapımı on üç yıl süren sarayında, kendi oturacağı evin benzerini eş olarak aldığı Firavun'un kızı İçin de inşa ettirdiği nakledilmektedir {I. Krallar, II 1,8).

[b]Arkeolojik çalışmalar.[/b]
Aha meniler'in Persepolis'teki (Parsa) krallık sarayında bir harem dairesi bulunduğunu göstermektedir. Yine Eski Ahid'de Yahudi kızı Ester'İn hikâyesinde verilen bilgilerden de İran sarayının harem teşkilâtı hakkında birtakım fikirler edinmek mümkün olmaktadır. Hikâyeye göre hükümdar Ahaşveroş(Xerxes) kızdığı Kraliçe Vaşti’nin yerine yeni bir kraliçe bulmak için bütün ülkede güzel bakireler aratır. Kadınlar evine getirilen kızlar arasında Ester de vardır. Genç kızlar burada bir yıl kadar mür yağı ve güzel kokularla güzelleştirilir ve saray âdabı ile terbiye edilir. Ardından sırası gelen kız geceyi kralın yanında geçirir, ertesi sabah "kadınların İkinci evine (haremin cariyeler dairesi) giderek kızlar ağası Şaaşgazın yönetimine döner ve kral kendisinden hoşlandığını belli edip çağırtmadıkça bir daha yanına giremezdi (Ester, 2/12-14). Ester bir müddet sonra kralın dikkatini çeker ve kraliçelik tacını giyer; artık nedimeleri vardır ve harem ağaları da emrindedir (Ester, 4/4). Bir süre sonra saraydaki nüfuzu ve hükümdarın kendisine duyduğu sevgi sayesinde yahudileri bir katliamdan kurtarır.

[b]İslâm Devletlerinde Harem.[/b]
Araplar'da yerleşik hayat sürenler (ehl-i meder,hadarî) olsun, göçebe ve bedeviler (ehl-i veber), olsun evlerde kadın ve çocukların bulunduğu kısımla erkeğin misafirleriyle oturduğu kısım ayrıydı. Çadırlarda ve tek odadan oluşan evlerde mekânı bölen perdeye "hıdr" denildiği için Hz. Peygamber kadınlara hitap ederken zaman zaman "yâ zevâte'l-hudûr" (ey perde ehli) İfadesini kullanmıştır (Buhârî, "Şalât", 2, "Hayız", 23; "Ideyn", 12, 15, 20; Müslim, "îdeyn", 10, 12). Resûl-i Ekrem'in evlerinde de bu şekilde perde bulunmaktaydı. Kur'an'da, "Ey iman edenler! ... Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman hicâb arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz hem onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır" (el-Ah-zâb 33/53) mealindeki âyette yer alan "hicâb" kelimesiyle içteki hıdr ve dış kapıdaki perde kastedilmiştir. Âyet, evlerdeki harem bölümünün var oluş sebebini de ortaya koymaktadır. Kur'an'da inanan erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları, ırz ve namuslarını korumaları istenir. Ayrıca kadınların "ziynet" olarak nitelenen saç, boyun, kulak, gerdan gibi fizikî güzelliklerini veya buralara taktıkları süs eşyasını herkese göstermemeleri emredilir (en-Nür 24/30-31). Hz. Peygamber'in hadislerinde de aile mahremiyetine büyük önem verildiği görülür; Resûluilah'ın, gizlice aile sırlarına muttali olmak isteyen kimselere karşı kullandığı ifadeler çok serttir (bk. Wensinck, el-Mu'cem, "tlea" md.). Buna bağlı olarak hadislerde ve sahabe tatbikatında, kadınların mahremi olmayan erkeklerle bir arada bulunup görüşmesi veya kadınların cemaatle namaza iştiraki konusunda getirilen bazı ölçü ve düzenlemelerin yanı sıra, daha sonraki dönemlerde fetihler ve nüfus hareketlerinin İslâm şehirlerini daha karmaşık ve gayri mütecanis hale getirmesi müslümanlar arasında haremlik-selâmlık denilen kadın ve erkeklerin ayrı mekânlarda bir araya gelmesi usulünün yaygınlaşmasının ve kökleşmesinin de ana sebebini teşkil etmiştir. Ancak bu usul, toplumun geniş kesimlerinde dinî nitelikli bir görgü kuralı mahiyetinde iken büyük konaklarda ve saraylarda diğer bazı sebeplerin de etkisiyle kurumsal bir yapı kazanmıştır.

Hz. Peygamber, aynı zamanda devlet başkanı olduğu halde eski ve çağdaşı hükümdarlar gibi saltanat sürmemiş, son derece mütevazi bir hayat yaşamıştır. Onun, siyasî otoritenin de merkezi durumunda bulunan mescidinin doğu duvarı boyunca yer alan odalar hanımlarına tahsis edilmişti: bunlar çok sade bir yapıya sahipti. Mısır mukavkısı tarafından kendisine hediye edilen câriye Mâriye ise ayrı bir evde oturuyordu. Resûl-i Ekrem'in hanımlarının ayrı birer odasının bulunması ve kendileriyle ancak perde arkasından görüşülmesine müsaade edilmesi, İslâm'ın tesettür emri ve nâmahrem kadınlarla erkeklerin birbirlerine bakmaları yasağıyla ilgilidir; dolayısıyla Resûluilah'ın hükümdar saraylarındakine benzer bir hareminden söz etmek mümkün değildir. Huzâî ve Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber dönemindeki devlet tekilâtına dair eserlerinde "harem emini" diye bir başlığa yer vermekte iseler de burada haremden kastedilen belli bir mekân değil Resûl-i Ekrem'in eşleridir. Nitekim zikredilen rivayetlerde, Hz. Ömer zamanında Resûluilah'ın bazı eşleri hacca gittiklerinde Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf'm onları koruyup gözetmekle görevlendirilmelerinden söz edilmektedir (Tahrîcü'd-delâlâti's-serrfiyye, s. 447; et-Terâtîbü'l-idariyye, II, 115-116).

Hulefâ-yi Râşidîn bir yönetim binasına (dârü'l-hilâfe, saray) sahip olmadığı için hanımları kendi evlerinde kalıyorlardı; bu sebeple söz konusu devirde bir müessese olarak haremden bahsedilemez. Genellikle İslâm tarihinde saray hareminin ilk defa Emevîler devrinde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Sarayın harem kısmında hadım hizmetkâr kullanımı I. Muâviye ile başlamıştır. Tarihçi Mes'ûdî, Muâviye'nin bir gün genç bir hadımla birlikte hareme girdiğini ve o sırada başı açık durumda bulunan karısı Fâhite'nin hemen örtünüp kocasına, hadımlar dahil genç erkeklerin hareme girmesinin caiz olmadığını söylediğini ve Muâviye'nin o günden sonra yaşlı hadımlar hariç hiçbir erkeğin içeri girmesine izin vermediğini kaydeder {Mürûcü'z-zeheb, VIII, 148-149).

Abbasîler döneminde saray teşkilâtı hiç şüphesiz daha fazla gelişmiş ve buna paralel olarak "harîmü dâri'l-hilâfe" adıyla anılan harem de kurumlaşmıştır. Milliyetleri farketmeksizin kadınların daima halife ve hükümdarlar üzerinde etkili oldukları bilinmektedir. Abbâsîler'de de bu durum ilk devirlerden itibaren hissedilmiştir. Halifeler üzerinde büyük nüfuza sahip ilk kadın, Hadi-İlelhak ile Hârûnür-reşîd'in annesi Hayzürân'dır. Hayzürân,hem kocası Mehdî-Billâh hem de oğulları üzerinde etkili olmuş, halifeler onun istemediği birini vezir veya hâcib tayin edememişlerdir. Hâdî, annesinin tahakkümünden ve sonu gelmez isteklerinden bıkıp usanınca ona sert tepki göstermiş ve emirlerin Hayzürân'ın kapısına gitmelerini yasaklamıştır. Ancak Hayzürân oğlunun bu davranışına çok kızmış ve intikam duygulan ile onun öldürülmesinde rol oynamıştır. Hârûnürreşîd'in halife olmasından sonra da iktidarı tekrar ele geçirmiş ve büyük bir servet toplamıştır. Muktedir-Billâh'ın halifeliği sırasında annesi Seyyide ile Hâle ve Ümmü Mûsâ el-Hâşimiyye adlı cariyeler devlet yönetiminde büyük nüfuz sahibi olmuşlardı. İbn Tiktakâ, Muktedir devrinde haremin nüfuzunun zirveye ulaştığını, devletin kadınlar ve hadımlar tarafından idare edildiğini söyler [el-Fahrl, s. 191, 262). O dönemde saraydaki siyah ve beyaz hadımların sayısı 11,000'e çıkmıştı.

Halifeler etnik menşelerine bakmaksızın sevdikleri cariyelerle evlenirler, bu durum sarayda ve üst kademede bazı karışıklıklara sebep olurdu. Çünkü bu hanımlar dost ve akrabalarını kayırır ve onları önemli görevlere getirirlerdi. En meşhur örneklerden biri Gıtrif b. Atâ'dır. Halife Mehdî-Billâh, Cüreş âmiline mektup yazarak karısı Hayzürân'ın kardeşi Gıtrîf b. Atâ'nın merkeze gönderilmesini istedi ve daha sonra kendisini Yemen valiliğine tayin etti. Halife Muktedir'in de Garîb adlı Rum asıllı bir dayısı vardı ve büyük nüfuza sahip olduğu için kendisine emîr diye hitap edilirdi. Saraydaki pek çok entrika ve çekişmenin kaynağı haremdi. Özellikle halifelerin anneleri devlet yönetimine çok fazla müdahale ettikleri için annesi hayatta olmayan hanedan mensuplarının halifeliğe getirilmesi istenirdi. 300 (912-13) yılında haremdeki kadınlardan sorumlu iki cariyenin bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Halife Muktedir- Billâh'ın, diğeri de annesi Seyyide'nin câriyesiydi. Meşhur mahkûm ve tutuklular zaman zaman sarayda hapsedilir ve halifenin cariyesinin gözetimi altında rahat bir hapis hayatı geçirmeleri sağlanırdı. Bunlar arasında İbnü'l-Furât, Emîr Hüseyin b. Hamdan ve Ali b. îsâ sayılabilir.


Haremin Fatımî Devleti'nde de büyük bir nüfuz ve önemi vardı. Haremdeki kadınların bir bölümü devlet işlerine yaptıkları müdahalelerle tanınırken bir kısmı da servetleriyle meşhur olmuşlardı. Meselâ Muiz-Lidînillâh'ın iki kızı Reşîde ve Abde'nin çok miktardaki para, mücevherat ve kıymetli elbiseleri dillerde dolaşıyordu. Azîz-Billâh'ın Rum asıllı karısı Seyyide devlette büyük nüfuz sahibi idi ve iki kardeşini önemli görevlere tayin ettirmişti. Azîz-Billâh'ın kızı ve Hâkim-Biem-rillâh'ın kardeşi Sittülmülk'ün muazzam bir serveti, 800 cariyesi ve yıllık 50.000 dinar tahsisatı vardı. Bu hanım zekâsı ve cömertliğiyle ünlüdür; ayrıca Hâkim -Bi-emrillâh'ın öldürülmesi olayına da adı karışmıştır. Zahir-Lii'zâzidînillâh'ın karısı ve Müstansır-Billâh'ın annesi Sudanlı idi ve onun gayret ve himayesi sayesinde ordudaki Sudanlılar'ın sayısı 50.000'e ulaşmıştı.

Mervânîler'den Nasrüddevle'nin hareminde 500 odalığı vardı ve burada 500 hadım görev yapıyordu. Zengîler'den 11. Seyfeddin Gazi küçük yaştaki hadımlar hariç diğerlerinin hareme girmesine izin vermezdi. Muvahhidler'in kurucusu Abdülmü'min el-Kûmî. Endülüs'e sevkettiği 20.000 süvarinin eşlerini hadımların nezâretinde onların peşinden göndermişti (Ibnü'l-Esîr, X, 17; XI, 63, 156).

Selçuklularda hükümdarın "hatun" veya "terken hatun" denilen nikâhlı eşleriyle cariyelerinin yaşadığı haremin kendine has bir teşkilâtı olduğu bilinmekte, ancak elde yeterli belge bulunmamaktadır. Hatunlar sarayda ve devlet yönetiminde etkiliydiler. Sultan Alparslan'ın karısı Mirdâsî Emîri Mahmud'un öldürülmesini engellemiş. Ümmü Kıfçak adlı diğer bir karısı da Vezir Amîdülmülk Kündürî'nin öldürülmemesi için şefaatçi olmuştu. Sultan Melikşah'ın karısı Terken Hatun kocasının ölümünden sonra devlet idaresini ele geçirmiş ve çocuk yaştaki oğlu Mahmud'u sultan ilân ettirmiştir. Selçuklu sultanlarının haremi hatunlarını, odalıklarını, onların hizmetçi ve cariyelerini içine alırdı. Hatunların kendilerine has divanları, şahsî iktâları ve emlâki vardı. Bunlar bazan veraset yoluyla evlâdına intikal ederdi. Meselâ Tuğrul Bey'in hanımı Altuncan Hatun'un Irak'ta mülkü bulunuyordu. Alparslan, Kavurd Bey'in her kızına 100.000 dinar verdi ve bazı yerleri onlara iktâ etti. Sümeyrem şehri de Muhammed Tapar'ın karısı Gevher Hatun'un iktâları arasında yer alıyordu. Saray teşkilâtı içerisinde hatunların şahsî hizmetini gören çoğu kadın birtakım görevliler vardı. Nizâmülmülk eserinde saraylı kadınların, özellikle hatunların devlet işlerine karışmamaları tezini savunurken onların kadın hâcib ve hizmetçilerinin sözlerine göre hareket edeceklerinden endişelenir (Siyâsetnâme, s. 235-236). Sultanlar sefere çıktıklarında, bir ülkeye gittiklerinde veya herhangi bir maksatla başşehirden ayrıldıklarında Hz. Peygamber'in sünnetine uygun olarak haremlerini tamamen veya kısmen yanlarında götürürlerdi. Alparslan, 1071'de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes üzerine yürüyünce haremini Tebriz'e geri göndermişti. Sultan Sencer'in karısı Katvân Savaşı sırasında yanında buluyordu ve Karahitaylar tarafından esir alınmıştı. Anadolu Selçuklulan'nda da sultanın bir haremi bulunuyordu. Hatunların kendilerine ait sarayı ve hıristiyan kadınlardan oluşan halayık ve câriye kadroları, ayrıca bir kadın hazinedar idaresinde bulunan hazinesi vardı. Sultanların kızları haremde eğitilirdi. Burada da hatunun ve haremdeki diğer kadınların devlet işlerine müdahaleleri olurdu; meselâ 1. Kılıçarslan'ın karısı Ayşe Hatun kocasının ölümünden sonra Malatya'yı idare etmişti.

Hârizmşah Alâeddin Tekiş'in karısı ve Alâeddin Muhammed b. Tekiş'in annesi Terken Hatun devlet işlerine yaptığı müdahaleleriyle tanınmıştır. Çok nüfuzlu bir kadın olan Terken Hatun'un ayrı bir sarayı, kendine bağlı devlet erkânı, özel emlâk ve akarı vardır; sözü sultanlar ve yakınları tarafından dinlenir ve devlet hazinesini dilediği gibi harcardı. Hârizmşahlar'da da hatunların iktâları vardı. Celâleddin Hârizmşah Tuğrul b. Arslan'ın kızıyla evlenince onun iktâlarını arttırmış. Selemâs ve Urmiye'yi de ona vermişti.

Memlûk sultanlarının Kahire yakınlarındaki Kal'atü'l-cebel'de harem halkının kaldığı bir sarayı vardı. Harem işlerine tablhâne ümerâsı arasından seçilen zimamdarın emrindeki tavâşîler bakardı.

Bâbürlü saray teşkilâtında "mahal, şebistân-ı hâs ve şebistân-ı ikbâl" adı verilen harem, Büyük Selçuklu geleneğine uygun biçimde gelişmişti. Harem irili ufaklı birçok bina, koğuş ve daireden oluşuyordu; her köşk ve dairenin kendine has yol ve geçitleri, çeşmeleri, depoları ve bahçeleri vardı ve bu mekânlar en mükemmel şekilde tefriş edilmişti. Sâkinlerinin mevkilerine göre yerleştirildiği köşk ve daireler, zamanlarının büyük bir kısmını burada hanımları ve câriyeleriyle birlikte geçiren hükümdarların zevk ve tercihlerine göre planlanmıştı. Şehzadelerin köşkleri nispeten küçük olmakla birlikte ihtişamları diğerlerinden geri kalmazdı. Haremin özellikle Cihangir ve Şah Cihan zamanlarındaki görüntüsü üzerine birçok tasvir yapılmıştır. Agra sarayında Cihangir'in annesiyle karısı Nurcihan Be-güm'ün kaldığı haremler çok meşhurdu.

Bâbürlü hareminde kadınlar ve hadımlarla erkek hizmetkârlar olmak üzere iki çeşit görevli vardı. Haremin dahilî İşlerini ve nizamını kadınlar ve hadımlar, haricî işlerini ise erkek görevliler yürütürdü. Hizmetli sayısının Ekber ve Evrengzîb dönemlerinde 2000'i geçtiği, haremde hizmet eden hanımların seçiminde belirli prensiblerin konulduğu ve bu iş için akıllı, tecrübeli, yetenekli kadınların seçildiği bilinmektedir. XVII. yüzyılda Keşmirli kadınlar haremin kapısında bekçi olarak görevlendirilmiştir; peçe kullanmayan bu kadınların görevi içeriyle dışarı arasında irtibatı kurmak ve haberleşmeyi sağlamaktı. Haremlerde her türlü davranış ve eğlencenin disiplin çerçevesinde olmasına büyük dikkat gösterilirdi. Harem binaları özellikle geceleri çok iyi korunurdu; içeride güçlü, cesur, silâh kullanmakta maharetli kadınlar güvenliği sağlarken dışarıda hadımlar kapıları beklerdi.

Bâbürlü hükümdarları sarayda devamlı kalmazlar, seferler ve başka maksatlarla başşehrin dışında uzun zaman geçirirlerdi. Bundan dolayı haremin merkezî sarayda ve ordugâh veya taşrada iki ayrı konumu, teşkilâtı ve günlük hayatı vardı. Ordugâhlarda merkezî bir yerde hükümdarın çadırı bulunur, burada kendine has saltanat haremi yer alırdı. Haremdeki hanımların kıyafet ve günlük hayatlarıyla ilgili özel prensipler tesbit edilmişti. Temel kurallardan biri, bütün kadınların disipline riayet etmesi ve ortalıkta dolaşmaktan kaçınması idi. Hükümdar hanımları ve kızları nadiren dışarı çıkar, genellikle zamanlarını kendi köşklerinde geçirirlerdi. Harem sakinlerinin gezileri şehir içi ve şehir dışı olmak üzere iki şekilde olurdu. Şehir dışı gezilerde hadımlar ve bazı kadın görevliler onlara refakat ederdi. Seyahatlerde genellikle filler kullanılır, fillerin üzerinde sâyebanlar ve mahfeler yer alırdı.[/font][/size]

Link to comment
Share on other sites

[b]Osmanlı Devleti'nde Harem[/b]

Harem hayatı Osmanlı sarayında kuruluştan itibaren mevcut olmakla birlikte teşkilâtlandırılması Fâtih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşmiş ve bu teşkilât, devlet yapısındaki genel eğilime uygun biçimde devşirme sistemiyle geliştirilmiştir. Burada, en alt kademe olan cariyelikten son mertebe olan ustalığa (hasekilik ve valide sultanlık hariç) yükselme birçok bakımdan Enderun teşkilatındaki terfi sistemine benzemektedir. Esasen Osmanlı saray teşkilâtında Harem-i Hümâyun tabiri hem haremi hem de Enderun'u içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem İse kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim kurumu idi.

İstanbul'un fethinden önceki Edirne sarayının haremiyle ilgili elde bilgi bulunmadığı gibi fetihten hemen sonra bugünkü Beyazıt'ta inşa edilen Eski Saray'ın haremi hakkında da fazla bir şey bilinmemekte, ancak kaynaklardan, daha sonra padişahların Topkapı Sarayı'ndan zaman zaman Eski Saray'a gidip buradaki harem mensuplarını ziyaret ettikleri öğrenilmektedir. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saray haremiyle ilgili bilgiler kısmen çoğalmakta ve bu dönemin kroniklerinde de saraydaki hayat hakkında bazı ayrıntılara rastlanmaktadır. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman'ın hasekisi Hürrem Sultan ve kızı Mihrimah Sultan'la başlayan, Valide Nurbânû Sultan ve Valide Safiye Sultan'la devam eden entrikalar ve bazı harem mensuplarının iktisadî ve içtimaî faaliyetleri bu kurumdan sık sık bahsedilmesine yol açmıştır.

Harem münasebetiyle isminden en çok bahsedilen padişah III. Murad'dır. Onun zamanında sarayın harem kısmına birçok yeni bina ilâve edilmiş, buranın sakinlerinin ve görevlilerinin sayısı artmıştı (Peirce, s. 122). Haseki Safiye Sultan'ı kıskanan ve onun nüfuzunu kırmak için oğluna birbirinden güzel cariyeler sunan Valide Nurbânû ile kızı İsmihan sultanların gayretleri sonunda padişah, başlangıçta yakından ilgilendiği devlet işlerini ihmal ederek hareme kapanmış, bir yandan soytarı ve musâhiblerle vakit geçirirken bir yandan da Özellikle Mimar Sinan'a yaptırdığı birbirinden güzel yeni sofa ve odalarla burayı daha cazip bir hale getirmişti. III. Murad'ın, dışarıda halkla birlikte kılması gereken cuma namazlarını dahi, etrafındakilerin saraydan çıkarsa bir daha geri dönemeyeceği ve askerin kendisini hal'edebileceği yolundaki sözleri sebebiyle, zaman zaman ihmal edecek kadar kendini hareme kapattığını Selânikî kaydeder (Târih, s. 445).

XVI. yüzyıldan sonra Osmanlı siyasî ve idari tarihinde olduğu gibi harem hayatı ve teşkilâtında da bozulma ve yozlaşma meydana geldiği genellikle kabul edilir. Bu durum, 1. Ahmed'den başlayarak hemen bütün XVII. yüzyıl padişahlarının çocuk denecek yaşta tahta çıkmalarına ve uzun süre idareye hâkim olamamalarına bağlanır. Böylece valide sultanların ve ocak ağalarının, benzerine daha önce rastlanmamış şekilde sarayda nüfuzlarını arttırdıkları belirtilir ve hatta 1566'dan 16S6'ya kadarki dönem "valide sultanlar çağı" adıyla anılır. Bu dönemdeki en etkili valide sultanların başında Kösem Sultan gelmektedir. XVII. yüzyılın ilk yansında önce hasekiliğe, ardından valide sultanlığa yükselen Kösem Sultan, IV. Mehmed'in ilk yıllarında geleneklere aykırı biçimde Eski Saray'a taşınmayıp "vâlide-i muazzama" sıfatıyla idarede etkili oldu. Onun yaklaşık elli yıl süren etkinliği sırasındaki keyfî davranışları haremi çok yıpratmış, bu arada nüfuzunu sürdürebilmek için devamlı şekilde Sultan İbrahim'e sunduğu cariyelerle haseki ve gözdelerin sayısını çoğaltarak padişahın davranış bozukluğuna uğramasına yol açmıştır. Söz konusu dönemde III. Mehmed tarafından şehzadelerin sancağa çıkma geleneğine son verilmesi de geleceğin padişahlarının haremde âdeta mahpus hayatı yaşamalarına, dolayısıyla giderek dış dünyadan kopmalarına sebep olmuş ve bu husus, ileride devlet açısından menfi gelişmelerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Özellikle I. Abdülhamid kırk dokuz yaşında tahta çıkıncaya kadar haremde kafes hayatı yaşamış, padişah olunca da hareme geniş zaman ayırmıştır. Başkadın efendisi Ruhşah'a yazdığı duygusal mektuplar, haremde geçirdiği uzun yılların onun hassas yapısı üzerinde ne derece etkili olduğunun bir göstergesidir.
XIX. yüzyılda II. Mahmud döneminin sonlarından itibaren harem dışa açılmaya, harem kadınları ferace ve çarşaf giyerek bazı mesire yerlerine gitmeye ve kendilerine ayrılan mekânlarda gezintiler yapmaya başlamışlardır. İstisnaî olarak Sultan Mehmed Reşad da Bulgar kral ve kraliçesine verdiği ziyafet dolayısıyla başkadın efendisini törende bulundurmuştu (Uluçay, Harem II, s. XV). II. Abdülhamid'in hareme karşı tavrı konusunda ise çeşitli abartmalı yazılar kaleme alınmış olmasına rağmen Ayşe ve Şâdiye Osmanoğlu'nun yazdıklarından onun harem mensupları ile gayet ölçülü bir yakınlık içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Gerek bu dönemin gerekse daha öncesinin haremi için Batılı yazarlar pek çok hayalî tasvir üretmişlerdir. Ancak Batı saraylarında yaşananlara göre Osmanlı saray hayatının çok daha mazbut olduğu bilinmektedir.

Harem halkını harem hizmetlileri ve sakinleri şeklinde iki grupta değerlendirmek mümkündür. En yetkili görevli aslında bir hadım ağası olan harem ağasıdır. Osmanlı sarayında ve hareminde istihdam edilen hadım ağalarının sayılan bazan çok artmış ve zaman zaman azaltılmasına çalışılmıştır. Hadım ağası reisleri arasında dereceler vardı; Rycaut bunu kızlar ağası, valide ağası, şehzadeler ağası, valide sultan haznedar ağası, kiler ağası. Büyük Oda ağası, Küçük Oda ağası şeklinde sıralamaktadır (Rycaut, s. 37). Harem ağasının başlıca görevleri haremi korumak, yeni cariyeler sağlamak, harem halkının terfileri, yerine göre cezalandırılmalarda ilgili hususları padişaha arzetmek, sultanların evlenmesinde vekilliklerini yapmak, kendine bağlı personeli idare etmekti (Uluçay, Harem II, s. 120). Sultan Mehmed Reşad'ın 1909'da tahta çıktıktan sonra harem ağasına gönderdiği fermanda onun görevleri arasında. Harem-i Hümâyun'da bulunan kadınların kıyafetlerine dikkat etmek, âdaba aykırı giyinenleri uyarmak veya menetmek, saray kadınlarının dışarıya çıkmaları halinde yanlarında bir hadım ağası bulundurmak, akşam namazından sonra hadım ağalarını haremde tutmamak, akşamdan sonra olağan dışı bir durum meydana gelirse kızlar ağasını haberdar etmek, harem mensuplarının yakınları hariç bohçacı, işçi, satıcı vb. yabancı kadınların içeri girmesine izin vermemek gibi hususlar zikredilmektedir (Abdurrahman Şeref, I [ !329|, s. 465-475).

Tanzimat sonrasında harem ağalarının yetki ve nüfuzları giderek azalmıştır. XIX. yüzyıl sonlarına ait Harem-i Hümâyun ağalarıyla ilgili bir istatistikte 218 hadım ağasının ismi, bunların giriş tarihleri, tahminî yaşları, kimin tarafından takdim edildikleri, hangi sarayda ve kimin hizmetinde oldukları ayrı ayrı belirtilmektedir.

Haremin, üzerinde en çok konuşulan ve çeşitli sanat eserlerine konu teşkil eden mensuplarının başında cariyeler gelir. Cariyelik pek çok yönden yanlış değerlendirilmiştir. Hukuken kadın köle statüsünde olan cariyelerin esas kaynağı savaşlarda alınan esirlerdir . Ancak bir süre sonra bu kaynağın yetersiz kalması sebebiyle İstanbul gümrük eminine satın aldırmak suretiyle câriye temini yoluna gidilmiştir. Ayrıca çeşitli devlet ricali tarafından saraya ve padişaha hediye edilenler de yekûn tutuyordu. Cariyelerin temini, seçimi, çeşitli zamanlardaki sayıları, satın alınmaları, ücretleri konularında Topkapı Sarayı Arşivi'nde bol malzeme bulunmaktadır. Bu cariyeler müslüman âdâb ve erkânı üzere yetiştirilir, kendilerine okuma yazma, dinî bilgiler öğretilir, yeteneklerine göre mûsiki, biçki dikiş, nakış dersleri verilir, ayrıca sofra hizmetleri öğretilirdi; acemilik denilen bu ilk dönemden sonra ilerleme gösterenler kalfa, usta seviyelerine yükselirdi. Haremde yüzlerce câriye olmakla birlikte bunların büyük bir kısmı hizmetçi idi; padişah cariyelerin içinden sadece birkaç tanesiyle ilgilenir, diğerlerini ne bilir ne de görürdü. Harem hususunda yapılan araştırmalar, bu konudaki Osmanlı uygulamasının genel olarak İslâm hukukunun belirlediği sınırlar içinde cereyan ettiğini göstermektedir. Nitekim haremde hizmetçi statüsünde bulunan cariyelerin büyük çoğunluğu teşkil ettiği, eş statüsündeki cariyelerle padişahların onları azat ettikten sonra veya etmeden nikâh akdi yaptıkları, evlendikleri hür hanımlarla bunlar arasında herhangi bir hukukî fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır (Akgündüz, s. 260-262).

Kabiliyet ve güzellikleriyle kendilerini gösteren kıdemli cariyeler haremde kalfalığa yükselir ve padişah, valide sultan, kadınefendi veya ikballerden birinin dairesine yollanırdı. Genellikle hanende ve sazendelerin de aralarında bulunduğu kalfalar kıdemlerine göre küçük, orta ve büyük olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Kıdemli kalfaların hepsi yeterince tahsil görmüş olur ve bunlar çeşitli törenlere kendilerine has kıyafetleriyle katılırdı. Saltanat değişikliklerinde kalfaların önde gelenleri Eski Saray'a gönderilir veya haremden çerağ edilip evlendirilirdi.

Harem teşkilâtında cariyelerin ulaşabileceği en yüksek mertebe ustalıktı. Güzel, zeki, kabiliyetli cariyeler derece derece yükselerek usta olurlar ve doğrudan padişahın hizmetinde bulunurlardı. Bunlar valide ve haseki sultanlardan sonra haremin en yetkili kadınları idiler. İçlerinde padişahın kendisinin seçtiği haznedar denilen nüfuzlu kadınların sayısı on beş yirmi civarındaydı. En yetkilileri ise haznedar usta idi. Bütün cariyeler ve kalfalar ondan emir alırlar, bazan valide sultan ve hasekiler dahi ondan fikir sorarlardı. Ustaların başlıca görevleri padişahın hizmetini görmekti ve yanına teklifsizce girebilirlerdi; maiyetindeki kalfalar da padişah dairesinin önünde nöbet tutarlardı. Haznedar ustalar haremdeki bütün hazinelerin anahtarlarını taşırlar, törenlerde yoğun görevler üstlenirlerdi. Bunlar bir anlamda padişahların sırdaşı olduklarından saltanat değişikliğinde yerlerini yeni padişahın güvendiği başka haznedar ustalara bırakırlardı. Topkapı Sarayı'ndaki Haznedar Usta Dairesi valide

sultan dairesinin üst katında bulunurdu. Haznedar ustalardan başka çaşnigîr usta, çamaşırcı usta, İbrikdar usta, berber usta, kahveci usta, kilerci usta, kutucu usta, külhancı usta, vekil usta, saray ustası (kethüda kadın), kâtibe usta, hastalar ustası gibi değişik ustalar vardı (Uluçay, Harem II, s. 132-138). Ayrıca haremde hamilelik, doğum ve çocuk düşürme gibi olaylarla uğraşan ebeler, padişah kızlarıyla şehzadeleri emziren dâyeler (sütnine) ve bakımlarını üstlenen dadılar mevcuttu.

Haremin en itibarlı hanımı padişahın annesi olan valide sultandı. Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan unvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu unvanı alamamıştır. Tahta çıkan şehzadenin annesi valide alayı denilen bir merasimle Eski Saray'dan Topkapı Sarayı'na taşınır ve oğlunun saltanatı boyunca haremin en yetkili kişisi olurdu. Haremin ikinci derecede nüfuzlu sakinleri padişah hanımı olan haseki ve gözdelerdi; bunlara daha sonraları kadınefendi denilmiştir. Cariyelikten gelen, güzellik ve yetenekleriyle padişahın gözüne giren bu hanımlar, XVII. yüzyıla kadar genellikle Avrupalı savaş esiri cariyeler arasından çıkarken daha sonra Kafkaslar'dan gelenlerden seçilmeye başlanmıştır.

Sultan denilen padişah kızlarının hayatlarında dönüm noktası teşkil eden bazı olayların, bu arada doğumlarının, beşik alaylarının, özellikle çok ihtişamlı olan nikâh ve düğünlerinin harem hayatını fazlasıyla etkilediği söylenebilir. Sultanların gelin oluncaya kadarki hayatı haremde geçer, hizmetlerinde birçok câriye bulunurdu. Bir sultan okuma çağına geldiğinde "bed'-i besmele" töreniyle tanınmış hocalardan ders almaya başlar, derslere bazan padişah da katılırdı: kendisine başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere dinî bilgiler, hat, tarih, coğrafya dersleri verilirdi. Topkapı Sarayı Arşivi'nde bulunan sultanlara ait çeşitli mektupların imlâ ve ifadesinden bu hanımların, cariyelikten gelen haseki ve valide sultanlara göre çok daha iyi tahsil gördükleri anlaşılmaktadır; ancak mevcut örneklerin çoğu XVIII. yüzyıldan sonraya aittir.

Padişahların haseki, ikbal ve cariyelerinden doğan erkek çocuklarına şehzade (II. Murad devrine kadar daha çok çelebi) denilirdi. Bebeklik çağında bir şehzadenin hizmetine birkaç câriye tayin edilir, dört beş yaşına geldiğinde de Has Oda'ya mensup lala denilen kimseler görevlendirilirdi. Tahsil çağına gelince devrin en tanınmış hocalarından çeşitli dersler aldırılır, saray muhitinde usul, erkân ve âdâb öğrenmesine dikkat edilirdi; daha sonra tahta çıkabilen şehzade hocalarından birini kendine "hâce-i sultanî" seçerdi. Şehzadelerin sünnet düğünleri muhteşem olurdu. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman, III. Murad, IV Mehmed ve III. Ahmed'in yaptırdığı tantanalı sünnet şenlikleri haftalarca sürmüş ve harem de bu sıralarda çok hareketli günler yaşamıştır; bunu düğünleri anlatan minyatürlü surnamelerden öğrenmek mümkün olmaktadır.

Harem sakinlerinin, özellikle valide sultanların dışarıdaki ve içerideki işlerini takip eden, sunulan hediyeleri kendilerine ulaştıran erkek ve kadın birçok görevli vardı. Dış hizmetlerin ifasında baltacılardan da istifade edilirdi. Haremde çıkan yangınların söndürülmesi Özellikle zülüflü baltacıların sorumluluğundaydı: bunlar hadım ağalarına okuma yazma da öğretirlerdi. Sarây-ı Âmire için tutulmuş "masraf-ı şehriyârî" ve "harc-ı hâssa" defterlerinde ayrı bir bölüm halinde harem mensuplarına yapılan harcamalar da kaydedilmiştir.

Harem teşkilâtı ve oradaki günlük hayat hakkında yeterli bilgi bulunmadığından özellikle erken dönemler için bazı genellemelere gidilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Günlük hayata dair bilgiler daha çok XIX. yüzyıla, yani Batı tesirinin saraya ve hareme nüfuz ettiği döneme aittir.

Her hareketin kurala bağlandığı sıkı bir disiplin uygulanan haremde eğlenceler büyük özlemle beklenen rahatlık ve serbestlik günleri olarak kabul edilirdi. Bu eğlencelerin başında, haremde yaşayan hanımların has bahçede serbestçe dolaştıkları ve eğlendikleri halvet gelirdi. Padişah bir hatt-ı hümâyunla halvet yapılacağını bildirir, bunun üzerine yoğun bir hazırlık başlardı. Has bahçede iplere gerilen halvet bezleriyle sokaklar, dolaşma yerleri yapılır, namaz kılmak ve oturmak için süslü yastıklar, minderlerle döşenmiş çadırlar kurulurdu. III. Selim zamanında Topkapı Sarayı'nın has bahçesinde (bir kısmı halen Gülhane Parkı) rengârenk bezlerden 189 halvet sokağı, dört adet on altı, bir adet on iki gözlü çadır, sekiz adet on iki hazneli çadır, yedi adet on sekiz gözlü çerge bir mutfak, on iki beyaz çadır ve daha pek çok teferruatı ihtiva eden büyük bir hazırlığın yapıldığı bilinmektedir (Uluçay, Harem II, s. 148). Çirağan,Yıldız, Beşiktaş gibi sarayların has bahçelerinde de halvetler gerçekleştirilirdi; bu gelenek imparatorluğun sonuna kadar devam etmiştir. Fransa'ya ilk dâimi büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Ali Efendi, nevruz münasebetiyle Paris dışındaki korulukların birinde haremiyle birlikte bir halvet düzenlemiş, o zamana kadar böyle bir tantana görmemiş olan başşehir halkı saatlerce bunu uzaktan takip etmiştir.

Mevsimin elverişli olduğu zamanlarda saray bahçelerinin dışındaki mesire yerlerine arabalarla beylik geziler tertip edilirdi. Osmanlı toplumunda araba belirli kurallar çerçevesinde özellikle hareme mensup kadınlar için kullanılırdı; padişah da dahil erkeklerin arabaya binmesi âdet değildi. XIX. yüzyılda Abdülmecid zamanında harem kadınlarının araba ile şehirde gezmesi yaygınlaşmıştır. Bu yüzden padişahın emriyle Serasker Rızâ Paşa'nın saray arabalarını zincirle birbirine bağlatmış olduğu rivayet edilir. Bu tür geziler harem halkını çok sevindirir, geziye katılan sultanların arkasından ustalar, kalfalar ve cariyeler arabalarına binerek yola çıkarlardı; kafilenin önünde ve arabaların yanlarında hadım ağaları bulunurdu. Gidilecek mesire yerine önceden gerekli malzeme gönderilir, kafile bütün hazırlık tamamlandıktan sonra hareket ederdi. Meselâ 1798'de Sâdâbâd'a eğlenceye gidilmeden önce Mehterhâne'den bir mükemmel oba,üç takım çerge, elli adet karışık halvet-i hümâyun sokağı, çadırları döşemek İçin kırk yedi yastık, otuz dokuz minder, yirmi beş perde, on bir "oda ve murakka'" gönderilmişti. Çadırları birbirine bağlayan halvet sokakları hanımların rahatça gezinti yapabilmeleri içindi. Haremde bayramlarda, kandil gecelerinde ve nevruzda bayramlaşmalar, merasimler ve şenlikler yapılırdı; ramazanın on beşinde hırka-i saadetin ziyareti de önemli idi. Ayrıca çeşitli eğlencelerin düzenlendiği, oyunların oynandığı, bunun için dışarıdan tanınmış oyuncuların çağrıldığı bilinmekte, son devir hatırat ve kaynaklarında bunlarla ilgili epeyce bilgi bulunmaktadır. XIX. yüzyılda sultanların kendi saraylarında da bu nevi eğlence ve oyunlara yer verilirdi. Ancak çok neşeli düğün ve şenliklerin yanında hüzünlü, sıkıntılı zamanlar da olurdu. Padişahların ölümü, özellikle öldürülmeleri, halledilmeleri harem halkını günlerce yasa boğardı. 1648'de Valide Kösem Sultan'ın da yer aldığı bir tertiple Sultan İbrahim'in ve daha sonra sevilen padişah III. Selim'in 1808'de öldürülmesi uzun süre unutulmamıştı.

Haremde mûsiki, daha önceki Türk devletlerinin, özellikle Selçukluların saray haremlerindeki geleneğin bir devamı olarak başlangıçtan beri önemli bir yer tutmuştur. Sesi güzel, kabiliyetli cariyelere devrin tanınmış üstatları ders verir, ayrıca sarayda cariyelerden meydana gelen bir sazende ve hanende heyeti bulunurdu. Sazendeler genellikle kalfalık rütbesine kadar yükselirdi. Çeşitli kayıtlardan bilhassa XVI. yüzyılda bu konuya önem verildiği anlaşılmaktadır. Sarayda ud, kanun, kopuz, kemence, ney, tambur, def gibi aletlerin çalındığı bilinmektedir (TSMA, nr. D 7843; Uluçay, Harem II, s. 152). Haremde dersler meşkhânede verilir, bazan da cariyeler tanınmış bestekârların evine gönderilirdi. Bu arada meşk sırasında cariyelerle hoca arasında duygusal İlişkilerin yaşandığı olur ve çok defa câriye çerağ edilerek hocası İle evlendirilirdi. XIX. yüzyılda Batılılaşma ile birlikte sarayda mandolin ve özellikle piyano çalma moda haline gelmiş, sultanlar, şehzadeler, hatta kadınefendiler piyano dersleri almaya başlamışlardır. Aynı dönemde geleneksel mehterhane de yerini bandoya bırakmıştır.

Yerli ve yabancı müellifler tarafından hakkında çok şey söylenmiş ve yazılmış olan Osmanlı hareminin altı yüzyılı kapsayan bir dönemde İslâm-Türk geleneğine uygun bir müessese olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Harem ayrıca Enderun gibi uygulamalı bir mektep oluşturmuş ve başlıca bilgi, görgü, usul, erkân, düzgün konuşma, güzel iş yapabilme esasları çerçevesinde çok disiplinli bir eğitim vermiştir.

Link to comment
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

 Share

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...